Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2019 / 2

Kazablanka

21 Aralık 2019

Uzun bir süredir TRT2 TV kanalı harika işler yapıyor… Hemen hemen her gün akşam saat 21.00 civarında kült filmleri ve klasik filmleri yayınlıyor. Hatta film öncesi ve sonrası da film hakkında uzmanlarca yorumlarda bulunuluyor… TRT2'de sadece film programları değil diğer sanat programları da çok güzel...

18 Aralık 2019 Çarşamba günü saat 21.00’de TRT2 TV’de yine böylesi bir film vardı: ‘’Kazablanka’’ Tabii kaçırmadım… Bilmem kaçıncı defa oldu ama yine seyrettim...

Filmi bir daha seyredince bu filmi bir daha yazmadan duramadım... 

Film hakkında

Kazablanka (Casablanca), İspanyolca kökenli bir kelimedir. İspanyolca ‘’casa blanca’’ yazılır ve ''beyaz ev'' anlamına gelir… 

Kazablanka (Casablanca) filmi ise yönetmenliğini Macar asıllı ABD’li yönetmen Michael Curtiz'in üstlendiği Hollywood klasikleri arasında özel bir yere sahip bir filmdir. Film, Warner Brothers şirketi tarafından ABD’li yazar Murray Burnett'in ‘'Everybody Comed to Rick's’’ adlı yayımlanmamış oyununu pahalı bir fiyata satın alarak 1942 yılında yapılır. Yani film çekildiğinde II. Dünya Savaşı devam etmektedir.

Humphrey Bogart, Ingrid Bergman, Claude Rains ve Paul Henreid gibi dönemin usta oyuncularının başrol oynadığı '’Kazablanka’' filmi gösterime girdiği 1943 yılında ‘’En İyi Film’’, ‘’En İyi Yönetmen’’ ve ‘’En İyi Senaryo’’ dallarında Oscar alır.

"Kazablanka" filmi, 1989 yılında da Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilir. Ayrıca ABD Film Enstitüsü tarafından 2002 yılında tüm zamanların en iyi aşk filmi seçilir. 

Film; müzikleri, oyunculukları, hikâyesi ve dekorlarıyla gerçek bir başyapıttır. Birçok listede dünyanın en iyi filmleri sıralamasında genelde ilk üçte yer alır.

Film; aşkın, sevginin, fedakârlığın, kararsızlığın, gözlerin, buğulu bakışların, hüzünlerin, savaşın, haksızlıkların, boş vermişliklerin, direnmenin, dostun, düşmanın iç içe geçtiği muhteşem bir filmdir. Filmde aşk da vardır, sosyal hayat da vardır, politika da vardır... Filmde ön planda bir aşk hikâyesi yer alırken arka planda İkinci Dünya Savaşı yer alıyor gözükse de film aslında inanılmaz politik bir filmdir. Filmin öykü, kurgu ve karakter yaratımı tümüyle dönemin siyasal unsurlarının birer yansıması olarak biçimlendirilmiştir. 

Filmin konusunu girmeden önce filmin açılış sahnesinde anlatıcının şu konuşmasına yer vermemin uygun olacağını düşünüyorum:

"İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla, tutsak Avrupa'daki birçok göz umutla, çaresizlikle özgür Amerika'ya yöneldi. Lizbon önemli bir kalkış noktası oldu. Ama herkes doğrudan Lizbon'a gidemediği için uzun ve dolambaçlı bir mülteci rotası çıktı. Paris'ten Marsilya'ya, oradan Akdeniz'i aşıp (Cezayir) Oran'a, oradan da Afrika kıyısı boyunca tren veya otomobille ya da yürüyerek Fransa'nın yönetimindeki Fas'ın Kazablanka şehrine doğru bir yolculuk."

Filmin konusu

Filmin konusu işte anlatılan II. Dünya Savaşı'nın bu ilk zamanlarında geçmektedir. Çek direniş örgütünün lideri Victor Laszlow (Paul Henreid), Alman toplama kampından kaçarak Kazablanka'ya gelir. Amacı Lizbon'a, oradan da ABD'ye iltica etmektir.

Fakat bütün umutları, şans eseri Kazablanka'nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick'e bağlanmıştır. Çünkü Rick, kaçış için gerekli olan pasaportlara sahip tek kişidir. Filmin kahramanı Rick (Humphrey Bogart) ise 1941'de Kazablanka şehrine gelmiş, bu gece kulübünü işletmektedir. Savaşın Avrupa'yı kasıp kavurması umurunda değilmiş gibi görünmektedir. Ama iki yıl önce Paris'te âşık olduğu ve kendisini terk ettiğine inandığı ve bu nedenle de kalbinin derinliklerine gömdüğü kadın Ilsa Lund (Ingrid Bergman), Victor Laszlow (Paul Henreid) ile beraber çıkıp geldiğinde bu katılığı kalmayacaktır.

Rick, Paris’te Ilsa’ya âşık olduğunda Ilsa'nın o zamanlar Çek direniş lideri Victor Laszlow ile evli olduğunu bilmemektedir. Çünkü Ilsa da kocasının bir toplama kampında öldüğünü sanmaktadır. Kocasının hayatta olduğunu öğrenince Rick'ten ayrılıp kocasına geri dönmüştür. İşte şimdi Ilsa kocası Victor ile birlikte Rick'in onu unutmak için açtığı bara gelmiştir.

Bu durum Rick için dayanılması çok zor bir durumdur. Ve Rick bir tercih yapmak zorundadır: Ya Victor'un Alman Gestaposunun eline geçmesine izin verecek ya da yetkili ağızlardan yazılmış iki mektup edinerek onun Fas'tan çıkmasına yardım edecektir.

İşte bu nedenle film; Rick'in içinde bulunduğu bu zor durumunu ve Rick ile Victor gibi iki müthiş adam arasında kalmış Ilsa'nın bir çaresiz hikâyesini anlatırken, filmde geçmişte kalmış bir aşkın çırpın çırpın çırpınışları da çarpıcı bir şekilde verilir.

Kazablanka filmi savaşın gölgesinde yaşanılan böylesi bir dramı gözler önüne sererken, başkalarının mutluluğu için kendi mutluluklarını hiçe sayan insanları da resmeder… Müziğin ve senaryonun başarısı ve buruk final sahnesi ile bizlere unutulmayacak hisler uyandırır. 

Filmin son sahnesinde muhtemel ki gözlerininiz dolar ve yine muhtemel ki kalbiniz kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çırpın çırpın çırpınır... 

Filmde geçen bazı diyaloglar:

‘’- Dün gece neredeydin?
- Çok zaman geçti hatırlamıyorum…
- Bu gece ne yapacaksın?
- Şimdiden o kadar ilerisini göremem…''

Tam da bizleri anlatmaz mıydı bu diyalog; dün çok geçti bize, bu gece ise çok çok uzak!

‘’-Sana iki kelimelik, sonunu bilmediğim bir hikâye anlatayım mı?
-Evet.
-Seni seviyorum.’’

Bu trajediyi yaşamayan insan var mıydı ki acep bu yeryüzünde?

Filmde şu sözler de yer alırdı:

‘’Her ayrıntıyı hatırlıyorum. Almanlar gri giyinmişti sense mavi.’’ (I remember every detail, the germans wore grey, you wore blue)

"Dünya harabeye dönerken biz âşık olmaya çalışıyoruz."

"Öp beni. Son defaymış gibi öp beni."

Şimdi gelelim filmin ayrıntılarına:

Filmin esas kahramanları Rick (Humphrey Bogart) ve Ilsa Lund (Ingrid Bergman)’dır. Bu filmle Humphrey Bogart, ‘’trenckot’’u ve "cool" kelimesini moda haline getirir.

Ancak filmde Ilsa rolünü oynayan Ingrid Bergman’ın apayrı bir yeri vardır. Genellikle filmi izleyenler Ingrid Bergman’na odaklandıkları için filmi kaçırırlar! Eğer filmde siz de Ingrid Bergman’a odaklanırsanız filmi kaçırısınız. Filmi izlerken onun gözlerine hayran olup yeryüzünde onun kadar güzel bakabilen bir kadın olmadığını zannedersiniz. Bir kadının gözleri bu kadar mı güzel olur, bir kadının gözleri bu kadar mı güzel güler, bir kadının gözleri bu kadar mı anlamlı bakar, bir kadının gözleri bu kadar mı bütün bir dünyayı anlatır inanamazsınız. Yazar Mehmet Eroğlu'nun ‘’Zamanın Manzarası’’ (Agora Kitaplığı, 2013) adlı romanının ilk cümlesiydi: ‘’Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı’’ Bu filmde de öyleydi, Ingrid Bergman mücevher takmamıştı ama gözleri vardı. Ey gözleri olanlar! Anlıyor musunuz?

Filmde Sam rolünü oynayan Amerikalı aktör ve şarkıcı Dooley Wilson tarafından piyano ile çalınan ve söylenen unutulmaz bir şarkı vardır: ‘’As Time Goes By’’… Bu şarkı ABD’li besteci Herman Hupfeld’in 1931 tarihli unutulmaz bestesidir... Şarkının ünlenmesi ise, bestelendikten yaklaşık 11 yıl kadar sonra işte bu Kazablanka filminde Sam rolüyle Dooley Wilson tarafından seslendirilmesiyle olmuştur.

Bu şarkıyı dinlerken filmin atmosferi içerisinde gözleri dolmayan insan yoktur sanırım. Filmde ise Ilsa (Ingrid Bergman) en içten haliyle Sam'a söyler; ‘’Play it Sam’’. (*) Yazımın sonunda bu şarkının bağlantısına yer verdim.

Filmin hatırda kalır sahnelerinden birisi de Victor Lazslow (Paul Henreid)’un kendi savaş marşlarını bağıra bağıra söyleyen işgalci Nazi askerlerine dayanamayıp, tepki olarak mekândaki insanları ‘’La Marseillaise’’ (Fransız Ulusal Marşı)'nı hep bir ağızdan söylemek üzere yönlendirmesidir… İronik olan ise, bu gururlu başkaldırının yapıldığı yerin Kazablanka, yani senelerdir İspanyol ve o zaman için son 40 yıldır da Fransız işgali altında ezilen ve Fransa’dan iki bin km uzakta Fas’ın bir kenti olmasıdır…

Filmde ‘’La Marseillaise’’ ile bastırılmak istenen Alman şarkısı ise Almanların Fransızları bozguna uğratışını anlatan ‘’Die Wacht am Rhein’’ (Rhein’ı Seyir) şarkısıdır. Bu şarkı özellikle II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın resmi olmayan marşı olarak söylenir. Yazımın sonunda bu sahnenin bağlantısına da yer verdim. (**)

Filmin başlarındaki bir sahnede, duvardaki bir afişte yazılı Fransız General Philippe Petain'e ait şu ünlü sözü yer alır: "Je tiens mes Promesses meme celles des Autres" (Verdiğim tüm sözleri tutarım, hatta diğerlerininkini de…) Bu sahnenin fotoğrafına da yazımın sonunda yer verdim. (***)

Film Fas'ta geçer ama California'da bu maksatla yapılan özel bir mekânda çekilir… Şimdi bu bilginin devamı olarak şunu da yazmam gerekiyor: Filmin neredeyse tamamı ‘’Rick’s Cafe’’de geçer. Kazablanka’nın Eski Medina bölgesine çok yakın bir yer filmde geçen ‘’Rick’s Cafe’’nin aynısı yapılır. Fas turu yapanlara burası mutlaka gösterilir…

Filmde geçen Rick ve İIsa'nın hikâyesi gerçek olmadığı gibi, II. Dünya Savaşında Kazablanka'ya da hiç bir Nazi subayı da gelmemiştir. Filmde Nazi subaylarını da Nazi Almanya'sından kaçan Yahudiler canlandırır. Filmde rol alan sanatçılarının tamamı artık yaşamıyor. Yaşayan sonuncu sanatçı Madeleine Lebeau da 01 Mayıs 2016 yılında vefat eder... (****)

Filmin politik mesajları

Yazımın başında Kazablanka filminin bir aşk filmi olmaktan çok politik bir film olduğunu yazmıştım… Aslında Kazablanka filmi politik bir mülteci filmidir.

Filmde Almanya'nın o zaman nasıl bir korku yarattığını ve üstünlük kurduğunu gözlemliyoruz. Film bugün göçmenleri barındırmamak için kırk dereden su getiren, ırkçılığın tavan yaptığı Avrupa’nın o zaman nasıl çil yavrusu gibi sağa sola kaçışan göçmen pozisyonuna düştüğünü de hatırlatıyor. 

Bu anlatıma eşlik eden görüntülerde ise ellerinde bavulları ve çuvallarıyla yollara dökülmüş aileleri görürüz. Bunlar bugün de haberlerde sık sık gördüğümüz görüntüler. Bugün yerini yurdunu terk eden insanlar Afrika'dan yola çıkıp denizi aşarak Avrupa'ya ulaşmaya çalışıyor. Kazablanka filmi ise, çok da eski olmayan bir geçmişte göçün tersine olduğunu hatırlatıyor.

İnsanlar ‘’ne oldum’’ dememeli, ‘’ne olacağım’’ demeli değil mi?

Filmde sadece ellerinde bavulları ve çuvallarıyla yollara dökülmüş ailelerin görüntüleri yer almıyor... Mültecilerin ABD'ye gitmek için yaptıkları para pazarlıları da yer alıyor... Kazablanka'nın Fransız Emniyet Müdürü Renault'un da bu pazarlıklarda mülteci kadınlarla beraber olma koşulu da yer alıyor... Bugün de gördüğümüz batmış mülteci teknelerinin görüntülerinin arkasında görmediğimiz, bilmediğimiz ne tür rezilliklerin de bulunduğunu film bize hatırlatıyor.

Filmde Yüzbaşı Louis Renault’nun ‘’Vichy’’ markalı su şişesini çöpe attığı sahne, Renault’nun Alman kontrolü altındaki Vichy Fransası’nı reddedişini sembolize ediyor. Bu sahnenin fotoğrafını da yazımın sonuna ekliyorum.(*****) (Vichy Fransasını bu sayfada ''Mareşal Henri Philippe Pétain''i anlatırken yazmıştım.)

Yazımın girişinde filmi tanıtırken ''filmin öykü, kurgu ve karakter yaratımı tümüyle dönemin siyasal unsurlarının birer yansıması olarak biçimlendirilmiştir'' demiştim. .  Filmdeki senaryo gerçek hayatı da anlatır. Film Kazablanka'da geçer... Ancak filmde baş aktörler Fransız ve Almandırlar... Faslılar filmde bile çaycı, garson gibi sadece figürandırlar... Tıpkı gerçekteki günümüzün Ortadoğu'su gibi; tıpkı burada bu zamanda da Amerikalıların, Rusların, Fransızların baş aktör olduğu ancak Arapların, Kürtlerin ve bölge halklarının figüran oldukları gibi...

Tarih bir ne kadar birebir tekerrür ediyor değil mi?  

Bölge halkları bir ve bütün olmadığı sürece; daha nice yıllar Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Almanlar ve Fransızlar senaryolarını kendilerinin yazdıkları filmlerde baş aktör ve bölge halkları da figüran rollerde olmaya devam edeceklerdir...

Bölge halkları bir ve bütün olmadığı sürece; Sam, bölgede ‘’As time goes by’’ şarkısını çalmaya devam edecektir...  

Osman AYDOĞAN

(*) Filmden görüntülerle ’’As Time Goes By’’ şarkısı: (Bu şarkıyı Louis Armstrong da çok güzel söylerdi… Bu müziği benim geleneksel olarak verdiğim Pazar müziği olarak dinleyin!)

https://www.youtube.com/watch?v=AY62QByUYJQ

Burada meraklısına küçük bir bilgi: Bilinenin aksine filmde "Play it again, Sam" diye bir söylem (replik) yoktur. "Play it again, Sam" yani "bir daha çal Sam " söylemi filmde hiç geçmemez ancak vu söylem sürekli filmle beraber anılır. Bunun sebebi ise Woddy Allen’dir. Woddy Allen 1972 yılında ‘’Play it again, Sam’’ adlı bir film çekmiştir ki film kendi yazdığı tiyatro oyunundan uyarlamadır. Woddy Allen’in piyesinden uyarladığı filmde, Woody Allen, Humphrey Bogart hayranı bir sinema fanatiğini canlandırır. Bu fanatik Bogart'a kafasını o kadar takmıştır ki karısı dayanamaz, boşanır. Bunalıma giren fanatik o psikiyatrist senin bu psikanalist benim gezerken filmin diğer kahramanı Diane Keaton'a rastlar. Ve bu şekilde Kazablanka filminde geçmeyen bir söylem filme ait gibi algılanır hale gelir…

(**) Filmde Fransız ulusal marşı ‘’La Marseillaise’’nin söylenişi: (Bir de bizim filmlerimizde neden böylesine İstiklal marşımızın verilmediğini ve hatta hatta kendini bilmezlerin, bir tarih bilnci olmayanların ukela bir biçimde Arapça okuduklarını düşünün!)

https://www.youtube.com/watch?v=HM-E2H1ChJM

Fransız devrim subayı Claude Joseph Rouget de Lisle, 25 Nisan 1792’de “Chant de guerre pour l’Armée du Rhin’’ (Rhin askerleri için savaş şarkısı) nı besteler. İhtilalin melodisi kimliğine bürünen ve Marsilya sokaklarında söylenmeye başlanan bu ezgi 30 Temmuz 1792’de Paris’e girer, kısa sürede Fransa’yı sararak, 14 Temmuz 1795’de resmen ülkenin milli marşı haline gelir. Kimi dönemlerde yasaklanan Marsellase, 1789’dan beri vazgeçilmez haline gelir. Marsellase, Liszt’den Berloz’a, Schumann’dan Wagner’e, Debussy’den Elgar’a birçok bestecinin yapıtlarında irili ufaklı bir şekilde kullanılır. Bir zamanlar “ötekinin sesi'' olan bir marş, şimdilerde ise “ötekileştirenlerin sesi'' haline gelir..

Bir milli marş nasıl söylenir? İsterseniz gelin nasıl söylendiğini İspanyol aslıllı Fransız şarkıcı Mireille Mathieu'dan dinleyelim:

https://www.youtube.com/watch?v=SIxOl1EraXA

(***) Filmin başlarındaki bir sahne; duvardaki bir afişte yazılı Fransız General Petain'e ait şu ünlü söz yer alır: "Je tiens mes Promesses meme celles des Autres" ("Verdiğim tüm sözleri tutarım, hatta diğerlerininkini de"


(****) Filmde yer alan sanatçıların yaşayan son oyuncusu da 01 Mayıs 2016 yılında vefat eder...

(*****) Filmde Yüzbaşı Louis Renault’nun çöpe attığı ‘’Vichy’’ markalı su şişesi... Bu sahne, Renault’nun Alman kontrolü altındaki Vichy Fransası’nı reddedişini sembolize eder... .




Bir İran hikâyesi

20 Aralık 2019

Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır... Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî' ve Hâfız'ı bütün dünyada tanınmaktadır.

İran’ın İslamiyet’i kabul etmesinden sonra İran edebiyatının yüzyıllar boyunca Türk edebiyatına büyük etkileri olmuş ve Divan edebiyatımızın başlıca kaynağını teşkil etmiştir.. Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış’’ dizesiyle başlayan ‘’Rindlerin Ölümü’’ isimli şiirinde geçen ‘’Hâfız’’ İranlı şair Hâfız-ı Şirâzî’dir.

Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki… İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün bir hikâye anlatmak istiyorum.

Yıllar yıllaaar önce Çetin Altan’ın bir köşe yazısında anlattığı bir İran hikâyesini olduğu gibi aktarıyorum:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Gencecik bir veliaht, babası ölünce İran tahtına çıkmış. Ülkesini iyi yönetmek için dünya tarihini öğrenmek istemiş. Ünlü, ünsüz ne kadar bilgin varsa sarayına çağırmış. Demiş ki: ''Bana dünya tarihini yazınız!. Okuyup öğreneyim, ülkemi ona göre doğru dürüst yöneteyim.''  Bilginler: ''Buyruk sizin sultanım'' demişler ve çalışmak için dağılıp gitmişler.

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl... On yıl... Yirmi yıl... Bilginlerden ses seda yok. 

İran Şahı, yeniden haber salmış bilginlere: ''Ne oldu dünya tarihi? Okuyup öğrenecek, ülkeyi ona göre yönetecektik... Tez getirin araştırmalarınızı, incelemelerinizi, çalışmalarınızı, yazdıklarınızı!...''

Bilginler, kırk deve yüklü kitapla yola çıkıp saraya gelmişler: ''Araştırdık, inceledik, çalıştık, yazdık. Buyurun işte kırk deve yükü kitap'', demişler. Şah: ''Benim'' demiş, ''kırk deve yükü kitabı okuyup ülkeyi ona göre yönetmeye zamanım yok. Siz bunu biraz kısaltın da öyle getirin!...''

Ve yine bir yıl geçmiş... Üç yıl... Beş yıl... On yıl..

Şah, merak edip duruyormuş dünya tarihini... Sonunda bilginler, kırk deve yükü kitabı iki deve yüküne indirmişler. Saraya gelip, yıllarca sürmüş olan araştırmalarının, incelemelerinin, çalışmalarının özetini Şah’a sunmuşlar...

Şah: ''Yok'', demiş; ''bunları okumaya da zamanım yetmez. Siz gidin, bunların özetini de çıkarıp öyle gelin!...''

Yine aradan yıllar geçmiş... Şah yaşlanmış. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönetmek zorunda kaldığı için üzgün, bilginlere bir haber daha salmış. ''Ne oldu bizim dünya tarihinin özeti?''

Bu kez bilginler bir eşek yükü kitapla gelmişler. Şah, dökülmüş saçları ve ak sakalıyla kitaplara bakmış: ''Vakit yetmeyecek'', demiş. ''Siz bunun da özetini çıkarıp öyle gelin!''

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl...

Şah, ölüm yatağına düşmüş. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönettiği için kendisini suçluyor, sayıklamalı karabasanlar içinde, "Şu dünya tarihini öğrenemeden şahlık etmenin utancıyla ölüp gideceğim, ne yazık" diyormuş.

Derken efendim... Bilginlerin pir-i fanisi, koltuğunun altında bir kalın kitapla çıkagelmiş. ''Sultanım, dünya tarihini özetleye özetleye bu kitaba indirdik'', demiş.

Ama Şah, son nefesini vermek üzereymiş: ''Onu da okumaya vakit kalmadı'', demiş. ''Hiç değilse bana şu dünya tarihini, sözlü olarak kısaca kulağıma anlatın. Öğrenmeden ölmüş olmayayım.''

Bilginlerin pir-i fanisi, Şah’ın kulağına eğilmiş: ''Dünya tarihinin özeti şudur'' demiş: ''Doğdular, acı çektiler ve öldüler.''

Bu hikaye ince, çekimli ve hatta derin görünüyor... Oysa Şark mazoşizminin tipik bir anlatımıdır. İnsanlar doğarlar, yakındıkları kadar da acı çekmezler. Durgun göllerde taş kaydırdıkları günler olur... Sevdikleriyle ilk kez kavuştukları günler... Diploma aldıkları günler... İş buldukları günler... Tavlada mars yaptıkları günler... Türkü çağırdıkları günler... Askerliği bitirdikleri günler... Dönerli beğendi yedikleri günler... Yeni doğmuş çocuklarının ayaklarını kokladıkları günler...

Yakınmak, Şarkın alışkanlığıdır. Şahların, köle, kul olarak kullandığı insanlar, yakınmayı, bir kader saysınlar diye...

Yaşam, yakınmanın bitmediği yerde bir zebani topuzu; yakınmayı yenmiş olanların da bir gül bahçesidir...

Osman AYDOĞAN




Körleşme

19 Aralık 2019

Önce 19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından H. G. Wells’in ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015) isimli öykü kitabından, sonra da Portekizli yazar José Saramago ve onun ‘’Körlük’’ (Can Yayınları, 1999) adlı romanından da bahsetmiştim. Mademki mevzuu ‘’Körlük’’ten açıldı, bu yazı serisini Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ (Sel Yayıncılık, 2014) kitabı ile tamamlamak istiyorum…

‘’Körleşme’’ (Orijinal adı: ‘’Die Blendung’’… ‘’Blendung’’un tam Türkçe karşılığı aslında ‘’parıldamak’’ ve ‘’göz kamaştıracak bir şekilde parlamak’’ anlamına gelir. Ancak Türkiye’nin en iyi Almanca çevirmeni Ahmet Cemal ‘’Körleşme’’ olarak çevirmiş) eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Avusturyalı sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin yazdığı ilk ve tek romanıdır.

Elias Canetti “Körleşme”yi 1931’de 26 yaşındayken yazar. Roman 1935’de Viyana’da basılır, 1943’de İngilizceye çevrilir ancak roman İngiltere’de 1946’da basılır. “Körleşme”nin Dünya çapında üne kavuşması da Canetti’nin en büyük eseri olan “Kitle ve İktidar” (Ayrıntı Yayınları, 2014)’ın 1960’da yayımlanmasından sonra olur.

‘’Körleşme’’, ülkemizde ise Ahmet Cemal tarafından yedi yıllık bir çalışmasının sonucu olarak 1981’de yayınlanır... Ahmet Cemal’e de çeviri için fikir veren kişi Oğuz Atay’dır.

Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen ‘’Körleşme’’, Almanya'da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen ‘’Körleşme’’, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.

Canetti, insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…

Roman üç bölüm halindedir; ‘’Dünyasız Bir Kafa’’, ‘’Kafasız Bir Dünya’’ ve  ‘’Kafadaki Dünya’’.

Romanın başkahramanı Prof. Peter Kien, evinde sayısı 25.000 kadar olan kitaplarıyla yaşayan ancak kendini kendi iç dünyasına sürgün etmiş bir entelektüeldir. Bu kitaplar ve içinde bulundukları kütüphane, Peter Kien için gelişimin sembolüdür. Prof. Peter Kien’in yaşam biçimi fildişi kulesindeki bir aydının nasıl yaşadığını simgeler. Prof. Peter Kien evdeki hizmetçisi ile evlenir. Sonunda hizmetçi Prof. Kien’i evden kovar. Prof. Peter Kien dış dünyaya çıkmak zorunda kalır ve dışındaki dünyanın gerçeği ile karşılaşır.

Roman aslında Hegel’ci bir bakış açısıyla kendi içinde tezi, karşı tezi ve sentezi içerir. Roman, toplumun senteze erişememe sancılarını birey üzerinden (Prof. Peter Kien) anlatır. Bu anlamda roman, kendi sentezini kuramamış toplumların eleştirisi niteliğini taşır…

Dünkü yazımda José Saramago’yu anlatırken de yazmıştım: ‘’Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor...’’ diye…  “Körleşme”nin öneminden söz eden eleştirmenler de romanın gelmekte olan Nazizm’in habercisi olabilecek bir içerikte olmasına dikkati çekerler… Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır…

Aydının körleştiği, politikanın kirli olduğu dönemler ise toplumun faşizme gebe kaldığı dönemlerdir…

‘’Doğru yolu görüp de oradan gitmemek, yüreksizliktir.’’ (Körleşme, s. 64)

Osman AYDOĞAN




''Körlük'' ve José Saramago

18 Aralık 2019

Dünkü yazımda 19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından H. G. Wells’in ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015) isimli öykü kitabından bahsedince  Portekizli yazar José Saramago'dan ve onun ‘’Körlük’’ (Can Yayınları, 1999) adlı romanından da bahsetmesem olmazdı... 

Kitabından önce José Saramago’yu anlatayım… Çünkü sıra dışı bir yazardır José Saramago…

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan José Saramago 16 Kasım 1922’de, Arapça kökenli ve anlamı ''Dar Yol'' veya ''Dar Geçit'' anlamına gelen Portekiz'in Azinhaga köyünde doğar ve yaşadığı Kanarya Adaları’ndaki Lanzarote Adasındaki evinde 18 Haziran 2010 tarihinde 87 yaşında hayata veda eder…

İlk kitabını yazmaya 50'li yaşlarında başlar, 60'lı yıllarının ikinci yarısında "hayatımda başıma gelmiş en güzel şey" dediği -kendinden 25 yaş küçük sevgilisi ile -evlenir, 70'lerinde ise Nobel ödülünü alır... Bu şekilde hayatı erteleyerek yaşayan, geç kalmışlık duygusu hisseden her insanın önüne bir umut ışığı tutar... 

Kendisinden 25 yaş küçük eşiyle aşk hikâyesini şöyle anlatır: “Kendisini on beş dakikamı çalmak isteyen bir okur olarak tanıtıp beni Lizbon’a çağırdığında kabul ettim. Öğleden sonra saat 4’te buluştuk. O 36, ben 63 yaşındaydım. Deli gibi konuştuk ve romanlarımın geçtiği yerlerde dolaştık. Gitti ama içimde bir yere dokunmuştu. Kısa süre sonra ona bir mektup yazdım: ‘Hayat koşulların elveriyorsa görüşmek isterim.’ Bu, evli olup olmadığını sorma şekliydi. Her şey böyle alevlendi.”

Saramago 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanır. Ödül almasından hemen sonra kendisiyle yapılmış bir söyleşide; "Nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna verdiği cevap ilgi çekicidir; "Hayatımda aldığım en büyük ödül karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır."

Saramago; eserlerindeki üslubu, yazım biçemi, kelime kullanımı, cümle yapısı ve mizahi ile çok farklı ve usta bir yazardır.  Düz yazılarında, noktalama işareti olarak nokta ve virgülden başkasını kullanmaz, eserlerindeki sıra dışı hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlardı. Eserlerindeki bu haliyle kendine özgü bağımlılık yapan bir anlatım tarzı vardır.

Ancak kalitesine rağmen cümle kurgularının zorluğundan dolayı birçok insan okumakta zorluk çeker. Öyle ki; ‘’Baltasar ve Blimunda’’ romanınındaki (Gendaş Kültür, 2000) çok derin bir aşkı sanki okuyucu anlamasın diye yazmıştır…

Farklı siyasi düşünceleri de vardı. Bir ara gittiği İsrail'de, işgal altındaki topraklara da uğrar ve buraları Nazi Almanyası işgali altındaki yerlere, mülteci kamplarını da Auschwitz'e benzetir. Yazılarında Hıristiyanlığı, Haçlı Seferlerini ve Engizisyon Mahkemelerini eleştirir.

‘‘İsa'ya göre İncil’’  (Merkez Kitaplar, 2006) isimli kitabı Katolik dünyasında bir tür küfür ve hakaret olarak yorumlanır. Çünkü bu kitapta Hıristiyanlık, İsa'nın gözüyle tekrar anlatılırken, Tanrı'nın her şeye kadir olmadığı ve Şeytan'ın da neredeyse bir iyilik meleğine dönüştüğünü görülür ve Tanrı'nın bu dünyadaki işlerini açıklamak için kitapta İsa tarafından denir ki: ‘‘Ey İnsanoğlu, O'nu affet, çünkü ne yaptığını bilmiyor.’’

Saramago, dinlerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını söyleyip ilginç bir de öneride bulunur; "Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir."

Saramago bir ateistti. Ateist olduğunu da şu şekilde anlatır: "Evet, su katılmamış bir ateistim ve bunun bin tane sebebi var. Sadece bir tanesini hatırlatayım size. Kâinat yaratılana kadar, ebediyette, Tanrı hiçbir şey yapmadı. Sonra, nedendir bilinmez, onu yaratmaya karar verdi. Altı günde yaptı bunu, yedinci gün istirahate çekildi. O günden beri istirahatte. Ebediyen de istirahate devam edecek. Ona nasıl inanılabilir ki?"

Son kitabı ‘’Kabil’’ (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)de  bütün insanlık tarihini tek cümlede şöyle özetler: "İnsanlık tarihi, Tanrı'yla anlaşmazlıklarının tarihidir; O bizi anlamaz biz de O’nu anlamayız. "

Saramago, bu kitap, yazı ve fikirleriyle Vatikan’ın fazlaca canını sıkmış olacak ki, ölümünden sonra bir Vatikan gazetesi O’nun için ‘’Dünyaya kötülük yaymak için gelmişti’’ diye bir ifade kullanır.

‘’Çatıdaki Pencere’’ isimli kitabında (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012) üzerinde düşünmemiz gereken şu ifadeleri kullanır: ''Öyle mi düşünüyorsunuz? Bence değil. Bu yıkıcıysa, o zaman her şey yıkıcı, hatta soluk almak bile. Böyle hissediyorum ve böyle düşünüyorum, tıpkı nefes alır gibi, aynı doğallıkla, aynı ihtiyaçla. İnsanlar birbirlerinden nefret ediyorlarsa yapacak bir şey yok. Hepimiz nefretlerin kurbanıyız. Hepimiz istemediğimiz ve sorumlusu olmadığımız savaşlarda öleceğiz. Gözlerimizi bağlayacaklar ve sözcüklerle içimizi nefretle dolduracaklar. Ne için? Yeni bir savaşın tohumlarını atmak için, yeni nefretler yaratmak için, yeni bayraklar, yeni sözcükler için. Bunun için mi yaşıyoruz? Çocuklar doğurup savaşlara göndermek için mi? Kentler kurup yerle bir etmek için mi? Barışı arzulayıp savaşmak için mi?''

Yine aynı kitabında (Çatıdaki Pencere) mutluluk hakkında şunları yazar: ''Büyüyünce mutlu olmak isteyeceksin. Şu anda mutluluğu düşünmüyorsun ve tam da bu nedenle mutlusun. Düşününce, mutlu olmak isteyince, mutlu olamazsın. Sonsuza dek. Muhtemelen sonsuza dek... Duydun mu beni? Sonsuza dek. Mutlu olma arzun ne kadar güçlüyse, o denli mutsuz olacaksın. Mutluluk fethedilen bir şey değildir. Sana öyle olduğunu söyleyecekler. İnanma buna. Mutluluk ya vardır ya da yoktur.''

Saramago Nobel ile ilgili bir konuşmasında şunları söyler: "Kayaların yapısını incelemek için başka bir gezegene araçlar gönderebilecek kapasitede olan bu şizofren insanlık, milyonlarca insanın açlık nedeniyle ölmesinden fütursuzca bahsedebiliyor. Mars'a gitmek, komşuya gitmekten daha kolay görünüyor."

Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünürdü. José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Şu söz de Saramago’ya ait; ‘’Dünya tüm anlamını yitirmişse gözyaşlarının ne anlamı kalırdı ki." Ve devam eder Saramago; "insan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz."

2007 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanır; ‘‘Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’

Saramago’nun Berlusconi hakkında düşüncesi de çok ilginçti. Saramago Berlusconi için der ki; ‘’Berlusconi'nin İtalya'ya faşizmi tekrar getirmek istediğine dair en ufak bir şüphem yok. 30'lu yılların faşizmi gibi kol kaldırmak gibi gülünç hareketlerle vuku bulan bir faşizm değil fakat aynı oranda gülünç hareketleri var.’’

Gerçekten de faşizm artık günümüzde sembol olarak gamalı haç, siyah giysiler taşımıyor, saç ve bıyık şekilleri ve gülünç hareketlerle karakterize edilmiyor.  Saramago’nun söylediği gibi; ‘’Siyah gömlekli bir faşizm değil Armani kravatlı bir faşizmdir Berlusconi.’’ 

Yazımın girişinde bahsettiğim ‘’Körlük’’ adlı romanında ise; bir adamın birdenbire kör oluşunu, bunun bir salgın halinde toplumda yayılmasıyla tüm bir uygarlığın dağılmasını anlatır. Bu kitapla ilgili bir soru sorulduğunda sanki günümüzdeki bizleri anlatan şu cevabı verir; "Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlarız."

Bu kitabında (Körlük) şu ifadeyi kullanır Saramago:  "Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yerde çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık." 

Yine aynı kitabında şunları yazar Saramago; ‘’Papaz giysisi giymekle papaz olunmadığı gibi, eline asa almakla da kral olunmaz, bu gerçeği hiç unutmamak gerekir.’’   

Tam bir kurgu ustasıydı Saramago. Kesinlikle bir defa okunup kenara atılacak kitaplar yazmamıştır. Saramago’yu henüz hiç okumamış olanlar için gerçekten fazlasıyla büyük bir kayıp diye değerlendiriyorum. Saramago’yu tanımak ve anlamak için en azından yazarın ‘‘Körlük’’ isimli kitabı okunmalı diye düşünüyorum…

José Saramago, dönemin Portekiz Hükümeti ‘’İsa'ya Göre İncil'’i sansürlemeye kalkışınca, eşi ile göç ettiği Kanarya Adaları'ndaki Lanzarote adasında 18 Haziran 2010 tarihinde vefat etti. Naaşı Lizbon’a getirildi ve Lizbon’da yakıldı.

Yazarın küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyüne, bir kısmı da hayatının son 17 yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesindeki bir ağacın altına gömüldü.

Yaşarken yazılarından ve fikirlerinden dolayı sürüldüğü ülkesinde ölümü üzerine ülkesi Portekiz’de iki günlük milli yas ilan edilir. Dönemin Portekiz Başbakanı Jose Socrates yazarın vefatı için; ‘‘Kültürümüzün büyük simalarındandı. Kaybıyla medeniyetimiz bugün fakir kaldı’’ diye demeç verir.

Saramago'nun bahsettiği Armani kravatlı faşizmi bugün Rusya'dan, Macaristan'a, oradan da ABD'ye çevremizde rahatça görebiliyoruz artık... Yakında benzer bir faşizmi demokrasinin beşiği İngiltere'de de görürsek şaşırmayın...

Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor... 

Okunması gereken sıra dışı bir yazardı Saramago. O inanmazdı ama yine de toprağı bol olsun.

Osman AYDOĞAN

José Saramago’nun Türkçeye çevrilen eserleri;

Ressamın El Kitabı (Can Yayınları, 1999)
Umut Tarlaları (Can Yayınları, 2003)
Baltasar ve Blimunda, (Gendaş Kültür, 2000)
Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl (Can Yayınları, 2003)
Yitik Adanın Öyküsü  (Merkez Kitaplar, 2006)
Lizbon Kuşatmasının Tarihi (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004)
İsa'ya göre İncil (Merkez Kitaplar, 2006)
Körlük  (Can Yayınları, 1999)
Bütün İsimler  (Gendaş Kültür, 1999)
Bilinmeyen Adanın Öyküsü  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001)
Mağara  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (Merkez Kitaplar, 2007
Küçük Anılar, (Can Yayınları, 2008)
Filin Yolculuğu, (Turkuvaz Yayınları, 2009)
Çatıdaki Pencere, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012)
Kabil, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)




Körler Ülkesi

17 Aralık 2019

19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından Herbert George Wells’in (1866 – 1946) (Kitaplarında ad olarak ‘’H. G. Wells’’i kullanır) güzel küçük bir öykü bir kitabı var: ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015)

Kitaptaki öykü kısaca şu şekildedir:

And Dağları'nın vahşi çorak topraklarında insanların dünyasından elini eteğini çekmiş bir vadi uzanır. Ancak korkunç boğazlar ve buz kaplı bir geçit aşıldıktan sonra ulaşılabilen ‘’Körler Ülkesi’'dir burası. Vakti zamanında İspanyol zulmünden kaçarak vadiye sığınan insanlardan oluşmuştur bu ülke… Yıllardır dünyayla hiçbir bağı kalmamış bu vadide yaşayan insanlar günün birinde çocuklardan başlayarak herkes kör olmaya başlar. Bunun nedeninin mikroplar ya da herhangi bir hastalık olabileceği düşüncesi kimsenin aklından geçmez. İnançlarına göre günahlardır olanların müsebbibi. Şehre ilk gelenler mabet yapmadıkları için olmuştur bütün bunlar. Ve körlük belasıyla cebelleşen bu insanların zamanla dünyayla bağlantısı kopar. Vadiyi on yedi gün boyunca karanlığa gömecek olan bir yanardağ patlamasının ardından da ülke tamamen dış dünyadan kopar.

Bu körlük dertlerine çare bulması için şehrin dışına çıkan ama oluşan felaket yüzünden vadiye bir daha geri dönemeyen bir adamdan bahsedilir kitabın başlarında. Bu adam bütün sevdiklerini ‘’Körler Ülkesi’’’nde bırakıp kendine yeni bir yaşam kurmak zorunda kalır. Yıllarca ülkesiyle ilgili anlattıkları ise bir masal olarak kalıp dilden dile dolaşır. 

Derken bu adamın 15. kuşaktan torunlarının yaşadığı zamanlarda Nunez adında bir gözü kör genç bir dağcının yolu düşer bu ülkeye. Tuhaf renklerde binaları görünce “körler herhalde” diye düşünür. Sonra el sallayıp bağırdığı insanlardan karşılık alamayınca da içinde buranın gerçekten de efsanelerdeki ‘’Körler Ülkesi’’ olduğuna dair bir inanç yeşerir.

Bir gözü kör Nunez, madem ki “körler ülkesinde tek gözlü insan kraldır”, öyleyse kral ben olmalıyım diye bir umutla gider köylülerin yanına. Fakat bu insanlar o kadar uzun zamandır kör olarak yaşamaktadır ki, dünyanın sadece yaşadıkları vadiden ibaret bir yer olduğunu düşünürler. Ayrıca kör ya da görmek gibi deyimler de yoktur lügatlerinde. Görmeyi anlatmaya çalışır kahramanımız; fakat duyularının yeterince gelişmediği, yeni yaratıldığı için böyle saçmaladığı sözleriyle karşılanır. Planlar yapar kendince, çünkü kral o olmalıdır.

Bundan sonrasını Çetin Altan’ın ‘’büyük dostum Prof. Sadun Aren, bana H. G. Wells'in bir hikâyesini anlattı’’ diye başlık attığı ve H.G. Wells’in bu kitabındaki hikâyesini anlattığı bir yazısına bırakayım, çünkü benden daha güzel anlatmaktadır:

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:
- ‘’Filanca malını çaldı falancanın.’’
Körler:
- ‘’Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki’’, demişler.
- ‘’Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.’’
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- ‘’Ne demek görmek’’, demişler, ‘’nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?’’
- ‘’Anlıyorum tabii...’’
- ‘’İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...’’

Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- ‘’Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz,’’ demişler.
Adam anlatmış: 
- ‘’Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...’’
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- ‘’Anlatsana...’’
- ‘’İçeri girdiniz göremiyorum ki...’’
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- ‘’Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat!’’ demişler.
- ‘’Arada duvar var görmüyorum.’’
Körler :
- ‘’Sen atıyorsun’’ demişler. ‘’Demincek tesadüf etti. Bak, şimdi bilemiyorsun.’’
- ‘’Çıkın dışarı, söyleyeyim.’’
- ‘’Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...’’
- ‘’Ben duymuyorum, ben görüyorum’’, diyormuş adam.
- ‘’Öyle şey olmaz’’, demişler. ‘’Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...’’

Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- ‘’Buldum’’, demiş. ‘’Bozukluk burada...’’
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
- ‘’Saçmalaması bundan dolayı’’, diyormuş. ‘’Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...’’

Çetin Altan'ın yazısında anlattığı hikâye bu kadar. Ancak kitapta hikâyenin gerisi de vardır: 

Köyde burnunun iki tarafında üstü kaşa benzer, kirpiği andırır iki çukur bulunan bir kız vardır. Bir gözü kör Nunez o kıza âşık olur. Kız da onu sever. Nunez günün birinde “Benimle evlenir misin” diye sorar kıza. “Evet” der kız, “ancak sen bizlerden çok farklısın. Böyle anormal biriyle evlenemem. Ancak o gören gözünü dağlatıp kör olursan yaşamımı seninkiyle birleştiririm!”  Nunez kıza âşıktır, ''Peki'' deyiverir.  

Kız anasına, babasına müjdeyi verir ve düğün hazırlıkları başlar. 

Körler Ülkesi’nde düğün gününden bir gün önce köy meydanında masalar kurulmuş, kazanlar kaynatılmış ve damadın o gören tek gözünü kızgın demirle dağlayacak adam da bulunmuştur. 

Körler Ülkesi’nin tek göreninin aklı son anda başına gelir, kör edilme töreni için tamtamlar çalınıp şişler kızdırılmaya başladığında doğru yolu seçer ve oradan kaçar! 

Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.

Kitapta geçen hikâye bu kadar...

Çetin Altan bu hikâyeyi anlattığı yazısını şu cümleyle bitirirdi: 

‘’Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.’’ Çünkü körler memleketinde görmek, bir hastalık sayılır.

Ve sözü H.G. Wells'in bir yazısından alıntıyla bitireyim: 

Bir yazısında “İnsan hayatı,” der H. G. Wells; “İnsan hayatı evrenin akışı içindeki bir girdap gibi, yanıltıcı bir şekilde sakindir; bilimse insanın karanlığa yaktığı bir kibrittir ve kibritin ateşi karanlığın sandığımızdan daha da karanlık olduğunu gösterir.”

Bu coğrafyada, ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen aldatıcı bir ziyadır... Karanlık, sandığımızdan da daha karanlıktır...

Osman AYDOĞAN

Müzikle ilgilenen arkadaşlarıma bir not: ''Körler Ülkesi'' dışında ''Ann Veronica'' ve ''Zaman Makinesi'' isimli kitapları da vardır H.G. Wells'in. ''The Alan Parsons Project'' isminde 1975 ile 1990 yılları arasında faaliyet göstermiş bir İngiliz senfonik rock grubu vardı. Bu grup tematik albümler yaparlardı. Her albümde farklı bir konu işlenirdi. İşte bu müzik grubunun H. G. Wells’in eserlerinden olan ''Zaman Makinesi''nden (The Time Machine) etkilenip aynı isimle çıkardıkları bir albümü de vardır: '’The Time Machine''. Bu grubun 1982 çıkışlı bir albümünün ismi de ''Eye in the Sky'' dir. Bu albümde birinci eser  ''Sirius'', ikinci eser de ''Eye in the Sky''dir. İkisi de dinlenmeye değer eserlerdir. 




Haris Alexiou

15 Aralık 2019

Yunan müziğinin divası olan bir kadın sanatçı var: Haris Alexiou…  Asıl adı Hariklia Rupaka…  Haris Alexiou, bu coğrafyanın sesidir, Akdeniz'in sesidir, İzmir'in sesidir, hüznün sesidir, feryâdın, figânın sesidir...  Haris Alexiou sanki bizim sesimizdir…

Niye bizim sesimizdir?

Taklit olan sadece tekniğimiz değildi ki! Nasıl edebiyatımız, felsefemiz, şiirimiz, siyasetimiz genellikle Batı’nın kötü bir taklidi ise pop müziğimiz de taklittir. Yıllardır başta Ajda Pekkan olmak üzere çoğu pop sanatçısı müzik üretmeksizin hep Türk pop müziği diyerek Batı müziğine Türkçe sözler söyleyerek toplumu yıllarca kötü bir taklitle oyalamışlardır. Bunu yapmayanlar ise ‘’şıkıdım şıkıdım’’dan öteye gidememişlerdir…

Sezen Aksu, Nilüfer, Nükhet Duru, Aşkın Nur Yengi, Yonca Evcimik ve Selcuk Ural gibi popçular ve Yeni Türkü gibi gruplar Haris Alexiou’nun müziğini Türkçe sözlerle taklit etmişlerdir. İşte bu nedenle Haris Alexiou bizim sesimizdir... Sahi, Haris Alexiou olmasaydı Türk popu ne yapardı acaba?

Bu ‘’taklit’’ konusu aslında Türkiye’nin en büyük sorunudur… Taklidin de en büyük sorunu da üretimsizliktir… Türkiye’nin sadece sanayide ve tarımda üretim sorunu yoktur… Türkiye’nin edebiyatta, felsefede, sanatta, siyasette ve stratejide de üretim sorunu vardır… İşte böylesine bir üretim sorunu olduğu içindir ki; ‘’kadınlara hakaret sözcükleri’’ni edebiyat, ‘’sen kimsin?’’, ‘’haddini bil’’, ‘’şeyini şey ettiğimin şeyi’’ diyerek hakaret etmeyi iç politika, ‘’ey, ey!!!’’ diye ülke adı sıralamayı, her problemi dış güçlere bağlamıyı dış politika, ‘’dinazor heykeli'' dikmeyi sanat, her sorunu çözmek için şiddete başvurmayı siyaset, ‘’fetih’’ ve ‘’kızılelma’’ söylemleriyle ‘’askerî harekât’’ yapmayı ise strateji zannediyoruz… Hoş, bunların yanında müzik üretmiyormuşuz ne ki!...

Neyse biz konumuza dönelim…

Haris Alexiou’nun bizim sesimiz olmasının bir başka nedeni daha var.

Haris Alexiou’nun dedesi aslen İzmirlidir. Haris Alexiou’nun ailesi 1924 yılında yapılan mübadele ile Yunanistan'a göç eder.  Haris Alexiou’nun dedesi Gaziemir’den, annesi bugün Menderes ilçesi (eskiden Cumaovası) sınırları içinde yer alan ve artık Tahtalı Barajı'nın suları altında kalan Bulgurca köyünden, babası ise Seydiköy köyündendir.

Haris Alexiou, 1999 Marmara Depremi'nin  ardından İstanbul, İzmir ve Atina'da Sezen Aksu ile birlikte depremzedeler yararına konserler verir…

İşte bu kadar bizim sesimizdir Haris Alexiou…

Haris Alexiou’nun dedesinin yaşadığı Gaziemir’de bir caddeye, 16 Mayıs 2010 tarihinde kendisinin de katılımıyla gerçekleştirilen törenle "Gaziemirli Haris Alexiou Dostluk Caddesi" adı verilir… Caddenin girişine de sanatçının üzerinde fotoğrafının ve hayat hikâyesinin bulunduğu bir tabela asılır…

Haris Alexiou, bu tören esnasında şu konuşmayı yapar: "Dedem, babam, annem bu topraklarda yıllarca yaşamış. Annem Bulgurca, babam Seydiköy’den. Burada olmaktan çok memnunum. İzmirliyiz. İzmir şarkılarıyla büyüdük. Yeni bir dostluk için buradayım."

İşte bizden olan bu şarkıcı Haris Alexiou’nun güzel bir şarkısı var: ‘’Ola se Thimizoun’’ Bu şarkının sözlerini yine Yunan sanatçılarından Manolis Pasoulis yazmış, Manoz Loizos da bestelemiş… ’’Ola se Thimizoun’’, Yunanca "her şey seni hatırlatıyor" anlamına geliyor…

Bizde ise; Murathan Mungan’ın bu müziğe uyarlamak için yazdığı ‘’Olmasa Mektubun’’ isimli şiirini Yeni Türkü grubu bu şarkıya uyarlar yine aynı isimle ‘’Olmasa Mektubun’’. ’’Ola se Thimizoun’’ ve ‘’ ‘’Olmasa Mektubun’’.. Burada da Murathan Mungan’ın ustalığını görüyoruz orijinal sözlere uygun söz yazması açısından…

Baştan dedim ya Haris Alexiou, bu coğrafyanın sesidir, hüznün sesidir diye… Bir Batı müziğinin fıkır fıkır insanı yerinde oynatan müziği, sesi yoktur bu coğrafyanın müziğinde… Bu coğrafyaya özgü hüznün, düş kırıklıklarının, sevdanın, ayrılığın, duygusallığın, yalnızlığın, bekleyişin, tükenişin ve melankolinin; suyun öte tarafından çığlık çığlığa bir yankısıdır Haris Alexiou. Bu coğrafyanın müziği gibi Haris Alexiou’nun da müziğinde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır…

Bugün Pazar… Her Pazar gibi müzik zamanıdır… Şimdi bırakın gamı kederi, kasveti, yeni partileri, kanalı, manalı… Açın aşağıda bağlantısını verdiğim müzikleri, sizin yerinize Haris Alexiou feryâd, figân eylesin… İnsanın içindeki ince ve derin hüznü başka ne ifade edebilirdi ki?

Sizlere güzel mi güzel, sıcacık, güneşli, pırıl pırıl bir Pazar günü diliyorum…

’’Ola se Thimizoun’’;  "Her şey seni hatırlatıyor"...

Osman AYDOĞAN

Haris Alexiou: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=3ErnbwLyGis

Bir başka Yunan sanatçısı Pasxalis Terzis’in yorumu: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=RTFJNGxZIBw

Yine bir başka Yunan sanatçı Despina Vandi’nin yorumu: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=RwxoKppEqVY




Paul Valery

13 Aralık 2019

Son günlerde bakmayın siz üst üste tarih ile ilgili yazılar yazdığıma… Bir itirafta bulunmam gerekirse aslında ben tarihten zerre kadar anlamam... Benim esas ilgi alanım aslında edebiyattır, şiirdir demek isterdim ama ne yazık ki edebiyattan da anlamam… Ancak iyi bir şiir okuyucusuyumdur. Her ne kadar Alman ekolünden de olsam şiir denilince illaki de Fransız şiiri derim… Sırf Fransız şiirlerini Fransızcasından okumak için Fransızca öğrenmek isterdim...

Fransız şiiri okudukça derinleşen, anladıkça genişleyen, içselleştirdikçe içinde kaybolunan sonsuz bir umman gibidir… Zaman zaman bu sitemde Louis Aragon’dan, Arthur Rimbaud’an, Charles Baudelaire’den, Gerard de Nerval’den ve Paul Eluard’dan örnekler vermiştim… Özellikle Charles Baudelaire’den…

Bugün ise Fransa’nın yetiştirdiği en büyük şairlerden ve düşünce insanlarından birisi olan Paul Valery’den bahsetmek istiyorum…

Paul Valery (1871 - 1945), 20. yüzyılın en büyük şairlerinden, en büyük sanatkârlarından, şiirini  musiki üzerine bina etmiş, bir hayal dünyası ile yoğurmuş, Sembolizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür. 1894'ten başlayıp ölünceye kadar her gün düşüncelerini not ettiği ‘’Defterler’’ yazarın kimliğinin aynası sayılır. Paul Valery  şairliğinin yanında, sanattan bilime, psikolojiden dil konusuna dek pek çok alanda özellikle felsefe ve eğitim üzerine de yazıları vardır. Paul Valéry bu düşünce zenginliğini beş kitaplık “Variétés” (Çeşitlemeler) adlı yapıtında toplar... Ancak ne yazık ki bu kitap ülkemizde yayınlanmaz… Ne de olsa içinde felsefe vardır, zararlı olabilirdi! 

Ancak Paul Valery’nin ülkemizde Türkçe olarak şu kitapları yayınlanır:  ‘’Monsieur Teste’’ (Everest Yayınları, 2016), ‘’Eupalinos ve Öteki Söyleşimler’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Degas Dans Desen’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Mimar Üzerine Aykırı Düşünceler’’ (Janus Yay. 2018), ‘’Bugünkü Dünyaya Bakış’’ (Çan Yayınları, 1972) ve ‘’Tinsel Kriz’’ (Afa Yayınları, 1996)

Paul Valery, şiirlerindeki anlamı direkt olarak okuyucuya vermez… Paul Valery’nin şiirlerinde okuyucu şiiri anladığı şekilde hayal eder… Paul Valery’e göre anlam, şiirin sunduğu imgeden, hayalden başka bir şey değildir. Bunun için Paul Valery; "Bir edebi eserin değeri, her kişiye göre ayrı bir yoruma meydan vermesidir" diye düşünür… Bu düşünceyi bizden Ahmet Haşim de savunur. (Ahmet Haşim’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) Paul Valery’e göre şiirler ilerlemezler ve aşılmazlar… Onlar yeniden doğarlar… Bu düşüncesini şöyle ifade eder Valery: "Bir şiir asla bitmez, sadece terkedilir." Paul Valery'e göre şiir ile düz yazı arasındaki farklılık, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzer.

Paul Valery dil için; "ete saplanmış Tanrı" der. Bu şekilde dile hâkim olmanın yabana atılmayacak bir güç ve iktidar kaynağı olduğunu ifade eder. (Bu sözü desteklercesine bir Yunan atasözü de vardı: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' Dil konusundaki düşüncelerimi ''Dil Bayramı'mızı Kutlarken'' başlığı ile bu stemde uzun uzun anlatmıştım.)

Paul Valery, Andre Gide'nin yakın arkadaşıdır. Andre Gide’ye adadığı ‘’La jeune Parkue’’ (Genç Park) ile ''Deniz Mezarlığı'' adındaki şiirleri, Fransız çağdaşlarını olduğu kadar bizden Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairleri de etkiler… Ahmet Hamdi Tanpınar kendisinden ‘’üstat’’ diye bahseder.

‘’Deniz Mezarlığı’’ şiiri ise şiir sanatının doruklarına çıktığı eseridir. Kendisi ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi ama ben yine de şiir sever arkadaşlarım için bu şiirin çevirisinin tamamını yazımın sonunda veriyorum.

Paul Valery, 1945 yılında vefat ettiğinde devlet töreni ile defnedilir... Ne de olsa Fransa şairlerinin, düşünürlerinin kıymetini bilir. Bir benzetme yapmam gerekirse Paul Valery, Fransa'nın Attila İlhan'ı idi...

Bu yazımda Paul Valery’ı tanıtmaktan amacım onun şiirleri ve onun edebi kişiliği değil... Bu yazıdan amacım Paul Valery’nin aşağıda yer verdiğim her birisi aforizma niteliğindeki sözleridir. Üzerinde düşünmeniz dileği ile…

Paul Valery’nin üzerinde düşünülmeye değer sözleri:

* Savaş, birbirini tanımayan insanların, birbirini tanıyıp gayet iyi geçinen insanların çıkarı için birbirlerini katletmesidir.

* Sertlik, bir çeşit ahmaklıktır.

* Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile, azami şekilde uyanık olmalıdır.

* Bir şey arzu etmek, mutlu olmamak demektir.

* Eğer devlet güçlü olursa, o bizi ezer. Eğer o zayıf olursa biz yok oluruz.

* Politika, insanları kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır.

* Hayatta en hızlı eskiyen şey, yeniliktir.

* Toplumun en büyük kötülükleri seçim ve diplomadır.

* Yoksulluk deyip de geçme; en büyük zenginlik onun zenginliğidir, bir kez olsun sofrasına oturmadan, onun ekmeğini yer herkes; yerler yerler, tüketemezler.

* Düşünür; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kimsedir.

* En önemli düşüncelerimiz, duygularımızla çelişenlerdir.

* Her zaman yazabileceğimi hiçbir zaman yazmam.

* Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.

* Yazmak, geleceği görmektir.

* Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı tekrar okurken anlarız.

* Başarı, insanın isteğini elde etmesi, mutluluk ise, elde ettiğini istemesidir.

* Kitapların gayesi insanlara dürüst, terbiyeli ve çalışkan olmayı öğretmektir.

* İçimde bir ada yapmıştım; zamanımı onu tanımak, onu tahkim etmek için kullanıyordum.

* Ciddi insanlardan pek az fikir çıkar. Fikirlerle dolu insanlar, asla ciddi olmazlar.

* Bir budalanın aklından neler geçer bilmiyorum ama zeki bir adamın aklı budalalıklarla doludur.

* ... Buradan yola çıkarak, en güçlü zihinlerin, en öngörülü mucitlerin, en bilge düşünce âlimlerinin meçhul yaşamları boyunca cimri davranmış ve sırlarını kimselere açmadan ölüp gitmiş insanlar oldukları kanısına vardım...

* Söylediğin her şey seni anlatıyor. Özellikle başka birinden söz ettiğinde…

* Yüksek seviyede olan hiçbir kültür "saf" değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.

* Ne mutlu kendileri ile barışık olanlara, kendileri ile diyalog içinde olanlara!

* Gördüklerim beni kör ediyor, işittiklerim sağır. Bilginlerimse zır cahil.

* Bulmak bir şey ifade etmez. Zor olan bulunanı tamamlamaktır.

Ve en önemli sözü:

* Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelir.

Osman AYDOĞAN

Deniz Mezarlığı

Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın
Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır
Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi
Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi
Bir düşünceden sonra, ah o ne mükâfattır

İnce pırıltıların o ne saf hüneridir
Bir seçilmez köpükte nice elmas eritir
Nasıl bi sükûn sanki peyda olur o demde
Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur
Ebedi bir davanın saf marifeti budur
Zaman kıvılcım, hülya bilmek olur âlemde

Basit Minerva mabedi tükenmeyen hazine
Yığın halinde sükûn, göz önünde define
Kaşlarını çatan su, bi alev perde altı
Kendine nice uyku saklayan göz, ey bana
Mukadder olan sükût… Ruhta yükselen bina
Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey çatı.

Bir tek ahın içinde belli zaman mabedi
Etrafımda denize bakışlarımın bendi
Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne
Ve bütün tanrılara son adağım olarak
Asude bir meneviş dağıtır kucak kucak
Şahane bir istihkar irtifalar üstüne

Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse
O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse
Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner
Benliğimin ilerde duman olacak özü
Eriyen ruha söyler bir şarkıyla gökyüzü
Nasıl değişmededir ulu sahiller…

Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi
Ne kaldı onca gururumdan, ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinliklerine
Ölülerin evleri üzerinden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.

Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına
Ruhum! Getirmekteyim seni ilk durumuna
Gör kendini! Ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin, donuksun işte yarı yarıya.

Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı
O cılız parmaklıkları yiyen girinti
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler
Hangi ten çekmekte tembel sınırına beni
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım tende anar yitişlerimi.

Örtük kutsal maddesiz bir ateşle
Bağrını vermiş şu toprak köşesine
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındandır, taştan, loş ağaçlardan
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere
Uyur vefalı deniz, mezarlarımın üstünde!

Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım.
Hepsi de o senin iri elmasının kusuru
Ama onların o ağır mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.

Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı, kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerede sözcükleri ölülerin, o senli benli
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere.

Belki tiksinme kendimden, öz sevgisi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N’olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor.
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya.

Rüzgâr çıkıyor… Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çeviriyor.
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular;
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar;
Yıkın dalgalar; şenlikli sularınızı akıtın.
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!

Paul Valery
Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil




Libya’ya asker gönderirken…

12 Aralık 2019

Fransız General Jacques De Guibert’in ‘’Askerî Yazılar 1772 – 1790’’ isimli güzel bir eseri var. (Askerî Yazılar 1772 – 1790, Anahtar Yayınları, İstanbul 2005)

Kitabın yazarı General Kont Guibert’in (1743-1790) çok özel bir geçmişi var. Guibert, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askerî çatışma olan Yedi Yıl Savaşları'nın pek çok askerî seferine katılmış, 1785'te askerî akademide hocalık yapmış ve bundan üç yıl sonra da mareşal olmuş. Şöhretini savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yapmış.

General Guibert, kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdelemiş ve bunlardan pratik sonuçlar çıkarmış. Öngörüleri ve önerileri başta II. Federic ve Napoléon Bonaparte olmak üzere birçok komutanı derinden etkilemiş, yaptığı analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturmuş.

Sonrasında Clausewitz'in sentezi daha ön plana çıkınca, Guibert'in popülaritesi azalmış ancak etkileri yurttaş - asker / modern ordu / profesyonel ordu kavramlarının fikir babası olarak Guibert'in etkisi günümüze kadar gelmiş.

Adı üstünde ‘’askerî yazılar’’, dolayısı ile kitap askerî konulardan, savaş sanatından bahsediyor. Ancak bu kitapta Guibert, savaş sanatını anlatırken arka planda devrim öncesi Fransa’yı ve bu dönemdeki Fransız politikacılarını, Fransız halkını ve Fransız Ordusunun gözden düşmesini ve aşağılanmasını anlatıyor.

Türkiye’de hiçbir yorumcu bu benzerliği yakalamadı, ortada da 1789 öncesi Fransa ile günümüz Türkiye arasında paralellik kuracak nesnel veriler de yok ama Guibert’in kitabında anlatılan devrim öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’nin özellikle ordunun aşağılanması, gözden düşmesi arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır… 1789 öncesi Fransa ile olan bu benzerlikler 1960 öncesi Türkiye ve 1919 öncesi Osmanlı ile de vardır. Tıpkı günümüzde de olduğu gibi…

Ancak bu tarihler öncesi olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı anlamında değildir tabii ki.

1919 öncesi Osmanlı Ordusu Balkan Bozgununu yaşamış, Trablusgarp’ta savaşmış, Birinci Dünya Harbinde Kafkasya’dan Galiçya’ya, Basra’dan Mısır’a kadar olan cephelerde kahramanca savaşmasına rağmen kapasitesinin üstündeki bir hırsın kurbanı olarak Anadolu evladı bu cephelerde harcanarak mağlup ilan edilmiş, bu cephelerden döndüğünde askerlerinin, subaylarının yüzüne kimse bakmamış, aşağılanmış, hatta yaralılar, gaziler bile ortada kalmıştır.

Günümüzde de T.C. Ordusunun; Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Causluk vb. kumpas davaları ile yıllarca ‘’darbeci’’ diye aşağılanarak şerefi ile oynanmış, pırıl pırıl, gelecek vaat eden subayları ve generalleri harcanmış, kadroları salya sümük FETÖ denen bir teröristin eline verilmiş, 15 Temmuz 2016 günü yine bu FETÖ denen teröristin sözde asker müritleriyle silah arkadaşlarına silah doğrultarak kendi milletine bombalar yağdırmış, bu olay da bahane edilerek okulları, akademileri, hastaneleri elinden alınmış, komuta yapısı dağıtılarak genetiği bozulmuştur.

Hal böyleyken; ülke doğasını, gücünü ve kapasitesini aşan politikalarla ülke Ortadoğu’ya bulaştırılmış, maksadı, süresi ve siyasi hedefi belirsiz olarak Suriye’ye askerî harekâta girişilmiş, şimdi de Libya’ya asker gönderme durumuna gelinmiştir.

Etrafımızdaki ateş çemberinin giderek daraldığı, ülkenin dünyada ve bölgede giderek yalnızlaştığı ve bunlardan dolayı iç barışa ve güçlü bir orduya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacağımız bu günlerde, akademik ve askerî dehası şüphesiz tartışılmaz olan General Jacques De Guibert’in bahsettiğim kitabında geçen şu müthiş tespitinin önemini vurgulamak istiyorum:

‘’Ulusların kendi güç ve doğalarıyla tamamen çelişen güvenlik kurgulamaları, askerlik mesleğinin kentli kesimin en yoksul kesimine bırakılması, bayraklarının altında şerefle yürüyüşlerini sürdüren askerlerin aşağılanmaları ve mutsuzlukları, yurtseverlik ve erdem duygularının kalmayışı bir ülkenin bekâsını olumsuz etki eden hayati derecedeki faktörlerdir.’’

Gerisi, etrafımızdaki gelişmeleri okuyabilecek ve General Jacques De Guibert’in bu tespitini anlayabilecek siyasilere kalmıştır… Her ne kadar yakılan kâfir Giordano Bruno ''anlamak zordur'' dese de...

Gerçek ‘’Bekâ’’ tehdidi ise işte burada yatmaktadır. Çünkü tarihin çöplüğü hırsları ülke kapasitelerinin çok çok üstünde olan liderlerin kendileri ile beraber ülkelerini de harcadıklarının örnekleriyle doludur.

Osman AYDOĞAN



Kanatlarını Arayanlar

10 Aralık 2019

Arif Nihat Asya’nın üçüncü baskısı 1976 yılında ‘’Kanatlarını Arayanlar’’ adıyla yayınlanan güzel bir kitabı var. (Ötüken Neşriyat, 2017) Bu eserin ilk baskısı ‘’Âyetler’’ (Türksözü Basımevi, 1936) adıyla yapılır. Arif Nihat Asya, ‘’Âyetler’’ adının halk tarafından yanlış anlaşıldığı, halkın bu kelimeye Kur’an âyeti ile sınırlı bir mânâ verdiği gerekçesiyle ‘’Âyetler’’ adını ‘’Kanatlarını Arayanlar’’ olarak değiştirir… Ve müteakip baskılar bu adla yapılır…

Kitabın konusu olarak Arif Nihat Asya şu cümleyi seçer: ‘’Dilediğin yüzü seç! deselerdi ne daha güzelini arardım, ne daha beyazını!... Onu alıkor, ötekileri bırakırdım. Benim yüzüm güzel bir yüz değildir; fakat yüzler içinde bana en çok yakışanı, odur... Ve aynalar için değil, benim içindir!’’

Bu eserden seçtiğim bazı bölümleri sizlere sunmak istiyorum... Beğeneceğinizi umuyorum…   

‘’Balığı deniz tutmaz.’’ (s. 9)

‘’Düşünülüyorum, öyleyse varım.’’ (s. 10)

‘’(Süveyş) Balıkların yolunu kısaltmak için, develerin, atların, ceylanların ve çöl aslanlarının yolu feda edildi.’’ (s. 11)

‘’Tezhipçinin penceresinden bir kelebek girdi: ‘Kanatlarımın yaldızını tazeler misin?’ dedi.’’ (s. 12)

‘’Bu dünya, düşmanlarını da gemiye alacak bir Nuh ister.’’ (s. 14)

‘’Cüceler memleketinde bütün aylar şubattı.’’ (s. 14)

‘’Pirincinde siyah taştan korkma, beyaz taştan kork!’’ (s. 17)

‘’Çölde Diyojen'e rastladım. ‘Gölge eyle, başka ihsan istemem!’ diye yalvardı bana.’’ (s. 1 7)

‘’Gazetelerin kılıbığı olan İdareler, gazeteleri yabana atanlardan daha çok zarara uğrarlar.’’ (s. 17)

‘’Silik parayla yazı-tura atılmaz.’’ (s. 18)

‘’(Dolu) Tespihin mi koptu Yarabbi?’’ (s. 20)

‘’Bu filmi, artistin gözlerinin rengi için renkli yaptık... Değerdi.’’ (s. 23)

‘’Işığı önüne al, yürü! Gölgen arkadan ister gelsin, ister gelmesin.’’ (s. 27)

‘’Maziye ihanet edenler, atiye de ihanet etmiş olurlar.’’ (s. 27)

‘’Dünün Arşimed'i ‘Buldum!’ diye haykırmıştı. Yarının Arşimed'i ‘Kaybettim!’ diye haykıracaktır.’’ (s. 27)

‘’Geçen celsenin zaptını okumakla ne diye yoruyorsun kendini katip? Gel, ben sana gelecek celsenin zaptını okuyayım.’’ (s. 28)

‘’(Âlim) ‘Fille Körler’ hikâyesinde sen filin neresini tutmuştun?’’ (s. 28)

‘’Bir uçurtma bilirim, şikâyeti ipindendi.’’ (s. 29)

‘’Çıra gibiydiler: İsleri ışıklarından çoktu.’’ (s. 29)

‘’Benim öksüzlüğüm Hazret-i Âdem'in ölümüyle başlar.’’ (s. 29)

‘’(Tespih) Küçülmüş Yunus'un ‘dertli dolab’ı, ‘çıtır pıtır’ olmuş ‘yalap yalab’ı.’’ (s. 33)

‘’Onlar asil doğmuşlar çocuğum. Bize de asil ölmek kalmış.’’ (s. 34)

 ‘’Orada iyi bir adama rastlarsan, bil ki oralı değildir.’’ (s. 36)

‘’Ay yoktu, yıldız yoktu… Sansür edilmiş bir geceydi bu.’’ (s. 36)

‘’Ayağa kalkın! Geçmişi masalda, geleceği falda okuyanlar nesli geliyor!’’ (s. 38)

" ‘Büyük adamlarla konuşmasını bilmiyor.’ demişsin. Bilmiyor; bu onun suçu... Kendini büyük adam bilmek;  bu da senin suçun.’’ (s. 39)

‘’Sana da bir gün eller kahkaha olup gülecek. ‘Alkışlandım’ diyeceksin.’’ (s. 40)

‘’Ey paçalarımın çamurundan bahseden adam, ağzında paçalarımın işi neydi?’’ (s. 41)

‘’(Termometre) Ana kucağının sıcağını kalorifer sıcağından ayırt edemeyen zavallı alet!’’ (s. 49)

 ‘’Ben, üç günlük hayatımda felaketi de, sevinci de korkarak, sevinerek, fakat şaşmayarak karşıladım. Oysaki ben, hayreti de terennüm etmek isterdim. Hayret, bir kuş olup dalıma konsa, bir arkadaş olup elimi sıksa, bir düşman olup yolumu kesse diye günlerce bekledim... Gelmedi. Kitabımda hayret için ayırdığım sayfalar boş kaldı.’’ (s. 277)

‘’Güneyde akşam oldu… Kararan suların adı -yine- "Akdeniz" kaldı. Bu adı koyanları yalancı çıkarmamak için, sulara ay doğdu.’’ (s. 282)

Ve son söz:

"Diktatörlüğü istibdadı, demokrasiyi müsamahası yıkar."

Burada geçen bütün sözler kıymetli… Her bir söz üzerine amma illa velâkin son söz üzerine düşünmeniz dileği ile…

Osman AYDOĞAN



Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü

09 Aralık 2019

Cemal Kutay’ın ‘’47 Gün. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü’’ isimli çok güzel bir anı kitabı var. (ABM Yayınevi / Tarih Dizisi, İstanbul, 2012)

Osmanlı Padişahı Sultan Abülaziz 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanıdır. Sultan Abülaziz bu resmi geziye katılmakta kararsızdır. Zamanın sadrazamı ve hariciye nazırı olan Âli ve Fuat paşalar, Padişahı bu geziye katılmayı ikna ederler…

Seyahatin görünürdeki sebebi Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon’un Sultan Abdülaziz’i Milletlerarası Paris Sergisine davet etmesidir. Ancak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarında meydana gelen milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, Girit’teki karışıklıklar ve bunların Avrupalı devletler tarafından desteklenmesi, Rusya ile son dönemdeki ilişkiler seyahatin asıl sebebi olur, Sultan’a duyulan ilgiyi, seyahat süresini ve ülke sayısını artırır… Böylece Paris'te başlayan bu gezi gelen davetler üzerine Almanya, Belçika, Avusturya ve İngiltere'ye kadar devam eder… 

Sultan Abdülaziz’e, bu Avrupa seyahati boyunca 56 kişilik bir ekip eşlik eder… Bu 56 kişi arasında Sultan’ın veliaht yeğeni Şehzade Murat Efendi ve ileride Osmanlı tahtına geçerek olan Sultan Abdülaziz’in yeğeni Şehzade Abdülhamid Efendi de vardır. Ayrıca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi de bu ekipte yer almaktadır. Sadrazam Ali Paşa geziye çıkmadan önce İstanbul Şehremini Ömer Faiz efendiye gezi esnasında günlük tutması talimatını verir…

Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Kitabın adı da buradan gelir. Gezi boyunca İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…

Sultan Abdülaziz’in bu gezisi hakkında yazılan eser sadece bu kitap değildir. Padişahın dönüşü şerefine Osmanlıda hiçbir tarihi değeri olmayan bolca edebi metinler, kaside ve şarkılar yazılır… Sadece Ömer Faiz Efendi'nin bu notları tarihe ışık tutar...

Ayrıca bu kitapta Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla olan ilişkileri de anlatılır.

Şimdi gelelim kitapta geçen günlüklere...

Ekip Paris’e vardıklarında Ömer Faiz Efendi de protokol gereği Paris Belediye Başkanı ile görüşür. Paris'te o esnada büyük bir imar vardır… Paris Belediye Başkanı Paris için yaptıklarını ve bu imar için harcadıkları parayı anlatır... Sonunda Paris Belediye Başkanı Ömer Faiz Efendi’ye sorar:  “İstanbul belediyesinin bütçesi ne kadardır?” Osmanlıda henüz bütçe kavramı olmadığı için Ömer Faiz Efendi tahmini bir rakam söyler…  Paris Belediye Başkanı ‘’Bu parayla hiçbir şey yapılmaz ki!” deyince Ömer Faiz Efendi de cevap verir: “Zaten biz de hiçbir şey yapmıyoruz ki!”

Zaten o günden beridir de bir şey yapılmamıştır…

Ekip Viyana’ya geldiklerinde Ömer Faiz Efendi günlüğüne şunları yazar:

‘’Viyana Avrupa'nın sanat hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece Ander Wiev Tiyatrosu'nda anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya âlemi içindeydik. Yanımdaki Halimi Efendi biraderime: ‘Azizim, bizler bin bir gece masallarını kitaplarda okuruz, bunlar kitaptan almışlar, sahneye koymuşlar. Bizimkisi hayal, onlarınki hayat…’

…Sokaklarda halk bize tecessüsten çok sevgiyle bakıyordu. Halil Paşa, Almancasıyla laf yetiştiriyordu. Bir genç hanım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Cevap olarak meşhur laftır 'sözümüzün dinlenmesi için' dedim. O zaman masmavi, güzel gözlerini hayretle açarak, hanım kız ikinci bir sual sordu: ‘Peki hepiniz sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinleyecek!’ ‘’

Doğru ya, herkes sakallı olunca kim kimin sözünü dinleyecekti ki?

Ekip İngiltere’ye vardıklarında İngiltere’de tahtta Kraliçe Viktorya vardır. Ekipte yer alan Veliaht Şehzade Murat Efendi, Fransızca bilişi, yakışıklılığı ve dans edişiyle İngiliz sarayında pek beğenilir. Düşünsenize ''dans eden bir Osmanlı şehzadesi''!

Kitapta Veliaht Şehzade Murat Efendi’nin İngiltere macerası şöyle yer alır:

“Fakat, Veliahd Murad Efendi asıl büyük alakayı İngiltere’de görmüştü. O kadar ki, o tarihte yaşlı ve Balmoral Şatosu’ndan çıkmayan Kraliçe Viktorya Vindsor Şatosu’nda Al-i Osman Padişahını ve maiyetindekileri kabul ettiği zaman, Veliahd Murad Efendi derhal dikkatini çekmişti. Paris’teki on bir gün, Osmanlı şehzadesine özel güveni kazandırmıştı. Muhteşem salonların asıl sahibi hüviyetinde idi. Konuştuğu Fransızcanın mükemmeliyeti, aksanının kusursuz oluşu, her mevzu üzerinde isabetli fikirleri, umumi bilgisinin genişliği, bilhassa bir Osmanlı şehzadesinde tahmin edilenin çok üstünde oluşu ile dikkati çekiyordu. Bilhassa, zarif ve maharetli dansları ile bu alaka hayranlık halini almıştı.

Londra’ya gelişlerinin dördüncü günü, sefirimiz Müzürüs Paşa, Fuat Paşa’nın kulağına, şişman bedeninden beklenmeyen heyecanlı çocuk sesiyle fısıldamıştı: ‘Aman Paşa Hazretleri... Çok mühim bir haberim var. Lord Stanley fikrimi almak istedi. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kraliçe Hazretleri Veliahd Murad Efendi Hazretlerini o kadar beğenmişler ki, eğer Osmanlı Sarayı ister ve muvafakat ederse, torunları arasından intihab (seçilip) ve tercih edilecek bir Prensesi Veliahd Hazretlerine zevce olarak vermeyi arzu etmektedirler...’

Tecrübeli ve sakin Fuat Paşa, hayretle yerinden fırlamıştı: Bir anda, iki ayrı ve tezadlı netice gözlerinin önünde belirdi, hasta kalbi sıkışır gibi oldu: Birincisi, Padişahın bu haber karşısındaki tepkisi idi. Maazallah bir de asabileşirse ne olurdu?’’

Sultan Abdülaziz’e iletilen bu talep, Sultan tarafından nezaket sınırları dâhilinde geri çevrilir... Cemal Kutay öyküyü İngiliz sarayının da buna razı olmadığı ile bağlar: “Sonradan anlaşılmıştı ki, kraliçenin arzusu, İngiliz sarayında ve hükümetinde bazı karşı koymalar görmüştü. Fakat Kraliçenin ve Prens dö Gal’m’in kararı kâfi idi. Osmanlı Padişahı ‘evet’ dese idi, çeşitli neticeleri olabilecek bu birleşme, tarihte belki dikkat değer sahifeler açacaktı...”

Düşünsenize, bu izdivaç gerçekleşseydi tarih acaba nasıl şekillenirdi?

Neyse gelelim biz kitabımıza...

Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın o zamanki sosyal hayatının fotoğrafını yansıtır:

“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan bir tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”

Sultan Aziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 152 yıl sonra da ülkedeki kadın manzarası ne yazık ki o günlerle hemen hemen aynıdır...  

Kitabın 113. sayfasında da ilginç bir konuşma geçer:

Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda ‘’Avrupa seferi’’ ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’

Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Ömer Faiz Efendi şöyle açıklık getirir:

‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ederiz.”

Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamamız ve nereye doğru gittiğimizi görmemiz daha da kolaylaşıyor...

Geziden sonra Bahriye Mektebi, Darü'lfünun-u Osmani, Darüşşafaka ve Kız Rüştiyesi açılır… Yeni Kara Ordusu kurulur… Ama esas sorun olan ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet ve müsavat (eşitlik) gözden kaçırılır… Ve bunlar olmayınca da Osmanlı batmaktan kurtulamaz…

Ne yazık ki Sultan Aziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 152 yıl sonra da ülkede olmayanlar yine aynıdır: İlim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet ve müsavat...

Ah tarih ahhh...

Osman AYDOĞAN




Barcarolle

08 Aralık 2019

‘’Hayat Güzeldir’’ (İtalyanca: La vita è bella) isminde İtalyan yönetmen Roberto Benigni'in yönettiği 1997 yapımı bir İtalyan filmi var..  

Film, II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen bir babanın çocuğunu korumak için yaptığı fedakârlıkları anlatıyor... Filmin ilk yarısı, II. Dünya Savaşından birkaç yıl öncesinde geçen romantik komedi türdedir… Guido Orefice (Roberto Benigni), Arezzo'dan gelen neşeli genç bir İtalyan Yahudisidir… Amcasının çalıştığı otelde garson olarak işe başlar… Ancak amacı kitap evi açmaktır… Bir okulda öğretmen olan Dora’ya (Nicoletta Braschi) âşık olur…

Dora zengin, aristokratik ve Yahudi olmayan bir ailenden gelir… Dora'nın annesi kendisini hali vakti yerinde memurla evlendirmek ister… Fakat Dora nişan töreninde kibirli ve zengin nişanlısını terk edip Guido ile atın üzerinde kaçar... Birkaç yıl geçer Guido ve Dora evlenir ve Giosuè (Giorgio Cantarini) adında bir de çocukları olur...

Filmin ikinci yarısında ise II. Dünya Savaşı başlar.. Guido, Giosue ve Yahudi olmamasına rağmen Dora ailesiyle birlikte farklı vagonlarda toplama kampına götürülür… Kampta, Guido oğlunu Alman askerlerinden saklar ve oğluna kampta olup bitenlerin bir oyun olduğunu eğer oyunu kazanırlarsa ödül olarak doğum gününde almasını istediği tankı vereceklerini söyler.

Savaş bitip Amerikan askerleri kampı ele geçirince Giosue babasına söz verdiği gibi saklandığı dolaptan çıkar. Tank ile kampa gelen Amerikan askerleri Giosue'yi kurtarır. Dora hayattadır. Giosue 4,5 yaşında iken kurtulur… Film biterken yaşlı Giosue sesinde konuşup, filmi ‘’ailesi için çok fedakârlık yapan bir babanın hikâyesidir’’ diye anlatır…

Film, 1999'da 7 dalda Oscar'a aday olur; en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında Oscar kazanır… Film 1998 Cannes Film Festivali'nde de ‘’Büyük Ödül’'ü alır... 

Filmde, yönetmen Roberto Benigni aynı zamanda başrol oyuncusudur (Guido Orefice). Roldeki karısı (Dora) da aynı zamanda Roberto Benigni’nin gerçek hayattaki karısı olan İtalyan oyuncu Nicoletta Braschi’dir. Roberto Benigni bu filmiyle dünyaca tanınır…

Filmin müziklerinin bestecisi olan İtalyan müzisyen Nicola Piovani bu filmdeki müziği ile 1997'de ‘’En İyi Özgün Müzik Akademi Ödülü’’nü alır.  Filmde 16 ayrı film müziği vardır. Biri hariç tamamının bestesi Nicola Piovani’dir…

Film çok güzeldir… Filmden aklınızda çok şey kalır... Filmin, savaş öncesi bölümünde geçen bir opera sahnesi var. İşte bu opera sahnesindeki arya öylesine aklınıza yer eder ki belki filme ait çok şeyi unutursunuz ama bu arya, bu müzik aklınızdan hiç mi hiç çıkmaz… Belki de filme dair aklınızda sadece bu arya kalır... 

Ancak filmde opera sahnelenirken izleyiciler bölümünde bulunan Guido’nun da opera pek umurunda değildir, Guido, opera boyunca Dora’nın ilgisini çekmekle meşguldür... Yazımın sonunda filmde geçen bu opera sahnesinin bağlantısını vereceğim…

İşte bu opera müziğinin adı: ‘’Barcarolle’’ (Barkarol) dur…

‘’Barcarolle’’ ise, Alman asıllı Fransız müzisyen, opera bestecisi ve orkestra şefi Jacques Offenbach (1819 – 1880)’ın en bilinen eseri "Hoffmann'ın Masalları" (Les contes d'Hoffmann) operasının bir bölümüdür… ‘’Barcarolle’’ bu operada III. Perde’de bulunan en ünlü aryalardan birisidir.  

Jacques Offenbach aynı zamanda eskilerin bildiği ‘’Can Can Musik’’in de bestecisidir… 

Eh, hep böyleyim ben… ‘’Barcarolle, Offenbach’ın ‘Hoffmann’ın Masalları’ operasının bir bölümüdür’’ diye basitçe bir cümleyle anlatacağım bir konuyu yine böylesine uzun uzun anlattım işte…

Neyse, şimdi vakit, hangi vakit olursa olsun ‘’Barcarolle’’ dinleme zamanıdır… Aryanın değişik sanatçılar tarafından yapılan yorumların bağlantılarını aşağıda veriyorum... Şimdi unutun kışı, soğuğu, NATO’yu, Londra’yı, gamı, kederi, kasveti… Açın müziği, kapatın gözlerinizi, binin bir sandala, açılın durguuuuun ve sakin denizlere, ellerinizi de suya uzatın, sandal usul usul salınırken denizi okşayın ellerinizle…

Ve sanatçılarla beraber sizde aryayı mırıldanın usul usul: ‘’Belle nuit, ô nuit d’amour’’

Sizlere güzel mi güzel, sıcak, sımsıcak, mutlu, musmutlu bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

La Vita é Bella filminde Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=2kQQiaa4nt8

Anna Netrebko & Elina Garanca: Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=Hdc2zNgJIpY

Andrea Bocelli: Barcarolle (Videosunda ''Hayat Güzeldir'' filminden görüntüler de var.)
https://www.youtube.com/watch?v=klJgta56tGs

André Rieu ve orkestrası: Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=bv5IO6Hc2CI




Devlet adamlarına dair!

05 Aralık 2019

NATO'nun 70. kuruluş yılında Londra’da yapılan üye ülke liderlerinin katıldığı zirve ‘’Londra Deklarasyonu'’nun imzalanması ile dün (04 Aralık 2019) sona erdi… Ancak yerli basında, bu deklarasyonun içeriği, ne götürdüğü ve ne getirdiği tartışılmayıp onun yerine ülke liderlerinin özellikleri tartışıldı...

Hal böyle olunca ben de ‘’Londra Deklarasyonu’’nun içeriğini bir tarafa bırakıp ‘’bir ülke lideri hangi özelliklere sahip olmalıdır’’ konusunda yıllaaaar yıllar önce Şehriyar’ın bana anlattıklarından aldığım notlar aklıma geldi… Dosyamı karıştırarak bu notlarımı buldum… Bu nedenle bu notları da bu ortamda paylaşmak istedim.

Bu notlarımda; Şehriyar’ın ülke liderleri, devlet adamları, yöneticiler, insanlar, askerlik ve kendi hakkında söylediği sözleri vardı... Bunları parçalamadan bir bütün halinde sunuyorum... Bu notların kıymetli olduğunu düşünüyorum... Beğeneceğinizi umarım...

***

Liderler ve yöneticiler hakkında şöyle düşünürdü Şehriyar:

İyilikle devleti yönetmek istiyorsan savaşla fetih yapmaya kalkışmayacaksın. Bilge yönetici bir şey yapmadığı için toplum düzeni kendiliğinden daha iyi çalışır. Dünya işlerinde gereksiz müdahalenin yararı olmadığı tarihte çok görülmüş bir olgudur.

Bilge yönetici aklının baskısından kurtulmuştur. Ama halkın aklını kendi aklı olarak benimser. İyiyle iyidir. Kötüyle onu iyi yapana kadar iyidir. Doğru olanla doğudur. Yalancı olanla da onu doğru yapana kadar doğrudur.  İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretir. Bilge kimseyi dışlamadan insanları nasıl kurtaracağını bilir.

Bilge yönetici dünya işlerinde ilke sahibidir. Fakat kırıcı, yaralayıcı değildir. Saftır, fakat zarar vermez. Doğrudur, ama şiddetli değildir. Aydınlıktır, ama parlamaz.  

İyiliği öğretmekten vazgeçersek insanlar birbirlerini daha çok severler. Şiddet kullanan aynı şekilde ölür. En iyi yontucu en az yontandır. Sakin olan dünyaya egemen olur. Sükûnet etkinliğin yol göstericisidir.  Yönetici, gördükleri ne kadar ilginç olsa da sakin ve soğukkanlıdır, duruma egemendir. Aşırı etkinlik yaparsa koltuğunu  kaybedebilir.

Yasak ne kadar çoksa halk o kadar fakir olur. Yasaları dayatmaya kalkarsan haydut ve hırsız fazla olur. Eğer hükümet sade ve hoşgörülü ise halk da içten ve namusludur. Eğer hükümet sert ve etkili ise halk sahtekâr ve hoşnutsuz olur.

Söylemi sınırlar, duygulara yenik düşmezsen tükenmezsin. En küçüğü görmek iyi görmektir. Nazik kalmak güç gösterisidir.

Saraylar çok gösterişli, çiftçilerin evleri harap ve ambarlarında bir damla tahıl yok, yöneticiler pahalı elbiseler giyer, güzel atlara, arabalara biner, yemek içmekten bıkmaz, hazinelerine değerli şeyler yığarlar. Bu en büyük hırsızlıktır.

Tüm düzen yok olmadan yeniden düzenle. Bir şey ortaya çıkmadan harekete geç.

Halkın hükümdarı olmak isteyen önce onun önünde eğilir. Halkının önünde olmak isteyen geride durur. Halkın önünde olduğu zaman onu engellemez. Halk onu destekler, herkes onu sever. Kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. İyi yönetici halk önünde alçakgönüllüdür.  Alçakgönüllü hükümdar bütün suların toplandığı okyanus gibidir. Bilge, alçakgönüllü olduğu için onların hükümdarıdır. Böylece bilge yönetici yüksekte de olsa halk onun ağırlığını hissetmez.

En büyük cinayet tutkuya yenik düşmektir. Elde etme arzusu kadar büyük hata yoktur. Onun için yetinmek yeteri kadar sahip olmak demektir.

Halkını sevdiğin ülkeyi yönetirken; tanınmadan kalmak, her köşesini tanıdığın ülkeyi karışmadan idare etmek, besleyip, büyütüp ama sahip çıkmamak bilge bir yöneticinin özellikleridir.

Eğer birisi içten değilse o halkın güvenine sahip olmaz. Bilge yönetici az konuşur. Bilge yönetici ne kadar az bilinirse o kadar iyidir. Beklenen bir şey gerçekleşince halk ‘’her şey kendi kendine olur’’ der.

Şu üç şey yapılırsa halkın yaşamı çok basit ve sade olur; sade olmak, insanın doğasına sadık kalmak, kimlik kavgasından uzaklaşmak ve daha az arzulamak.

Halka inanmazsan onlar da yalancı olur. Bilge yönetici karnı doyanlara gereksiz yemek vermez. Güçlü olduğun zaman aynı zamanda bozulma zamanıdır. Her varlığı yaşatır ama onlar üzerinde egemenlik kurmaz.

Bilge yönetici gerçeği seçer, yüzeysel, bulanık olana iltifat etmez. Meyveyi seçer, çiçeği bırakır. Devletin temel ilkelerini gözleyenin ömrü uzun olur.

Bilge hükümdar şöyle der: Ben bir şey yapmıyorum. Halk kendiliğinden iyileşiyor. Ben sakinim, halk da sükûnet içinde. Ben karışmıyorum, halk kendiliğinden zengin oluyor. Benim arzuladığım bir şey olmadığı için halk kendiliğinden doğal bir sadeliğe dönüyor.

Bilge iyi ve kötüden birini tutmaz. Varlığına engel olamadığımız kötüyü iyiyle dengede tutmak gerekir.

Bilge kendi için mal biriktirmez. Başkaları için her şeyini harcadığı zaman yaşamı daha zengin olur. Herhangi bir düşünceye saplanmadan ve yaptıklarını iyilik ya da doğruluk gösterisine dönüştürmeden yüceltmeyi ister.

Bilge sakindir, tutkusuzdur. Az konuşur, hiçbir şey için fazla gayret etmez, duyarlığı boşalmış gibidir. Bilge endişelenmez. Hiçbir şeyden rahatsız olmaz.

Bilge zorlamadan, konuşmadan öğretir. Canlı varlıkları benimser, yetiştirir ama sahiplenmez. Başarılı olur, fakat yaptığını vurgulamaz. Başarır ama önem vermez. Ne kadar becerikli olduğunu göstermeye kalkışmaz. Onun için kimse ona dikkate etmez. Fakat yaptıkları yaşar. Kendini öne atmaz, ama ünlüdür. Kendini sergilemez, fakat bilinir. Daima göründüğünden daha iyi olur. İstemez, onun için saygındır. Bilge insan çalışır, ama yaptığından bir şey beklemez. Söylediğinde ısrar etmek ayrıcalıklı olmaya yetmez. Yaptığını çok beğenenin yapıtı uzun ömürlü olmaz. Övünenin başarısı yankılanmaz. Övünmez, bu nedenle en iyisidir. Bilge her şeye zor diye başlar, sonunda hiçbir zorlukla karşılaşmaz. Kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. Bilge yönetici böyle başarılı olur. Büyük olmayı istemediği için başarılı olur. Eskilerin ‘’eğilen bütünlüğünü korur’’ sözü doğrudur. Bütünlük parçaların bütünlüğüdür ve parçadan bütüne dönmek gerekir.

Bilge geride kaldığı zaman ilerler, kendini unutunca özüne ulaşır. İnsan benliğine kendini unutarak ulaşır. Bilge kendini bilir. Gösteriş yapmaz. Kendini yetiştirir ama övünmez. Korkuyu bırakır sevgiyi seçer.

Kişilerde olması gereken özellikleri de şöyle anlatırdı Şehriyar:

Benlik kaygısı olmasa dertlenmeyiz. Kendimizi dünyayla eşdeş kılarsak dünya içimizde olur. Bir şey gerçekleştirirsen onunla özdeş olursun. Bir şey kaybedersen onunla özdeş olursun. Başarıyla eşdeş olursan o da seninle örtüşür. Kayıpla eşdeş olursan o da seninle örtüşür.

Akı bırakıp karanın gölgesinde kalan kişi alçakgönüllü dünyanın ölçüsüdür. Başkalarını bilen bilgilidir. Kendini bilen aydınlanmıştır. Kendini yenen kuvvetlidir. Sahip olunanla yetinmek zenginliktir.  İyi insan anlaşmak ister, kötü insan fazlasını ister.

Bir şey almak için önce vermek gerek. Sarf etmekten korkan sonunda daha çok kaybeder. Ne kadar çok biriktirirsen o kadar kaybedersin. Aza razı olan insan utanacak şey yapmaz. Zamanında durmasını bilene zarar gelmez. Daha çok yaşar. Sevecen olan cesur olur. Azla yetinen cömert olur. Başkasıyla yarışmayan ve başa güreşmeyen yeteneğinin zirvesine ulaşır.

Bilen konuşmaz, konuşan bilmez. Aydınlığın göz kamaştırmasını engelle. Bilmediğini bilen yetkindir. Bilmediğini biliyorum sanan akıl hastasıdır. Bunu hastalık olarak bilmek hasta olmamaktır. Bilge hastalıkları hastalık olarak bilir. Onun için hasta olmaz.

Askerlik hakkında da çok şey bilirdi Şehriyar:

Nerede ordu varsa orada dikenler ve çalılar biter. Büyük bir savaştan sonra yıllarca yokluk çekilir. Güzel silahlar kötülük araçlarıdır. İnsanlar onlardan hoşlanmaz. Silahlar kötülüğü çağrıştırır. Silah ancak çaresiz kalınca kullanılır.

İyi komutan savaşı sürdürüp ustalığını kanıtlamaya çalışmaz, gerektiği için savaşır, ne kadar yaman olduğunu göstermek için değil. İyi asker şiddete başvurmaz. İyi savaşçı kızmaz. İyi zafer yarış gibi kazanılmaz.

Kavganın ortasında bile sakin ve ilgisiz kalmalı. Kazanılan savaş da arzu edilen bir şey değil. Çünkü böyle yapmak insanları öldürmekten hoşlanmak demektir.

Kendisi hakkında pek konuşmazdı Şehriyar. Kendisini tanımladığı cümleleri de şöyleydi:

Benim değer verip koruduğum üç hazinem var: Biri sevecenlik, diğeri azla yetinmek, sonuncusu bir başkasıyla üstünlük yarışına girmemek. Sevecen olan cesur olur. Azla yetinen cömert olur. Başkasıyla üstünlük yarışına girmeyen yeteneğinin zirvesine ulaşır. Sevecen olmadan cesur olmak, azla yetinmeden cömert olmak, geride kalmasını bilmeden önde olmak istemek ölüm tehlikesi içeren eğilimlerdir. Akıl için derinliği, dostluk için şefkati, söz için samimiyeti, hükûmet için düzeni, iş için beceriyi, hareket için uygun zamanı seçeriz. Ama boyuna bir şey yapmaya çalışmayız.

Benim sözlerim kolay anlaşılır, kolay uygulanır. Ama kimse onları anlamaz ve uygulamaz. Sözlerimin içerdiği ilkelerin temelleri var. Fakat bunları bilmeyen beni anlamaz. Beni az insan bildiği için değerliyim. Bilge insan onun için üzerine kaba bir elbise geçirir, yeşim taşını ise göğsünde saklar.

***
Aldığım notlarım bu kadar...

O günler çooook gerilerde kaldı… Şehriyar’ı tanıdıktan yıllar yıllaaar sonra okumuş anlamıştım Hegel’i, Heidegger’i, Schopenhauer’i, Wittgenstein’i, Durkheim’i, Adler’i, Aristo’yu, Platon’u, Epiktetos’u, Marcus Aurelius’u, İbn-i Arabî’yi, Şems-i Tebrizi’yi, Cüneyd’i Bağdadi’yi, El Kindî’yi,  İbn-i Rüşt’ü, Lao Tzu’yu, İbn-i Sina’yı, Yunus’u, Mevlânâ’yı… Şimdi, keşke diyorum, o gencecik yaşımda değil de şimdiki aklımla, şimdiki seviyemle tanıyabilseydim Şehriyar’ı. Şimdiki halimle daha iyi anlardım Şehriyar’ı.

Osman AYDOĞAN




Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı (2)

04 Aralık 2019

Geçen hafta Fuzûlî’nin şu meşhur beytini uzun uzun anlatmıştım:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Divân edebiyatı ne yazık ki basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır… İşte bu nedenle de bu beyt ve Fuzûlî hakkında okuyucular tarafından çok suale muhatap oldum… Ben de sorulara ayrı ayrı cevap vermektense cevap olarak konuyu açmak istedim…

Fuzûlî’den alıntıladığım bu beyt, Doğu edebiyatının aşk üzerine yazılmış en büyük eseri olan ‘’Leylâ ile Mecnûn’’ mesnevisinde yer alır… Batı dünyasında Shakespeare’in ‘’Romeo ve Juliet’’i ne ise Doğu dünyasının da ‘’Leylâ ile Mecnûn’’u odur.

Leylâ ile Mecnûn, aslında bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir… Bu aşk hikâyesini Doğuda çok yazar ve şair işler… Bunların arasında en önemlisi Azerî asıllı olup Farsça şiirler yazan Nizamî Gencevî’dir (1141-1209). Nizamî Gencevî, 1181'de Farsça olarak "Laylā o Majunūn" (Leylâ ile Mecnûn) mesnevisini yazar.

‘’Leylâ ile Mecnûn’’ mesnevisi

‘’Leylâ ile Mecnûn’’ hikâyesini Türkçe olarak anlatan en güzel eser ise Fuzûlî’nin ‘’Leylâ vü Mecnûn’’ mesnevisidir. Bu mesnevide Leylâ ile Mecnûn’un aşk hikâyesi lirik bir üslûpla anlatılır.

Fuzûli, ‘’Leylâ ile Mecnûn’’ mesnevisini Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine (*) katılan şairlerin isteği üzerine 1535 yılında yazar. Bundan dolayı Fuzûlî mesnevisinin girişinde (dîbâce) Kanûnî Sultan Süleyman’a methiyede bulunur. Ne padişahlar varmış değil mi? Sefere bile giderken yanlarında şairlerini de götürüyor!...

‘’Leylâ ile Mecnûn’’ hikâyesinin konusu kısaca şöyledir:

Leylâ ve Kays (Mecnûn’un asıl adı) medrese yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnûn" diye anılmaya başlar.

Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnûn’a birçok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kâinat artık Leylâ’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kâbe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder.

Hem Leylâ’nın hem Mecnûn’un halleri gittikçe per perişan bir hal alır… Başkasıyla nikâhlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnûn çöldedir ve aşkın bin bir türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leylâ’nın vücudu da dâhil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der:

“Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen sen isen neyim men-i zâr”

(Ey sevgili! Eğer ben, ben isem sen kimsin; eğer sen, sen isen o zaman ben kimim?)

Leylâ, Mecnûn’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Mecnûn, onun mezarına uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradan’a feryâd figân dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, gökyüzünü kara bulutlar sarar, fırtınalar çıkar, gökler gürler, şimşekler çakar, yıldırımlar düşer ve âşıklar âşığı Mecnûn Leylâ’sına kavuşur...  

Bu hikâyenin sonunda, seven ve sevilen bir olmuşlardır. Âşık kendini madde dünyasından tamamen soyutlamayı başarmış ve sevdiğine ulaşmıştır. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsetmekte yanlıştır; çünkü birlik yolunda (vahdet revişinde) ikilik hoş olmayacaktır, ruhlar ilahî kavuşmaya (visale) ulaşmışlardır. Bu yüzden artık Mecnûn sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır.

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergi ve övgüsü

Fuzûlî, her şeyden evvel bir aşk şairidir. Fuzûlî, gençliğinde aşk şiirleri yazdığını söyler. Birçok şiirinde aşkı anlatmıştır. Ancak Fuzûlî’nin anlattığı bu aşklar maddi ve beşerî aşklardır…

Ancak Fuzûlî, ilim tahsilinden sonra bu beşeri aşktan sıyrılarak aşama aşama tasavvufî ve ilahî aşkı anlatan şiirler yazmaya başlar. Fuzûlî’nin tasavvufî ve ilahî aşka erişmesinin en güzel örneği ise ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisidir...

Fuzûlî, ‘’Leylâ ile Mecnûn’’ mesnevisinde Leylâ ve Kays arasında çocuk yaşta başlayan dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanır. Ancak mesnevinin ilerleyen beyitlerinde maddi, beşerî aşktan ayrılıp, aşkın, Kays’dan Mecnûn’a, Leylâ’dan da Mevla’ya ulaşmasıyla beşerî aşktan tasavvufi ve ilahî aşka dönüşünü anlatılır.

Fuzûlî, eserinin sonunda âşıkların ölüm hakikati ile yüz yüze geldiklerinde asıl kavuşmanın gerçekleştiğini vurgulamak için âşıkları aynı kabre koydurur…

Fuzûlî'nin mesnevisinde; kendisinden ‘’ben’’ (men) diye bahseden Fuzûlî ile Kays (Mecnûn) ve Leylâ vardır.

Fuzûlî, mesnevisinde kahramanlarını zaman zaman eleştirir, zaman zaman da över. Ancak Fuzûlî’nin âşıkları, ama daha çok Mecnûn’u eleştirdiği zamanlar, onların beşeri aşkı yaşadığı zamanlarıdır.

Bu zamanlarda Fuzûlî, genellikle Mecnûnun âşıklığını pek beğenmez ve kendi ilahî aşkının daha yüce olduğunu vurgular:

‘’Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.’’

(Bende  Mecnûn’dan daha fazla âşıklık yeteneği var. Sevgisine sadakat gösteren âşık benim. Mecnûn’un sadece adı var.).

‘’Kıl tefâhur kim, senün hem var men tek âşıkun
Leyli’nin Mecnûnu Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var’’

(Eğer Leylâ’nın Mecnûn’u, Şîrîn’in Ferhât’ı varsa, -ki vardır-. Lakin senin benim gibi âşığın var. Bununla övün. Onlar çok ehemmiyetli değildir.)

Ancak Mecnûn ilahî aşka ulaşınca da Fuzûlî’de Mecnûn'a karşı övgü başlar. İşte bu övgülerden birisi de Fuzûlî’nin ilk anlattığım beyti idi:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Hatta Fuzûlî, Mecnûn’un bu ilahî aşkı karşısında kendisini kötüler:

‘’Öyle bed-hâlem ki ahvâlüm görende şâd olur
Her kimün kim devr cevrinden dil-i nâ-şâdı var.’’

(Öyle kötü durumdayım ki, benim hâlimin ne kadar fena olduğunu gören mahzun ve kederli gönül sahibi herkes çektiği cevr ü cefasına rağmen sevinir.)

Görüldüğü gibi Fuzûlî’nin ‘’Leylâ ile Mecnûn’’ mesnevisinde bir tenakuz, bir çelişki yoktur. Fuzûlî, beşerî aşk aşamasında Mecnûn’u eleştirir, kendisini (ilahî aşka eriştiği için) ondan üstün görür, ancak ne zaman ki Mecnûn ilahî aşka erişir o zaman Mecnûn’u över ve Mecnûn’u kendisinden üstün görür. Hatta o zaman Fuzûlî, Mecnûn’un varisi olduğunu da beyan eder:

 ‘’Mana cem olur kanda kim var bir gam
Menem mülk-i ışk içre Mecnûn’a varis.’’

(Nerede bir dert varsa benim başıma gelir. Aşk mülkünde Mecnûn’un mirasçısı benim...)

Son söz

Madem söz Fuzûlî’den açıldı, sözü dua niyetine onun bir beyti ile bitireyim:

‘’Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni’’

(Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)

Osman AYDOĞAN

(*) 1534 yılında yapılan bu sefer aslında İran’adır. ‘’Irakeyn Seferi’’ olarak tarihe geçer. Kanûnî, 1534 / 1535 kışını Bağdat’ta konaklayarak geçirir… Bağdat şehrine Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir törenle girer. Bağdat’ta Kanûnî’yi karşılayanlar arasında büyük Fuzûlî de vardır. Fuzûlî, Kanûnî’nin gelişine ‘’Geldi burcu evliyâya pâdişahı nâmdâr 941h.’’  ifadesiyle tarih düşürür. Yetmiş beyitlik meşhur ‘’Bağdat Kasidesi’’ni Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim eder…




Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur (2)

03 Aralık 2019

Dünkü yazımda Celal Güzelses’in ’’Bahçada yeşil çınar’’ isimli türküsünü anlatmış ve Kardeş Türküler’den türkünün yorumunu verirken Erkan Oğur’un bu türküde hem saz çaldığını hem de türkünün sonunda divân edebiyatının en güzel gazellerinden birisini okuduğunu yazmıştım:

’’Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.’’

Gazel bu kadar değil tabii… Meraklıları için gazelin tamamını ve Türkçesini yazımın sonunda veriyorum. Ancak bu gazel kime aittir? Bu yazımda da bunu anlatmak istiyorum.

Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘’Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’’ (İnkılap Kitabevi, 2009) isimli kitabının 473 ile 493. sayfalarını Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ayırır ve bu gazelin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu ve bu beytin de Türk Divân edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olduğunu yazar..

Peki, Dîvâne Mehmed Çelebi kimdir?

Dîvâne Mehmed Çelebi, (Semâî Mehmed Çelebi ya da Sultan Dîvânî) 15. yüzyılda (1448 veya 1471 - Nisan 1529) Osmanlı döneminde yaşamış Mevlevî şeyhi ve Divân şairidir. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarikatına önemli hizmetlerde bulunur. Dîvâne Mehmed Çelebi, Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.

Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilir, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanır. Kendisine “Dîvâne” de denir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir.

Yaygın olarak kullanılan bir diğer lâkabı ise “Dîvânî”dir. “Dîvânî” lâkabı için Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın eseri “Dîvan-ı Kebir”i, rüyasında gördüğü, Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği rivayet edilir. Ancak İslam Ansiklopedisi (cilt: 9; sayfa: 437) ‘’Timur istilâsında Mevlânâ’nın türbesinden alınıp götürülen Dîvân-ı Kebîr’i İran’a gidip geri getirdiği için “Sultân-ı Dîvânî” unvanıyla anıldığı şeklindeki bu rivayeti, pek hoş görülmeyen “Dîvâne” lakâbını ‘’Divânî’’ şekline dönüştürmek için uydurulduğu kesindir’’ diyerek reddeder. Zaman içerisinde her iki lakâb da sıkça kullanılır ancak “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilir…

İslam Ansiklopedisi Mehmed Çelebi’nin Divân edebiyatının önemli şahsiyetleri arasında sayılabilecek bir şair olmasına rağmen şiirleri, etrafında bulunanlarca tespit edilmediği, tespit edilenlerin de meşrebi yüzünden derlenip Divân şeklinde düzenlenmediği için mecmualarda kaldığını yazar. Bu mecmualar da halen Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan bu mecmualarından Abdülbaki Gölpınarlı tarafından derlenen yirmi dört adet şiiriyle birlikte Mehmed Çelebi’nin elli iki beyitten meydana gelen manzum risâlesi Abdülbaki Gölpınarlı’nın bahsettiğim ‘’Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’’ isimli kitabında yayınlanır.

Bu kaynaklara rağmen Dîvâne Mehmed Çelebi’yi bütün olarak anlatan tek kaynak Dr. Mustafa ÇIPAN’ın Konya Valiliğince yayınlanan eseridir. (Dîvâne Mehmed Çelebi, T.C. Konya Valiliği, 2002)

Dîvâne Mehmed Çelebi Afyonkarahisar Mevlevîhânesi'nde de şeyhlik yapar. Bu nedenle de Mehmed Çelebi sayesinde Afyonkarahisar, Konya'nın ardından Mevlevîliğin önemli merkezi durumuna gelir. Halen Afyon’da Merkez Mevlevî Camii içerisinde ‘’Sultan Dîvânî Mevlevihâne Müzesi’’ vardır. Ayrıca Halep, Burdur, Eğridir, Sandıklı, Mısır, Cezayir, Midilli ve muhtemelen Lazkiye mevlevîhâneleri de onun gayretiyle açılmıştır. 

Anlattığım gibi Abdülbaki Gölpınarlı bahsettiğim kitabında bu gazelin işte bu divân şairi Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu yazar…

Ancaaaaak!

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri’nin beraber yazdıkları  ‘’Nev’î - Divân - Tenkidli Basım’’ (İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul 1977) isimli kitaplarında ve Mustafa Nejat Sefercioğlu ‘’Nev’î Divânı'nın Tahlili’’ (Akçağ Yayınları, 2001) isimli kitabında ‘’Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur’’ diye başlayan gazelin Malkara doğumlu, 16. yüzyılda yaşamış, asıl adı Yahyâ, babası Pîr Ali Efendi olan bir Halvetî şeyhi Nev’î’ye ait olduğunu yazarlar. Ki Divân içinde Nev’î’nin ismi de geçer.

Peki, bu Nev’î kimdir?

Nev’î, ilköğrenimini, babasının yanında tamamlayıp İstanbul’a gider. Medrese öğrenimi görür. “Ahaveyn” sıfatıyla ünlü Karamânî Ahmed ve Mehmed adlı iki önemli  müderristen, şâir Bâkî, Hoca Saadeddîn Efendi gibi ünlülerle birlikte ders alır. Ders aldıkları gurupta, sonradan devrin en önemli san’at ve siyâset adamlarından olacak olan ondan fazla öğrenci vardır. Nev’î, hocası Mehmed Efendi’nin tayin olduğu Edirne’deki Bâyezîd Medresesi’ne, hocasıyla birlikte gider. 1563’te, beş yıl kaldıkları Edirne’den, birlikte dönerler. Şâir, 1566’da tahsilini bitirir ve müderrislik (hocalık, profesörlük) görevine başlar. Altı yıl İstanbul dışında çalıştıktan sonra 1572’de İstanbul’a getirilip oradaki medreselerde hocalık yapmaya başlar 1590’da Bağdad kadısı olur ve on beş gün sonra III. Murad’ın şehzâdesi Mustafa’nın hocalığı görevine getirilir. Diğer şehzâdeler olan Osman, Bâyezîd ve Abdullah ile de ilgilenir. Kazasker rütbesiyle tekâüde (emekliye) ayrılır. 

Nev’î, çok güçlü bir şâirdir. Ama yakınında Bâkî gibi bir ustanın bulunuşu, onu daima gölgede bırakır. Gazelleri rindâne ve âşıkânedir. Gazel sahasındaki başarısı yanında, 1582 Haziranında başlayan ve 52 gün süren Şehzâde Mehmed’in sünnet düğünü için yazdığı  kasîde (Sûriyye) si ile de ünlüdür. Velûd bir şâirdir. Eserlerinin otuzdan fazla olduğu söylenir.

Ben edebiyatçı değilim. Ben ki edebiyatın ‘’e’’sinden anlamayan âcizane bir okuyucuyum... Bu gazel hangi şaire aittir suali edebiyatçılara yönelik bir sualdir. Ancak rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı kusura bakmasın ama bu gazel Nev’î’nin gibi geliyor bana. Çünkü gazel içinde ismini de (Nev’î) telaffuz etmektedir.

Bu gazel kime ait olursa olsun, kim yazarsa yazsın, ilkyazımda da dediğim gibi benim demek istediğim o ki; ‘’Belâ dildendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur.’’

Ancak ‘’bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâd’ımız –da- yoktur.’’

Osman AYDOĞAN

Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı:

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Şimdi bu kadar güzel bir gazeli böyle bırakıp günümüz Türkçesiyle açıklamasını da yapmasam olmazdı! İsterseniz Dîvâne Mehmed Çelebi’nin gazelinden beyit beyit gidelim: (Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç’ın açıklamasıyla)

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şi­kâyetimiz gönüldendir, kimseden şikâyetimiz yoktur.

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

O İsa gibi dudakları olan sevgili, ölüler âlemindeki ruhlardan daha da ölü olduğumuzu bilir de âşıkları niye hatırlamaz? (Hz. İsa, edebiyatımızda sık sık ölülere hayat verme mucizesiyle geçer. Burada da sevgili Hz. İsa’ya benzetil­mekte, ölü hükmündeki âşığa öpüşüyle can vermesi isten­mektedir.)

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Meyhanede oturup kalkanlara (İlâhi aşk sahiple­rine) kıyametteki hesap gününü açma ey zahid! Bizim asla bu varlık defterinde adımız geçmez (bundan dolayı bizim için hesap yoktur).

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Biz kumru kuşu gibi anamızdan aşk halkasıyla doğmuşuz. Bunun için dert ve üzüntü bağının tutsağı ol­muşuz, artık hürriyetimize kavuşma umudu kalmamıştır.

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Ey Nev’î! Şüphesiz biz tatlı dilli bir şairiz. Faka bu devirde bizi üne kavuşturacak Ferhadımız yoktur. (İlk mısrada geçen ‘’şirin’’ kelimesi tatlı anlamına gelmekle birlikte ikinci mısradaki Ferhâd ismiyle birlikte Ferhâd’ın sevgilisi Şirin’i de çağrıştırmaktadır. Şair Şirin’i tanıtanın aslında Ferhâd olduğunu söylemektedir.)

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri ile Mustafa Nejat Sefercioğlu tarafından Nev’î’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı:

Birkaç kelime hariç hemen hemen aynıdır zaten:

Cefâ dildendür ol dildâr elinden dâdumuz yokdur
Gönüldendür şikâyet gayriden feryâdumuz yokdur

Niçün ‘aşk ehlini yâd itmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilür hod ‘âlem-i ervâha nisbet yâdumuz yokdur

Harâbât ehline rûz-ı hisâbı anma ey vâ’iz
Bizüm hergiz bu varlık defterinde adumuz yokdur

Togup kumrî-sıfat biz  anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetüz âzâdumuz yokdur

Mukarrer şâ’ir-i şîrîn-zebânuz Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret virür Ferhâdumuz yokdur. 




Gelemem diyorum sen gel diyorsun

01 Aralık 2019

‘’Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım’’ derdi  ‘’Türküler Dolusu’’ isimli şiirinde Bedri Rahmi Eyüboğlu. Bugün sizlere duyduğunuzda Bedri Rahmi Eyüboğlu’na hak vereceğiniz bir türkü paylaşacağım…

Paylaşacağım türkünün sözleri aşık geleneğinin önemli temsilcilerinden, gerçek ismi Hamza Başyurt olan 1948 Sivas doğumlu Âşık Emrah’a aitt.... Ancak türküyü Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu haklı çıkaracak kadar da söyleyen Halk Ozanı Ali Kızıltuğdur…

Halk Ozanı Ali Kzıltuğ da Âşık Emrah gibi Sivas’lıdır, 1944 yılında Sivas ili Divriği ilçesi Mursal köyünde dünyaya gelir... 1969 yılında "Asr-ı Gurbet Harap Etmiş Köyümü" isimli ilk plağını çıkarır…  Günümüze kadar yaklaşık 2160 eseri içeren 103 plak ve 87 albümüm yayınlar… En çok Âşık Veysel Mahzuni Şerif’ten etkilenir…  

 "Baykuşlara Kalan Köy" ve "Sorma Efendim" adında iki kitabı yayımlanır…

Alı Kızıltuğ’un baykuşlarla başı dertte ki ‘’Gel Hele’’ türküsünde baykuşlardan bahseder:

‘’Asr-ı gurbet harap etmiş köyümü
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele
Ben ağayım ben paşayım diyenler
Kapıları kitlemişler gel hele’’

Ali Kızıltuğ, 1971 yılında tüm ozanların katıldığı bir atışma yarışmasında birinci seçilir. 2009 yılında Ankara Gazi Üniversitesi'nde Divriği Vakfı tarafından tarafından “Yaşayan En Ünlü Ozan Ödülüne” layık görülür… 2011 yılında İstanbul’da “Sivaslı Sanatçılar Birliği”  tarafından düzenlenen "Ustaya Saygı" isimli programda yılın ozanı seçilir... 2012 yılında “Ankara Halk Ozanları Derneği” tarafından "Ustaya Saygı" ve “Yılın Ozanı Ödülü” verilir…

Ali Kızıltuğ, hayata bakışını da şöyle ifade eder: "Ne yârimden vazgeçtim, ne sazımdan, ne de vatanımdan vazgeçtim. Nasıl Mursal'dan geldiysem o mazlum, sefil, tertemiz bir köylü çocuğu isem şimdi de aynıyım."

Ali Kızıltuğ, söylediği gibi nasıl Mursal’dan geldiyse, geldiği gibi mazlum, sefil, tertemiz bir köylü çocuğu olarak yine 2017 yılının 13 Aralık’ında 73 yaşında iken bu sefer ebedî olarak Mursal köyüne döner; Mursal köyünde, evinin tam karşısındaki çok sevdiği Yamadağ'ını görecek şekilde defnedilir… (45’lik bir plağının adı da ‘’Yama Dağları’’ idi.)

Anadolu’da köyden kente göçün yoğun olarak yaşandığı yıllarda, sazı ile sözü ile bağrına ateşler düşen gurbetteki insanların sıla özlemini dindirmesine yardımcı olur…

Bir neslin kulağında kalan sestir Ali kızıltuğ…

Ali Kızıltuğ, bir Mahsuni Şerif, bir Neşet Ertaş ayarında olmasına rağmen ne yazık ki pek tanınmamıştır. Vizyona yeni giren ‘’Naim’’ filminin fragmanında Cem Adrian’ın sesinden bu türküsü verilince tanımayanlar belki de ‘’bu bağrı yanık türkü de nedir?’’ diye sorup, araştırılar da tanırlar umarım…

2. vefat yıldönümüne henüz iki hafta var ama ben şimdiden anmak istedim. Allah rahmet eylesin, devri daim olsun…

Şimdi gelelim türkümüze… Ama önce Âşık Emrah’a ait, adı ‘’Öf Öf’’ olan sözleri:

‘’Aramıza da girmiş dağlar denizler
Gelemem diyorum sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf sen bul diyorsun

Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın hep sıra sıra
Sen yoksun ya öyle ıssız Ankara
Duramam diyorum öf öf sen dur diyorsun

Kızıltuğ’um da baharımı yazımı
Hangi kalem yazmış öf öf benim yazımı
Dert ortağım da olan dertli sazımı
Çalamam diyorum öf öf sen çal diyorsun’’

Türkünün, asıl sahibi Ali Kızıltuğ’un ve bu türküyü mükemmel denilecek kadar güzel, farklı farklı yorumlayan Cem Adrian ve Hozan Beşir'in sesinden olan bağlantılarını yazımın sonunda veriyorum... Bu üç sesi dinlemenizi isterim... Özellikle Cem Adrian'ın ve Hozan Beşir'in farklı yorumlarını...  ..

Ama bu türküyü dinlerken aman dikkat edin derim... Türkünün sözleri bir başka vuruyor insanı, sazın telleri bir başka vuruyor, türkünün içinde geçen ‘’Ankara’’ bir başka... Cem Adrian'ın tarifi bir imkânsız yorumu bir başka vuruyor, Hozan Beşir’in tarifi bir mümkünsüz yorumu bir başka vuruyor... Türküdeki  ‘’Öf Öf’’ sözleri ise bu vurgunlardan sonraki son darbeyi indiriyor... Öf Öf…

‘’Sen yoksun ya öyle ıssız Ankara
Duramam diyorum öf öf sen dur diyorsun’’

Türküyü her dinlediğimde, göğüs kafesime hapsolmuş kalbim, kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır... Ben kalpten gidersem eğer bu türküler yüzünden giderim... Zaten... Neyse... Öf Öf...

‘’Aramıza da girmiş dağlar denizler
Gelemem diyorum sen gel diyorsun’’

Zemheri aylarının bu ilk gününde, bu Pazar gününde, türkünün Cem Adrian ve Hozan Beşir'in yorumlarını dinlerken, hoparlörün sesini açabileceğiniz kadar açın, sonra bırakın gamı, kederi kasveti, özlemi, hasreti, sizin yerinize sanatçılar desin; Öf Öf…

İsterseniz siz de içinizden veya dışınızdan eşlik edersiniz... Öf Öf...

Sizlere güzel bir Pazar günü diliyorum... Öf Öf...

Osman AYDOĞAN

Halk Ozanı Ali Kızıltuğ’un sesinden ve sazından ‘’Öf Öf’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NJA4iEmxI3g

Cem Adrian, ‘’Öf Öf’’ (Sen gel diyorsun):
https://www.youtube.com/watch?v=4cz7LNmfXPo

Hozan Beşir, ‘’Öf Öf’’:
https://www.youtube.com/watch?v=u1fc4F6Tcr4

Hazır Ozan Beşir’i dinlemişken, bu sesi beğenmişseniz, gelin onun ‘’Bilen Gelsin’’ türküsünü de dinleyin. Sanki Ali Kızıltuğ ‘’Gelemem diyorum sen gel diyorsun’’ derken Hozan Beşir de bu siteme cevap verir gibi ‘’Bilen gelsin’’ demektedir:

Hozan Beşir, ‘’Bilen Gelsin’’:
https://www.youtube.com/watch?v=bmKfczQ6QJo

Bilen Gelsin

Açma yaram derin derin
Dermanını bilen gelsin
Başka tabipler istemem
Beni derde salan gelsin

Ömür bir nefes arası
Size de gelir sırası
Bu yara gönül yarası
Beni derde salanl gelsin

Söz ve bestesi Rıdvan Çıracıoğlu’na ait...




Gelin canlar bir olalım!

30 Kasım 2019

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Bu rubaiyi okuyunca hemen aklımıza Mevlâna gelir değil mi? Bu rubai hemen herkes tarafından Mevlâna'nın diye bilinir. Ancak bu rubai Mevlâna’ya ait değildir. Bu rubai Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a aittir. (Bu rubai, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'ın "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserinde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2009)

İlber Ortaylı da Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlâna'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna’nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır. Mevlâna’nın  ‘’Mesnevi’’si altı cilt olup, bu rubai Mevlâna’ya ait olmayıp ona atfedilen Mesnevi’nin yedinci cildinde geçmektedir.

Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan birliğin, beraberliğin, hoşgörünün, Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.

Mevlâna’ya ait olan bu anlama yakın gerçek rubai ise şu şekildedir:

''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...''

Görüldüğü gibi Mevlâna’ya ait diye bildiğimiz “Gel, gel, ne olursan ol yine gel’’ diye başlayan rubainin Mevlâna’ya ait olmaması onun büyüklüğünden, onun insan sevgisinden, onun Allah’ın yarattığı farklılıklara hoşgörüsünden bir şey eksiltmez.

Nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk vermişti), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in ‘’Yaş Destanı’’ isimli türküsünün son iki dizesi şöyle idi:

"Beni ağlatma ki sen de gülesin,
Hem murada, hem maksuda eresin!.."

Bu sözler Anadolu’nun bin yıllık feryâdı idi, bu sözler Anadolu’nun bin yıllık figânı idi. Hayatın özü de bu sözlerde gizli idi: Beni ağlatma ki sen de gülesin, hem murada, hem maksuda eresin!..

Şeyh Edebali de Osman Gazi’ye söylemez miydi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”  Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da, Şeyh Edebali de aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi sevgi...

Tarihçi Cemal Kutay bir TV programında anlatmış; sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.

Sadrazamın dediği gibi ülkemizde artık kan, kin ve nefret döneminin biteceğini birilerinin bu millete inandırması lazım... 

Nasıl mı?

Cevabı; Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da gizli, Hacı Bektaşî Veli'de gizli, Akşemseddin'de gizli, Yunus Emre'de gizli. Cevabı; bu coğrafyanın yetiştirdiği sevgi dolu gönüllerde gizli. Cevabı Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye söylediğinde gizli... Cevabı insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede, erdirmede gizli... Cevabı; yaratılanı yaratandan ötürü, her türlü mezhepten ve etnisiteden uzak kucaklamada, sevmede, hoşgörüde, olduğu gibi kabul etmede gizli... Cevabı; Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinde gizli... Cevabı Hakk'ta, hakta, hukukta ve adalette gizli... Cevabı; sevgi de gizli... Cevabı insana saygıda, insana sevgide gizli... 

Eğer biz bu cevabı bulamazsak birbirimizi çiğ çiğ yiyeceğimiz, pusuda bekleyen akbabalara yem olacağımız gizli değil ayan beyan açıktır.... Zaman, artık gaflet uykusundan uyanma zamanıdır!

Gelin canlar bir olalım!

Osman AYDOĞAN

Yorumsuz bir rapor:

’’Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’'nun (ECRI) 4 Ekim 2016 tarihli 5’nci Türkiye raporu:

‘’Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’'nun (ECRI) 4 Ekim 2016 tarihli 5’nci Türkiye raporunda; 4’üncü raporun 10 Aralık 2010'da yayınlanmasından bu yana, Türkiye’de nefret söyleminin arttığı ve “üst düzey devlet yetkililerinin de bulunduğu resmi görevliler tarafından” daha fazla kullanıldığı belirtildi. Bu durumlara örnek olarak da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve şarkıcı Yıldız Tilbe’nin geçtiğimiz yıllarda TV ya da sosyal medyada kullandıkları bazı ifadeler gösterildi…

Raporda yer alan bazı kısımlar, raporun orjinalinde yer aldıkları sayfa (s.) ve madde sayıları (no.) ile şu şekilde:

“(…) Türkiye’de nefret söylemlerinin büyük çoğunluğu polis ya da yargıya ihbar edilmiyor, ihbar edilenlerin çoğunluğu cezalandırılmıyor. (s.9 son paragraf)

(…) Bunun medya aracılığıyla yayılan olumsuz etkisi sosyal bütünlüğe zarar vermiştir. Bu retoriğe karşı resmi güçlü bir tepki yoktur ve birçok nefret konuşması cezasız bırakılıyor. Nefret söylemine karşı var olan yasaların korunmasız grupları susturmak için kullanıldığı sonucuna varmak mümkün. Birçok medya kurumu etik kurallarına uymuyor ve nefret söylemini yayıyor. Türkiye ırkçı ve homofobik şiddetle ilgili data toplamıyor. (s. 10 ilk paragraf)

(…) Devlet temsilcileri ve her düzeydeki siyasi sorumlularının bu tür söylemlerden vazgeçmeleri gerekiyor. (s.19 no. 30)

(…) Nefret söylemi, 2015 yılındaki seçim kampanyalarında zirve yaptı ve bu tür söylemler toplumda mevcut bölünmeleri daha da arttırıldı. (s.20 no. 32)

(…) 38. ECRI her kademedeki resmi yetkililerin ve siyasi liderlerin nefret söylemine son vermelerini kuvvetle tavsiye eder. Meclis ve hükümet nefret söylemini yasaklayan davranış kuralları benimsemeli ve yetkililer siyasi patileri de benzer şekilde hareket etmeye teşvik etmelidir. Bu davranış kuralları, kuralların çiğnenmesi halinde, görevin askıya alınması ve nefret söyleminin açık ve net bir biçimde kınanması dahil olmak üzere şikayet mekanizmalarını ve yeterli yaptırımları içermelidir. (s.21 no: 38)

(…) Kürtler, Aleviler veya Müslüman olmayan cemaatleri hedef alan nefret söylemlerinin bir yargı organı önünde cezalandırıldığına dair ECRI’nin elinde hiçbir bilgi bulunmamaktadır. (s. 21 no:40)

Raporun yer aldığı ECRI resmi internet adresi:
https://www.coe.int/web/portal/home




Vech-i yâre dûş olan âlemde seyran istemez

29 Kasım 2019

Dün Fuzulî'den ve Şair Nâbî'den bahsedince bugün de bilinmeyen bir tasavvuf düşünürü ve şairimizden bahsedeyim istedim...

“Kuşadavî’’ ve ‘’Adaviyye“ mahlasları ile tanınan bir Osmanlı tasavvuf düşünürü var: İbrahim Halvetî. Tam ismi; İbrahim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî’dir.  Kısaca İbrahim Halvetî veya Kuşadalı İbrahim Efendi diye tanınır. İbrahim Halvetî Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyünde  1774 yılında doğar ve 1847 yılında haç dönüşü vefat eder.  

İbrahim Halvetî okuma yazmayı annesinden öğrenir, düzenli öğrenim hayatına ise Denizli’de devam eder. Daha sonra İstanbul’a giderek Fatih’teki Feyziyye Medresesine kaydolarak medrese tahsilini orada tamamlar. Medrese tahsilinin son yıllarında tasavvufa yönelir.

İbrahim Halvetî’nin İstanbul’da yaşadığı sürece Çarşamba’daki evinin bulunduğu yer Serasker Ali Saib Paşa konağının bahçesinde kalmış ve yerine hürmeten bir mescid inşa edilmiştir.

İbrahim Halvetî devrinin en büyük tasavvuf âlimlerinden biri olmasına rağmen kitap şeklinde bir eser bırakmamıştır. Ondan yazı cinsinden bugüne kalan müritlerine yazdığı mektuplar ve birkaç nutk-i şerîfleridir. ''Nutk'', Osmanlıca bir sözcük olup, dervişlerce büyüklerin manzum sözleridir.

Vefatından sonra mensupları tarafından kopya edilerek derlenen ve büyük bir bölümü Milli Kütüphane ile Millet Kütüphanesi'nde bulunan mektuplarının sayısı, çeşitli kütüphanelerde ve özel şahısların elindeki diğer mektuplarla birlikte, 143'e ulaşmaktadır.

Ahmed Cevdet Paşa meşhur eseri Tezâkir’de Kuşadalı İbrahim Efendi'y’i şöyle anlatır (Tezâkir, 4.Cild, sayfa 15):

‘’...Kuşadalı İbrahim Efendi ol asrın en büyük âdemlerinden zâhir ü bâtını ma'mûr bir zât idi. Büyük küçük pek çok kimseler kendisinden ahz-i dest-i inâbetle ona mürîd olmuşlar idi. Vüzerâdan ve ricâlden pekçok zevât konağına gelip huzûruna girmek üzere sofada nöbet beklerler idi. Sôfiyye mesleğine sâlik olmadığımız halde biz de komşuluk hasebiyle gidip görüşürdük ve en büyük hoca efendilerden halledemediğimiz şübühâtı ondan istikşâf ile hallederdik. Ulûm-i âlîyeden ve ale'l-husûs tefâsirden hangi mebhas açılsa fevka'l-âde tedkîk eyler ve hâtırlara gelmedik nüket ü mezâyâ söyler idi...’’

Kuşadalı İbrahim’den günümüze  “Vech-i yâre dûş olan âlemde seyrân istemez''  mısrâsı ile başlayan ve “Nutk-i Şerif'' olarak da bilinen meşhur bir şiiri ulaşmıştır. Bu şiirin genellikle aşağıdaki ilk iki beyti bilinir. Yazımın sonunda ''Nutk-i Şerîf’'in tamamını ve Mehmed Şemseddin Mısrî'nin yazdığı ''Tahmîs-i Nutk-i Şerîf'’i veriyorum. 

Kaleme alınan bu şiir kimi musikişinaslarca değişik usullerde bestelenmiştir. Bu eserlerin bağlantılarını da yazımın sonunda veriyorum…

Yazmasam olmazdı... Bu musikiler eşliğinde, günlerdir zihnimde, beynimde dönüp duruyordu bu dizeler:

‘’Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez 
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez 

Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen 
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez’’ 

(Yârin yüzüne bağlanan, dünyada başka şeyi seyretmez.
Cânını cânâna teslim eyleyen cân istemez.

Bu misafirhanenin geçiciliğini anlayan,
Kalp evinde Allah’tan başka misafir istemez.) 

Osman AYDOĞAN

Nutk-i Şerîf 

Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez 
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez 

Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen 
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez 

Cennet içre tamudan korkar mı Hakk'ın âşıkı
Hak budur erbâb-ı aşka hûr u gılmân istemez

Gerçi zâhir ilminin nef'i de vardır tâlibe 
Lîk esrâra erenler sûrî irfân istemez 

İrci'î âvâzı erdi mürg-i cânın sırrına
Bî-karâr oldu anınçün verd-i handân istemez 

Mâsivallahdan mücerred oldu İbrâhîm bugün 
Vârını dildâre verdi vasl u hicrân istemez

Tahmîs-i Nutk-i Şerîf

İbrahim Efendi’nin bu Nutk-i Şerîf’ine, Mısrî Dergâhı'nın son şeyhi olan mutasavvıf şair ve yazar Mehmed Şemseddin Mısrî (Bursa, 1867- 1936) bir tahmîs yazmıştır. Bu Tahmis-i Nutk-i Şerîf’i de aşağıda sunuyorum…

Ancak ‘’Tahmîs-i Nutk-i Şerîf’’i sunmadan önce edebiyattaki ‘’Tahmîs’’ kavramını açıklamak istiyorum. Tahmîs, Arapça ‘’beş’’ anlamına gelen ‘’hamse’’ sözcüğünden türemiştir ve ‘’beşleme’’ anlamına gelir. Tahmîs; bir gazelin ya da bir kasidenin her beytinin önüne aynı vezin ve kafiyede üç mısra' eklenerek muhammes haline getirilmesidir. ‘’Muhammes’’ ise; Divan şiirinde beşliklerden oluşan bir nazım biçimidir. Muhanneste; her beşliğin dördüncü ve beşinci (veya sadece beşinci dizesi) diğer beşliklerin son dizesi ile uyaklıdır. Tahmîs'de, tahmîs edilen beyit ile eklenen mısralar arasında bir anlam kaynaşması olması zorunludur. Yoksa yapılan tahmîs başarılı sayılmaz.

Aşağıda verdiğim Tahmîs-i Nutk-i Şerîf’de koyu dizeler Nutk-i Şerîf’in orijinal halidir.

Tahmîs-i Nutk-i Şerîf

Derd-i aşktan zevk bulanlar derde dermen istemez
‘Min ledün’den ders alanlar Hakk’a burhân istemez
Devrini ikmâl edenler başka devrân istemez
Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez 
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez 

Mâsivâyı terk edip bûy-ı bekâ şemm eyleyen
Ârif-i kâmil olup kendini âdem eyleyen
Mâl u mülkten fâide olmadığını cezm eyleyen
Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen 
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez 

‘Min ledün’den verilir ilm-i meânî râgıba
Sırr-ı tevhiîde erenler bakmıyor bir canibe
Hâzıra kılmaz nazar îmân edenler gâibe
Gerçi zâhir ilminin nef'i de vardır tâlibe 
Lîk esrâra erenler sûrî irfân istemez 

Tâlib-i dîdâr olurlar Tanrı’nın sâdıkları
Eylemez pervâ cahîmden nâr-ı aşk yanıkları
Ehl-i tevhîd bildi Hak’dır onların sâikleri
Cennet ummaz tamudan korkmaz Hakk'ın âşıkları
Hak budur erbâb-ı aşka hûr-ı gılmân istemez

Ehl-i irfân bildi fânidir bu dünyâ-yı dûn
Etmedi meyl ü mahabbet mâsîvâya zî-fünûn
Şemsî-i Mısrî Hûdâ’dır Bâkî-i mevcûd çün
Mâsivallahdan mücerred oldu İbrâhîm bugün 
Vârını didâre teslîm vasl u hicrân istemez.

Mehmed Şemseddin Mısrî
23 Zilhicce 1344 / 4 Temmuz 1926

Nutk-i Şerîf’in değişik besteleri

Sûz-i Dil Gazel: 
https://www.youtube.com/watch?v=Zdl7qfscHFc

Kaside olarak:
https://www.youtube.com/watch?v=ovMbx0QBob8

Halveti İlahisi:
https://www.youtube.com/watch?v=rM_W8vgUkGo

Müstear İlahi, Gönül Makamı: 
https://www.youtube.com/watch?v=JtX7yYdInpQ

Hattat Mehmed Fehîm Efendi’nin hat eseriyle Nutk-i Şerif

Hatta Nutk-i Şerîf'in sadece ilk iki beyti yer almıştır.




Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı

28 Kasım 2019

Bilirsiniz, Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı” sözünü doğrularcasına ben bütün yazılarımda cahillik edip uzun uzun yazarım… Âlim olmadığım kesin, sizler de benim cahilliğimi hoş göresiniz... Yine de uzatmamaya çalışacağım…

Bu sefer de maksadım Fuzulî’nin o meşhur beytini anlatmak:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Beytin ilk dizesinde Fuzulî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söylüyor. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede… İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına geliyor. Ancak Fuzulî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şeklidir. Fuzulî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söylüyor.

“Ve’l-Leyl” ise Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken Fuzulî;  bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığını sanırız…Yani, Fuzulî’nin “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise Ve’l-Leyl ayetinde kaldı'' dediğini, basitçe ''ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediğini sanırız…

Ancak “o Ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe değil, bu konu biraz çetrefilli… İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz uzatması gerekiyor.

Arapça’da bir ‘’Vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi var. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Bu ‘’Vav’’ harfi ‘’yemin vav’’ıdır. ''Vallahi'', ''Veşşemsi'', ''Velfecri'' kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun'' , ''yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

“Ve’l-Leyl”, Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen bir tamlamadır. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ şeklindedir...

Ancak Fuzulî dizelerinde ''Ve'l-Leyl'' tamlamasını Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayeti anlamında kullanmamıştır. Fuzulî, ''Ve'l-Leyl'' tamlamasını Leylâ'yı kastederek kullanmıştır. Bu durumda “Ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leylâ’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Mecnûn, Leylâ'ya âşık olana kadar Kays olarak tanınır, bilinir. Kays, Leylâ’nın aşkından sonra, Leylâ'nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olmuştur. Burada Fuzulî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “Ve’l-Leyl”de kalarak, ona odaklanarak, ona yoğunlaşarak ''Mecnûn'' olmuştur.

Aslında Fuzulî, bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mekteb-i aşk içinde okuyarak “Ve’l-Leyl”de, Leylâ'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin yok hükmünde bir cahil olduğunu söyler…

Bir başka deyişle Fuzulî, Kur’ân’ı hatmetmenin bir önemi olmadığını, önemli olanın Kur’ân’da derinleşerek, onda yoğunlaşarak onu anlamanın önemli olduğunu vurgular...

Şimdilik Fuzulî'yi ve Mecnûn'u burada bırakalım...

Nâbî mahlasını kullanan ve bu nedenle Şair Nâbî diye anılan bir başka Dîvân edebiyatı şâiri vardı: Şâir ve Velî Yûsuf (1641 – 1712.) Şair NâbÎ’nin de bir sözü vardı:

"Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

‘’Nâ’’ ve ‘’bî’’ kelimeleri Farsça'da ayrı ayrı '’yok'’ manasına gelirdi. Bu beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu belirtir. ‘’Yok’’ şairdir yani Nâbî, yok hükmündedir…

Ve Nâbî’nin bir başka sözü:

‘’İlim bir hucce-i bi sahildir
Anda âlim geçinen cahildir.’’

(Hucce-i bi sahil: Sahilsiz deniz)

Fuzulî’nin; ‘’Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken anda âlim geçinenlerden olmadığını, Mecnûn’u yüceltip kendisini Nâbî gibi yok hükmünde saydığını görüyoruz.

Fuzulî’nin büyüklüğünü anlıyorsunuz değil mi? 

Hoş göresiniz; bende kısa yazacak sabır yok, yine cahillik edip konuyu uzatarak Fuzulî’den girip Nâbî’den çıktık bir kere…

Osman AYDOĞAN




Alman edebiyatında Doğu etkisi

27 Kasım 2019 

Alman edebiyatının Doğu ile ilgilenmesi öncelikle Haçlı seferleri ile olmuştur. İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina ve Osmanlı İmparatorluğunun yükselişi Alman edebiyatçılarının Doğu’ya yönelmesine ve Doğu edebiyatından etkilenmesine yol açmıştır.

Bu yazımda Doğu edebiyatından etkilenen Alman edebiyatçılardan örnekler vererek kısaca bahsetmek istiyorum.

Johann Wolfgang von Goethe

Doğu edebiyatından en çok etkilenen Alman edebiyatçıları arasında büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749-1832) en başta geldiği değerlendirilmektedir.

Goethe'nin büyük eseri ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’’ (West–östlicher Diwan)ında ‘’Buch Süleika’’ isminde bir bölüm var. Bu bölümünde ''Süleika'' diye anlatılan hikâye bizim bildiğimiz ‘’Züleyhâ’’ hikâyesidir.  Goethe, Batı - Doğu Divânı üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’i ‘’Züleyhâ’’ya  benzeterek en güzel şiirlerini ''Süleika'' (Züleyhâ) ismiyle Marianna için yazar…

Goethe, ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra bu divandan etkilenerek yazar….

Goethe’nin 1814 yılında yazdığı ve Batı – Doğu Dîvânı’nın temel taşı olan ‘’Buch Süleika’’ (Züleyhâ Kitabı) Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlüğü ile başlar:

‘’Ich gedachte in der Nacht                   (Gece düşünüyordum
Dass ich den Mond sähe im Schlaf:     Uykuda ayı görebilsem diye
Als ich aber erwachte;                          Uyandığımda;
Ging unvermutet die Sonne auf.’’          Aniden güneş doğmuştu.)

Şiirin özgün Farsça hali şu şekildedir:

Fikr mî-kerdem şebî k’ân-mâ-râ bînem be-h’âb
Men der’în bûdem ki nâgeh şod tulû’-ı âftâb

(Bir gece o mâhı rüyâda göreyim diye tefekkür ediyordum. Ben bu fikirde iken ansızın âftâb tulû’ etdi.)

Günümüz Türkçesiyle:

‘’Gece ay gibi güzeli rüyada görebilsem diye düşünüyordum. Bu düşüncedeyken ben ansızın güneş doğuvermez mi?’’

Jakop Willemer, Goethe’nin büyük aşkı Marianne’yi 1800 yılında evine alır ancak Willemer, Marianne ile 1814 yılında aniden evlenir. Goethe ve Marianne birbirilerine âşıktırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar. Willemer’in, Marianne ile bu ani evliliğinin sebebi olarak Willemer’in bu ilişkiyi sezmesi üzerine olduğu rivayet edilir. Willemer dürüst, çalışkan ve zengin birisidir tıpkı Züleyhâ’nın kocası Potifar (Kitfir)  gibi.

Goethe, Batı – Doğu Dîvânı’nın ‘’Süleika Buch’’ bölümünde şiirlerinde Yusuf yerine ‘’Hatem’’ ismini kullanır ve Hatem ile Süleika karşılıklı olarak şiirleşirler. 

Goethe, Dîvân’ında Süleika (Züleyhâ) şiirinin bir yerinde şöyle der

‘’Süsses Dichten, lautre Wahrheit          (Nefis şiirlerden, gürültülü hakikatle
Fesselt mich in Sympathie!                     Zincirlerle bağlar beni gönlüme!
Rein verkörpert Liebesklarheit                Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
In Gewand der Poesie.’’                         Çıkar şiir kılığında önüme)

Ve bu uzun destanımsı şiir ilahi aşka vurgu yapılarak şöyle biter:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.)

Doğu kültürüne büyük ilgi duyan Goethe ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’’ni yazdıktan sonra yıllarca üzerinde çalıştığı ikinci büyük eseri ‘’Faust’’a yönelir.. . Faust’ta da doğunun en meşhur masalı ‘’1001 Gece Masalları’’nın izleri ve etkisi bulunur. Sadece Faust’ta değil Goethe’nin bütün eserlerinde yer alan insanlar, figürler ve mekânlar hep Doğu’dandır. Goethe’nin ‘’Genç Werther’in Acıları’’ (bu eseri sayfamda daha önce anlatmıştım) ve ‘’Ruh Yakınlıkları’’ isimli eserlerinde de ‘’Binbir Gece Masalları’’’nın izleri görünür. Ayrıca Goethe’nin ‘’Faust’’ kitabındaki Faust karakteriyle ‘’Hafız Divanı’’ arasında büyük benzerlikler vardır.

Goethe, sadece Doğu kültürüne değil İslam dinine de büyük ilgi duyar. Goethe, “Götz von Berlichen” oyununda, Kuran’dan bir sureyi alıntılar.  

Goethe bir şiirinde Allah'ı şöyle tanımlar: 

''Gottes ist der Orient!
Gottes ist der Occident!
Nord- und südliches Gelände
Ruht im Frieden seiner Hände!

Er, der einzige Gerechte,
Will für jedermann das Rechte.
Sei von seinen hundert Namen
Dieser hochgelobet! Amen.''

(Doğu da Allah'ındır!
Batı da Allah'ın!
Kuzeyi ve Güney sahası
Sulh içindedir O'nun kudretiyle

O, tek "Âdil" olan,
Hak olanı istiyor herkes için
O'nun yüz isminden biri de "el-Adl"
Bu yüce isim çok yüceltilsin! Amin.)

Hammer Purgstall

Aslında Doğu edebiyatı ile ilgilenen sadece Goethe değildi… Bahsettiğim gibi Goethe’, ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra yazar...

Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall (1774-1856) bir diplomat, bir tarihçi ve bir tercümandır. Tarihçiler arasında ‘’Hammer’’ diye bilinir.  Hammer, ‘’Binbir Gece Masalları’’nı, Evliya Çelebi’nin ‘’Seyahatnamesi’ ve ve Katip Çelebi'nin ''Cihannüma''sının bazı bölümlerini ve ‘’Hafız’'ın ‘’Divan’’ını Almancaya çevirir. Bahsettiğim gibi Hafız’ın bu ‘’Divan’’ı Goethe’nin ‘’’West–östlicher Diwan’’ına ilham verir.  ‘’Hammer Tarihi’’ olarak bilinen 10 ciltlik yapıtı ‘’Geschichte des osmanischen Reiches'’i (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) 1827-1832 yıllarında yayınlar…

Hammer’in Oryantalizm hakkındaki görüşleri ise kısaca şöyledir: “Bizim heyecanlı çalışmalarımızın ışığı doğudan yükselmiştir.’’

Hammer, Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanı sıra İtalyanca, Fransızca, Yunanca ve Latince dillerine de hâkimdir… Hammer, Batılıların Türklere ve İslam’a duyduğu önyargıya verdiği tepki sebebiyle ismini zaman zaman "Yusuf Hammer" olarak değiştirir ve bazen de imzasını bu isimle atar.

Hammer, ölmeden önce mezar taşını hazırlatır. Hammer, vefat ettiğinde vasiyeti üzerine, Hristiyan olmasına rağmen İslami usullere göre defnedilir. Hammer’in alaturka usullerle yapılmış olan kabri halen Viyana’nın kuzeyindeki Klosterneuburg semtindeki Ölosternburg mezarlığında bulunmaktadır. Ve Hammer’in mezar taşında Kur'an ayetlerinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Türkçe beyitler yazılıdır.  Bu yazılardan birisi de şu kitabedir: "Hüve'l bâkî, rahman olan Allah’ın merhametine sığınan üç dilin mütercimi Yûsuf Hammer."

Hammer'in mezarının fotoğraflarını yazımın sonunda verdim... 

Friedrich Rückert

Hammer’in, şair, doğu bilimci ve filozof olan bir Alman öğrencisi var: Friedrich Rückert. (1788-1866) Rückert, Osmanlı tarihçisi Hammer-Purgstall’den Arapça, Farsça ve Türkçe öğrendikten sonra Doğu edebiyatı ile ilgilenir ve doğunun klasik şairlerinden Sadi, Hafız, Cami ve Mevlana’dan çeviriler yapar. Rückert, özellikle Mevlana’ya büyük hayranlık duyar ve çalışmalarını Mevlana üzerine yoğunlaştırır... Rückert, Mevlana için övgü gazelleri yazar hem de gazeli şiirlerinde özgün “vezin” ölçüsüne göre tam olarak Almanca kullanarak… Rückert, Mevlana’yı şu şekilde tanımlar:

‘’Mewlana nennt sich das Licht im Osten,
 Dessen Widereschein euch zeiget mein Gedicht’’

(Mevlana doğuda bir ışıktır, deniyor
Onun yansımasını benim şiirim gösteriyor.)

Rückert, Mevlana’nın düşüncelerini dizelere de döker:

"Mecusi, Brahman, Hırıstiyan ve Müslümanım,
Sen de benim güvencemsin, gel uzaklaşma Hint tapınaklannda,
Camilerde ve Kilisede yöneldiğim,
Sadece senin yiizündür, gel uzaklaşma"

Rückert, her üç dine olan yakınlığını şöyle anlatır:

‘’Ich war im Garten, als das Paar darinnen war,
Und als hinein die Schlange kroch, ich liebe lang.
Als Pharao verschlungen ward vom rothen Meer,
Hielt ich die Hände Mosis hoch, ich liebe lang.
Mit Noe in der Arch’, im Brunnen mit Joseph,
Im Himmel war ich mit Henoch, ich liebe lang.
Als Mohammed durch alle Höh’n der Himmel fuhr,
Fand er im siebenten mich hoch, ich liebe lang.’’

(Ben de cennette idim, o ünlü çift oradayken,
Yılan oraya sızmıştı ya, o zaman; Sevgim yücedir benim!
Firavun kızıl denize gömüldüğünde, Musa’nın ellerini havaya ben kaldırdım; Sevgim yücedir benim! Gemide Nuh ile, çeşmede Yusuf ile
Gökyüzünde İsa ile birlikteydim. Sevgim yücedir benim!
Muhammed gökyüzünün katlarını dolaştığında,
Yedinci katta beni gördü, Sevgim yücedir benim!’’

Gotthold Ephraim Lessing

Alman dünyasında Doğu edebiyatı ile ilgi ilk olarak Aydınlanma Çağı'nın önde gelen temsilcilerinden olan Alman yazar, filozof, gazeteci ve Alman Edebiyatının ilk önemli eleştirmeni Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781) ile başlar. Lessing, ‘’Bilge Nathan’’ (Nathan der Weise) (Elips Kitap, 2010) adlı eserinde mekân olarak üç ilahi dinin (İslamiyet, Musevilik, Hristiyanlık) kesiştiği nokta olan Kudüs’ü seçer. Zaman olarak da Haçlı Seferleri’nin yaşandığı dönemi ele alır. Aynı zamanda esere de adını veren hikâye kahramanı Nathan varlıklı bir Yahudi tüccardır. Lessing’in eserinin merkezine Sultan Selahattin’i alır. Lessing’in eserinde; tek tanrılı dünya dinleri kısmen farklılıklar taşısalar da tek tanrılı dinlerin esasta insanları Tanrı’ya ideal bir kul olmayı hedeflediği ve düşmanlığı değil kardeşliği simgelediği mesajını verir.

Christoph Martin Wieland

Almanya’da klasisizm ve romantizm akımlarının öncüsü sayılan, şair, çevirmen ve Aydınlanma Döneminden bir yayımcı olan Christoph Martin Wieland (1773-1813) da masallarında Doğu motiflerine yer verir.  Wieland, “Cinistan” (Dschinnistan) adını taşıyan 19 adet öyküler koleksiyonunda zarif peri ve hayalet masallarına yer verir. Bu masallarda da Wieland, Doğu motiflerini kullanarak Eski Mısır ve Türk masallarından alıntılar yapar. ‘’Cinistan’’da geçen cin figürü de ‘’Binbir Gece Masalları’’nda sıklıkla karşılaştığımız bir figürdür.  Christoph Martin Wieland, aynı zamanda Johann Gottfried Herder, Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller'den oluşan Klassizmin ‘’Dört  Beyni’'nin en yaşlısıdır.

Christian Johann Heinrich Heine 

Doğu kültüründen etkilenen bir diğer Alman şair de Christian Johann Heinrich Heine (1797 - 1856)dir. Heinrich Heine, 19. yüzyılın en ünlü ve romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan Alman şairidir. 

Gazneli Mahmut, eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanı olan ‘’Şehnâme’’yi Firdevsî'ye yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür. Bu ödeme konusunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi de Heinrich Heine'ye aittir. Heinrich Heine bu ödeme konusuna, ‘’Der Dichter Firdusi’’ (Şair Firdevsî) isimli üç bölümlük çok güzel bir şiirinde yer verir. Heine şiirinde; Firdevsî’den Firdusi, Şehnâme’’den Schach Nameh, Firdevsî’nin şehri olan Tus şehrini de Thus olarak bahseder. 

Şiir şu dize ile başlar:

‘’Goldne Menschen, Silbermenschen!
Spricht ein Lump von einem Toman,
Ist die Rede nur von Silber,
Ist gemeint ein Silbertoman.’’

(Firdevsî ve Heinrich Heine’yi yine bu sayfamda daha önce anlatmış ve şiirin tamamını da bu yazımda vermiştim.)

Heine'nin şiirinde özetle şu hikâye anlatılır:

Şehnâme’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar nerede diye? Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair kendi şehrinde (Tus) eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler, paha biçilmez nesneler yüklenir... Sultanın kervanı sekiz günlük bir yolculuktan sonra şaşa ile Firdevsî’nin yaşadığı bir dağın yamacına kurulmuş şehre giriyordur ki, aynı şehrin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır!

Novalis

Erken Alman romantizminin söz ustası, filozofu Novalis (1772-1801)’in, (Gerçek ismi "Georg Philipp Friedrich Freiherr von Hardenberg") “Heinrich von Ofterdingen” (Doğu Batı Yayınları, 2014) isimli romanında Şark’ı “Şiirin ve Romantizmin Ülkesi” olarak tanımlar…

Diğerleri

Alman edebiyatında Doğu’ya öykünen edebiyatçılar bu isimlerle de sınırlı değildir. Wilhelm von Humbold, Friedrich Schlegel, August Wilhelm Schlegel ve Graf von Platen gibi edebiyatçılar Doğu’nun büyülü atmosferinden etkilenerek Doğu’yu bütün dinlerin, dillerin, şiirin ve romatizmin ülkesi olarak telakki ederler...

Son söz

Ne hazin değil mi? Zamanın ünlü Alman edebiyatçıları Şark'a öykünürken, Şark'ı ‘’şiirin ve romantizmin ülkesi’’ olarak anarlarken, şimdi ise Şark ‘’Despotizmin, bağnazlığın ve sefaletin ülkesi’’ olarak tanımlanmaktadır… Ne olmuştu da Şark bu hallere düşmüştür? Düşünenlerin ve siyasilerin üzerinde düşünmesi gereken bir konudur...

Osman AYDOĞAN

Hammer’im alaturka usullerle yapılmış olan, Viyana’nın kuzeyindeki Klosterneuburg semtindeki Ölosternburg mezarlığında bulunan kabri: 










 




Kadına yönelik şiddet...

25 Kasım 2019

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

‘’25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' tüm dünyada kutlanıyor. 1999’da, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla ilan edilmiş bir gün.

Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960’ta Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.

‘’Kadına Yönelik Şiddet’’ tanımı

Günümüzde kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet giderek artan önemli bir toplumsal sorunlardan birisi haline geliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şiddetin tanımını “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma ihtimali bulunması” olarak yapıyor…

WHO, görüldüğü gibi şiddetin tanımını ‘’Fiziksel Şiddet’’ ve ‘’Psikolojik Şiddet’’ olarak ikiye ayırıyor…

Fiziksel şiddet içeriğinde; dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedene zarar gelmesine sebep olmak yer alıyor...

Psikolojik şiddet içeriğinde ise; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları bulunuyor…

Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabiliyor… Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabiliyor.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet

Günümüzde kadına yönelik her iki şiddetin ülkemizde ne kadar yaygın olduğu konusunda sağlıklı rakamlar ne yazık ki elimizde mevcut bulunmamaktadır. Bunun nedeni psikolojik şiddet çoğunlukla kayıtlara girmezken fiziksel şiddette ise intihar süsü verilerek üstünün kapatılması ve her iki şiddet mağduru kadınların sessiz kalıp kendini kaderine mahkûm etmeleri olarak gösterilmektedir.

Ancak buna rağmen değişik kaynaklardan alınan verileri sunacak olursam 2019 yılında Ocak ayından Kasım ayına kadar geçen 324 günde bilinen erkekler tarafından 302 kadın öldürülmüş, 532 kadın şiddete uğramıştır. Sadece 2019 yılının Ocak Haziran aylarında 31 kadın tecavüze uğramış, 288 kadın seks işçiliğine zorlanmış, 138 kadın tacize uğramış ve 139 çocuk istismar edilmiştir.

Ancak bu sayı geçmiş yıllardan bugüne artarak gelmiştir. TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan ‘’Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme Raporu’’nda Türkiye’de kadın cinayetlerinin son 10 yılda %1400 arttığı ileri sürülmektedir

Ülkemizde kadın cinayetlerindeki bu artış gibi kadına yönelik olarak yapılan şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing gibi farklı alanlarda da benzer oranlarda kadına şiddet artarak devam etmiştir.

Türkiye’de kadına yönelik artan şiddetin kaynağı

Ülkemizdeki kadına yönelik artan bu şiddetin psikolojik, sosyolojik,  kültürel, geleneksel ve ekonomik nedenleri başta olmak üzere çeşitli sebepleri vardır. Ancak kadına yönelik bu artışın dört nedeni var ki üzerinde önemle durulmalıdır diye değerlendiriyorum.  

Bunlardan birincisi; toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemidir. Bu söylemlerden kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen sözcükler, erkeklerin zihninde her zaman için patlamaya hazır bombalar gibi yer almaktadır.

Bunlardan ikincisi kadına ve çocuklara yönelik şiddetin cezasız kalması veya verilen cezaların caydırıcı olamamasıdır… Tecavüzde hâkim karşısında kravat takmanın nasıl bir iyi hal indirimi olabilir ki? Veya değişik kurslarda, yurtlarda ve vakıflarda çocuklara yapılan toplu tecavüz vakalarının üstü örtülmüştür. Bir bakan, hem de kadın bir bakan bir vakıftaki 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olarak "Bir kere yaşanmış bir olay" diyebilmiştir.

Bunlardan üçüncüsü ülkenin siyasi atmosferine hâkim olan şiddet kültürüdür. İktidarı ile muhalefeti ile siyaset meydanlarında, meclis kürsülerinde, TV’lerde, haber kanallarında ve açık oturumlarda sarf edilen kötü ve sert tondaki ağıza alınamayacak sözler, çirkin ifadeler, hakaretler, aşağılamalar ve buralarda sergilenen çatık kaşlar, parmak göstermeler, şiddet ve celâl tüm ülke sathına dalga dalga ve katlanarak yayılarak caddelere, sokaklara, evlere, odalara ve kuytu yerlere ulaşmakta ve buralarda kim kimi zayıf bulmuşsa onun ve özellikle toplumdaki en savunmasız cins olan kadınların bedenlerinde somutlaşmaktadır…

Bunlardan dördüncüsü siyasetçilerin kullandığı kadın düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı eril dildir. Eril dil ve kadın düşmanı açıklamalar her partinin siyasetçilerince yapılıyor. Ancak bu konuda birinciliği iktidar partisinin kimseye kaptırmadığı kesin.

Siyasetçinin eril dili

İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dile örnekler verecek olursak:

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006 )

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarıldı.

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan Cumhurbaşkanı, " Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen Eşitlik İzleme Kadın Grubu’ndan (EŞİTİZ) avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok…

Siyasetçinin bu eril dilinin sonuçları

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve La Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkilemektedir.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşanlar iktidara mensup kişiler ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir...

Şiddete kaynaklık teşkil eden siyasetteki dil sorunu

Siyasetin temelinde ‘’dil’’ kavramı yatmaktadır. Bu nedenle de ‘’siyaset dili’’ büyük önem taşır. İster iktidarda, ister muhalefette olsun siyasetçinin dili, oraya buraya çekilmeyecek, kutuplaşmaya zemin hazırlamayacak ölçüde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır.

Siyasette yanlış anlamalara, alınganlıklara zemin hazırlayan, kutuplaştıran, öfke ve şiddet içeren sözler, davranışlar; yerini, akılcı ve gerçekçi çizgide söylemlere, tutum ve davranışlara bırakmalıdır.

Siyasetçi ‘’insanı merkeze alarak’’ halka anlayış, saygı ve sevgi ile yaklaşmalı, içten ve olumlu sözlerini beden dili ile bütünleştirmelidir. Ağzından çıkacak her sözü yerinde ve zamanında kullanmalı, böylece halk ile sıcak ilişki kurma becerisini gösterebilmelidir. Unutulmamalıdır ki “siyaset”; aklını kullanarak, dil ve beden dili aracılığı ile problemleri zor kullanmadan tatlılıkla çözme sanatıdır.

Politikada tartışma mutlaka olacaktır ama siyasi terbiye ve nezaket sınırlarını aşan, “olumsuz sözler ve davranışlar’’ halk sağlığını tehdit etmektedir.

Siyasetçi, toplumda ‘’rol-model’’, yani örnek olma görevini üstlenmiş kişi demektir. Bu bakımdan, zaman zaman onun dilinde ifadesini bulan öfke yüklü söylemler ve buna bağlı olarak sergilenen itici, kışkırtıcı jestler, mimikler ve davranışlar anlattığım gibi hiç de olumlu sonuçlar doğurmamaktadır.

Bu bağlamda, hiçbir siyasetçinin olumsuz sözleri, tutum ve davranışları kendisiyle sınırlı kalmamakta, hatta dalga dalga ülke sathına yayılarak bir domino etkisi yaratıp, toplumsal ve sosyal huzuru ve barışı bütünüyle tehlikeye düşmektedir. 

Bu nedenle her siyasetçi, önce iyice düşünmeli, sonra dikkatli bir şekilde konuşmalı ve nihayet özenli, olgun, örnek oluşturacak olumlu tavırlar sergilemelidir…

Kadını ihmal

Günümüz dünyasında kadına yönelik şiddetin bir başka boyutu daha vardır. Onu da yazmadan geçmek istemiyorum… Kadına yönelik şiddette gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...

Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...

Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir..

Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir...

Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir.

Sonuç

Kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak için 25 Kasım gününü bekleyerek sadece bu günü bir mücadele günü olarak anmak kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde pek bir anlam ifade etmeyecektir.

Öncelikle iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi çatışma ve şiddet kültürünü terk etmelidir. Siyasetçinin dili uzlaşıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı olacak şekilde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır. 

İktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi; kadın konusundaki ilkel düşüncesini, eril dilini ve maço davranışlarını düzeltmelidir…Kadın - erkek eşitliği konusunda siyasetçi topluma örnek olmalıdır. 

Sözlüklerde yer alan, erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik fosilleşmiş, kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen nefret sözcüklerinin tamamı ayıklanmalı ve bir daha kullanılmamalıdır.

Kadına yönelik şiddette verilen cezalar caydırıcı olmalıdır.

Bu konuda eyleme geçmeyen sözlerin konuya hiçbir katkısı olmayacaktır.

Zaman eylem zamanıdır… 

Osman AYDOĞAN 




Züleyhâ

25 Kasım 2019

Ülkede sanal gündemler birbirini kovalıyor.  Örneğin ‘’mektup’’ konusu… Örneğin ‘’saraya giden gitmeyen’’ tartışması... TV’lerdeki açık oturumların ülke gündemiyle hiç mi hiç ilgisi yok… Ülkede bütün bu yaşananlar bana Uğur Mumcu'nun 1980 öncesi ve sonrası ülkenin içine düştüğü siyasal, toplumsal bunalımları anlatırken kullandığı bir tanımlamasını hatırlatıyor: “Burası Türkiye Tımarhane Cumhuriyeti” (TTC) Korkuyorum, gidişatın buraya doğru olmasından korkuyorum… Fatih Erkoç’un kulakları çınlasın; ‘’Oynatmaya az kaldı!’’

Şimdi bırakın mektubu, Saray’a gideni girmeyeni, minarelerin olmayan şerefeleri için hükumete yapılan ağır (!) eleştirileri… Bakın Kasım ayı da gidiyor usul usul, yavaş yavaş, ağır ağır… Artık ağaçlarda sayılı yapraklar kaldı... Onlar da düştü düşecek yerlere…

Gelin ben size bu ortamda bu sayfamda daha önce anlattığım, Goethe'nin o büyük eseri ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’’ (West–östlicher Divan)ında ‘’Buch Süleika’’ bölümünde geçen hikâyeyi anlatayım... Aslında ''Süleika'' bizim bildiğimiz bir isim ve bildiğimiz bir hikâye: Züleyhâ

Ama önce hikâyeyi bizim bildiğimiz şekliyle anlatayım…

Kutsal kitaplara geçen, eskilerin deyimiyle "ahsen ül kıssa" denilen, yani "öykülerin en güzeli" unvanına sahip efsanevi bir aşk hikâyesidir ''Züleyhâ''

Zeki Bulduk ‘’Züleyhâ, Hüzün Bulutlarından Ağlayan Kadın’’ (Hayykitap, 2010) isminde anlatımı şiir tadında olan güzel kitabında işte bu hikâyeyi anlatır. Kitapta Züleyhâ şöyle anlatılır:

‘’Bir kadın vardı; kınanmış. Bir kadın vardı; âşık. Bir kadın; sabır taşı çatlamak üzere olan. Bir kadın vardı; dünyanın en güzel erkeğine sevdalanmış. Bir kadın vardı; adı güzelin yanına yazılan. Bir kadın vardı; hikâyesi bin yıllardır anlatılan. Bir kadın vardı; günahının karanlığına hapsedilen ama ruhundaki izlerden haber verilmeyen. Bir kadın vardı; aşkın dört halini de yaşadığı halde günahkâr diye damgalanan. Bir kadın vardı; sevdiğinin yalnızlığında. Öyle ya, insan sevdiğine benzerdi. O kadın savunma yapmayı ve temize çıkmayı hak ediyordu. Çünkü Yusuf’u sevmişti. O kadın Züleyhâ'ydı.’’

Ve kitapta Züleyhâ şöyle tanımlanır: '’Bir rüya ecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın lacivert gecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın tam ortasından seker gibi geçen ahulara bakışlar vermişti Züleyhâ.'’

Aslı Zelicka'dır. Züleyhâ Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise Zelihâ'dır. Potifar (Kıftir)'in eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyhâ'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğludur... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümündedir.  Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de yer alır (Yusuf Suresi). Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Girişte de bahsettiğim gibi eskilerce ''hikâyelerin en güzeli'' (ahsen ül kıssa) diye tanımlanmıştır.

Kenan ülkesinde yaşayan Yakup peygamber ''bereketli buğday tanelerim'' diye sevdiği çocukları arasında ayırım yaparak Yusuf’u hepsinden çok sever. İşte bu sevgi Yusuf’un yazgısını çizerek, bedelini hem Yakup’a hem Yusuf’a ödetir. Kıskanç kardeşleri Yusuf’u çöl ortasında bir kuyuya atarlar ve babalarına, ''kardeşimizi kurt yedi'' diye anlatırlar. Yakup’un ağlamaktan gözleri görmez olur. Yusuf bölgeden geçmekte olan kervancılar tarafından kuyudan kurtarılarak köle olarak Mısır'da satılır. "Mısır Azizi" Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Potifar (Kıtfir)'in karısı Züleyhâ çılgınca âşık olur Yusuf'a. 

Züleyhâ'nın Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır. Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığı vardır ancak hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış…

Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş Züleyhâ, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyhâ'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece... Oysa Züleyhâ kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş. 

Züleyhâ'ya demişler "bak ay çıktı", Züleyhâ demiş ki ‘’Yusuf göğe mi baktı?"

Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyhâ, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş... Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş... Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyhâ. 

Çok zordu Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı anlaması!
Çok kolaydı Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı kınaması!

13. yüzyılda yaşamış Fars şair ve İslam âlimi Şeyh Sadî Şiraziî'nin ''Bostan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli kitabında da Züleyhâ şu şekilde yer alır:

Bir gün Züleyhâ aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmıştı. Züleyhâ’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmazdı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapa­mış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyhâ; el­lerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan ke­silen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kâinatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”

(Kur'anı Kerim, Yusuf Suresi, 23. ''Evinde bulunduğu kadın (Züleyhâ), onun (Yusuf) nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve 'haydi gel!' dedi. O da '(hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!' dedi.'')

Fakat Züleyhâ'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Bir Arap şair şöyle demiş Yusuf zindana giderken:

‘’Herkes, Yusuf'un yırtılmış gömleğine bakıyor.
Kimse, Züleyhâ'nın paramparça olmuş kalbine bakmıyor.’’

Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyhâ'yla evlenmiş.

Büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe de yazımın girişinde bahsettiğim gibi Batı - Doğu Divanı (West-östlicher Divan) üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’e benzeterek en güzel şiirlerini ''Süleika'' (Züleyhâ) ismiyle Marianna için yazar.

Goethe bu derin aşkı yaşarken yazdığı Dîvân’ın “Züleyhâ Kitabı’’ (Buch Süleika) bölümünde ve aynı adlı şiirinde bir destanla eş değer tutulacak kadar uzun soluklu aşkını dile getirir. Ünlü şair, bir şiirinin sonunda ilahi aşka vurgu yaparak Marianne’ye şöyle hitap eder:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.) 

(Konu bütünlüğü bozulmasın, konu dağılmasın diye ilgilenen okuyucular için Goethe’nin Batı - Doğu Dîvânı’nda geçen ‘’Buch Süleika’’ (Züleyha Kitabı) bölümünü çok özet olarak yazımın sonuna aldım).(*)

Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’nun ‘’Yusuf ile Züleyhâ (Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün)’’ (Timas Yayınları 2016) isimli yine şiir gibi anlatımı olan bir kitabı var. Bu kitapta geçerdi: ''…İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyhâ mı? Zindan kimin kaderi, Yusuf'un mu, Yakup’un mu yoksa Züleyhâ'nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyhâ yok aslında. Hepsi bir, hepsi o bir, hepsi tek bir...’’

Bu kitaptan üç bölüm aktaracağım.

Birincisi: ''Züleyhâ’nın Yusuf’a mektup yazması''; 

''Yusuf" yazdı Züleyhâ, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyhâ devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyhâ Yusuf'a bir mektup yazmaya başlayınca "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın nâmesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyhâ'nın lügatinde "Yusuf’’tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."

İkincisi: ''Tasavvuftaki 'varlık' kavramının anlatılması'';

Bir gün Yusuf’un güzellik şöhretini duyan bir bedevi, çöller aşıp seraplara kanmadan, vahalarda duraklayıp hiç yolundan sapmadan Yusuf’u görmek için Kenan iline varmıştı. Yanına vardığı zaman, Yusuf, o güzellik güneşi, çocukça bir sevinçle gülümsedi. Ve dedi: "De bakalım ey bedevi, bunca yolu aştın ve geldin. Bir yükün olmalı. Sözün hazinesinden ya da meta denizinden ne getirdin bana?"

Yoksul bedevi gülümsedi. Ve dedi ki: "Yusuf, ey Kenan'a doğan dolunay! Ey varlığı varlıklara sebep olandan nişane olan! Gülümsedin, içim aydınlandı. Baktın ve konuştun ya benimle artık yitmem, eskimem. Lakin güzelliğin denizinde yekta inci iken sen, benim gibi yoksul bir bedevi sana ne verebilir ki? Sende olmayan, bende, ne olabilir ki?"

Böyle diyerek bedevi, sırtındaki deve tüyü heybeden bir ayna çıkardı usulca. Küçük, yuvarlak bir el aynası, kıymetsiz bir şey. "Sana" dedi, "en uygun armağan bir ayna olabilir yine de. Bir ayna ki baktığında kendi güzelliğini görebilesin. Ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya, nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir şey değildir senin de güzelliğin. Sen suretsin, o asıl. Sen fersin, o mana. Sen bedensin, o ruh. Sen gurbetsin, o yurt. Sen parçasın, o bütün. Sen gölgesin, o ışık."

Böyle söyleyip de geldiği uzun yolları aşmak üzere geri dönerken bedevi, Yusuf baktı elindeki aynaya. Ve "bildim" dedi. "Her şey o'ndan, sen de o'ndan, ben de o'ndan! Bunu söylemek istiyorsun. Ve ben bunu biliyorum.''

Üçüncüsü de: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi’';

Bir gün Züleyhâ, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyhâ'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyhâ gibi takamazdı. 

Birden bir meczup, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyhâ'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyhâ tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyhâ'nın yüzüne bakmaya başladı meczup, "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni!" Züleyhâ kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczup oralı bile olmadı. "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem." Züleyhâ bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczup sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi. 

O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi."

Ve siz, ey gözleri olanlar! Bir gülümsemenin bir nasıl sadaka olduğunu bilir misiniz?

Ve siz, ey kalpleri olanlar! Sevmenin bir nasıl duygu olduğunu Züleyhâ gibi bilir misiniz?

''Züleyhâ...'' dedi, ''sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem.''

Osman AYDOĞAN

(*) Konu bütünlüğü bozulmasın, konu dağılmasın diye ilgilenen okuyucular için Goethe’nin Batı - Doğu Dîvânı’nda (West–östlicher Divan) ‘’Buch Süleika’’ (Züleyha Kitabı) diye Züleyhâ’nın anlatıldığı bölümü çok özet olarak buraya aldım.

Goethe, büyük eseri ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı İslam felsefesi ve tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan, Doğu şiiri incelemelerinden yıllar sonra, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra yazar. Bu dönemde Goethe, genç bir kadına, Marianne von Willemer’e hayranlık duymaktadır. Divan’ın iki önemli karakteri olan ‘’Suleika’’ (Züleyhâ) Marianne’yi; ''Hatem'' de şairin kendisini temsil etmektedir….

Goethe’nin 1814 yılında yazdığı ve Batı – Doğu Dîvânı’nın temel taşı olan ‘’Buch Süleika’’ (Züleyhâ Kitabı) Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlüğü ile başlar:

‘’Ich gedachte in der Nacht                   (Gece düşünüyordum
Dass ich den Mond sähe im Schlaf:     Uykuda ayı görebilsem diye
Als ich aber erwachte;                          Uyandığımda;
Ging unvermutet die Sonne auf.’’          Aniden güneş doğmuştu.)

Şiirin özgün Farsça hali şu şekildedir:

Fikr mî-kerdem şebî k’ân-mâ-râ bînem be-h’âb
Men der’în bûdem ki nâgeh şod tulû’-ı âftâb

(Bir gece o mâhı rüyâda göreyim diye tefekkür ediyordum. Ben bu fikrde iken ansızın âftâb tulû’ etdi.)

Günümüz Türkçesiyle:

‘’Gece ay gibi güzeli rüyada görebilsem diye düşünüyordum. Bu düşüncedeyken ben ansızın güneş doğuvermez mi?’’

Jakop Willemer, Goethe’nin büyük aşkı Marianne’yi 1800 yılında evine alır ancak Willemer, Marianne ile 1814 yılında aniden evlenir. Goethe ve Marianne birbirilerine âşıktırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar. Willemer’in, Marianne ile bu ani evliliğinin sebebi olarak Willemer’in bu ilişkiyi sezmesi üzerine olduğu rivayet edilir. Willemer dürüst, çalışkan ve zengin birisidir tıpkı Züleyhâ’nın kocası Potifar (Kitfir)  gibi.

Goethe, Batı – Doğu Dîvânı’nın ‘’Süleika Buch’’ bölümünde şiirlerinde Yusuf yerine ‘’Hatem’’ ismini kullanır ve Hatem ile Süleika karşılıklı olarak şiirleşirler. 

Goethe, Hatem adı altında Marianne (Süleika)’ya yazdığı şiirin ilk düzesinde şöyle yazar:

‘’Nicht Gelegenheit macht Diebe          (Fırsat hırsız yaratmaz
Sie ist selbst der grosste Dieb              Fırsat en büyük hırsızdır)

Burada Goethe ‘’Fırsat hırsız yaratır’’ (Die Gelegenheit macht Diebe) Alman atasözüne atıf yapar.

Dîvân’da daha sonra Marianne (Süleika), Goethe (Hatem)’e şiirle cevap verir. Bu şiirin de ilk iki dizesi şu şekildedir:

‘’Hochbeglück in deine Liebe                 (Aşkınla mutluluktan uçarken
Schelt ich nicht Gelegenheit’’                Yakınmam fırsattan)

Goethe, Dîvân’ında Süleika (Züleyhâ) şiirinin bir yerinde şöyle der

‘’Süsses Dichten, lautre Wahrheit          (Nefis şiirlerden, gürültülü hakikatle
Fesselt mich in Sympathie!                     Zincirlerle bağlar beni gönlüme!
Rein verkörpert Liebesklarheit                Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
In Gewand der Poesie.’’                         Çıkar şiir kılığında önüme)

Ve bu uzun destanımsı şiir ilahi aşka vurgu yapılarak şöyle biter:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.)




Öğretmenler Günü

24 Kasım 2019

24 Kasım 1928, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün "Millet Mektepleri Başöğretmenliği"ni kabul ettiği gündür. Bakanlar Kurulu, Mustafa Kemal Atatürk’e "Millet Mektepleri Başöğretmenliği" unvanını 11 Kasım 1928'de yaptığı toplantıda vermiş ve bu unvan, 24 Kasım'da Millet Mektepleri Talimatnamesi'nin yayımlanması ile resmileşmişti.

Ayrıca 24 Kasım 1928 tarihi Millet Mekteplerinin açıldığı gündür. Osmanlı döneminde okuma yazma oranı değişik kaynaklarda yüzde 2 ile 4 arasında gösteriliyordu... Ancak bu oran I. Dünya Savaşı öncesiydi... Özellikle Çanakkale Muharebelerinde okuryazarların çoğu kaybedildiği için Cumhuriyet kurulduğunda bu oran çok daha azdı... Millet Mekteplerinde işte az olan bu okuma yazma oranını artırmak için yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmişti…

Millet Mekteplerinin açılışı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü olan 1981 yılından beri ‘’24 Kasım Öğretmenler Günü ‘’ olarak kutlanmaktadır.

Öğretmenler Günü’nün Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirilmesinin nedeni Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretmenlere verdiği büyük önemdi. Mustafa Kemal Atatürk yeni Türkiye’nin yaratılmasında öğretmenlere büyük görevler düştüğü inancındaydı.

Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Öğretmenler Kongresi’ni düzenleyerek asıl savaşın cehaletle yapılacağına ve çağdaş bir ulus olmamız için eğitimin yaygınlaşması gereğine inanıyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk, ‘’Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri olacaktır’’ ve “Ulusları kurtaracak olan yalnız ve ancak öğretmenlerdir” sözleriyle öğretmene verdiği önemi, değeri, duyduğu saygıyı ve öğretmenlere yüklediği sorumluluğu en güzel biçimde ifade etmiştir.

Yıl 1923. Meclis’de vekil maaşları tartışılmaktadır. Devrin Maliye vekili Gümüşhane mebusu Hasan Fehmi Bey (Ataç), Mustafa Kemal’e soruyor;  “Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz; ne kadar verelim?” Mustafa Kemal şöyle cevap veriyor: ‘’Öğretmen maaşlarını geçmesin!’’

Öğrencileri, öğretmenleri ve okulu çok seven Mustafa Kemal Atatürk yurt gezilerinde okullara uğrar, sınıflara girer, sıralara oturur, ders dinler, öğrencilere sorular sorar, öğretmenlerle konuşur, her yerde öğretmenliğin üstün bir meslek olduğunu anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolu bir gün bir köy okuluna düşer. Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordur. Mustafa Kemal Atatürk sınıfa girince, öğretmen kürsüsünü Atatürk'e terk etmek ister. Mustafa Kemal Atatürk: ‘’Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz’’ der ve şöyle devam eder konuşmasına: ‘’Eğer izin verirseniz biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfa girdiği zaman cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir...’’

Yıl 1923. Mustafa Kemal Atatürk'ün Kütahya Lisesinde öğretmenlere şöyle hitap eder:

‘’Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur... Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi.’’

Yıl 1924. Mualimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde Mustafa Kemal Atatürk şunları söyler: ‘’Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.’’

Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü...

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü kutlar, ebediyete intikal eden öğretmenlerimize Allah'tan rahmet diler, yaşayan öğretmenlerimize sonsuz şükran ve saygılarımı sunarım…  

Son söz: Toplumların uygarlık düzeyi öğretmene verdiği değerle ölçülür.

Osman AYDOĞAN

İlgili arkadaşlarım için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında Bursa’da,1923 yılında Kütahya’da öğretmenlere ve 1924 yılında Ankara’da Mualimler Birliği Kongresi üyelerine yaptığı konuşmalarının tam metnini veriyorum:

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere yaptığı konuşma

İstanbul’dan geliyorsunuz. Hoş geldiniz. İstanbul’un feyz meşalelerinin temsilcileri olan yüce topluluğunuz karşısında duyduğum sevinç sonsuzdur. Yüreklerinizdeki duyguları, kafalarınızdaki düşünceleri doğrudan doğruya gözlerinizde ve alınlarınızda okumak, benim için olağanüstü bir mutluluktur. Bu anda karşınızdaki en içten duygumu, izninizle söyleyeyim: İsterdim ki çocuk olayı, genç olayı, sizin ışık saçan sınıflarınızda bulunayım. Sizden feyz alayım. Siz bani yetiştiresiniz. O zaman ulusum için daha yararlı olurdum. Ne yazık ki elde edilemeyecek bir istek karşısında bulunuyoruz. Bunun yerine sizden başka bir istekte bulunacağım: Bu günün çocuklarını yetiştiriniz. Onları yurda, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden istiyor ve diliyorum.

Muallim Hanımlar, Muallim Beyler,

Yurdu ve ulusu kurtarmak isteyenler için yurtseverlik, iyi niyet, özveri çok gerekli niteliklerdir. Nedir ki bir toplumdaki hastalığı görmek, onu iyileştirmek, toplumu çağımızın isteklerine uygun olarak yükseltmek için bu nitelikler yetmez bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir. Bilim ve teknikle ilgili çalışmalar başladığı ve geliştirildiği yerse, okuldur. Bunu için okul gereklidir. Okul adını, hep birlikte, büyük saygı ile analım… (dinleyiciler, bir ağızdan “okul! diye bağırdılar).

Okul, genç beyinlere, insanlığa saygıyı, ulus ve yurt sevgisini, bağımsızlık onurunu öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düşünce, onu kurtarmak için tutulması uygun olan en doğru yolu belletir. Yurt ve ulusu kurtarmaya çalışanların ayrıca, işlerinde birer namuslu uzman ve birer çalışkan bilgin olmaları gereklidir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu yolla, girişilecek her türlü işin usa uygun sonuçlara ulaştırılması gerçekleşmiş olur.

Bayanlar, Baylar!

Yudumuz içinde uygarlıkla ilgili düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, bir an bile yitirilmeden, yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun içindir ki bilimle, teknikle uğraşanların bu alanlarda çalışmayı, birer namus borcu bilmeleri gerekir.

Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, yazarlarımız, durup dinlenmeden, ulusa bu acı günleri ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak yazacaklar, anlatacaklar, bu kara günlerin dönmemesi için, yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır.

Bayanlar, Baylar! Acı da olsa söyleyelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine değin, bir “Topluluk ” olarak yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya, bizi, yöneticilerimize göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır, tam bir ulus olarak yaşıyoruz. Bunu elle tutulur, gözle görülür kanıtı, hükümetimizin biçimi, hükümetimizin niteliğidir ki kanun onu Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı. Bütün dünya, bir an bile şüphe etmesin ki, Türkiye Devleti’nin biricik ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Bayağı çıkarlarını ve kendi güvenliklerini sağlamak için, ulus ve yurdun bağımsızlığını düşmanların eline bırakmakta bir sakınca görmeyen, bağımsızlığımıza son veren koşullara kapsayan Sevr Antlaşması’nı onayan yöneticilerin, sultanların, padişahların öykülerini, bu zorbaların yasa dışı davranışlarını Türk ulusu, artık, ancak ve yalnız tarihte okur.

Bayanlar, Baylar!

Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız. Son bir söz: Sizin, seçkin bir topluluk olarak Bursa’ya gelmeniz, yalnız Bursa’yı değil, bütün Anadolu’daki kardeşlerinizi sevindirdi. İstanbul’dan getirdiğiniz selamları, bütün ulusa duyuracağız. Ben de sizden rica edeceğim ki, oradaki kardeşlerimize selamlarımızı iletiniz. İstanbul’un alın yazısı, İstanbul’da yaşayan gerçek Türklerin gönüllerinde ve duygularında yaşattıkları dileğe uygun olarak çizilecektir.

Bursa, 27 Ekim 1922

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında Kütahya Lisesi’nde öğretmenlere yaptığı konuşma

Muallime hanımlar ve muallime efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.

Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.

Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.

Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.

Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.

Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.

Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.

Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.

Kütahya Lisesi, 24 Mart 1923

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında Mualimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde yaptığı konuşma:

Saygıdeğer Efendiler!
Öncelikle bu toplantıyı düzenleyen Vasıf Beyefendi’ye huzurunuzda birkaç söz söylemek fırsatını verdiklerinden dolayı özellikle teşekkür ederim.

Hanımlar, Beyler!
Seçkin meclisinizin içinde bulunmaktan dolayı sevinçliyim. Türkiye Mualimler Birliği’nin Ankara’da kararlaştırıldığı ilk kongresini çok büyük mutlulukla karşıladım. Memleketimiz ve cumhuriyetimiz için, sizler gibi kıymetli öğretmen hanım ve beylerinin burada toplanması çok verimli sonuçların ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Hanımlar, Beyler!
Türkiye Muallimler Birliği’nin bütün memlekette şekillenmesini, Konya’yı olduğu gibi Van’ı ve Hakkari’yi de teşkîlâtı içine almasını ve her köyde üyeye sahip olmasını derin bir ilgi ile bekleyeceğim.

Öğretmenler!
Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.

Ben millî öğretim ve millî eğitimimiz hakkındaki görüşlerimi çeşitli zamanlarda ve çeşitli nedenlerle söyledim. Fakat bu görüşlerimi birkaç kelimede toplayarak tekrar etmeyi faydasız görmüyorum.

Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Millî ahlâkımız, uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle arttırılmalıdır. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlâk, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.

Efendiler! Bu görüşümde sizin tamamen benimle beraber olduğunuza şüphe etmiyorum. Genel öğrenim ve eğitim programımız da bu temelleri içine alır. Fakat biliyorsunuz ki, görüşlerin, programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte verim ve eser verebilmesi, onların becerikli, anlayışlı ve özverili öğretmenlerimiz tarafından okullarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulamasına bağlıdır. İşte özellikle sizden rica edeceğim konu budur. Sizin başarınız, cumhuriyetin başarısı olacaktır.
Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idariî inkılâplar sizin, saygıdeğer öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Hâkimiyet-i Milliye: 26.08.1924




Antik bir hüzün

23 Kasım 2019

‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ sözcükleri coğrafi bir isim olmakla beraber bu isimler coğrafi anlamda kullanılmazlar.

‘’Sefarad’’ sözcüğü İbrani dilinde İspanya’ya verilen addır. 1492'de İspanya'dan kovulan Museviler İspanya kökenli oldukları için kendilerine "Sefarad" adını verirler. İspanya dışında ayrıca Portekiz, İtalya, Kuzey Afrika, Türkiye, Ege Adaları ve Balkan ülkelerinde yaşayan Musevilerin büyük bölümü de bu adla anılır. 16. yüzyılda bütün bu gruplar, ‘’Judeo-Espegnol’’ veya "Ladino" denen bir dil konuşurlardı. Bu dil İspanyolca'nın Kastilya lehçesine ilave edilmiş, Türkçe, İbranice hatta Rumcadan gelen kelimelerden oluşuyordu. ‘’Sefarad’’ ifadesi, günümüzde ‘’Aşkenaz’’ olmayan tüm Yahudilere verilen ad olarak kullanılmaktadır.

‘’Aşkenaz’’ ise Ortaçağ İbranicesinde bugünkü Almanya topraklarını tanımlayan bir sözcüktür. ‘’Aşkenaz’’ tanımı ise Doğu Avrupa'da yaşayan Musevileri tanımlamak için kullanılan isimdir. Aşkenaz Musevilerinin geleneksel dili Almanca ile benzerlik gösteren ‘’Yidiş'’tir. II. Dünya Savaşı sırasındaki Holokost kurbanlarının büyük çoğunluğu Aşkenaz Musevileridir. Günümüzde dünya Yahudi nüfusunun çoğunluğunu Aşkenaz topluluğu oluşturur.

Yahudilerin bu ‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ ayırımı kendi aralarında bir sınıf ayırımına yol açmıştır. Bugünkü İsrail’i kuranlar Eşkenazl Yahudileridir, yani Orta ve Doğu Avrupalı Yahudilerdir. İsrail bölgesine ilk yerleşmeleri, İsrail devletinin kurulmasına öncülük etmeleri, iyi eğitim görmüş ve varlıklı kesim olmaları nedeniyle Eşkenaz Yahudileri İsrailde daha ayrıcalıklı bir sınıf olarak görülür.

Yahudilerin bu ‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ ayırımları kültürlerine ve müziklerine de yansır… 1492'de ispanya ve Portekiz’de engizisyon sonucu dinlerini değiştirmeye zorlanan ya da vatanlarını terk etmek zorunda bırakılarak Akdeniz ülkelerine göç eden Sefarad Yahudilerinin hem yaşadıkları sürgün ve katliamlardan dolayı hem de farklı kültürlerle olan etkileşimleri sonucu ortaya çıkan Sefarad müzikleri inceden inceye, derinden derine bir hüzün taşır... Halbuki Aşkenaz müzikleri daha çoşkulu, daha neşelidirler... Sefarad müzikleri ayrıca Latin, Yunan, Balkan ve Türk kültürleriyle etkileşim içerisinde oldukları için hepsinden de esintiler taşır.

Günümüzde Sefarad müziğini yaşatan Londra merkezli bir müzik grubu var: ‘’Los Desterrados’’. Bu grubun ‘’Por dos Levanim’’, ‘’Tu’’ ve  ‘’Miradores’’ isimli üç albümü var. Bu albümlerde yer alan şarkıların çoğu bizlere tanıdık gelir, bizden, Türk müziğinden esintiler taşır. Bu şarkılardan ‘’Tres Klavinas En Un Tiesto’’ isimli şarkı bizim ‘’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) diye bildiğimiz şarkıdır.

Günümüzde İstanbul’da ise Sefarad müziklerini Janet ve Jak Esim çifti yapmaktadır. Janet ve Jak Esim çifti Erkan Oğur ve Bülent Ortaçgil ile ortaklaşa albümler hazırlamakta ve konserler vermektedirler. İkilinin en bilinen albümleri ilk çalışmaları da olan "Antik bir hüzün"dür. 1992'de "German Critics Award" (Alman Eleştirmenler Ödülü)nü bu albümle kazanırlar.  Böylece Zülfü Livaneli'den sonra bu ödülü alan ikinci Türk grup olurlar. İkili, Avrupa'da en çok konser veren Türk grup olarak kabul edilir…

Şimdi bırakın Baltık ülkelerini, Saray’a gideni, gitmeyeni… Bu sonbahar günü aşağıda bağlantılarını verdiğim artık antik bir hüzün olan Sefarad müziklerini dinleyin…

Bakın Kasım da gidiyor artık süzüle süzüle, yavaş yavaş, ağır ağır…

Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum…

Osman AYDOĞAN

Janet & Jak Esim ikilisinin ‘’Antik bir hüzün’’ albümünde de yer alan bazı şarkılar

Janet & Jak Esim: Tres Klavinas En Un Tiesto. Bu şarkı bizim bildiğimiz ‘’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) şarkısıdır. Ancak Janet kadife sesiyle bu şarkıyı çok güzel yorumluyor… Bu şarkı Los Desterrados grubunun ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde de aynı isimle yer alır..
https://www.youtube.com/watch?v=MyRt5dCRMt8

Janet & Jak Esim: Durme Durme Kerido ijiko
https://www.youtube.com/watch?v=PqzK6XGeSRg

Janet & Jak Esim: Los Bilbilikos
https://www.youtube.com/watch?v=GQBizZYR8Mc

Janet & Jak Esim: Alta Alta Es La Luna (Bu şarkı Los Desterrados grubunun  ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde de yer alır),
https://www.youtube.com/watch?v=GUDLwynoDwM

Los Desterrados grubunun şarkıları

Los Desterrados grubunun  ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde yer alan bizim bildiğimiz ’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) şarkısı: Tres Klavinas En Un Tiesto (Minnush)
https://www.youtube.com/watch?v=j6vmHGEDv_s

Los Desterrados grubundan Alta es la Luna:
https://www.youtube.com/watch?v=NGVVAj0ESl0

Bir başka Sefarad müzik grubu olan Nabil Akbib & Ensembl

Samira Kadiri: ‘’Alta es la Luna’’:
https://www.youtube.com/watch?v=f6uWmoFw_M0




İran kıpırdarken

21 Kasım 2019

İran’da gösteriler

İran’da ekonomik kriz, ABD’nin Tahran’la imzaladığı uluslararası nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilip ABD’nin İran’a karşı ekonomik yaptırımlarını ağırlaştırmasıyla son bir yıldır daha da derinleşmiş durumdadır. İki sene önce 28 Aralık 2017 tarihinde başlayıp bir hafta süren ekonomik gerekçeli protestolara sahne olan İran’da şimdi de devletin sübvanse ettiği benzine zam yapmasıyla İran halkı bir kez daha sokaklara dökülüyor.

İran'da benzin fiyatlarına zam kararı başkent Tahran başta olmak üzere Tebriz, Meşhed, Ahvaz, Sircan, İsfahan, Şiraz, Kum, Yezd, Kirmanşah ve Kereç gibi kentlerde protesto gösterilerine yol açıyor… Gösteriler sırasında birçok kentte petrol istasyonları ve polis araçları ateşe verildi. Tahran yönetimi, protestoların büyümesi üzerine ülke genelinde internet erişimini kesti.

Uluslararası Af Örgütü 15 Kasım 2019 Cuma günü başlayan olaylardan bu güne en az 106 göstericinin  yaşamını yitirdiğini, olaylarda binlerce kişinin gözaltına alındığı iddia ediyor…

İran’da olaylar şimdilik bu şekilde…

Günah keçisi ‘’Dış Güçler’’

Albert Camus’un Kafka’ya söylediği bir söz vardı; ‘’her şeyi sunuyor, fakat hiçbir şeyi doğrulamıyorsun.’’ İran’da olanlardan ziyade Türkiye’de İran’da olanlar üzerine yapılan yorumlar bana bu sözü anımsattı… Sağdan sola bütün yazarlar çok yazdılar, Camus’un Kafka’ya söylediği gibi her şeyi sundular fakat hiçbir şeyi doğrulamadılar…

İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve derdi ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.” İşte ne yazık ki İran konusunda yapılan yorumlarda İbn-i Haldun’un söylediği bu hususlar eksik kaldı, yani; incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmek… Hoş bunlar bile yeterli değil... Onu da yazımın sonunda belirteyim…

İran’daki protesto olayları hakkında; ‘’İran, ABD ve İsrail’in hedefi, halk isyanı İran’ı zayıflatıyor, öyleyse bu isyan (veya gösteriler) ABD ve İsrail’e hizmet ediyor’’ diye yorumlar yapılıyor…

Bu tarz bakış açısı geçmişte emperyalist ülkelerin isyanları örgütlemeye çalışmaları, “renkli devrimleri” rengârenk yapmaya kalkmaları, “Arap baharları’’, yazları ve kışlarını örgütlediklerini hatırlayınca hak vermemek mümkün değil…

Tarih baba bize, hele hele ABD’nin bir biçimde müdahil olduğu siyasi hareketlerde ve bizatihi İran’ın kendi tarihinde; Muhammed Musaddık’tan, işbirlikçisi olduğu Şah’tan, Paris’te iken İran’a dönmesi izni karşılığı kendisiyle petrol ve Rusya pazarlığı yaptığı Humeyni’den Nikaragua’ya, Kolombiya’ya kadar örneklerde olduğu gibi temkinli olmamızın gerektiğini söylüyor… Hele hele ABD Başkanı Trump’ın daha düne kadar “terörist” diye diş bilediği, “vize yasağı’’ uyguladığı İranlıları iki sene önceki gösterilerde “özgürlüklere susamış büyük İran halkı, İran için değişim zamanı”  sözleriyle pohpohlamışken… Şimdiki gösterilerde de ABD yönetiminin ‘’İran rejimine karşı protestoları destekliyoruz’’, Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun göstericilere hitaben yazdığı "ABD sizin yanınızda" diye mesajları havalarda uçuşurken…

Hele hele İsrail’in güvenliği için tehdit olan Saddam’lı Irak,  Kaddafi’li Libya ve Esad’lı Suriye bölgedeki eşbaşkanlarıyla beraber tarumar edilmiş, dikensiz kalan bahçede Kudüs başkent, Golan tepeleri ilhak, Batı Şeria’daki İsrail yerleşimi uluslararası hukuka aykırı olmadığı ilan edilmişken… Ve sıra bölgede İsrail’e tek tehdit olarak kalan İran’a gelmişken…

Aralık 2017 tarihindeki gösterilerde Cumhurbaşkanı Ruhani protestoların “meşru sebepleri” olduğunu söyleyerek “halkın eleştiri ve protesto hakkı vardır”, “ekonomi, yolsuzluk, şeffaflık konularında yöneltilen eleştirilerin dayanaksız olmadığı’’na dikkat çekmişti. Ancak dini lider Hamaney, Ruhani’yi yalanlarcasına, “fitnenin sebebinin dış güçler olduğunu’’ söylemişti. Hamaney’e göre “para, silah, siyaset ve istihbarat organlarını kullanarak” dış parmak İran’a nifak sokmuş, ülkeyi karıştırmıştır.

Şimdiki protestocuların gerekçesi olan benzin fiyatlarına zam kararının uzman görüşlerine dayanarak alındığını söyleyen Hamaney, “Sabotaj ve kundaklama eylemleri bizim halkımız tarafından değil, devrim karşıtları ve İran düşmanları tarafından yapılıyor” diye açıklamada bulundu…

İran’ın dini lideri Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Keyhan gazetesi ise “protestolarda şiddete liderlik edenlerin idamla cezalandırılacağını” iddia etti.

Tabii bu tepiklerde ABD’de Trump’ın, İsrail ve Suudi yöneticilerin söylemleri de etkili olmadı değil…

Gösterilerin gerçek nedeni

İran’daki bu huzursuzluğun en başta gelen nedeni ekonomidir! Bunun birinci nedeni; İran’ın Ortadoğu’nun lideri olmak için yaptığı hesapsız harcamaları, ikinci nedeni de yolsuzluktur… Diğer ikinci bir neden de mollaların baskısıdır…

Birinci nedeni, İran’ın Ortadoğu’nun lideri olmak için yaptığı hesapsız harcamaları detaylandırmak istiyorum. Çünkü hırsları kapasitelerinin çoook önünde olan tüm rejimleri bekleyen bir sonuçtur bu.

İran bütçesinin büyük bir kısmını Şii İslam'ın dünya geneline yayılması amaçlı propaganda için kullanılıyor. İran, ekonomik yaptırımlara rağmen Suriye, Irak ve Lübnan'da etkin olmak için milyarlarca dolar harcıyor...  

İran reddetse de Yemen'de Suudi öncülüğündeki koalisyona karşı savaşan Şii Husi milislerine ve Lübnan'daki Şii müttefikleri Hizbullah'a silah temin etmekle de suçlanıyor…

Meşhed'de bazı göstericiler hükümetin bu harcamalarına karşı; "Hayatım Gazze için değil, Lübnan için değil, İran içindir" sözleriyle tepki gösteriyorlar… Göstericilerin sosyal medyalarında paylaşılan bazı videolarda "Suriye'yi bırak bizi düşün" sloganlarının yer aldığı gözüküyor…

Ne tesadüftür İran'ın desteklediği Lübnan ve Irak'ta da günlerdir yolsuzluk ve ekonomik krize karşı gösteriler var. Ve çok daha fazla tesadüftür ki bu gösterilerin hedefinde de İran var...

''Ben yıldızları gösterdim, onlar parmağıma baktı'' derdi Halil Cibran... Ekonomik sıkıntının nedenini sadece ABD ambargosuna bakmanın doğru olmadığını düşünüyorum... Yukarıda anlattığım gibi İran'ın yıllardır kaynaklarını nereye harcadığna bakmak gerekir diye değerlendiryorum...

Gösterilerin nedenleri sizlere bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

Tarihte isyanlar, itirazlar, protestolar

Hep tarihten bahsederim ya… Hep tarih bir laboratuvardır derim ya... İsterseniz çok kısa bir tur yaparak tarihteki bilinen, belli başlı protestolara, itirazlara, isyanlara kısaca bir göz atalım… Ancak dünyadaki isyanlarla İran’daki protestoların şimdi ne ilgisi var demeyin!

Osmanlı zamanı Anadolu’da Şeyh Bedrettin’den, Bozoklu Şeyh Celâl’e, Patrona Halil’den Kabakçı Mustafa’ya şimdi saysam sayfalar tutacak isyanlar vardır… Köroğlu’lar, Pir Sultan Abdal’lar vardır…  Bunların karşısında ise Kuyucu Murat Paşalar, Kelleci Mehmet Paşalar vardır… Ama geride acılı sonlar, kan ve gözyaşları vardır…

Dünya tarihi de Spartaküs’tan, Spartaküs Birliği’ne kadar hesapsız başkaldırıların trajedileriyle doludur… (Almanya'da I. Dünya Savaşı'nın ardından 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı Spartaküs Birliği -Spartakusbund - idi.)

Arkasında on binlerce öldürülmüş köle bıraksa da Spartaküs’in akıbeti hala meçhuldür, Spartaküs Birliği  kurucularından Karl Liebknecht’e, Rosa Luxemburg vahşice katledilmişlerdir. Spartaküs’tan, Spartaküs Birliği’ne geride kalan sadece kan, acı ve gözyaşlarıdır…

Bir de tarihte ‘’Paris Komünü’’ diye bilinen bir olgu vardır…

‘’Paris Komünü’’ (La Commune de Paris) Bismarck Almanya’sının Fransa’yı yenmesinden sonra yenilgiyi hazmedemeyen Paris halkının Fransız hükümetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimdi. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu (Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür ) onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.

Bu yazdıklarım sadece birer örnek... Bütün bu anlattığım ve anlatamadığım protestolar, itirazlar ve isyanlar bana İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şair Samuel Backett’in en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’ (Kabalcı Yayınevi, 2000)’i hatırlatır. Oyunun en önemli sözü hazin bir şekilde kulaklarımızda çın çın çınlar;

‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil, daha iyi yenil.’’

Tarihteki bu protestolardaki, bu itirazlardaki ve bu isyanlardaki her bir yenilgi çok acı bedeller ödetmiş ancak daha bir iyi yenilgilerin temellerini atmıştır… Ancak özgürlükler de medeniyet de gelişmeler de ilerlemeler de hep bu bedeller üzerine inşa edilmiştir.

İşte tarih bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenmiştir...

Hep yazarım ya; ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır, geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir, tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir’’ diye.

Tarihten alınan dersler

Geçmişin incelenmesi, insanı değişimleri anlamaya hazırlar; daha sonra da değişimlerden kaygı duyulmamasını sağlar. Yaşam hızlı bir şekilde değişir, buna karşın kurumlar, kuruluşlar ve yapılar çok yavaş bir değişim gösterirler. Bu da toplum içindeki çelişkileri derinleştirir, sosyal patlamalara yol açar.

Tarih bize her şeyin tümden değişmesini engellemenin tek yolunun bazı şeylerin değişmesini kolaylaştırmak olduğunu gösterir. Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.

Batı bedeller de ödeyerek biçimlenen bu sürecin bilincinde olarak protestoların ve itirazların demokratik bir hak olduğunu öğrenmiş, bu hakkın kullanılması için her türlü ortamı hazırlamış ve protestolardan ve itirazlardan da mesajları alarak, gerekli dersleri çıkartarak, toplum içindeki çelişkileri derinleşmeden, sosyal patlamalara yol açmadan gerekli değişimleri yapmışlar ve yapmaktadırlar…

Ancak Doğulu toplumlarda bir itiraz kültürü ve bir protesto kültürü yoktur.  Doğulu toplumlarda yönetimler devletle özdeşleştikleri için yönetime yapılan her türlü itirazı, eleştiriyi ve protestoyu devleti âliye yapılmış gibi algılayarak gaddarca bastırmışlar ve bastırmaktadırlar…

İran’da protestoların geleceği

İran da Doğulu bir toplum değil midir? Sonunda ne olmuştur İran’da? Aralık 2017’deki gösteriler karşısında İktidar yanlıları (!) da sokağa inmişler ve olayları sona erdirmişlerdir. İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi bu sonucu (!) şöyle açıklamıştı: ‘’Fitne bitmiştir!’’ Bu kadar işte!

Aralık 2017’deki gösteriler Devrim Muhafızları’nın daha da ileri gitmelerine gerek kalmadan, sokağa dökülenlerin yenilgisiyle sonuçlanmış, 2017’de 2009’da yaşananların benzeri bir kez daha tekrarlanmıştır. (2009’da sandığa hile karıştırdığı gerekçesiyle patlak veren gösterilerde de Ahmedinejad’ı kurtaran yine sokağı gaddarca bastıran Devrim Muhafızları olmuştu...)

Bu seneki gösteriler için de İran Yargı Erki Sözcüsü Gulam Hüseyin İsmaili, Devrim Muhafızları Ordusu’nca “ciddi önlemler (!) alınacağı” uyarısı yapmıştır.

Bundan dolayı İran gibi bir toplumda böylesi bir huzursuzluktan ve protestolardan bir Ekim Devrimi veya bir Anadolu ihtilali beklemek, hele hele bir Atatürk beklemek ve illaki de arkasında bir dış güç aramak ham hayal olur, hayalperestlik olur…

Her hareket bir Ekim Devrimi, her isyan da bir Anadolu İhtilali, her lider bir Atatürk değildir. Her bir huzursuzluğun arkasında da illaki yabancı güçler de yoktur. İran’daki ufacık bir kıpırdanmadan görüldüğü gibi bir şeycikler çıkmaz… Olan dökülen kanlara, yiten canlara olur… Ancak yönetimler gereken dersi almazlarsa gelecekteki daha büyük bir sosyal patlamanın da temellerini atmış olurlar.

Sonuç

Tarih, bir sistem oluşturmak için İbn-i Haldun’un başta da söylediğim sözünü de aşarak sadece düşünmenin ve kafa yormanın da yeterli olmadığını öğretir; tek bir mantığa dayanan akıl yürütmelerin pek çoğu, genellikle ‘’insanoğlunu yok saydıkları’’ için, yaşamın kendisiyle de çelişmektedirler.

Sonuçta İran’da toplumunun da kendi iç çelişkileri vardır ve bu iç çelişkilerin çözümü için mücadele eden insanoğlu da vardır. Ve bu mücadeleyi çalmak için pusuda bekleyen çakallar da vardır elbet… Tarih bize yaşam koşullarına itirazın evirilerek sonuçta siyasi bir nitelik haline geldiğini ve bu şekilde oluşmuş siyasi hareketlerin de kolaylıkla dışarıdan manipüle edilebileceğini gösterir… Olayın esası da budur…

Tarih bize her şeyin tümden değişmesini engellemenin tek yolunun bazı şeylerin değişmesini kolaylaştırmak olduğunu gösterir.

Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.

Osman AYDOĞAN




Sultan II. Abdülhamit ve Günümüzdeki Özentileri

20 Kasım 2019

Dünkü ‘’Bugünün en acı hüznü!’’ başlıklı yazımda Osmanlıya öykünenleri Osmanlı ile mukayese ederek anlatmıştım… Bugün de Osmanlıya öykünenlerin başkahramanı II. Abdülhamit’i anlatmak istiyorum.

II. Abdülhamit’i anlatmak istiyorum, çünkü II. Abdülhamit 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı Devleti’nin başında bulunmuş, bir nevi ‘’başkanlık sistemi’’ uygulayarak devlet idaresini bizzat yürütmüş ve söz konusu döneme damgasını vurmuştur.

II. Abdülhamit’i anlatmak istiyorum, çünkü 1876 – 1908 yılları arasındaki hükümdarlık süresinin 33 yıl gibi uzun sürmesi, günümüzde varlığını devam ettiren birçok kurumun temellerinin o dönemde atılmış olması, o yıllarda yaşanan hadiselerin Türkiye’nin bugününe tesir etmesi II. Abdülhamit dönemin bir hayli tartışılır olmasına sebep teşkil etmiştir.

Bu dönemi ve Abdülhamit’i anlatan çok yazar ve çok eser vardır. Ben bu kitaplardan üçünden kısa kısa alıntılar yapmak istiyorum.

Ancak bu kitaplardaki alıntıyı vermeden önce de bir düşüncemi aktarmak istiyorum…

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.

Sağıyla, soluyla zihnimiz önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilmiştir. Abdülhamit; ya “Kızıl Sultan”dır ya da “Ulu Hakan”dır. Abdülhamit; ya “korkak, vesveseli, zavallı’’dır, ‘’millete kan kusturmuş’’tur ya da “sade, müşfik, münzevi, dikkatli, hafızası güçlü, nazik ve kibar, cesur, sabırlı, hayvansever, tabiatsever ve  mizahsever.”dir… (Tırnak içinde olması Abdülhamit’i anlatan kitaplardan alıntı olduğu içindir.)

Yine Abdülhamit’i anlatan bir kitaptan yine bir alıntı: “Mevzilerde bir kurşun, siperlerde bir çığlık, secdede bir dua olan, cennetmekân ulu hakan Sultan II. Abdülhamit Han.” Bu satırlardaki bir “bilgi” değil, kendisinden hiç kurtulamadığımız bir “hamaset”tir. Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir  karşısında “duygulanmak” da İnsan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. Tıpkı Abdülhamit’de olduğu gibi, tıpkı Lozan ve Musul konularında olduğu gibi…

Türk dostu Amerikalı tarihçi Stanford Shaw, Abdülhamit dönemini “Tanzimat’ın zirvesi” olarak anlatır. Hâlbuki İslamcılara göre Tanzimat neredeyse bir “ihanet”tir! Abdülhamit 1876’da Mebusan Meclisi’ni açış nutkunda imparatorluğun nasıl geri kaldığını, güçsüz düştüğünü anlatarak sanki bir Tanzimatçı imiş gibi aynen şu vurguyu yapar: “Bugünkü Avrupa medeniyetinin en evvel ülkemize ithal edilmesi...” Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmak istediği neydi? Ama İslamcılar Atatürk’ü sevmezler, ancak Abdülhamit’i de göklere çıkarırlar.

Hukuk sahasında kadın­ erkek eşitliği yönündeki adımlar da Abdülhamit zamanında atılır. İngiliz - ­Rus yakınlaşması karşısında Almanya ile çok sıkı ilişkiler kurar, genç subayların Alman eğitimiyle yetiştirilmesini sağlar. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme sürecini, siyasi, toplumsal ve kültürel değişiklikleri ele alan İlber Ortaylı'nın ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (Timaş Yayınları, 2016) isimli kitabı bu dönemi en iyi anlatan eserdir. 

II. Abdülhamit zamanında hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dâhil olmak üzere birçok mesleki okul kurulur. İlk ve orta eğitim ile askerî okullar onun zamanında kurulur. Kız öğretmen mektepleri açılır. Ancak günümüzde Abdülhamit'i çok seven İslamcılar kızların okumasına karşıdırlar...

Ancak bunların yanında Osmanlı İmparatorluğu en büyük toprak kaybını da Abdülhamit zamanında yaşar.  Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Kıbrıs Abdülhamit zamanında kaybedilir. Kıbrıs, Rus tehlikesi bahanesiyle, Mısır ve Sudan ise Osmanlı borçlarına karşılık olarak tek mermi atılmadan İngilizlere teslim edilir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, ‘’Altın Post Şövalyeleri Tarikatı’’ tarafından, II. Abdülhamit’e şövalyelik nişanı verilir… (Demek ki yabancı bir ülkeden alınan nişan ve madalya gibi ödüllerin bir karşılığı varmış!) 1878 Berlin Anlaşması’yla Batum, Kars, Ardahan, Oltu Ruslara, Kotur kazası İran’a bırakılır. 1881’de Tunus Fransızlara terk edilir. 1887’de Girit’in özerkliği kabul edilerek Osmanlı’dan ayrılmasının yolu açılır.  Düyûn-ı Umûmiye, Abdülhamit'in saltanatının ilk yıllarında kurulur…

Meşrutiyet yanlısı Genç Osmanlılar ile yaptığı anlaşma sonucunda 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan eder.  Ancak kısa bir süre sonra 1878'de hem anayasayı rafa kaldırır hem de meclisi kapatır.  Dışarıda ve ekonomide sorun yaşayan her iktidar gibi müstebit bir idare kurar. Basına sansür uygular, aydınları baskı altına alır.

Konu uzun. Bu konuyu burada bırakıp şimdi gelelim bahsettiğim kitaplara…

“II. Abdülhamit ve Dış Politika” Prof. Vahdettin Engin, Yeditepe Yayınları, 2005

Girişte bahsettiğim üç kitaptan birincisi olan, yakınçağ Osmanlı tarihi uzmanı olan ve özellikle Sultan Abdülhamit dönemine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Prof. Vahdettin Engin'in bu kitabı tartışmalı bu döneme açıklık getirir.  

Prof. Vahdettin Engin’in bu kitabında Padişahın Sadrazam'a yazdığı 13 "hususî irade"nin metinlerine yer verilir.  Bu metinleri incelediğimizde; Sultan II. Abdülhamit’in; - dış siyaseti açısından -  Rusya’yı yanı başımızda ürkütülmemesi gereken bir dev olarak gördüğünü, Almanya ve Avusturya’yı dostane ilişkilerin geliştirilmesi gereken devletler olarak düşündüğünü, İran’ı ise Osmanlı Devleti’nin rakibi olmakla birlikte İslam devleti olması hasebiyle diğer Batı devletlerine karşı gücün kırılmaması için iyi geçinilmesi gereken bir devlet olarak değerlendirdiğini görürüz.  Abdülhamit’i çok seven, yere göğe sığdıramayan özentileri İslamcılar bugün dahi bu çapta bir değerlendirmeyi yapmaktan acizdirler…

Bu kitapta ilginç bir bölüm var… Hani Türkiye’de Osmanlı medreselerini savunan ve medreselerin kapatılmasına hayıflanan bir kısım zevat var ya… Sanki bu bölüm onlara cevap gibidir:

Kitapta Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamit’den talep ettiğini yazıyor.  Abdülhamit bu talep üzerine ne cevap vermiş? Onu da kitaptan okuyalım:

“Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri olduğu kadar, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi. Velhasıl Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerine ve onları yetiştirecek kaynaklara sahip değildik. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.”

Osmanlı’ya özenenlerin, Osmanlı’nın medreselerini özleyenlerin özendikleri Osmanlı’nın ve özledikleri medreselerin hali işte budur. İşin tuhaf tarafı ise bu medreseleri özleyen İslamcıların kendilerinin de Abdülhamit’in tarif ettiği din adamı vasıflarına bile sahip olamayışlarıdır.

‘’Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery’’, Mim Kemal Öke, İrfan Yayıncılık, İstanbul 2009

Bahsettiğim kitaplardan ikincisi ise Mim Kemal Öke’nin pek bilinmeyen bu kitabıdır.

Arminius Vambery Macar asıllı bir Türkolog, seyyah, siyasi Siyonist ve bir İngiliz casusudur. Vambery aynı zamanda da bir İslam araştırmacısıdır. (Der Islam im 19. Jahrhundert - 19. Yüzyılında İslam- Leipzig 1875)

Arminius Vambery, Turancılığı, Pan-Cermenizm ve Pan-İslavizm'e karşı ilk ortaya atan kişidir. Bir yazısında "Bir Anglo - Sakson, bir İslav, bir Latin milleti mevcut olduğu gibi bir turan kavmiyeti ve medeniyeti vardır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir... Türkler atisi birçok kavimden daha emindir." diye yazar. Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler tarafından içinde ‘’Türk’üm’’ ifadesi geçiyor diye okullardan öğrenci andını kaldırılmak istenir ya! Acep bu cümleden onlar bir şey anlarlar mı ki?

Vambery 1906’da ‘’Panislamizm’’ adlı yapıtında Abdülhamit’in Panislamizm’ini korkuluğa benzetir. Nitekim İslam Halifesi’nin Panislamist bir politika gütmesi veya cihat çağrısı yapmasının Osmanlı düşmanı ülkelerin kâbusu olduğunu bilen Abdülhamit’e göre ''cihat'' bir göz korkutma aracı, tehdit olarak kalmalıydı.

Abdülhamit de saltanatı boyunca bu silahı hiç kullanmaz. Bu nedenle 93 Harbi olarak anılan 1877-78 savaşı sırasında Abdülhamit, Ruslara karşı cihat açmadığı için Ali Suavi tarafından eleştirilir.

Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Abdülhamit, Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken halefi Mehmet Reşat’ın cihat ilan ettiğini öğrenince çok şaşırır, bunu büyük bir hata olarak niteler ve kızına şöyle der: ‘’Cihadın kendisi değil, fakat ismi elimizde bir silahtı.’’ Nitekim olaylar Abdülhamit’i haklı çıkarmış cihat ilanı fiyasko ile sonuçlanmıştı. Yine Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler bir hilafet hayali güderler ya! Suriye harekâtında bunlar boşuna ‘’cihat’’, ‘’fetih’’, ‘’Kızılelma’’ söylemlerini dillendirmiyorlardı…

"Sultan II. Abdülhamit'in Sürgün Günleri", Atıf Hüseyin Bey, Timaş Yayınları, 2010

Girişte bahsettiğim Abdülhamit hakkındaki üçüncü kitap ise Abdülhamit’in doktoru Atıf Hüseyin Bey'in hatıralarından oluşan ve akademisyen Metin Hülagü’nun yayına hazırladığı bu kitaptır.

Bu kitabı anlatmadan önce kitabın yazarı hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Atıf Hüseyin Bey 1896 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye mektebinden Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. Atıf Hüseyin Bey Sultan Abdülhamit Selanik'e sürgüne gönderildiği zaman kendisine ve aile efradına bakmakla görevlendirilir. Atıf Hüseyin Bey, Sultan Abdülhamit'le ilgilendiği yıllar boyunca günlük tutar. Tamamı 12 defter olan, yaklaşık 9 yılı kapsayan bu günlükler, Sultan Abdülhamit'in sürgündeki Selanik yıllarından başlayarak İstanbul Beylerbeyi Sarayı'na nakline ve burada da ölümüne kadar sürer. İşte bu günlüklerden yola çıkarak akademisyen Metin Hülagü da kitabı yayına hazırlar. Kitaptan alıntılar vermeden önce Doktor Atıf Hüseyin Bey’in İttihatçı olduğunu ve de Abdülhamit'e hiç de yakınlık duymadığını belirtmem gerekiyor.

Bu kitapta yer alan Abdülhamit’e ait bazı düşünceleri aşağıda vereceğim. Ancak Abdülhamit’in düşüncelerini okurken üzerinde düşünerek okumanızı isterim bu düşünceler sizlere tanıdık geliyor mu diye:

"Devletin başına ne geldiyse mürtekiplerden geldi..." (s. 110) (Mürtekip: Para, kazanç karşılığı olarak kötü, uygunsuz işler çeviren kimse, rüşvetçi, yiyici.)

"Avrupa bizi hukuku medeniyeden iskat etmiş gibi davranıyor." (s. 221)

"Dış borç bağımlılık getirir..." (s. 302)

"Avusturya veliahdini vurmuşlar... Sırbıstan'la bir harp zuhur ederse Avusturya Selanik'e iner. Rusya da müdahale ederse harbi umumi olur. Pek fena!" (s. 221)

Abdülhamit, denizlere hâkim bulunan İngiltere'nin Anadolu'yu taksim etmek isteyeceğini, Boğazlar'ı zorlayacağını, harbin uzayacağını, azınlıkların büyük sorunlar çıkaracağını, bizim savaşta mutlaka "bitaraf" kalmamız gerektiğini, savaşı hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı'nın büyük zarar göreceğini düşünür. (s. 224 - 234)

"Ben Türküm ama alafranga müsikiyi severim. Alaturka minördür, insana hüzün verir." (s. 174, 307) Ne ilginç değil mi, Abdülhamit’in torunu olduklarını iddia edenler ‘’Türküm’’ demekten imtina ederler ve hatta yasayla da kaldırmak isterler.

"Rumlarla ahval iyi gitmiyor. Bir şey çıkartacaklar... Ben Rumları hep okşardım. Biz İstanbul'u Rumlardan zapt ettik. Fetih günü onlar matem tutmak ister. Biz tezahürde bulunursak onların hissiyatını rencide ederiz... Ben buna izin vermedim. Hükümet tebaasının hepsinin hissiyatını rencide etmemeye çalışmalı..." (s. 216) Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler 29 Mayıs’ı ‘’Fetih Günü’’ diye coşkuyla kutlamak isterler ya!... Bakın fetih kutlamaları için izin isteyenlere: "Fetih bizim için kutlanacak bir gün, Rumlar için ise matem günü. Tebaamın üzülmesini istemem" diyerek Abdülhamit kutlamalara izin vermiyor.  

Abdülhamit "dini taassubu" eleştiriyor, "teceddüd"ü (yenileşmeyi) savunduğunu söylüyor. (s. 116, 176, 269)

Abdülhamit'e göre, keşke askerlikten ziyade ticarete yönelmiş bir millet olsaydık... Sürekli savaşlar bizi cahil ve geri bıraktı. (s. 76, 141)

Tarihi yerinde ve geride bırakıp gelelim günümüze…

TRT’de geçen senelerde yayına başlanan ‘’Payitaht Abdülhamit’’ dizisinin ilk bölümünde geçen bir sahne vardı. Abdülhamit, İngiliz İmparatorluğu’nun en görkemli Kraliçe Victoria döneminde yapılan bir anlaşmayı yırtıp bir de İngiliz elçisinin suratının orta yerine bir Osmanlı tokadı konduruyor. Elçi yere seriliyor. Abdülhamit’i anlatan hiçbir kitapta böyle bir sahne yoktur. Kaldı ki Abdülhamit devlet işlerinde protokol kurallarını önemseyen bir padişahtır.

Eh.. Ne yapsınlar… Vatan toprağı Süleyman Şah türbesini koruyamayanlar, Ege adalarını Yunanlılara kaptıranlar, Irak ve Libya’nın parçalanmasında, Suriye'nin karıştırılmasında Haçlı ordusuyla işbirliği yapanlar, tüm komşularıyla kavgalı olanlar, Suriye'de fetih peşinde koşanlar, Merkel’in, Macron’un, Trump’ın, Suudi Kralı'nın ricalarına kayıtsız kalamayanlar sanal da olsa bir paye peşinde koşuyorlar.

Görüldüğü gibi Tarihi “anlamaya” çalışarak ve ''anlayarak ders çıkarmak'' yerine, sanal da olsa tarihi çarpıtıp, önyargılarla egolarını tatmin ederek, toplumun sanal da olsa gazını alarak açıklarını kapatmaya çalışıyorlar.  İnsanlarımızın zihinlerini analitik düşünceyle harekete geçirecek araştırmalara yönelteceklerine, onları önyargılara, kült ve idollere hapsederek zihinlerini boğmaya çalışıyorlar.  

Girişte de vurguladığım gibi toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.

Sadece Abdülhamit’i değil, toplumsal alanda tartıştığımız her konuyu; okumadan, araştırmadan, analiz edip mukayese ve muhakeme etmeden,  hamasetten bilgi seviyesine gelemeden ve neticede de rasyonel, metodik ve analitik düşünemeden önyargı ve duygularımızdan beslenerek anlamaya çalışıyoruz… Keşke anlamak bu kadar kolay olsaydı?

Eğer bu eksikliklerimiz olmasaydı işte o zaman anlardık Osmanlı’yı da, Abdülhamit’i de, medreseleri de, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, Lozan’ı da, Musul’u da, içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye kaldırmak istedikleri öğrenci andını da… 

''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler… Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir…  Hele hele bir de bilmediğiniz tarihi çarpıtıyorsanız, siyasi emellerinize alet ediyorsanız eğer geleceğiniz karanlık demektir…

‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur.’’ Cevdet Paşa

Osman AYDOĞAN




Bugünün en acı hüznü!

19 Kasım 2019

Son günlerde Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ağzına almayanların her fırsatta sürekli Osmanlıya öykündüklerine şahit oluyoruz.. TV'lerdeki dizilerde gerçek dışı sanal bir Osmanlı tarihi yaratılıyor... Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını, başarılarını anlatmak yerine Atatürk devrimleri eleştirilip yerine temelsiz bir Osmanlı övgüsü yapılıyor... Öyle olunca da bana da kısaca gerçek Osmanlıyı anlatmak ve bu övgüyü yapanları Osmanlı ile mukayese etmek kalıyor... 

Osmanlıyı anlatmaya önce Fatih Sultan Mehmet’ten başlayayım…

Fatih’ten bahsederken kısaca;

* Fatih’in savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yaptığını, Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa’nın (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmeler olduğunu…

* Yine Fatih’in Ermenileri İstanbul’a yerleştirdiğini,  İstanbul’da Ermeni Patrikhanesini kurduğunu, İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruduğunu ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulundurduğunu…

* Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmediğini, şehrin isminin 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye olduğunu, fetihten sonra Ayasofya’yı camii yaptığını ama adını yine değiştirmediğini, Aya İrini de aynı şekilde kaldığını...

* Fatih'in anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde, Latinceyi ise anadili gibi konuştuğunu ve Homeros’u aslından okuduğunu...

* Fatih'in coğrafya, tarih, edebiyat, felsefe v fen bilimlerine meraklı olduğunu... Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şair olduğunu.... Avni mahlasını kullanarak divanlar yazdığını...  Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklı olduğunu... Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartıştığını... Fatih'in İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahip olduğunu...

* Fatih'in Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurduğunu... Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları olduğunu. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşunun Fatih döneminde olduğunu... 

* Fatih'in 1466 yılında  İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom  Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirdiğini anlatayım…

Şimdi gelelim Osmanlının diğer zamanlarına:

* Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz?

* Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz?

* İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?

* Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmekteydi. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediği görülecektir. 

* Ayrıca hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...

* Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de (kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi) Osman ismini vermişlerdir padişahlara… Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz neden? Çünkü Ortadoğunun mezhep girdabına kapılmak istememiştir Osmanlı...

* İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. Ve hiçbir Osmanlı padişahı elde Kuran dini siyasi bir malzeme yapmamıştır. 

* Osmanlı yaşadığı sürece hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmemiştir. 

Bütün bunları ben bir olumsuzluk olarak yazmıyorum... Bilakis çağına göre bir iftihar vesilesi olarak addediyorum.

Bütün bunların, bütün bu özelliklerin nedeni çok basit... Eğer bu coğrafyada yaşayacaksanız ve bu coğrafyada ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kuracaksanız ve bu coğrafyada uzun ömürlü olmak, bu coğrafyada baki kalmak istiyorsanız uygarlıklar beşiği bu coğrafyada bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayanamazsınız. Osmanlı bugünkü Amerika gibi her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.

Ancak Osmanlı ne Abbasi aydınlanmasını devam ettirebilmiş ne de Avrupa Rönesans’ını yakalayabilmiştir… Zaten çöküşü de bundan olmuştur…

Günümüzde Osmanlıya öykünenler mi?

İşte bunlar ne Osmanlıyı bilirler ne de İslam’ı bilirler. Onlar Osmanlının ve Fatih’in tırnağı dahi olamazlar. Onların bütün meseleleri bir mezhebin peşinde sürüklenerek çağdaş bir ülkeyi İslam diye diye Bedevileştirmektir, Emevileştirmektir. Çapları, seviyeleri, kapasiteleri, bilgi, görgü ve öngörüleri ancak o kadardır. Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın 117’si farklı etnik kökenlerden gelirken, Osmanlıya öykünenler vazgeçtim Türkü, Müslümanı, aynı mezhebi; kendi partilerinden olmayanlara bu topraklarda hayat hakkı bile tanımamaktadırlar…

Osmanlı, hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmezken, Osmanlıya öykünenler 21. yüzyılda Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya ve Suriye'ye karşı yapılan Haçlı Seferlerine eşbaşkanlık yapmışlardır. Hatta Haçlı Ordularının sağ salim evlerine dönmeleri için duacı bile olmuşlardır. (Burada geçen ‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemiştir.)

Ayrıca: 1095-1270 yılları arasında yapılan dokuz Haçlı Seferinde Haçlı Ordularına hiçbir Müslüman ülke yardım etmedi… Bu dokuz Haçlı Seferine karşı koyanlar, onları hezimete uğratanlar Türk’tüler. Bu onuncu Haçlı Seferine ise tarihin bir cilvesi olarak en büyük desteği sağlayan ise kendilerini herkesten daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenlerin yönetimindeki Kılıç Arslan’ların torunları olan işte bu Osmanlıya öykünenler olmuştur... 

Bunlar mı Osmanlının evladı olacak? Dedim ya bu zihniyetle bunlar ne Osmanlının ne de Fatih’in tırnağı dahi olamazlar.

Peki bunlar tırnağı dahi olmadıkları halde neden sürekli Osmanlıya öykünürler, sürekli Osmanlı ile övünürler ve sürekli Osmanlıyı dile getirirler bilir misiniz?

Çünkü bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar. Giderler içeride ve dışarıda düşmanlar, öcüler yaratırlar...

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran.

İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.

Ben yine sözü Halil Cibran’a bırakacağım. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’

Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler, stratejik bir sığlığın girdabına kapılanlar, değerli ve tehlikeli bir yalnızlığın kuyusuna düşenler, tek sermayesi din olanlar gider gider düne sığınırlar… Dünleri yoksa da TV’lerde sanal dizilerle sığınılacak bir dün yaratırlar. Bu nedenle de giderler ''şanlı tarihimiz'' diye anlamadıkları ve de layık olmadıkları tarihe sarılırlar, giderler kusurlarını ortaya döküyorlar diye basına, aydınlara ve bilim adamlarına saldırırlar... İçeride kendileri gibi olmayan herkesi düşman bellerler... Komşu Müslüman ülkelere saldıran Haçlı Ordularına eşbaşkanlık yaparlar... Bu denenle bu coğrafyada dost yaratacaklarına içeride ve dışarıda düşman yaratırlar...

Yazıma yine Halil Cibran'ın sözünü tekrarlayarak son vermek istiyorum: ‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir.’’ Bundan dolayıdır ki yapabildikleri sadece dünün sevinçlerini yâd etmektir. 

Muktedirler için bugünün en acı hüznü budur...

Osman AYDOĞAN

 

Çingeneler Zamanı

18 Kasım 2019

‘’Çingeneler Zamanı’’ 1988 yapımı, müziklerini Goran Bregoviç’in yaptığı kült bir Emir Kustirica filmidir. Filmde hep korkulan ve beklenen olur. Çünkü hayat basittir.

Şimdi filmi burada bırakalım, mutat olduğu üzere kısa bir tarih turu yapalım…

İbn-i Haldun (1332 – 1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle der: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi."

Mukaddime ise İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergâh Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı yedi ciltlik ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar:

Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok dört ya da beş kez sürer, devamında devlet çöker.

İbn-i Haldun bu süreci teorik kavramlarla bir sistem oluşturduğu tarihselci devlet kuramında detaylı şekilde anlatır ve devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak niteler. 

Benzer şekilde Thomas Hobbes de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) bir devletin çöküşünü kısaca şu şekilde tarif ederdi:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, 1950, 1960, 1971, 1980, 2002 ve 2015 yıllarını ve yaşadığımız olayları tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 2023 ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılıdır. Bahsettiğim bu tezler ve dünyadaki ve bölgemizdeki yaşanan siyasi ve sosyal gelişmeler ışığında 2023’de Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’ten bambaşka bir Cumhuriyet ile ve bambaşka sınırlar ile karşılaşmamız olasıdır. Ve bu bir şaka ve basit bir öngörü de değildir.

Bir başka açıdan da değerlendirme yaparsak sosyal ve siyasi olayları ve olguları fizik bilimi açısından değerlendirmek zor ise de bir benzeşim kurmakta yarar vardır.

Fizikte Entropi, bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar.

Bilim adamları düzensizliği Entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez.

Birkaç örnek:

* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.

* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.

* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Bir “sistem” bir denge “noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge” noktası etrafında dalgalanma) denir.

Sosyal ve siyasi olayları ve olguları fizik bilimi açısından değerlendirmek zor diye konuya başlamıştım... Ancak günümüzde toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olaylara bakıldığında bir politik sistem olarak Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) çoktan geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına yönelmiş olduğu söylenebilir. İşte ülkeyi bekleyen gerçek tehlike budur.

Yaşadığımız bu dalgalanmayı son günlerde ve yıllarda yaşadıklarımızla örnekleyecek olursak:

* Açlık nedeniyle; 5 Kasım 2019, İstanbul Fatih’te dört kardeş, 8 Kasım 2019,  Antalya’da karıkoca ve iki çocuk dört kişilik bir aile, 15 Kasım 2019, İstanbul Bakırköy’de karıkoca ve bir çocuk üç kişilik bir aile siyanürle intihar ediyorlar...

* Sayıştay denetçisi incelemelerini yapabilmek için Sağlık Bakanlığından Şehir Hastaneleri ile ilgili sözleşmeleri istiyor. Aldığı cevap:  “Veremeyiz!” Kime veremiyorlar? Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetim yapan denetim elemanlarına...

* 13 Ekim 2015, Türkiye ile İzlanda arasında Konya’da oynanan 2016 Avrupa Şampiyonası grup elemeleri maçı öncesinde Ankara’daki patlamada hayatını kaybeden 102 kişi anısına yapılan saygı duruşunda tribünlerden ıslık ve yuhalama sesleri yükseliyor..

* 14 Mart 2014, AKP Gaziantep Mitingi, Başbakan Erdoğan, bu mitingde Gezi olaylarında hayatını kaybeden 15 yaşındaki Elvin Berkan’ın annesi Gülsüm Elvan’ı yuhalatıyor…

* Soma'da 301 madencinin hayatını kaybettiği faciadan sonra Başbakanlık Müşaviri polisin yere yatırdığı bir madenciyi tekmeliyor…

* Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na Ankara'nın Çubuk ilçesi Akkuzulu Köyü’nde katıldığı şehit cenazesinde linç girişiminde bulunanların tamamı serbest bırakılıyor…

* ABD istedi diye Rahip Brunson serbest bırakılıyor…

* Habur rezaleti sırasında Diyarbakır Başsavcısı olan Durdu Kavak “Hükümet, savcıların sınır kapısına giderek teröristlerin ifadelerinin orada kurulacak bir mekanda alınmasını ve serbest bırakılmalarını talep etti” diye konuşuyor…

* O zamanki Başbakan Erdoğan, çözüm süreci boyunca operasyon yapılmaması için valilere talimat verildiğini söylüyor…

* Ankara’da kırmızı halıyla karşılanan PYD/YPG lideri Salih Müslim’in bugün Türkiye tarafından kırmızı bültenle aranıyor…

* 2009 yılında Türkiye Suriye ortak kabine toplantısı yapılırken bugün Suriye düşmanlığı yapılıyor… Suriye'ye yapılacak mahdut hedefli askerî bir operasyon ‘’cihat’’, ‘’fetih’’, ‘’kızılelma’’ vb. söylemleriyle ''topyekün bir savaş'' izlenimi verilerek dış politika iç politikaya alet ediliyor...

* Suriye'de siyasi hedefi, askerî hedefi, zamanı, süresi ve sonu belirsiz bir askerî harekâta girişiliyor... 

* Yanlış Suriye politikası nedeniyle ülkeye sığınan dört milyon civarındaki Suriyeli ile ülke başbaşa kalıyor...

* FETÖ ile mücadelede erler, askerî öğrenciler, marabalar içerdeyken FETÖ’nün ağababaları ve FETÖ’nün siyasi hamileri babalar gibi dışarıda geziniyor…  

* Seçimlerde kanunlar uygulanmıyor, beğenilmeyen seçimler hukuksuz bir şekilde tekrarlatılıyor, belediyelere seçilmiş başkanların yerine kayyumlar atanarak seçimler yok sayılıyor.... 

* Eğitimden Emniyete, Diyanetten Sağlığa T.C.’nin tüm kurumları tarikatlara teslim ediliyor..

* Türkiye; BOP esbaşkanlığından ABD düşmanlığına, Patriot’dan S-400’e, ABD’den Rusya’ya, AB’den Avrasya’ya doğru savruluyor…

* Kadın cinayetleri, kadın ve çocuk tecavüzleri, hayvanlara yapılan eziyetler, özellikle kurban kesim esnasında yaşanan vahşetler…

Sakın ola ki bütün bunları ayrı ayrı değerlendirmeyin. Bütün bu saydıklarım bir bütünün, tek bir tanımın parçalarıdır: O da sosyal entropidir…

Bu tehlikeden çıkışın acil yolu ülkeyi yönetenlerin en kısa zamanda ülke içinde sosyal ve siyasal bir uzlaşmaya varması ve bunu da psikolojik olarak desteklemesi, ülke dışında ise bütün komşu ülkelerle dostluk ilişkilerini ve büyük güçlerle ittifak ilişkilerini gerçekleştirmesidir. Uzun vadede ise ülkeyi boğmakta olan dışlayıcı, ayırımcı, kinci, mezhep ve etnik söylemlerden uzaklaşarak toplumun tüm kesimlerini kucaklayıcı politikalarla tekrar çağdaş, laik, sosyal ve hukuk devletine geri dönmektir. Aksi takdirde sürekli öykündükleri Osmanlı cihangirâne bir devlet çıkarırken bir aşiretten, bunlar çağdaş bir devleti bu gidişle bir aşirete dönüştüreceklerdir.   

Savrulan bir sarkacın sağında veya solunda olmanın, daha açık ifade ile bedevi veya medeni olmanın, A partisini veya B partisinin taraftarı olmanın hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır.

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” Ve İbn-i Haldun girişte anlattığım gibi devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak nitelerdi. 

Girişte bahsettiğim ‘’Çingeneler Zamanı’’ filminde film kahramanı Perhan: "Kendime yalan söylediğimden bu yana artık kimseye inanmaz oldum" derdi… Biz de kendimize yalan söyleyeli beri biz kimseye inanmıyoruz, kimse de bize inanmıyor, dışarıda hiçbir dostumuz kalmıyor... 

Yine filmde halası Perhan’a şöyle derdi: "Oğlum, sana diyeceğim; hayat bir hiledir. Yarın sabah, kader seni dibe batırabilir."

Hep korkulan ve beklenenlerin olması sadece filmlerde olmaz… Gerçek hayatta da olur... Ve ülke asırlık bir çınar ağacı gibi birdenbire yıkılıp gidebilir...

Zaman Çingeneler zamanı değildir. Zaman düşünme ve aklıselimle hareket etme zamanıdır...

Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…

Osman AYDOĞAN

 

Fado ve Amália Rodrigues

17 Kasım 2019

‘’Fado’’ (veya ‘’fate’’), Latince ‘’kader’’ anlamına gelen ‘’fatum’’ sözcüğünden türemiş bir sözcüktür… ‘’Fatum’’ ise Yunan/Roma mitolojisinde kaderi simgeleyen varlık olarak adlandırılmıştır. Fatum, sonraları da kader/talih tanrıçaları ile bir tutulup dişileştirilmiş ve ismi ‘’fata’’ olmuştur… Fransızca ve Almanca’da ‘’peri’’ anlamına gelen "fee" sözcüğü de bu kelimeden türemiştir.

‘Portekizce’de de ‘’kader’’ anlamına gelen bu ''fado'' (fate) sözcüğü Portekiz’de bir müzik türü olarak kullanılır. Bu müzik türünün Portekizlilere özgü bir kaderciliği anlatan sözlerine Afrika, Arap ve İber Yarımadasının feryâdını, figânını, elemini, hüznünü, acı, keder ve ıstırabını yansıtan ezgileri de eşlik eder… Enstrüman olarak başta gitar olmak üzere flüt ve klarnet kullanılır…

15. ve 16. yüzyıllarda Portekizli denizciler keşif amacıyla Atlas okyanusuna açılırlar… Portekizli denizciler bu amaçla binlerce sefer yaparlar okyanusa… Giden her gemici ardında karılarını, analarını, çocuklarını bırakır… Gidenlerin çoğu gelmez… Gidenlerin hasretini, özlemini, gidip de dönmeyenlerin acılarını, gemicilerin geride bıraktıkları kadınları, anaları, çocukları bu hasret, bu özlem ve bu acılarını bir ağıta, bir feryâda, bir figâna dökerek şarkılar halinde okyanusa söylerler…

İşte bu ‘’fado’’ müziğinin kökenini, gidip de geri dönmeyen bu denizcilerin ardından Portekizli kadınların denize karşı yaktığı ağıtların oluşturduğu rivayet edilir… Bu nedenle bu müzik genellikle kadınlar tarafından söylenir… Fado söyleyen kadınlara da ‘’Fadista’’ denir… Bir ‘’fadista’’ mikrofon kullanmaz…  Kullanıyorsa de gerçek bir fadista değildir…. 

Müziğin kökenine duyulan saygıdan olsa gerek ‘’fado’’ dinlerken bir şey yenmez. Zaten kimse de yemek servisi yapmaz. Fado esnasında konuşulmaz, sarkıcıya eşlik edilmez…

Yıl 1997 bahar ayları… Alman arkadaşlarımla beraber Lizbon’dayız.. Gece Lizbon’da Barlar Sokağında bir bara gitmiştik… Barda bir müzik başlamıştı… Birden irkilmiştim… Bir kadın sanki yanık yanık bir Anadolu türküsü söylüyordu… Sanki Selda Bağcan gelmiş de burada konser veriyordu... Memleketten uzun süredir ayrıydım… Sıla özlemi, gurbet… Sonra sordum soruşturdum beni per perişan eden, darmadağın eden bu ses, bu müzik nedir diye… Ve ben fado ile işte böyle tanışmıştım…

Müzik otoriterleri tüm zamanların en ünlü fado sarkıcısı yani fadistası Amália Rodrigues (1920 -1999) olduğu konusunda hemfikirdirler. Amália Rodrigues'in fakirlik ve yoksullukla geçen çocukluğu, yaratılışında var olan melankoliye yatkınlığı sesine yansır.  Çocuk yasta annesi ve kardeşleriyle Lizbon limanında meyve ve hediyelik eşya satarken söylediği şarkılarla fark edilir… Daha sonra ailesinin karşı çıkmasına rağmen gece kulüplerinde, tavernalarda çalışarak daha yirmisine gelmeden büyük üne kavuşur. 1940'lardan sonra gittikçe yükselen bir kariyere sahip olur…

Amália Rodrigues, hüzünlü, melankolik ve kadife sesiyle 1950'ler ve 60'larda birçok ülkeyi dolaşarak fadonun Portekiz’i aşıp evrensel bir değer olarak tüm dünyada tanınmasına vesile olur…  Amália Rodrigues hep siyahlar içinde sahneye çıkar.  Sonra tiyatrolar ve filmlerde rol alır... Dünya çapında konserler verir... Büyük hayran kitleleri olur.... Salazar diktası altında Portekiz dünyaca dışlanırken Amália Rodrigues Portekiz’in iyi bir müzik elçiliğini yapar… Kaldırım Serçe’si Edith Piaf nasıl Fransa’nın sembolü ise Amália Rodrigues de Portekiz’in sembolü olur. Tam bir hanımefendidir. Bu nedenle‘’Rainha do Fado’’ (Fado'nun Kraliçesi) olarak tanınır… Ayrıca "Portekiz’in sesi" ona yakıştırılmış olan ikinci bir unvandır.

Amália Rodrigues, 1986 yılında ülkemize de gelir, Antalya Aspendos’ta bir konser verir... Ancak baldır bacak sergilemediği için pek değeri bilinmez… Topu topu 20-30 kişi dinler konserini…

Günümüzde ise Portekiz’de 1969 doğumlu Dulce Pontes, fado geleneğini sürdürenler arasında en başarılı fadistadır…

Amália Rodrigues'i tekrar dönmek üzere ülkesinde bırakıp gelelim günümüze...

Mevsim sonbahar… Hazan mevsimidir… Kasım ayı ise hüznün, feryâdın, figânın, melankolinin ayıdır… Kasım ayında pastel pastel bir renk alır uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, parklar, vadiler, yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Güneş henüz, çıplak kalan dallar arasından epil epil, bölük pörçük bulutların arkasından soluk soluk bakmaktadır…

Ağaçlardan yere dökülen altın sarısı, kıpkırmızı yapraklar renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyorlar. Kulak kabartırsanız eğer bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlıkları duyulmaktadır. Hala dallarında kalan kıpkırmızı yapraklar da birden sararacak, dökülüşüp hep beraber son güneşlerde kaskatı kesilecek, -üzerine basmaya kıyamazken-  çamurlarda çürüyecektir…

Çığlık çığlığa, çırpına çırpına, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçmektedir…

Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmaktadırlar ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden insanlarmışçasına…

Bugün Pazar... Bırakın gamı, kederi, kasveti, Trump’ı, mektubu, Arabı, Şam'ı, şekeri, Suriye'yi… Aşağıda bağlantılarını verdiğim Amália Rodrigues'in şarkılarını dinleyin... Sizin ve hüzünlü sonbaharın yerine Amália Rodrigues terennüm eylesin, onun sesi feryâd, figân etsin… Sizin, ülkenin ve sonbaharın hüznünü çığlık çığlığa, çırpına çırpına, bağıra bağıra Amália Rodrigues seslendirsin...

Güneşli günlerin son demidir artık… Kış kapıyı çalmak üzredir!...

Sizlere güneşli, pırıl pırıl, sımsıcak güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman Aydoğan

Amália Rodrigues'den seçtiğim şarkılar: 

Amália Rodrigues: Barco Negro
https://www.youtube.com/watch?v=bKmCib5YsYo

Amália Rodrigues: Vou dar de Beber à Dor
https://www.youtube.com/watch?v=h_nv1NbZ2Sg

Amália Rodrigues - Inch'Allah (İnşallah)
https://www.youtube.com/watch?v=x0zVeCvjlEA

Amália Rodrigues: Lágrima
https://www.youtube.com/watch?v=-GEaa9QGOd4

 

Caligula

14 Kasım 2019

Şimdi size MS 37 - 41 yılları arasında hükümdar olmuş Roma İmparatorluğunun üçüncü imparatorunu, asıl adı ile ‘’Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’’ olarak tanıtsam, tanımazsınız. Çünkü kendisi takma adı olan ‘’Caligula’’ (Kaligula) diye bilinir. Julius Caesar (Jül Sezar) ile kan bağı vardır. Marcus Antonius'un oğlunun torunudur.

Kendisine verilmiş olan Latince '’Caligula’' takma adının da bir hikâyesi vardır. Gaius çocuk iken ailesinin Germanya'nın kuzeyindeki askerî seferlerine eşlik eder ve babasının bu seferlerinde ordusunun maskotu haline gelir. Askerler, annesi tarafından minyatür askerî üniforma ve bot giydirilip silah kuşatılan küçük Gaius'u görmekten çok hoşlanırlar ve kendisine Latince "Küçük asker botu’’ anlamına gelen bu lakabı (Caligula) takarlar...

Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu

Bir efsaneye göre Romus ve Romulus adlı kardeşler tarafından MÖ 753 yılında kurulan Roma şehri, önce Roma Krallığı’na ev sahipliği yapar. Bu krallık daha sonraları MÖ 510 yılında bir Senato tarafından yönetilen Roma Cumhuriyeti’ne dönüşür. Yaklaşık 500 yıl hüküm süren Roma Cumhuriyeti zamanla Roma İmparatorluğuna dönüşür.  Ancak Roma Cumhuriyetinin ne zaman imparatorluğa dönüştüğü konusunda tam bir kesinlik yoktur.

Tarihçiler farklı biçimlerde MÖ 44'te Julius Caesar'ın daimi diktatör olarak atanmasını, MÖ 31'de Aktium Deniz Muharebesi'nde Marcus Antonius'un yenilgisini, MÖ 27'de ilk yerleşim altında Octavianus (Augustus)'a Roma Senatosu'nun olağanüstü güçleri bağışlamasını ya da MS 27 yılını Cumhuriyet'i sonlandıran yıl olarak önerirler. Tarihçilerce genellikle kabul gören tarih; bir komutanın (Julius Caesar) savaş şartlarında kendine verilen üstün yetkileri kötüye kullanarak cumhuriyeti feshedip, kendisini imparator ilan ettiğidir.

Roma, bu tarihlerin birinde imparatorluğa dönüşse de MS 3. yüzyıla kadar ismen cumhuriyet olarak kalır... Bu süre içinde de imparatorluktan tekrar cumhuriyete dönüş çabaları da devam eder. İmparatorluk döneminde işlevi ve önemi azalsa da Roma Senatosu her daim varlığını sürdürür. 

Caligula

İşte Caligula, bu şekilde oluşan Roma İmparatorluğunun ikinci imparatoru olan İmparator Tiberius'un öldürülmesinin ardından MS 37 yılında onun üvey oğlu olarak askerlerin ve halkın sevinç gösterileriyle 25 yaşındayken Üçüncü Roma İmparatoru olarak tahta geçer.

Caligula, imparatorluğu süresince aşırı savurganlığı, tuhaflığı, ahlaksızlığı, acımasızlığıyla ve despotluğuyla tanınır ve genellikle soğuk, kibirli, bencil ve deli olarak tasvir edilir… Romalı tarihçi Suetonius, ‘’Caesar'ın Hayatı’’ adlı eserinde döneminin en ünlü olaylarını anlatır. Ancak bu dönemin en tarafsız tarihçisi olarak gösterilen Tacitus'un Caligula'nın saltanatı hakkında yazdıkları kaybolmuştur.

Caligula, Senato, soylular sınıfı, üst düzey yöneticiler ve tiranlar tarafından pek sevilen bir imparator değildir. Bu nedenle de hakkında anlatılanların gerçek olmadığı, dedikodu olduğu yönünde değerlendirmeler de vardır.

Caligula, çok sevilen Roma Generali Germanicus'un oğlu olması nedeniyle başlangıçta oldukça fazla sevgiye mazhar olur. Senato tarafından imparator ilan edildiğinde kalabalığın "bebeğimiz" ve "yıldızımız" selamlamaları arasında Roma'ya girer. Halk kurbanlar keser. Ona "Güneş" diye seslenirler.

Caligula'nın ilk imparatorluk yılları

Caligula’nın imparatorluğunun ilk yılları iyi geçer. İmparatorluğunun ilk zamanlarında cömerttir Caligula. Muhafızlara fazladan ödeme yapar, selefi olan İmparator Tiberius'un vatana ihanet belgelerini yok ederek vatana ihanet kovuşturmalarının geçmişte kaldığını ilan eder, sürgüne gönderilenleri geri çağırır ve İmparatorluk vergi sisteminden zarar görenlere yardım eder. Halka yiyecek, gıda dağıtır. Bunların ve yaptığı masrafların giderlerini karşılayabilmek için de malı, mülkü olanlardan, evlenenlerden, dava açanlardan vb. ağır vergiler alır. Bu davranışları başlangıçta kendisine halkın gözünde oldukça ün kazandırır. Küçük başarıları da yandaşlarınca yağcılıklarıyla oldukça abartılır.

Caligula'nın rahatsızlığı

Saltanatına uğurlu bir başlangıç yapan Caligula, MS 37 yılının Ekim'inde ciddi biçimde hastalanır. Bu hastalık onun saltanatının dönüm noktası olur. Bazı tarihçilere göre bu fiziksel rahatsızlık daha sonraları akıl hastalığına yol açar… Bazı kaynaklar, Caligula'nın davranışlarının kaynağını beyin iltihabı, sara ya da menenjit gibi olası bir tıbbi nedenlerle açıklamaya çalışırlar. Ancak Caligula'nın deli olup olmadığı sorusu bu güne kadar bir muamma olarak kalır.

Caligula’nın bu rahatsızlığı MS 39 yılından sonra Senato ile arasının açılmasına yol açar. Genç Calicula ve Senato arasındaki sürtüşmenin kesin nedeninin belirsizliğine rağmen, bazı kaynaklara göre İmparator bir geçit töreni istemiş ancak bu istek Senato tarafından reddedilmiştir. Ancak kesin olan şu ki; Caligula MS 39 yılında konsülleri Senatoya danışmadan görevden uzaklaştırmış ya da yeniden yerleştirmiş ve birkaç senatörü arabasının yanında resmi kıyafetleriyle koşmaya zorlayarak halkın önünde küçük düşürmüş olmasıdır. Bu nokta da Caligula'nın hayatının akışı, Romalılarca "bebeğimiz" ve "yıldızımız" diye selamlanan genç bir imparatordan despot bir diktatöre doğru dikkat çekici biçimde değişir. Görkemini yansıtmak için büyük binalar, kendisi için kocaman kocaman saraylar yaptırır.  

Saltanatı sırasında imparatorluğa katılan Moritanya iki eyalet olarak tekrar yapılandırılır. Alexandria ve diğer doğu eyaletlerinde Yahudiler ve Yunanlar arasında çıkan karışıklıklar bastırılır. Caligula, Rhegium ve Sicilya limanları iyileştirir, Mısır'dan yapılan tahıl ithalatını arttırır.  Kamu işleri tamamlanır, tapınaklar inşa edilir, binalar, duvarlar tamir edilir. Caligula aynı zamanda çok ikna edici iyi bir hatiptir ve genellikle Roma halkının gözünde popüler biri olarak tasvir edilir...

Caligula hakkındaki rivayetler

Caligula hakkında iddia edilen, rivayet edilen tuhaf hikâyeler olarak; aşırı zalimliğini, sapık cinsel maceraları ya da geleneklere ve Senatoya karşı olan saygısızlığı, politik aptallıkları ve kendisini tanrılaştırması anlatılır. Ayrıca, kuzey cephesindeki askerî seferlerindeki davranışları ve verdiği tuhaf emirler, din ve vergi politikalarındaki uygulamaları deliliğinin ve zorbalığının delili olarak kullanılır.

Caligula hakkında iddia edilen rivayetler şunlardır:

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri vardır. Sarayında bir genelev açar ve burada seks âlemleri yapar ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satar… Hatta amcası Claudius'u da bu genelevin kapısında görevlendirir.

Sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürür. Ardından karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatır.

Caligula'nın Incitatus ismindeki çok sevdiği atını bir rahip olarak adlandırır ve yaşaması için içinde mermer bir ahır, altından bir yemlik bulunan bir ev ve mücevherlerle süslü gerdanlık takar ve en önemlisi Incitatus ismindeki bu atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “senatör” unvanını alır!...

Ülkenin kuzeyinde yaptığı askerî faaliyetlerinde gülünç ve tuhaf emirler verir. (Askerlerinin denize saldırması, askerlerine midye kabuğu toplatması emri vb.) Gece güneşin doğmasını emreder…

Arenada aslan ve kaplanlarla dövüşmek için yeterli suçlu kalmamışsa bazı izleyicileri arenaya attırır. Hayatına karşı herhangi bir komplo tertip edildiği zaman, komplocuların "ölmekte olduklarını hissedebilecekleri çok sayıda küçük yarayla" öldürülmesini emreder. Yemek yerken idamları seyreder. Birisinde idam cezası verdiği bir suçlunun hasta ve yaşlı babası oğlunun idamını izleyebilsin diye sedye bile tahsis eder! Tahıl ambarlarını kapatarak yurttaşlarını açlığa mahkûm eder. Kendisine yukarıdan bakılmasını suç sayar.

Halkı için sık sık "korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler" der.

Caligula, kendinisini yaşayan bir tanrı olarak ilan eder… Caligula’dan önce, Augustus zamanında, özellikle İmparatorluğun batısında, tanrılaştırılmış bir imparator kültü oluşturulur ve teşvik de edilirdi. Ancak Caligula bu kültü hayal edilemeyecek bir noktaya taşır. Calligula kendisini geri planda bir tanrı gibi takdim eder, ardından da dalkavukça yöntemlerle huzurunda bulunanların kendisini tanrı olarak benimsemelerini ve onaylamalarını talep eder. Ve çevresindeki dalkavukları da bu tanrı kültünü onaylarlar. Tanrılaştırılmış İmparator kültünün doğası, imparatorun çevresindeki ruhun onore edilmesi iken bu kült doğrudan Caligula'nın kendisine tapınılmasına doğru değişir. Heykellerin başları, birçok kadın heykeli de dâhil Caligula'nın başıyla yer değiştirir.  

Caligula'nın, bir imparator olarak özellikle Senato, soylular sınıfı, yöneticiler ve tiranlar düzenine karşı olan eylemleri sert olarak tanımlanır. Bu eylemler muhafızlar tarafından engellenen en az üç başarısız siyasi komplo girişimine neden olur.  

Ancak sonunda tıpkı Marcus Junius Brutus'un Julius Sezar'a yaptığı gibi, cumhuriyeti kurtarmak için korumalarının başı Cassius Chaerea tarafından baskısından usanan senatörlerin kumpası ve komplosuyla imparatorluğunun dördüncü yılında iken MS 41 yılında 29 yaşında iken öldürülür. Ancak bu suikastler, tiranlar eliyle çürütülmüş Roma Cumhuriyetini kurtarmaya yetmez. Zira hem Brutus hem de Cassius Chaerea, Cumhuriyet adına kahraman ilan edildikten çok kısa bir süre sonra bu kez "cumhuriyeti yıkmaya teşebbüs" suçlamasıyla karşı karşıya kalırlar ve öldürülürler...

Gerçek nedir?

Caligula hakkında anlatılanların çoğu bahsettiğim gibi rivayettir, dedikodur, söylentiden ibarettir. Ve bu söylentiler de git gide abartılarak iyice magazinleştirilir. Caligula her imparator gibi güç delisidir ancak abartıldığı kadar da deli değildir.

Bu rivayetlerin, dedikoduların doğruluğu ne olursa olsun tarihçiler Caligula'nın imparatorluk için uygunsuz, yetersiz ve hazırlıksız olduğu konusunda birleşirler.

Romalı ünlü hatip Crispus, Caligula için "dünyaya ondan daha iyi bir köle ve daha kötü bir efendi gelmemiştir" diye konuşur. Onun efendiliği; Senato’ya, soylulara ve tiranlara, kötülüğü ve küstahlığı; zayıflara, güçsüzlere, halka ve köleliği ise Antik Roma'nın en büyük generallerinden biri olan ancak karanlık, münzevi ve kasvetli bir imparator olan Roma’nın 2. İmparatoru ve üvey babası Tiberius'a idi.

Caligula deli falan değildir. Onun deliliği, tiranlar eliyle çürütülmüş bir topluma, toplumunun geleneklerini, değerlerini, âdetlerini koruyayım derken ahlakı unutmuş, unutturmuş Senato’ya, soylulara ve tiranlara karşıydı. Aslında Caligula’nın hikâyesi, imparatoru bir kuklaya çevirip Roma'yı yönetmek isteyen tiranların, soyluların, zenginlerin iktidarı (gücü) nasıl etkilediğinin, siyaseti nasıl yönlendirdiklerinin hikâyesidir.

Caligula, Roma’da zenginlerin, soyluların, tiranların cumhuriyet düzeninden vazgeçtiği yıllarda iktidara gelir. İmparatorluk düzeninin devamı için cumhuriyetten tamamen vazgeçmek gerekiyor idi. Cumhuriyetin kurallı, yasalara dayalı yapısı Roma oligarşisi için engeldir. Bunun için önce zenginler, soylular ve tiranlar cumhuriyetten vazgeçerler. Cumhuriyet düzeni yerini dinsel ve despotik bir dikta rejimini benimserler.  Seçim yerini komploya, hileye, hurdaya bırakır. Caligula’nın iktidarı da aslında bir komplonun eseriydi.

Caligula aslında çözülmekte olan bir düzenin sembolüdür. Caligula aslında toplumda yeteneksizliğin, dinselliğin ve ahlaksızlığın yükselişte at başı yarıştığı bir dönemin ürünüdür. Caligula’yı bu dönemde öne çıkaran unsur ise Caligula’yı kendinden önce ve sonrakilerden ayıran pek çok olan şahsi özellikleriydi.

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri olduğu iddia edilir. Hâlbuki Caligula'nın ölümünün ardından onun hakkında en koyu eleştirileri yapan Seneca, Caligula’nın kız kardeşleriyle olan ensest ilişkisi hakkında çıkan dedikodulardan hiç bahsetmez ve ayrıca Seneca, Caligula'nın hayattaki kız kardeşleri Agrippina ve Julia Livilla ile olan yakın ilişkisi ile tanınır. Doğru olsaydı bu rivayet Seneca söylerdi her halde!

Caligula, sarayında seks âlemleri yaparken ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satarken ahlaksızdı da bu işi gönüllü olarak yapan Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, sarayında bir genelev açarken ve sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürdüğünde ve ardından da karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatırken ahlaksızdı da bu ahlaksız davranışı sineye çeken, kabullenen Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, Incitatus ismindeki atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “Senatör” unvanını alır. Bu nedenle de Caligula’ya deli derler ve onunla dalga geçerler. Doğrudur, Roma İmparatoru Caligula, atını çok sevmekte ve onu senatör yapmak istemektedir. Roma senatosu, Caligula’nın korkusundan bu öneriyi kabul eder. Aslında Caligula'nın maksadı farklıdır. Caligula bu davranışıyla, Senato'nun usulüne uygun şekilde aldığı bir kararın “hukuk” olarak kabul edilemeyeceğini anlatmak ister. Şimdi atını senatör yapmak isteyen Calicula deli ve ahlaksızdı da çıkarları gereği bu isteği onaylayan, kabul eden Senato çok mu akıllı ve ahlaklıdır? 

Caligula’nın, kendisini yaşayan bir tanrı olarak ilan ettiği rivayet edilir. Calligula kendisini bir tanrı gibi takdim ederken ve Caligula'ya kutsal sıfatlar yakıştırılırken, bu rolü ve bu sıfatları benimseyerek onaylayan, en azından tepkisiz ve sessiz kalan etrafındaki yandaşları, dalkavukları ve yağdanlıkçıları, Senato ve Roma'nın ilgili kurumları daha fazla ahlakçı ve dindar mı idiler?

İşte Caligula bu deliliği ile çürümüş, yozlaşmış bir Senatoya, senatörlere, soylulara, tiranlara, Roma'nın kurumlarına ve topluma karşı bir ayna olmak istemiştir.''Caligula'' ve ''toplum'' aslında bir ''tencere'' ve ''kapak'' hikâyesidir.  

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında ‘’Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır bu dünyada. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.’’ diye yazardı. Bozulmuş insanlardan oluşmuş bir toplum liderliğinin bir örneğiydi Caligula…

Aslında Roma’nın, Cumhuriyeti tamamen yıkmak isteyen güç sahipleri ve zenginleri istedikleri rejim için böylesi bir Caligula’yı ve böylesi bir toplumu yaratırlar. Roma’nın güç sahiplerinin bu isteği; hiçbir devlet tecrübesi olmayan, bilgisiz, görgüsüz, aklen ve bedenen hasta ancak güç sahiplerine ve zenginlere karşı köle, halka karşı küstah yönetici kimliği ile Caligula'nın şahsında cisimleşir. Ve Roma’da böylesi bir Caligula'ya; milli, dini ve ahlaki hiçbir değere sahip olmayan ancak bu sıfatları kullanan bir ekip ile olup bitenlere karşı üç maymunu oynayan, kayıtsız ve umarsız bir halk eşlik eder. Roma’da böylesine bir ortamda ise tek siyasal mekanizma olarak komplo ve entrikalar ortaya çıkar. Roma kurumları teker teker bitirilirken bu kurumların yerine güç sahiplerinin, büyük zenginlerin ve Roma Sarayı'nın içendeki dar grupların komploları ve entrikaları alır. Bu komplolar ve entrikalar da en sonunda Caligula’yı alır.

Kaynaklar

Caligula’yı günümüzde anlayacağımız şekilde anlatan en iyi eser Albert Camus’un ‘’Caligula’’ (Berfin Yayınları, 2017) isimli tiyatro oyunudur.  Aslında Albert Camus ‘’Caligula’’'yı yazarken o sıralarda yükselişte olan Hitler’i kastederek yazar!...

Caligula’yı anlatan diğer bir eser ise edebiyatçı, yazar ve gazeteci Ahmet Mümtaz İdil’in ‘’Dehşetin Kanlı Gölgesi Caligula’’ (Etkin Yayınları, 2013) adlı kitabıdır.

Caligula’yı anlatan bir diğer eser de Yalçın Küçük’ün ‘’Caligula - Saralı Cumhur’’ (Salyangoz Yayınları, 2007) isimli eseridir ki bu kitabı da okumanızı asla ve asla tavsiye etmem. Zinhaaaaar bu kitabı okumayınız, hatta elinize bile almayınız. Çünkü bu kitap yazarı Yalçın Küçük gibi sakıncalı, muzır ve tehlikeli bir kitaptır!...

Ve günümüzde Caligula

Tarihte böylesine renkli bir imparator olan Caligula’nın birçok filmi ve TV dizisi yapılır.

İtalyan yönetmen Giovanni Brass (sanat camiasında takma adı olan "Tintoretto"'nun kısaltılmışı olan Tinto Brass olarak bilinir)  tarafından, Caligula’yı oyuncu Peter McDowell’in canlandırdığı 1979 yılında çekilen bir filmi vardır: ‘’Caligula - Aufstieg und Fall eines Tyrannen’’ (Caligula – Bir zorbanın yükselişi ve düşüşü). Bu filmde Caligula anlatılır. Ancak film afişlerinin üzerinde 18 yaş altı için sakıncalı olduğu yazılıdır. Film hakkında da bir sinema dergisi olan Moviepilot şunları yazar: "Hem estetik hem de itici olmak üzere, porno ve tarihsel uzun metrajlı film arasında başarılı bir dengeleme hareketi." Sinema magazin dergisi olan X-Rated Magazin ise filmi daha kısa anlatır: "Yüzyılın film skandalı.’’

En son 1996 yılı, genç Macar yönetmen Szabolcs Hajdu yapımı sinema filmi vardır: "Caligula". Bir de Caligula'yı genç İngiliz oyuncu John Simm'in canlandırdığı 2004 yılı yapımı mini TV dizisi "Imperium Nerone" dizisi bulunmaktadır. 

İsveçli müzik grubu Dark Funeral'ın solisti sahne adı olarak "İmparator Magus Caligula"'yı kullanır.

İşte böylesine bir delidir Caligula...

Osman AYDOĞAN

 

Mümtaz Soysal

12 Kasım 2019

İsmi ile müsemma, mümtaz bir cumhuriyetçi, mütevazı bir devlet adamını ve seçkin siyasetçi ve değerli bir hocayı, hocaların hocasını dün, 11 Kasım 2019 tarihinde yitirdik…

Cumhuriyet'in okullarında aldığı eğitimle evrensel değerlere ulaşmayı başarmış bir aydındı…

Türkiye’nin Kıbrıs tezlerinde yılmaz savunucusu ve KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın danışmanıydı…

‘’Anayasaya Giriş’’, ‘’Anayasanın Püf Noktası’’, ‘’Aklını Kıbrıs’la Bozmak’’, ‘’İdeoloji Öldü mü?’’, ‘’İçgüveysinin Encamı’’, ‘’Öpülesi Gemiler’’, ‘’Balinanın Böcekleri’’, ‘’Güzel Huzursuzluk’’ ve ‘’100 Soruda Anayasanın Anlamı’’ kitaplarının yazarıydı...

Cumhuriyetin nesli tükenen gerçek entelektüeliydi, akademisyeniydi, yazarıydı, aydınıydı, siyasetçisiydi, haza beyefendisiydi… Kısaca gerçek bir devlet adamıydı… Dünyayı tanıyan, Türkiye’yi seven, ahlaklı, namuslu, ilkeli siyasetçi kuşağının son temsilcilerindendi…

Kısaca ‘’Eski Türkiye’’nin ‘’Yeni Türkiye’’ye uymayan bir değeriydi…

Mümtaz Soysal,1929 yılında Zonguldak’ta doğar, Galatasaray Lisesi'ni (1949), ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (SBF) (1953) bitirir. Fark dersi sınavlarını vererek Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de mezun olur. (1954). 1956'da SBF'de asistan olarak çalışmaya başlar… 1958'de siyasal bilimler alanında doktora çalışmasını tamamlar… 1963'te SBF'de doçent, 1969'da ise profesör olur. 1971 yılında aynı fakültenin dekanlığına seçilir. SBF'de Anayasa Hukuku profesörü olarak uzun yıllar ders verir…

1961 Anayasası'nı hazırlayan Kurucu Meclis'te görev yapar…

12 Mart Muhtırası'ndan sonra 18 Mart 1971'de SBF Dekanlığı esnasında, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınıp tutuklanır… 1968'den beri okuttuğu Anayasa'ya Giriş ders kitabında komünizm propagandası yapmakla suçlanır, 6 yıl 8 ay ağır hapis, 2 ay 20 gün Kuşadası'nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkûm edilir. Toplam 14.5 ay Mamak Cezaevi'nde kaldıktan sonra beraat eder.

Hukukçuluğunun yanı sıra Forum, Akis, Yön, Ortam gibi dergilerde, Yeni İstanbul, Cumhuriyet, Ulus, Barış, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yazarlık yapar.

1969-71'de Akdeniz Sosyal Bilim Araştırma Konseyi Başkanlığı, 1974-78 arasında Uluslararası Af Örgütü İkinci Başkanlığı görevlerini yürütür.. 1979'da BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Uluslararası İnsan Hakları Öğretimi Ödülü'nü alır.

15 Temmuz 1983 günü Paris Orly Havaalanı'nın THY bürosu önünde patlayan bir bombanın neden olduğu sekiz kişinin ölümüne ve altmış dolayında kişinin de yaralanmasına yol açan Orly Havalimanı saldırısını gerçekleştirmekten dolayı tutuklanan ASALA mensuplarının yargılandığı davaya Türk mağdurları temsilen müdahil taraf uzman tanık olarak katılır. Bu davada sözde soykırım tezlerini boşa çıkarır ve Ermeni teröristlerin ceza almasını sağlar.

1991 seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) listesinden Ankara'dan kontenjan adayı olur ve TBMM'ye seçilir. TBMM'de Çekiç Güç, OHAL, demokratikleşme, Kıbrıs, özelleştirme gibi konularda hükümet politikalarını eleştiren konuşmalar yapar ve bu konularda Anayasa Mahkemesine davalar açar... SHP'nin hükümet ortaklığı içindeki pasif tutumuna sürekli tepki gösterir… Siyasetteki "vuruşarak çekilme" kavramı kendisine aittir.

Kısa bir süre için Dışişleri Bakanı olarak görev yapar... Ancak bir süre sonra bakanlıktan istifa eder… Aslında emperyalizmin oyuncağı olmayacağı anlaşıldığından siyasetteki önü kesilip istifaya zorlanır…  

1995 genel seçimlerinde DSP’den Zonguldak milletvekili seçilir... Daha sonra Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’le anlaşmazlığa düşerek DSP’den de ayrılır (1998).

2002'de Bağımsız Cumhuriyet Partisi'ni kurar ve bu partinin genel başkanı olur. AB ve İMF ile ilişkilere milli mücadele anlayışıyla yaklaşılması ve Kuvayı Milliye ruhunun yaşatılması bu partinin ilkeleridir…   

Kısaca her yerde bulabileceğimiz Mümtaz Soysal’ın hayat hikâyesi bu kadar… Şimdi gelelim onun bir başka yerde bulamayacağınız mümtaz kişiliğine:

Askerî darbelerde kendisi çok mağdur olmasına rağmen, ülkesine ve ülkesinin ordusuna asla küsmez… ‘’Yetmez ama evet’’çi liboş demokratların siyasal İslamcıların değirmenine nasıl su taşıdıklarını her fırsatta anlatır…

Gerçek bir ‘’Deniz’’ aşığı idi… Her fırsatta ‘’Denizcilik Bakanlığı’’nın kurulması ihtiyacını dile getirdi. Bu konuda çok da çaba harcadı ama başaramadı… Ülkemiz bakanlıkların sayısı ve niteliği konusunda garip bir ülkedir aslında… Ülkede kültür yok ama Kültür Bakanlığı var… Ülkede tarım ve hayvancılık yok ama Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı var… Ülkenin neredeyse dört tarafı derya deniz ama ülkede bir Denizcilik Bakanlığı yok…

Denizci hikâyelerine, gemilere ve deniz türkülerine vurgundu... Bunu bildiğim için bir dersinden sonra kendisine Karadeniz Deniz Türküleri CD’sini hediye etmiştim… Çok mutlu olmuştu…

Şiire, edebiyata ve felsefeye aşırı ilgisi vardı. İdeoloji ayırımı yapmaksızın Türk şairlerini çok severdi. Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiirini yazılarında çok sık kullanırdı:

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’

Benim de çok sık kullandığım bu şiiri aslında ben Mümtaz Soysal sayesinde tanımıştım…

T.C.’nin 50. Hükümetinin 27 Temmuz 1994 ve 28 Kasım 1994 tarihleri arasında tam tamına dört ay ve bir gün süren SHP’den Dışişleri Bakanı olduğu zaman yaptıklarını kısaca anlatmadan geçmek olmaz diye düşünüyorum:

Mümtaz Soysal, Fransa’ya resmi bir ziyarete gidecektir. Fransız Dışişleri Bakanından randevu talep edilir. Ancak zaman olmadığı gerekçesiyle bu talebe Fransa Dışişleri Bakanı olumlu cevap vermez. Mümtaz Soysal görüşmede ısrar eder. Yine olumlu cevap alamayınca ziyareti iptal eder. Bunun üzerine Fransa Dışişleri Bakanı randevu verir. Ve görüşme planlanandan çok daha uzun sürer.

Dışişleri Bakanı iken Amerika’ya vize uygulaması başlatır. ABD’ye bu vize uygulaması T.C. tarihinde ilk ve tektir.

Kendisi Dışişleri Bakanı iken oğlu askerliğini Jandarma Komando olarak Van’da PKK ile sıcak çatışmaların yaşandığı bir karakolda yapar.

Dışişleri Bakanlığından istifa edip de Bakanlıktan ayrılırken Tofaş’ın Şahin marka kendi otomobiline binerek ayrılır. Aynı günün akşamı Ankara da gece eşiyle kol kola taksi beklerken görülür…

Kendisine yapılan en büyük eleştiri Türk Telekomu sattırmadı diyedir.  Ancak Mümtaz Soysal’ın yaptığı tek şey Anayasa ve yasalara aykırı durumu mahkemeye taşıyarak bu satışın engellenmesidir. Ne yani, Anayasa ve yasalar öylece dururken Anayasa profesörü görmezden mi gelecekti? Mümtaz Soysal’ın yapmak istediği tek şey idarenin hukuka uymasını istemektir. Eğer siyasi iktidar samimi olsaydı satışa engel olan Anayasa ve yasaları değiştirir ondan sonra satardı. Ancak Mümtaz Soysal’ın bu satışı engellemeye gücü yetmedi.

Aslında Türk Telekom'u iki yıllık karına satıp Araplara peşkeş çeken, o parayı daha tahsil bile edemeyip ülkeyi onlarca milyar dolar zarara uğratan zihniyeti görünce Mümtaz Soysal’ın ne kadar da haklı olduğunu görüyoruz.

Mümtaz Soysal, bir kâhin, bir müneccim sezgisiyle FETÖ tehlikesini 30 Eylül 2005 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde yayımlanan "son pişmanlık gelmeden" başlıklı yazısında şöyle anlatıyordu:

“...Unutmayalım ki, süreç aynı zamanda Cumhuriyeti zayıflatma sürecidir. Bir gün, büyük olasılıkla AB'ye karşı bir ‘babalanma’ sonrası, bugünkü iktidar çoğaltılmış oylarla daha da güçlü olarak geri dönerse ve "İslam Cumhuriyeti" ilan edilip Esenboğa'ya inen Amerikan uçağından ‘sulu gözlü bir Türk Humeyni’si inerse, şimdi yakınıp sızlanan, ama ilerici partilerden uzak duran ve Cumhuriyetçi bir siyasal cephe kurmaktan kaçınan insanlarımızın ‘ahı vahı’ ve son pişmanlığı fayda etmeyecektir.”

Mümtaz Sosyal, 1972 yılında Mamak Cezaevi'nde iken yazar Sevgi Soysal ile evlenmişti. Ancak Sevgi Soysal 1976 yılında genç yaşta hayatını kaybeder…

Burada kısaca Sevgi Soysal’a de yer vermeden edemeyeceğim…

Sevgi Soysal Alman asıllı bir annenin beş çocuğundan biriydi. Sevgi Soysal (1936-1976) Mümtaz Soysalın ilk eşi, ancak Mümtaz Soysal, sevgi Soysal’ın üçüncü eşiydi…

Sevgi Soysal’ın ilk eşi tiyatro profesörü Özdemir Nutku (1955-1960), ikinci eşi sinemacı Başar Sabuncu (1965-1971) idi.   Korkut Nutku, Sevgi Soysal’ın Özdemir Nutku’dan olan oğlu, Funda ve Defne Soysal da Mümtaz Soysal’dan olan kızları idi.

12 Mart edebiyatçıları arasında sayılan Sevgi Soysal Türk edebiyatında siyasal ve toplumsal bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan naif diliyle, bazen alaycı anlatımıyla kendine özgü yere sahip bir yazardı.  

Sevgi Soysal; ‘'Yürümek’ romanı ile TRT Roman Başarı Ödülü (1970)’nü, '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanı ile de Orhan Kemal Roman Ödülü (1974)’nü kazanmıştı. Diğer eserleri: ‘’Tutkulu Perçem’’, ‘’Tante Rosa’’, ‘’Şafak’’, ‘’Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’’, ‘’Bakmak’’, ‘’Barış Adlı Bir Çocuk’’ "Bakmak", ‘’hoş geldin Ölüm’’ ve "Paralar Cebe Kadınlar Eve" kitaplarıydı…

Bu kitaplardan '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanını okumamışsanız eğer henüz hayattayken kaçırmayın derim…

Kasım ayları güz aylarının sonuncusu, yaprakların döküldüğü bir aydır… Sevgi Soysal’ın ilk eşi Özdemir Utku 08 Kasım 2019’da, son eşi Mümtaz Soysal bundan üç gün sonra 11 Kasım 2019’da bu dünyadan göçüp gittiler. Sevgi Soysal da Kasım ayını o kadar çok seviyor olacak ki kendisi de yine bir Kasım ayında (22 Kasım 1976) bu dünyadan göçüp gitmişti…

Sevgi Soysal’a yer vermemim nedeni Mümtaz Soysal’ın nasıl bir mümtaz kadınla evli olduğunu anlatmam içindi…

Yazımda Mümtaz Soysal’ı şimdiki siyasetçilerle hiç kıyaslamadım... Eğer yapsaydım bu Mümtaz Soysal’a saygısızlık olurdu... Hal-i pür mealimiz ortada...

Mümtaz Soysal rahatsızlığı nedeniyle uzun bir süredir medyada gözükmüyordu, yazmıyordu, suskundu, hep suskundu...

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında şöyle yazardı: "Ölmeyi göze almak. Çok söylenmiş, bilinen bir cümle. Ölmeyi göze alanlar çıktı. Ama susmayı göze almak. Yeterince durulmadı bunun üstünde.''

Manzarayı umumimeyiz karşısında yıllarca susmayı göze almıştı Mümtaz Soysal…

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında yine şöyle yazardı: "Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için vardır. Yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak için değildir."

Mümtaz Soysal, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için yaşadı ve öldü…

Allah rahmet eylesin…

Bir güzel insan daha bir güzel ata binip gitti… Demirin tuncuna, Anayasa profesörünün Kuzu’suna kaldık…

Osman AYDOĞAN

Ne şairane mevsimdi sonbahar

10 Kasım 2019

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti... Bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçti gözlerimin önünden...

Bir sonbahar daha geçti Celâlâbâd’da rengârenk... Bir güz daha geçti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...

Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurdu yüzüne insanın…

Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldi hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk baktı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında...

Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildi yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar ruhumla öpüşmüş gibiydi…

Hızını artırdığında uğultuları geldi rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldi...

Yavaş yavaş pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Börtü böcek yaz konserlerini kesti, kuşların cıvıltıları sustu, yaz otları da sararıp soldu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örttü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların...

Daha erken oldu akşamlar... Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battı güneş dağların ardından... Alev alev yandı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde indi karanlıklar… Usul usul bastı geceler...

Sonra sonra hayattaki tek arkadaşım, abim, kardeşim ve her şeyim Şehriyar’ı anımsadım. Zaten her Celâlâbâd’ı anımsayışımda Şehriyar’ı hatırlarım. Mustafa Kemal Atatürk hayranı idi Şehriyar… Atatürk için; ‘’O dünyanın gördüğü en büyük devrimciydi’’ derdi… ‘’O büyük insanı anlamak her fâninin harcı değildir’’ derdi… Mustafa Kemal’in ‘’Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.’’ sözünü hiç dilinden eksik etmezdi hiç… ‘‘İşte’’ derdi ‘’Doğu’da eksik olan bu: Bilim ve akıl…’’ ‘’Bizde bilim ve akıl olmadığı için sefalet içindeyiz’’ derdi...

Ve iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki buralara gelmişim, iyi ki buralardaydım, iyi ki bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim.

Bu yörenin en yeşil bölgesi olan Celâlâbâd’da yeşillikten hiç eser kalmadı artık. Celâlâbâd; sarı, sapsarı, kahverengi, pastel bir renge büründü…

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra, haykıra haykıra bir sonbahar daha geçti...

Mevsim, Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiirindeki dizeleri gibiydi aynen; ''Ne şairane mevsimdi sonbahar'':

‘’Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar 
Bahçeleri talan eden bir deli rüzgârdı 
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar 
Eskiden sonbaharın bir güzelliği vardı 

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana 
Sonbahar dahi bir tuhaf bir başka geliyor 
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana 
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor’’

Şair Tarancı’nın söylediği gibi o şairane mevsim ''sonbahar'' gitmiş ve nihayetinde memlekete hüzün gelmiştir... Gayri yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri vardır... Artık bahçeleri talan eden bir deli rüzgâr vardır... Kırılan dal, düşen yaprak ve şaşkın uçan kuşlar vardır...

Bu nedenledir ki Şair Tarancı yine ''Atatürk'' şiirinde Atatürk'ün bu manzara karşısındaki üzüntüsünü anlatır:

‘’Atatürküm eğilmiş vatan haritasına 
Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler 
Atatürk neylesin memleketin yarasına
Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler

Nerde istiklâl harbinin o mutlu günleri 
Türlü düşmana karşı kazanılan zaferi 
Hiç sanmam öyle ağarsın bir daha tan yeri 
Atatürküm ben ölecek adam değildim der.

Git hemşehrim git kardeşim toprağına yüz sür
Odur karşı kıyadan cümlemizi düşünür 
Resimlerinde bile melül mahzun düşünür 
Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister.’’ 

Ey Türk istikbâlinin evlâdı! Anlıyor musun? Yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri karşısında zaman şaşkın uçan kuşlar zamanı değildir... Kırılan dallar, düşen yapraklar baharda daha gür, daha güçlü, daha bir çığlık çığlığa doğmak içindir.

Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister...

Osman AYDOĞAN

 

Bir sabiyyenin ‘’Gözyaşları’’

08 Kasım 2019

Bir kanun tasarısı

2016 yılı Kasım ayında’da Meclis’e getirilen, dönemin Adalet Bakanı tarafından “Düğün yapılmış, dernek yapılmış, gelmişler, hediyeleri takmışlar, resmen evlenmişler” diyerek savunduğu ancak tepkiler üzerine geri çekilen bir önerge vardı. Bu önerge ‘’çocuklara cinsel istismar suçlarında mağdur ve failin evlenmesi halinde, cezanın ertelenmesini ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını’’ öngören bir düzenleme idi. Bu önerge çocuk yaşta evlilikleri, çocuk istismarlarını ve tecavüzleri neredeyse yasalaştıracak bir düzenleydi...

Günümüzdeki basın haberlerine göre 2019 yılı Mayıs ayında açıklanan ''Yargı Reformu Strateji Belgesi'' kapsamında çıkartılması hedeflenen paketlerden ikincisiyle ilgili çalışmaların bugünlerde devam ettiği açıklanıyor.  İkinci pakette yer verilmesi konuşulan ancak son halini almayan düzenlemeye göre tecavüz cezasının “çocuk ile şahıs arasındaki yaş farkının 10’un üzerinde olmaması ve evlilik gerçekleşmesi halinde ertelenmesi” düşünülüyor. Bu şekilde AKP, 2016 yılındaki tasarısını ısıtıp tekrar gündeme getirmiş oluyor…

Bu tasarı basında ne zaman yer alsa bana benzer kaderi paylaşan İhsan Raif Hanım’ı aklıma getiriyor… Bu nedenle İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini bir daha yazmak, bir daha hatırlatmak istedim.

Sadece bir sapık bir genç kızın bedenini ve ruhunu iğfal etmiyor... Bazen de bir parlamento bir yasa ile bir toplumun bütünlüğünü ve ruhunu iğfal edebiliyor....

Önce kısa bir lise Edebiyat bilgisi

Beş Hececiler (‘’Hecenin Beş Şairi’’, ‘’Hececiler’’ veya ‘’Hecenin Beş Ozanı” olarak da adlandırılırlar); I. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Milli Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır…

Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.

Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan ‘’Beş Hececiler’’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyük olmuştur.

‘’Beş Hececiler’’; şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişler ve şiirlerinde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir.

İhsan Raif Hanım 

İşte bu ‘’Beş Hececiler’in öncüsü kimselerin, kimseciklerin bilmediği ‘’Gözyaşları’’ döken bir kadın şairimiz var: İhsan Raif Hanım.

Ahmet Haşim bu konuda şöyle der: “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım.” 

Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (namı diğer Feylosof Rıza) İhsan Raif Hanım’ın aile dostlarıdır ve İhsan Raif Hanım’ın şiir bilgisine katkıda bulunanlar arasındadır. Ancak İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfik’le tanışmadan önce de şiirleri vardır.

İhsan Raif Hanım ilk şiirlerini, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de yayımlamaya başlar. İhsan Raif Hanım 1908’de Meşrutiyet döneminde ateşli bir kadın hakları savunucusudur; kadınlar için üniversite açılmasını savunanlar arasında yer alır.

İhsan Raif Hanım’ın ağabeyi Mehmet Fuad Bey, milli edebiyat akımını hazırlayan dilcilerdendir; Halit Ziya Uşaklıgil ise İhsan Raif Hanım’ın eniştesidir.

19. yüzyılda mutasarrıflık, valilik, nazırlık, ayan üyeliği ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Babası Köse Mehmet Raif Paşa Mithat Paşa’nın yanında çalışmıştır. Bu nedenle Sultan II. Abdülhamit kendisinden pek hoşlanmaz ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirir. İhsan Raif Hanım’ın 1877 yılında Beyrut’ta doğmasının nedeni de budur. Babası kendisiyle birlikte sık sık yer değiştiren kızlarının eğitimi için gittiği yerlerde bulduğu özel hocalar tarafından kızlarının eğitimlerini sağlar. Bundan dolayı İhsan Raif Hanım, küçük yaştan itibaren yetkin hocalardan iyi bir ev eğitimi alır. Tevfik Lami Bey’den Türk ve Batı müziği, piyano ve Fransızca öğrenir. Musiki, edebiyat, felsefe, yabancı dil eğitimiyle hayatı renklenir.

Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapar. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaai Hukuk Derneğinin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiirler okur. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde de ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verir.

Kadın dergisi Mehasin’de Halide Edip, Emine Semiye, Şükufe Nihal ve Fatma Aliye’nin yazılarıyla birlikte şiirleri yayımlanır. Bunlar vatanperver şiirlerdir. 1912 yılında şiirlerinin bazılarını yeni yetenekleri destekleyen kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayınlar. Bu şiirler vesilesiyle daha sonra anlatacağım üçüncü eşi olacak derginin yayın yönetmeni Şahabettin Süleyman’la tanışır.

1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini ‘’Gözyaşları’’ adıyla kitaplaştırır.

İhsan Raif Hanım’ın başından dört evlilik geçer. Babasının dayatmasıyla gerçekleşmiş Mehmet Ali Bora ile olan on beş yıllık ilk evliliğinden Ahmet Hikmet Bora (1891-1970); Hatice Mehruba Atay (1895-1984, daha sonraları Falih Rıfkı Atay'ın iknci eşi) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972) adlarında üç çocuğu olur. Şairin bu dönemine yazımın sonunda ayrıntılı bir şekilde yer vereceğim.

Mehmet Ali Bora’dan boşanıp çok kısa süren ikinci evliliğinden sonra evlendiği dönemin ünlü yazar ve Rübab dergisinin yönetmeni ve Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası Şahabettin Süleyman’la evlenir. Bu altı yıllık mutlu evliliği süresince Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevre edinir ve şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.

Bu mutlu evlilik, Goethe’nin ‘’Aşkın kitabında az sevinç, çok ıstırap ve ayrılık gördüm. Vuslat ise küçük bir yer işgal ediyordu…’’ sözünü doğrularcasına dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de Şahabettin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yummasıyla noktalanır.

‘’Söyletme’’ isimli şiirinde o günlerdeki acısını anlatır:

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.

İhsan Raif Hanım, bu ani ölümden kısa bir süre sonra İsviçre’de Şahabettin Süleyman’la birlikte tanıştıkları sonradan Müslüman olan ve adını Hüsrev olarak değiştiren Bell adında Strasburglu bir şairle dördüncü evliliğini yapar.

Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris’te geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında 1926 yılının Nisan ayında kırk dokuz yaşında iken vefat eder. Naaşı Türkiye’ye getirilerek Rumelihisarı Kabristanı’na defnedilir.

İhsan Raif Hanım yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları da seslendirir. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanmıştır; ayrıca başkalarının da bestelediği manzumeleri vardır, çoğu, şairin adı anılmadan seslendirilmektedir. İlk defa Kenan Akyüz, 1958 yılında yayımladığı ‘’Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi’’nde ‘’Gözyaşları’’ndan seçilen on bir şiiri antolojiye alır. Akyüz’e göre İhsan Raif, Türk kadın şairlerinin en lirik olanıdır.

Bilinen eserleri; ‘’Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye’’ (1912), ‘’Gözyaşları’’ (1914) ve ‘’Kadın ve Vatan’’ (1914)’dır.

İhsan Raif Hanım’ın yayımlanmış ve yayımlanmamış tüm şiirleri ancak 2001 yılında Cemil Öztürk’ün yayımladığı çalışmayla edebiyat tarihine kazandırılır. (Dr. Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım, Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2001)

Bu tarihten önce ise 1987 yılında Kültür Bakanlığı "Türk Büyükleri" dizisinden Hüveyla Çoşkuntürk, yaşamı ve şiirlerinden oluşan bir seçki yayımlamıştır. (Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Büyükleri Dizisi 51, 1987)

Kimseye etmem şikâyet

Ancak hayat hikâyesini roman şeklinde anlatan tek eser 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan ve bir bestesi de yapılan bildiğimiz bir şiirinin ilk dizesini de ad olarak alan kitaptır: ‘’Kimseye Etmem Şikâyet’’ (Doğan Kitap, 2013)

Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan bina İhsan Raif Hanım’ın babasına ait Taş Konak'tır. Kaymakam Mehmet Öklü de bu konağın hikâyesinden yola çıkarak İhsan Raif Hanım’ın hikâyesine ulaşır ve onu romanlaştırır. Ve kitaba ismini veren şiirin konusu da İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken bu konakta geçer ve hazin bir hikâyedir.

İhsan Raif Hanım yukarıda anlattığım gibi iyi bir eğitim almıştır. Naiftir, her kadın gibi incedir, narindir, duygusaldır, her şair gibi içlidir, hassastır, derindir. Öyküsünü anlatmadan, yaşamında nasıl bir ıstırap çektiğini anlayabilmek için kaynağını bilmediğim bir söze yer vermek istiyorum: ‘’Tohum ne kadar güçlü ise, uygun olmayan bir toprağa düştüğünde kendine vereceği zarar da o kadar büyük olur.’’ Hiç de kendisine uygun olmayan bir toprağa düşen İhsan Raif Hanım için de bu böyle olur... O güçlü tohum hep kendine zarar verir. İhsan Raif Hanım için o uygun olmayan toprak bir kurt gibi için için kemirir kendisini, yer bitirir, tüketir…

Bundan sonra İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini Mehmet Öklü’nün kitabından şöyle özetleyebiliriz:

Şiirin, musikinin, edebiyatın tozpembe ikliminde hür ufuklara kanatlanırken hayatın ona hazırladığı başka bir sürprizden habersizdi İhsan. Taş Konak onun hayallerinin mabedi bir sırça köşke dönmüşken, taş atılan bir cam gibi dünyası tuz buz olacaktı.

Nasıl mı?

İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı aniden, gürültüyle açılıverir birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girer içeriye. Belli ki niyeti kötüdür. İhsan Raif Hanım’ı kaçırmak için gelmiştir. Teşebbüs de eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım iner merdivenlerden ve gözden kaybolur.

İhsan Raif Hanım’ın hatıralarında “Arap bacıların komplosu” olarak anacağı olayda içeri dalan ve İhsan Raif Hanım’ı kaçırmaya kalkışan adam Reji memuru Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali’nin maksadı “karalar çalarak” küçük İhsan Raif Hanım’ı evlenmeye mecbur etmektir.

Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ıstıraplara yol açar. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan Raif Hanım’ı sorumlu tutar.  Babaya göre kendisinden habersiz girişilen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekir. Babaya göre artık İhsan Raif’in adı ‘’kirlenmiş’’tir.

Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”

Şefkat timsali annesinin bazen içine akan, bazen dışına taşan sessiz gözyaşları fayda vermez, sofrasında ekmeğini paylaştığı, dost bildiği insanların ihanetini kimselere anlatamaz İhsan Raif Hanım. Ve babası da İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz ve 13 yaşındaki kızını ‘’Nikâh kâfidir! Sessizce gidin!’’ diyerek “O hain’’ Mehmet Ali’yle evlendirir ve İzmir’e bir sürgün havasında yollar.

1890’da 14 sene dönemeyeceği İstanbul’a veda ederken İhsan Raif Hanım, ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hem de hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılırken Maçka’ya, Teşvikiye sırtlarına, Dolmabahçe sırtlarına bakıp, içinden, ‘’Elveda çocukluğum, elveda güzel kardeşlerim, annem, babam, evim, yuvam… ‘’ diye için için ağlar, hıçkıra hıçkıra ağlar, bir sel gibi gözyaşları döker…

Daha sonra bugünü şöyle hatırlar: ‘’Uykularımda beni yeşil vadilerde uçuran pembe rüyalarımın uçsuz bucaksız bahçelerine veda ediyordum. Kırılırcasına üstüme gelen o kapının adeta hayatımın ikbal kapılarını kapatacağını, bütün acıların açılan bu gedikten hayatıma dolacağını yaşayarak öğrenecektim…’’

İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır. Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Raif Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez.

Sonrasını İhsan Raif Hanım şöyle anlatır:

“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi. Heyhat, saadet güneşim galiba hiç doğmayacak! ..”

Sadece bu kadar da değildi yaşadıkları İhsan Raif Hanım’ın. Anlatırdı paramparça olmuş iç dünyasını: ‘’Aşkıma set çeken bu da değildi sanırım. Gönül telimi titretecek nezaket ve nezaheti bulamadım ben. Ruhumdaki sevgi tomurcukları açmadan soldu belki. Benim pembe hayallerim olmadı hiç. Rüyalarım bile baharda esen samyelinin yakıp kavurduğu elma çiçekleri gibi kavruk…’’

Mehmet Ali’nin olumsuz alışkanlığı içkiyle, kumarla sınırlı değildi. Derken İhsan Raif Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.

“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.

Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da ‘’evli bir dul’’ olarak bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.

Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.

Ve devam eder İhsan Hanım anlatmaya:

 “Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”

İşte o zaman yazar İhsan Raif Hanım o gönül telimizi tir tir titreten şarkının güftesini. Bu şiir çaresiz bir genç kadının yakarışıdır, başına gelenlere sessiz isyanıdır, içten haykırışıdır:

Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...

(İhsan Raif Hanım bu kendi şiirini Suzinak makamında besteler. Daha sonra da bu şiir Kemânî Serkis Efendi tarafından da Nihâvend makamında bestelenir. İhsan Raif Hanım’ın erken vefatı ile kendi bestesi unutulmuş, Serkis Efendi’nin bildiğimiz bestesi yaygınlaşmıştır.)

O günlerde İstanbul’da kalan kız kardeşi Belkis’e yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır:

‘’Yaşadığı denizdeki kayadan koparılmış midye gibiyim. Sağır duvarlara hitap etmekten bıktım. Duvarlara attığım yumruklardan ellerim parçalandı. Her şeye rağmen, hayata tutunmak için çırpınan ümit kuşumun kanatlarını kırmamaya çalışarak yaşıyorum. Saadet ülkesine giden bir yolun olduğuna ve bir gün onu bulma inancımı kaybetmemek için çırpınıyorum. Bugün dört yılını dolduran gurbet hayatım, dört asır gibi geliyor bana. Zamanın geçtiğini çocuklarımdan anlıyorum.’’

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri İhsan Raif Hanım’ın o günlerindeki ağlayışlarının dile şahidi gibidir:

Neden gülmesin gül gibi yüzler; 
Niçin ağlasın o güzel gözler, 
Niye sevgiye sevimsiz sözler, 
Söylenir diye şaşar ağlarım. 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri o günlerde dökülen gözyaşlarını anlatır gibiydi:

Sarardı baharın payinda eylul; 
Titredi emeller, umidler ma'lul; 
Döküldü uzanmış zanbaga melul 
Nergis-i ademin har gözyaşları.

‘’Hırçın’’ isimli şiiri de bu mutsuz evliliğinin dile gelmiş haliydi sanki:

Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.

‘’Genç Günler’’ bu dönemimde aşkı nasıl yaşadığını anlatırdı:

Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar! 
Ey, altına yatıp kaldığım çınar! 
Söyledikçe hala yüreğim oynar, 
Gölgende okudum kitab-ı aşkı. 

‘’Bu Sevdadan Geçersin’’ şiirini de muhtemeldir ki kocasına Aspava'sı için yazmıştı:

Niçin beni yan bakışla süzersin? 
Sözlerime neden dudak bükersin? 
Bugün sever, yarın belki üzersin 
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin. 

Ancak 27 yaşında 3 çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den. Bir süre sonra çapkınlıklarıyla bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkar.

Mehmet Ali Bora’ya duyduğu aşk ve nefret hislerinin tümünü şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, ilk eşine olan hislerini şu mısralarla dile getirir:

“Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;
Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”

Bir başka yerde de şöyle isyan eder Mehmet Ali’ye:

‘’Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından
Korkmaz mısın mazlumun inkisarından’’

İhsan Raif Hanım derin derin düşünür... Ona göre bu olayları başına getiren şey neydi? İhsan Raif’in hatıralarında “Arap Bacıların komplosu” olarak anacağı olayda, yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?

Yine İhsan Raif Hanım’dan dinleyelim:

“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir âdetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”

19. yüzyılda bile 13 yaşında zorla evlendirilen bir sabiyyenin (küçük kız) ruhunda kopan fırtınalar, kıyametler işte böyle… Aldığı eğitim sayesinde İhsan Raif Hanım duygularını dışa vurabilmiş, duygularını şiire, edebiyata dökebilmiştir... Ya duygularını dışa vuramayanlar? Çocuk yaşta genç kızların o meşum, o çaresiz intiharlarının nedeni nedir sanıyorsunuz ki? Günümüzde de böylesi bir geleneğe, böylesine insanın içini karartan bir tuzağa İhsan Raif Hanım'ın söylediği gibi ancak Arap kalfalar gibi böylesine talihsiz kara ruhlar destek olabilir...

Yazar Mehmet Öklü son olarak kitabını şöyle bitirir:

‘’İhsan Raif Hanım, başını Aşiyan yamaçlarına dayamış kabrinden Boğaz’ın mavi sularını, yeşil korularını, asude göklerini dinliyor. Ziyaretçileri mezar taşındaki bin bir ismini andığı Rabb’ine yakaran mısralarını, 4 Nisan 1926 yazan ona vuslat tarihini heceliyor. Onun insani hüznüne, vicdani hüsnüne, deruni yasına bürünmüş derin sessizlik, kıyamete kadar bitmeyecek nöbetini sürdürüyor.

Raif Kızı İhsan Hanım! Hecenin, aşkın, hüznün, taze Türkçenin, vicdanın, ezanın ve şühedanın şairi! Kimseye şikâyet etmeden kendi halinde ağlayan, ‘Gözyaşları’nın bestekârı. Nişantaşı’nın, İzmir’in, Davos’un mahzun gelini!

Öz dilinin lisanı’na getirdiğin güzelliği, musikimize hediye ettiğin gönül telimizi titreten ölümsüz nağmeleri dinledik. Elmas taşları gibi saçılan gözyaşlarının boşa akmadığını gördük. Firari feryatlarının vicdanlardaki yankısını duyduk, milletine de duyurmak, göstermek istedik. Yaşadığın, sevdiğin semtin Nişantaşı’nda komşun Nigâr Hanım’a gösterilen vefa gibi, bir sokakta İhsan Raif Hanım adını görmek istediğimiz gibi. Hecenin Beş Şairi’ni anarken, onların ablası olarak en başta senin ismini görmek, seninle beraber altı hece şairinin adını saymak istediğimiz gibi. Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olur ümidiyle…’’

İhsan Raif Hanım, daha çocukken Nişantaşı’nda Taş Konak’ta hocası Rıza Tevfik ile hocasının bir şiiri üzerinde çalışıyorlardı. Hocası Rıza Tevfik’in şiiri şöyleydi:

‘’Yürü be hey bî vefâ hercâî güzel 
Gönlüm o sevdâdan vaz geldi geçti
Soldu açılmadan gonca-i emel
Sonbahar’a erdik yaz geldi geçti’’

İhsan Raif Hanım hocasına bu şiire Türkçeyi kullanmak adına şu düzeltmeyi yapmak istediğini söyler:

‘’Hocam, ‘bî vefa’ yerine ‘vefasız’ desek, şiirin havasına daha uygun olmaz mı? Çünkü bu iç sızlatan bir şiir hocam… Vefasız dersek ‘’sız’’ ekiyle mevcut sızıya bir sızlama daha eklenip gönül sızısı artmaz mı?’’

İhsan Raif Hanım bu sözleriyle sanki kendi hikâyesini anlatırdı. Çünkü bu hikâye iç sızlatan bir hikâyedir... Çünkü bu hikâye mevcut sızıya bir sızlama daha ekleyip gönül sızısını artıran bir hikâyedir… Çünkü bu hikâye bir gelenek adına hâlâ toplumun ruhunu inim inim inleten, toplumun vicdanını sızım sızım sızlatan bir hikâyedir... 

Ey hecenin, aşkın, hüznün şairi! Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olsun!

Osman AYDOĞAN 

Meraklısı için İhsan Raif Hanım’ın yazımda geçen şiirlerinin tam metni:

Söyletme

Söyletme beni derdim büyüktür
Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür
Hayatım bana bir koca yüktür.
Gönül bağında baykuşlar öter.

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri

Neden gülmesin gül gibi yüzler; 
Niçin ağlasın o güzel gözler, 
Niye sevgiye sevimsiz sözler, 
Söylenir diye şaşar ağlarım. 

Şu gördüğümüz rengârenk, çiçek, 
Sevdalı bülbül, arı, kelebek, 
Yekdiğerini bırakıp gidecek: 
Vefasızlığa bakar ağlarım. 

Solmasın dersin sümbülüm, gülüm; 
Yâri elinden alacak ölüm; 
Bütün dünyayı inletse ünüm; 
Çaresizlikten coşar ağlarım. 

Neş'e gizlenir çöker bir melal; 
Her vücud, her şey mahkûm zülal; 
Son nefese kadar tükenmez cidal, 
Tükenmez derdim sayar ağlarım. 

Aklım ermiyor of, ne haldir bu! 
Yaşamak için dert, mihnet kaygu; 
Bir zevke bedel bin acı duygu; 
Duygusuz felek sorar ağlarım. 

Zalimler ceza görmeli elbet. 
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet? 
Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet? 
Haksızlıklara yanar ağlarım. 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri

Firari bahardan, aşık hazandan, 
Cu-yi dile ma'kes nay-i hicrandan, 
Nagme-yi sevdadan, bu-yi figandan 
Serpildi melalin elmas taşları. 

Sarardı baharın payinda eylul; 
Titredi emeller, umidler ma'lul; 
Döküldü uzanmış zanbaga melul 
Nergis-i ademin har gözyaşları.

Hırçın

Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.

Sevmek isterim yanımdan kaçar,
Uzak durursam ateşler saçar,
Sitem sözlerle dilde derd acar,
Fakat arttırdı gönül sevdayı.

Eziyet etmek en büyük zevki;
Muazzeb görmek neş'esi, şevki;
Şeytanlıkta hiç bulunmaz fevki,
Meşke başladı gönül cefayı.

Sevdirebilmek hayli emektir,
Gücendim git, der, gel sev demektir;
Merakı uzup lütf eylemektir,
Onsuz bulamaz gönül sefayı.

Genç Günler

Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar! 
Ey, altına yatıp kaldığım çınar! 
Söyledikçe hala yüreğim oynar, 
Gölgende okudum kitab-ı aşkı. 

Ey, kumrulu bahçem, sümbüllü bağım! 
Ey, bülbüllü derem, mineli dağım! 
Sizinle geçti en güzel çağım, 
Orada dinledim rubab-ı aşkı. 

Muhabbet bağında kendimden geçtim, 
Ateşler içinde bir lale seçtim, 
Yandı yüreğiyim, kanarak içtim; 
Kızıl dudağından serab-ı aşkı.

Bu Sevdadan Geçersin

Niçin beni yan bakışla süzersin? 
Sözlerime neden dudak bükersin? 
Bugün sever, yarın belki üzersin 
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin. 

Sevsen de hoş, sevmesen de sen beni, 
Ben vahşiyim, hiç sevdirtmem kendimi; 
Bu halimle incitirim ben seni; 
İncinmeden bu sevdadan geçersin. 

Bülbül gibi âşık olma her güle; 
Vefasızdır, gül inanmaz, bülbüle; 
Çünkü şakır lalelere, sümbüle; 
Sümbül gibi aşkın solar geçersin. 

 

Yansıtma

06 Kasım 2019

TV pek izlemem… Nedeni de basit… Ne zaman TV’yi açsam iktidarıyla, muhalefetiyle haber kanallarında, siyaset kürsülerinde, açık oturumlarda bir şiddet, bir celâl, ağıza alınamayacak sözler, hakaretler, aşağılamalar diz boyu… Kötü ve sert tondaki sözler, çirkin ifadeler, çatık kaşlar, şiddet ve celal bulunduğum ortamı zehirliyor… Ben de hemen TV’yi kapatıyorum… Yoksa ben de zehirleneceğim… Ispanaktan zehirlenme bu zehirlenmenin yanında gayet masum kalır…

Haber kanallarındaki, siyaset kürsülerindeki, açık oturumlardaki bu şiddet, bu celâl, ağıza alınamayacak bu sözler, bu hakaretler, bu aşağılamalar bana Psikolog Filiz Alev’in ''Yansıtma'' başlıklı bir yazısını hatırlatır…

Psikolog Filiz Alev, bloğundaki 09.04.2011 tarihli yazısında psikolojideki ‘’Yansıtma’’ kavramını özetle şöyle anlatıyordu:

‘’Yansıtma, psikopatolojide paranoya le birlikte anılan bir savunma mekanizmasıdır. Bir tür davranış bozukluğu ve ruhsal rahatsızlıktır. İnsanda duygu, düşünce, algı ve karar verme yetisinin sağlıksızlaşmasıyla ortaya çıkar.

Aslında toplumsal koşullarda, hele de içinde bulunduğumuz çağda, çoğu insanın sırf kendini korumak ve savunmak için başvurduğu çok doğal ve masum bir davranış olarak düşünülür, ancak derinliğine incelendiğinde hiç de öyle olmayıp, çok ciddi, önemli ve hatta tehlikeli bir rahatsızlık olduğu görülür.

Tipik özelliği, bu kişilerin asıl kendisine söylemesi gerekenleri karşısındakine söylemesidir; Ya da, kendine yakıştıramadıklarını, başkalarına yakıştırmasıdır.

Bireyin kendine ait kusur ve yanlışlarını karşısındakine mal edip, kendini karşısındakine yansıtmasıdır. Rahatsızlık, ‘yansıtma’ adını zaten bu özellikten alır.

Kişi makbul olmayan kendine at özellikleri ve davranışları, direk karşısındaki kişiye yansıtıp, bunlar sanki karşısındaki kişinin özellikleri ve davranışları imiş gibi, ona yükler, onu yanlışlar.

Bir anlamda da bu, kişinin ayna karşısında kendine söyleyeceklerini başkalarına söylemesi gibidir. Zaten böyle bir bozukluk en kesin o zaman gözlemlenir.

Başkalarına ayna tutmak üzere bir şeyler söylerken fark edersiniz ki, eleştirdiği o şeyler tam da o anda bile bizzat kendisi yapmaktadır.

Ve yine asıl kendi yapmakta olduğu bazı makbul olmayan davranışları, sanki siz yapmışsınız gibi, size mal edip, sizi eleştirmesiyle de son derece belirgindir.

Genellikle kişilik zafiyetinden ve aşağılık kompleksi ile paranoyanın da eşlik ettiği ego kaygısından kaynaklanır. Kişi bilinç düzeyinde, aslında ‘bilmeme’nin egoda yarattığı belirsizlik ve sapma le yanılgıya düşer ve ‘zan’lar üretir.

Yansıtma, bunların tümünün birden sonucu ve hepsini kapsayan bir bozukluktur.

Kendi eksikliklerini ve aç olduğu erdemler ödünlemek adına, hele de o erdemler bir başkasında görürse, tıpkı aç bir hayvanın açlık dürtüsüyle avına saldırdığı gibi, kendi önemseme ve önemsetme açlığından dolayı, tamamen ilkel bir içgüdüyle, yani aslında yaptığının da pek bilincinde olmayarak, o kişiye ve aç olduğu o erdemlere saldırır.

Kendi hatalarını ya da makbul olmayan davranışları karşısındakine yakıştırıp, asıl kendi yapmaması gerekenler karşısındaki sanki öyleymiş veya öyle yapıyormuş gibi bir kabulle ciddi bir yanılsama ve yanılgıya düşer.

Bu arada kendinde olmayan özellikleri de kendine mal edip, karşısındakinde öyle özellikler yokmuş gibi davranır. Ve bunları çoğunlukla alay eder ve dalga geçer tarzda yapması, karşısındakini küçük düşürücü, aşağılayıcı, saygısız, zaten haksız ve yersiz hatta hakaret edici ve hiç olmadık tarzda veya hiç gerekmediği halde anlamsız ve mantıksız veya aykırı bir şekilde yapması da dikkat çekicidir.

Bu nitelik ve böyle bir bozukluğun kesinlikle ciddiye alınmasını şarttır. Zira bu rahatsızlığa sahip kişilerin kendileri zaten huzursuz olduklarından huzur bozucudurlar ve hem kendileri hem de başkaları için bulundukları ortamda da sorun, haksızlık, saygısızlık ve zarar kaynağıdırlar.’’

Psikolog Filiz Alev, bloğundaki yazısında böyle diyordu… Ama yeni nesil psikologlar işte böyle uzun uzun anlatıyorlar. Hâlbuki Halil Cibran kısaca bir cümleyle özetlemişti konuyu: ‘’İnsanlar aynaya bakarak, aynada gördüklerini başkaları hakkında söylerler.’’

Halil Cibran’ın sözünden sonra bana söyleyecek söz kalmıyor ama yine de bir cümle de ben söylemeden edemeyeceğim. Ama söyleyeceğim söz de Halil Cibran’ı başka kelimelerle tekrarlamaktan başka bir şey değil:

‘’İnsanların ağızlarından çıkan sözler, başkalarına ait suçlamalar ve ithamları sadece ve sadece kendilerini anlatır.’’

Eğer inanmıyorsanız TV’deki, medyadaki ve meydanlardaki hatiplere iyi bakın, onları iyi dinleyin. Sonra da ülkemizde yaşanan son on yılı bir bir hatırlayın, anımsayın, gözden geçirin. İşte o zaman Psikolog Filiz Alev’in uzun uzun bilimsel olarak anlatmak istediğini, Cibran’ın bir cümle ile ne demek istediğini bir çırpıda anlarsınız. İsterseniz yazıyı bu gözle bir daha okuyun... İşte o zaman daha iyi anlarsınız...

Ama uzun söze ne hacet... Zaten atalarımız bütün bu yukarıda demek istediklerimizi dört kelimede özetlemişler:

''Kem söz sahibine aittir.''

Osman AYDOĞAN

 

 

Çölleşme

04 Kasım 2019

Eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Bulgar sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin bir kitabı var: Körleşme (Die Blendung) (Sel Yayıncılık, 2014)

Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen Körleşme, Almanya'da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen Körleşme, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.

Canetti, insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…

Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır… Ülkemizde de sanatın, edebiyatın ve felsefenin politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bu dönemde Türk aydını da körleşirken ülke de çölleşmektedir…

İktidar bir ‘’fikir’’, bir ‘’ülkü’’, bir ‘’hikaye’’ yaratamayınca, basını satın alarak, satın alamadığı basını da baskı altına alarak bir yeni fikrin, bir yeni ülkünün ve bir yeni hikayenin de yaratılmasına engel olmuştur…

Ülkede sorun olan sadece ''düşünce özgürlüğü'' değildir, ülkede sorun olan aynı zamanda ''ifade özgürlüğü''dür... Kültürel kodlarla baskı altına alınan ‘’düşünce özgürlüğü’’ yanında siyasal iktidarca ‘’ifade özgürlüğü’’ da baskı altına alınca gerçek ülke sorunlarının fikirlerle tartışılıp çözüm yolları bulunmasının da önü de kapatılmıştır… ‘’Müsademe-i efkârdan bârika-i hakikat doğar’’ sözü bile artık eskilerde kalmış, ülke bu anlamda bu sözün söylendiği çağın dahi gerisine düşmüştür...

Zaten ülke aydınının fikri temeli zayıftır… Mithat Paşa'nın Taif'te boynunun kırılmasından beridir bu ülkenin kurak bahçelerinde, susuz havuzlarında, gübresiz tarlalarında, ışıksız tarhlarında zaten ‘’fikre sahip aydın’’ yetişmemekte, boy atmamaktadır…

Satın alınan veya baskı altına alınan medyaya alternatif olarak düşünülen ve avunulan ‘’Sosyal Medya’’ ise anlıktır… Derinliği, uzunluğu ve gerçekliği yoktur… Sosyal medya fikri zenginliğe katkı sağlamamakta, sosyal medya gerçek medyanın yerini tutmamaktadır…

Fikirlerin tartışılmadığı yerde bir de üstüne ‘’karşıtlık’’ pompalanmaktadır… Yazılı, sözlü ve görsel medyada tartışılan fikirler değil, olaylar ve kişilerdir… Topluma haber diye verilenler magazindir, onlar da ‘’et’’ ve ‘’top’’ haberlerinden ve fotoğraflarından ibarettir…

Muhalefet de bu tuzağa düşerek bu girdaba katılmakta ve politikasını ‘’fikri’’ bir temel üzerine değil de bu ‘’karşıtlık’’ zemini üzerine inşa etmekte ve tek kişinin belirlediği bir alanda siyaset yapmaktadır.

İktidarın ve muhalefetin yarattığı bu karşıtlık ise sistematik bir şekilde yine iktidar tarafından gerginlik ile beslenmekte ve ülke bu şekilde ‘’karşıtlık’’ ve ‘’gerginlik’’ sarmalında kaosa doğru sürüklenmektedir…

Bilim adamları ‘’duyguların bulaşıcı’’ olduğunu söylerler… Bu anlamda siyaset kürsülerinden yayınlan ‘’kızgın duygular’’ dalga dalga bütün ülkeye yayılmakta ve bütün ülke sathını gerim gerim germektedir. Bir Çin atasözüdür: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ Bu anlamda siyasette kullanılan ‘’lisan’’ da ‘’çirkin bir doğa’’ yaratarak ülke sathını zehirlemekte, ülkenin ‘’fikir bahçesi’’nde olması gereken çiçeklerini yok etmektedir…  

Bu şekilde ülke fikren çoraklaşmaktadır… Artık kimse ‘’Harâbat’’a ‘’Tahrib-i Harâbat’’ diye cevap vermemektedir…

Çölleşen; kurutulan sulak alanlarla, kesilen ağaçlarla, yanan ormanlarla sadece arazilerimiz değildir…  Tüm bir ülkenin aydını körleşirken, arazileri gibi ülkenin zihni de bu şekilde çölleşmektedir…

Çöller; dağların arasında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyadır. Çöller; kurak, çorak ve susuzdur... Bitki örtüsü dikendir… Çöllerde yılan, kertenkele, kokarca, akrep, yarasa ve kemirgenler yaşar... 

Gidilen yol yol değildir...

Osman AYDOĞAN

 

Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya

05 Kasım 2019

Şiirlerinde hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren, toplumsal şiirin enerjisini kadın duyarlılığı ile birleştiren, Sezen Aksu’nun ‘’Deli Kızın Türküsü", Edip Akbayram'ın ‘’Özgürlük’’, Grup Yorum'un ‘’Büyü Yavrum’’ ve ''Sıyrılıp Gelen'' isimli hüzün şarkılarının kırılgan söz sahibi ve Türk şiirinin öz annesi olan bir şairimizden bahsetmek istiyorum...

Cemal Süreyya'nın, ‘’Ümmüşşiir’’ (şiirin anası) diye tanımladığı, Türk şiirinin yüz akı bir kadın şairimizden bahsetmek istiyorum...

Dar zamanların, ince şeylerin, naif sözcüklerin, yazın bitiğinin, güzün geldiğinin, yağmurda üşüyen ıslak serçelerin bir şairinden bahsetmek istiyorum...

Durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti olmadığı bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtan, Gülten Akın'dan bahsetmek istiyorum...

‘’Kuş uçsa gölge kalır’’ adlı şiir kitabında şöyle biterdi bir şiiri:

''Bende bir gülten kaldı
hangi bağa diksem yabancı''

Bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtu Gülten Akın, hangi bağa diksek yabancı kalan…

Ve ülkemin köylü, kentli tüm kadınlarını ve onların kara bahtlarını anlatırdı ‘’Kestim Kara Saçlarımı’’ isimli şirinde:

''Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön''

‘’Seni Sevdim’’ şiirinde şöyle seslenirdi sevdiceğine:

''Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
'Uyandım bir sabah' gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara''

‘’Çağrı’’da ise şöyle seslenirdi sanki Godot'yu beklercesine beklediğine:

''Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık''

‘’Sessiz Arka Bahçeler’’de şöyle seslenmişti bugünleri görerek:

''Durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır kıldı duruşun''

Ve şöyle seslenirdi mazlumlara, zalimlere, zulmedenlere:

''Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir 
ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi 
iğne deliğinden geçeğen olur
dokuna dokuna kıyıcıya cellada varır
sebebin kapısında durur''

‘’Üşümekten Değil Korku’’ isimli şiirinde ömrünün sonunda yorgun ve yılgın bir savaşçıydı o artık... Sevgiler ürkütmüştü onu…

‘’Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’

Ölüme yaklaştığında ‘’Veda’’ isimli şirinde de hepimize birden seslenmişti:

''Ben yoruldum gidiyorum
kendi endişeni kendin seç''

Böylesine ölüme yaklaştığını sezdiğinde bile yaşam sevincini hiç yitirmemişti. İşte son dizeleri:

''İnadın anlamı yok
Ölünüyor
Ben bilmezden geliyorum''

‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde… Aynen öyleydi. Aynen öyle... Bu devirde kimsenin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya. Şimdi dünya daha bir boşlukta, şimdi dünya daha fazla bir hoyratlıkta, daha bir kabalıkta, daha bir karanlıkta...

Ve ‘’Güz’’ şiirinde ''Bu güz öleceğim'' demişti:

''Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm
Kaçırdılar on iki Çocuk doğurdum. bekledim gözlerim
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım"

Ağlama kız, deme incirim Yar Yar
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım.
sebebolanları nerde bulayım
adamdan içerli kuşlar ağlasın''

Ve Gülten Akın’ı şiirindeki gibi dört sene önce bir güz gününde (04 Kasım 2015) kaybetmiştik…. Türk şiiri öksüz kalmıştı... Allah rahmet eylesin... Katar katar göç ettikçe şairlerimiz; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık! 

‘’Beni Sorarsan’’ şirinde ise sanki yokluğunda burada kalan bizleri anlatır gibiydi:

''Beni sorarsan
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi''

‘’Yağmurlu’’ şiirinde de sanki biz ona seslenirdik:

''Burda geceler kaldı sen gittin.''

Ey şair! Söylediğin gibi; yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti, sevgiler ürküttü bizi... Burası kış artık.... Kalbin elem günleri geldi.... Sen gittin... Burda geceler kaldı...

Ve durup ince şeyleri anlamaya artık vaktimiz kalmadı!

Osman AYDOĞAN

 

Bu da geçer yâ hû

05 Kasım 2019

Türkçemiz aziz bir dil… Türkçemiz başta Farsça ve Arapça olmak üzere diğer dillerden oldukça etkilenmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum… Bu zenginliğe Osmanlıca iki deyimden bahsederek örnek vermek istiyorum... 

Birincisi; ‘’Bu da geçer yâ hû’’.

Ancak konunun önce edebi sonra da tarihi yönünü inceleyelim...

Tasavvuf bilimcisi Lütfi Filiz’in çok güzel dört ciltlik bir kitabı var: "Noktanın Sonsuzluğu" (Pan Yayıncılık, 2000) Bu kitap tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir kaynak kitaptır. Kitaptan aldığım bazı bölümler:

"Âlem ancak ilimle anlaşılabilir. İlim arttıkça da âlemler değişir ve çoğalır. İşte biz bu ayrı ayrı âlemlerin süratle bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz."

"Âhiret âlemi diye bahsedilen insanın düşünceleridir ve kişi bu âlemde hangi düşüncelerle yaşıyorsa gittiği âlemde de o düşüncelerle yaşayacaktır."

"Kâinat bir noktadan ibaret iken kalem bu noktayı uzatıp harfleri, o harflerden kelimeleri yazmıştır. Her kelimeye birer isim, her isme de ayrı bir huy verildiği için dağdağalar çoğalmıştır. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne kâinat, ne de onun dağdağaları kalır."

Ve bu kitapta geçen Litfi Filiz’e ait bir şiir:

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Bî karardır felek, daim döner durmaz bir an,
dursa bir an, ne yer kalır ne gök kalır be yâ hû...

Kâh-ı zulmet, kâh-ı envâr birbir ardın devreder,
kâh-ı lütuf, kâh-ı kahır, ondan olur be yâ hû...

İmtihan için oluptur daima neş'e, azâb
sen, "sen"i bilmek içindir, kahrı lütfu be yâ hû...

Fâniya vird-i daim et bu sözü her zaman,
gece gündüz hatırından hiç çıkmasın be yâ hû

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Lütfi Filiz kendisi için ‘’Fâni’’ mahlasını kullanır. Bu şiirde geçen ‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘‘Bu da geçer’’ mânâsına gelen ‘‘k’afto ta perasi’’ derlermiş. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘’in niz beguzered’’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘’bu da geçer’’ haline getirilir. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘’yâ Allah’’ mânâsına gelen bir ‘’yâ hû’’ ilave edilip ‘‘Bu da geçer yâ hû’’ haline gelir.  (Arapça da ‘’hû’’ ‘’O’’ anlamındadır ve Allah’ı kasteder. Mezar taşlarında yazan ‘’Hû-vel Baki’’ sözü ‘’O -Allah- kalıcıdır, biz öldük, bu cihandan geçtik, gittik lakin Allah kalıcıdır'' anlamındadır.)

‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözü her şeyin fani olduğuna dair özlü bir sözdür. Bu söz; üzüntünün, gamın, kederin, derdin, tasanın, bela ve musibetin; şansın, sevincin, hazzın, talihin, ikbalin, mevkiin ve makamın hep geçici olduğu anlamında kullanılır.

Bu söz işgal altındaki İstanbul’da halkın arasında gizli bir slogan olarak da kullanılır. İstanbul 1918 yılında işgal edilip düşman savaş gemileri Boğaziçi'ni doldurunca, hattat İsmail Hakkı Altunbezer bir kâğıda '’Bu da geçer yâ hû’' yazıp atölyesine asar. Kısa sürede işyerleri, kahvehaneler, vapurlar, bu yazıyla donatılır. Halkın işgale karşı tepkisini dile getirmek üzere her yere astığı bu yazı o acı günlerin, mütareke döneminin bir simgesi haline gelir.  

Bugün müze olarak kullanılan Atatürk'ün Çankaya'daki konutuna da astığı tek hat yazısı da "Bu da geçer yâ hû" sözüdür.

Tarihçi yazar Cengiz Özakıncı'ya göre, ABD Başkanı Abraham Lincoln, Wisconsin'de yaptığı bir konuşmada bu söze duyduğu hayranlığı şöyle dile getirmiş: "Doğu'da bir padişah, danışmanlarından, her okunduğunda bulunulan durumu tüm gerçekliğiyle anlatacak bir söz bulmalarını istemiş. Bulmuşlar; 'Bu da geçer!' Öyle anlamlı bir sözdür ki bu, hem böbürlenmeyi dizginler; hem acılara dayanma gücü verir!"

Zülfü Livaneli de ‘’Leyla'nın Evi’’ isimli kitabında (Doğan Kitap, 2012) ‘’Bu da geçer yâ hû’’ ifadesinin hikâyesini detaylıca anlatır.

‘’Bu da geçer yâ hû’’; görüldüğü gibi anlayana ‘’sehl-i mumteni’’ harikası bir sözdür... Katre içinde bir ummandır... (Sehl-i mumteni: kolay görünen, ancak benzeri söylenmeye kalkılınca zor olduğu anlaşılan, derin anlamlı özlü söz söyleme sanatıdır. Katre ise damla demektir. ‘’Umman’’ın da okyanus olduğu malum!)

İkinci olarak anlatmak istediğim Osmanlıca deyim ise “Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn” ifadesidir. Deyimde geçen ''mekîn''; mekânın içinde oturan kişi anlamındadır. Bu deyim “mekânın büyüklüğü içinde oturanındandır” veya ‘’makamın şerefi; mekânı tutandan gelir’’ anlamında özlü bir sözdür. O yüzdendir ki, Ankara’nın Çankaya’sındaki sıradan bir bağ evi Atatürk oturduğu için şerefliydi, büyüktü... 

Ne yazık ki Osmanlıcanın bu ünlü sözü günümüzde “Şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a (''Kişinin şerefi oturduğu mekânın büyüklüğündendir''e) dönüştürülmüştür. 

Osmanlının bu deyimini (Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn) teee bin yıl önceden Roma devlet adamı Cato bir başka ifadeyle basitçe formüle etmişti zaten: “Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.” 

Ama biz bugüne aldanmayalım, şerefi oturduğu mekânlarda arayanlara kanmayalım, başa dönelim, Lütfi Filiz'in şiirindeki ilk ve son dizelerine gidelim:

''Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...''

Osman AYDOĞAN

 

O Sole Mio

03 Kasım 2019

İtalya’nın en güzel bölgelerinden Napoli’nin aşk ve duygu yüklü, genellikle mandolinle çalınan ve İtalyancanın Napoli’ye özgü lehçesi ile söylenen hisli şarkılar bütününe ‘’Napoliten Şarkıları’’ denir. Bu şarkıların da en ünlüsü ‘’O Sole Mio’’ şarkısıdır.

‘’O Sole Mio’’ için İtalyanların resmi olamayan milli marşı dense yeridir.  Antwerp'teki 1920 Olimpiyat Oyunlarında İtalyan ekibinin şefi asıl İtalyan milli marşına müzik bulamaz ve İtalyan Milli Marşı olarak "O Sole Mio" yu çaldırır. Tıpkı Osmanlı zamanında İngiltere’de yapılan Reşadiye Harp Gemisi’nin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyetinin Osmanlı milli marşı olmadığı için tören esnasında söyledikleri ‘’Entarisi ala benziyor’’’ türküsünü değiştirerek milli marş olarak ‘’Entarisi ala benziyor/ Sultan Reşat bana benziyor” diye söyledikleri gibi…

Şakının sözleri İtalyan şair Giovanni Capurro’ye (1859 -1920), bestecisi de yine İtalyan besteci Eduardo di Capua’ya (1865-1917) aittir...

’'O Sole Mio’’ İtalyanca ‘’Benim Güneşim’’ demektir. Şarkının adı ‘’Benim Güneşim’’ olunca muhtemel ki şair Giovanni Capurro, Napoli’de kendi doğan güneşi için yazmıştır bu şiirini ancak besteci Eduardo di Capua hiç de Napoli’de doğan güneşi için bestelememiştir bu şarkısını. Şarkının bestecisi Eduardo di Capua 1898 yılında müzisyen olarak Ukrayna Odessa'ya gider. Eduardo di Capua, Odessa’da Napoli’yi özler.  Anadolu deyimiyle Eduardo di Capua yiğidi gurbete gider, Anadolu ozanları gibi orada sıla hasreti, sıla özlemi çeker… Böylece Eduardo di Capua bu özlem, bu hasret, bu hüzün, bu melankoli ile bu şiiri besteler.

Şarkıya adını veren ’'O Sole Mio’’ (Benim güneşim) ifadesinden kastedilen güneş ''sevgilinin yüzü''dür. Tıpkı Şeyh Sâdi Şîrâzî’nin bir şiirinde ‘’Bir gece sevdiğim içeri girdi. Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: ‘Ben gelince neden ışığı söndürdün?' Dedim ki: 'Güneş doğdu zannettim.' ‘’ diye söylediği güneş gibi…Tıpki Türk halk müziğinde ve Türk sanat müziğinde sevgilinin güzelliğinin (cemâlinin) sıklıkla aya (mahcemâl) ve  güneşe benzetildiği gibi...

Şarkı günümüze kadar dünya çapında değişik türlerde yorumlanır. Diğer dillerde de çeşitli versiyonları olmakla beraber, genellikle yazıldığı orijinal dil olan Napoli lehçesi ile söylenir. Bu şarkı, Pavarotti’den Andrea Bocelli’ye ben tenorum diyen her müzisyenin mutlaka söylediği bir şarkıdır.

Yazımın sonunda şarkının beğendiğim üç yorumunu sunacağım. Ondan sonra da şarkının hem orijinal İtalyancasını hem de Türkçesini vereceğim.

Bugün hafta sonu, bugün Pazar ya... Bırakın şimdi her şeyi, gamı, kederi, kasveti, Şam'ı, şekeri, Arabı, Suriye'yi, barışı, pınarı, zamları, vergileri... Verdiğim bağlantılardaki müziği, sesini sonuna kadar açarak dinleyin... Huzur bulacağınıza kefilim...

Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum...

''Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!''

Osman AYDOĞAN

Bryan Adams & Luciano Pavarotti, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=5a0juQ0aeGI

André Rieu ve Johann Strauss Orkestrası, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=F1CZgBMQKkE

Amira Willighagen & Patrizio Buanne, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=dDESzUuZuC0

Bu son bağlantıya bir açıklama yapmam gerekiyor… Şarkıyı söyleyen tenor Patrizio Buanne 1978 Viyana doğumlu İtalyan bir sanatçıdır. Şarkıyı söyleyen kız çocuğu Amira Willighagen ise 2004 Hollanda doğumludur. Amira Willighagen, 2013 yılında yetenek yarışması “Holland's Got Talent” (Yetenek sizsiniz) yarışmasında en büyük İtalyan besteci Giacomo Puccini’nin "Gianni Schicci" operasından "O mio babbino caro" adlı aryayı  seslendirir ve birinci olur. Yine Hollandalı Andre Rieu ile birlikte Johann Strauss Orkestrası eşliğinde sahneye çıkar. Amira Willighagen, geleceğin, tüm zamanların en büyük sopranosu Maria Callas'ı olarak adlandırılır. Takip edin bu kızı derim... 

O Sole Mio

Che bella cosa 'na jurnata 'e sole
N'aria serene doppo 'na tempesta
Pe'll'aria fresca pare già 'na festa
Che bella cosa 'na jurnata e'sole

Ma n'atu sole
Cchiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

Quanno fa notte e 'o sole se ne scenne
Me vene quase 'na malincunia

Sotto 'a fenesta toia restarria
Quanno fa notte e 'o sole se ne scenne

Ma n'atu sole
Cchiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

'O sole 'O sole mio

Sta 'nfronte a te

Sta 'nfronte a te

Ma n'atu sole
Chiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

Benim güneşim

Ne kadar da güzel bir şey, güneşli bir gün
Fırtınadan sonra hafif bir esinti,
Hava çok ferah, bir kutlama gibi hissettiriyor,
Ne kadar da güzel bir şey, güneşli bir gün

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!

Gece geldiğinde ve güneş battığında
Neredeyse depresyona gireceğim

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!

Güneşim, benim güneşim

Senin yüzünde,

Senin yüzünde,

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!

 

Aslı Erdoğan

26 Ekim 2019

‘’Yaşlı ve çirkin bir mandarin, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler, ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gelgelelim güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş, dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş.’’

Bu hikâye Aslı Erdoğan’ın öykü kitabı ‘’Mucizevi Mandarin’’ (Everest Yayınları, 2016)’in 42'inci sayfasında yer alır. Mandarin; Avrupalıların, Çin üst düzey devlet memurlarına verdikleri bir addır. Bu öykü üzerine de Ayşe Arman Hürriyet’deki bir yazısında şu yorumu yapar:

‘’Tam da bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz? Aşktan bunca korkmamız bu yüzden değil mi? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz. Çünkü zaten, her tarafımız kılıç yaralarıyla dolu. Ama bir şekilde kapanmış, kabuk bağlamış yaralar onlar. Nasıl yapmışsak yapmışsız, üstesinden gelmişiz. Ama biri o kabuk tutmuş yaraları, okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyorlar yeniden. Birine teslim olduğumuzda, anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor. O yüzden değil mi içimizi tutmamız? Birine teslim olmaktan ölesiyle korkmamız? Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? Anlatsam mı anlatmasam mı kararsızlığımız... Bu sevgi beni acıtır mı kuşkularımız...’’

Bu öykü ve Ayşe Arman'ın öykü üzerine yazısından sonra bu konuda benim yazacak, benim söyleyecek başka bir şeyim kalmıyor. Yazılan yazılmış, söylenen söylenmiş, verilmek istenilen mesaj verilmiştir. Ancak konu Aslı Erdoğan'dan açılmışken onun ilk kitabı “Kabuk Adam”da (Everets Yayınları, 2016) sanki sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkesin maruz kaldığı bir davranışı anlattığı şöyle bir ifadesi var:

“Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.” 

Hep ama hep sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkese yaptıkları gibi... Sonra da bunu yapanlar bir ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtlarında taşırlar...  

Bundan dolayıdır ki sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkesin her yanı bir şekilde kapanmış, kabuk bağlamış kılıç yaralarıyla doludur... Hikâyede olduğu gibi, Ayşe Arman'ın söylediği gibi biri o kabuk tutmuş yaraları, okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor o yaralar ve oluk oluk kanama başlıyorlar yeniden. Sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten olanlar birine teslim olduklarında, anlatmaya başladıklarında, içlerini döktüklerinde, bedenleri ve ruhları kan revan içinde kalıveriyor. O yüzdendir onların içlerini tutmaları, birine teslim olmaktan ölesiyle korkmaları, ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmaları, anlatsam mı anlatmasam mı kararsızlıkları, bu sevgi beni acıtır mı kuşkuları...

Bu memleketin en büyük sorunu ne terör, ne enflasyon ne de güvenliktir. Bu memleketin en büyük sorunu sevgisizliktir... Bundan dolayı da bu memlekette sevgi dolu insanların kaderleri de hep her yanlarının kılıç yaralarıyla pare pare olmasıdır...

Aslında anlatacaklarım bu kadar... Ama öykünün yazarı Aslı Erdoğan hakkında da kısa bir bilgi vermesem olmazdı...

Yazıda hikâyenin alındığı ‘’Mucizevi Mandarin’’ isimli kitabın yazarı Aslı Erdoğan (d. 1967) eserlerini 90'lı yıllarda vermeye başlamış fizikçi yeni kuşak kadın yazarlarımızdandır. Türk edebiyatının ilk Türk fizikçilerdendir. Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunudur. Aynı üniversitede Fizik dalında yüksek lisans yapar. İki yıl İsviçre CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi)'de çalışır. 

Rio de Janeiro Üniversitesi’nde başladığı Fizik doktorasını yarıda bırakarak edebiyatçılığı seçer; öykücü kimliği ile tanınır. Öykünün yanı sıra romanlar yazar ve çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapar. Aslı Erdoğan'ın eserleri özellikle Avrupa ülkelerinde ilgi görür ve sekiz dile çevrilir.

Eserleri şunlardır; “Kabuk Adam” (1994), ‘’Mucizevi Mandarin’’ (1996), ‘’Kırmızı Pelerinli Kent’’ (1998), ‘’Hayatın Sessizliğinde’’ (2005), “Bir Yolculuk Ne Zaman Biter” (2000), ‘’Bir Delinin Güncesi’’ (2006), ‘’Bir Kez Daha’’ (2006), ‘’Taş Bina ve Diğerleri’’ (2009). 

“Tahta Kuşlar” adlı öyküsü Almanya’da Deutsche Welle ödülü kazanınca kendisini tüm Avrupa tanır ve bu öyküsü birçok dile çevrilip yayımlanır. Fransız Lire dergisi onu “Geleceğin 50 yazarı”ndan biri olarak seçer. ‘’Mucizevi Mandarin’’ İsveç’te yılın kitabı seçilir.

20 Ağustos 2016 yılında Özgür Gündem gazetesine yönelik yapılan soruşturmada silahlı terör örgütü üyeliği ve halkı kışkırtmak iddiasıyla tutuklanır. Erdoğan tutuklu iken İsveç Pen tarafından sürgünde, tehdit altında ya da cezaevinde bulunan bir yazar ya da gazeteciye verilen Tucholsky Ödülü'ne layık görülür. Aslı Erdoğan 97 gün tutuklu kaldıktan sonra 23 Kasım 2016 günü tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilir.

Yargılanması esnasında; "Hukuk varmış gibi savunma yapacağım" diyerek şu savunmayı yapar:

"1998 yılında Radikal isimli gazetede yazılar yazmaya başladım. 2001 yılında ayrıldım. Bir dönem Birgün gazetesinde yazılar yazdım. 2010’da tekrar Radikal gazetesinde yazmaya başladım. 5 ay sonra işime son verildi. 2011 yılının Mart ya da Nisan ayında Özgür Gündem’de yazmaya başladım. Edebiyatçı olduğumdan yedi adet romanım bulunmaktadır. 15 dile çevrilmiştir. Fil ve Kara Karga edebiyat dergilerine de yazılar yazıyorum. Benim hiçbir terör örgütüyle hiçbir şekilde ilişkim yoktur. Yayın Danışma Kurulunun kimler yazı yazacak, yayın politikası nasıl olacak şeklinde bir müdahalesi kesinlikle yoktur. Üzerime atılı hiçbir suçlamayı kabul etmiyorum.”

Hapisten çıktıktan sonar bir gazeteye verdiği röportajında şu sözleri söyler: ''Sorun cezaevine atılmak değil, sorun haksızlığın verdiği acı. Sen ispat etmeye çalışıyorsun. Bu ağır bir darbe. Mertçe davranmıyor devlet.''

Aslı Erdoğan, her daim yalnız, her daim mahzun, her daim düşünceli, konuşurken sesinde acı, gözünde hüzün olan güzel bir kadındır. Aslı Erdoğan yazarken de kelimeleri kurşun gibi kullanan bir yazardır.

‘’Kabuk Adam’’ kitabında şöyle yazardı Aslı Erdoğan: ‘’Belki de yazmaya değer tek şey, gerçekten yazılamayandır…’’ Kim bilir, belki de bu nedenle tutuklanmıştır Aslı Erdoğan…

Buraya kadar Aslı Erdoğan’ı tanıtmaya çalıştım… Aslında Aslı Erdoğan’ı şu nedenle anlattım:

Türkçe yayın yapan haber organlarında ve sosyal medyada son günlerde Aslı Erdoğan’ın Belçika’da yayımlanan Le Soir gazetesine bir mülakat verdiği ve bu mülakatta “Türklere okula başlar başlamaz Kürtlerden nefret edilmesi öğretiliyor” dediği iddia ediliyor…

Tartışmaya neden olan iddianın kaynağı ise Belçika’da yayımlanan Le Soir gazetesi değil, İtalya’da yayımlanan La Repubblica gazetesi. Le Soir, La Repubblica’nın 16 Ekim 2019 tarihli Aslı Erdoğan ile olan mülakatını Fransızcaya tercüme ederek 23 Ekim 2019’da yayımlıyor…

BBC Türkçe’den Övgü Pınar bu sözlerin doğruluğunu, röportajı yapan gazeteciye soruyor… Mülakatı yapan La Repubblica muhabiri Marco Ansaldo, Övgü Pınar’a Türkçe yayınlarda iddia edildiği gibi Aslı Erdoğan’ın “nefret” ifadesini mülakatta kullanmadığını söylüyor…

Tepki çeken ifadelerin, Le Soir gazetesinin metnin aslına sadık olmayan tercümesinden kaynaklandığı ve Türkçe yayın organlarının bu ifadeleri haberin kaynağına başvurarak teyit etmek yerine tercümesinin tercümesini yayımlamasından dolayı yayıldığı ortaya çıkıyor.

Bu memlekette sevgisizliğin yanında en büyük ikinci sorun da araştırmamaktır. Her çıkan habere inanıp hemen linç kültürünü başlatıyoruz…

Ve sözü Aslı Erdoğan'ın ''Kabuk Adam'' kitabında geçen bir sözü ile bitiriyorum: 

“Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.” 

Osman AYDOĞAN

 

Mephisto

30 Ekim 2019

Daha önceki bir yazımda (‘’Kapıların Dışında’’) Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türünden bahsetmiştim: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) Aynı yazımda da ‘’Yıkım Edebiyatı’’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…

Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) dışında bir de ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) vardır. Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı da yurtlarını terk etmek zorunda kalır… İşte sürgündeki bu edebiyatçıların yazılarına, eserlerine de ‘’Sürgün Edebiyatı’’ adı veriliyor… Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi…

1933 yılından 1960’lı yıllara kadar böylesine zorlu bir dönemde güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen de sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar.

Elias Canetti, (Körleşme - Die Blendung, Kitle ve İktidar - Masse und Macht),
Hermann Broch (Vergilius’un Ölümü - Der Tod des Vergil, Büyülenme - Die Verzauberung),
Alfred Döblin (Berlin Aleksander Meydanı - Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil  (Niteliksiz Adam - Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth (Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları - Beichte eines Mörders),
Thomas Mann (Doctor Faustus) ve
Klaus Mann (Mephisto, Bir Kariyer Romanı - Mephisto, Roman einer Karriere) gibi yazarlar ve örnek verdiğim eserleri Alman Sürgün Edebiyatı'nın bu yazarları ve eserleridir.

Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarırlar…  

Bu yazımda bu edebiyatın en güçlü temsilcilerinden birisi olan Klaus Mann’ın 1936 yılında yayınladığı ve 20. yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Mephisto: Bir Kariyer Romanı” isimli romanını anlatacağım… Daha önce Klaus Mann’ın bu romanından uyarlanan aynı isimli oyunu Türkçeye çevrilmesine ve Türkiye’de sahnelenmesine karşın ne yazık ki romanın Türkçe yayınlanması ancak günümüze, 2019 yılına nasip olur. (!) (Mephisto, Everest Yayınları, 2019)

Mephisto, diğer adıyla Mephistopheles; şeytan, iblis, hain anlamına gelir… Mephisto, Hristiyan mitolojisinin Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan birisidir. Avrupa’da Rönesansta yaygın olarak kullanılmıştır. Bir Hristiyan miti olmasına rağmen İncil'de adına rastlanmaz…

Mephisto sözcüğü ile ilk olarak Goethe’nin ünlü kitabı Faust’ta karşılaşırız… Mephisto, Faust’ta akıl ve kudret karşılığında Faust'un ruhunu satın alan şeytan olarak karşımıza çıkar…

Günümüz Türkiye’sini anlamak için okunması mutlaka elzem olan bu romanı tanıtmadan önce kitabın yazarı Kalus Mann’ı ve romanda Hendrik Höfgen karakteri olarak anlatılan Gustav Gründgens’i kısaca tanıtmam gerekiyor…  Klaus Mann ve Gustav Gründgens’i tanımadan kitap anlaşılmaz diye değerlendiriyorum…

Klaus Mann

Klaus Mann, 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından birisi olan ve 1929 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın (1875 -1955) oğludur… Thomas Mann'ın altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann ve Golo Mann da yazardırlar…

Klaus Mann (1906 -1949), henüz on dokuz yaşındayken Paris’te Hemingway ve James Joyce gibi önemli yazarlarla tanışır. Edebiyat çalışmalarına Weimar Cumhuriyeti'nde, o zamana göre tabu sayılacak konular üzerinde başlar… Hitler’in iktidara gelmesiyle 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalır… Bu kaçıştan sonra Klaus Mann, nasyonal sosyalizme karşı cesur yazılar yazar… Sürgünde iken 1943 yılında ABD vatandaşlığına geçer… Eserleri Almanya'da ölümünden çok sonra keşfedilir... Bugün 1933 yılı sonrası Alman Sürgün Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak kabul görür… Zaten yazı konusu Mephisto’yu da sürgünde iken yazar…

Klaus Mann, romanları, öyküleri, günlükleri, anı-mektup kitaplarıyla dönemin ruhunu, Nazilerin icraatlarını, etkilerini, tepkilerini tüm çıplaklığıyla anlatır…

Klaus Mann, yaşamı boyunca yaşadığı hem kişisel hem de politik hayal kırıklıklarını artık taşıyamamasından dolayı 21 Mayıs 1949 yılında 43 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak intihar eder…

Gustav Gründgens

Gustav Gründgens (1899 -1963), 20. yüzyılın en ünlü ve etkili aktörlerinden birisidir. Berlin, Düsseldorf ve Hamburg'daki tiyatro sanat yönetmenliği yapar… Gründgens, Hamburg Kammerspiele Tiyatrosu’nda ilk yönetmenlik deneyimini yaşarken, Klaus Mann ve kız kardeşi Erika ile birlikte çalışır… 24 Temmuz 1926'da Gustav Gründgens, her ikisi de eşcinsel olmasına rağmen Erika Mann ile evlenir… Ancak bu evlilik üç yıl sürer… 

Bu süre zarfında Erika ve Klaus gibi Gründgens de sol kanat aktivitelerindendir ve Alman Komünist Partisi (KPD) üyesidirler… Aynı zamanda Gründgens, Adolf Hitler ve Nazi Partisi'ne duyduğu nefreti de gizlemez…

Gründgens, 1932’de Prusya Devlet Tiyatrosu’na girer… Gründgens’in oynadığı ilk rol de Goethe’den uyarlanan Mephistopheles’tir.

Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e hükumeti kurma görevini verir ve Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanya’sına dönüştürecek süreç başlar… 1933’te Klaus ve Erika Mann katıldıkları politik bir kabare nedeniyle Nazi rejimi tarafından kovuşturmaya uğrayınca yurtdışına çıkmak zorunda kalırlar… 1934’te de Klaus Mann Alman vatandaşlığından atılır…

Gründgens ise Almanya’da Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring'in himayesine girer… 1934’te Gründgens Prusya Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğine getirilir... Daha sonra da Göring tarafından Prusya Devlet Konseyi’ne de atanır… Ayrıca Berlin'in başlıca tiyatrosu Staatstheater'ın da direktörlüğünü yapar… Gründgens, 1934'te, ülkeden kaçan bir Yahudi bankacının sahip olduğu Berlin’deki lüks bir villaya taşınır…

Sayısız sanatçı, aydın, düşünür Nazi döneminde çeşitli baskılarla karşılaşır, Klaus ve Erika Mann gibi pek çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kalır, bazıları da hayatlarını kaybederken, Gustav Gründgens’in kariyeri ise hiç sekteye uğramaz…

Gustav Gründgens, 1936 yılında Joseph Goebbels ile tanışır… Joseph Goebbels, tüm eşcinsellere açıkça düşman olmasına rağmen, Gründgens; Hitler, Göring ve Goebbels tarafından koruma altına alınır… 1936'da Gründgens, Alman Devleti ile yıllık ortalama 200.000 Reichsmark geliri elde eden bir anlaşmayı imzalar…

Gründgens, bu süre zarfında birçok propaganda filminde başrol oynar ve film başına ortalama 80.000 Reichsmark kazanır… Bir eleştirmen, "Gründgens ilke olarak canavarların hizmetinde bile ego ve kariyer seçen entelektüellerin sembolü olduğunu" iddia eder…

Eylül 1944'te Goebbels, tüm Alman tiyatrolarını savaşın sonuna kadar kapatır… Ancak, Gründgens’in Berlin’deki evinde oturmasına izin verilir... Nisan 1945'te Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilir... Ancak Gründgens serbest bırakılır ve tiyatro yeteneklerini Doğu Almanya'da kullanmasına izin verilir… Gründgens 1946 yılında Batı Almanya'ya taşınmayı başarır ve birkaç yıl içinde kendisini ülkenin en iyi bilinen yönetmenlerden birisi haline getirir...

Gustav Gründgens, 7 Ekim 1963’te Manila’da tatildeyken aşırı dozda aldığı bir tabletten ölene dek bir oyuncu-yönetmen olarak büyük rağbet görmeye devam eder…

Mephisto'nun yazılma hikâyesi

Klaus Mann, sürgünde iken yayıncısı Fritz Helmut Landshoff tarafından bir roman yazmak için aylık maaş alacağı cömert bir teklif alır…  Klaus başlangıçta, 22. yüzyılda Avrupa hakkında ütopik bir roman yazmayı hedefler... Ancak yazar Hermann Kesten, kendisine Nazi Almanya’sında başarılı bir kariyere sahip olmak için ideallerinden ödün veren eşcinsellerle ilgili bir roman yazmasını önerir…

Klaus Mann, Hermann Kesten’in tavsiyesini kabul eder ve romanını bir zamanlar kaynı olan Gustav Gründgens'e dayandırır... Roman 1936 yılında yayınlanır… Romanda, (Mephisto) gençliğinde komünist olan bir oyuncu olan Hendrik Höfgen roman kahramanıdır… Ancak Höfgen’in şahsında anlatılan Gustav Gründgens’dir…

Kalus Mann, kitabını Almanya’da yayınlamaya çalışır... 1949 yılının nisan ayında, yayıncısından Gustav Gründgens'in itirazları nedeniyle romanının ülkede yayınlanamayacağını söyleyen bir mektup alır… Roman, Gustav Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalır... Roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen kült eser haline gelir ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam eder…

Mephisto

Spiegel dergisi kitap hakkında; ‘’Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman” diye yazar… Almanya’nın bir numaralı edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki de kitap hakkında; “İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı” diye konuşur…

Kitap tanıtım bülteninde de ‘’Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, Nazilerle işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatır… Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil eder…’’ diye yazar…

Klaus Mann, romanında Hendrik Höfgen karakterinin kariyer yolculuğunun geri planında 1920’lerden 1936’ya kadar Almanya’daki dönüşümü anlatır… Roman kahramanı Hendrik Höfgen sosyalist bir tiyatro oyuncusudur. Liberal görüşlü bir müsteşarın kızıyla evlenmiştir… Hitler iktidara gelmiş, faşizme sürüklenen ülkede çok sayıda sanatçı mahpuslara tıkılmış, kimi işkenceden geçmiş, kimi öldürülmüş, 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Almanya’daki bu dikta rejiminde bir dolu arkadaşı Nazilerin şiddetine ve yıldırma politikalarına maruz kalmışken Höfgen, yalnızca kendi kişisel kariyerini ve ikbalini düşünerek siyasi bir tavır alır sanki hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumar, ağzını kapatır, üç maymunu oynar. Höfgen, tutkuları uğruna faşizme tutsak olur, iktidarla uzlaşır ve yeni sistemin yıldızlığına yükselen bir aktörü olur…  Bu süreçte tüm insani ilişkilerini şöhret basamaklarından tırmanmak için kullanır…

Romanda zenci sevgilisi Juliette, Hendrik Höfgen’e sonunda şöyle hitap eder: “Senin kendinden ve kariyerinden başka bir şey umurunda mı? Pis mesleğinin dışında her şey sana vız geliyor! Başka nasıl çalışabilirdin komünistleri öldürten insanlarla? Sokağa çık biraz Hendrik! Tiyatrodan dışarı çık biraz! Dostlarını sokaklarda öldürüyorlar Hendrik! Çuvallara doldurulan cesetleri göllerin, ırmakların dibinde şimdi…’’

Klaus Mann, romanında sadece Höfgen’e odaklanmış gibi gözükse de bahsettiğim gibi romanın arka planında da iktidarı ele geçiren Nazi rejiminin yaptıklarını açık bir şekilde de anlatır…

Klaus Mann Höfgen’i anlattığı romanının ismini “Mephisto” vermesi de tesadüf değildir… Yazımın girişinde Mephisto isminin ilk olarak Goethe’nin Faus’tunda geçtiğini söylemiştim. Goethe’de Faust, yaşamını belirli idealler üzerine kuran ve onlardan şaşmayan bir karakterdir. Karşısına çıkan Mephisto ise onu bütünlüklü bilgiye ulaştırabileceğini söyleyerek Faust’un yaşadıkları ideallerinden uzaklaşmasını sağlar… Faust’un ruhuna karşılık şeytanla yaptığı bu anlaşma onun insani özelliklerini kaybetmesine yol açar.

Orta çağdaki Goethe’nin Faust’un ruhunu ele geçiren Mephisto ile Höfgen’in ruhunu kontrol altına alan despot Nazi rejimi aslında aynı özellikler sahiptir.

Klaus Mann, Höfgen karakterinin şahsında evrensel bir gerçeği işaret eder: Baskı ve despot dönemleri bir yandan dalga dalga korku kültürü yayarken diğer yandan da halka halka fırsatçılar ve çıkarcılar yaratır… Baskı dönemlerinde, iktidarın ideolojisi dâhil ideolojilerin bir anlamı kalmaz… Çıkar karşısında iktidarlar da muhalifler de ideolojilerini bir gömlek gibi değiştirilebilirler… 

Romanın sonunda kötülük sıradanlaşır…  

Faşist rejim öylesine cezbedici zehirli bir mıknatıs halindedir ki, daha önce bu sayfalarda anlattığım gibi Birinci Dünya Savaşı'nın Almanlara karşı savaşan Fransız milli kahramanı Maraşel Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşında Faşizm yanlısı, Nazi işbirlikçisi bir hain haline gelir...

Mephisto Filmi

Mephisto, Macar yönetmen István Szábo tarafından filme alınır ve film 1981 yılında tamamlanır… Film aynı yıl ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar ödülünü alır… Szábo’nun ‘’Mephisto’’ filmi sinema sanatının ve tarihinin önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir…

Filmde, Hendrik Höfgen karakterini meşhur Avusturyalı oyuncu Klaus Maria Brandauer canlandırır… Romanda da olduğu gibi Nazilerin iktidara geliş sürecinde Berlin Devlet Tiyatrosunda Faust oyununda ki Mephisto karakteriyle ünlü olmuş Klaus Maria Brandauer’in bir sosyalistken Nazi işbirlikçisine dönüşmesi, ruhunu şeytana satması ve Faşizm in bir dişlisi haline gelme sürecini anlatılır… Filmde ayrıca Faşist bir yönetim iktidardayken sanatın nasıl baskı altına alındığını çok güzel bir şekilde verilir…

Ve günümüz…

TV ekranlarına, medyaya, sosyal medyaya, bürokrasideki basamaklara, iş hayatına, üniversitelere, yargıya, siyasete, ticarete, mafyaya, yazara, yazmayana, çizere, çizmeyene ve çevrenize dikkatlice bakarsanız eğer ülkede bir değil onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce ve yüzbinlerce kişinin Hendrik Höfgen karakterine bürünerek bir nasıl Mephisto’laştığını görürsünüz...

Çünkü kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…  

Osman AYDOĞAN

 

29 Ekim: ''En büyük bayramımız''

28 Ekim 2019

Cumhuriyet Bayramı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kutlanan bir millî bayramımızdır.

2 Şubat 1925'te, Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilmiş ve bu teklif 19 Nisan 1925 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925'ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü ‘’en büyük bayram’’ olarak nitelendirmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak basarken kafasında var olan projeyi Nutuk’ta şöyle anlatır: “Efendiler.. Bir tek karar vardı, o da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.”

Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi? Bu soruyu Fahrettin Altay, Atatürk’e sormuş, şu yanıtı almıştır: ''Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.'' Çünkü Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması sayesinde bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim. 

Cumhuriyet; ''bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramları içinde barındırır. ''Bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' kavramları Türk ulusunun önem verdiği unsurlar olduğu için Türk ulusu ancak bir Cumhuriyet yönetim şekliyle yönetilebilirdi.

İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarından Celal Nuri (İleri) Cumhuriyetin ilanını “milletin taç giymesi” olarak takdim etmişti.  Cumhuriyetin millete vaat ettiği “taç” ise yıllardır ülkeyi yönetenlerin bir türlü anlayamadıkları ''farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılma tasavvuru'' olan “demokrasi” fikrine dayanan ''toplumsal barış'' idi... Cumhuriyet’in fazileti, ''demokrasi'' ile taçlandığı ölçüde, ''taç'' giyen millet, özgür ve barış içinde yaşama imkânı bulabilecektir. Bu anlamda bir ''taç'' ile onurlanmayan bir ''Cumhuriyet''in içi boş bir kavram olmaktan öte anlamı olmayacağı da aşikârdır. 

Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ‘’Cumhuriyetin 50. Yıl Marşı’’nda söylediği gibi:

‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, 
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.’’

''En Büyük Bayramımız'' kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN

 

Stellamara

27 Ekim 2019

‘’Stellamara’’ isminde 1994 yılında kurulan ABD San Francisco kökenli vokalist Sonja Drakulich ve multi-enstrümantalist Gari Hegedus’un kurduğu bir müzik grubu vardır. Grubu, müzisyenlerden Sonja Drakulich, Evan Fraser, Gari Hegedus, Rufus Cappadocia ve Peter Jaques oluşturur. Grup; Doğu Avrupa, Balkan, Türk, Orta Doğu, Arap ve Fars geleneğine dayanan halk müziklerini yorumlamaktadır.  

Grup ilk albümleri olan‘’Star of the Sea’’yi 1997 yılında çıkarır… Bu albümü ‘’The Seven Valleys’’ (2004) ve ‘’The Golden Thread’’ (2009) albümleri takip eder. Özellikle ‘’The Golden Thread’’ albümünde Anadolu kültürüne ait müzikler yer alır… Bu albümde yer alan bizim türkülerimizden ‘’Yemen Türküsü’’nü , ‘’Aman Doktor’’ türküsünü ve ‘’Odam Kireç Tutmuyor’’ türküsünü belki de bizlerden daha iyi yorumlamaktadırlar… Biz, Batı müziğinin kötü bir taklidini yaparken, el alem de bizim özgün müziğimizi yapıyor.

Grubun müziğini dinlerken ezgiler, melodiler, tınılar size tanıdık gelir... Zaten bahsettiğim gibi bir kısım müzik bizim müziğimizdir.  

Fazla söze gerek yok… Bugün Pazar… Zaman; TV'lerde Suriye konusunda iktidara yaranmak ve yamanmak için boş boş, bom boş konuşanları dinleme zamanı değildir... Zaman; bütün bir gün bu coğrafyanın müziğini yapan Stellamara'yı dinleme  zamanıdır… Çünkü Stellamara'nın müziğinde bu coğrafyanın tınısı vardır, bu coğrafyanın hüznü vardır, bu coğrafyanın sızısı vardır, bu coğrafyanın ağıtı vardır… Grubun müziğini dinlerken sanki ruhunuzdan parçalar koparılır…

Stellamara'dan beğendiğim parçaların bağlantılarını aşağıda sunuyorum... İlk müziği dinledikten sonra zaten hepsini de dinleme ihtiyacını hissedeceksiniz... (İlk müzikteki girizgâha biraz sabır!) En azından ''Nida''yı dinlemenizi isterim...

Sizlere güneşli, pırıl pırıl, sımsıcak, sarı, sapsarı yapraklı ve bol müzikli güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Stellamara'nın ‘’The Golden Thread’’ (2009) albümünde yer alan Türkçe eserler:

Odam Kireçdir Benim:
https://www.youtube.com/watch?v=O_lUD1Dv410

Yemen Türküsü:
https://www.youtube.com/watch?v=2O3gd7avoaM

Aman Doktor:
https://www.youtube.com/watch?v=wYZXhqp_ojw

Stellamara'nın diğer albümlerinden seçtiğim eserler: 

Nida:
https://www.youtube.com/watch?v=19aD5elmsyI

Maliks:
https://www.youtube.com/watch?v=4MLE3hJ0xJE

Element:
https://www.youtube.com/watch?v=mdmw4RCKViU

Szerelem:
https://www.youtube.com/watch?v=e8X-4yDemAw

Persephone:
https://www.youtube.com/watch?v=vK67dod044Q

Kyrie Eleison:
https://www.youtube.com/watch?v=HI9n7m8PEQw

Kereshme:
https://www.youtube.com/watch?v=pNywZpIZfoo

Karuna:
https://www.youtube.com/watch?v=9e6szvnYd9I

Immrama:
https://www.youtube.com/watch?v=JpiitXsrSDk

Del Mar Rojo:
https://www.youtube.com/watch?v=5aUQhZ6EKjM

 

Mareşal Henri Philippe Pétain

25 Ekim 2019

Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap ta bir hikâye geçerdi… Hikâyede bir adam Leonardo da Vinci’nin yaptığı Hz. İsa ile on iki havarisini son yemekte gösterdiği ‘’Son Akşam Yemeği’’ isimli tabloyu anlatıyor…

Hepimizi bildiği bu hikâye kısaca şöyledir:

Bu tabloyu yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci ‘’iyi'’yi İsa'nın bedeninde, ‘’kötü’’'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet eden Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek ister. Bir gün kilise korosundaki birisinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark eder… Onu model olarak kullanarak İsa tasvirini çizer.

Ancak aradan üç yıl geçmesine rağmen Yahuda için kullanacağı modeli bulamaz. Sonunda Leonardo sokaklarda yatan, vaktinden önce yaşlanmış,  üstü başı perişan berduş bir adam bulur… Leonardo bu adamı kiliseye taşır ve Yahuda için model olarak resmini çizmeye başlar.

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulan berduş gözlerini açar ve bu yapılan resmi görür ve şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle der: '’Ben bu resmi daha önce görmüştüm’'... ‘'Ne zaman?’' diye sorar Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştır. '’Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce... O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'’…

Hikâye bu kadardır…  

‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır derler... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

İşte tam da bu hikâyeyi birebir yaşayan tarihi bir şahsiyet vardır: Bu adam hem bir mareşal, bir milli kahraman hem de bir vatan haini, hem de bir işbirlikçi, hem de bir kukladır…

İşte bu şahsiyet; Birinci Dünya Savaşı sırasında Verdun Muharebesi'nde kazandığı zaferle bir "milli kahraman" durumuna gelen, ancak İkinci Dünya Savaşı'nda işgalci Almanlarla, Nazilerle iş birliği yapan, yurtseverleri Nazilere satan, Vichy Hükümeti'nin başkanlığını yapan, köylü kökenli Fransız mareşali Henri Philippe Pétain’dir…

Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’köylü kökenli’’ tabiri aristokrat ve medenî Fransa’da çok farklı anlam taşır: Bu tabir Fransa’da; kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, derinliksiz, yüzeysel, içi boş, patavatsız, kof, afra tafra yapan, celalî, lümpen, hodbin, rüküş ve sevgisiz anlamında kullanılır... 

Hatta Hatta Friedrich Engels; Fransa’da ve Almanya’da köylü sorununu dile getirirken, köylüyü; “kovulmuş” ya da iktisadi bakımdan arka plana atılmış olduğunu iddia eder. Engels’e göre köylü kendini sadece tarla yaşamının yalnızlığına dayanan iç sönüklüğü ile göstermiştir. Engels, bu iç sönüklüğünün de sadece Paris ve Roma parlamenter bozulmuşluğunun değil, ama Rus despotluğunun da en güçlü dayanağını oluşturduğunu iddia eder… Engels’e göre 1848 Şubat devriminin bulanık sosyalist özlemleri, Fransız köylülerinin gerici oy pusulaları sayesinde hızla silinip süpürülmüşlerdir. Dinginliğe sahip olmak isteyen köylü, anılarının hazinesinden köylülerin imparatoru Napoléon efsanesini çıkarmış ve ikinci İmparatorluğu kurmuştur. Köylülerin bu marifeti Fransız halkına pahalıya mal olmuş ve Fransız halkı bugün bile bunun sonuçlarının acısını çekmektedir.

Neyse, dönelim konumuza...

Henri Philippe Pétain 1856 yılında Fransa’nın bir köyünde doğar... Saint-Cyr Askerî Akademisi'nde (The École spéciale militaire de Saint-Cyr) öğrenim görür… Bir süre Askerî Akademide ders verir. Bu görevi sırasında ordunun üst kademelerince savunulan taktik kuramlarına karşı çıktığı için oldukça yavaş terfi eder ve tuğgeneralliğe ancak 1914 yılında 58 yaşındayken terfi eder…

Birinci Dünya Savaşında 1916'da Verdun kentine yönelik Alman saldırısını durdurmakla görevlendirilir… Durumun umutsuzluğuna karşın cephe ve ikmal sistemini yeniden düzenleyerek, topçu birliklerini akıllıca kullanarak ve birliklerine büyük bir moral gücü vererek Verdun'da Almanlara karşı tarihe geçecek bir zafer kazanır… Başkomutan General Robert-Georges Nivelle'in başarısızlıkla sonuçlanan saldırılarının ardından Nivelle'in yerine başkomutanlığa getirilir… Orduda disiplini tekrar kuran Pétain, 1918'de itilaf orduları komutanı General Ferdinand Foch'un zaferle sonuçlanan saldırısına katılır… Kasım 1918'de rütbesi mareşalliğine yükseltilir…

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların Mayıs 1940'ta Fransa'ya saldırmalarının ardından, Başbakan Paul Reynaud tarafından başbakan yardımcılığına getirilir… 16 Haziran 1940 yılında da başbakan olur… Kısa bir süre sonra Fransa’nın yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu öne sürerek ateşkes çağrısında bulunur…

Ateşkesin imzalanmasından sonra Vichy şehrinde (Paris’in güneyinde yer alır) toplanan temsilciler meclisi ve senato tarafından Pétain devlet başkanı ilan edilerek kendisine olağanüstü yetkiler verilir…

Pétain, burada bir hükumet kurar. Hükümet Vichy şehrinde kurulduğu için ''Vichy Hükumeti'' veya ''Vichy Yönetimi'' diye bilinir... Pétain, Almanya’yla yakın işbirliğine gidilmesini savunan Pierre Laval'i  başbakan olarak atar… Bu hükumet, sadece Nazi işgali dışında kalan ve ülke topraklarının yalnızca üçte birini oluşturan Güney Fransa bölgesine hükmeder.

Pétain burada otoriter bir yönetim kurar… Ancak bu bölgede Fransız ihtilali’nin ‘’Liberte, Egalite, Fraternite’’ (‘’Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’’) ilkelerinin yerine ‘’Travail, Famille, Patrie’’ (‘’İş, Aile, Vatan'’) ilkeleri üzerinden bir devlet politikası yürütür… 

Bu hükumet Nazi işbirlikçisidir. Pétain, işgalci Almanlarla işbirliği yaparak saldırının yol açtığı yıkımı onarabileceğini ve savaş tutsaklarını kurtarabileceğine inanır…

Vichy Hükumeti Müttefikler tarafından hiçbir zaman tanınmaz...

Pétain, Aralık 1940'ta, Almanya yanlısı Başbakan Pierre Laval'i görevden alarak yerine amiral François Darlan'ı getirir... Bu tarihten sonra tarafsız bir politika izleyerek zaman kazanmaya çalışır…

Ancak Almanların baskısıyla Laval'i yeniden başbakanlığa getirir... Nisan 1942'den sonra yönetim üzerindeki etkisini kaybederek tamamen Hitler’in kuklası haline gelir… Ülkesinde yaşayan Yahudileri tek tek yakalatıp Nazilere teslim eder, Fransız kaynaklarını Almanların ayaklarının altına serer, Nazi hükümetini kendisine örnek alır… Hitler'in bütün Fransa’yı Alman yönetimi altına sokacağını ileri sürerek işbaşında kalmaya devam eder…

Pétain, rüzgâr yön değiştirip de ABD ve İngiltere Fransa topraklarına çıktığında ise Müttefiklere yaranmak için kendi donanmalarını batırır.

Ağustos 1944'te General Charles de Gaulle'ün Paris'i kurtarmasından sonra iktidarın barışçı bir biçimde devredilmesini sağlamak amacıyla de Gaulle'e bir elçi gönderdiyse de de Gaulle bu elçiyi kabul etmez… 

Savaşın sonuna doğru Almanlar tarafından Vichy'den Almanya’ya götürülen Pétain savaştan sonra Fransa’ya getirilerek Fransa'da yargılanır… Ağustos 1945'te idama mahkûm edildiyse de cezası sonradan ileri yaşından dolayı ömür boyu hapse çevrilir… Portalet Kalesi'ne hapsedilir ve 1951 yılında 95 yaşında iken orada ölür... Ancak Nazi işbirlikçisi Başbakanı Laval idam edilir…

Yazımın girişinde Paulo Coelho’nun kitabında anlattığı hikâyedeki gibi işte; ‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır... İnsan ''ne oldum'' dememeli, ''ne olacağım'' demeli... Tıpkı Solon'un Lidya Kralı Krezüs'e söylediği gibi: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Soruna cevap vermem için önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."

İkinci Dünya Savaşının son bulmasıyla Vichy Hükumeti de son bulur. Ancak Vichy Hükumetinden Fransa'ya ve Dünyaya bazı hatıralar kalır:

Vichy Hükumetinin paraya ihtiyacı olduğu için başta ‘’sevgililer günü’’ olmak üzere ‘’anneler günü’’, ‘’babalar günü’’ gibi harcama yapılan günler, devlet hazinesine fazladan gelir sağlamak amacıyla Pétain zamanında o günlerde icat edilir…

İkinci Dünya Savaşından sonra Fransa’da Vichy Hükümeti’nin Yahudi soykırımı ve antisemitizme verilen desteğinden dolayı ‘’sessiz kalma suçu’’ üzerine bir yasa çıkarılır… Yani ‘’Görmedim, duymadım, bilmiyorum’’ mazereti altında ‘’üç maymun’’u oynamak Fransa’da yasa tarafından bir suç haline getirilir…

Kahraman da olsa hain de olsa neticede Pétain bir askerdir... Ömrü her iki dünya savaşının cephelerinde geçmiştir… Şu söz Pétain’e aittir: ‘’ ‘Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız’ demek kolay, ama budalaca bir sözdür. Zaten söylenir, ama yapılmaz. Cinayettir üstelik!’’

Pétain’i bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni şu:

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlar... Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve La Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde İşte bu Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar...

Claude Julien’in yazdığına göre Fransa’da ülkeye o zaman egemen olan bu kişilik, bu ruh hali, bu köylülük, bu kültürsüzlük, bu görgüsüzlük, bu afra tafra, bu şiddet, bu celâl, bu gerginlik, bu lümpenlik, bu hodbinlik, bu rüküşlük, bu sevgisizlik ve Nazilere bu yalakalık ülkenin bütün bir toplumsal sınıflarını, bütün şehirlerini, bütün caddelerini, bütün sokaklarını, bütün evlerini etkilemiştir…

Sosyologların, psikologların, antropologların, tarihçilerin ve siyasetçilerin incelemesi gereken bir durumdur bu…

Osman AYDOĞAN

 

Bir Kavak ve İnsanlar

24 Ekim 2019

Bu sefer de sizlere Haldun Taner’den bir öykü sunayım:  ‘’Bir Kavak ve İnsanlar’’ Ancak siz bu öyküyü okurken öyküde geçen kavak yerine Kaz Dağlarında kesilen 200.000'ye yakın ağacı, maden arayacağız diye dağlarımızda kesilen binlerce ağacı, bilmem ne koyunda kesilen binlerce ağacı, şehirlerimizi beton yığınına gömerken kesilen binlerce ağacı, cayır cayır yanan ormanlarımızda diri diri yanan yüzbinlerce ağacı ve bu ağaçlar etrafındaki bitki örtüsünü, kuşları, ceylanları, kaplumbağaları, tavşanları, börtü böceği düşünerek okuyun...

***
"Kavağın altına" demişti. "Beni, o sahildeki kavağın altına gömün."

Kavak zaten kulübesinin uzağında değildi. Sahile bakan dik yamacın üstünde, dağ çilekleriyle böğürtlenlerin sarmaş dolaş oldukları vahşi bir kırlığın ortasında idi. İhtiyar, elinde tespihi, her akşam onun altında oturur, denizin aşağıda kumluğu tatlı tatlı yalayışını seyrederdi. İşte şimdi mezarını o kavağın yaprakları gölgeleyecek, yine dalgalar ayakucunda o çok sevdiği besteyi söyleyecekti.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, bahar geçip de mayıs güneşi bir genç kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara büründü, kırlar kokularını süründü, deniz aniden duruldu, o sakin mavisini yeniden buldu.

Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı. Köylüler bu bahar onda tuhaf bir değişiklik keşfediyorlardı. Hayır, hayır, bu sade yapraklanmaktan ileri gelen o her yılki mutat değişiklik değildi. Öyle kolay kolay anlaşılamayan, kat'i olarak tespit edilemeyen ancak ve ancak sezilebilen bir bambaşka, bir acayip gelişme idi.

Kavakta şimdi o nebatlara mahsus görünüşten fazla bir şey, âdetâ insanlara has bir şey, nasıl söylemeli, sanki bir nev'i hüviyet belirmekte idi. Kadınlardan biri "İhtiyar" diye haykırdı. "İhtiyara benziyor kavak." Gerçekten de kavak, sanki altında yatan ihtiyarın bütün özünü kökleriyle emip gövdesine geçirmişe benziyordu. Şekil itibariyle yine aynı ağaçtı belki, fakat insan ona bakarken o uzun kametli, zayıf ihtiyarı görmüş gibi oluyordu. Yapraklarıyla şimdi bir başka yeşil görünüyordu. Daha munis, daha sıcak, âdetâ gülümseyen bir yeşil. Rüzgârdan hışırdayışları bile bir başka türlüydü. Ağaç, yapraklarıyla dile gelmişti sanki. Durgun havalarda bir fısıldayış, rüzgârda mırıldanış, fırtınada ise homurdanış halini alan bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Ne söylediği anlaşılamıyordu gerçi. Fakat onu tanıyanlar bu ısrarlı hışırtılarda ihtiyarın sesini, konuşma tarzını, hatta cümle yapısını bile tanımakta güçlük çekmiyorlardı.

Tevekkeli oraya gömülmek istemişti. Adam işte ne yapmış yapmış, ruhunu ağaca verip kendini o çok sevdiği yeryüzüne atmanın bir yolunu bulmuştu. Hem böylece tabiatı daha yakından, olanca haşmetiyle tadabilecekti artık. Nitekim şimdi sağlığında iken yapamadıklarını yapıyor, nezle bronşit korkusu olmaksızın göğsünü yaz yağmurunda ıslatıp rüzgârında kurutuyordu. Eski dostlarının bu suretle tekrar aralarına karışması, sade köylüleri değil, kuşları, bulutları velhasıl bütün tabiatı da sevinçlere garketti. Kuşlar şimdi gelip yüzüne gözüne konuyor, bulutlar bazen alçalıp alnından öpüyorlardı. Onun ölümünden beri boyunları bükük duran çiçeklerse başlarını otların arasından çıkarıp yine eskisi gibi keyifli keyifli sallanmaya başladılar. Hatta öyle ki deniz bile, o karada olup bitenlere bigâne deniz bile, bu işe pek sevinmiş, şimdi kumsalda beyaz köpüklerini göstere göstere gülüyordu.

Fakat hangi saadet ebede kadar sürmüş ki? Bir sabah yapraklarındaki çiğ damlalarını silkeleyip kurutan kavak, az ötesinde birtakım insanların eğilip kalkıp yerleri ölçtüklerini gördü. Adamlar öğle vakti gelip onun altında oturdular. Elindeki plânlardan mimar olduğu anlaşılan bir tanesi, üç katlı ensesinden mal sahibi olduğu anlaşılan bir başkasına: "Makine dairesi şurada olacak, laboratuvarlar beri yanda kurulacak, lojmanlar ise garp cephesine rastlayacak" diye izahat veriyordu. Kavak gerisini dinleyemedi. Bu duyduğu sözlerden yaprakları diken diken olmuştu. Demek burada fabrika kuracaklardı. Demek bu cennet kıyıları, bu canım yerleri makine uğultusuna, kurum kokusuna boğacaklardı. Dünyada başka yer mi kalmamıştı ya rabbim? Hayır, hayır bunu yapamazlardı. Bu kadar zevksiz, bu kadara vicdansız olamazlardı. Fakat yaptılar işte. Onlar öyle renklerden, kokulardan, denizden, tabiattan zevk alacak soydan değillerdi. Maliyet fiyatı diyor da gözleri başka bir şey görmüyordu. Maliyet fiyatı ise bu sahilde çok düşük olacaktı binaenaleyh.

İlkin sahile bire iskele kurdular. Malzeme deniz yoluyla daha ucuza nakledilebilecekti. Sonra bir mendirek inşa edip denizle sahilin alâkasını kestiler. Dalgalar artık suları tatlı tatlı okşamaz olmuşlardı. Mendireğin içinde kalan miskin ölü sulara ise deniz demeye bin şahit isterdi. Sade deniz mi ya, çiçekler de vaziyetten şekvacıydılar. Papatyalar kurumdan simsiyah oluyorlardı. Gelinciklerin kırmızısı ise isli çatana bayraklarına dönmüştü. Kuşların cıvıltısı, şantiyeden yükselen çekiç sesleri arasında güme gittiğinden onlar da birleşip koro halinde ötmeyi denediler. Fakat bu gürültülü medeniyet konseri ile baş edemeyeceklerini anlayınca akıbet onlar da küsüp ötmemeye karar verdiler. Hem zaten pazarları gıcır gıcır çifteleriyle ava çıkan şantiye mühendisleri hayatı onlara zehretmeye başlamışlardı. Kuşlar küsüp, deniz susup, çiçekler de solunca kavak öksüze döndü. "Bir yıldırım gelse de, beni de yok etse bari!" diye kötü kötü düşündüğü oluyordu.

Fakat yıldırıma hacet kalmadı. Bir sabah, daha uykuda iken belinde keskin bir testere sızısı ile uyandı. Ve neye uğradığını anlamadan yan üstü böğürtlenlerin üzerine devriliverdi. Ötede bir ses, fabrikatörün sesi: "Günah da ne demekmiş" diye bağırıyordu. "Bize ağaç değil yer lâzım yer... Zaten neye benziyordu. Tek başına, sipsivri bir ağaçtı." Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Bundan çok güzel telefon direği olur." dedi. Ve ihtiyar kavak soyuldu, yontuldu. Bilcümle direkler gibi göztaşı mahlûlü ile muamele görüp toprağa girecek kısmı ziftlendi ve bu işler bitince, üzerine bir parmak kalınlığında boya sürülüp tepesine de külah gibi çinko bir başlık geçirildikten sonra ana şebekeyi fabrika santraline bağlayan yola, öbür direklerin arasına dikildi.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, her yıl olduğu gibi bahar bir genç kız misali etekliğini kaldırıp sıcak rayihası ile yine kırların üzerine çöküyordu. Gezici kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar saklandıkları yerlerden çıktılar. Papatyalar tavada yumurta gibi ortalığı sarı ile beyaza boyadı. Ve gelincikler bir yıl evvel fabrika kurumundan solup giden cetlerine inat, kıpkırmızı açıyordular. Bu arada kavaktan bozma direk de bütün vücuduna su yürüdüğünü hissediyor ve gece gündüz çıtır çıtır tatlı bir bahar sarhoşluğu içinde gerinip duruyordu. Nihayet bir gün evvelâ o kalın boya tabakasını pul pul kabartan sivilceler döktü. Sonra orasında burasında beyaz beyaz körpe dallar sürdü ve bir sabah baştan aşağı yemyeşil yapraklarla donandı. Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çevrilmiş kahve fincanlarına benzeyen izolatörler bile şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı ile yürüyüşe çıkan fabrikatör onu bu halde görünce küplere bindi. "Vay namussuz" diye haykırdı. "Bu, o devirdiğimiz kavaktan yapılan direk değil mi? Görüyor musun hanım, bana inat yapıyor. İnan olsun bana inat yapıyor." Köylüler, her ne kadar "değildir beyim; bu, o kavak değildir." dedilerse de fabrikatörü teskin edemediler.

Adam fena halde kızmıştı. "Yaprak açan telefon direği nerede görülmüş." diye feryat ediyordu. "Olacak rezalet mi bu? Bari bundan sonra teller de meyve versin. Biz burada mesaiden iktisat etmeye bakıyoruz. Bu direk kalkmış dal budak salıyor. Bütün direkler dal sürecek olsa budamaya adam mı yeter?" Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Kesilsin" diye ferman etti.

Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izolatörleri bir başka direğe aktarıp yapraklısını yere yıktılar. Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış ziftli kısmına, yaprak açmış dallarına vuruyor, vuruyordu. Hırsını bununla da alamadı. Direği adamlarına kuşbaşı doğrattı. Bu parçaları dahi ortada bırakmaktan korkuyordu. Ne olur ne olmaz, bir dahaki bahar yine kim bilir ne madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün önünde bir güzel yaktırdı ve külleri toplatıp denize attırdı. Gerçi ihtiyar kavak şimdi de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyordu. Bu itibarla memnun ve mesrur ellerini yıkayıp dairesine mayonezli levrekle fasulye pilâkisini yemeğe gitti.

O gece çiçekler sabaha kadar kan ağladılar. Kuşlara gelince, onlar da ilkin ah ve vah ettiler ama sonra baş başa verip bu harekete bir misilleme çaresi aradılar. Bir ağaçkakan: "İntikam!" diye bağırdı. Serçelerin en yaşlısı: "Peki ama nasıl?" diye sordu. Canı tatlı bir saksağan: "Herifler dişlerine kadar silâhlı!" dedi. "Toptan gitsek hepimizi vururlar." Tecrübeli baykuş: "Bir fedai seçeriz" diye teklif etti. "İçimizden biri." Daha sözünü bitirmemişti ki ihtiyarın avucundan yem yemiş bir ibibik kuşu "Ben giderim" diye atıldı. "Yarın zaten fabrikanın açılış töreni var. Ben hepinizin intikamını alırım, icap ederse bu uğurda seve seve ölürüm."

Ertesi gün, daha sabahın erken saatinden, fabrikada bir faaliyettir başladı. Her pencereden bir bayrak sarkıyor, her tarafta allı morlu, yeşilli beyazlı kurdeleler dalgalanıyordu. Bacalar bile gemi direkleri gibi flamalarla süslenmişti. Bir bando durmadan marşlar çalarken, hususi otomobiller de davetlileri getirip getirip anfiteatr şeklinde hazırlanmış tribünlere bırakıyordu. Ne davetliler vardı, ne davetliler! Erkeklerin çoğu silindirli ve jaketalı idiler. Kadınlar ise beyaz elbiseler, geniş kenarlı hasır şapkalar giymişlerdi. Bir ara bando durdu, ses kesildi ve ön sırada oturan tıkız fabrikatörün ayağa kalkıp önüne mikrofonlar yerleştirilmiş kürsüye doğru ilerlediği görüldü. Adam ağır ağır basamağı çıktı. Notlarını önüne açıp "öhö öhö" diye sesini ayar etti, sonra: "Sayın vekil Bey, muhterem davetliler" diye söylevine başladı.

Saklandığı pervazdan aşağısını gözleyen ibibik kuşu "İşte tarihi an geldi" diye söylendi. Seke seke pervazın üzerinde ilerledi ve tam fabrikatörün dazlak başını nişan alıp bir güzel pisledi. Gerçi, ibibik kuşu olmak sıfatıyla esasen çok kolay def'i hacet ederdi fakat o, sadece bu kabiliyetiyle yetinmemiş, bu tarihi günün şerefine bir gece evvelinden küf tutmuş kendir tohumu yiyip üzerine bol miktarda deniz suyu içmişti. Bu itibarla sabah beri büyük sancılar bahasına katlandığı hamulesini şimdi durmadan dinlenmeden aşağı boşaltıyordu.

Fabrikatör, çıplak başında şaplayan ilk damla üzerine gayr-i ihtiyari yukarı baktığından ikinci üçüncü postaları yüzüne gözüne giydi. Dinleyiciler ilkin bir şaşırdılar. Bir iki kadın davetli gülmesini tutamadı. Cesaret alan öbürleri de makaraları koyuverdiler. Artık şimdi hepsi eğile kalka, kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı. Vekil Bey bile yüzü mosmor kesilmiş kahkahasını mendilinde boğmaya çalışıyordu.

Fabrikatör, yüzüne çok defa pisletilmiş insanların pişkin tebessümü ile mendilini çıkardı. Yavaş yavaş, ağzını, yüzünü, gözlerini, çıplak başını silip sıvazladı ve gürültünün kesilmesinden bilistifade: "Bayanlar, baylar!" dedi, "Bayanlar, baylar! Şu mesut hadise dahî, tesislerimizin memleket için ne kadar hayırlı, ne kadar uğurlu ve kademli olacağını bir fal-i hayr sayılmaz mı?" ve tıkız fabrikatör bu zaruri girizgâhtan sonra tekrar notlarına dönüp imal edeceği termosifonların emsaline faikıyetini izaha girişti.

Osman AYDOĞAN

 

Çığlık…

23 Ekim 2013

‘’İki arkadaşımla yürüyordum
Güneş batıyordu
Melankolinin nefesini hissettim
Birden gökyüzü kan kırmızısına döndü
Durdum ve korkuluğa yaslandım
Ölümüne yorgundum
Alev almış bulutlara bakıyordum
Kan ve bıcak gibi, derin mavi fiyort ve şehrin üzerinde asılı
Arkadaşlarım yürümeye devam etti
Endişeden tir tir titreyerek orada durdum
Evrenden gelen muazzam ve sonsuz çığlığı duydum.’’

Edvard Munch

''Çığlık'' veya orijinal ismiyle ''Skrik'', Norveçli ressam Edvard Munch’un 1893 tarihli bir tablosudur. Sanat Tarihi'nde orijinal adı ''Boğuntu'’dur. Birçok eleştirmene göre bu tablo, Munch'un en önemli çalışması olup Leonardo da Vinci’nin ‘’Mona Lisa’’sının ardından sanat tarihinin ikinci en ünlü eseri kabul edilir…

Aslında Edvard Munch’un yaptığı dört tane ‘’Çığlık’’ tablosu vardır. 1893’te yaptığı bu tablo yağlı boya ilk versiyonudur. Bu tablo Oslo’daki Ulusal Galeri’de, Munch’un aynı tarihte yaptığı pastel versiyonu ile 1910’daki diğer yağlı boya versiyonları yine Oslo’da Munch Müzesi’nde sergilenmektedir.

Munch ayrıca 1895’te yaptığı aynı isimde bir başka pastel tablo daha vardır. Bu tablo özel şahıs elinde bulunan tek pastel tablodur... Bu tablo 2012’de ABD’de 120 milyon Dolara satılarak en pahalı sanat eseri unvanını alır…

Resim orijinali 84 cm x 66 cm boyutlarındadır. Resimde ön planda ıstırap çeker gibi görünen bir figür, arka planda ise Ekeberg tepesinden Oslofjord'un görünümü yer alır; Oslofjord göğü kan kırmızısı rengindedir.

Yukarıdaki dizelerde Edvard Munch tabloyu nasıl yaptığını anlatır: Ressam günlüğünde anlattığına göre iki arkadaşıyla yürümektedir, bu sırada ise güneş batmaktadır ve kan kırmızısı rengindedir. Ressam kendini yorgun hissetmiş ve trabzanlara yaslanmıştır. İki arkadaşı ise yürümeye devam etmiştir. Ressam bu sırada ‘’doğanın çığlığını’’ hissettiğini günlüğünde dile getirir. Gerçekten de resmin Almanca orijinal adı bu durumu yansıtmaktadır: “Der Schrei der Natur” (Doğanın Çığlığı) Bu isim tablonun ilk ismidir... Ressam bu resmi yaparken hastadır ve bu yorgunluğunun oradan geldiği düşünülür. Çığlık tablosunun kahramanının, ressamın kendi portresi olduğu söylenir…

Munch, bu tabloyu çizgisiyle, duygusuyla var olan tüm korkuların bir temsili adına yapar… Munch’un bu ekspresyonist tablosu sadece görsel değildir, sadece göze hitap etmez, bir çaresizliğin feryadı olarak ruhunuzda fırtınalar koparır, çığlıklar attırır, kimseler duymaz feryadınızı, çığlık çığlığa sanki bu evrende yapayalnızsınız duygusunu verir. Bu haliyle Munch’un ‘’Çığlık’’ tablosu bir çaresizliğin feryadıdır; ağzı bir karış açık, kendi çığlığını duymamak için kulaklarını kapamış, kolu kanadı kırık bir çaresizliğin, sadece bu dünyada değil, sanki tüm bu evrende bir tek başınalığın ve çaresizliğin feryadıdır...

Munch’un tablosundaki ön planda ıstırap çeker gibi görünen figür sanki biziz ve figürün çığlığı sanki bizlerin çığlığıdır... Bu ekonomik girdapta aşsız, işsiz kalanların çığlığıdır... Madenlerde canlı canlı kara toprağa gömülen insanların, çocuklarının, ana  babalarınn çığlığıdır... Denetimsiz, güvenliksiz yurtlarda cayır cayır, diri diri yanan kızlarımızın, analarının, babalarının çığlığıdır... Gidip de gelemeyen askerlerimizin, analarının, babalarının, yavuklularının, bebelerinin, çocuklarının çığlığıdır… Tecavüzcüsü ile evlendirilmek istenen kızlarımızın, şiddet gören, ihmal edilen, katledilen kadınlarımızın çığlığıdır… Kesilen ağaçların, işkence gören hayvanların, kurutulan derelerin, kirletilen havanın, denizin, suyun çığlığıdır…Hodbinliğe, kabalığa, bilgisizliğe, görgüsüzlüğe, kurnazlığa, ilgisizliğe ve sevgisizliğe karşı çaresiz kalan bir naifliğin, bir zarafetin, bir inceliğin  çığlığıdır...

Sanırsınız ki tablodaki arka planda görülen kara dumanlar ve insanlarımızın kara bahtıdır, yanan ormanlarımızın dumanlarıdır, bir yangın yerine dönen ocaklardan çıkan kara dumanlardır, ''Aydın!'' karanlığında alev alev yanan ülkemden semalara yükselen kara dumanlardır...

Şair Orhan Veli ‘’Sabaha Kadar’’ isimli şiirinde şöyle derdi:

‘’Şeytan diyor ki: ‘Aç pencereyi;
Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.’ ‘’

Şiirdeki gibi sabahlara kadar içimizden işte o çığlık yerine çaresizce, umutsuzca, sessizce bağır, bağır, bağır, bağırıyoruz…

Ve bu çaresizliği resmedecek, tarihe bir kanıt olarak sunacak Edvard Munch gibi sanatçılarımız da yoktur…

Osman AYDOĞAN

Edvard Munch, ''Çığlık'' veya orijinal ismiyle ''Skrik'':

 

Guernica

22 Ekim 2019

Guernica, İspanya’nın Bask bölgesindeki küçük bir şehrin adıdır. Bu şehir İspanya iç savaşının kanlı bir bölümü olarak tarihte yerini alır. Bu şehir Cumhuriyetçilerle savaşan General Franco'ya yardıma gelen Nazi Almanya’sının uçakları tarafından üstelik pazarının kurulduğu gün olan 26 Nisan 1937 tarihinde bombalanır. Bombalamanın ardından bir de yangın bombalarıyla şehir ateşe verilir. 2000'e yakın insan ölür. Bu insanların çoğu pazara ürün getiren köylüler ve alışveriş yapmakta olan şehir halkıdır…

Guernica bombardımanını Alman Luftwaffe kuvvetlerine bağlı "Condor Legion’’ ve faşist İtalyan yönetimine ait "Aviazione Legionaria’'ya ait uçaklar yaparlar. Saldırının askeri adı ‘’Operation Rügen’’'dir…

Bu katliamla beraber şehir birçok edebi yapıta da ilham kaynağı olur. Bunlardan birisi Avusturyalı yazar Hermann Kesten'in ‘’Gernikalı Çocuklar’’ (Die Kinder von Gernika, 1939) (Sungur Yayınları) isimli yapıtında bombardımandan sağ çıkan, ama evlerini yitiren bir ailenin acıları genç Carlos'un ağzından çarpıcı bir biçemde anlatılır…

Diğer bir edebi eser ise Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in yazdığı ve Melih Cevdet Anday’ın Türkçeye çevirdiği ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiiridir... Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum. 

Fakat bu şehrin ve bu katliamın asıl tanıtılması Picasso’nun bir tablosuyla olur…

"Paris’te bulunan ve Hitler’in yeni savaş uçaklarının gücünü denemek amacıyla İspanya’da bir kenti bombaladığını radyodan duyan bir İspanyol’sanız ağlarsınız... Eğer bir ressamsanız resmedersiniz." Bu sözler Pablo Picasso’ya aittir…

O sıralarda Paris’te yasayan Pablo Picasso ülkesinde ki bu olaylardan çok etkilenir ve kübist anlatımlarla, insan ve hayvan organlarının parçalanmış, iç içe girmiş resmini yapar... İşte Picasso’nun en önemli resimlerden biri olan bu eserin adı savaş karşıtlığının tüm dünyada sembolü haline gelmiş Guernicadır…

Picasso’nun İspanya iç savaşını anlattığı bu tablo politikanın ve savaşın resimle aktarılmasının en muhteşem örneğidir. Resimde ne yanan binaların alevleri ne de akan kanların kırmızısı vardır. Resimde doğanın ne yeşili ne de mavisi vardır. Istırap içindeki insanları, ölümü, karmaşayı, yıkıntıları, alevleri, çaresizliği, yenilgiyi ve savaşın vahşetini, zulmünü, acımasızlığını, kaosunu, dehşetini ve hüznünü mükemmel bir şekilde yansıtan resimdir Guernica. Bu nedenle de siyah beyazdır Guernica. Sanat tarihinde gelmiş geçmiş en büyük savaş karşıtı resimdir Guernica… 

Tablo içinde bir sürü gizli imgeler vardır.  İsviçreli psikiyatr, analitik psikolojinin kurucusu ve derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan Carl Gustav Jung, Picasso’nun resimlerinin içine gizlediği bu imgelerin birer yeraltı karakterleri olduğunu vurgular. Guernica tablosu, bütünü ve içine gizlenmiş imgeleriyle ölümün acımasızlığıyla başa çıkmak için gizemli bir güç kaynağı oluşturur.

Picasso bu tablosu için şu açıklamada bulunur: "İspanyol mücadelesi, gericiliğin halka karşı, özgürlüğe karşı savaşıdır. Bütün sanatçılık hayatım gericiliğe ve sanatın ölümüne karşı sürekli bir mücadeleyle geçti. Gericilik ve ölümle bir an bile anlaşabileceğimi kim nasıl düşünebilir? (...) Üzerinde çalıştığım Guernica dediğim panoda ve yakın zamanda yaptığım tüm çalışmalarda, İspanya’yı acı ve ölüm okyanusunda boğan askerî kasta duyduğum tiksintiyi açıkça ifade ediyorum."

Guernica tablosu halen İspanya’da ‘’Reina Sofia’’ müzesinde bulunmaktadır...

Alman ordusu, 1990 yılında orduyu tanıtan bir reklamda bilgece ve sanki özür dilercesine “Düşmanca imajlar savaşın babalarıdır” (Feindbilder sind Kriegsvater) sloganı ile Picasso'nun Guernica tablosunu kullanır… 1997 yılında da, dönemin Almanya Devlet Başkanı Roman Herzog, bu kasabayı Luftwaffe'nin bombalaması nedeniyle İspanya’dan alenen açık açık özür diler…

Gerçi Nazilerin bu şehirde yaptığı katliam, ABD’nin Tokyo ve Dresden bombardımanlarının yanında fazlasıyla sönük kalmaktadır. Ama tarihi ne yazık ki galipler yazar. Picasso’ya sormak lazım aslında Dresden bombalanırken, Tokyo yakılıp yıkılırken neredeydi?

Neyse, 1937 yılını bırakıp gelelim yakın bir zamanımıza…

Günlerden 5 Şubat 2003... Yer: BM Güvenlik Konseyi… Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell o gün, Birleşmiş Milletler’de Irak’ta kitle imha silahlarının varlığına dair kanıtları sunmakta… Yani bir yalandan yarattıkları savaşın gerekçelerini. Bir yalan savaşı.

Bu konuşma öncesinde Powell’in konuşacağı Güvenli Konseyi girişinde bir tıpkıbasımı bulunan Guernica tablosunun üstü bir örtüyle kapatılır… BM basın sekreteri bu kapatma için; “kameralar için bu tablo uygun bir fon oluşturmuyor'' diye açıklamada bulunur. Bu da bir başka yalandır. Muhtemel ki Powell’in danışmanları dünya tarihinin en önemli savaş karşıtı tablosu olan Picasso’nun Guernicası önünde konuşmanın doğru olmadığını düşünmüşlerdir. Belli ki İspanya iç savaşı ve Guernica katliamı üzerine yapılmış en etkileyici çalışmalardan birinin önünde yalan söylemek Powell’in olmayan vicdanını rahatsız etmiştir…

Yakın bir zamanda TRT2'de İngiliz sanat tarihçisi Simon Schama'nın hazırlayıp sunduğu BBC yapımı ‘’Simon Schama's Power of Art’’ isimli bir belgesel yayımlandı… Sekiz bölümden oluşan belgesel her bölümde bir sanatçının özellikle bir eserini anlatır. Sıra Pablo Picasso bölümüne gelince doğal olarak Guernica tablosu anlatılır… Bu bölümde Colin Powell’in BM salonunda konuşması esnasında Guernica tablosunun üzerinin örtülmesini Simon Schama şöyle yorumlar: 

"Ben bunu sanatın gücüne yapılan bir övgü olarak görüyorum. Orada söylenen aslında şuydu: Sen dünyanın en güçlü ülkesi olabilirsin, her yere ordular gönderebilirsin, diktatörleri devirebilirsin ama bir başyapıtla oyun oynayamazsın. Gücün buna yetmez!"

Sanatın ve edebiyatın gücü böyle bir şeydi işte…

Şimdi anlıyorsunuz değil mi diktatörlerin neden sanattan, şiirden ve edebiyattan uzak durduklarını, onlardan korktuklarını, ilk fırsatta sanatçıları, yazarları, şairleri zindanlara attıklarını!...

Rivayet edilir ki Almanlar, Paris işgali sırasında katıldığı bir sergide Alman bir general Guernica tablosu önünde durarak Picasso’ya sorar: “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” Picasso cevap verir: “Hayır, siz yaptınız.”

Bu şiirin (İspanyol Ölüsü) ve bu tablonun (Guernica) günümüzdeki her türlü hukuksuzluklara, haksızlıklara, savaşlara ve katliamlara karşı verdiği çok büyük mesajları vardır:

Bugünkü Ortadoğu'yu bir yıkıntı ve kan gölü haline getirenlerin, sebep olanların yüzüne de tarih baba bir gün söyleyecektir elbet: ''Siz yaptınız!''

Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiirinde söylediği gibi: ‘’Yanılmayın, hesap sorulmayacak sanmayın. Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa, yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın… Yanılmayın, bunun hesabı sorulacak, sorulacak ama vakit var vakit var daha.’’

Picasso'nun resmettiği bir tane Guernica vardı... Günümüz Ortadoğusunda ise o kadar çok Guernica var ki!... Hesaplarını sormak için vakit var daha, İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in söylediği gibi: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.''

Osman AYDOĞAN

Picasso’nun tablosu: Guernica 

Picasso’nun tablosu Guernicanın üç boyutlu hali:
https://www.youtube.com/watch?v=jc1Nfx4c5LQ

İspanyol Ölüsü

Bunun hesabı sorulmadı
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı ama sorulacak
Madrid'in, Barcelona'nın, Valencia'nın gözyaşları
Bu gözyaşlarının hesabı sorulmadı.
Almeria'nın, Badajoz'un, Guernica'nın döktüğü kan

Bu kanın hesabı sorulmadı.
Gözyaşları yüzlerde kurumuş
Kum üstünde kurumuş kan.
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı, kanın hesabı sorulmadı
Sorulacak bunların hesabı.

Çünkü Guernica'nın adamları konuşmaz.
Almeria'nın çocukları sessizdir
Badajoz'un kadınları dilsiz
Dilsizdir onlar, sesleri çıkmaz, sesleri çıkmaz
Boğazlarını tıkamıştır oranın kumu
Konuşmazlar, konuşmayacaklar da ve çocuklar
Almeria'nın çocukları usludur
Kıpırdamazlar, kıpırdamayacaklar da
Vücutları kırık, kemikleri kırık, ağızları
Çünkü ölüdür onlar, dilsizdir hepsi.

Yanılmayın
Hesap sorulmayacak sanmayın.

Yanılmayın
Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa
Yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın

Yanılmayın
Bunun hesabı sorulacak
Sorulacak ama
Vakit var

Vakit var daha.
Bu yerlerde ölülerin vakti boldur
Badajoz'da, Guernica'da, Almeria'da
Bekliyebilirler vakitleri var daha.

Vakit var
Bekleyebilirler daha.

Archibald MacLeish

 

Francisco Goya ve Müslümanlar…

21 Ekim 2019

Francisco Goya (1746 - 1828), Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan İspanyol ressam ve gravür sanatçısıdır. İspanyol saltanatının saray ressamı olarak çalışan Goya'nın eserlerinin yaşadığı döneme ait bilgi veren önemli belgeler olduğu düşünülür. Portreleriyle de ün kazanmış olan ressam, sanatındaki yaratıcı ve yıkıcı öğeler ve cesur resimleriyle kendisinden sonra gelen Manet, Picasso ve Francis Bacon gibi isimleri etkilediği düşünülür. Modern sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilen ressamın eserlerinin büyük bir bölümü Madrid'de Museo del Prado'da (Prado Müzesi) sergilenmektedir.

Goya’nın 1814 yılında tamamladığı ve halen Madrid'deki Prado Müzesi'nde sergilenen iki ünlü tablosu var. Bunlardan birisi; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosu, diğeri ise; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu,

Tabloların da öyküsü de şöyle:

Napolyon, Fransa’ya cumhuriyeti getirme masalıyla başa geçtikten sonra çevresine baskı kurarak kendini imparator seçtirir. Kilisede kendisine taç giydirir. Ondan sonra da içeride iktidarını perçinlemek için ilk iş olarak İspanya’ya saldırır. Goya işte bu tabloları Fransızların 1808'de Madrid'i işgali sırasında, Napolyon'un ordularına direnen İspanyolların anısına çizer. Bu direniş aynı zamanda Yarımada Savaşı'nın da tetikleyicisi olur.

Goya, Aragonca yazdığı bir mektupta bu tabloları yapma amacını şöyle açıklar: ‘’Avrupa'nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek.’’

Bu tabloların fotoğraflarını metnin altında verdim.

Bu tabloların konuları ise şu şekildedir:

Goya; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda Fransız Ordusu saflarında işgal kuvveti olan Memlûklere saldıran İspanyol direnişçileri tasvir eder.  

Goya; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler’’ isimli tablosunda ise adı belirtilen tarihte Fransa güçlerinin işgal ettiği Madrid’de sivil halkı kurşuna dizmesini işliyor. Kurşuna dizilenler ise Goya'nın diğer tablosunda yer alan Memlûklere saldıran direnişçilerdir. Bu kurşuna dizme bir nevi Memlûklerin intikamının alınması gibidir.  

Şimdi diyeceksiniz ki Francisco Goya’nın tabloları ile yazımın başlığında yer alan ‘’Müslümanlar’’ın ne ilgisi var?

Olmaz olur mu?

Hep söylerim ya ''sanat ve edebiyat hayatın aynasıdır'' diye, ''sanatçılar çağının tanığıdır'' diye…

Ama önce bu ilgiyi gösterebilmek için 16 Mayıs 2018 günkü ‘’Gazze’de katliam’’ konulu yazımın içinde geçen şu cümleleri tekrar okumamız lazım: 

‘’Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu..

Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…

Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘Haçlı seferi’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletlerdi...’’

Şimdi tekrar İspanyol ressam Goya’nın tablolara dönelim…

Tabii ki bu tabloları anlatmaktan amacım ne Goya’yı tanıtmak ne de İspanyolların direnişini anımsatmak. Amacım bu tabloda var olan küçük bir ayrıntıyı göz önüne getirmek: O da tabloda yer alan Memlûklerin varlığı…

 ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda yer alan Müslüman Memlûkler zorla Mısır'dan getirilmiş değillerdi. Memlûklerin Fransa yanında yer alması o zamanki Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın tamamen güce olan sevgisinden, güçlünün yanında yer alma kaygısından, yağcılığından ve yardakçılığından kaynaklanmaktaydı. Fransa'nın İspanya'yı işgali sırasında Memlûkler resmen Fransa'nın tetikçisi olurlar.

(Zaten Memlûk sözcüğü de Arapça "me-le-ke" fiil kökünden türetilmiş, çoğulu "Memlûkun" veya "Memâlik" olup, "efendisinin buyruğu altındaki köle" anlamına gelmekteydi!) 

Yani Müslümanların güce tapması ve Batı'nın Müslüman kullanması yeni değildi. (Birinci Dünya Savaşında emperyalistlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkasından hançerleyerek Kudüs'ün kaybına vesile olan Arapları anlatmıyorum daha!) Batı, Müslüman kullanmayı her zaman ve her devirde sevmiştir. Müslümanlar da her zaman ve her devirde güçlünün yanında yer almayı ve Batı tarafından kullanılmayı sevmişlerdir.

1950 yılında Amerika yanında savaşmak için Kore’ye Anadolu evlatlarını ölüme gönderenler de aynı Müslümanlardı… 1958 yılında BM’ndeki oylamada Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’in yanında değil de Fransa’nın yanında yer alanlar da aynı Müslümanlardı... 2003 yılında ABD, Irak'ı işgal ederken ABD yanında Irak'a girmek isteyenler, bu maksatla TBMM'ne tezkere sunanlar da aynı Müslümanlardı... 2004 yılında ABD yanında Afganistan'a Anadolu evlatlarını gönderenler de aynı Müslümanlardı...

Bugün emperyalizmin jandarmalığından emperyalizmin taşeronluğuna terfi eden ve halen Ortadoğu'da Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de, Afganistan’da, Afrika’da birbirini boğazlayan Müslümanlar bunu düşünmeli diye değerlendiriyorum. Tabii ki bir zerre tarih bilinçleri ve bir miktar akıl kırıntıları varsa...

Daha yeni Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasının imzalamıştı. Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşacaktı. Sahi siz bu silahların Filistin'i savunmak amacıyla İsrail'e karşı kullanılacağını mı düşünüyorsunuz!

Yukarıda da anlattığım gibi 2000’li yılların başı, özellikle Bush ve Obama dönemleri ılımlı İslam adı altında ABD ile dans edenler de aynı Müslümanlardı... Bu Türkiye’den Mısır’a, Tunus’tan İran’a kadar tüm bölgede kurum ve kuruluşlarla yaşandı… Bu çerçevede ülkemiz içinde de ABD'nin kucağına oturmuş sümüklü bir vaiz bozuntusunun çetesiyle içeride onun ne istediyse veren iktidardaki işbirlikçileri ile ülkede Cumhuriyetçi, laik, ulusal, yerli, milli, yurtsever ve anti Amerikancı karakterde ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa hepsini kumpaslarla tarumar edenler de aynı Müslümanlar idi...    

Daha dün ABD’nin; Irak’ı işgali, Libya’yı parçalaması ve Suriye’deki iç savaşı kışkırtması esnasında buradaki güç merkezleri yok edilirken, milyonlarca Müslüman öldürülürken ve bu şekilde Filistin desteksiz, kimsesiz ve sahipsiz bırakılırken, İsrail'e etrafında diikensiz bir gül bahçesi sunulurken ABD’nin eşbaşkanı olanlar, 14 Mayıs 2018 tarihinde ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdı diye, 25 Mart 2019 tarihinde ABD Başkanı Donald Trump, ABD’nin İsrail'in 1967 yılında işgal edip, 1981 yılında ilhak ettiği Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzaladı diye yapılan mitinglerde timsah gözyaşları dökenler de aynı Müslümanlardı... 

Tarihe not düşmek için ikinci bir Francisco Goya bulunur elbet!

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki birinci resim: Goya'nın ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosudur. Memlûkler bu tabloda görülmektedir.  İkinci resim ise Goya’nın “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosudur. Bu tabloda ise Memlûklere saldıran direnişçilerin kurşuna dizilmesi tasvir edilir. Goya’nın özellikle “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.

 

 

 

 

Yarın asla geç olmadan gelmez!

20 Ekim 2019

1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge 1967 yılında altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) diye adlandırılan 1967 Arap-İsrail Savaşı ile sona erer. Bu ‘’Altı Gün savaşı’’; 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.

Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter. 

Bu savaş şimdiki birçok sorunun da temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail'in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.

Burada Golan Tepelerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor: Golan Tepeleri (Arapça; Hadbetü'l-Cevlān, Osmanlıca; Cevlân Tepeleri), Suriye'nin güneybatı, İsrail'in kuzeydoğu ucundaki zengin su kaynakları ile tanınan tepelik bölgedir.  İsrail, Golan tepelerini 1967 yılında işgal, 1981 yılında da tek yanlı olarak ilhak eder. Bu ilhaka karşı çıkan Saddam'lı Irak, Kaddafi'Li Libya yok edildikten ve Suriye paramparça edildikten sonra 25 Mart 2019 tarihinde de ABD Başkanı Donald Trump, ABD’nin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzalar... Irak'ın, Libya'nın yok edilmesine, Suriye'nin tarümar edilmesine katkı sağlayanlar bu karara karşı da kuru gürültüden başka tepki gösteremezler... 

1967 yılındaki bu ''Altı Gün Savaşı'', 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu ayrı bir yazı konusu…

1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşından esinlenerek yazılmış, ‘’Six Day War’’ isimli güzel mi güzel bir müzik parçası var. (Bazen şarkının ismi kısaca ‘’Six Days’’ olarak da geçer.)

Bu şarkıyı 1971 yılında içinde "Six Day War"ın da bulunduğu ilk ve tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow (Asıl adı: Joshua Paul Davis, 1972 doğumlu,  ''DJ Shadow'' sahne adıyla tanınıyor, Amerikan plak yapımcısı ve DJ) seslendirmiştir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir. 

Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini vereceğim… Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.

Bu şarkı savaşa karşı bir ağıttır, savaşa karşı bir feryâddır, savaşa karşı bir figândır... Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır...  Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda 5 Haziran'da başlayan haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlamıştır. 10 Haziran Cumartesi gününe kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok ama çok geçtir. 

Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır.  Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.  

Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani; “yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez. 

Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)

Bu coğrafyada da zaten bu şarkıdaki gibi yarın asla iş işten geçmeden önce gelmezdi... Evet, bu coğrafyada yarın mutlaka gelirdi de ancak iş işten geçtikten sonra gelirdi.. Yani ''Bad el harab-ül Basra'' (Basra harab olduktan sonra) gelirdi...

Bu coğrafyaya Basra harap olmadan önce bakıyorum, Basra harap olduktan sonra bakıyorum, bu coğrafyada son günlerde yaşadıklarımıza bakıyorum, bu coğrafyada son yıllarda yaşadıklarımıza bakıyorum... Gazetelere, televizyonlara, televizyonlarda konuşanlara bakıyorum... Bu coğrafyada bütün bu yaşadıklarımız, TV'lerde bütün bu izlediklerimiz bana 1998 Yunanistan yapımı ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ (Eternity and a Day) isimli filmin bir sahnesini ve bu sahnede bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu müthiş bir soruyu hatırlatıyor:

“Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?” 

Elin gavuru bu coğrafyadaki savaşa karşı müziği ile ağıt yakıyor, feryâd figan ediyor, biz ise ''Cihat'', ''Fetih'', ''Kızılelma'' nidalarıyla ''Mehter Müziği'' ile savaş tamtamları çalıyoruz...

Sahi, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?

Biz bu coğrafyada sevmeyi unutunca da bu coğrafyada yarın hiç bir zaman asla geç olmadan gelmiyor....

Osman AYDOĞAN

‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’': (1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi. Mardin şehri görüntüleri eşliğinde)

https://www.youtube.com/watch?v=1W5BA0lDVLM

Six Day War

At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız
It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin
The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız
And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun
Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen
A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi
They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç

 

Hamlet’ten ve Machbeth’ten günümüze arta kalanlar…

19 Ekim 2019

Bu sayfalarda William Shakespeare’in ‘’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth’’ isimli iki oyununu daha önceleri anlatmıştım. Bu iki oyunu sadece anlatmanın yeterli olmadığını, bu iki oyunun da bir değerlendirmesinin yapılarak bu oyunlardan bazı çıkarımlar yapmak gerektiğini düşündüm... Ancak bu yazımı daha iyi anlayabilmek için sayfanın sağ üstünde yer alan arama motorunu kullanarak ’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth'' yazılarımı bularak okumanızı arzu ederim.

William Shakespeare tarafından 1599 ile 1601 yılları arasında yazılan ‘’Hamlet’’ karakteri ile 1606 yılında yazılan ‘’Machbeth’’ karakterleri arasında büyük farklar vardır. Shakespeare'in bu oyun karakterlerinde yıllar geçtikçe naiflikten kabalığa, doğruluktan despotluğa ve iyimserlikten kötümserliğe kayan bir özellik görülmektedir.

Hamlet, bir Rönesans insanı olarak oyun boyunca hep düşünür, düşünür, düşünür. Ancak bir türlü harekete geçip babasının katili olan amcasını katledemez. Çünkü yozlaşan bir iktidara karşı da bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermeye çalışır. Ancak böyle bir savaşımın verilemeyeceğinin de farkındadır. Çünkü Almanya’dan, Martin Luther’in üniversitesi olan Wittenberg Üniversitesinde okuyup da geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidara egemen olan anlayış henüz Ortaçağın karanlıkları içindedir.

Hamlet’in çok düşünmesi ve kendini dinlemesi eyleme geçmeyi engeller. Bir sahnede Hamlet: "Bilinç insanı ödlekleştirir" derdi. Bu anlamda da oyun aslında eylem karşısında aydın kararsızlığının da bir simgesi halindedir.

Hamlet, yaşadığı feodal dünyaya yakışır şekilde; güç gösterisinde bulunup, kaba kuvvet göstererek, asıp kesip intikamını alan acımasız bir prens olarak davranması gerekirken, entelektüel birikime sahip, naif, duygusal, eylemden önce düşünen, ait olmadığı bir dünyada tutunmaya çalışan biri olarak sıkışıp kalır. Bu nedenle de krallığa hükmedemez.

Bu nedenle de oyunun sonunda bileğinin ve askerlerinin gücüyle saraya giriş yapan asker olan ama sonradan görme, kaba saba bir kasap olmaktan başka bir özelliği olmayan Norveç Prensi Fortinbras Danimarka krallığını Hamlet’in elinden alır. Fortinbras o feodal toplum için Hamlet'te olmayan her şeyin vücut bulmuş halidir. Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuştur!…  

Bunun bir benzeri Macbeth'de de görülür. Macbeth'i öldüren bir İskoç asilzadesi olan Baron Macduff, Macbeth'in aksine erdemden şaşmayan, öldüreceği için değil öldüremeyeceği için rahatsız olan birisidir. Macbeth ise yaptığı kötülüklerin farkında olarak, kötü olduğunu bilerek vicdan azabı çeker.

Machbeth’te; insandaki vicdan ve ihtiras mücadelesi anlatılır. Güç düşkünlüğü, arkadaşlara ihanet, iyinin kötü, kötünün de iyi olabileceği, insanların hırslarının onların nasıl sonlarını getirdiği verilir. İyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleri verilerek  iktidar hırsının insana neler yaptırabileceği ve sonuçları ortaya konulur… Sonuçta oyunda iki zalim karakter başı çeker ve onlardan daha az zalim olan kahraman olur…

Macbeth, genellikle mutlakiyetçi devlet ideolojisini savunan bir eser olarak bilinir. Buna göre Macbeth mutlak devleti temsil eden kralı öldürdüğü için İskoçya’yı kaosa sürükler ve oyunun temel izleği, kötü olanı sergilemek ve bunun sonuçlarını göstermektir. Macbeth'i değerlendirmeden önce, devletin haklı ve yasal saydığı şiddet ile saymadığı şiddet arasında dikkatli bir ayrım yapmak gerekir: Macbeth kral Duncan'ı öldürdüğünde hain bir katildir, ama isyancı güçlerin lideri olan Macdonwald'ı çok daha korkunç bir şekilde öldürdüğünde ise şanına layık bir kahramandır ve herkesin övgüsünü alır. Yani hâkim gücün hizmetinde şiddet kullanması iyi, bu gücü yıkmaya çalışması kötüdür...

Shakespeare, sadece Hamlet ve Machbeth’de değil diğer eserleri olan III. Richard, Kral Lear, Coriolanus ve Tempest gibi trajedilerinde hep tiranları ve onların küstahlıklarını, acımasızlıklarını ve deliliklerini anlatır.  

Bu iki oyundan günümüze dair çok hayati olan üç ders vardır.

Birincisi:

Yozlaşan ve feodal zihniyetteki bir iktidara karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermek hemen hemen imkânsızdır. Bilinç insanı ödlekleştirmektedir. İktidarlar yozlaştıkça aydın da ödlekleşmektedir…  Eylem karşısında aydın kararsız kalmaktadır…

İkincisi:

Hamlet’deki “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” söylemi, o iklimlerde  bir siyasi uyarı ifadesidir. O da şudur: Şatolar ve saraylar içindekilerle beraber çürür… Bu nedenle aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore saraylarının inşasına izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, şatoların ve sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.

Üçüncüsü:

Machbeth oyununda iki zalim karakter başı çeker ve oyun sonunda onlardan daha az zalim olan kahraman olur! Feodal toplumlarda kahramanlar zalimlerden çıkmaktadır. Feodal kültürlerde hâkim gücün hizmetindeki şiddeti kullanması da her zaman için kutsanmıştır! 

Hamlet’ten ve Machbeth’ten günümüze arta kalanlar işte bunlardır. Siyaset ile ilgilenenlerin anlaması dileği ile!

Osman AYDOĞAN

Genése

16 Ekim 2019

Armand Amar, film müzikleri yapımcısı olan bir bestecidir. 1953 Kudüs doğumlu, babası Fas asıllı bir Fransız,  annesi İsraillidir. Küçükken babasıyla birlikte Fas’a göçerler. Fas’ta yerel çalgılar olan tombak, konga ve tabla gibi vurmalı çalgı aleti çalarak müziğe başlar. Dansla ilgilenir... ‘’Bab’aziz’’, ‘’Home’’, ‘’Amen’’,  ‘’Va, vis et deviens’’, ''Human'', ''Mediterranée’’, ‘’Planet Ocean’’, ‘’La Terre vue du ciel’’ ve ‘’Le Concert’’ gibi onlarca filmin ve televizyon yapımının müziğini yaparak  César ödülünü alır... ‘’Leyla ve Mecnun’’ adında bir de oratoryo besteler.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger (1889-1976) "Oturmadığın yer senin değildir" derdi. Benzer şekilde; ‘’yerel olmadan evrensel olamazsınız’’ derdi bilge kişiler. Armand Amar, tam da bu sözleri müziğinde teyit edercesine eserlerinde Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Ön Asya’nın etnik ve yerel müziğini Avrupa dokunuşuyla sunar. Armand Amar, eserlerinde mistik, dini, tarihi, mitolojik, duygusal her türlü yerel figürü, düdük sesinden uda, teften piyanoya her türlü çalgıyı, Moğol’dan Araba, Acem’den Berberi’ye her çeşit vokali kullanır. Sonunda evrensel nitelikte şahane erserler ortaya çıkarır.

Ancak Armand Amar’ın müziğinde hep naif bir hüzün vardır, feryâd vardır, figân vardır. Armand Amar’ın müziğindeki bu hüzün, bu feryâd, bu figân doğduğu topraklardan, yaşadığı coğrafyadan ileri gelir… .

Armand Amar’ın Fransa doğumlu Ermeni müzisyen Lévon Minassian ile 2006 yılında ortak çıkardıkları ‘’Songs from a world apart’’ isminde mükemmel bir albümü vardır.  Bu albümde yer alan ‘’Hovern'engan’’ isimli eser müthiş bir eserdir…

Armand Amar’ın bahsettiğim film müziklerini ve diğer eserlerini İnternetten bağlantısını bulup dinlemek size kalmış. Ama ben Armand Amar’ın ''La terre vue du ciel'' isimli albümünde yer alan bir eserinin bağlantısını yazımın sonunda paylaşacağım ki bu eser beş bin yıllık bir tarihi ve beş bin kilometrelik bir coğrafyayı beş dakikada anlatır: ‘’La Genèse’’

Genése (Genésis), "Eski Ahid'in yaratılış tarihini içeren ilk kitabının adıdır. Yani Tevrat'ın ilk bölümünü oluşturan Hz. Musa'nın beş kitabından ilkinin Fransızca adıdır. "Oluş" (yaratılış) anlamındadır. Osmanlıcası ‘’Tekvin’’ olarak isimlendirilir... Dünyanın yaratılışını, Âdem ile Havvâ'yı, cennetten kovuluşu, Habil ve Kabil'i, Nuh Tûfânı'nı, Bâbil Kulesi'ni anlatır. İbrâhim’i, İshak’ı, Yâkub’u ve Yusuf peygamberleri anlatır. Kenan ülkesini anlatır. Yahudiliğin var oluş felsefesini anlatır…  Daha önce bu sayfalarda anlattığım Delilah (Dilayla) efsanesi de bu bölümde geçer...

Genése, müzikte sadece Armand Amar'ın eserinin adı değildir. Genése, Batı şarkılarında sık sık kullanılır. Bu sayfalarda daha önceleri Batı müziğinden örnekler verirken (Tom Jones Delilah, La Paloma vb.) de yazmıştım. El âlem basit bir şarkısında, müziğinde bile beş bin yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor… Bu tarihi derinlikte de geçmişini, unutmuyor, unutturmuyor. Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak lay lay lom geçip gidiyor…

Keşke bu konudaki şikâyetim bu kadar ve bu şekilde olsaydı… Anlattığım gibi elâlemin sanatçısı, aydını kendi kuruluş ve var oluş felsefesini her fırsatta, hatta düdükle, tefle diri tutmaya çabalarlarken bizim sözde aydınlarımız ise kendi kuruluş felsefemizi her fırsatta çürütmeye çalışırlar... 

Nasıl mı?

Yalçın Küçük, beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ (Tekin Yayınevi, 1990) isimli kitabında ‘’Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir’’ diye yazardı… O günden bugüne istisnalar hariç Türk aydını iktidarlara yamanmıştır...

Şimdi işte bu sözde aydınlardan birisinden bahsedeceğim:

Bu sözde aydınımız bir sosyalist olarak Birikim Dergisinde çıktığı yolculuğunu Özel Harpçilerin, MİT Müsteşarının, Psikolojik Savaş uzmanlarının masasında bitirir. Emre Aköz, Mümtazer Türköne, Emre Uslu ve diğer niceleri gibi sahibinin sesi olur. Sosyalistliği de zaten Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktan ibaretti…  Sözde sosyalist idi özde ise hedonisttir.

William Faulkner, James Joyce, John Berger ve Karl Marx gibi isimleri dilimize çevirince kendisi Abdurrahman Çelebi zannedilmiştir.,. ‘’Yetmez ama evet’’çidir…  II. Cumhuriyetçidir. Bir vakitlerin sözde ''Barış Süreci''nin akil adamlarındandır. Liboştur, yandaştır… (Yanlış anlaşılmasın, liberallere saygım sonsuz, liboş çok faklı bir anlamdadır.)

2011 Türkiye genel seçimlerine yönelik o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Artvin’in Hopa ilçesi mitingi öncesinde yaşanan eylemlerde polisin sıktığı tazyikli su ve biber gazı ile fenalaşarak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiren emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu ‘’adamın birisi ölmüş’’ diyerek Ergenekon safsatasıyla irtibatlandırmaya çalışmıştır.

Taraf gazetesinde yazdığı yazılarla da ahlâksızca, şerefsizce, adice, kalleşce TSK düşmanlığı, Cumhuriyet düşmanlığı yapanlaın yanında yer alarak onlarla ortak saftarda buluşmuştur.

Kendi ifadesi ile kandırılanlardandır. 2001'den beri bugünün Türkiye’sini yaratmak için aktif olarak canla başla çalışmış, buna karşı duran, uyaran herkesi ahmak diye nitelemiş, kandırıldığı kafasına dank edince de şimdi "bir cehennem" dediği bugünün Türkiye’sinden İngiltere’ye gitmeye kalkmıştır.

Ancak iktidar güdümünde bir aydın olmak da zor zanaattır Türkiye’de… Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister…

Düşünüyor musunuz böyle bir aydın olmak için; iktidar AB yanlısı iken AB’ci, iktidar AB’den vazgeçtiğinde de anti AB’ci olacaksınız… İktidar lideri BOP’un eşbaşkanı iken ABD’ci, iktidar ABD ile ters düştüğünde de anti ABD’ci olacaksınız… İktidar FETÖ ile içli dışlı iken, iktidar, FETÖ ne isterse verirken FETÖ sever olacaksınız, FETÖ liderine övgüler düzeceksiniz, TSK’ya hakaretler yağdıracaksınız, hakaretler de kesmez, FETÖ, ahlaksızca, namussuzca, hayasızca TSK’ya kumpas kurarken onlarla ortaklık yapacaksınız… İktidar ile FETÖ çıkar çatışmasına girince bu sefer de iktidar ile beraber FETÖ’ye söveceksiniz, küfredeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ derken, PKK destekçisi olacaksınız, PKK’nın başına, Kandil’e övgüler yağdıracaksınız, gidip Kandil’e ziyaretçi olacaksınız, Oslo’ya methiyeler düzeceksiniz, megri megri diye halay çekeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ni çöpe attığında da en katıksız HDP düşmanı siz olacaksınız, seçilmiş ancak hakkı gasp edilmiş belediye başkanlarını ziyaret etti diye bir başka belediye başkanını teröristlikle suçlayacaksınız…

Bu örnekler uzatılabilir… Ancak demem o ki iktidar güdümünde aydın olmak zor zanaattır bu memlekette… Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister… Bakın renkli camlara, bunların elvan türlüsünü hemen hemen her akşam orada görürsünüz… Bu nedenle bu tür Türk aydını omurgasızdır, renksizdir, kişiliksizdir, karaktersizdir, şahsiyetsizdir…

Russel Gough, "Karakteriniz Kaderinizdir" (HYB Yayıncılık, 2002) adlı kitabında derdi ki: "Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır." Yani eğer karakter gelişmemişse tahsil işe yaramıyor. Tıpkı tahsil icra eylemiş ancak iktidara yamanmış bu tür aydınlar gibi… Roosevelt de derdi zaten: “Bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek topluma bir bela kazandırmaktır.”

Neyse biz gelelim benim bahsettiğim sözde aydınımıza…

Bu sözde aydınımız iş adamı ve Demokrat Parti'den milletvekilli olan Burhan Asaf Belge'nin oğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğenidir. Macar asıllı Amerikalı aktris ve televizyon yıldızı Zsa Zsa Gabor üvey annesidir. Halen Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesidir. Aynı zamanda çevirmendir. Sanatçı Hale Soygazi ile beraber yaşar. Asıl adı Mehmet Murat Kadri Belge olan bu sözde aydınımız 1943 doğumlu Murat Belge’dir.

Şimdi diyeceksiniz ki benim şikâyet ettiğim konu ile bu adamın ne ilgisi var? Olmaz olur mu...

Bu sözde aydınımızın kitaplarından birisini de adı tam da anlattığım konu ile aynıdır: ‘’Genesis’’ (İletişim Yayınları, 2009) Kitabın devam eden adı da ‘'Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni’’dir…

Kitap aslında yazarın Birikim dergisinde ‘’Edebiyatta Milliyetçilik’’ konusu üzerine yazdığı yazıların bir icmalidir. (‘’Edebiyatta Ermeni Sorunu’’, Birikim, Şubat 2006, sayı 202, ‘’Attila Romanları’’, Birikim, Mart 2006, sayı 203, "İslami 'Genesis' ya da 'Tekvin'’, Birikim, Temmuz 2006, sayı 207)

Yazar, bu kitabında Türk edebiyatının tarihi romanlarında Osmanlı kimliğini devam ettirmek amacıyla Türk kimliğini öne çıkarılarak, milliyetçi zihniyetin başka gibi gözüken politik eğilimler arasına sızarak bir milli tarih oluşturulduğunu iddia ediyor.

Yazar, bu iddiasını imparatorluğun çöküş sürecinde aydınların yaşadığı reaksiyoner ruh haline bağlıyor. Bu ruh halinin de 93 Harbi ile başlayan süreçte Bosna’nın kaybı, Trablusgarb, Balkan faciası ve Dünya Savaşı ve yenilgilerden beslendiğinden bahsediyor... Bu süreçte Osmanlı kimliğinin zımnî olarak tükenişi ile beraber hayatı bir şekilde devam ettirmenin bir yolu olarak Türk kimliğinin öne çıkartıldığını söylüyor. Yaşanılan “kaybı” telafi etmeye yönelik çabaların “millî bir tarih” ihtiyacını zorunlu kıldığını bahsediyor. Yazar, dönemin de ruhuna uygun olarak geçmişin popüler bir anlatı biçiminde “tarih” olarak ''icat'' ve ''inşa edildiği''ni iddia ediyor…

Yazarın aslında bu kadar uzun bir kitap yazmasına gerek yoktu. Aynı şeyleri zaten Alman Prof. Udo Steinbach da kısaca ve basitçe söylüyor. Steinbach da ‘’Türk yoktur, Türkler icad ve inşa edilmiş, yaratılmış, yapay bir millettir’’ diyordu. (Prof. Udo Steinbach, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Hamburg merkezli Alman Orient Enstitüsünün 1976 ve 2007 yılları arasında başkanlığını yapmış, yarbaylıktan emekli eski bir askerdir.  Açık sözlü Türk düşmanıdır... Almanya'da iken kendisiyle tanışmış, Almanya ve Avusturya’da konferanslarına katılmıştım.)

Yazarın hali, tipik Batı düşünce kodlarının dışına çıkamayan sözde Türk aydını tavrını anlatıyor...   

Yazar, bu kitabında Yavuz Bahadıroğlu, Peyami Safa, Kemal Tahir, Erol Toy, Tarık Buğra ve Nihal Atsız gibi yazarlara ve Kızıl Tuğ, Bozkurtların Ölümü, Devlet Ana, Osmancık, Amak-ı Hayal, Azap Ortakları ve Attila gibi eserlere de yer veriyor. Ancak bu eserlerin anlatımı hiç de bir akademisyene yakışmıyor, sanırsınız ki lise Edebiyat kolu öğrencileri yazmış…

Yazarın uzmanlık alanı aslında başka konulardır!. Yazarın bu uzmanlık alanlarında iki kitabı var. Birincisi ‘’Tarih Boyunca Yemek Kültürü’’ (İletişim Yayınları, 2001) isimli kitabı, diğeri de ‘’Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar’’ (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabıdır…Keşke yazar hep bu uzmanlık alanında yazsaydı! 

Şimdi Armand Amar’ın ''La Genèse'' eserini dinleme zamanıdır. ''La Genèse'' bahsettiğim gibi farklı şeyleri anlatıyor olsa da müzikteki bu feryâd, bu figân ve bu hüzün; aydın karanlığında alev alev yanan yalnız ve güzel ülkemin sesli bir anlatımı olarak arş-ı âlâya yükseliyor…

Osman AYDOĞAN

Armand Amar: ''La Genèse'':
https://www.youtube.com/watch?v=kozqnPQuQ48

Generallerin Beş Çayı

18 Ekim 2019

Fransız yazar, şair, müzisyen, şarkıcı, gazeteci, senarist, oyuncu, eleştirmen, çevirmen ve maden mühendisi ve Vernon Sullivan takma adıyla yazılar yazan Boris Vian (1920-1959)’ın bir tiyatro oyunu var: ‘’Generallerin Beş Çayı’’ (Mitos Boyut Yayınları, 2009) Oyun 1951 yılında yazılır ancak 1956 yılında yayınlanır.

Boris Vian, genç yaşta (39) hayata gözlerini yummasına rağmen uzun uzun yazdığım sıfatlarından da anlaşılacağı gibi çok yönlü bir sanatçıdır.

‘’Generallerin Beş Çayı’’, Boris Vian’ın Fransa’nın Cezayir ile savaşa girdiği dönemi alaya alan bir komedi, bir hiciv eseridir. Oyun, eserde geçen Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon’un şu sözü üzerine inşa edilir: ‘’Saçmalarım. Cümle âlemin derin derin düşündüğü şu günlerde, özgür ve bağımsız bir fikre nasıl sahip olunur sanıyorsunuz siz? Tabii ki saçmalayarak…’’

Fransa hükümeti aşırı üretimden kaynaklanan ekonomik bir kriz içindedir. Paraya ve pazarlara ihtiyacı vardır. Fransız hükümetinin bu duruma bulduğu çözüm ise savaştır.

Kısaca özetlediğim oyunun bu bölümünü yazımın sonunda tamamını ‘’Birinci bölüm’’ olarak veriyorum.  

Komik bir şekilde savaşa ikna edilen, hala anne egemenliğinden kurtulamamış Fransa Genelkurmay Başkanı evinde bir çay partisi düzenler. Bu çay partisine, önce her biri birbirinden basiretsiz kuvvet komutanları, sonra da Fransız, Amerikalı, Rus, Çinli generaller, bürokratlar, psikoposlar ve huysuz bir de anne katılır…

Savaşa karar verilir ama düşman kim olacaktır, kiminle savaşılacaktır? Bu henüz belirsizdir... . Bu yüzden ABD, SSCB ve Çin askerî ataşelerine haber gönderilerek beş çayı için Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon’un evine davet edilir. Ancak Fransa ile savaşmaya bu ülkeler de yanaşmazlar. Çin askerî ataşesi Suriye'ye, pardon Afrika’ya savaş açmayı teklif eder ve bu teklif kabul edilir. Diğer ülkeler de bu kararı destekledikleri gibi Fransa yanında savaşmak için asker göndermeye de karar verirler. Böylece savaş başlar.

Bir düşman bulma arayışını oyunda geçtiği şekliyle yazımın sonunda ‘’İkinci bölüm’’ olarak veriyorum.

Oyun evdeki çay partisinden, savaşın ortasında cephede bir sığınağa geçerek orada devam eder.

Bu oyunda geçen isimler, ülkeler ve zaman değişse de değişmeyen evrensel ilkeleri ortaya koyar. Çünkü oyunda; iktidarı pekiştirmek ve devamını sağlamak için militarizmin meşrulaştırılması adına vatan, millet, bekâ, din, iman, devlet, aile, ahlak vb. gibi değerlerin iktidar mücadelesinde araç olarak bir nasıl kullanıldığı hicvedilerek anlatılır.

Fransa Genelkurmay Başkanı Audubon’ın oyunun başında geçen bir sözü aslında her şeyi özetler: ‘’Saçmalarım. Cümle âlemin derin derin düşündüğü şu günlerde, özgür ve bağımsız bir fikre nasıl sahip olunur sanıyorsunuz siz? Tabii ki saçmalayarak.’’

Öyle değil mi?

Osman AYDOĞAN

Birinci bölüm:

Oyunu vermeden önce vermeden önce oyunda geçen kişileri açıklamam gerekiyor:

Leon Plantin: Başbakan.
General Audubon: Fransa Genelkurmay Başkanı

Fransa hükümeti aşırı üretimden kaynaklanan ekonomik bir kriz içindedir. Paraya ve pazarlara ihtiyacı vardır. Fransız hükümetinin bu duruma bulduğu çözüm ise savaştır. Oyunda savaşa şu şekilde karar verilir:

LEON: Le Monde'da ekonomi köşesini yazıyordum. O halde size durumu özetlemeye çalışayım; şu anda, aşırı üretimden kaynaklanan bir kriz yaşamaktayız. Normal şartlarda zirai üretim fazlalaşınca, bir yolunu bulup sanayi üretimini azaltırız. Böylece n'olur? Zirai ürünlerin fiyatları düşer, sanayi ürünlerinin fiyatları artar. Tam bu noktada biz ne yaparız? Hem ürünlerinin fiyatlarına zam yapmayan çiftçilere para desteği sağlarız, hem de bu ucuzluktan faydalanabilsinler diye sanayide çalışan işçilerin ücretlerine zam yaparız. Çiftçiler, onlara verdiğimiz maddi desteği, sanayi ürünleri satın almakta kullanırlar; sanayicilerin bu satışlardan elde ettikleri büyük kâr ise, sosyal kesintilerdi, üretim vergileriydi, bakanlığa bağlı denetim birimlerimiz tarafından kesilen cezalardı derken, hop diye bizim cebimize geri gelir. Böylece devre tamamlanmış olur ve herkesin yüzünde güller açar.

AUDUBON: (Hâlâ bir şey anlamamıştır, inatla) Olan hep askerlere oluyor ama.

LEON: Olur mu hiç Wilson, öbür memurlara ne oluyorsa, size de olan o. Kalbimi kırmayın lütfen. Ben şurada yıllardır uygulanan bütçe dengeleme yöntemlerini anlatıyorum size; hem daha bugüne kadar, verdiğimiz ödenekten şikâyetçi olan asker ne gördüm ne duydum.

AUDUBON: Öyle olsun. Fakat mevcut durumun nesi kötü, hâlâ anlamış değilim.

LEON: Yapmayın Audubon, durum bir felaket. Şu anda zirai üretim ve sanayi üretimi aynı anda artıyor! Eh hal böyleyken dengeyi sağlamanın mümkün olamayacağını da kafanız alır herhalde.

AUDUBON: Elebaşlarından bir kaçını kurşuna dizsek?

LEON: Olmaz Audubon, olmaz... Geçici tedbirler işimize yaramaz. Asıl yapılması gereken, bu üretimin akabilmesi için bir kanal açmak, ona yeni pazarlar yaratmak.

AUDUBON: Yeni pazarlar... Tüketiciler mi yani?

LEON: Doğru, doğru, tüketicilere yönelmek gerek ama onları bolluğa alıştırmak da çok tehlikelidir. Hem tehlikeli, hem sağlıksızdır. Bolluk uyuşturucu bir şeydir Audubon. Bir milletin sağlıklı olabilmesi için, yokluk çekmesi gerekir... Ama hadi iyi gidiyorsunuz, doğru yoldasınız. Biraz daha gayret. Şimdi söyleyin bakalım, ihtiyacımız olan ideal tüketici kim olabilir?

AUDUBON: (Kara kara düşünür, sonra birden aklına gelir) Ordu!

LEON: Ordu tabii ya! Ordu bizim için müthiş faydalıdır Audubon; neden biliyor musunuz, çünkü parayı harcayan ordudur ama ordunun parası tüketicinin cebinden çıkar. İşte bizim dengeyi kurmamızı sağlayacak yegâne şey de, bu müthiş dengesizliktir. Yani değil mi, çocuğa sorsanız bilir, önce bir dengesizlik olacak ki, sonra dengeyi kurasınız.

AUDUBON: (Hayran kalmıştır) Size bir şey diyeyim mi, yani malumunuz, biz savaşçılar öyle pek ayılıp bayılmayız siz bürokratlara... Ama şu son anlattıklarınız... Çok sıkıydı, çok.

LEON: Ah teveccühünüz.

AUDUBON: Yok yok, sahiden kutlarım, çok sıkı konuştunuz. Biraz daha rakı? - ;

LEON: Keşke sizin şu rakı da biraz sıkı olaymış... Neyse alıyım, pastisiniz yokmuş madem... (Kadehini uzatır.)

AUDUBON: (Aniden donakalır) Leon! Durun bakayım! Yoksa şey mi demek istiyorsunuz siz!..

LEON: Eee öyle. Savaş.

AUDUBON: Savaş. (Audubon elleri titreyerek bardağını bırakır ve koltuğa çöker)

LEON: Hadi ama... Yapmayın böyle... Toplayın kendinizi dostum... Wilson! Hah şöyle...

AUDUBON: Ay... Leon... Ay olamaz... Of... Çabuk... Badem şurubum... Şurada, şurada... (Leon arkasını dönüp rakı bardağını alır ve Audubon'a uzatır: Audubon bir dikişte bitirir ve dudaklarını şapırdatır) Ah! Bu iyi geldi.

LEON: Aman iyi dostum, hadi bakalım, sağlığınıza... (Öbür bardaktakini içer) Öğh! Lanet! İğrenç badem şurubunuz yine bana gelmiş! Siz de rakımı içmişsiniz.

AUDUBON: Ah! Ziyanı yok canım, ziyanı yok... Cimriliğin canı cehenneme...  Of, bu arada az kalsın yüreğime indiriyordunuz yani, savaşmış falan, denir mi öyle şeyler? Bir daha yapmayın böyle şakalar, rica ederim...

LEON: Wilson, şaka yapmıyorum...

AUDUBON: Heh hey, rüyadayım, uçuyorum!...

LEON: (Soğuk bir tavırla) Sevgili dostum, hiç komik değilsiniz.

AUDUBON: Aman siz çok komiksiniz sanki!

LEON: Bakın, sanayiciler size güveniyor. Sorunlarla yüzleşmek zorundasınız, sorumluluktan kaçmak olmaz.

AUDUBON: Sorumluluktan falan hiç bahsetmeyin, bir kere bir general savaştan sorumlu olamaz. Kanıt isterseniz hemen söyleyeyim, savaş çıkaranlar daima siviller olmuştur.

LEON: Ne var bunda korkacak? Beş milyon iş adamı arkanızda olacak.

AUDUBON: Olsun, peki benim önümde kimler olacak haberiniz var mı sizin? Dünya kadar herif, ellerinde toplar, tüfekler, kılıçlar... Size eğlenceli falan mı geliyor bu?

LEON: Yahu sizin de işiniz bir zahmet savaşmak canım!

AUDUBON: Benim işim generallik ve inanın bu şartlarda ne tadı kalıyor, ne tuzu! Ah, ama barış zamanı öyle midir ya, nasıl güzeldir; paşa paşa alırsın terfiini, basın falan bulaşmaz, yeniyetmenin biri azıcık savaş gördü diye önüne geçmeye kalkmaz, olmaz böyle salakça şeyler!.. Ama savaş çıktı mı n'olur, mevcut sayınız bile yerinde durmaz, bir artar bir azalır, her şey birbirine girer, daha neler neler... Of! Angarya diye buna denir işte.

LEON: Ama bütün millet arkanızda olacak!

AUDUBON: Demin iş adamları arkamdaydı, şimdi bütün millet oldu. Son seçimlerde n'olmuştu bir kere, yüzde yetmiş beş çekimser çıkmamış mıydı?

LEON İyi ya işte! Sesini çıkarmayan, kabul etmiş sayılır!

AUDUBON Bence asıl n'olmuş biliyor musunuz? Siz kafayı yemişsiniz.

 

İkinci bölüm:

Bir düşman bulma arayışı da oyunda geçtiği şekliyle vermeden önce oyunda geçen kişileri açıklamam gerekiyor:

Leon Plantin: Başbakan.
General Audubon: Fransa Genelkurmay Başkanı.
General Jackson:  ABD askerî ataşesi.
General Korkiloff: SSCB askerî ataşesi.
General Ching-Ping-Ting: Çin askerî ataşesi.

LEON: Peki... Oturun yerinize, ben anlatırım... İçinde bulunduğumuz durumu Özetlemem gerekirse, Fransız sanayicileri ve çiftçileri kendilerini çok ciddi bir darboğaz içinde bulmuş ve aşırı üretimden kaynaklanan bu felaketin üstesinden gelebilmek için savaşa girmeye mecbur kalmışlardır. Hal böyle olunca, ben de gerekli tedbirleri alması için General Wilson de la Petardiere'i görevlendirdim. Ama bu beyinsiz, aklınıza ne kadar ayrıntı gelirse hepsini bir güzel ayarlayıp, kiminle savaşacağımızı düşünmekten aciz çıktı. İşte sizi bu yüzden davet etmiş bulunuyorum... Ve şimdi bütün samimiyetimle soruyorum; bizimle savaşmak isteyen var mı?

CHING: Ah, biz almayalım. Çok uzak.

KORKİLOFF: Niet... Biz içeridekileri halledemedik daha!

JACKSON: Eh ikisi de olmaz diyor. Yapacak bir şey yok.

LEON: Dostlar bakın, uluslararası arenada Fransa'yı adamdan sayan falan kalmamış durumda. Böylesine şanlı bir tarihe sahip olup da bu duruma katlanmamız mümkün değil, yani sizin keyfinizi bekleyecek halimiz yok. Nasıl ki mutfakta, modada, şampanyada ya da parfümeride başı biz çekiyoruz, medeniyette de başı biz çekmeliyiz ve biz; ne diyorsak o olmalı. Şimdi tekrar soruyorum; kiminle yapıyoruz?

AUDUBON: Plantin, biraz daha bojole rica etsem. (Francine servis yapar)

KORKİLOFF: Ben diyeceğimi dedim, ilgilenmiyorum.

JACKSON: Biz hiç hazır değiliz.

CHING: Mümkün değil. Dünyanın yolu. Başkasını bulun.

LEON: Hadi, ama anlayın canım durumu...

KORKİLOFF: Şöyle ufak tefek ülkelere sataşsanıza, ne bileyim, Venezüella'ya mesela... Ya da Ateş Toprakları'na.

AUDUBON: Buldum! Monaco Prensliği! Çok fiyakalı olur!

CHING: İngiltere ne güne duruyor?

LEON: Ah sormayın, keşke olsa. Baş belası bir politik anlaşma yüzünden kaç senedir bir şey yapamıyoruz onlarla.

AUDUBON: Şu Jeanne d'Arc hikâyesini geri getirsek gündeme? Sonra, Fachoda krizi vardı mesela, o da olur.

LEON: Ne Fachodası be? Yok artık, Mers-el Kebir Savaşı var, onu hortlatalım istersen? Öf, bırak, iş çıkmaz onlardan.

KORKİLOFF: İtalya?

LEON: Onlar bizden sayılır, rakip lazım bize.

JACKSON: Bir kere bizden umudu kesin. Bizim çocuklar ölür de bir daha Fransa'ya adım atmazlar. 44'de gelenleri soyup soğana çevirdiniz resmen. Üstelik Fransızların alayı dinsiz...

LEON: Tüh be tüh... Bizim iş yattı desenize.

CHING: Hiç yatar mı sizin işler? Lütfen güldürmeyin beni çok saygıdeğer Plantin. Afrika ne güne duruyor?

LEON: Afrika mı?

CHING: Afrika tabii, açsanıza bir savaş Fas'a, Cezayir'e! Siz öyle şanlı bir milletsiniz ki kendi kendinize bile hallederseniz bu işi! Fethedilmeyi bekleyen dünya kadar toprak...

LEON: (Audubon'a bakarak) Eee adam haklı!

AUDUBON: Haklı!

LEON: Fikir muhteşem!

AUDUBON: Muhteşem!

CHING: İzin verirseniz tavsiye niteliğinde naçizane bir fikrimi daha eklemek isterim...

AUDUBON: Ah söyleyin Ching, söyleyin, n'olur söyleyin!

CHING: (Eğilerek) Ching-Ping-Ting, zahmet olmazsa.

LEON: Tamam söyleyin şunu Ching-Ping-Ting-Ling-Ding!

CHING: Gördüğüm kadarıyla Afrika işine aklımız yattı, eh madem öyle, mütevazı ülkem de katkıda bulunmaktan geri kalmak istemez... Bir tümen de biz göndeririz.

KORKİLOFF: Bir tümen de bizden!

JACKSON: Süper! Bakın aklıma ne geldi, biz de elimizde ne kadar zenci varsa, hepsini bir birliğe toplar göndeririz! Ha bu arada sakın Cezayir'de, Fas'da durayım demeyin! Değil mi canım bütün Afrika dururken! Böylece şu ırkçılık meselesini de kökünden halletmiş oluruz; biz size bizim zencileri yollarız, onlar sizin zencileri gebertir, sonra onların yerine geçip Afrika'da kalırlar, sonra biz yenilerini göndeririz, böyle birkaç tur yaptık mı mesele hallolmuştur.

LEON: Hımm... Ne diyebilirim, harikulade.

AUDUBON: Evet! Evet! (Şevke gelir, kendinden geçer) Savaş! Katliam! Dövüş! Piyadeler! Ping! Ping! AaahL bojole Plantin, bojole...

LEON: (Ayağa kalkar)  Fransa Cumhuriyeti hükümeti adına, ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren son derece mühim bir soruna getirdiğiniz çözümler için sizlere teşekkür etmekten onur duyuyorum. General Ching- Ping-Ting, zat-ı alinizi şeref madalyasıyla ödüllendirdiğimi keyifle arz ederim.

CHING: O şerefe beş defa nail oldum zaten... Ama fazlasının ziyanı yok, kabul ederim... Yine memnuniyetle tabii…

Kapıların Dışında

18 Ekim 2019

Sıra dışı bir Alman şair, oyun ve öykü yazarı var: Wolfgang Borchert… Wolfgang Borchert 1921 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde doğar. Henüz 15 yaşındayken şiirler yazmaya başlar, şiirleri ”Hamburger Anzeiger’’ gazetesinde yayımlanır… Ancak Borchert, nasyonal sosyalizmin ahlaki ve fiziksel kurbanlarından birisi olarak gençliğinin çoğunu hapiste geçirir…

Wolfgang Borchert, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınarak gönderildiği Rusya Cephesi’nde (1941) ağır yaralanır. Cephede iken de Nasyonal Sosyalizme karşı görüşlerinden ötürü tutuklanır… Difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına karşın sekiz ay Nürnberg’de cezaevinde tutulur... Daha sonra da iyileşti diye tekrar cepheye gönderilir. Bir daha tutuklanır ve bu kez dokuz ay Berlin’de hapis yatar... Sonra idama mahkûm edilir… Altı hafta idamını bekler… Savaşın sonu belli olunca affedilir…

Savaşın sonunda serbest kalınca Hamburg’a döner ve burada tiyatro oyunları yazar… Sağlığının giderek kötüleşmesi ve buradaki doktorların da bir çözüm bulamaması üzerine İsviçre’ye gönderilir… Ancak İsviçreli doktorlar karşılarında bir hasta değil, yaşayan bir ölü bulurlar… Çünkü savaş onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir... İsviçre’de yatırıldığı hastane, henüz 26 yaşındayken 20 Kasım 1947 günü onun ölümünü resmileştirir... 

Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında, şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) Almanya’da iken, çocukken bu yıkımı bizzat yaşayan dostlarımdan bu yıkımdaki hatıralarını çok dinlemiştim... 

İşte kısa hayat öyküsünü anlattığım sıra dışı Alman şair, oyun ve öykü yazarı Wolfgang Borchert, bu Yıkım Edebiyatı’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisidir.

Wolfgang Borchert bu türdeki eserlerinden ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ adlı şiir kitabını 1946’da, ilk öykü kitabı ''Karahindiba’’yı ise 1947’de yayımlar. ‘’Kapıların Dışında’’ adlı tek oyununu 1946 sonlarında Hamburg’da iken tamamlar. İkinci öykü kitabı ‘’Bu Salı’’yı (1947) hazırlar. Ne var ki, hem oyununun hem de bu kitabının basılması, yapıtlarının çeşitli dillere çevrilmesi ve rekorlar kırarak satması hep ölümünden sonra gerçekleşir... Yani Borchert, ününü ve şöhretini göremez…

Borchert’in bu eserlerinden II. Dünya Savaşı döneminde yazdığı ve savaş sonunda Hamburg’da tamamladığı ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu bu ‘’Trümmerliteratur’’ (Yıkım Edebiyatı)’nın en önemli eseridir… İç karartıcı bir oyun olması nedeniyle kitabın başında ”Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” ibaresi yazılır…  ‘’Kapıların Dışında’’, yazarın tek oyunudur ve ölümünden bir gün sonra da sahnelenir…

 ‘’Kapıların Dışında’’, savaştan dönen Beckmann isimli bir askerin hikâyesini anlatır. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Savaş gözlüğü takıp kapı kapı dolaşır… Şimdi her yer enkaz, herkes kaypaktır… Kendini Ren Nehri'nin kıyısında uzanmış bir şekilde bulur. Bu durum oyunda şöyle anlatılır:

“Almanya’ya dönen bir adamın, onlardan birinin hikâyesidir bu. Adam, onlardan biri; onlar yurtlarına dönerler, ama evleri barkları kalmamış ki yurtlarına kavuşsunlar. Artık onların yeri, kapıların dışıdır. Onların Almanya’sı dışarısıdır, gece vakti yağmurda sokak.”

Bu durum karşısında Beckmann nihilist bir tavırla ölümü arzular:

”Ölüyorum! Sonra adam, Almanya’ya gelen adam, falanca yerde sokak ortasına seriliyor ve ölüyor. Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kâğıt parçaları olurdu; bugünse insanlar var, yerlere serilmiş, kimin umurunda!”

Aslında oyunda savaştan evine gelip onca yaşananlardan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark eden bir bireyin, savaş psikolojisinden çıkma çabası ve topluma adepte olma süreci anlatılır. Aynı zamanda oyunda; iktidarın ve savaş karşısında kayıtsız kalan halkın da eleştirisi yapılır…

Wolfgang Borchert’i Yıkımm Edebiyatı'nın bir diğer temsilcisi Heinrich Böll şöyle anlatır:

"...O sıralar yirmi yaşındaki asker Borchert'in mektupları devletin güvenliğini sarsıcı nitelikte görülmüş, bu yüzden yazarı ölüme mahkûm edilmiş, ama altı hafta kadar bir hücrede bekletildikten sonra hayatı bağışlanmıştır. Yirmi yaşında olmak, altı hafta bir hücrede pineklemek ve öleceğini, Hitler’le ve savaşla ilgili düşüncelerini açığa vurduğu birkaç mektup yüzünden öleceğini bilmek! Kitabı eline alan yirmi yaşındakiler, insana kendi fikirlerinin ne denli pahalıya patlayabileceğini, karşılığında ödemesi gereken bedelin ne denli yüksek olabileceğini göreceklerdir."

Oyunun adı ‘’Kapıların Dışında’’ değil mi? Bu koskoca dünyada kim yaşamamıştır ki kapıların dışında kalma duygusunu, korkusunu, hissini? Bir ötekileştirilmişlik, bir itilmişlik, bir dışlanmışlık, bir görmezden gelinmiş olma korkusunu kim yaşamamıştır ki?... Oyunda zaten Beckmann hep ‘’öteki’’ ile konuşur…

Klasik söylemdir ya hoş bir faaliyetten sonra söylenen ‘’tadı damağımda kaldı’’ diye… İster bu kitabı okuyun, ister bu oyunu izleyin, damağınızda tad falan kalmaz… Sadece acıdan burnunuzun direği sızlar… "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." derdi melankolik Fransız şair  Charles Baudelaire.. Ama acı bize hiç de uzak iklimlerin kokusu gibi de değildir... Bir koklamaya görelim; acı bizim yanıbaşımızdadır, acı bizim  içimizdedir, acı bizimle beraberdir…

Tarih ders alınmak için varsa eğer, ''Savaş, bir halk sağlığı sorunudur'' diye demeç verdiği için hekimlerini zindanlara atan, Cihat ve Kızılelma söylemleriyle, asker postu giyerek kandan bahseden bakanlarıyla Fetih naraları atan bir zihniyet için bu karamsar yapıt güzel bir örnektir aslında… 

Osman AYDOĞAN

Wolfgang Borchert şairdir aynı zamanda…  ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ (Can Yayınları 2017) adlı şiir kitabında geçen bir şiir, Behçet Necatigil’in çevirisiyle:

‘’Ich möhte leuchtturm sein
in nacht und wind -
für dorsch und stint,
für jedes boot
und bin doch selbst
ein schiff in not!"

"Deniz feneri olsaydım
gecede, fırtınada
ışıktım balıklara
vapurlara, kayıklara-
ne yazık ki ben kendim
batmak üzre bir gemiyim!"

Dünyanın en büyük dramıdır herhalde ‘’Deniz Feneri’’ olmak isteyip de batmak üzre bir gemi olmak…Bu duyguyu kimler yaşamaz ki?

 

Suriye’de terörle mücadelede iletişimde yapılan yanlışlar.

17 Ekim 2019

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.

Gündemimizde Suriye’ye yapılan askerî operasyon ve bu operasyona karşı dünyanın bir tepkisi var… Bizi destekleyen sadece Azerbaycan, Pakistan ve Kuveyt var. Bu tepkiye karşı da ülke çapında karşı bir tepki var. Sanırız ki bütün dünya bize düşman. Bu tepkilere yol açan kendi hatalarımızdan hiç bahsetmiyoruz. Varsa yoksa hamaset… Operasyonda hamaset, tepkilerde hamaset, söylemlerde hamaset… Hançereden beyne çıkmayan ve kalbe inmeyen rasyoneliteden ve düşünceden uzak, duygusal, içi boş bir hamaset...

Hükümetin Suriye politikasının en baştan yanlış olduğunu bugün siyasi sorumluluk sahibi olanlar da kabul ediyorlar. Ve bu sorumluluğu sanki kendi günahları hiç yokmuş gibi o zamanki yetkili Davutoğlu’na atıyorlar…

Operasyona karşı dünyanın bu tepkisine yol açan hatalarımız nelerdi? Kimse bu konuları konuşmuyor, kimse bu konuları dile getirmiyor. Bu hataları dile getirenler ise hemen linç ediliyor.  

Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Bu riskleri göze alarak bu hataları dobra dobra söylemek zorunda hissediyorum… Allah kimseyi doğru bildiği konular karşısında susmak zorunda bırakmasın…

Suriye konusunda yapılan yanlışları geçiyorum... Bu yazımda uygulamada, iletişimde ve basın ile olan ilişkilerde yapılan yanlışları sıralamak istiyorum... Bu yanlışları görelim ki dünya niye bize cephe alıyor onu anlayalım... 

Suriye’ye askerî operasyon 24 Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladı. Bu harekâtı 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekâtı takip etti ve şimdi de 09 Ekim 2019 tarihinde başlayan Barış Pınarı harekâtı ile devam ediyor. Yapılan hataları bu üç harekâtı kapsayacak şekilde aktarıyorum... Bunları söylemek benim hakkım... Aldığım eğitim ve yaptığım görevler bana bu hakkı veriyor. Kimse kusura bakmasın, söylediğim gibi: Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. 

Çuvaldızı başkalarına batırırken iğneyi de kendimize batıralım...

Şimdi gelelim bu harekât sırasında Hükumet adına yapılan bu açıklamalara:

Daha harekât başlamadan çooook önceleri 05 Eylül 2012 tarihinde o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AK Parti Genel Merkezi'nde genişletilmiş grup toplantısında yaptığı konuşmada, “İnşallah biz en kısa zamanda Şam'a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi'nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi'nin, İbn-i Arabi'nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi'nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu'nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz" diye açıklamada bulundu.

Daha sonra bu söylem sık sık tekrarlandı. Hiçbir aklı başında devlet adamı da bu sözlerin ne anlama geldiğini sorgulamadı… Şam’a niçin gidecektiniz? Suriye ile ne alıp veremediğiniz vardı?

Bu açıklamadan yine çoook önce de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından 2003'te yazılan bir makale: "Ortadoğu'da Türkiye de dâhil 22 ülkenin sınırları değişecek" ifadesi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı birçok konuşmada, “Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var. Biz Büyük Orta Doğu Projesi’nin eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz” ifadesi Emevi Camisinde kılınacak namazın niyet ve maksadı yönünden Suriye açısından büyük önem atfediyordu…

Zeytin Dalı Harekâtı esnasında o zamanki Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, Zeytin Dalı Harekâtı’nı değerlendirerek, "Bakın şimdi Afrin'deyiz, dün Fırat Kalkanı'ndaydık. Büyük devletiz. Cihat olmadıkça ilerleme olmaz, dik duramazsınız. Kıtalar ötesi Amerika kovboyunun ne işi var buralarda, Afrika'da, Asya'da? Büyük devlet ayakta kalacak" diye açıklamada bulundu.. ‘’Cihat’’! Cihat ne demek? Koskoca Meclis Başkanı ‘’Cihat’’ kavramının anlamını, ne anlama geldiğini hem de herkeslerden daha iyi bilmeyecek mi?

Hem Zeytin dalı Harekâtında hem de Barış Pınarı Harekâtında Türkiye’deki bütün camilerde ‘’Fetih Suresi’’ okutuldu…

Hani Yunanistan’a bir harekât yapılırken okunsa gam yemeceğim. Araplar ‘’Fetih’’in ve Fetih Suresinin ne anlama geldiğini bizlerden daha iyi bilmeyecekler mi? Fetih suresi müşriklere karşı savaşla ilgili bir suredir. Fetih Suresi 16. ayet şöyle der: “Ya onlarla çarpışırsınız, yahut onlar Müslüman olurlar.” Türk ordusu dinsizleri Müslümanlaştırmak için mi Suriye’de harekâta başladı. Fetih Suresi 19, 20 ve 21. ayetlerde “ganimetler”den söz ediliyor. Türk ordusu ganimet toplamak, yağma için mi Suriye’ye girdi? 

Bu da yetmedi… Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ekim 2019 tarihinde partisinin genel merkezinde Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda: "Allah yar yardımcımız olsun. İnşallah en kısa zamanda bu fetih müyesser olur ve böylece Suriye'ye refah, huzur gelir. Bölgemize aynı şekilde refah, huzur gelir ve bizler de emin adımlarla yolumuza devam ederiz." diye konuştu…

Bu konuşmada geçen ‘’fetih müyesser olur’’ ifadesi de Fatih Sultan Mehmet’in babası Sultan II. Murat’a aittir.  Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram­ı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram­ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) müyesser olacaktır” der.

Bu da yetmedi… Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu kendi sosyal medyasında asker elbisesi ve beresiyle paylaştığı fotoğrafın altına şu dizeleri yazdı: ‘ "Ecdadımızın heybeti ma’rûf-ı cihandır, Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır!"

Bu dizeler ise Namık Kemal’in dört beytlik ‘’Vatan Şarkısı’’ şiirinden alınma iki dizeydi… Bu şiirde dizelerin alındığı beyit şu şekildedir:

‘’Osmanlı adı her duyana lerze-resândır;
Ecdâdımızın heybeti ma'rûf-ı cihandır
Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır
Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız, cân veririz, nâm alırız biz.’’

Ve şiirde her dize ‘’Osmanlılarız, cân veririz, nâm alırız biz’’ diye biter… Asker elbisesi ve beresi giyerek ‘’Osmanlılarız, kan, can’’ diye şiir paylaşmanın ne anlama geldiğini koskaca bir Dışişleri Bakanı bilmeyecek mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 22 Ocak 2018 tarihinde Beştepe yapılan bir törende Afrin harekâtını anlatırken şöyle konuşmuştu: ‘’Diyor ya 'Nereye gidiyorsun' sorusuna cevap 'Kızıl Elmaya gidiyoruz' evet, bizim bir kızıl elmamız var. Bunu yaklaşık bir ay kadar önce de açıklamıştım. Biz o hedefe doğru gidiyoruz. ‘’

Barış Pınarı Harekatı esnasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seslendirdiği bir şiirinde yine ‘’Kızılelma’’dan bahsetti. Bu şiiri de Bakan Albayrak kendi sosyal medyasından paylaştı:

‘’Tek millet, tek bayrak Zülfikar olsun.
Tek vatan tek devlet payidar olsun.
Hedef Kızılelma herkese aşikâr olsun.
 Akif'in ‘Korkma’ nidası bize didar olsun.
Korkusuz ordumuz bunu arşa duyursun...’’

İlkokul çocukları bile ‘’Kızılelma’’nın ne anlama geldiğini bilirler… Hani biz Suriye’ye terörü durdurmak için gidiyorduk? Dünyaya verilen mesaja bakın!

Türkiye Barolar Birliği Başkanı (TBB) Metin Feyzioğlu 12 Ekim 2019 tarihinde, Barış Pınarı Harekâtı başladıktan üç gün sonra bir TV programında Barış Pınarı Harekâtı ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyor: “Eğer silahlı güçler sivilleri kalkan yapıyorsa saldırıya uğrayan devlet sivilleri korumak zorunda değildir.” Bu adamın hiç mi Cenevre Sözleşmesinden haberi yok!... Sıfatı da Baro Başkanı!

Zeytin Dalı Harekâtında harekâta katılan birlikler Afrin’e girdiklerinde Afrin Hükumet Binasına Türk bayrağı çekildi. Tabii ki gururumuzu okşadı ancak birazıcık uluslarası hukuk bilenler, birazıcık Cenevre Sözleşmesini bilenler bu hareketin de ne anlama geldiğini bilirler elbet!

Daha da vahimi... Daha yeni, Barış Pınarı Harekâtının hemen öncesinde 04 Ekim 2019 tarihinde Resmi Gazetede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla şöyle bir karar yayımlandı:

‘’Karar Sayısı: 1616 Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğü'ne bağlı olarak Suriye'de iktisadi ve Idari Bilimler Fakültesi (EI-Bab), islami ilimler Fakültesi (Azez) ve Egitim Fakültesi (Afrin) kurulmasına, 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumlan Teşkilatı Kanununun ek 30 uncu ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 39 uncu maddeleri gereğince karar verilmiştir’’

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun da düşünün bir: Harekât öncesi alınan bu karar ne anlama geliyor?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 22 Mart 2018 tarihinde yaptığı açıklamada ise 20 Ocak'tan beri devam eden Zeytin Dalı Harekâtı kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri  ve Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) teröristlerden temizlediği Afrin'e vali ve başka yerel atamaların yapılacağını söyledi. 30 Mart 2018 tarihinde ise Afrin Kurtuluş Kongresi Sözcüsü Hasan Şindi, Afrin’in yönetiminde koordinasyon görevini Hatay Valiliği’nin üstleneceğini söyledi. DW Türkçe’ye konuşan Şindi’ye göre, Türkiye’nin atayacağı bir vali yardımcısı, Afrin’de vali gibi hareket ederek koordinasyonu sağlayacak.

Bunlar yalanlanmayan gazete haberleri idi... ‘’Afrin’e vali atanacak’’.. Bu haberin ne anlama geldiğini düşünen aklı selim sahibi bir siyasi yetkili yok muydu?

13 Ekim 2019 tarihinde Cumhurbaşkanı Danışmanı Yasin Aktay, Esad güçleri ile SDG arasında anlaşma sağlandığı haberleriyle ilgili olarak; "Esed rejimi, Suriye'nin kuzeydoğusuna girmeye çalışırsa Türkiye karşı koyacaktır. İki ordu arasında çatışma çıkabilir" ifadesini kullanıyor… Her halde danışman ya sarhoş ya da ne dediğini bilmiyor…

Barış Pınarı Harekâtından bir gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada; "Milletimizin her bir ferdini AK Parti kadrolarında görev almak üzere partimiz safına katılmaya davet ediyorum" ifadelerini kullandı…

Ayrıca Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Merkezinden verilen görüntülerin de uygun olmadığını değerlendiriyorum. Neticede Suriye’ye yapılan bu harekât en fazla bir kolordu seviyesindedir. En fazla ordu komutanı müdahil olur… Bir yanda Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, diğer yanda kuvvet komutanları ile SKKHM’inde görüntü vermeleri sanki Türkiye topyekûn bir harbe gidiyormuş görüntüsünü vermektedir. Bu görüntülerin, verilen bu resimlerin bu harekâtın niyet ve maksadı yönünden uygun bir görüntüler olmadığını değerlendiriyorum.... 

Bütün bunların tamamı gazetelerde ve televizyonlarda yer alan haberlerdir. Bütün bu haberleri ülkemdeki yabancı misyonlar, elçilikler, yabancı askerî ataşeler, açık, kapalı, gizli istihbarat elemenları kendi yorumlarıyla ülkelerine aktarmaktadırlar… Bu resmi görevlilerin, bu açık, kapalı, gizli yabancı istihbarat görevlilerinin bu haberleri kendi ülkelerine nasıl bir yorumla aktardıklarını sizlerin hayal gücünüze bırakıyorum…

Anlattığım gibi tüm bu üç harekât esnasında Türkiye’nin bir ‘’Harekât Sözcüsü’’ olmadı. Yetkili olan olmayan, her kafadan, her siyasetçiden, ağzı olan herkesten bir ses çıktı. Çıkan her ses ise dışarıda Türkiye’yi zora soktu..

Böylece Türkiye çok dağınık ve bu harekâtın niyet ve maksadını aşan çok farklı bir görüntü vermiş oldu… Olması gereken en fazla albay rütbesindeki bir askeri sözcünün bu haberleri basına aktarmasıydı. Çünkü harekât bir terör harekâtı idi…  Bir savaş değil idi… Bir fetih harekâtı değil idi… Bir gaza değil idi… Bu askerî sözcünün de vereceği bilgiler hem Dışişleri Bakanlığının, hem Savunma Bakanlığının, hem İçişleri Bakanlığının, hem bir sosyoloğun, hem bir psikoloğun, hem bir antropoloğun, hem bir filozofun ve hem de bir dilbilimcinin ama en azından aklı selim sahibi birisinin süzgecinden geçerek sunulmalıydı.   

Beğenmediğimiz Suriye’de bile tüm bu harekât boyunca ne Devlet Başkanı’ndan, ne de Başbakan’ından ne de bir hükumet yetkilisinde bir açıklama yapılmamıştır. Suriye’de bütün gelişmeler albay rütbesindeki bir asker tarafından yapılmıştır.

Askerlerimizin üstün çabalarıyla, bin bir cefayla, gayretle ve şehitleriyle verilen terörle mücadele siyasetçiler tarafından verilen bu görüntüler nedeniyle dış dünyada yanlış anlamalara sebep olmuştur.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu dış politika ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele söz konusu yurt dışı askerî bir operasyon ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir... Hhele hele yurt dışı bir askerî operasyon daha fazla ciddiyet gerektirir... 

Bütün bu söylemlerin ve görüntülerin iç politikaya dönük söylemler ve görüntüler olduğu değerlendirilmektedir. Dış politikada esas olan ''iç politikanın dış politikaya hizmet etmesidir''. Eğer dış politika iç politkaya alet edilirse milli menfaatler açısından onarımı çok zor sonuçlar doğurur...

Bir de harekât öncesi dış temsilciliklerimiz tarafından ilgili ülkeler bilgilendirilip ikna edilmeliydi. Dışişlerinde ‘’monşerler’’ (!) kalmadığına göre Merve Kavakçı, Şaban Dişli, Yusuf Ziya Özcan, Egemen Bağış, Mahinur Özdemir gibi yeni nesil elçilerimiz bu vazifeyi gayet iyi yaparlardı ya nedense yapmamışlar işte…

Yazımın başında da ifade ettiğim gibi kimse kusura bakmasın… Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım… Dost acı söyler!...

Sürçü lisan ettiysek de affola…

Osman AYDOĞAN

Kaçış (4): Thomas More ve Ütopya

12 Ekim 2019

Thomas More (1478 - 1535), hümanist bilgin unvanına sahip İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur... 1516 yılında yazdığı ‘’Ütopya’’ adlı eserinde ideal hayalî bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif eder.  More'un Kral VIII. Henry'nin İngiliz Kilisesi'nin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması hain olarak idam edilmesine sebep olur.

Kral VIII. Henry’nin düşüncesinden vazgeçtiğinde bağışlanacağı teklifi üzerine; “Her dürüst yurttaş her şeyden önce kendi ruhuna kendi vicdanına saygı göstermelidir” diyerek bağışlanma teklifini reddeder. Ardından da şunu söyler: ‘’Suç, düşünceyi başkalarına yaymakla olur. Oysa ben sustum sadece. Böyle sustum diye hiçbir yasa beni, adalete göre, haklı olarak cezalandıramaz." Ancak More bu konuşmadan beş gün sonra idam edilir…

İdam için idam sehpasına çıkarken tahtaların zayıf ve gevşek olduğunu görünce görevlilere şunu söyler: 'Rica ederim beni sağ salim çıkarın yukarıya yeter, aşağıya ben kendim inerim zaten''.

İdamını beklediği hücrede hapis kaldığı sürede beyaz sakalı çok uzar. İdam için kafasını kütüğe koyduğunda sakalını yukarı kaldırır ve şu sözü söyler: "Sakalım vatana ihanet etmedi, kafamla kesilmeyi hak etmiyor."

İdam kütüğüne kafasını yerleştirirken gözlerinin bağlanmasına izin vermez. Son sözü şu olur: “Kellesinin uçması, insanın başına büyük bir felaket geldiği anlamına gelmez.“

Ölümünden 400 yıl sonra, 1935'te Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edilir…

Thomas More’nin ‘’Üttopya’’sına geçmeden önce onun birkaç sözüne yer vermek istiyorum:

“Barış Avrupa krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece. Kralların danışmanları ise daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen beş para etmeyen dalkavuklardır.”

"Silahla kazanılan şeref, şerefsizliklerin en büyüğüdür."

"Farz edelim ki beni yakalamak için ormandaki tüm ağaçları kestin ve bu sefer şeytan senin peşine düştü. Tüm o ağaçları kestiğine yani bütün o yasaları yerle bir ettiğine göre neyin arkasına saklanabilirsin."

"Çağımızın en büyük sorunlarından biri, çok fazla tahsilli insan olmasına rağmen az sayıda aydın olmasıdır."

Girişte anlattığım gibi ütopya’’ sözcüğü, ilk olarak Thomas More'un ‘’Utopia’’ kitabında kullanılmıştı… Thomas More’un para ve bireysel mülkiyetin yer almadığı, mutlak eşitliğe bağlı bir düzen tasarladığı "Utopya’’ adlı eserine geçmeden önce kısaca ‘’ütopya’’ ve ‘’distopya’’ kavramlarını açıklamak istiyorum.

‘’Ütopya’’ sözcüğü, iki Yunanca kelimenin karışımından oluşmaktadır... ‘’Ütopya’’;  ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılmaktadır. Yunanca ‘’eutopia’’; güzel yer (‘’eu’’ öntakısı "iyi, güzel" anlamı katar),  ‘’outopia’’ ise hiçbir yer anlamındadır. Ancak ‘’ütopya’’; hayal edilen, düşlenen ama mümkün olmayan mekân olarak kullanılmaktadır.

Bir de bu kavram ile ilişkili bir başka kavram daha vardır: ‘’Distopya’’. Yunanca bir ön-takı olan ‘’dys’’ (dis); "kötü", "hastalıklı" ya da "anormal" anlamını taşır. ‘’Ou’’ takısı ise "yok", "değil" anlamını taşır. Bahsettiğim gibi ‘’ütopya’’ (outopia) Yunanca‘da "olmayan yer" demekken ‘’ütopya’’, "güzel yer" anlamına gelen ‘’eutopia’'ya bir gönderme yapar. Ancak ‘’ütopya’’ ile ‘’distopya’’; ‘’dysphoria’’ ile ‘’euphoria’'nın birbiriyle karşıt olduğu gibi karşıt değildir.

Dolayısıyla ‘’distopya’’, ‘’ütopya’’nın tam tersi değildir. Çünkü distopya, ütopyanın zıttı olamaz. Zira ütopya ‘’ou’’ve ‘’topos’’ sözcüklerinden oluşması hasebiyle, köken anlamı itibariyle ‘’olmayan ülke’.’ Dolayısıyla olmayan bir şeyin zıttı da olmaz.

Distopya, ütopik bir toplum anlayışının anti-tezi olarak gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa İngiliz filozof, politik ekonomist ve devlet adamı John Stuart Mill tarafından kullanılır… Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell'ın ‘’Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘’ve Aldous Huxley'in ‘’Cesur Yeni Dünya’’ adlı romanlarıdır.

Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar güzel ve ideal olan toplum biçimini tanımlarken; distopya ise baskıcı toplumu ifade eder. Distopya, insanların özel hayatlarının ortadan kalktığı, sadece devlete ve düzene karşılıksız bir itaat durumu vardır. Ütopyada ise bu durumun tam tersi geçerlidir.

Baskı altında tutulan beyinlerin üretkenliklerine devam edebilmek için kurguladıkları, tasarladıkları, düşledikleri mekândı ütopya… Sıradan insanlar için ise her şeyin kendi istekleri doğrultusunda daha güzel olduğu bir yer idi ütopya…  Kendinde dünyayı değiştirebilme gücü bulan cesur insanlar için ideal bir geleceğin öngörüsüydü ütopya… İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesiydi ütopya... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldız’ıydı ütopya…

Ancak ütopya unutuldu gitti.. Ütopya az kullanılır oldu artık, sanki küresel lügattan silindi gitti. Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık ülkeleri bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Ağaçların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı bir distopya var… Her daim savaşların olduğu, insanların birbirlerini öldürdükleri bir distopya var…

Kapitalist dünyanın değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İlkyazımda da bahsettiğim gibi ütopya bu distopyadan bir kaçıştır, distopyadan kaçarak iç kaleye bir sığınıştır. İnsanların kabullenemedikleri distopyadan kaçarak yaşama sarılmalarını sağlayan bir yerdir ütopya… 

Yasaların var olduğu ama adaletin olmadığı bir yerken distopya,  yasaların olmadığı ama adaletin var olduğu bir yerdir ütopya…

More’un 1516’da bir roman olarak yayımladığı ‘’Ütopia’’(Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 1999) (*) nerede olduğu bilinmeyen bir adadır. Adadaki adaletli, eşitlikçi bir düzen tasarımıdır anlatılan. Ütopya’da hiç kimsenin malı mülkü, parası yoktur, ama geçim derdi de yoktur. Kendisinin ve gelecek kuşakların kaygısını duymadan mutludur insanlar. Ütopya’da acılar ve haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar eşit ve özgür yaşarlar. Kralın baskıları, soyluların lüks tutkusu, savaş naraları atan dinsel baskılar yapan yöneticiler yoktur. 

Kitaptan aldığım bazı bölümler:

‘’…. Aaslında kral için tebaasının olabildiğince az malı olması evladır çünkü kendi güvenliği için bunun böyle olması gerekir, aksi halde halk servet ve özgürlükten arsızlaşır.  Servetin ve özgürlüğün olduğu yerde insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zül sayar. Buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkâr ruhları eze eze öğütür."

"Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz."

''Ütopialılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız parıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yükün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de şuna şaşırıyorlardı: nasıl oluyor da bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu?''

"Tanrım, bu bildiğimiz en iyi din olduğu için, bu şekilde ibadet etmek bildiğimiz tek yol olduğu için sana bu şekilde yakarıyoruz. Yanılıyorsak bizi affet…"

“Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamalıdır... Kralın en kutsal görevi kendinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Zorba kralın tahtta oturmaya hakkı yoktur. Halkın acıları iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil zindan bekçiliği demektir.”

Bu söz bana Behlül Dânâ’nın bir hikâyesini hatırlatır:

Bir gün Hârûn Reşit, Behlül Dânâ’ya sorar: ”Hırsızlık etmenin cezası nedir?” Behlül cevap verir: ”Eğer hırsız, hırsızlık etmeyi kendine iş edinmişse eli kesilmelidir. Yok eğer aç kaldığı için yapıyorsa, Halife’nin eli kesilmelidir.”

Ve Thomas More’un Utopia’sı bir özlemiyle biter: 

“Ütopya devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu.”

Kim özlemez ki değil mi?

Osman Aydoğan

(*) Bu kitabın içinde ise kendisi de ayrı bir kitap olan Mina Urgan’ın Thomas More’u ve ütopyasını incelediği bir bölüm var. Bu bölüm hem Thomas More’u hem de onun ütopyasını anlamayı kolaylaştırıyor.

Kaçış (3): Montaigne ve Denemeler

11 Ekim 2019

16. yüzyıl Fransız aydını Michel de Montaigne’in (1533 -1592) ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp da yazdığını daha önce yazmıştım. ‘’Denemeler’’ Türkiye’de, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle yayınlanır.

Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle yazar: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” 

Bu kaygı nedeniyle ben de doğrudan kitaba gidiyorum…

“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” ifadesi düsturu olan ve bir de bu ifadeye ekleme yaparak  “Ama bundan bile emin değilim” diyen Montaigne bakalım kitabında neler yazmış:

‘’Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’’

‘’Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz, zararı yok. Bütün ahlak felsefesi alelade ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.’’

‘’Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir.’’

‘’Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gizlemek onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırt edip yazmak zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir. 

‘’Kendini olduğundan az göstermek, tevazu değil budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkalıktır, pısırıklıktır.’’

‘’Gamlı ve buz gibi bir yüz içimizde felsefenin barınamadığına alamettir.’’

‘’Bilgeliğin en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir.’’

‘’Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzeli bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu.’’

‘’En büyük en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.’’

‘’Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.’’

‘’İki temel taşımızı (ruh ve beden) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil, ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten koca olmaktır.’’

‘’Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyleyse en mağruru da odur.’’

‘’Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstündeyiz ne altındayız. Bilge der ki göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve aynı kaderin buyruğundadır.’’

‘’Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir.’’

‘’Ruhumuz yapacağını gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur, çocuklarımızı, dostlarımızı, servetimizi kaybetmeye dayanacak ve gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir hale getirir.’’

‘’Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişi seçmeyi akıl ediyoruz, sonra en ehemmiyetli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve karasızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl karı mıdır?’’

‘’Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?’’ (Cicero)

‘’Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden bambaşka bir hale geçiverir.’’

‘’İnsan kötü şeyleri bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı…’’

‘’İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle görürler: Fikir ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir millet bir yüzüne, bir millet başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur.’’

‘’Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.’’

‘’Ev mal, mülk, yığınla tunç ve altın;
Yarasına merhem olmaz
Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.
Eldeki nimetleri tadabilmesi için
Keyfi yerinde olmalı insanın.
Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana
Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,
Damlalı hasta neden gitsin hamama.’’ 

Horatius

‘’Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim olsa rahatımız kaçar.’’

‘’Bütün dertlerin biteceği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!’’

‘’Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyleyse, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır.’’

‘’Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun zaman ile kısa zamanın arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur.’’ 

‘’Ölmek, yaradılışınızın şartıdır; ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.’’

‘’Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.’’

‘’Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de kötülüğü de katan sizsiniz.’’

‘’Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.’’

‘’Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Hayatınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.’’

‘’Bunca şehir temelinden yıkılıyor, bunca milletin kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor… Niçin? İnciler, biberler alıp satacağız, diye. aşağılık makine zaferleri bunlar!.."

''İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır.''

“Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf tesadüflerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerede, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerede!''

"Her ulus layık olduğu yönetim biçimiyle yönetilir."

"En çok inandığımız şeyler, en az bildiklerimizdir."

''Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayaller kuruyorsun…''

"Bir sinek yaratamayan insan yüzlerce tanrı yarattı…"

‘’Şu dünyadaki görevimiz, kitaplar dolusu bilgiyi yutmak değil, kendimiz için sağlam bir ahlak oluşturmaktır; savaşıp ülkeler fethetmek değil, doğru dürüst, insanca yaşanmaktır.’’

Kitaptan seçtiğim Montaigne’in cümleleri bunlar… Beğeneceğinizi umuyorum.. Ancak daha önce Zweg’in Montaigne’in biyografisinde söylediği gibi Montaigne’i anlamak için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız.

Montaigne kitabında Türklerden de bahsetmiş… Türklerin savaş disiplininden bahsetmiş, Türklerin hayvan yurtları ve hastaneleri açtığını yazmış… Tabii o günlerden bu günlere köprülerin altından çoooook sular aktı ve biz Türkler de çok geliştik; şimdilerde şehirlerde topluca hayvan zehirliyoruz, sokaklarda hayvan tekmeliyoruz, arabaların arkasına hayvanları bağlayarak yerlerde süründürüyoruz… .

Osman AYDOĞAN




Suriye’ye sefere giderken Hükumete tavsiyelerim!

Osman AYDOĞAN, 28 Şubat 2016

Öyle görülüyor ki Hükumet pusatlarını kuşandı, baltalarını beline taktı, sefer davullarının tokmağını vurmaya başladı... Süvarilerine, Hassa ordularına, Anadolu Beylerbeyine, Rumeli Beylerbeyine sefer hazırlıkları emrini verdi...

Sanki geriye sadece -bir sabah bizleri uyandıracak- davudî sesiyle bir yeni Hasan Mutlucan kaldı...

Sakalım yok ama ben naçizane kulunuz da bu konuda tecrübeli ve yetkin birisi olarak hem sefer konusunda hem de devlet yönetimi konusunda T.C. Hükumetine derim ki:

Ey Hükumet! Uzun sürecek bu savaş. Ve uzun süreli bir savaş da önce orduyu sonra toplumu yozlaştırır, sonra bitirir, tüketir, yok eder.

Ey Hükumet! Unutma! Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.

Ey Hükumet! Bil ki savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir. Ve savaşın sonunda ağıtlar; Türkçe, Arapça ve Kürtçe yapılırken zafer şarkıları İngilizce ve İbranice söylenecektir.

Ey Hükumet! Malumdur, savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.

Ey Hükumet! Dânâ-yı Yunan teee o zamanlardan söylemişti: ‘'Savaşın sonunu sadece ölüler görür." (Ey Hükumet, muhtemeldir ki Dânâ-yı Yunan'ı da bilmiyorsundur şimdi sen. Dânâ: Farsça'da bilgin, âlim demek, Dânâyı Yunan ise Eflatun'dur)

Ey Hükumet! Bu savaştan galip gelmeyi umarsın ama unutma ki galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.

Ey Hükumet! Bil ki terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.

Ey Hükumet! Büyük bir savaştan sonra yıllarca yokluk çekilir. Güzel silahlar kötülük araçlarıdır. İnsanlar onlardan hoşlanmaz. Silahlar kötülüğü çağrıştırır. Silah ancak çaresiz kalınca kullanılır.

Ey Hükumet! İyi hükumet savaşı savaş yapmadan kazanır.

Ey Hükumet! Askerler şehirlerde savaşmaz. Askerin eğitimi arazide savaşmak içindir. Askerin eğitimi arazide düşmanla savaşmak içindir.

Ey Hükumet! İyi hükumet eğer savaşacaksa da savaşı sürdürüp ustalığını kanıtlamaya çalışmaz, gerektiği için savaşır, ne kadar yaman olduğunu göstermek için değil. İyi hükumet şiddete başvurmaz. İyi hükumet kızmaz. İyi zafer yarış gibi kazanılmaz.

Ey Hükumet! İyi bir hükumet adamı kavganın ortasında bile sakin ve ilgisiz kalmalıdır.

Ey Hükumet! Kazanılan savaş da arzu edilen bir şey değildir. Çünkü böyle yapmak insanları öldürmekten hoşlanmak demektir.

Ey Hükumet! En büyük cinayet tutkuya yenik düşmektir. Elde etme arzusu kadar büyük hata yoktur. Onun için yetinmek yeteri kadar sahip olmak demektir.

Ey Hükumet! İyilikle devleti yönetmek istiyorsan savaşla fetih yapmaya kalkışmayacaksın. Dünya işlerinde gereksiz müdahalenin yararı olmadığı tarihte çok görülmüş bir olgudur.

Ey Hükumet! Düşmanı küçük görmek yanlış bir tavırdır. ‘'Düşman önemsiz'' demek hazineleri kaybetmektir. 

Ey Hükumet! Hükumet adamı dünya işlerinde ilke sahibidir. Fakat kırıcı, yaralayıcı değildir. Saftır, fakat zarar vermez. Doğrudur, ama şiddetli değildir. Aydınlıktır, ama parlamaz. İyiyle iyidir. Kötüyle onu iyi yapana kadar iyidir. Doğru olanla doğudur. Yalancı olanla da onu doğru yapana kadar doğrudur. İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretir. Hükumet adamı kimseyi dışlamadan insanları nasıl kurtaracağını bilir.

Ey Hükumet! İyiliği öğretmekten vazgeçersek insanlar birbirlerini daha çok severler. İnsan ustasını saymaz, işinden de memnun değilse yanılır, bilgili de olsa kafası karışır. Şiddet kullanan aynı şekilde ölür. En iyi yontucu en az yontandır. Sakin olan dünyaya egemen olur. Sükûnet etkinliğin yol göstericisidir. İyi hükumet gördükleri ne kadar ilginç olsa da sakin ve soğukkanlıdır, duruma egemendir. Aşırı etkinlik yaparsa iktidarını kaybedebilir.

Ey Hükumet! Yasak ne kadar çoksa halk o kadar fakir olur. Yasaları dayatmaya kalkarsan haydut ve hırsız fazla olur. Eğer hükumet sade ve hoşgörülü ise halk da içten ve namusludur. Eğer hükumet sert ve etkili ise halk sahtekâr ve hoşnutsuz olur.

Ey Hükumet! Söylemi sınırlar, duygulara yenik düşmezsen tükenmezsin. En küçüğü görmek iyi görmektir. Nazik kalmak güç gösterisidir.

Ey Hükumet! Saraylar çok gösterişli, vatandaşların evleri harap ve dolaplarında bir tane yiyecek yok. Hükumet adamları pahalı elbiseler giyer, pahalı arabalara biner, yemek içmekten bıkmaz, sürekli yurt dışı gezidedirler, hazinelerine değerli şeyler yığarlar. Bu en büyük hırsızlıktır.

Ey Hükumet! Halkın hükumeti olmak isteyen önce onun önünde eğilir. Halkının önünde olmak isteyen geride durur. Halkın önünde olduğu zaman onu engellemez. Halk onu destekler, herkes onu sever. Kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. İyi hükumet adamı halk önünde alçakgönüllüdür.

Ey Hükumet! Halkını sevdiğin ülkeyi yönetirken tanınmadan kalmak, her köşesini tanıdığın ülkeyi karışmadan idare etmek, besleyip, büyütüp ama sahip çıkmamak iyi bir hükumetin özellikleridir.

Ey Hükumet! Eğer hükumetten birisi içten değilse o halkın güvenine sahip olmaz. Hükumet adamı az konuşur. Hükumet adamı ne kadar az bilinirse o kadar iyidir. Beklenen bir şey gerçekleşince halk ‘'her şey kendi kendine olur'' der.

Ey Hükumet! Şu üç şey yapılırsa halkın yaşamı çok basit ve sade olur; sade olmak, insanın doğasına sadık kalmak, kimlik kavgasından uzaklaşmak ve daha az arzulamak.

Ey Hükumet! Halka inanmazsan onlar da yalancı olur. Hükumet adamları karnı doyanlara gereksiz yemekler vermez. Güçlü olduğun zaman aynı zamanda bozulma zamanıdır. İyi hükumet adamı her varlığı yaşatır ama onlar üzerinde egemenlik kurmaz.

Ey Hükumet! Hükumet adamı gerçeği seçer, yüzeysel, bulanık olana iltifat etmez. Meyveyi seçer, çiçeği bırakır. Devletin temel ilkelerini gözleyenin ömrü uzun olur.

Ey Hükumet! Hükumet adamı şöyle der: Ben bir şey yapmıyorum. Halk kendiliğinden iyileşiyor. Ben sakinim, halk da sükunet içinde. Ben karışmıyorum, halk kendiliğinden zengin oluyor. Benim arzuladığım bir şey olmadığı için halk kendiliğinden doğal bir sadeliğe dönüyor.

Ey Hükumet! Unutma ki korunması gereken üç hazine vardır: Biri sevecenlik, diğeri azla yetinmek, sonuncusu bir başkasıyla üstünlük yarışına girmemek. Sevecen olan cesur olur. Azla yetinen cömert olur. Başkasıyla üstünlük yarışına girmeyen yeteneğinin zirvesine ulaşır. Sevecen olmadan cesur olmak, azla yetinmeden cömert olmak, geride kalmasını bilmeden önde olmak istemek ölüm tehlikesi içeren eğilimlerdir. Akıl için derinliği, dostluk için şefkati, söz için samimiyeti, hükumet için düzeni, iş için beceriyi, hareket için uygun zamanı seç. Ama boyuna, habire bir şey yapmaya çalışma...

Ey Hükumet! Bilirim, AK sakalım yoktur diye beni duymazsın, duysan da dinlemezsin..

Ama ben yine de söyleyeyim dedim...

Osman AYDOĞAN




Hasta Siempre

09 Ekim 2019

‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri  Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara'ya aittir. Victor Jara, muhtemel ki bu eserini vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiştir!. 

Şarkının ortaya çıkış süreci ise şu şekildedir:

Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. (Castro Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.)

Che, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. (Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.)

Che mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar. 

Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che’nin Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanır.

Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri,  Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu)  da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.

Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone'nun popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni,  Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir.

Bu örnek tek de değildir. Günümüzde devrim şarkıları ve devrim simgeleri popüler kültür tarafından sıkça da kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda bir Netflix yayını olan İspanyol yapımı ''La Casa de Papel'' dizisinde de İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sıkça çaldığını, soyguncuların Guantanamo esirlerinin kiyafetleriyle benzer olduğunu, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini, kıyafetlerinin renginin de Kızıl Ordu’yu çağrıştırdığını anlatmıştım...

Nathalie Cardone’ye ait bahsettiğim bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek; ''Doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak...'' ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiş. Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsettiğim bu yorumunu verdim... 

''Che''den bahsedince bir zamanlar Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük (!) Türk siyasetcisinin Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci hatırladım ‘’Düşmanımız bile böyle demedi. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır.’’ Tabii sayın Büyükelçi nereden bilsin kendi ülkesinin kurucusu Atatürk'ü dahi anlayamamış bir ham ervahın Che'yi nasıl anlayacağını...

Bu arada küçük bir bilgi: Che Guevara'nın asıl adı Ernesto Guevara'dır. ''Che'' onun lakabıdır. Aslen Arjantinlidir. Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordur.

Bugün Che Guevara'nın ölüm yıldönümü. Che Guevara 09 Ekim 1967 tarihinde Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu'nun elindeyken yargısız infazla katledilmişti.

Che'yi işte bu şarkıyla anmak istedim: ''Hasta Siempre''

Ne adamlar gelmiş geçmiş bu dünyadan değil mi? Che Guevara'nın şahsında politik bir mücadelenin sağlam bir kişilik, güçlü bir karakter, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, bilgelik, sonsuz bir azim ve güçlü bir irade gerektirdiğini, bu özelliklere sahip olmayanların ise bu özelliklere sahip olan politik karakterlere saldıran gelip geçici birer politik figüran olarak kaldığını görüyorsunuz. Bunun için tarihin çöplüğüne gitmeye gerek yok, etrafınıza bir bakın yeter!

Toprağı bol olsun!

Osman AYDOĞAN

Nathalie Cardone, ''Hasta Siempre''
https://www.youtube.com/watch?v=gIq1OBK4__E

Şarkıyı en güzeli orijinal diliyle dinlemek ama size sözlerini Türkçe veriyorum:

Biz seni sevmeyi 
tarihin yükseklerinden öğrendik 
cesaretinin güneşi 
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda) 

İşte burada (duruyor) 
tatlı varlığının 
kalbe sıcaklık veren saydamlığı 
kumandan Che Guevara 

(Nakarat)

Şanlı ve güçlü elin 
tarihe ateş açar 
bütün Santa Clara (halkı) 
seni görmek için uyandığında 

(Nakarat)

Rüzgarı yakarak gelirsin 
bahar güneşleriyle.. 
gülüşünün ışığıyla 
bayrağı dikmek için 

(Nakarat)

Devrimci aşkın 
seni yeni bir davaya götürüyor 
ki orada senin kurtarıcı kolunun 
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar 

(Nakarat)

Biz mücadelemize devam edeceğiz 
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi 
ve Fidel'le sana diyoruz ki 
sonsuza kadar, komutan 
(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada) 

(Nakarat)




Kaçış (2): Montaigne ve İç Kalesi

07 Ekim 2019

Michel de Montaigne (1533 -1592) ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp öyle yazar. Montaigne bu sürede hem bedenini bu kuleye hem de kendisini kendi iç dünyasına (İç Kale) hapseder…  Daha doğrusu kendi iç dünyasına kaçar…

Montaigne’nin ‘’Denemeler’’ini ayrı bir yazı konusu olarak ayrıca anlatacağım… Bu yazıdan maksadım ise Montaigne’in biyografisini ve iç kalesini Stephan Zweig’in kaleminden anlatmaktır. Montaigne’i anlatmak o kadar kolay değilse de geçmişte Nietzsche bunu bir cümleyle başarmış. Nietzsche şöyle demiş Montaigne için: “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” 

Daha önce de bahsettiğim gibi Zweig, hümanist düşünür Erasmus'la başladığı içsel yolculuğuna yine bir hümanistle, Montaigne'le noktayı koyar.  Zweig, 20’li yaşlarında karşısına çıkan Montaigne’inin “Denemeler” adlı kitabına ilk başlarda büyük bir önyargı ile yaklaşır. Ancak Zweig, Montaigne’i okudukça onu kendisiyle özdeşleştirir ve benimser… Ve Zweig, "En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir," diyen Montaigne'de kendini bulur. Sonunda Zweig, Montaigne’in biyografisini yazar.(*) 

Stefan Zweig’ın yazdığı Montaigne’in biyografisi okuyanı Montaigne’in iç dünyasına doğru kısa bir yolcuğa çıkarır… 

Zweig’ı en çok etkileyen ise Montaigne’inin benliğini bulma yolundaki uğraşıdır. Hayatı boyunca benlik üzerine ve kişinin kendi iç savaşını kazanıp özgürleşmesine dair arayışını sürdürmüş olan Montaigne ile tanışan Zweig, onun her sözünde kendi arayışına dair yeni bir anlam bulmanın sevincini yaşar…  

Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını kitabı Almancasından çeviren Ahmet Cemal önsözde şöyle özetliyor: “...Her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir? ...”

Ancak Montaigne’nin ‘’iç kale’’sinin bir özelliği vardır… Bu ‘’iç kale’’ ancak ve ancak iyi bir eğitim ve kültür temeline oturursa fayda sağlar... Bu şekilde iyi bir eğitim ve kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle kendi ‘’iç kale’’sinde insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar. …

‘’İç Kale’’ aynı zamanda insanın kendisiyle böylesi bir kültür temelinde diyaloğu demektir. Bu diyalog için de Montaigne şöyle der: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Şimdi gelelim Zweig’in kitabında anlattığı Montaigne’ye…

Zweig’in Montaigne’i anlattığı kitabında giriş cümlesi şöyle başlıyor:  ‘’Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac ve Tolstoy gibi bazı seçkin yazarlar vardır; bunlar, hangi yaşta ve hayatlarının hangi evresinde olurlarsa olsun herkese hitap ederler. Bir de belirli bir anı yaşayana dek ne kadar önemli olduğu iyi bir şekilde anlaşılmayan yazarlar vardır. Montaigne bunlardan biridir. Gerçek değerinin farkına varabilmeniz için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız.’’

Montaigne’in kökleri tüccar olan bir aileden gelir.  Babasının dedesi Bordeaux başpiskoposundan bir şato satın alarak asalet sahibi olur. Montaigne’in babası da ticareti bırakıp “şövalye” olur ve ailesine unvan kazandırır… Montaigne doğduğunda artık zengin ve asil kabul edilen bir ailenin çocuğudur. Montaigne’in babası oğlunu bir sütanne yerine bir orman köylüsüne verir. Montaigne çocukluğunu burada geçirir. Montaigne’in babasının amacı oğlunun çocukluğundan itibaren üst sınıftan, unvan taşıyan elitlerden biri olduğunu hissetmesini önlemek, konforsuz yaşamaya alışmasını sağlamak ve ‘’kendisine sırtını dönenlere değil, el verenlere yakın hissetmesini’’ sağlamaktır.

Okul çağına geldiğinde Montaigne, Fransızca’dan çok Latince konuşulan, sabahları ruh sağlığı iyi olsun diye başucunda keman ve flüt çalınarak uyandırıldığı evine geri alınır. Montaigne döneminin iyi bir okuluna gönderilir. Fakat Montaigne okuldan, öğretilenlerden, öğretilme şekillerinden hiç mi hiç hoşlanmaz. Bunun üzerine ailesi onun evde iyi bir eğitim almasını sağlar. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirilir. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrenir. Daha sonra da Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okur.

1568’de babası ölür; şato ve yönetimi Montaigne’e kalır. Aile mirası olarak yürüttüğü yüksek mahkeme üyeliği, belediye meclisi üyeliği gibi resmi görevler ve unvanları vardır. O zaman öyledir; 1570’te bu görevleri satış yoluyla devreder.

Montaigne, şatoda kullanılmayan bir kulenin ilk katını yatak odası ikinci katını kütüphaneye çevirir. Sonra gövdesini bu kuleye ve kendisini de Goethe’nin “İç Kale” dediği kendi içine kapatır. Montaigne içindeki “ben”i, içindeki “özgür insan”ı arama işine bu kulede ve kendi içinde aramaya başlar. Aradığı tek şey vardır; “içindeki özgür insan”... Montaigne’in aradığı aslında kendisidir… 

Montaigne, bu kuledeki günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirir. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren yazılar yayınlar. Avrupalıların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine ve bu yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' nitelemelerine karşı çıkar… Bu çalışmaların sonucu olarak daha insancıl bir dünyayı hayal ederek ünlü ‘’Denemeler ‘’adlı kitabı ortaya çıkar. 

Montaigne, 1570 ile 1580 arası tam on yıl bu kulede kalır. Nadir zamanlarda dışarı çıkar.  Tavan kirişlerine, kafasını kaldırdığında kılavuzu olacak yıldızlar misali (zaten kubbe şeklindeki tavana da Montaigne gökyüzü gibi yıldızlar işletmiştir) hepsi de Latince 54 özdeyiş yazar... Bir tanesi hariç o da kendi dilinde Fransızcadır; “Ne biliyorum?”

Montaigne için görkemli şatosunun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kulesi…

Montaigne’nin bu kendini arama süreci (1570 -1580) Fransız dini savaşlarına (1562 ile 1598 arasındaki sekiz iç savaş dönemi) ve isyanlar dönemine denk gelir. İsyanlar ise zayıf bir krallığın ve Katolikler ile Fransız Protestan grubu olan Huguenotlar arasındaki dini çatışmaların sonucuydu…

Montaigne, ailesinden ve insanlardan kendisini soyutlayıp, kaçıp, kendisini şatosuna hapsettiğinde 38 yaşındadır. Bu yolculuk kendisi ile birlikte “insanoğlu”nu arama yolculuğudur... On yılın sonunda anlar ki Montaigne, insanı tanımak ve anlamak insanla iç içe olmaktan geçer. Bundan sonra da soyut yolculuğu bırakıp gerçek yolculuklara başlar... Ülke ülke, coğrafya coğrafya gezerek insanı keşfe çıkar. Bu yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; çünkü farklı olan her şey, ona göre görülmeye değerdir. Tersine herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı zaten çok kişi görmüş ve anlatmıştır.

22 Haziran 1580 tarihinde başladığı yolculuğu 30 Kasım 1581 günü sona erer… Bu yolculuğu kendi ifadesiyle on yedi ay sekiz gün sürer…

Yolculuğundan sonra 7 Eylül 1581 tarihinde oybirliği ile seçildiği Bordeaux Belediye Başkanlığı görevini istemeye istemeye yerine getirir.

Montaigne için tüm yaşamı ve deneyimleri çalışıp bitirdikten sonra geriye öğrenilecek tek şey kalmıştır: Ölüm… Ve Montaigne bilgece yaşadığı gibi bilgece ölür. Montaigne için son dini ayinler yapıldığında takvimler 13 Eylül 1592 tarihini göstermektedir.

Şimdi bu kitaptan, Zweig’in kaleminden Montaigne’in anlatıldığı bazı bölümler:

"İnsanın imkân varsa karısı, çocuğu, parası hele sağlığı olmalı; ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada hiçbir konuğa yer vermeksizin kendimizle dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın."

‘’Bütün bu curcunayı neden bu kadar ciddiye alıyorsun? Yaşamak zorunda olduğun çağın saçmalıklarının ve fesatlıklarının seni bu kadar etkilemesine neden izin veriyorsun? Bunlar ancak bedeninin sıyırıp geçebilir, iç dünyana erişemezler. Dış dünya, sen buna izin vermediğin sürece, senden bir şey alamaz, sinirini bozamaz. Yaşadığın çağın olayları bunlara dâhil olmayı reddettiğin sürece etkisizdirler, benliğini saf tuttukça dönemin delilikleri gerçek tehlike oluşturmayacaklardır. Hatta ilişkilerinden en moral bozucu şeyler, aşağılamalar, talihsizlikler; tüm bunları, ancak onlar karşısında zayıflık gösterirsen hissedersin, olgulara değer, önem, neşe ve acı yükleyen senden başka kim var? Dışarıdan hiçbir şey moralini bozamaz ve yükseltemez; iç dünya özgür ve samimi kalabildiği sürece dışarıdan gelen en güçlü baskıyı dahi kolaylıkla def eder.’’

‘’Dünyayı sadece kendinize bakarak tanımlayamazsınız. Bu nedenle tarih okur, felsefe çalışır; dersler ve hükümler çıkarmak için değil, geçmişte başka insanların nasıl davrandıklarını anlamak için.’’

‘’Özgürlüğün gerçek esası, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamaktır.’’

“Ben, Montaigne, dünyadaki her homme libre’in, yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi sayıyorum.”

‘’Dünyadaki hiçbir konum ne ait olduğu ırk ne de yetenek seviyesi, insanın asaletini belirlemez. Bunu sadece kendi kişiliğini koruma ve hayatını yaşama seviyesi belirler. Bu nedenle Montaigne’e göre insanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur: ‘Sanatın özgürleşmesinden bahsederken, öncelikle bizi özgür kılan sanattan başlamalı.’ ’’

“Özgür olabilmesi için insanın borçlu ve birtakım bağlantılar içinde olmaması gerekir; oysa hepimizin devletle, toplumla, aileyle aramızda bağlar bulunmaktadır: düşünceler, konuştuğumuz dilin egemenliği altındadır; mutlak anlamda özgür insan düşüncesi hayalden başka bir şey değildir. Hepimiz bilincine vararak ya da varmaksızın, aldığımız eğitim sonucu ahlakın, dinin, dünya görüşlerinin kölelerine dönüşürüz; soluduğumuz, zamanın havasıdır.”

‘’Montaigne için doğada gereksiz bir şey yoktur, gereksizliğin kendisi bile gereksiz değildir. Evrende var olan her şeyin kendisine ayrılmış bir yeri vardır. Montaigne güzelliği daha görünür kıldığı için çirkinliği sever, iyiliğin altını çizdiği için kötülüğü sever, aptallığı ve işlenen suçları da sever. Bunların hepsi iyidir, Tanrı çeşitliliği kutsamıştır.’’

‘’Dünyanın çeşitliliğini doktrinler ve sistemler içine hapsetmek düpedüz yalan ve suçtur. İnsanları kendi özgür yargılarından, iradelerinden ayırmak, onlara dışarıdan bir şeyler dayatmak da sahteciliktir.’’

‘’Herkes Sorbonne profesörleri, danışmanlar, sefirler, Zwingli’ler, Calvin’ler ‘Gerçeği biliyoruz’ diye iddia ederlerken; Montaigne, ‘Ne biliyorum?’ diye karşılık vermiştir. Sürgünlerle, işkencelerle onlar ‘Böyle yaşamalısınız!’ diye dayatmak isterlerken; Montaigne, ‘Kendi fikirlerinize sahip çıkın, benimkilere değil! Kendi hayatınızı yaşayın! Beni kör gibi takip etmeyin, özgür kalın!’ diyordu.’’

‘’Kitlesel delilik anlarında hepimizin kendimize telkin ettiğini o da kendisine söylemektedir: Dünyayı umursama! Dünyayı değiştiremezsin, bir şeyleri iyileştiremezsin. Kendine odaklan, kendinde kurtarılabilecek bir şey varsa onu sağlama al. Başkaları imha ederken sen inşa et. Kendini kapat, dünyanı inşa et. ‘’

‘’Yaşadığımız çağda genellikle kadınlar kocaları hakkında olumlu düşünce ve duygularını onlar ölene kadar ifade etmiyorlar. Yaşarken münakaşalardan çekerken öldüğümüzde sevgi ve ihtimam görüyoruz. Dul kaldıktan sonra sağlığı daha iyiye gitmeyen çok az kadın bulunur. Sağlık pek de yalan söylemeyen bir özelliktir.’’ (Bu cümleleri Montaigne evlendikten birkaç ay sonra söylüyor!) (Günümüzde bir araştırma, bir şekilde dul kalmış kadınların kendilerini daha özgür hissettiklerini söylüyor. Montaigne ise bunu dört asır önceden söylüyor!)

’’Ruhumun derinliklerine inebildikleri takdirde onun hiçbir zaman herhangi birine fazla yaklaşabilecek, zarar verebilecek, öç alabilecek ya da kıskançlık duyabilecek, herkesi öfkelendirecek ya da sözünü tutmayacak biri olamayacağını göreceklerdir. Ve içinde yaşadığımız zamanın herkese olduğu gibi bana da fırsatlar sunmasına rağmen, ellerimi hiçbir zaman bir başka Fransız’ın malına ya da servetine uzatarak kirletmedim. Savaşta ve barışta yalnızca benim olanla yaşadım; hiç kimseden karşılığını yeterince vermeksizin bir hizmet istemedim… Çünkü benim, yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var.’’

Bu kitabın; yaşadığı çağdan ve dünyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir kitap olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN

(*) Bu kitabın Türkçesini iki yayınevi yayınlar: Birincisi ve ilk olarak Can Yayınları Ahmet Cemal’in çevirisi ile yayınlar (2012). Diğerini ise Zeplin Yayınları Çağatay Duruk’un çevirisi ile yayınlar (2019). Tercüme eserler ne yazık ki orijinal dilin verdiği anlamdan oldukça uzak oluyorlar. Buna rağmen Ahmet Cemal’in çevirisi kusursuz nitelikte diyebilirim.




Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…

05 Ekim 2019

‘’Bir gün herkes kaçar… Çünkü bazen kaçış bir kurtuluştur’’ derdi Şehriyar… Ve devam ederdi Şehriyar: ‘’İşte bu nedenle kimisi bir başak ülkeye, bir başka diyara, bir başka mekâna kaçar kurtulur, kimisi de kendi içine kaçar; kendi ülkesinde sürgün olup, kendi içine sürgün edilir kurtulur... Ancak, kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve daha acımasızdır.’’

İnsan ister bir başka ülkeye, diyara veya mekâna kaçsın, isterse de kendi içine kaçsın, oraya sürgün edilsin her zaman zordur bu kaçışlar… Tarih bunun örnekleriyle doludur… ‘’Türkler geliyor’’ diye Balkanlardan Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar ve daha niceleri Avusturya’ya doğru kaçmışlar… Sonra tersine dönmüş bu kaçış… Ruslar, Avusturyalılar, Bulgarlar, Yunanlar geliyor diye insanlar Balkanlardan, Kafkasya’dan Anadolu’ya kaçmış… Bugün Adana’da hala ‘’Kaç kaç olayı’’ hafızalardadır; Fransız ve işbirlikçisi Ermeniler geliyor diye Adana halkı Toroslara doğru kaçmış. (10 Temmuz 1920) (Daha önceleri yazmıştım bu ‘Kaç Kaç Olayı’nı bu sayfalarda) Hitler’den Yahudiler, aydınlar kaçmış dünyanın dört bir yanına… Günümüzde de Suriye’den kaçanlar var, Irak’tan, Afganistan’dan kaçanlar var… Ülkesinden kaçanlar var…

Bunların dışında, Şehriyar’ın söylediği gibi, bu sürgünlerden, bu kaçışlardan her zaman daha zor, daha acımasız olan kendi ülkesinde sürgün olup da kendi içine kaçanlar, kendi içine sürgün olanlar var… Genellikle bu kaçışlar, bu sürgünler sessiz sedasızdırlar, pek bilinmezler…

Böylesi kendi içine sürgün edilenleri hatırlıyorum... Bunlardan hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine (‘’İç Kale’’ deyimi Goethe’ye ait) kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’i hatırlıyorum… Onun bu kaçışı esnasında yazdığı meşhur eseri ‘’Denemeler’’ini ve Stephan Zweig’in Montaigne’inin üzerine yazdığı biyografisini hatırlıyorum…

Zweig denince, Zweig’in kendisinin de kaçanlardan olduğunu hatırlıyorum… Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelen Zweig, çağının vahşetine ve dehşetine daha fazla dayanamaz: 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Zweig ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu ve sonsuz bir uykuda bulurlar.

Zweig’ın son yazısının “Montaigne”in biyoğrafisi üzerine olması da tesadüf değildir… Mezhep savaşlarından, büyük katliamlardan, bağnazlıklardan kaçan Montaigne’in benzer nedenlerle çağının vahşetinden kaçan Zweig’in radarına girmemesi mümkün değildir…

Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi Charles Baudelaire’i ve onun "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirini hatırlıyorum... Ahmet Hâşim’i ve onun en güzel eseri ‘’O Belde’’yi ve ‘’O Belde’’nin hayal ürünü güzel, ince, saf, leylî, masum, ince, huzur veren ve gözlerinde hüzün ve sükûn olan kadınlarını hatırlıyorum… ‘’Ütopya’’nın yazarı Thomas More’u hatırlıyorum… Bunları hatırladıkça ütopyadan distopyaya geçişin dehşetini ve hüznünü ben de yaşıyorum…

Ancak bu saydığım isimlerin içe kaçışlardan da ortaya bir sanat, bir edebiyat, bir felsefe ve bir aydınlanma çıkıyor… Çünkü kendi içine sürgün olanlar, kendi iç kalelerinde yaşayanlar da hep kendileri ile diyalog halinde oldukları için bu diyaloglar da edebi, felsefi ve sanatsal oluyor… Bu diyalaog için Montaigne şöyle diyor: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Bu iç kale de kişinin, sanatı ile edebiyatı ile felsefesi ile aydınlanması ile vahşi dış dünyanın etkilerinden korunduğu gerçek bir kale haline geliyor. Böylesi bir iç kale ise Ahmet Cemal’in kaleminden, Stefan Zweig’ın Montaigne’ye yönelik yorumunda şöyle veriliyor:

‘’Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür ‘iç kale’ inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.’’

Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar.

Bu insanlar, dış dünyanın vahşetinden kaçarken iç dünyalarıyla, iç kaleleriyle, ütopyalarla daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyayı ararlar... İnsanı insan yapan arayışlar işte bu iç kalelerde, bu ütopyalarla zenginleşir, anlam kazanır… Bu konuda klasik geleneğin önde gelen temsilcileri arasında kabul edilen Nobel ödüllü Fransız yazar Anatole France şunu söyler; “eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı...”

İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesidir bu iç kaleler, bu ütopyalar... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldızıdır iç kale ve ütopyalar…

Ancak unutuldu gitti iç kaleler, ütopyalar.. Şimdi ‘’ütopik’’ diye alay konusu edilir oldu ütopyalar… Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Ağaçların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı hatta teşvik ettiği bir distopya var…

Tevfik Fikret’in “Kanun kanun diye kanun tepelendi” dizelerin­deki gibi, “demokrasi, demokrasi, demokrasi’’” diye diye insanların ve insanlığın tepelendiği bir yerdir distopya… Kapitalist dünyanın; değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede de lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İşte kaçış, içe kapanış, iç kale, ütopya bu distopyadan bir kurtuluştur…

Yaklaşık iki aydır yoktum bu ortamda... ‘’Güz aylarında görüşmek üzere’’ deyip ayrılmıştım… Yazmıyordum… Geçmiş zamanlarda da zaman zaman böyle ara vermişliklerim vardı… Bu yokluklarımda kimi zaman mekân değiştirir başka diyarlara giderdim, kimi zaman da kendi iç kaleme kapanırdım kimseciklere gözükmeden, fark ettirmeden, hissettirmeden. Bu zamanlarda da diğer zamanlara göre daha çok kitap okurdum... Yazdığım zamanlara kaynak olsun diye…

Bu sefer de öyle oldu… Ancak bu sefer diğer zamanlardan daha farklı olarak daha az kitap okudum, kendi iç kaleme daha çok sığındım, daha çok kaçtım, daha çok kendime odaklandım, daha çok içime kapandım… Bunda da sanırım son zamanlarda yaşadıklarım etkili olmuştur diye düşünüyorum…

Dışa kaçışları, sürgünleri, tehcirleri, göçleri herkesler biliyor… Ancak sessiz sedasız yaşanılan içe kaçışlar, içe kapanışlar pek bilinmiyor… Güz de geldi işte… Yazılarıma yeniden başlarken bu içe kaçışlardan, içe kapanışlardan başlamak istiyorum… Daha önceki yazılarımda Baudelaire’i ve Ahmet Hâşim’i ve onun ‘’O Belde’’sini anlatmıştım. Şimdi de önce kendi ‘’İç Kale’’sine kapanan Montaigne’yi, sonra ‘’Ütopya’’sı ile Thomas More’u ve son olarak da sık sık kaçtığım kendi ‘’iç kale’’mimi, kendi dünyamı, kendi gezegenimi, kendi ütopyamı birer örnek olarak anlatmak istiyorum…

Sizleri de uzun uzun yazılarımla sıkmamak için de bu kaçışları, içe kapanışları anlattığım yazılarımı da tefrika halinde arda arda, ayrı ayrı vermek istiyorum…

Bu yazıların; yaşadığı çağdan, dünyadan ve bu distopyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir yazı serisi olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN




Altın Post 

02 Ağustos 2019

Kazdağları’nda altın arama ruhsatı alan bir Kanada Alamos Gold şirketi Kirazlı Atikhisar bölgesinde 195 bin ağacı kesiyor… Demirtepe Altın madeni ve Açık Ocak İşletmesi de Havran Büyükşapçı bölgesinde 6 bin 886 dönüm olan bir bölgede altın çıkarmak amacıyla binlerce ağacı kesmek için gün sayıyor… Karaçam ormanlarıyla kaplı olan maden sahasında yine binlerce ağaç kesiliyor, devasa atık havuzlarının açıldığı alandaki doğal hayat yaşanmaz hale geliyor... Bu haberler yeni… Ancak on yıldan beridir Ege dağları, çam ormanları ve buradaki doğal hayat altın madeni için talan ediliyor, yok ediliyor…

Bu ‘’altın’’ sevdası bana mitolojide geçen ‘’Altın Post’’ hikâyesini hatırlatıyor…

‘’Altın Post’’ Yunan mitolojisinde zenginliği ve iktidarı sembolize eden ‘’post’’un adıdır. 

Antik çağda günümüz Yunanistan’ın tam da ortasında Ege sahilinde Boeotya isminde bir krallık vardır. Boeotya Kralı Athamas'ın da Phrixus isminde bir oğlu ve Helle isminde bir kızı vardır… Boeotya Kralı Athamas'ın karısı Nephele öldükten sonra üvey anneleri Ino bu çocukları istemez... Ino tuzak kurarak tarlalara zararlı maddeler döktürüp ürünlerin zarar görmesini sağlar. Kral bu beladan nasıl kurtulacağını sordurmak için danışmanlarını Delphi'ye kutsal rahiplere gönderir. Kraliçe danışmanlara rüşvet vererek çocukların kurban edilmesi yanıtını krala vermelerini sağlar. Kral Athamas çocuklarını kurban etme konusunda tereddüte düşer fakat rahip danışmanlar kurban konusunda ısrar ederler. Çocuklarını kurban etmek üzere yakınlardaki dağa götürür, bu arada olup biteni cennetten seyreden öz anneleri Nephele tanrılardan çocuklarını korumak için altın postlu bir koç kurban (Aries) yollamalarını diler.

Koç onları almaya gelir ve sırtına alarak Asya'ya (Anadolu) doğru uçmaya başlar. Ne yazık ki Çanakkale Boğazı'nın üzerine geldiklerinde küçük kız Helle aşağıya düşer. Antik Yunanistan'da Çanakkale Boğazı'nın ‘’Hellespoint’’ olarak adlandırılması bu hikâyeden kaynaklanır... Phrixus yoluna devam eder, koç onu güvenle günümüz Gürcistan bölgesindeki Kolkhis diyarına bırakır. Phrixus koçu Zeus'a kurban ederek koçun altın postunu Gürcü Kralı Güneş Tanrısı'nın oğlu Aietes'e sunar. Aietes de Altın Post'u Ares Korusu'ndaki kutsal bir meşe ağacına asar. Post ağacı saran ve hiç uyumayan devasa Kolkhis Ejderhası tarafından korunmaktadır.

Kendilerine Argonotlar denilen aralarında Herakles (Herkül), Orpheus, Aşil'in babası Peleus'un da bulunduğu bir grup cesur genç ve liderleri Yason (Jason), gemi ustası Argos'un yaptığı elli beş kürekli bir gemiyle bu postu ele geçirmek için Yunanistan’dan Kolkhis ülkesine doğru yola çıkarlar. Uzun ve çok zor bir yolculuktan sonra Kolkhis krallığına varırlar. Kral Aietes, Yunan kahramanları öfkeyle karşılar ve gelmelerinin nedenini öğrenir. Aietes, Yason’un öne sürdüğü şartlarını yerine getirmesi halinde “Altın Post”u Yunanlara vermeye karar verir. Aietes, Yason’a yerine getirmesi imkânsız görevler verir.

Ancak bu arada Aietes’ın kızı Medea ilk görüşte Yason’a âşık olur. Yason, Medea’nin yardımıyla bütün görevleri başarır ve Yason, Aietes’ten Altın Post'u ister. Kral, Yunanlara kimin yardım ettiğini hemen anlar ve Altın Post'u vermeyeceğini açıklar. Bunun üzerine Yason, postu çalmaya karar verir. Ne var ki yine Medea’nın yardımı gerekir. Kralın kızı Medea, kardeşini öldürmek pahasına altın postu Yason'a teslim eder ve onunla bir daha geri dönmemek üzere ülkesinden ayrılır… Aietes, postun çalındığı ve kızının kaçtığını öğrenir öğrenmez, hemen ordusunu toplar ve Yunanların peşine salar ama askerler Altın Post'u geri almayı başaramazlar.

Yason ve Medea Altın Postla birlikte İolkos'a dönerler. Yason ve Medea Burada evlenirler. Yason, Medea ile sadece altın postu ele geçirmek için evlenmiştir. İki oğlan çocukları olur. Ancak, Korint kralı Kreon kızını da Yason'la evlendirmek ister. Yason da buna hayır demez çünkü sonunda tahtın varisi olacaktir. Yason ucunda tahtın olduğunu öğrenince Medea’yı terk eder.

Bu evliliği engelleyemeyen Medea, aşkıyla orantılı bir öç alma yolu tasarlar. Düğün armağanı olarak zehirli bir büyülü şal göndererek hem kral kızını hem de onu kurtarmak isteyen kralı öldürür… Medea, Yason'dan da öcünü akıl almaz biçimde alır: Kendi çocuklarını öldürür. Sonrasında da Medea, Güneş tanrısının hediye ettiği ateşten atların çektiği arabayla bir daha dönmemek üzere göklerde kaybolur.

Bu efsane hakkında Antik Yunan’da ilk yazan Atina’nın yetiştirdiği üç büyük tragedya şairi arasında yer alan Euripides’tir. (MÖ 484 - 406) (Euripides, Medea, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2014)  Bu efsane hakkında daha sonra da Roma’da Seneca, Euripides’in metnini esas alıp tekrar yazar. (Seneca, Medea, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2013) Her iki yazar arasında trajedinin sonu hakkında küçük farklar vardır.

Şimdi de bir başka efsaneye geçelim: Atlantis efsanesine…

Efsane şöyle başlar: Zamanımızdan 11.500 yıl kadar önce bir kıta ülke vardır. Bu ülke, insanlığın, özellikle beyaz-ari ırkın doğduğu ve çok üstün bir uygarlığa yükseldiği Atlantis isminde bir adadır. Atlantisliler, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi’ne yaptıkları seferler ile ora halklarına bu uygarlıklarını aşılar ve koloniler tesis ederler. Bir gün çok şiddetli bir deprem sonucu Atlantis adası tamamıyla sulara gömülerek yeryüzünden silinir gider…

Zamanımızdan 2400 yıl kadar önce yaşamış olan eski Atinalı filozof-düşünür Eflatun (Platon) (MÖ 428-348), Atlantis Efsanesini ilk yazan kişidir… Birçok bilim adamına göre Atlantis, Akdeniz’de veya Ege’dedir.  Hatta Atlantis’in Çannakkale’de, şimdiki Truva altında olduğunu iddia eden İsviçreli bilim adamları vardır. Atlantis gibi gelişmiş bir uygarlığın ise hammadde ve maden kaynaklarına ihtiyacı vardır. Bu kaynağın merkezini ise Kafkasya oluşturmaktadır. Hatta Truva’daki Atlantis’ten Kafkasya’ya kara yolu bile vardır. Ancak Karadeniz havzası sular altında kalınca bu yol da Karadeniz’in altında kalır. İsviçreli bilim adamları bu yolun haritasını bile çizer…

Her iki efsanede de ortak noktalar vardır:  Ege, Çanakkale (Hellespoint), Kafkasya, Altın Post... Demem o ki ‘’Altın Post’’ ve ‘’Medea’’ efsaneleri belki de birer simgedir. Belki de Ege’den Kafkasya’ya yapılan maden aramacılığı ve maden ticareti hikâyeleştirilip efsaneleştirilerek böylesine anlatılmıştır…

’Altın Post’’ Yunan mitolojisinde zenginliği ve iktidarı sembolize ederdi... Belki de ''Altın Post'' hikâyesi; zenginliği, hırsı, aç gözlülüğü, para düşkünlüğünü, doğa düşmalığını ve bunların sonucundaki felaketi simgeler... Çünkü ‘’Altın Post’’ ve ‘’Medea’’ hikâyelerinde de anlatıldığı gibi bu altın aramacılığının sonu hiç de iyi bitmemiştir.

Euripides ‘’Medea’’ tradejisini şöyle bitirir:

“Çok şey karışır Zeus Olympos Dağı’nda
ve beklenmedik birçok karar verir tanrılar.
Olması beklenenler gerçekleşmezken
olmazları mümkün kılarlar.
İşte bu öykü de öyle bir sonla bitti.”

Yunan Şair Yannis Ritsos ‘’Her Zaman En Başta Özgürlük’’ (Kırmızı Yayınları, 2010) isimli şiir kitabında bu efsaneye de yer vererek ‘’Altın Post’’ isimli şiiri yazar. (s. 82)

Altın Post

‘’Ne yapacaktık altın postu, -yeni bir sınama- en büyüğü belki; 
ölümler, Symplegaslar, kırımlar; ve Herakles Mysia’da, unutulmuş, 
ve pınarda boğulmuş güzel Hylas; ne yeni bir kürek var ne de

dinlenme. Kolkhis, Aietes, Medeia. Bakır bacaklı boğa. 
İksir ve yararsız boğuşmalar. Ve sonra Apsyrtos; parça parça,
o, babasının denizden topladığı. 
                                       Ve o post-
çoktan erişilmiş amaç, bir başka korku: bir ölümlü ya da
           Tanrı çalmasın diye senden, 
bazen elinde tuttuğun, altın tüyler aydınlatsın geceni, 
bazen omuzlarında, tepeden tırnağa aydınlatsın seni, 
            göstersin diye seni – hedefini
hem onların hem bunların; ve bırakmayan seni bir an olsun gölgede, 
senin olan küçücük bir köşede gizlenmeye, soyunmaya ve var olmaya.
Ama bu altın (dediğimiz gibi) işkence olmasaydı ne olurdu hayatımız?’’

Bizden gazeteci yazar Mine Söğüt de ‘’Gergedan’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2019) isimli eserine Yannis Ritsos şiirinde geçen ‘’Altın postu ne yapacaktık biz?’’ sorusuyla başlar…

Ve devam eder Mine Söğüt kitabında: ‘’Sahi Altın Postu ne yapacaktık biz? Binlerce yıldır süren bu tantana ne içindi? Artık sebebini bile hatırlamıyoruz ama kafamızda o postu ele geçirme hırsıyla doğuyoruz. O hırs uğruna ölüyor, öldürüyor ya da daha küçük günahlarla hedefimize ilerliyoruz. İktidar hırsımız ve bu süreçteki Makyavelist tutumumuz tarih boyunca değişmeden sürdü. Ama neden?’’

Mine Söğüt kitabında bu sorusuna yine kendisi cevap veriyor: “Soru sormam hayat belirtisi ama ille de bir cevap istemem aptallık.” (s. 78)

Halil Cibran’ın deyişi ile ‘’Her bir ağaç yeryüzünün gökyüzüne yazdığı şiirdir.’’ Yüzbinlerce ağacı kesip, doğal hayatı, cennet vatanı yok edip de sahi, kazandığımız altın postu ne yapacaktık biz? Mine Söğüt'ün cevabı gibi soru sormam hayat belirtisi ama böylesi bir anlayıştan da ille de bir cevap istemem aptallık!

Osman AYDOĞAN

Fernand Braudel ve Akdeniz

01 Ağustos 2019

Fernand Braudel (1902– 1985), benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçidir. Asıl tahsili coğrafya üzerinedir. Ancak 1923'te Sorbonne'da tarih bölümünden de mezun olur. Mezuniyetini müteakip değişik okullarda ders verdikten sonra Nazilerin 1940'ta Fransa'yı işgali sırasında Fransız ordusunda teğmen olan Braudel, Almanlar tarafından tutuklanarak Lübeck'te bir esir kampına gönderilir.. 1945 yılına kadar orada kalır…

Savaş esiri olarak Almanya’da geçirdiği beş yıl içinde, 1949’da yayımlanacak olan doktora tezini hiçbir kaynağa başvurmadan yazar: ‘’La Mediterranée et le monde mediterranéen à l’époque de Philippe II’’ (‘’İkinci Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’’, Doğu Batı Yayınları, 2018). Bu tezle 1947'de Sorbonne Üniversitesi'nce doktora derecesine değer görülür. Braudel bu eserinde 16. yüzyılda İspanya ve Osmanlı imparatorlukları arasında 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'yla noktalanan mücadeleyi, dönemin tarih, coğrafya, tarım, teknoloji ve düşünsel çerçevesi içinde ele alır…

1946'da Marc Bloch ile Lucien Fèbvre’in kurdukları Annales dergisinin yayın kuruluna seçilir.  Görüşlerini bu dergi vasıtasıyla yayar. Zamanla bu görüşlere ‘’Annales Okulu’’ adı verilir… Collège de France’da hocalık yapar… İkinci büyük eseri olan ‘’Civilisation Matérielle et Capitalisme 1400-1800’’ (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996) yayınlanır. Bu kitap Braudel’in olgunluk eseridir.

Bilim dünyasına olan katkılarından ötürü Brüksel, Oxford, Madrid, Cenevre, Floransa, Varşova, Cambridge, Sao Paolo, Padova, Londra, Chicago, Saint-Andrews ve Edinburgh üniversiteleri ona fahri doktorluk unvanı verilir…

Fernand Braudel üç cilt halinde kendi ülkesi Fransa’nın tarihini yazarken Kasım 1985 yılında hayatını kaybeder…

Braudel, bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden biri haline gelir… Braudel, coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci de tarihin öznesi haline getirir. Gerek zaman gerekse mekân algısını kökünden sarsar… Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir. Mekân algısı ise, Akdeniz'in sınırlarının konudan konuya göre değişiyor olmasıdır, yani Braudel’in anlattığı sabit bir Akdeniz bölgesi yoktur.

Braudel’e göre tarihçinin görevi sosyal ve tarihi değişim sürecinin bütünlüğünü yakalayabilmektir. Braudel’e göre tarih; hızlı değişenden (olay) çok yavaş değişeni (olgu) araştırılan bir bilim dalıdır. Braudel’e göre bilim de ekonomi ve sosyal gelişmeyle ilerler.

Braudel’in bu görüşünü bizden Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Braudel’in bu görüşleri; Halil İnalcık, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi Türk tarihçilerini de etkiler… Bu sayede ülkemizde geleneksel siyasi tarihten “ekonomik ve sosyal tarih”e geçiş Ömer Lülfi Barkan’la başlar, Halil İnalcık’la devam eder... İşte tam da bu nedenle Halil İnalcık, Braudel gibi düşünerek, “Osmanlı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme geçişini anlayamadı” diye yazar. (Merkantilizm yani ticaret devrimi, sermaye birikimi...) Çünkü Braudel, daha 1700’lü yıllarda İngiltere’de “Artık hiç kimse kasalarda para tutmamakta, cimriler bile varlığını (piyasada) dolaştırmakta” diye yazar. (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996)

Braudel, ilgi alanı olan Akdeniz nedeniyle Osmanlı tarihine de büyük ilgi duyar…

Braudel, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi başına bir ekonomi-dünya oluşturduğunu yani siyasi ve coğrafi sahası içinde kendine yeterli bir ekonomik birim meydana getirdiğini söyler.  Ancak Braudel’e göre bu yeterlilik Osmanlı ekonomisinin durgun kalmasına, uzun zaman dilimi içinde pek fazla değişim göstermemesine yol açar… Braudel’e göre "Osmanlı İmparatorluğu büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi"dir…

Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  

Braudel’in vefatından ancak on üç yıl sonra yayınlanabilen bir kitabı var: ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ (Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, 2016) Bu kitabın Akdeniz’i ve çevresini, hatta Akdeniz’de günümüze kadar uzanan sorunları tanımak için önemli bir kaynak olduğunu değerlendiriyorum…

Braudel bu kitabında Akdeniz’i tarih öncesinden ele alır. Önce Akdeniz tabanının ve çevresindeki dağların oluşumunu anlatır. Braudel, insanın Akdeniz’deki evrimine de yer verdiği eserinde bölgenin coğrafyasının ve ikliminin binyıllar içinde yarattığı etkileri anlatılarak imparatorlukların doğuşuna yol açan tarım, yazı, deniz yolculuğu ve ticareti anlatır. Braudel eserinde Fenikelileri, Etrüskleri, Yunanlıları, Romalıları, Mezopotamya ile Mısır'ın kuruluşlarını, bunların birbirleriyle ilişkilerini ve tüm bu uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarını anlatır.

Braudel, Akdenizi, dağları anlatırken, deniz kıyısında yaşayanlarla dağlarda yaşayanlar arasında bitmeyen tarihi kavgayı da anlatır. Bu kavga için Braudel şu ifadeyi kullanır: “Dağlıların baskınları, tüm çağlarda, tüm deniz kıyısı bölgelerinde sıradanlaşmış bir dramdır. Hayat, meşe palamutu veya kestane yiyen, yaban hayvanı avlayan, post, deri, sığır veya koyun satan, her an ayağını kaldırıp göç düzmeye hazır bekleyen yukarı ülke insanlarıyla; toprağa bağlanmış, bazıları kullaşmış, diğerleri üstünleşmiş, topraklara, kumanda mevkilerine, ordulara, şehirlere, denizleri dolaşan gemilere hükmeden aşağı ülke insanlarını tekdüze bir biçimde karşı karşıya getirir hep... Kanaatkâr yüksekliklerin karı ve soğuğuyla portakal ağaçlarının ve uygarlıkların çiçeğe durduğu alçak diyarlar arasındaki bu diyalog günümüzde bile tamamen sona ermemiştir.” (s.25)

Braudel’e göre Akdeniz, eski dünyanın merkezidir, tam kalbinde yer alır. Bu “kaderinin en büyük özelliğidir”; Avrupa, Asya, Afrika kıtaları ve bu kıtalarda yaşayan insanlar Akdeniz’in etrafında birleşir. Braudel bu düşüncesini kitabında şöyle ifade eder:  “Bu insanlık tarihi sonu gelmez bir biçimde akıp Akdeniz’e kadar geldiği ve düzenli olarak onun kıyılarında durduğu için, Akdeniz’in o kadar erken bir dönemden başlayarak dünyanın canlı merkezlerinden biri haline gelmesinde ve kendisi için bir yankılanma alanı oluşturan bu üç masif kıtayı onun da etkilemiş olmasında şaşılacak bir yan yoktur.” (s.36)

Braudel kitabında Mezopotamya, Mısır, Ege, Kuzey Afrika, Güney Avrupa kıyılarını ve adaları tek tek ele alır, bölgenin coğrafyasının ve iklimin binyıllar içinde yarattığı etkiyi ve insanların tarih sahnesine çıkışı anlatmaya çalışır... Kitap, Akdeniz’e farklı bir bakış açısı sunar… Bu kitap okununca günümüzde adı sıkça geçen ‘’Doğu Akdeniz’’ daha iyi anlaşılır…

Braudel bu kitabında bir de ilginç bir konuya da değinir. Bizler genellikle Rönesans ve reform hareketlerinin ve bunun sonucu olarak teknolojik gelişmenin devrimsel bir dönüşüme yol açtığını biliriz. Ancak Braudel teknolojik gelişmeyi doğrudan Rönesans ve reformlara bağlamaz. Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesinde köleci zihniyeti suçlar. Braudel’e göre kölelik, sadece bir cinayet değil, aynı zamanda insanlığı yerinde saymaya mahkûm etmiş bir hatadır ve her türlü teknolojik devrimi baştan engellemiştir. Çünkü Braudel’e göre köleler varken, buharla çalışan makinelere ihtiyaç duyulmaz… Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesini ‘’Spartacus’un öcüdür” (*) diye anlatır…

Konu Akdeniz’e gelmişken bu konuda okunması gereken bir kitaptan daha bahsetmek istiyorum. Bu kitap; uzun yıllar İstanbul’da yaşayan, Türk tarihini çok iyi tanıyan ve anlatımında olabildiğince tarafsız olan İngiliz yazar Roger Crowley’in ‘’1453 Son Büyük Kuşatma’’ (April Yayıncılık, 2006)  isimli kitabının devamı niteliğinde yazdığı ‘’İmparatorların Denizi Akdeniz’’ (April Yayıncılık, 2011) eseridir. Roger Crowley, bu eserinde Akdeniz’deki büyük imparatorlukların çatışmalarını kaynaklarla destekleyerek bir romancı gibi anlatır. Roger Crowley, bu eserinde Mağrip'te Barbaros ve Oruç kardeşleri, Turgut ve Uluç Ali reisleri, Venedik'i, Akdeniz kıyılarına korku salan azılı ve acımasız korsanları anlatır…

Yaz tatilindeyiz ya... Okunacak kitap arıyorsanız eğer, size epey bir ipucu verdiğimi düşünüyorum…

Osman AYDOĞAN

(*) Spartaküs Roma döneminde yaşamış Trakyalı bir gladyatördür. Köleliğe karşı duran, efendilere boyun eğmeyen bir özgürlük savaşçısı, bir özgürlük kahramanıdır. . Roma’ya karşı bir isyan başlatır. Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşan isyan ordusu ile yıllarca İtalya yarımadasında Roma’ya karşı savaşır… MÖ 73-71 yılları arasında yaşanan, üç yıl süren bu isyan Roma Cumhuriyeti'nin antik dönemde karşılaştığı üçüncü ve en büyük köle İsyanıdır. Spartaküs, kendilerine karşı gönderilen sayısız orduyu yener,  Roma Cumhuriyeti'nin yönetim sistemini kökünden sarsar... Ancak Spartaküs yaklaşık üç yıllık mücadelenin sonunda Roma ordusuna yenilir… Romalı General Pompeius ayaklananların çoğunluğu öldürülür.., Romalı General Marcus Licinius Crassus da tutsak aldığı 6000 isyancıyı Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirir.. Ancak Spartaküs’in canlı veya ölü kendisi asla bulunamaz. …

Spartaküs tarih boyunca ezilenlerin, tüm haklı başkaldırıların sembolü olur… İsyanının eşitlikçi ve özgürlükçü karakteri nedeniyle Spartaküs özellikle sol literatürde sembol bir isim olarak yer alır. Bu sitede ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ni anlatırken bahsettiğim, Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı da ‘’Spartaküs Birliği'’dir.




Monşerler!

31 Temmuz 2019

30 Temmuz 2019 tarihli Resmi Gazete’de pek kimseciklerin dikkatini çekmeyen bir yönetmelik yayınlandı: ‘’Dışişleri Uzmanlığı Yönetmeliği ile Dışişleri Bakanlığı Memurlarının Yurtdışına Sürekli Görevle Atanmasına ilişkin Yönetmelik’’

Bu yönetmelik, Dışişleri Bakanlığı merkez teşkilatında görev yapan uzman yardımcılarının mesleğe alınmaları ile uzmanlığa atanmaları konularını düzenliyor. Önceki yönetmeliğe göre Dışişleri Bakanlığı’na uzman yardımcılığı giriş sınavı ve uzman yardımcılarının uzman olmasına karar veren yeterlik sınavı kurullarının üyeleri, Dışişleri Bakanı tarafından ‘’büyükelçi’’ veya ‘’elçi’’ unvanı taşıyan meslek memurları arasından seçiliyordu. Yeni yönetmelikte sınav kurulu üyelerinin elçi unvanı taşımaları zorunluluğu kaldırıldı. Yeni yönetmelikte bu madde “Kurul başkanı, vekili ve üyeleri bakanlık görevlileri arasından bakan tarafından belirlenir” şeklinde düzenlendi.

Biliyorsunuz görevdeki iktidar işbaşına geldiğinde Dışişleri Bakanlığının mevcut yetişmiş, nitelikli personeli, özellikle büyükelçiler önce ‘’monşer’’ denilerek aşağılandı, dışlandı… Sonra da mevzuat değiştirilerek Dışişleri Bakanlığı’na dışarıdan büyükelçi atanması sağlandı… Bu yönetmelik ile de Hariciyenin hafızası olarak bilinen mevcut büyükelçiler, bakanlığa personel alım süreçlerinden dışlanmış oldular…

Mademki söz Dışişleri Bakanlığından ve büyükelçilerden açıldı ben de onlarla ilgili birkaç anımı burada paylaşayım istedim...

Ama önce bir kitap ve tarih… (Bu adamın da ‘’tarih’’ ve ‘’kitap’’ takıntısına gıcık oluyorum ya neyse!) Önce ‘’Monşer’’leri anlatan bir kitaptan bahsetmek istiyorum:

Bernard Lewis (d.1916, Londra), İngiliz asıllı ABD'li tarihçidir. Kendisi günümüzde halen yaşayan en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıdır. Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” (Arkadaş Yayıncılık, 2014) adı ile yayınlanır.  Bernard Lewis, kitabında tanık olduğu olaylarla kendi hayatını da anlatır. Bu kitapta geçen Türkiye ile ilgili bazı bölümler:

Bernard Lewis’e Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır… “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s. 32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "… tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."

Bu Türk dış politikasının birinci sorunudur… Muhataplarınız hep Türk kaynakları dışından beslenmişlerdir. Ben bu sorunla özellikle Viyana’da çok karşılaştım…

1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde Dışişleri Bakanlığına gönderilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi ise Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s. 57)

1939 yılında Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun idrakine, farkına varan bir yönetim, pardon ‘’monşer’’ anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz anlaşılır gibi değildir…

Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s. 57) Bu ise bazı Tarih bilmezlerin dudak büktükleri ‘’monşer’’ diye aşağıladıkları genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturu idi…

Bernard Lewis’i ve kitabını burada bırakayım…

Gerek Almanya’da gerekse de Viyana ve Slovenya’da Türk Dışişleri Büyükelçileri ve personeli ile beraber çalıştım… Büyükelçiler, Lewis’in bahsettiği Tevfik Rüştü Aras gibi değerli, kaliteli ve nitelikli elçilerdi. Ben Almanya’da iken Büyükelçi Onur Öymen idi… Hamburg Konsolosu Ülkü Başsoy idi... Ben Avusturya’da iken de Viyana Büyükelçisi Ömer Akbel idi... (TRT eski spikerlerinden Can Akbel’in kardeşi idi… 2015 yılında vefat etti… Allah rahmet eylesin) Akredite olduğum Slovenya’da ise Lübliyana Büyükelçisi Halil Akıncı idi. (Büyükelçi Halil Akıncı daha sonraları 2008-2010 yılları arasında Moskova Büyükelçiliği yapmıştı)… Büyükelçi Ömer Akbel ile Büyükelçi Halil Akıncı 1999 ve 2001 yıllarında kendileri ile beraber çalıştığım ve kendilerini yakından tanıdığım mükemmel hariciyecilerdi…

Büyükelçi Ömer Akbel ile ilgili iki olayı anlatmak istiyorum:

Sözde Ermeni soykırım tasarısı Avusturya meclisine gelmişti. Oylama öncesi Büyükelçi Ömer Akbel, Avusturya Dışişleri Bakanı ile görüşmüştü. Avusturya Dışişleri Bakanı’nın Büyükelçi Ömer Akbel’e verdiği cevap şöyleydi: ‘’Sayın Büyükelçim, müsterih olun. Ben Bakan olduğum sürece bu tasarı Avusturya Meclisinden geçmeyecektir.’’ Ve bakanın söylediği gibi tasarı Avusturya meclisinden geçmedi…

Yine Büyükelçi Ömer Akbel ile beraber o zamanki Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı ve AP Türkiye Röportörü olan Hannes Swoboda ile aynı masada beş saat süreyle bir görüşme yapmıştık… Hannes Swoboda benim misafirimdi, benim için Brüksel’den Viyana’ya gelmişti... Hannes Swoboda derinliği olan ve Avrupa'da saygın bir yeri olan bir politikacıydı… Büyükelçi Ömer Akbel, Hannes Swoboda ile olan bu görüşmede ferasetini, bilgisini, kalitesini konuşturmuş, Swoboda'yı kendisine hayran bırakmıştı... Büyükelçi Ömer Akbel'in kalitesini bu görüşmede bir kez daha anlamıştım…

Bu anlattığım Hariciyeciler ''Monşer''diler... Gelelim günümüz Dışişlerine… Yani günümüzün ‘’monşer’’ olmayan Dışişlerine…

Sadece tanık olduğum bir olayı anlatacağım… Hani Napolyon’a atfen anlatılan bir fıkra vardı ya: Napolyon, komutanına sormuş; "Savaşı neden kaybettik?.." Komutan cevaplamış; "Asaletmeap, üç tane sebebi vardır!.." Napolyon sormuş: "Nedir bunlar!.." Komutan başlamış anlatmaya; "Bir, barutumuz bitmişti!..." Napolyon konuşmayı kesmiş; "Yeter, başka söze gerek yok, konu anlaşılmıştır!.." Ben de bu olayla konunun anlaşılacağını ve Türk Dışişlerinin ne halde olduğunu anlamak için başka söze gerek olmadığını düşünüyorum:

Yıl 2010… Sonbahar aylarıydı. Yeni emekli olmuş, evim de Ankara’da olduğu için ben de Ankara’ya taşınmıştım. Her zaman ve her yerde olduğu gibi öğretmen olan eşimi ulaşımın olmadığı dağ başında uzak bir okula vermişlerdi. Ben de Milli Eğitim camiasından tanıdığım bir arkadaşım aracılığı ile Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan’dan bir randevu almıştım. (Kamil Aydoğan, yakın zamanda vefat etti. Aydın bir insandı. Daha önce İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü yapmıştı. Kendisini oradan tanıyordum. O görüşmemizde söz vermesine rağmen işimizi yapmamıştı. Zaten kimse de yapmadı. Eşim iki yıl yollarda eziyet çektikten sonra emekliliğini istedi.)  

Eşimle beraber randevu zamanında Kamil Bey’in makamına geldik. Kamil Bey bizi içeri odasına davet etti. Eşimle içeri girdik. Tam söze başlayacağız sekreteri odaya girerek ‘’diğer misafiriniz de geldi efendim’’ diye söyledi. Kabil Bey bizden izin isteyerek bu misafiri de odaya kabul etti..  

İçeriye ütüsüz pantolon, buruşuk bir ceket, kravatsız, hafif sakallı, hafif göbekli bir tip girdi… Sanki uzun yoldan gelmiş bir kamyon şoförü gibiydi. Kamil Bey önce şaşırdı... Belli ki bu kişi beklediği kişi değildi… Kamil Bey bu gelen kişiye hitaben ‘’Siz falanca  Bey misiniz?’’ diye sordu. Gelen kişi ‘’Evet efendim. Ben Dışişleri Bakanlığı Strateji Daire Başkanı falancayım’’ diye cevap verdi… Derdini anlattı… Adam de benim gibi eşi için gelmiş… Kamil Bey eşinin nerede olduğunu sordu. Adam ‘’dışarıda bekliyor’’ cevabını verince Kamil Bey adamın eşini de içeri davet etti. İçeri başörtülü bir kadın girdi…

Tabii ki kimseciklerin kılığını kıyafetini, kılığına kıyafetine bakarak kendilerini yargılamaya hakkım yok… Hani derdi ya Mevlâna: "Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."

Ancak yine de ben Türk Dışişlerinin halini anlamak için başka söze gerek yok diye düşünüyorum… Çünkü gelen kişinin ‘’monşer’’ olmadığı kesindi…

İşte biz böylesine adamlarla yedi düvele düşman olduk… ABD’yi, AB’yi karşımıza aldık… Tüm komşularla kavgalı hale geldik… Bugün için bölgemizin en önemli ülkeleri olan Suriye, İsrail ve Mısır’da büyükelçimiz yok… Bir Katar sevdası nedeniyle Arap ülkelerinin en önemlisi Suudi Arabistan’la, BAE ile papaz olduk… Doğu Akdeniz elden gidiyor haberimiz yok… Daha dün (29 Temmuz 2019) Yunanistan’ın yeni Başbakanı Miçotakis'in Kıbrıs ziyaretinde söylediği; "Yunanistan'ın stratejik hedefi buradaki Türk askerinin işgalini sona erdirmek ve ortadan kaldırmak’’ sözüne karşı Türk Dışişleri Bakanlığının hâlâ verecek cevabı yok!…

Siz ‘’monşer’’ diye Hariciyenin hafızası büyükelçileri hâlâ dışlayın emi… Hani bir Çin atasözü vardı ya: ‘’Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.’’

Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz?…

Osman AYDOĞAN




St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi

30 Temmuz 2019

01 Ağustos 2019 tarihi; 01 Ağustos 1664 tarihinde Avusturya liderliğindeki Avrupa Koalisyon Ordusuyla Osmanlı Ordusunun yaptığı St. Gotthard / Mogersdorf muharebesinin 355. yıl dönümüdür... Bu muharebe pek bilinmez... Bilenler de zaten bu muharebeyi yanlış bilirler...

Osmanlıların Batılı kültür sahasına girmelerinden sonra 14’üncü yüzyıldan itibaren 17’inci yüzyıla kadar Avusturya’nın güneydoğu sınırı boyunca Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında sert muharebeler cereyan eder…

Avusturyalıların kendilerini ve Alman İmparatorluğunu korumaya yönelik Türklerle olan savaşlarında, derinliklerinde iki ayrı dünyanın, iki ayrı yaşam tarzının ve dinin bulunduğu iki kavram çarpışır: Garp ülkesi ve Şark ülkesi, Hıristiyanlık ve İslam, Avrupa ve Asya… Avusturyalılar, Osmanlı Devleti ile yaptıkları bu savaşlardaki her yenilgiyi, diğerlerine göre daha bir korkunç ve her zaferi diğerlerine göre daha bir büyük ve abartılı olarak tasvir ederler…

Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılarak ve abartılarak büyütülen muharebelerden biri de işte bu 01 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard / Mogersdorf muharebesidir. Bu muharebe bütün Batılı kaynaklarda ve özellikle Avusturya kaynaklarında bir zafer olarak algılanarak fevkalade mübalağalarla süslenip bir destan haline getirilir…  

Aslında Saint Gotthard muharebesi Osmanlı İmparatorluğu’nun 1663/1664 yıllarında Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin (Uyvar Seferi) bir muharebesidir. Zaten Avusturya tarihçileri de bu savaşa ‘‘Der Türkenkrieg 1663-1664’’ ismini vermişlerdir.[1] Bu seferde bütün Avrupa’da ‘‘imprenable’’ (düşürülemez) olarak tanınan Uyvar Kalesi ele geçirilir. [2]   Bu sefer içerisindeki Saint Gotthard Muharebesi de Avusturyalıların iddia ettikleri gibi kaybedilmiş bir muharebe değil, büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınamamış bir taarruz harekâtıdır.

Muharebenin Raab Irmağının kıyısında yapılmasından dolayı Osmanlılar tarafından ‘‘Rabe Cengi’’ olarak da adlandırılan bu muharebe için Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[3] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye Saint Gotthard muharebesini âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir… Hâlbuki Avusturyalılar bu muharebeyi Osmanlılara karşı büyük bir zafer olarak görür ve bu zafer (!) bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Halen Avusturya kütüphanelerinde bu muharebe üzerine yazılmış onlarca kitap, Avusturya müzelerinde sergilenen onlarca eser bulunmaktadır.

Osmanlılar tarafından bir müfreze müsademesi şeklinde anılan bu muharebe için var olan Türkçe kaynaklar Avusturya kaynaklarına göre oldukça yüzeysel kalır… Asıl adı ‘’Esfar-ı Osmaniye Hatıraları 1073-75 Seferinin Vekayi-i Esasiyesi - Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu’’ olan, 1910 yılında İstanbul’da Osmanlıca basılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’[4] isimli eseri Türkçe kaynaktaki bu eksikliği gidermek ve Batılıların bu abartısını düzeltmek amacıyla yazılmıştır.

Fındıklılı Mehmet Efendi’nin ‘‘Silahtar Tarihinde’’[5], bir heyet tarafından yazılan ‘‘Mufassal Osmanlı Tarihinde’’[6] , Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ‘‘Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi’’nde[7] bu muharebeden bahsedilir ve Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı[8] ve İsmail Hakkı Danışmend[9] eserlerinde bu muharebeye çok kısa olarak (2-3 sayfa, yarısı da kroki) değinmişlerse de; günümüz diliyle ve anlaşılır ve en kapsamlı olarak bu konuda yazılan tek detaylı eser Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ve Em. General Kemal YÜKEP tarafından yazılan ‘‘Sengotar Muharebesi 1664’’ isimli yayındır.[10] Ne yazık ki bütün Türk bu eserlerin tamamında bu muharebe bir yenilgi olarak zikredilir…

Avusturya tarafından ise bu muharebe üzerine yazılan onlarca kitaba rağmen bu konudaki derli toplu tek eser ‘’Avusturya Askerî Tarih Enstitüsü’’ tarafından yayınlanan ve Kurt Peball tarafından yazılan ‘‘Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664’’ isimli eserdir.[11] Ayrıca Avusturya Harp Arşivi Dairesinde bulunan bizzat Montecuccoli tarafından yazılan eserler[12] de kaynak olarak kullanılır. Bu eserlerden biri Türkçe’ye çevrilir.[13]

Bu yazıdan amaç; ülkemizde pek bilinmeyen, bilenlerin ve yazanların da ne yazık ki yenilgi olarak bildiği ve yazdığı, bir kısım bilenlerin de Avusturya kaynaklarına göre bildiği bu muharebeyi izah etmek ve Avusturya kaynaklarında kendi zaferleri olarak kabul edilen bu muharebede gerçeği ortaya koyarak bu muharebenin bir yenilgi olmadığını hatırlatmaktır.

St. Gotthard muharebesini tarihteki yerine oturtabilmek için kısaca Osmanlının Avusturya'ya yaptığı seferlere bir göz atmamız gerekiyor...

Osmanlının Avusturya’ya yaptığı seferler

Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya’ya karşı yaptığı ilk seferi zannedildiği gibi 1529 yılı değildir. Avusturya kaynaklarında daha 1396 ve 1418 yıllarında Avusturya içlerine yapılan Türk akınlarından[14] bahsedilmektedir. 1453’de İstanbul’un fethinden hemen sonra Osmanlı Akıncıları Avusturya içlerine doğru daha da fazla ilerlerler. Viyana’nın daha batısındaki Klagenfurt’un dış kenarı 1476’da, Drava kıyısındaki Spittal 1478’de, Leoben, Rottenmann ve Graz 1480 yılında Osmanlı Akıncıları tarafından kuşatılır…

Bu akınlardan maksat; bu şehirleri ele geçirmek olmayıp ganimet elde etmek ve istihbarat sağlamaktır… Bazı Avusturya şehirlerinde bu akınların izlerini hâlâ görmek mümkündür. Graz Katedrali’nin güney tarafında soluklaşmış bir fresk İstirya’nın 1480 yılındaki üç sıkıntısını tasvir eder: Bunlar kütü hasat, veba ve Türklerdir. Tasvir de ‘‘Tanrı’nın Gazaplarının Resmi’’ diye adlandırılır. Büyük Venedik Dağı’nda (Grossvenedig) buzullardan birinin adı ‘‘Türk Ordugâhı’’dır. Karenti’de köy çeşmelerinde kimi taştan kimi tahtadan Türk başları hala Türk süvarilerini hatırlatır. ‘‘Çeşme Türkü’’ veya ‘‘Tatar Adamcığı’’ diye çok yaygın bir kavram olarak kullanılır.[15]

Viyana hedeflenerek ciddi olarak yapılan ilk sefer 1528 seferidir. (Bu konuyu geçen hafta anlatmıştım) Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum… Üçüncü sefer ise 1532 seferidir… Geçen haftaki yazımda bu seferi de anlatmıştım.

Viyana olarak hedeflenen dördüncü sefer ise 1663 /1664 Uyvar Seferi’dir. Beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 Viyana seferidir.

Bu yazımda; kimseciklerin pek bilmediği Viyana hedeflenerek yapılan 1663 /1664 Uyvar Seferi’nde yapılan ve Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılıp abartılarak büyütülen 1 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard muharebesini anlatmak istiyorum…

Ama önce bu muharebeden önce yaşanan olayları kısaca özetlemem gerekiyor..

1663 Muharebeleri

1580’lerden 1606’ya kadar süren uzun savaşlardan sonra, Avusturya ve Macaristan ile uzun bir süre küçük çaplı sınır çatışmaları hariç savaş yapılmaz. Habsburg İmparatorluğu Otuz Yıl savaşlarıyla, Osmanlılar da Asya sınırlarında ve Girit’teki savaşla uğraşıyorlar.

Türklerin vasal devlet saydıkları Hristiyan Erdel Voyvodalığı’nda Georg II. Rakoczy bağımsız bir hükümdarmış gibi, kendi başına siyasal eylemlere girmeye başlar. Budin Paşası kendisini yola getirmek üzere üstüne yürüyünce, Rakoczy onu 1658 yılında yenilgiye uğratır… Bunun üzerine Osmanlı sadrazamı rahat edebilmek için vasal beyliği tümüyle ele geçirmek ve burasını bir paşalık yapmak üzere sefere çıkar. Büyük kayıplar pahasına Grosswardein’i (Oradea-Varad) fetheder ve Klausenburg’u (Cluj) kuşatır.

Bu savaşlar Viyana’nın gözünde artık sadece Osmanlı Devletinin bir iç sorunu olmaktan çıkar. Erdel’de cereyan eden olaylar, Avusturya İmparatorunun çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir… I. Leopold ne kadar barış yanlısı olursa olsun, Grosswardein ile Klausenburg’un elden gitmesine kayıtsız kalamazdı. Yine de İmparator görüşmeler yoluyla barışın sağlanacağını umudundadır. İmparatorun özel elçisi, bir sıcak savaşı önlemek amacıyla yola çıkmışken, yeni Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa savaşa hazırlanmıştır bile.

Türk ordusunun önü sıra Kırım Tatarları at sürmektedir; yüz bin kişidirler, Moravya’ya (Morava) kadar ilerlerler… Sadrazam ise ordunun büyük kısmıyla bunların ardından Tuna boyunca ilerler, Avusturya sınırına yaklaşır. Fakat burada yapılmış hiçbir hazırlık yoktur; bir dehşete kapılma duygusu gittikçe büyüyerek herkesi kaplar… Bu sırada en azından 70.000 insan bu duygunun etkisiyle Viyana’yı terk edip daha batıya, Linz’e kaçar… İmparator Leopold uzunca süre başkentinde kaldıysa da, sonunda o da kentten ayrılmak gereğini duyar. Bu durumda Viyana’yı ancak ve ancak bir mucize kurtarabilirdi!

Ne var ki gerçekten de bir ‘‘Avusturya mucizesi’’ olur: Bir kez daha iyi tahkim edilmiş küçük bir kent, olağanüstü güçteki Türklerin ileri yürüyüşünü durdurur. Tıpkı 1532’de Közseg (geçen hafta anlatmıştım), 1566’da Zigetvar gibi, bu sefer de Neuhäusel (Nove Zamky-Uyvar) kalesi haftalarca şiddetli ateşe karşı koyar… Türkler 175 topla surları döverler, hendeklerdeki suyu başka yöne akıtırlar, sonra da saldırıya geçerler… Kaledeki küçük garnizon üç defa bu saldırıları püskürtür, fakat dördüncü saldırıda, 25 Eylül 1663 günü askerler başkaldırıp komutanlarını teslim olmaya zorlarlar…

Bu sırada güz yağmurları başlamış, Tuna’nın iki yakasındaki çamurlu alçak arazi yol vermez olmuş ve İmparatorun çağırdığı birlikler de sonunda bir araya gelebilir… Bir defa daha Viyana üzerine yürümek için mevsim gecikir… Sadrazam sadece Neuhäusel (Uyvar) kalesini onarmakla yetinir, kaleye bir garnizon yerleştirdikten sonra ordusuyla gerisin geri Belgrat’ın yerini tutar.[16]

1664 St. Gotthard – Mogersdorf Muharebesi

Muharebe öncesi

Viyana’nın atlattığı bu tehlike ve Moravya’nın tümüne yakınının yıkılması bütün Almanya’da ve Avrupa’da yankılar uyandırır. Fransa Kralı XIV. Ludwig (Louis) inisiyatifinde 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan İmparatorluk Parlamentosu Papa VII. Alexander’ın Türklere karşı bir Batılı koalisyonu hayata geçirme çağrısı üzerine bir ittifakı kararlaştırırlar… Bu ittifak Hıristiyan ordularını tekrar bir araya getiren bir koalisyon olarak Haçlı ruhunu canlandırır…

Bu ittifaka; Papa ve İspanya Kralı V. Philipp para ve savaş malzemesi yardımı, Bayern, Brandenburg ve Sachsen yardım birlikleri, Rheinische Allianz (Ren Birliği) 5.000 kişilik yaya ve 200 at, Fransa * 4.000 piyade ve 2.000 atlı, İmparatorluk ordusu 30.000 yaya, Macar soylularından 25.000 atlı ve yaya birlikler ile Avusturya çoğu istihkâmlarda olan 15.000 süvari ve 36.000 yaya birlikler ile katılırlar… Teorik olarak Koalisyon ordusu 100.000 kişiye ulaşır ancak uzun seferberlikten sonra ancak 50.000 kişi sefer için toplanabilir… Her birlik kendi milli komutanlarının komutası altındadır… Bu koalisyona İtalya, İspanya ve İsveç de katılır…

Görüldüğü gibi Fransa bu koalisyona 4.000 piyade ve 2.000 atlı ile katılır. Ancak Fransa ülkesinin Osmanlı ile olan ilişkilerini aksatmamak için bu yardımı resmen yapmaktan kaçınır. Nasıl Akdeniz’de Fransızlar, Papalık bayrağı altında Türklere karşı yelken açtılarsa burada da Alsaslılar olarak Ren Birliğinin kontenjanı altında Macaristan sınırında ortaya çıkarlar. Fransız elçisi M. de Nointel, 1673 yılında (St. Gotthard Muharebesinden sonra)  Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’ya sunmuş olduğu bir takım öneriler yanında Osmanlı sınırlarında yaşayan Katoliklerin koruyucusunun Fransa Kralının olması isteğini de yeniler. Bu istekler karşısında şaşıran Sadrazam, Fransız elçisinin eski dostluktan bahsetmesi üzerine, ‘’Fransa eski dostumuz lakin her zaman düşmanlarımızla birlikte buluyoruz’’ cevabını vererek Fransa’nın Saint Gotthard Muharebesi ile Girit kuşatmasına yapmış olduğu yardımları hatırlatır.[17]

Bu koalisyon ordusunun komutası da Avusturya’nın en ünlü komutanlarından İtalyan asıllı Mareşal Raimund Graf Montecuccoli’ye verilir… Montecuccoli öncelikle Avusturya ordusunu yeniden düzenler.[18]

Mareşal Raimund Graf Montecuccoli ‘’Otuz Yıl Savaşları’’nda, Ganimet Savaşlarında ve Türk Savaşlarında tecrübe kazanmış deneyimli bir general ve aynı zamanda askerî teorisyen olarak uluslararası değeri vardır. İtalyan asıllıdır. Mareşal Gian Giacomo de Trivulzio’ya (1441-1518) ait ‘‘Savaşın üç şeye ihtiyacı vardır; bunlar para, para ve bir kez daha para’’ sözü kendisine tarafından tanıtılmıştır.

Bu arada Osmanlı Ordusu’nun kışlığa çekilmesinden yararlanan Avusturyalılarla Hırvat Beyi Niklas Zrinyi (Zigetvar komutanının oğlu) kuvvetlerini birleştirerek 50.000 kişilik bir ordu ile Kanuni’nin son seferine zapt edilmiş olan Zigetvar’a doğru harekete geçerek Babocsa palangasını işgal ettikten sonra Zigetvar Kalesini muhasara ederler...

Bunu haber alan Fazıl Ahmet Paşa 31 Ocak 1664 günü birkaç bin kişi ile Belgrat’tan Zigetvar istikametinde yola çıkar. Bunu haber alan Avusturyalılar 6 Şubat 1664 günü muhasarayı kaldırarak geri çekilirler…

Avusturyalılar 29 Nisan 1664 günü 60.000 kişilik bir kuvvetle Kanije’yi muhasara ederler ancak 7 Mayıs 1664 de Fazıl Ahmet Paşa’nın Belgrat’tan hareket ederek 4 Haziran günü Kanije’nin bir saat mesafe yakınına gelince muhasarayı bırakarak çekilip giderler...

Kanije’yi bırakan Avusturyalılar Kanije’ye iki saat mesafede Drava ve Mura nehirlerinin kavşağında ve Drava’nın sol sahilinde bulunan Yenikale’ye (Serinvar) çekildikleri için Fazıl Ahmet Paşa da bu istikamette ilerler… Bunun üzerine Avusturyalılar karşı sahile çekilirler. Yenikale Osmanlılar tarafından muhasara edilir… Bu kale 20 gün süren muhasaradan sonra zapt ve tahrip edilir… Önceki görüşmelerde Osmanlıların barış şartı olarak ileri sürdükleri bu kalenin tahribi böylece mümkün olur…

Yenikale’nin ele geçirilmesinden sonra Fazıl Ahmet Paşa Raab (Yanık) Kale’nin zaptına karar verir. Bu kale III. Murat Zamanında ele geçmiş, III. Mehmet zamanında elden çıkmıştır.

Osmanlı Ordusu Serinvar’dan Yanık Kale’ye (Raab) ilerlerken o civarda yol üzerinde bulunan Komeron, Egersek, Poeleske, Egervar, Kemendvar ve Kapornak kaleleriyle palangaları karşı koymadan teslim olurlar…

Raab Kalesi, Raab Nehrinin sol sahilinde bulunduğu için nehrin sağ sahilinde bulunan Osmanlı Ordusu nehrin yukarı taraflarından münasip bir geçit yerinden karşıya geçmek zorundadır…  

Montecuccoli’nin komutasındaki Alman, Avusturya, Macar ve Fransız askerlerinden kurulu müttefik ordusu da nehrin sol sahilini takip ederek, Osmanlı Ordusunun Raab Suyunu kuzeye geçmesini önlemeye çalışırlar…

Bir taraftan 1663’de Uyvar ve yukarıda adları geçen civar kalelerin Osmanlıların eline geçmesi, diğer taraftan Viyana ve Silezya yönlerinde yapılan akınlar, Avusturya ve Almanya’da büyük bir korku uyandırır… Bu kez Anadolu’dan gelen birliklerle Osmanlı Ordusu’nun daha da kuvvetlenmesiyle Raab Kalesi’nin zaptını hedef tutan faal hareketi karşısında, Avusturyalılar 29 Temmuz 1664’de Çakani (Czakany) mevkiinde Fazıl Ahmet Paşa’ya barış teklifinde bulunurlar... Avusturyalıların teklifi kabul olunur… Ancak 10 madde olarak hazırlanan barış antlaşması metni, Avusturya Hükümeti tarafından tasdik edilinceye kadar Osmanlı Ordusu muhasamatı devam ettirme hareketinde serbest olacağı taraflarca kabul edilerek harekâta devam olunur.[19]

Bu antlaşma ile 1663 seferinden amacına ulaşan ve istediğini elde eden Fazıl Ahmet Paşa muhasamatı devam ettirme serbestisini elinde bulundurur. Çünkü Fazıl Ahmet Paşa Avusturyalıların asla ikinci bir ordu çıkaramayacağını biliyordur. Buradaki ordu yenilgiye uğratılınca, kendisine Viyana yolu açılmış olacaktır. Birkaç gün içinde Tatarların öncüleri oraya ulaşabilir, asıl ordu da en geç iki haftada kentin önüne varırdı.

Bir yıl önce gidemediği İmparatorluk başkenti, artık ona elinin altındaymış gibi görünüyordur.[20]

St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi

Osmanlı Ordusu 30 Temmuz 1664 günü nehrin sağ sahilindeki Saint Gotthard Köyüne gelir ve sahile paralel olarak uzanan tepelerin sırtlarında çadırlarını kurar… Bu sırada Avusturya Ordusu da karşı yakada Mogersdorf Köyü’nün önlerine gelir… O zamanlar bu köyün adı Nagyfalva (Grossdorf) idi. 1698 tarihinde Mogersdorf adını alır.

Bu muharebedeki Osmanlı Ordusunun mevcutları hakkında Avusturya kaynakları mübalağalı rakamlar kullanırlar.[21] Avusturya kaynakları Osmanlı Ordusunu 50-60.000 kadarı muntazam asker olmak üzere 120 -130.000, Avusturya Ordusunu ise 30.000 olarak gösterirler… Hatta bazı kaynaklar Avusturya Ordusunu daha da küçülterek 26.000 olarak gösterirler.[22] Osmanlı kaynaklarına göre ise Avusturya Ordusu 50-60.000 kişidir.[23]  Kaldı ki bu miktarı diğer başka Avusturya kaynakları da teyit etmektedir. 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan ittifak başlangıçta 100.000 kişi toplanmasını kararlaştırmışsa da muharebe meydanına ancak 50.000 asker toplanabilir.[24]

Osmanlı Ordusu St. Gotthard’a geldiği gün, öncüler bu köyün bir saat (4 km) kadar güneybatısında dört atın yan yana geçebileceği, derinliği üzengi ıslatacak kadar olan bir geçit yeri keşfederler. Bu geçit nehrin kavis yaptığı bir bölge üzerindedir. Bu şekilde düşman ateşi kavisin en dış noktasından itibaren eğilmekte olan sahille örtülü kalmış olur. O gece karşı yakaya bir yeniçeri müfrezesi geçirilir ve ertesi günü bu geçit üzerinde hafif bir piyade köprüsü kurulur. Gece karşıya geçen müfreze fundalıklarda kendilerine siper kazarak yerleşirler. Daha ertesi günü (1 Ağustos) karşı yakada bir köprübaşı mevzii ele geçirmek maksadıyla Bosnalı İsmail Paşa komutasında 5.000 asker geçirilir. Ancak o gün başlayan yağmur nehrin sularını kabartır ve kabaran sulardan ve geçişlerden etkilenen köprü yıkılır… Karşıya geçen müfrezelerin Avusturyalılarla çarpışmaya başladığını gören Fazıl Ahmet Paşa Tatar süvarilerinin terkilerine bindirerek 5.000 kişi daha karşıya geçirir…

Nehri ilk geçen grup başarılı olur, karşı taraf birlikleri ne geçişi ne de tahkim çalışmalarını sezmişlerdir. Öyle ki, nehri ilk geçen askerler Avusturyalılarla muharebeye tutuştuğunda, bu Avusturya birliğinin komutanı Leopold Wilhelm von Baden-Baden ancak savaş başladığında yatağından kaldırılabilir.[25]

Yağan yağmur nehrin sularının yükselmesine, köprünün yıkılmasına ve geçişlerden dolayı nehir kıyısının kayganlaşmasına neden olur. Bu yüzden de Fazıl Ahmet Paşa karşı kıyıya takviye imkânı bulamaz…

İşte, Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10.000 kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60.000 kişilik Avusturya büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Başlangıçta nehri geçen birlikler süratle ilerleyerek Montecuccoli’nin çadırına birkaç metre kadar yaklaşırlar… Bu durum karşısında Montecuccoli’nin kurmaylarının kendisine ordunun imha olmaması için geri çekilmeleri gerektiğini söylemeleri Avusturya Ordusunun o andaki durumunun vahametini gösterir…  

Montecuccoli, boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettirir. Osmanlı kuvvetleri çekilmek zorunda kalırlar.

Montecuccoli’nin boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettiği zaman, nehri geçen Osmanlı kuvvetlerinin başlangıçta elde ettikleri başarıyı yeterli görerek hedefi ele geçirdiklerini düşünerek rahatladıkları, süvarilerin atlarından inerek ıslanmış elbiselerini kurutmakla meşgul oldukları ve ikindi vaktine kadar muharebe ettikleri için yorgunluklarını gidermek için istirahat ettikleri andır.[26]

1 Ağustos saat 12 civarında Montecuccoli kurmayları ve komutanları ile bir görüşme yapar. Avusturya kuvvetleri ya bulundukları mevzilerde savunma durumunda kalacaklar, ya da karşı taarruza geçeceklerdir. Montecuccoli’nin tüm kurmayları ve komutanları karşı taarruz hareket tarzını onaylamazlar. Bu hareket tarzının kendilerine çok pahalıya mal olacağını iddia ederler. Montecuccoli derhal karşı taarruza geçilmesi fikrindedir. Fransız birlikleri komutanı ‘‘İmparatorumuz bize askerlerimizi tehlikeye atmamamızı emretti’’ diyerek başlangıçta taarruza katılmak istemez. Montecuccoli’yi komutanlarından sadece Coligny destekler ve fikrini şu şekilde savunur: ‘‘Eğer düşman bu gece mevzilerinde kalırsa, sabaha hiçbirimizin kafası gövdesinin üzerinde kalmaz.’’

Bu sırada Osmanlı süvarileri (Nehri geçebilenler) kanatlardan taarruza başlayarak Avusturya Ordusunu kuşatmaya çalışırlar. Montecuccoli konuşması ile generallerini ikna eder, ya zaferi kazanarak ordusunu kurtaracağını ya da öleceklerini söyler ve karşı taarruza başlarlar.[27]

Burada Montecuccoli, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Muharebelerinde Gelibolu’da oynadığı rolü oynar. Montecuccoli hatıratında bu olayı şu şekilde anlatır: ‘’Bir gece evvelden Türklerin aldığı çok sayıda yardım kuvveti karşısında Avusturya askerleri kokuya kapılarak kaçmaya başladılar. Tam bir bozguna uğrayacak iken Alman takviye birliklerini yanıma alıp savaş yerine yetiştim. Avusturya askerlerini biraz düzelterek bunlarla da Türklerin açık yanlarına taarruza geçtim. Türkler, bu taarruz karşısında dayanamayarak nehre doğru çekilmeye başladırlar. Bu durumu gören birlikler Türkleri nehre kadar takip ettiler… Eğer Türkler bizi önleyici bir taarruza geçselerdi imha edilmemiz muhakkaktı… Yanlarda kuvvetli bulunmak bizim için çok iyi oldu. Türkler bizi kuşatsalardı bir kişi bile kurtulmazdı.’’[28]

Osmanlı Ordusunun nehri geçen birlikleri suların yükselmesi ve köprünün yıkılması nedeniyle takviye edilemedikleri için karşı taarruza direnemezler. Ancak kahramanca savaşarak geri çekilirler. Montecuccoli hatıralarında bu askerlerin vuruşmalarını ‘‘takdire, hatta hayrete değer’’ şeklinde vasıflandırır.[29]

Karşıda kalan müfreze gittikçe yıprandığı için askerler geçit başında toplanırlar… Düşman kuvvetlerinin taarruzu karşısında kısmen düşman ateşi ile kısmen de nehirde boğularak Osmanlı kaynaklarına göre 4.000 şehit verilir…

Bu muharebede bulunmuş olan Evliya Çelebi de ‘’Seyahatname’’sinde şehit olarak; üç vezir, altı Sancak beyi, 11 Alay beyi, 1.080 yeniçeri, 1.800 sipahi ve dört bin kadar diğer askerlerden bahseder.[30]

Şehit sayısında da Avusturyalılar mübalağalı rakamlar vererek savaşta ölenleri 6.000 nehirde boğulanları ise 8.000 kişi olarak gösterirler. Hatta 25.000 rakamı bile mevcuttur. Fakat bu 14 ve 25 bin mevcutları karşı sahile geçen 10 bin kişilik birlik mevcudundan 4-14 bin fazladır.[31] Hatta bazı Avusturya kaynakları bu muharebede Osmanlı Ordusunun tamamının az kalsın yok alacağı iddiasında da bulunur.[32] Hâlbuki Osmanlı Ordusunun büyük kısmı nehrin sağ sahilinde ve muharebeye girmemiş durumdadır. Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[33] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye bu muharebeyi âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir.

Resmin ortasında Raab suyu, üstünde Osmanlı Ordusu, Raab suyun altında beri kıyıda ise Avusturya Koalisyon Ordusu görülmektedir. Nehrin kıvrım yaptığı geçiş yerindeki yığılma resimde net olarak seçilmektedir. Kaynak: 800 Jahre Mogersdorf, Gemainde Mogersdorf.

Avusturyalıların isteği üzerine 29 Temmuz 1664’de Çakani’de hazırlanıp St. Gotthard Muharebesinden sonra 10 Ağustos 1664 tarihinde imzalanan ve Osmanlıların yararına olan Vasvar barış Antlaşması hükümlerinde, Avusturyalılarca, büyük bir başarı olarak ilan edilen St. Gotthard Muharebesinin hiçbir etkisi olmaz ve on iki gün önce hazırlanan esaslara göre aynen imzalanır…

Vasvar Barış Antlaşması (10 Ağustos 1664)

Vasvar Barış Antlaşmasının belli başlı hükümleri şöyledir:[34] Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri kalelerden çekilecekler ve bu memleketteki Avusturya ve Osmanlı kuvvetleri aynı zamanda çıkacaklardır. Türk himayesinde bulunan Erdel prensi yerinde kalacak ve Osmanlılara haraç vermeye devam edecektir. Son savaşlarda ele geçirilen Uyvar ve Novigrad kaleleri Osmanlılara bırakılacak. Osmanlı Ordusunun yıktığı Yenikale (Serinvar) tekrar yapılmayacaktır. Avusturya İmparatoru bir defaya mahsus olmak üzere 200.000 florin altın kıymetinde bir hediye verecek, Osmanlı Hükümdarı da münasip gördüğü hediyeyi gönderecektir.

Bu Avusturya seferi, Erdel sorunu yüzünden açıldığı için sefer sonunda imzalanan bu antlaşma, Avusturya’nın Türk üstünlüğünü bir kere daha kabul ettiğini göstermektedir.

Sonuç

Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; görüldüğü gibi Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10 bin kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60 bin kişilik Avusturya koalisyon ordusunun büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Aslında Saint Gotthard/Mogersdorf Muharebesi Osmanlı İmparatorluğunun 1663/1664 yıllarına Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin bir muharebesidir. Gerçekte Saint Gotthard Muharebesi kaybedilmiş bir muharebe değil, anlatıldığı gibi büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınmamış bir taarruzi harekâttır.  Gazi Ahmed Muhtar Paşa da ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adlı kitabında ‘’Osmanlılar için uzun süreli ve sonuç itibariyle başarılı geçen savaşın talihsizce nihayetten bir cephesinden ibaret olan çatışma, muhatapları tarafından dünyaya kendi zaferleri olarak sunulmuştur.’’[35] sonucuna varır.

Avusturya kaynakları bu muharebedeki güç dengesini Osmanlıların sayısını artırarak, kendi sayılarını küçülterek, Osmanlı kayıplarını çok, kendi kayıplarını az göstererek kaybettikleri bir savaşı bir zafer halinde kuşaktan kuşağa anlatarak canlı bir tarih bilinci yaratırlar.

Raab Nehri üzerinde 31 Temmuz 1664 günü kurulan köprüden Avusturya kaynakları pek bahsetmezler. Yağmur ve yükselen nehir suları nedeniyle yıkılan bu köprü nedeniyle birlikler takviye edilememiştir. Karşı kıyıya geçen birliklerin tek takviye noktası bu köprüdür. Eğer bu köprüyü yok sayarsanız (ki Avusturya kaynakları pek dikkate almıyorlar) karşı kıyıdaki 10 bin kişilik kuvvet muharebe ederken sanki hazır bekleyen 110 bin kişilik Osmanlı Ordusunun 50-60 bin kişilik Avusturya Ordusundan çekindiği için muharebeye girmemiş veya 50-60 bin (Avusturya kaynaklarına göre de 26 bin kişilik) Avusturya Ordusu karşısında mağlup olmuş olduğu sonucu çıkar ki bu da incelemede görüldüğü gibi doğru değildir.

Zaten muharebeden önce yapılan ve Osmanlı İmparatorluğu lehine olan antlaşmanın Avusturya Ordusunca kabul edilmesi bu savaşta gerçek galip tarafın kim olduğunu göstermektedir.

Vasvar Antlaşmasının bir an önce imzalanmasını isteyen tarafın da Avusturyalılar olması St. Gotthard muharebesinden sonra hala dimdik ayakta duran Osmanlı Ordusunun mukabil bir harekâtından Avusturyalıların çekindiği sonucu çıkmaktadır.

Avusturya, başlangıçta bu muharebeyi abartarak zafer olarak adlandırıp sonradan Vasvar antlaşmasına mecbur kalınca ne kendi ne de Macar kamuoyunu tatmin edebilir. Hatta Macarlar ihanete uğradıklarını düşünürler. [36]

Osmanlı Ordusunun hataları

Bu muharebenin neticesi alınmamış bir harekât olarak kalmasında Osmanlı Ordusunun tabii ki hataları olmuştur. Ahmet Muhtar Paşa ‘‘Saint Gotthard’da Osmanlı Ordusu’’ isimli eserinde bu hataları ‘‘Sen Gotar Meydan Muharebesinde İstihsâl-i Galebe olunamamasının Esbâb-ı Aslîyesi’’ başlığı altında şu şekilde sıralar:[37]

1. İlk defa olarak Raab Suyunu geçen ve imparatorluk ordularını kendi ordugâhları ortasında emniyetli bir şekilde istirahat ederken baskına uğratan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki Osmanlı kolunun himayesinde ihmal ve kusur olunarak zamanında ona lazım gelen takviyelerin gönderilmemesi ve bu şekilde düşman ordusu üzerine vurulacak kesin darbe imkânının elden kaçırılması,

2. Raab Nehri henüz yağmur nedeniyle yükselmeden Avusturya ve müttefikleri Ordusunun her iki kanadına da uzun süre hiç dokunulmayarak kanatlar serbest bırakılarak ve bu suretle Montecuccoli’ye kendi merkezi için bu kanatlardan yardım ve takviye imkânı verilmesi,

3. Kanatlar hücumlarına pek geç başladığı halde icralarında da gevşek davranılması, buna rağmen bu hücumların netice vereceği ve düşman ordusunun yok olmasına sebep olacağı anda nehir sularının yükselerek harekâtı engellemesi,

4. Şiddetle yağan yağmurların etkisiyle Raab Nehrinin öğleden sonra birdenbire şiddetle taşarak geçit yerinde nehir üzerinde kurulan hafif köprüyü alıp götürmesi ve bu suretle nehrin iki tarafı arasındaki irtibatın ve takviyenin kesilmesi,

5. Ordu beraberinde her şarta göre kurulması mümkün köprü takımlarının ve nehrin karşı sahile hâkim olacak menzilli topların ve hatta düşman ordusuna oranla yeterli miktarda adi topların dahi bulunmaması,

6. Müttefik askerlerin başkumandanı olan Montecuccoli’nin çok iyi yetişmiş, tecrübeli, bilgili, cesur, zeki ve metanetli bir general olması,

7. Bu muharebenin; kendi harp esaslarımızın bozulmaya, Avrupa askerliğinin ilerlemeye başladığı bir zamanda meydana gelmesi. Gerçekten de bu muharebe Avrupa ve Avusturya’nın 30 yıl denen savaşlardan sonra yeni ve hareketli savaş teknikleri tecrübeleri edinerek çıktıkları, Osmanlı Ordusunun ise bu zaman zarfında pek ciddi bir muharebeye katılmadıkları ve müttefik ordularına göre savaş teknikleri açısından daha geride oldukları bir döneme denk gelmiştir.

Bu muharebe aynı zamanda Osmanlı silah teknolojisinin artık eskidiği, Avrupa silah teknolojisinin de gelişim çağı içerisinde olduğu bir zamana denk gelir ve bu muharebe Osmanlının askerî teknoloji olarak geri kalmasının ilk işaretlerini verir… Montecuccoli Osmanlı topçusunun hantal ve ağır olduğu, hâlbuki Koalisyon Ordusunun toplarının ise daha seri, çevik ve isabetli atışları olduğunu hatıratında şu şekilde bahseder: ‘’Çok sayıdaki Türk topları, vurdukları noktada etkili olmalarına karşın kullanımda atak değil, yeniden yüklenmesi ve onarımı ise zaman alıyor. Çok miktarda cephane tüketiyor, gürültü yapıyor ve çarkları, yatakları, siper ve toprak setleri parçalıyor. Bizim toplarımız daha kullanışlı ve bizim Türklerden daha üstün oluşumuzun sırrı burada...’’[38]

Montecuccoli ise çağının en iyi generalidir. Eserleri tüm Avrupa askerî düşünürlerini ve generallerini etkiler, Napolyon dahi onun eserlerini okuyarak bilgi edinir.

Mohaç Meydan Muharebesi ile mukayese edildiğinde; orada Macar Ordusu kesin bir yenilgiye uğradığı halde bu kısa süreli zafere rağmen Osmanlı Ordusu her ihtimale karşı asker, at üstünde ve silah elde olarak harp meydanında kalırken; bu muharebede ise nehri geçen kuvvetler başlangıçtaki zaferi yeterli görüp emniyeti de terk ederek süvariler at üzerinden inerek ıslak elbiselerini kurutma gayretine girerler...  Bu durum; taktik kurallar içerisinde yer alan ‘‘hedefte tertiplenme ve yeniden teşkilatlanma’’ faaliyetinin ne kadar önemli olduğunu gösterirken aynı zamanda da Osmanlı Ordusunun artık Kanuni zamanındaki disiplininin ve askerî bilgisinin de kaybolduğuna işaret eder…

Bu muharebenin Avusturya’ya etkisi

Bu muharebenin Avusturya açısından en önemli sonuçlarından birisi de bu muharebenin Avusturya tarafından bir zafer olarak adlandırılması ile Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun Avrupa’da ilk defa olarak yenilgiye uğratılıyor olarak gösterilmesidir.

Böyle bir psikolojik etkiye Avusturya’nın o zaman için ihtiyacı vardır. Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun ‘‘yenilmez’’ unvanı sona eriyordur ve Osmanlı Ordusu artık ‘‘yenilebilir’’ bir hale gelmiştir. Bu etkiyi Avusturya 1683’de çok iyi bir şekilde kullanacaktır.

Bu duyguyu pekiştirmek için bazı batılı kaynaklar bu muharebeyi, bu muharebeden 300 yıl önceki Osmanlıların Sırpları ve Macarları yendikleri ‘’Sırp Sındığı’’ muharebesi ile mukayese ederek bu muharebeye ‘‘Türk Sındığı’’ ismi ile anarlar.[39]

Seferin lojistik açıdan incelenmesi

İstanbul’dan Avusturya sınırlarına kadar olan uzaklığa 100.000 mevcudu aşkın bir ordunun bütün silah, araç ve gereçleriyle yürümesi Türk Ordusu’nun hareket yeteneği bakımından üstünlüğünü işaret eder. Bu arada büyük bir orduyu ana vatandan uzaklarda beslemek, bütün ihtiyaçlarını sağlamak Türk Ordusu’nun lojistik bakımından da yeterli olduğunu ve seferin iyi hazırlandığını gösterir.

Buna karşılık Avusturyalılar kendi topraklarında aç ve susuz kalırlar.[40] Bizzat Montecuccoli anılarında ordusunda yiyecek ve cephaneleri kalmadığı için Türk Ordusunun takip edemediklerini, kendi ikmal işlerinin çok başıbozuk, Türklerdeyse mükemmel olduğunu yazar.[41]

Bazı Macar tarihçilere göre Osmanlı Ordusunun vurucu kuvvetinin Avrupa’da erişebileceği son hudut Macaristan arazisidir. Bu tarihçilerden Géza Perjés’[42] bu devirde bir ordunun en çok günde 20 km yol alabileceğine, insanların ve hayvanların dinlenmesi, erzak ve yem tedariki dolayısıyla da her dördüncü veya beşinci günü istirahat etmesi gerektiğine göre, günde ortalama 15 kilometrelik yol alabileceği neticesini çıkarır.

Ulaşım, erzak ve yem temini, konaklama güçlükleri dolayısıyla, kışın harbe çıkılmaz ve bu sebeple seferler ilkbahar ile sonbahar arasındaki aylarda yapılabilir. Bu zamanın 180 gün olduğu kabûl edildiğine göre ve günde 15 kilometre yürünebildiği anlaşılınca, bir ordunun bir harp mevsimi içerisinde alabileceği en uzun yol 2.700 kilometredir. Bu sayıdan dönüş çıkarılınca 1.350 km elde edilir. Lâkin 180 günlük muharebe zamanının en az bir ayı çarpışmalara ayrılınca, ordunun vurucu tesir sahası 900 km eder. Bu hesaptan anlaşılacağına göre, çarpışmalara ayrılması gereken 30 gün aşıldığı takdirde, ordunun kışlalara dönmesi gerektiğinden düşmanla muharebe suretiyle elde edeceği neticeyi alamadan çekilmeye mecbur kalacağı açıktır.

Bu hesabı dikkate Alan Fazıl Ahmet Paşa 1663 Uyvar Seferinden sonra İstanbul’a geri dönmez ve kışı Belgrat’ta geçirir. Kış içerisindeki Avusturya tehditlerini manevraları ile bertaraf eder. Ancak 1 Ağustos 1664 St. Gotthard Muharebesinden sonra kendisinin planladığı Girit Seferi, mevsim ve dönüş şartları nedeniyle ve Vasvar Antlaşmasının kendi lehine sonuçlanması üzerine bu seferden kesin neticeyi alamadan (Avusturya Ordusunu imha edemeden) İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Avusturya kaynaklarının iddia ettikleri gibi Fazıl Ahmet Paşa bu muharebede yenildiği için geri dönmemiştir.

Milli kaynakların önemi

Bu muharebeden çıkarılacak en büyük sonuç ise tarih araştırmalarında yabancı kaynaktaki bilgilerin mutlaka yerli ve milli kaynaklarla mukayesesinin yapılması gerektiğidir. Bu mukayese yapılmadan yabancı kaynaktaki bilgilerin doğruluğuna şüphe ile yaklaşılmalıdır. Her ülke şimdiki ve gelecekteki nesillerine övünç ve şeref duyacakları bir tarihi geçmiş bırakmak istemekte ve bu nedenle de tarihi olayları ve kayıtları kendileri lehine sübjektif olarak değerlendirmektedirler.

Ancak bizde bu böyle değildir… Tabii ki tarihi olayların objektif olarak verilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Subjektif bir tarih bilgisi ve yorumu tabii ki arzu edilmez. Ancak bazı akademisyenlerin kendi tarihlerini bilmeden yabancı kaynakları esas almaları ve kendi tarihini küçültmeleri kabul edilir bir şey değildir. Örneğin bir tarihçi akademisyen (Dr. Erhan AFYONCU, şimdi Prof. Dr.) Avusturya kaynaklarını esas alarak yazdığı bir makalesinde St. Gotthard’da Avusturya Ordusunun kendisinden çok daha güçlü olan Osmanlı Ordusunu mağlup ettiğinden bahseder... Yine bu akademisyen aynı yazısında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dan bahsederken yine Avusturya kaynaklarını esas alarak Kara Mustafa Paşa’nın kemiklerinin ve kafatasının ayrı ayrı Avusturya’da olduğunu iddia eder.[43]  Hâlbuki Türk kaynaklarına göre Kara Mustafa Paşa’nın kafatası bal dolu bir kıl torba içerisinde Edirne’ye getirilmiş, burada saray avlusunda ibret taşında sergilenmiş ve naaşı İstanbul Beyazıt’taki Kara Mustafa Paşa Türbesine nakledilmiştir.[44][45]

Ancak burada daha hazin olan ise kendi tarihinden ve ‘’milli’’ kaynaklardan habersiz bu akademisyenin başında ‘’milli’’ sıfatı olan bir üniversitenin (Milli Savunma Üniversitesi) rektörlüğünü yapıyor oluşudur…  

1664 St. Gotthard / Mogersdodf Muharebesinden Avusturya’da kalan izler.

Avusturya’ya göre bu muharebede bir zafer elde edildiği ve Osmanlı Ordusu Avrupa’da ilk defa yenildiği için bu zafer bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Tabii Osmanlı Ordusundan ele geçirilen eserler ve ganimetler de çeşitli müzelerde sergilenerek muhafaza edilir…

Bu bölümde bunların önemli olanlarına kısaca yer verilmesinin uygun olacağı değerlendiriyorum:

Muharebenin icra edildiği Mogersdorf köyünün hemen kuzeyinde yer alan Schlössberg üzerinde yapılan müzede (daha önce bitki kurutma odası olarak kullanılan bir binada) muharebede Türklerden ele geçirilen silahların bir kısmı, belge ve resimler sergilenir…

Bu müzenin hemen ilerisinde bu muharebe anısına yapılmış olan küçük bir kilise bulunur. Bu kilise İkinci Dünya savaşında tahrip edilir ancak yeniden tekrar yapılmaz ve 1664’ün 300. yılı kutlamaları çerçevesinde 1984 yılında yeniden restore edilerek tahrip edildiği haliyle bırakılır. Bu kilisenin hemen yanında bu muharebenin anısına 15 m yüksekliğinde bir haç dikilir.  

Weisses Kreuz, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Muharebenin yapıldığı Raab suyu geçiş yerinin hemen yakınında ve Mogersdorf köyünün batı tarafından girişinde yer alan ‘‘Weisses Kreuz’’ (Beyaz Haç) bu muharebe anısına 1840 yılında yapılır. Diğer bir adı da ‘‘Türkenkreuz’’ (Türk Haçı) olan bu haç üzerinde Almanca, Latince, Macarca ve Fransızca yazılmış bir yazıt vardır;

‘’Nice yürekli kahraman burada,
Göğüs gererek Türkün silahlarına,
Can verdi 1664 yılında
Tanrı, imparator ve vatan uğrunda’’

Friedenstein, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Bu haçın hemen yanında 1.60 m boyunda ve 1984 yılında yapılmış olan ‘‘Friedensstein’’ denilen bir Türk anıtı vardır. Bu anıtın iki yüzünde Almanca ve Türkçe yazılmış bir yazıt vardır; ‘‘Den im Jahre 1664 gefallenen türkischen Soldaten gewidmet - Friede allen, die hier ruhen’’ (1664 yılında şehit düşen Türk askerlerine ithaf edilmiştir. Burada herkes huzur içinde yatsın) Diğer iki yüzünde de çeşitli dillerde BARIŞ yazısı bulunur: FRIEDE, BARIŞ, BEKE, MIR VE PAX.

Beyaz Haç’ın yaklaşık 300 m doğusunda köy tarafında yine savaşın anısına 1670 yılında yapılmış küçük bir kilise bulunur. ‘’Annakapella’’ denilen bu kilisenin özelliği bir Türk çadırına benzer şekilde yuvarlak bir biçimde yapılmış olmasıdır. Halk arasındaki inanışa göre bu muharebede Avusturyalıları Türklerden Hz. Meryem koruduğu için kendisine adak olarak bu kilise yapılır. Ayrıca yörede anlatılanlara göre 19. Yüzyılın sonuna kadar her yıl 1 Ağustos günü bir Türk heyeti gelerek bu kilisede şehit Türk askerlerinin anısına çelenk koyarlarmış. Hatta şekli Türk çadırına benzediği için kilisenin Türkler tarafından yapıldığına dair inanışlar da bulunmaktadır.[46]

Mogersdorf köyü Kilisesinin duvarlarında da 1912 yılında yapılmış olan ve bu muharebeyi anlatan bir resim bulunur.

Mogersdorf köyünün hemen yakınındaki Fürstenfeld'de bu muharebe anısına dikilen '‘Mariensäulen’’ (Maria sutunu) Bu anıtın dikiliş hikâyesi farklıdır. 1 Ağustos 1664 günü bir kısım Avusturya askeri Türklerin ilk hücumunda yenildiklerini zannederek bu köye (Fürstenfeld) dolarlar. Halkta panik başlar. Köyde büyük maddi zararlar meydana gelir. Ancak daha kötüsü Avusturyalı askerler köylülere bir salgın hastalık bulaştırırlar ve Ağustostan Ekime (1664) kadar  köyde bu hastalıktan dolayı 300 insan ölür. Bu anıt 1668 yılında köyün bu hastalıktan kurtulmanın anısına dikilmiştir. Kaynak: Militärhistorische Schriftenreiche, Heft, 64

Mogersdorf köyünün hemen yakındaki Fürstenfeld’de, Graz’da, Ilz, Gleisdorf, Pischelsdorf ve Mureck’de bu muharebe anısına dikilmiş ‘‘Mariensäulen’’ isimli anıtlar bulunur…  

Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un zırhı Viyana Askerî Müzesinde muhafaza edilir. Viyana Askerî Müzesinin hemen girişinde sol tarafında Montecuccoli’nin, sağ tarafında ise Sporck’un bir heykeli bulunur. İlginç olanı Sporck’un heykelinin ayakları dibinde başı kesilmiş bir yeniçeri kafası heykelinin de sergileniyor olmasıdır.

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesinde sergilenen bir ilginç bir ganimet daha vardır; günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. Saat bir Türk komutana aittir.

Viyana Askerî Müzesindeki St. Gotthard muharebesinden kalan bir Osmanlı Subayın ait saat. Saat günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. (Kollarınızdaki İsviçre saatleri ile mukayese etmek üzere.. Yıl 1664) 

Müzede ayrıca bu muharebede ele geçirilen bir Türke ait zincir bir gömlek de sergilenir.

Avusturya Sanat Tarihi Müzesinde (Kunsthistorischemuseum) de bu muharebe anısına basılan paraların bir kısmı sergilenir.

Graz’da ve Eisenstadt’daki Eyalet Arşivlerinde ve Viyana’daki Harp Arşivi Dairesinde bol miktarda bu muharebede kullanılan harita ve dokümanlar bulunur.  

Montecuccoli’nin kendi el yazması bu muharebe ile ilgili yazıları da Viyana’daki Harp Arşivi Dairesindedir. 

Bu muharebeyi Avusturya’da canlı tutan ve kuşaktan kuşağa yayılmasını sağlayan önemli nedenlerin birisi de ünlü şair Rainer Maria Rilke’nin ‘‘Sancaktar Christoph Rilke’nin aşkının ve ölümünün şarkısı’’dır. (Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke) Christoph Rilke’nin 1899 yılında yazdığı bu şiirinin ana kahramanı yine adı Christoph Rilke olan ve Sporck’un süvari birliğinde bu muharebeye katılmış ve Sporck’da kendisine sancaktarlık unvanını verdiği bir askerdir.

Avusturya Geseke’de Papaz Schmidt Diehl tarafında 1900 yılında Sporck’un 300’üncü doğum günü nedeniyle yazılan şiir bestelenerek hala Geseke’deki festivallerde söylenmektedir. Bu şarkının CD’si de halen Geseke’de Heimatverein’da (Yurt Birliği) satılır.

Avusturya kaynaklarına göre Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya ait olduğu iddia edilen gerçek bir kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinde sergi salonunda 1983 tarihine kadar sergilenir. 1983 yılında bu kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinin teşhir salonundan müzenin deposuna kaldırılır. Halen burada muhafaza edilmektedir. Aynı zihniyetle Viyana Askerî Müzesinde mermerden kesik bir yeniçeri kafası heykeli Sporck’un ayakları dibinde, müze girişinde sergilenir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın Biyografisi

Fazıl Ahmet Paşa Köprülü Mehmet Paşa’nın büyük oğludur. 1635 yılında Vezirköprü’de doğar. Yedi yaşında iken İstanbul’a getirilerek medrese eğitimi alır, müderris olur, 22 yaşında iken babası Sadrazam olunca Erzurum Valiliğine atanır. Daha sonra Şam ve Halep valiliklerinde bulunur…

Babası Köprülü Mehmet Paşa ölünce yerine 1661 yılında 26 yaşında iken Sadrazam olarak atanır. Osmanlı tarihinin en önemli sadrazamlarından ve devlet adamlarından birisidir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın araştırma içinde bahsedildiği gibi Kanuni Sultan Süleyman’ın kuşatıp alamadığı Uyvar kalesini fethi esnasında askerlerine karşı tutumu ve ihsanları, şehri ele geçirdikten sonra Hristiyan halka tanıdığı can, mal ve yaşama güvencesi, centilmenliği ile ona Avrupa’da büyük bir ün kazandırır. Avrupa’da adından çokça söz ettiren Fazıl Ahmet Paşa, Fransızca ‘’Fort Comme Un Turc’’ yani ‘’Türk gibi güçlü’’ deyiminin doğmasına neden olur. Bugün hala Fransızcada kullanılan bu deyim, güçlü ve dayanıklı anlamlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Fazıl Ahmet Paşa üç sene Avusturya ve Macaristan’da, iki buçuk sene Venediklilerle Girit’te (Kandiye Kalesinin fethi Avrupa ülkeleri askerî okullarında ders olarak okutulmaktadır), üst üste üç sene Lehistan’da savaşır. Bu suretle 15 sene süren sadrazamlığının dokuz senesi cephede muharebe ile geçer…  

Hasta olarak padişahla Edirne’ye giderken yolda ağırlaşarak 3 Kasım 1676 günü Ergene civarındaki Karabiber Çiftliği’nde 43 yaşında vefat eder… Ölümü Osmanlı tarihi için büyük bir kayıp olur. Kaynaklardan anlaşıldığına göre ölüm nedeni olarak aşırı çalışmaya bağlı yorgunluk ve yıpranma gösterilir… Cenazesi İstanbul’a nakledilerek Divanyolu’nda babasının yanına defnedilir… Ölümü üzerine kendisinden duyulan memnuniyetin ve güvenin bir göstergesi olarak üvey kardeşi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirilir…

Fazıl Ahmet Paşa iyi bir eğitim almış, olgun, bilgili, dürüst ve mert bir yapısı vardır. El yazısı hattat derecesinde iyidir. Silahtar tarihi yazarı yaşıtı Mehmet Halife, Fazıl Ahmet Paşa hakkında o zamanki kelimelerle şu ifadeyi kullanır: ‘‘..Pâşâyı mezbur âlim ve halim ve selim, fâzıl, kâmil, âdil, uğru açık, aklü firasette ve fikri kiyasette ve sehâ ve keremde rahm ve şefakette bî-nazîr, hüsn-i hulk sâhib-i, âli-cenab, çelebi-meşreb ve zamane vezirlerinin serefrâzı ve misli bulunmaz gazi bir adamdı’’ (Adı geçen paşa, bilgin, yumuşak huylu, kusursuz, erdemli, olgun, adaletli, uğru açık, akıl ve anlayışta ve cömertlikte, yardım edicilikte, esirgeyip korumakta benzersiz, güzel ahlak sahibi, şerefli, zarif, görgülü, zamanın vezirlerinin en üstünü ve benzeri bulunmaz gazi bir adamdı) demektedir. Yumuşak huylu, anlayışlı ve fazilet sahibi olduğu için kendisine ‘’Fazıl’’ lakabı takılır… İcazetli bir hattat, nesir alanında iyi bir kalem, fıkıh ve felsefe alanında da iyi bir akademisyendir.

İstanbul Divanyolu’nda babasının medrese ve türbesinin yakınındaki kütüphaneyi Fazıl Ahmet Paşa yaptırır ve sahip olduğu kitaplarını oraya vakfeder… Kendisinin namına Uyvar, Kamaniçe ve Kandiye’de birer camii vardır.

Fazıl Ahmet Paşa’nın çocukları olmayıp Köprülü Ailesi şehit kardeşi Fazıl Mustafa Paşa’dan yürür.[47] Allah rahmet eylesin.

Mogersdorf, Viyana’ya iki saat mesafede güney tarafında Avusturya – Macaristan –Slovenya sınırı üçgenindedir. Avusturya’daki tek şehitliğimiz Mogersdorf’da bulunan ‘‘Friedenstein’’ ismi verilen yukarıda bahsi geçen bu anıttır. Burada yatan şehitlerimiz ruhlarına Fatiha okuyacak ziyaretçilerini beklemektedir.

Osman AYDOĞAN

Notlar:

1. Bu araştırmam için kimseden görev, talimat, emir ve izin almadım. Amacım; bu muharebe için Avusturya kaynaklarını esas alıp da bizzat Türk tarihçiler tarafından Fazıl Ahmet Paşa’ya yapılan bir haksızlığı ortadan kaldırmak ve Fazıl Ahmet Paşa’nın hakkını teslim etmektir... Başarılı olmuşsam ne mutlu bana…

2. Bu araştırmam için Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden Dr. Kerstin Tomenandal, Dr. İnanç Feigl (Prof. Dr. Erich Feigl’in manevi evlâdı), Avusturya Ordusundan Tümgeneral Heinrich Schmidinger ve Macar asıllı zarif eşi Eva Schmidinger ile beraber ailece Mayıs 2001 yılında bir hafta süreyle Macaristan’da Fazil Ahmet Paşa’nın at üzerinde yaptığı seferi biz otomobille adım adım takip ederek St. Gotthard muharebe alanına geldik. Graz Üniversitesi Tarih Bölümünde şimdi ismini hatırlayamadığım bir akademisyen (Doç. Dr.) de bize St. Gotthard’da iştirak etti. St. Gotthard muharebe alanını hep beraber adım adım dolaştık. Rab Nehrindeki geçiş yerini, muharebeyi inceledik. Yine Avusturya Ordusundan Tuğgeneral Heribert Temmel bana bu muharebe hakkındaki tarihi kaynakları ulaştırdı. Yine Viyana Üniversitesi Tarih hocalarından Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann hem bana bu konudaki kitabını verdi hem de anlatımıyla bana danışmanlık yaptı.

Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326’’ isimli eserini yetersiz Osmanlıcam nedeniyle Sn. Dr. Öğ. Alb. Ahmet Tetik bu çalışmam için 2001 yılında Osmanlıca aslından Türkçeye çevirdi. (Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bu eserinin ilk Türkçe baskısı ‘’Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adıyla ilk olarak 2005 yılında yapıldı- Emre Yayınları, İstanbul, 2005) 

Burada bu dostlarımı minnetle ve şükranla anıyorum…  

3. Bu çalışmamı önce Silahlı Kuvvetler Dergisinde (Ocak 2004, sayı: 379) sonra da Mehmetçik Vakfı Dergisinde (Mayıs 2015, sayı: 32) yayınladım ola ki gerçek bir tarihçinin dikkatini çeker de üzerinde çalışma yapar diye. Bu yazım bu dergilerde yayınladığım yazımın geniş bir özeti şeklindedir. Mehmetçik Vakfı dergisindeki yazımın bağlantısını aşağıda veriyorum. (s: 39-56)
https://www.mehmetcik.org.tr/site/assets/files/1368/mehmetcik-vakfi-dergisi-sayi-32.pdf

Kaynaklar:

Avusturya kaynakları

1. BUCHMANN Bertrand Michael, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999

2. Von HAMMER Purgstall Joseph, ‚Büyük Osmanlı Tarihi’, Yay. Haz. Mümin ÇEVİK, Erol KILIÇ, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

3. MONTECUCCOLI Raimund Graf, Della guerra col Turco in Unghheria (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

4. PEBALL Kurt, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

5. PERJÉS Géza, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988 (Macar Kaynağı)

6. SCHREIBER Georg, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4

7. SCHEUCH Manfred, Historischer Atlas Österreich, Der Standard Bibliothek, Verlag Christian Brandstätter, Wien 1994

8. TOIFL Leopold und LEITGEB Hildegarb, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. Bis zum 17. Jahrhundert, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 64, Militärhistorisches Institut, Bundesverlag Wien, 1991

9. 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz

Türk kaynakları

1. Ahmet Muhtar, Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326

2. DANIŞMEND İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950

3. Fındıklılı Mehmet Efendi, ‚Silahtar Tarihi’, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

4. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 3. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1983

5. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977

6. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi II.Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

7. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, I.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

8. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

9. YÜCEL Ebubekir S., Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

10. YÜCEL Yaşar, Prof. Dr. Muhteşem Türk Kanuni ile 46 Yıl, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XXIV. Dizi, sa.1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987

11. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, IIIncü Cilt 3ncü Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

12. Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

13. Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbası, İstanbul 1960

14. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001

Dipnotları


[1] Bertrand Michael BUCHMANN, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999, s. 125

[2] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977, s. 384

[3] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s.435

[4] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları. Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326

[5] Fındıklılı Mehmet Efendi, Silahtar Tarihi, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

[6] Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbaası, İstanbul 1960

[7] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, III. Cilt 3. Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

[8] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III. Cilt, I. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s. 412-413

[9] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 434-435

[10] Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

[11] Kurt PEBALL, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

[12] Raimund Graf MONTECUCCOLI‚ Della guerra col Turco in Unghheria’ (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

[13] Raymond Graf MONTECUCCOLI , Fenni Harp, Tercüme Latif Bin İbrahim el yazısı, Nuri Osmaniye Kitaplığı, No. 3237

[14] Leopold TOIFL und Hildegarb LEITGEB, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. bis zum

[15] Georg SCHREIBER, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4,

[16] Georg SCHREIBER, a.g.e., s. 112-201

[17] Von HAMMER Purgstall Joseph, ‘Büyük Osmanlı Tarihi’, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

[18] Bertrand Michael BUCHMANN, ‚a.g.e., s. 128-129

[19] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.300-301

[20] Georg SCHREIBER, a.g.e. S. 203

[21] Kurt PEBALL, a.g.e. S. 13

[22] 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz, s. 42

[23] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.302

[24] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 128

[25] Georg SCHREIBER, a.g.e. S. 202

[26] Ebubekir S. YÜCEL, ‚Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi’ (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

[27] Kurt PEBALL, a.g.e., s. 17

[28] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[29] Yılmaz ÖZTUNA, a.g.e., s.386

[30] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, a.g.e., s.412

[31] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 435

[32] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 129

[33] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s.435

[34] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, a.g.e., s. 303

[35] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[36] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 130

[37] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[38] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[39] Purgstall Joseph von HAMMER, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989, s. 135

[40] Sengotar Muharebesi 1664, a.g.e., s. 45

[41] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[42] Géza PERJÉS, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, 14-15

[43] Dr. Erhan AFYONCU, Kara Mustafa Paşa, Hürriyet Tarih, 6 Ağustos 2003, s. 9

[44] N. Berin TAŞAN, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Mezarı ve Viyana Müzesindeki Kafatası, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001, s. 289-293

[45] M. Münir AKTEPE, Mustafa Paşa, İ A.., C. VIII, s. 738

[46] 800 Jahre Mogersdorf, a.g.e. S. 56

[47] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Osmanlı Vezir-i Âzamları, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s.418-420,




Bilmediğimiz bir sefer: 1532 Viyana Seferi

26 Temmuz 2019

Tarihte tarihçilerimiz de dâhil olmak üzere pek kimseciklerin bilmediği birebir yaşanmış iki olayı anlatmak istiyorum…Çünkü tarihi ‘’tarih’’ yapan ve tarihi daha çekici, daha sevimli ve cezbedici hale getiren içindeki ayrıntılarıdır…  

Ancak bu iki olayı tarihteki yerine oturtmak için çok kısa bir giriş yapmam gerekiyor…

Bizler Osmanlının Viyana’ya iki sefer yaptığını biliriz… İlki 1529 ve ikincisi de 1683.. Bu bilgiler gerçeği yansıtmaz. Osmanlının Viyana’ya toplam beş seferi vardır.

Viyana hedeflenerek yapılan ilk sefer 1528 seferidir.

Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Rumeli ordusunun toplanmasını burada beklenir… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları kabarttır ve taşkınlar baş gösterir, küçük dereler büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder, onlarla beraber içinde askerlere verilecek paraların da bulunduğu mahfazalar ve sandıklar da sulara kapılarak gider… Her yanı kaplayan kargaşalık içerisinde Sultan bile ölüm tehlikesi atlatır… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum…

Üçüncü sefer ise 1532 seferidir…

Yazımın başında bahsettiğim tarihçilerimiz dâhil pek kimseciklerin bilmediği iki olay işte bu sefer esnasında geçer…

Bu iki olaya geçmeden önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum…

Yıl 2002. Macaristan’a yapılan resmi bir gezide heyet başkanıyım… Heyete, bize bir Macar tümgeneral refakat ediyordu… Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezini ziyaret edecektik. Kışlaya giriş yaptık. Bizi törenle karşıladılar… Bina girişinde iç mekânda duvarda camekân içinde bir büst vardı. Büstün altında da ‘’Niklas Yurisiç’’ (Jurisich Miklos) ismi büyük harflerle yazılmıştı. Heyete refakat eden Macar tümgenerale sordum: ‘’Bu Niklas Yurisiç kimdir?’’ Macar tümgeneral cevap veremedi.. Bize karşılayan kışla komutanı da yanımızdaydı, benim sorumu tümgeneral kışla komutanına sordu. O da bilemedi.. Bu sefer kışla komutanı refakatindeki subaylara sordu.. Onlar da bilemedi… Kimseden cevap alamayınca ‘’bakın ben size Niklas Yurisiç’i tanıtayım’’ dedim...(Kendi çektiğim Niklas Yurisiç’in bu fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum)

‘’Bu Hırvat Beyi Niklas Yurisiç’e siz Macarlar ve Avusturyalılar çok şey borçlusunuz’’ dedim ve başladım anlatmaya:

‘’1532 seferinde Kanuni Sultan Süleyman komutası altındaki Osmanlı Ordusunun gücü 130 000 ile 220 000 arasında değişmekteydi. Bu kadar çok insan ve hayvanı besleyebilmek için yürüyüşün üç yıl önce yapılan (1529) seferin dışında kalmış bir bölgeden geçecek şekilde yapılması gerekliydi. Bunun için tekrar Budin üzerinden değil de, güneyde Plattensee (Balaton Gölü) yanından gidilmesi gerekiyordu. Böylece ordu bugün için Macaristan’ın kuzeyinde Avusturya sınırına yakın müstahkem Güns (o zaman adı Köszeg idi) kenti önüne varır...  9 Ağustos 1532 de kuşatma başlatılır… Şehri, işte kışla girişinde büstü bulunan Hırvat Beyi Niklas Yurisiç pek fazla bir umudu olmadığı halde inatla savunur… Kuşatma tam üç hafta sürer…

Burada cevaplanamayan soru, Sultanın neden burada bu kadar uzun bir süre oyalandığıdır. Aslında kenti kuşatmak için bir kaç bin kişi yeterdi, asıl ordu da pekâlâ Viyana üzerine yürüyebilirdi. Bir ihtimal, Sultanın Közseg’i zapt edemezse, Viyana önünde başarıya ulaşamayacağına inanıyor olmasıdır. Bir ihtimal de Viyana kuzeyinde toplanan imparatorluk ordusunun Közseg kuşatmasına yardıma geleceğinin Sultan Süleyman tarafından düşünülüyor olmasıdır. Eğer bu Ordu kuşatmaya yardıma gelecek ise Sultan Süleyman bir meydan muharebesi için uygun alan olan Közseg ile Neusiedlersee arasındaki bölgede muharebeyi kabul edecektir. Bu nedenle de Sultan Süleyman bu bekleme nedeniyle burada muharebe için uygun mevsimi harcar…

Sultan Süleyman, Yurisiç’le yüz yüze yaptığı bir görüşmede, gösterilen mukavemete duyduğu hayranlık dolayısıyla kentin sembolik olarak teslimiyle dahi yetinebileceğini bildirir. On yeniçeri kalenin en yüksek burcuna Türk bayrağı çekecekler, bunlardan başka hiçbir Türk kente girmeyecektir. Yurisiç bu öneriyi seve seve kabul eder, zira savunmayı yürütenlerin yarısı ya ölmüş ya da yaralanmış, cephanesi bitmiştir… Kenti bir gün daha elde tutmak olanaksızdır.

Diğer bir adı Güns olan Köszeg kenti, kurtulduğu günün anısını hala korumaktadır. Kentte her gün saat 11’de kilise çanları çalar, çünkü 30 Ağustos 1532’de Sultan Süleyman, tam bu saatte ordusuna hareket emri vermiştir.’’

Bu noktada Macar tümgeneral bana itiraz etmişti... ‘’Bu mümkün değil’’ demişti... ‘’Bizde kiliseler her gün değil sadece pazar günleri çanlarını çalar’’ demişti… Ben de kendisine ‘’Evet haklısınız, sadece sizde değil tüm dünyada kiliseler pazar günleri çan çalar. Ancak Közseg kenti kilisesi bu kurtuluşun anısına her gün saat 11’de çalar.’’ Bir süre sonra tümgeneral yanımdan ayrıldı... Beş dakika sonra geri geldi... Bana demişti ki; ‘’haklıymışsınız efendim. Közseg kenti Belediye Başkanını aradım. Bu konuyu sordum. Meğer Közseg’de kilise her gün saat 11’da çanlarını çalarmış…’’

Sultan Süleyman, Közseg’den ayrıldıktan sonra Viyana üzerine yürümez, çünkü Niklas Yurisiç’in kendisini oyaladığı üç hafta içerisinde, beklediği Ordu orada toplanır… Gerçi sayıca Türk ordusunun yarısı kadar bile güçlü değildir ama buna karşılık iyi bir topçuya sahiptir, üstelik Sultanın Tuna yoluyla taşınan topları da Estergon’a takılıp kalır… Bu ağır toplar olmaksızın müstahkem hiçbir kent alınamaz. Bunun böyle olduğu Közseg önünde görülmüştü. Aynı durum dönüş yolunda da görülür; Viyana’nın Neustadt’ı o kadar iyi korunur ki, Türkler saldırıya geçmeyi denemezler bile; Hartberg ile Graz’ın da önünden geçerler, Marburg’da (Maribor) saldırı girişiminde bulundularsa da başarı kazanamazlar. Buna rağmen Sultan, İstanbul’a vardığı 18 Kasımda büyük bir zafer şenliği yaptırır…

İşte 1532 seferinde anlatmak istediğim iki ayrıntıdan birisi bu Köszeg kuşatması idi…

Anlatmak istediğim 1532 seferindeki ikinci ayrıntı ise Purbach’lı Türkün hikâyesidir;

Purbach, Neusiedler gölünün batı kıyısında, o zamanki adı Feketevaroş olan bir kasabadır. 1532 Seferi sırasında diğer bağcı köyler gibi Türklerin saldırısına uğramıştı. Köylüler Türkler gelmeden köyü terk ederler… Gelen yeniçerilerden birisi bir evin mahzenine girer, orada bir fıçı içerisinde şarabı görür, sonra da oturup kana kana şarap içer... Sonra da mahzende sızıp kalır... Sızıp kalınca da arkadaşlarının köyden gittiklerinin farkına varmaz… Ayılınca da köye geri dönen köylüleri görür. Korkusundan bir bacanın içine saklanır. Ocakta ateş yakılınca da dumandan boğulmamak için yukarı tırmanır. Böylece bacaya kadar çıkar, orada etrafa bakınırken görülür. Sonra da köylüler bu yeniçeriyi yakalarlar.

Purbachlılar onu asmaya falan kalkmazlar…Aksine vaftiz edilerek dinini değiştirmesini ve yanaşma olarak kasabada kalmasını önerirler.. O da kabul eder… Sonunda yörenin nefis şarapları bir yandan, Purbach’ın kızları öbür yandan verdiği bu karardan asla pişman olmamasını sağlarlar. Daha sonra da kızlardan biri ile evlenince, kaynatası onun taştan bir büstünü yaptırır. Bu heykel onu başında sarığı ile bacadan etrafı gözlediği andaki halini gösteriyor... Bizzat kendi çektiğim bu heykelin fotoğrafı da yazımın sonunda veriyorum.

Bu bir köy efsanesi olabilir, taşlaşmış Türk belki de kimsenin tasviri değil de, sadece bir direniş figürü de olabilir… 1532 yılındaki gibi kendileri açısından geçerli felaketleri savuşturmuş olmayı da simgeliyor olabilir. Gerçek olan bu öykünün bir hayli allanmış pullanmış olarak hala anlatılıyor olmasıdır. Hatta ilkokul çocuklarının okuduğu masal kitabı halinde de halen Avusturya’da satılır. Bu kitabın kapak fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum..

Bu köyde (Purbach) yeniçerinin yakalandığı ev halen olduğu gibi duruyor... Yeniçerinin şarap içtiği mahzen de lokanta haline getirilmiş. . Burada ikram edilen şaraplar da özel olarak üretilmiş ‘’Purbacher Türke’’ (Purbachlı Türk) ismindedir. Köyde o günden bu yana halen şarap üretilmektedir. Şarap köyün tek geçim kaynağıdır.

Ailemle beraber bu köye ilk geldiğimde bu evde mahzende yemek yiyoruz. Her masada küçük bir el broşürü var... Broşür bu olayı kısaca anlatıyor. Broşürün sonunda ‘’Köyde eğer badem gözlü birisini görürseniz bilin ki bu Türkü hatırlatıyor’’ diye bir cümle vardı. ‘’Badem gözlü’’ Almanca ‘’Mandelaugen’’ demekti... Bize hizmet eden çok hoş zarif bir genç kadın garson vardı. Çağırdım, bilmiyormuş gibi ‘’Mandelaugen’’ ne demek diye sordum. Kadın benim gözlerimi göstererek ‘’sizin gözleriniz gibi’’ demişti…

İşte bizim Avrupa’ya ilk işgücü (Almancı!, Gastarbeiter!) ihracımız bu yeniçeridir!

Genellikle tutsak düşen Türklerin şansı bu yeniçeri gibi böyle yaver gitmez daha doğrusu tutsak alındıkları olmaz, öfkeli köylüler ya onları hemen öldürürler ya da derin bir uçurumdan aşağı hemen atarlar. Aşağı Avusturya’da Pittental’da ‘‘Türkensturz’’ (Türk uçurumu) ve Piestingtal’da, Pernitz’de ‘’Türkenloch’’ (Türkler çukuru) gibi yer adları böyle olayların tanıkları gibidir.  Akıncılar Tuna’nın güneyinde hemen her vadiye dalarlar ve her yerde de atlısı yayası, köylüsü kentlisi, avcısı oduncusu onlara karşı çıkar, tuzaklar kurar, pusuya düşürür veya doğrudan üzerlerine saldırırlar…

Bu sefer esnasında Ybbsitz kasabasından sonra akıncılar Ybb ırmağı kıyısında Waidhofen kentine saldırırlar. Kentin kalesi iyi tahkim edilmiştir.  Kenti savunan halk, üzerlerine atılan alevli oklar yağmur gibi yağdığı halde sinmez, aksine bir karşı saldırıyı göze alırlar.  Bunun için en önde tırpan yapan demirciler çırakları ile birlikte yer alır, oduncular ve kömürcüler de saldırır. Akıncılar bu çarpışmada sadece savaşçı değil, at ve silah da kaybederler…

Bu olayın anısına Waidhofenliler heybetli bir kule yaptırırlar, üstüne de olup bitenleri anlatan bir yazıt koyarlar… Bundan dolayı demirci çırakları sokaklarda gösteri yürüyüşü yapma imtiyazını elde ederler… Loncalarının yıldönümünde savaş havaları ile caddelerden geçerler, bu sırada halk da onlara armağanlar verir ve ikramlarda bulunurlar… Bu görenek 487 yıldan beri sürüp gitmektedir. Ne var ki gösteri yürüyüşü şimdi pek mütevazı bir hal alır, çünkü törene katılacak demirci sayısı azalmıştır. Bu törenlerde kafilenin başında bir demirci ustasıyla iki ulak yürür, hep birlikte eski savaş narasını haykırılar: ‘‘Tanrı adına davranın, Türkler geliyor!’’

Üç yıl önceki Viyana kuşatmasına (1529) oranla 1532 yılında yapılan bu sefer hemen hemen tümüyle unutulmuştur. Pek hatırlanmaz…

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 1663-1664 Uyvar Seferi’dir… Bu sefer esnasında yapılan 1664 St Gotthard – Mogersdorf muharebesi bizdeki bütün büyük tarihçiler (İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan İsmail Hami Danişmend’e kadar) üç-beş sayfalık (bir sayfası da bu muharebenin krokisidir) yazı ile ‘’yenildik’’ diye bitirirler... Ben bu muharebe üzerine iki yıl çalıştım... Bütün Avusturya kaynaklarını, bütün Türk kaynaklarını taradım. Muharebe alanını Viyana ve Graz üniversitelerinden tarihçilerle ve Avusturya Ordusunun askerî tarihten sorumlu bir generaliyle adım adım dolaştım... Sonunda uzun bir yazı ile belgeleriyle ''yenilmediğimizi'' ortaya koydum. İki ulusal dergide de bu yazımı yayınladım...

Viyana’ya yapılan beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 seferidir... Ancak tarihçilerimizin bu sefer hakkında bildikleri de buzdağın üstü gibi tüm gerçeklerin sadece yüzde onu gibi bir orandadır... Bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz o kadar çok şey var ki! 1683 seferi de çok uzun ve hazin bir hikâyedir…Tek günah keçisi de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa değildir…

Ahh ''Tarih Baba'' ah!.. Sen neler söylersin sen!..

Osman AYDOĞAN

Macaristan'ın Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezi girişinde bulunan Niklas Yurisiç'in büstü... Fotoğraf bana ait..

 
Avusturya'ya Türk akınları Avusturya masal kitaplarında böyle resmedilmişti...

Purbachlı Türk anlatan Avusturya çocuk masal kitabının kapağı

Purbach köyünde olayın geçtiği evin bacasına yerleştirilen yeniçeri heykeli. Fotoğraf bana ait..




Brooklyn by the sea

28 Temmuz 2019

''Tarih notları''na bir gün ara verip hafta sonu vesilesi ile bugün size güzel bir müzik ziyafeti sunmak, bir şarkı dinletmek ve kulaklarınızın pasını açmak istiyorum: Brooklyn by the sea

Ama müzikten önce kısa bir bilgi:

Brooklyn New York’un Amerikan dizi ve filminde genellikle küçümsenen bir Yahudi semtidir.  Benzetmek gibi olursa Manhattan; New York’un İstiklal’i, Bağdat Caddesi ise Brooklyn de Fatih’in Çarşamba’sıdır, Bağcılar’ıdır.  

Mortimer Shuman (Mort Shuman diye bilinir) (1936 - 1991) ise işte bu Brooklyn mahallesinin Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan şarkıcı, piyanist ve söz yazarıdır. Mort Shuman 1960'lı yıllarda tutulan başta "Viva Las Vegas" şarkısı olmak üzere ‘’rock and roll’’ parçalarıyla ünlenir. Shuman ayrıca, birçok Fransızca şarkı yazarak bu şarkıları seslendirir; ‘’Le Lac Majeur’’, ‘’Allo Papa Tango Charlie’’, ‘’Sha Mi Sha’’, ‘’Un Eté de Porcelaine’’ ve ve ve benim de en çok sevdiğim ‘’Brooklyn by the sea'' gibi şarkılar bunlardan birkaçıdır.

Yıllar yıllaaaar öncesiydi… New York da iken programı yapan Amerikalı arkadaşıma Brooklyn sahiline gidip orada sahilde bu şarkıyı dinlemek istediğimi söylediğimde çok ama çok şaşırmıştı. Söz vermişti, hatta beraber gidecektik ama yoğun programdan bir türlü fırsat bulup da Brooklyn sahiline gidip de bu şarkıyı orada dinleyememiştim. Kısmet işte, o zaman bu şarkıyı Brooklyn'de dinleyememiştim ama kızım, geçen sene başında (2018) New York'da iken bu şarkıyı çok sevdiğimi bildiğinden Brooklyn Köprüsü ayağına gidip görüntüsüyle beraber bu şarkıyı cep telefonu ile kaydedip bana göndermişti... 

Mort Shuman, ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısını dinlerken sanki bizden bir ses, bizden bir müzik gibi dinlersiniz. Sanki dinlediğiniz ses Neşat Ertaş'tır, Belkis Akkale'dir. Sanki dinlediğiniz müzik Selda'nın müziğidir, Selda'nın sesidri... İşte bu nedenle sizi alır alır bir yerlere götürür bu şarkı, ama en çok da gençliğinize götürür ve sizi orada tek başına yapayalnız bırakıp gelir… Ve orada kalmak için siz de çırpın çırpın çırpınırsınız ve Mort Shuman’ın o çığlık çığlığa sesi sanırsınız ki hatıralarınıza daldığınız gençliğinizden dönmek istemeyen sizin sesinizdir, sizin çığlığınızdır.

Bu şarkının mutlaka dinlenilmesi gereken bir başka yorumu daha var…  

1952 doğumlu Fransız şarkıcı Anne-Marie David, müzik hayatına 1972'de ‘’Jesus Christ Superstar’’ oyununda ‘’Mary Magdelena’’ (*) rolü ile parlamaya başlar. Bu oyun 1972'nin Haziran ayında Olympia'da icra edilir. Lüksemburg tarafından gelen Eurovision teklifini kabul eden Anne-Marie David, 1973 yılında da Eurovision birincisi olur.

Sanatçı bir Avrupa turnesinden sonra 1974 yılında Türkiye'ye gelir. Burada "Neşeli Gençleriz Biz / İnanma" ve "Hayat ve Ben / Sil Baştan" 45’liklerini yayınlar. Özellikle Çiğdem Talu'nun sözlerini yazdığı ve Anne-Marie David'in farklı Türkçesi ile seslendirdiği ‘’Neşeli Gençleriz Biz’’ büyük ilgi görür. Sanatçı Müjdat Gezen'in oynadığı ‘’Pembe Panter’’ adlı filmde de "Hayat ve Ben" şarkısını seslendirir ve filmde de küçük bir rol alır. Bir de Türkçe bir albüm çıkarır. Sanatçı 1974 ve 1975 tarihlerinde de o zamanki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından ödüllendirilir.

İşte Anne Marie David'in bu Türkiye serüveni esnasında 1976 yılında Türkiye'de bir 33'lük plak doldurur. Ve bu plakta da Mort Shuman’ın aşağıda bağlantısını verdiğim ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısı yer alır. Ayrıca Paul Mauriat orkestrası da bu şarkıyı seslendirir:

Şimdi bu üç yorumu da dinleyin, gençliğinize gidin ve orada kalın ve dönmeyin sakın bu günlere, bu kasvetli günlere…

Ve bu şarkı takılmış bir plak gibi zihninizde ışıklar etrafında dönen pervane böcekleri gibi dönsüüüün dursun… Ama sakın siz dönmeyin oradan!

Shuman'ın ve Anne Marie David'in sesleri kulaklarınızda çınlarken sizlere güzel mi güzel, pırıl pırıl bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Mort Shuman, ’’Brooklyn by the sea’’ 
https://www.youtube.com/watch?v=RlODjErSEQ8

Anne Marie David, ’’Brooklyn by the sea’’ 
https://www.izlesene.com/video/anne-marie-david-brooklyn-by-the-sea-1976/8741863

Paul Mauriat orkestrası ’’Brooklyn by the sea’’
http://www.nhaccuatui.com/bai-hat/brooklyn-by-the-sea-paul-mauriat.ObdJ8XBZgk.html

(*) Maria Magdalene

Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak da adlandırılır. Genellikle Batı dillerinde Maria veya Mary Magdalene / Magdalena olarak geçer.  Mecdel; (Magdala) Yeni Ahit'te bahsi geçen, antik Filistin'de iki farklı yerin adıdır. Yeni Ahit’e göre Hz. İsa’nın takipçilerinden biridir. Markos ve Yuhanna İncillerine göre, öldükten ve gömüldükten sonra dirilen İsa'yı ilk gören kişidir.  22 Temmuz, Hıristiyanlıkta Aziz Mecdelli Meryem Günü'dür.

Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir diğer inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’  der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur. 




Halil İnalcık

26 Temmuz 2019

Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra en büyük tarihçimiz olan Halil İnalcık’ı üç yıl önce dün 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik. Dün bilerek yazmadım, bugün boyalı boyalı ceridelere baktım, ciddi ciddi gazetelere baktım, renkli renkli TV kanallarını dolaştım bir anma yazısı, bir anma programı olacak mı diye… Heyhat… Ama bu büyük tarihçi Halil İnalcık’ı beraber anmasak olmaz…

Halil İnalçık, Osmanlı İmparatorluğu zamanında 7 Eylül 1916 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye Hanım’dır. 1923-1930 yılları arasında Ankara Gazi Mektebi’nde, bir yıl da Sivas Muallim Mektebi’nde eğitimine devam eder.  Ortaöğrenimini Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamladıktan sonra, liseyi Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde bitirir. (Şimdi bu okul Balıkesir Üniversitesi, Necatibey Eğitim Fakültesi’dir) 1936 senesinde Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde yükseköğrenimine başlar. 1940 senesinde mezun olup aynı fakültede asistanlığa başlar. Bu asistanlık değil Türkiye’nin dünyanın en büyük tarihçisi olmasının yolunu açar.

Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:

“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein

“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.” Prof. İlber Ortaylı

“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hâkimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.” Prof. Suraiya Faroqhi

“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ” Prof. Howard Reed

“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.” Prof. Victor Ostapchuk

"Zamanın büyük âlimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir."  Bernard Lewis

“Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir tarihçi olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir. Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur. Kitapları, sayısız makale ve ansiklopedi maddeleri, sosyal bilimciler için göz kamaştırıcı bir hazine mahiyetindedir. Halil İnalcık, bu sahanın en seçkin uygulayıcılarından biri. Dünya bilimine katkıları su götürmez. Çabalarının hedefi haline gelmiş konu üzerinde bize sadece tefekkür etmek düşer.” Immanuel Wallerstein (Dünyaca tanınan Amerikalı sosyal bilimci)  

20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterir.

Halil İnalcık’ın Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve sosyal tarihinin toplumsal–ekonomik altyapısını incelediği dört ciltlik ‘’Devlet-i Aliyye’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017) isimli kitabı en önemli kitabıdır. Eserlerini okumak tarihçi olmayan birisi için zor gelse de bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi mutlaka okunması gereken bir eser olarak değerlendiririm. (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)

Halil İnalcık; Fuad Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan ile beraber dünyaca ünlü Fransız tarihçi Fernand Braudel ile aynı tarih görüşünü paylaşırlar… (Braudel'i ayrıca anlatacağım)

Bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer verir: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’

Bir makalesinde de şunu yazar: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."

Bir yazısında da şu uyarıda bulunur: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."

Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyardı… Mustafa Kemal'den ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahsederdi…

Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bu büyük tarihçiyi de iki yıl önce dün 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik.

Halil İnalcık’ın kabri, Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındadır. Halil İnalcık’ın kabri de şanına yakışır bir şekilde geleneksel Osmanlı uleması kabri şeklinde yapılmıştır.

Halil İnalcık'ın mezar taşı kitabesi de Osmanlı tarih düşürme geleneğine uygun olarak Murat Bardakçı tarafından kaleme alınmış ve bir dönem kendisi ile beraber çalıştığım ve kendisini tanımaktan ve kendisiyle çalışmaktan mutlu olduğum felsefe öğretmeni, ney sanatçısı ve hattat Sabri Mandıracı tarafından Osmanlıca olarak yazılmıştır. Kitabe şöyledir:

"Kutb-ı aktâb-ı müverrîhîn idi
Cümle âsârı buna muhkem delil
Rıhletiyle artık öksüzdür ilim
Böyle emretti bunu nazm-ı celîl
Şimdi mutlak Fatih’in bağrındadır
Fethi ondan dinliyorken biz melîl
Hüzn içinde söyledim tarih-i tâm
Kalbi yıkdı hicr göçdü Mîr Halîl-1437"

(O, tarihçilerin kutuplarının kutbu, hepsinden yüksek mertebede idi ve yazdığı bütün eserler bunun böyle olduğunun delilidir. Vefatıyla ilim artık öksüz kalmıştır, herkesin günü geldiğinde öleceğinin bir emir olduğu da Kur’an’da zaten geçmektedir. Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama biz üzgün ve boynu bükük haldeyiz. Böyle bir hüzün içerisinde tarih düşürdüm ve hicrî 1437’ye karşılık gelen ‘Ayrılık kalbi yıktı, Halil Bey göçtü gitti’ sözü vefatının tarihi oldu.)

İşte Halil İnalcık bu çorak toprakların yetiştirdiği zamanımızın en büyük tarihçisiydi. Kendisi “Şeyh-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Şeyhi), ''Kutb-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Kutbu) ve hocaların hocasıydı... Kendisi asaletin, bilginin, kültürün vücut bulmuş haliydi. Türk tarihinin kartalı, şahini idi. O çağımızın İbn-i Haldun’u idi… Vefatından bu yana Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalmıştır.

Bu büyük âlimi rahmetle anıyorum...

Osman AYDOĞAN

Halil İnalcık'ın Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındaki kabri:




Bilmediğimiz bir sefer: 1532 Viyana Seferi

26 Temmuz 2019

Tarihte tarihçilerimiz de dâhil olmak üzere pek kimseciklerin bilmediği birebir yaşanmış iki olayı anlatmak istiyorum…Çünkü tarihi ‘’tarih’’ yapan ve tarihi daha çekici, daha sevimli ve cezbedici hale getiren içindeki ayrıntılarıdır…  

Ancak bu iki olayı tarihteki yerine oturtmak için çok kısa bir giriş yapmam gerekiyor…

Bizler Osmanlının Viyana’ya iki sefer yaptığını biliriz… İlki 1529 ve ikincisi de 1683.. Bu bilgiler gerçeği yansıtmaz. Osmanlının Viyana’ya toplam beş seferi vardır.

Viyana hedeflenerek yapılan ilk sefer 1528 seferidir.

Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Rumeli ordusunun toplanmasını burada beklenir… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları kabarttır ve taşkınlar baş gösterir, küçük dereler büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder, onlarla beraber içinde askerlere verilecek paraların da bulunduğu mahfazalar ve sandıklar da sulara kapılarak gider… Her yanı kaplayan kargaşalık içerisinde Sultan bile ölüm tehlikesi atlatır… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum…

Üçüncü sefer ise 1532 seferidir…

Yazımın başında bahsettiğim tarihçilerimiz dâhil pek kimseciklerin bilmediği iki olay işte bu sefer esnasında geçer…

Bu iki olaya geçmeden önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum…

Yıl 2002. Macaristan’a yapılan resmi bir gezide heyet başkanıyım… Heyete, bize bir Macar tümgeneral refakat ediyordu… Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezini ziyaret edecektik. Kışlaya giriş yaptık. Bizi törenle karşıladılar… Bina girişinde iç mekânda duvarda camekân içinde bir büst vardı. Büstün altında da ‘’Niklas Yurisiç’’ (Jurisich Miklos) ismi büyük harflerle yazılmıştı. Heyete refakat eden Macar tümgenerale sordum: ‘’Bu Niklas Yurisiç kimdir?’’ Macar tümgeneral cevap veremedi.. Bize karşılayan kışla komutanı da yanımızdaydı, benim sorumu tümgeneral kışla komutanına sordu. O da bilemedi.. Bu sefer kışla komutanı refakatindeki subaylara sordu.. Onlar da bilemedi… Kimseden cevap alamayınca ‘’bakın ben size Niklas Yurisiç’i tanıtayım’’ dedim...(Kendi çektiğim Niklas Yurisiç’in bu fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum)

‘’Bu Hırvat Beyi Niklas Yurisiç’e siz Macarlar ve Avusturyalılar çok şey borçlusunuz’’ dedim ve başladım anlatmaya:

‘’1532 seferinde Kanuni Sultan Süleyman komutası altındaki Osmanlı Ordusunun gücü 130 000 ile 220 000 arasında değişmekteydi. Bu kadar çok insan ve hayvanı besleyebilmek için yürüyüşün üç yıl önce yapılan (1529) seferin dışında kalmış bir bölgeden geçecek şekilde yapılması gerekliydi. Bunun için tekrar Budin üzerinden değil de, güneyde Plattensee (Balaton Gölü) yanından gidilmesi gerekiyordu. Böylece ordu bugün için Macaristan’ın kuzeyinde Avusturya sınırına yakın müstahkem Güns (o zaman adı Köszeg idi) kenti önüne varır...  9 Ağustos 1532 de kuşatma başlatılır… Şehri, işte kışla girişinde büstü bulunan Hırvat Beyi Niklas Yurisiç pek fazla bir umudu olmadığı halde inatla savunur… Kuşatma tam üç hafta sürer…

Burada cevaplanamayan soru, Sultanın neden burada bu kadar uzun bir süre oyalandığıdır. Aslında kenti kuşatmak için bir kaç bin kişi yeterdi, asıl ordu da pekâlâ Viyana üzerine yürüyebilirdi. Bir ihtimal, Sultanın Közseg’i zapt edemezse, Viyana önünde başarıya ulaşamayacağına inanıyor olmasıdır. Bir ihtimal de Viyana kuzeyinde toplanan imparatorluk ordusunun Közseg kuşatmasına yardıma geleceğinin Sultan Süleyman tarafından düşünülüyor olmasıdır. Eğer bu Ordu kuşatmaya yardıma gelecek ise Sultan Süleyman bir meydan muharebesi için uygun alan olan Közseg ile Neusiedlersee arasındaki bölgede muharebeyi kabul edecektir. Bu nedenle de Sultan Süleyman bu bekleme nedeniyle burada muharebe için uygun mevsimi harcar…

Sultan Süleyman, Yurisiç’le yüz yüze yaptığı bir görüşmede, gösterilen mukavemete duyduğu hayranlık dolayısıyla kentin sembolik olarak teslimiyle dahi yetinebileceğini bildirir. On yeniçeri kalenin en yüksek burcuna Türk bayrağı çekecekler, bunlardan başka hiçbir Türk kente girmeyecektir. Yurisiç bu öneriyi seve seve kabul eder, zira savunmayı yürütenlerin yarısı ya ölmüş ya da yaralanmış, cephanesi bitmiştir… Kenti bir gün daha elde tutmak olanaksızdır.

Diğer bir adı Güns olan Köszeg kenti, kurtulduğu günün anısını hala korumaktadır. Kentte her gün saat 11’de kilise çanları çalar, çünkü 30 Ağustos 1532’de Sultan Süleyman, tam bu saatte ordusuna hareket emri vermiştir.’’

Bu noktada Macar tümgeneral bana itiraz etmişti... ‘’Bu mümkün değil’’ demişti... ‘’Bizde kiliseler her gün değil sadece pazar günleri çanlarını çalar’’ demişti… Ben de kendisine ‘’Evet haklısınız, sadece sizde değil tüm dünyada kiliseler pazar günleri çan çalar. Ancak Közseg kenti kilisesi bu kurtuluşun anısına her gün saat 11’de çalar.’’ Bir süre sonra tümgeneral yanımdan ayrıldı... Beş dakika sonra geri geldi... Bana demişti ki; ‘’haklıymışsınız efendim. Közseg kenti Belediye Başkanını aradım. Bu konuyu sordum. Meğer Közseg’de kilise her gün saat 11’da çanlarını çalarmış…’’

Sultan Süleyman, Közseg’den ayrıldıktan sonra Viyana üzerine yürümez, çünkü Niklas Yurisiç’in kendisini oyaladığı üç hafta içerisinde, beklediği Ordu orada toplanır… Gerçi sayıca Türk ordusunun yarısı kadar bile güçlü değildir ama buna karşılık iyi bir topçuya sahiptir, üstelik Sultanın Tuna yoluyla taşınan topları da Estergon’a takılıp kalır… Bu ağır toplar olmaksızın müstahkem hiçbir kent alınamaz. Bunun böyle olduğu Közseg önünde görülmüştü. Aynı durum dönüş yolunda da görülür; Viyana’nın Neustadt’ı o kadar iyi korunur ki, Türkler saldırıya geçmeyi denemezler bile; Hartberg ile Graz’ın da önünden geçerler, Marburg’da (Maribor) saldırı girişiminde bulundularsa da başarı kazanamazlar. Buna rağmen Sultan, İstanbul’a vardığı 18 Kasımda büyük bir zafer şenliği yaptırır…

İşte 1532 seferinde anlatmak istediğim iki ayrıntıdan birisi bu Köszeg kuşatması idi…

Anlatmak istediğim 1532 seferindeki ikinci ayrıntı ise Purbach’lı Türkün hikâyesidir;

Purbach, Neusiedler gölünün batı kıyısında, o zamanki adı Feketevaroş olan bir kasabadır. 1532 Seferi sırasında diğer bağcı köyler gibi Türklerin saldırısına uğramıştı. Köylüler Türkler gelmeden köyü terk ederler… Gelen yeniçerilerden birisi bir evin mahzenine girer, orada bir fıçı içerisinde şarabı görür, sonra da oturup kana kana şarap içer... Sonra da mahzende sızıp kalır... Sızıp kalınca da arkadaşlarının köyden gittiklerinin farkına varmaz… Ayılınca da köye geri dönen köylüleri görür. Korkusundan bir bacanın içine saklanır. Ocakta ateş yakılınca da dumandan boğulmamak için yukarı tırmanır. Böylece bacaya kadar çıkar, orada etrafa bakınırken görülür. Sonra da köylüler bu yeniçeriyi yakalarlar.

Purbachlılar onu asmaya falan kalkmazlar…Aksine vaftiz edilerek dinini değiştirmesini ve yanaşma olarak kasabada kalmasını önerirler.. O da kabul eder… Sonunda yörenin nefis şarapları bir yandan, Purbach’ın kızları öbür yandan verdiği bu karardan asla pişman olmamasını sağlarlar. Daha sonra da kızlardan biri ile evlenince, kaynatası onun taştan bir büstünü yaptırır. Bu heykel onu başında sarığı ile bacadan etrafı gözlediği andaki halini gösteriyor... Bizzat kendi çektiğim bu heykelin fotoğrafı da yazımın sonunda veriyorum.

Bu bir köy efsanesi olabilir, taşlaşmış Türk belki de kimsenin tasviri değil de, sadece bir direniş figürü de olabilir… 1532 yılındaki gibi kendileri açısından geçerli felaketleri savuşturmuş olmayı da simgeliyor olabilir. Gerçek olan bu öykünün bir hayli allanmış pullanmış olarak hala anlatılıyor olmasıdır. Hatta ilkokul çocuklarının okuduğu masal kitabı halinde de halen Avusturya’da satılır. Bu kitabın kapak fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum..

Bu köyde (Purbach) yeniçerinin yakalandığı ev halen olduğu gibi duruyor... Yeniçerinin şarap içtiği mahzen de lokanta haline getirilmiş. . Burada ikram edilen şaraplar da özel olarak üretilmiş ‘’Purbacher Türke’’ (Purbachlı Türk) ismindedir. Köyde o günden bu yana halen şarap üretilmektedir. Şarap köyün tek geçim kaynağıdır.

Ailemle beraber bu köye ilk geldiğimde bu evde mahzende yemek yiyoruz. Her masada küçük bir el broşürü var... Broşür bu olayı kısaca anlatıyor. Broşürün sonunda ‘’Köyde eğer badem gözlü birisini görürseniz bilin ki bu Türkü hatırlatıyor’’ diye bir cümle vardı. ‘’Badem gözlü’’ Almanca ‘’Mandelaugen’’ demekti... Bize hizmet eden çok hoş zarif bir genç kadın garson vardı. Çağırdım, bilmiyormuş gibi ‘’Mandelaugen’’ ne demek diye sordum. Kadın benim gözlerimi göstererek ‘’sizin gözleriniz gibi’’ demişti…

İşte bizim Avrupa’ya ilk işgücü (Almancı!, Gastarbeiter!) ihracımız bu yeniçeridir!

Genellikle tutsak düşen Türklerin şansı bu yeniçeri gibi böyle yaver gitmez daha doğrusu tutsak alındıkları olmaz, öfkeli köylüler ya onları hemen öldürürler ya da derin bir uçurumdan aşağı hemen atarlar. Aşağı Avusturya’da Pittental’da ‘‘Türkensturz’’ (Türk uçurumu) ve Piestingtal’da, Pernitz’de ‘’Türkenloch’’ (Türkler çukuru) gibi yer adları böyle olayların tanıkları gibidir.  Akıncılar Tuna’nın güneyinde hemen her vadiye dalarlar ve her yerde de atlısı yayası, köylüsü kentlisi, avcısı oduncusu onlara karşı çıkar, tuzaklar kurar, pusuya düşürür veya doğrudan üzerlerine saldırırlar…

Bu sefer esnasında Ybbsitz kasabasından sonra akıncılar Ybb ırmağı kıyısında Waidhofen kentine saldırırlar. Kentin kalesi iyi tahkim edilmiştir.  Kenti savunan halk, üzerlerine atılan alevli oklar yağmur gibi yağdığı halde sinmez, aksine bir karşı saldırıyı göze alırlar.  Bunun için en önde tırpan yapan demirciler çırakları ile birlikte yer alır, oduncular ve kömürcüler de saldırır. Akıncılar bu çarpışmada sadece savaşçı değil, at ve silah da kaybederler…

Bu olayın anısına Waidhofenliler heybetli bir kule yaptırırlar, üstüne de olup bitenleri anlatan bir yazıt koyarlar… Bundan dolayı demirci çırakları sokaklarda gösteri yürüyüşü yapma imtiyazını elde ederler… Loncalarının yıldönümünde savaş havaları ile caddelerden geçerler, bu sırada halk da onlara armağanlar verir ve ikramlarda bulunurlar… Bu görenek 487 yıldan beri sürüp gitmektedir. Ne var ki gösteri yürüyüşü şimdi pek mütevazı bir hal alır, çünkü törene katılacak demirci sayısı azalmıştır. Bu törenlerde kafilenin başında bir demirci ustasıyla iki ulak yürür, hep birlikte eski savaş narasını haykırılar: ‘‘Tanrı adına davranın, Türkler geliyor!’’

Üç yıl önceki Viyana kuşatmasına (1529) oranla 1532 yılında yapılan bu sefer hemen hemen tümüyle unutulmuştur. Pek hatırlanmaz…

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 1663-1664 Uyvar Seferi’dir… Bu sefer esnasında yapılan 1664 St Gotthard – Mogersdorf muharebesi bizdeki bütün büyük tarihçiler (İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan İsmail Hami Danişmend’e kadar) üç-beş sayfalık (bir sayfası da bu muharebenin krokisidir) yazı ile ‘’yenildik’’ diye bitirirler... Ben bu muharebe üzerine iki yıl çalıştım... Bütün Avusturya kaynaklarını, bütün Türk kaynaklarını taradım. Muharebe alanını Viyana ve Graz üniversitelerinden tarihçilerle ve Avusturya Ordusunun askerî tarihten sorumlu bir generaliyle adım adım dolaştım... Sonunda uzun bir yazı ile belgeleriyle ''yenilmediğimizi'' ortaya koydum. İki ulusal dergide de bu yazımı yayınladım...

Viyana’ya yapılan beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 seferidir... Ancak tarihçilerimizin bu sefer hakkında bildikleri de buzdağın üstü gibi tüm gerçeklerin sadece yüzde onu gibi bir orandadır... Bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz o kadar çok şey var ki! 1683 seferi de çok uzun ve hazin bir hikâyedir…Tek günah keçisi de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa değildir…

Ahh ''Tarih Baba'' ah!.. Sen neler söylersin sen!..

Osman AYDOĞAN

Macaristan'ın Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezi girişinde bulunan Niklas Yurisiç'in büstü... Fotoğraf bana ait..

 
Avusturya'ya Türk akınları Avusturya masal kitaplarında böyle resmedilmişti...

Purbachlı Türk anlatan Avusturya çocuk masal kitabının kapağı

Purbach köyünde olayın geçtiği evin bacasına yerleştirilen yeniçeri heykeli. Fotoğraf bana ait..




Müttefik (1)

25 Temmuz 2019

Son yıllarda Türk – ABD ilişkileri oldukça gergin seyretmektedir… Bir vakitler BOP’un eş başkanıydık… Sahi BOP neydi de biz eş başkanıydık? Şimdilik BOP’a sonra dönelim… Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan bir enerji koridoru, bu bağlamda Irak’ın Kuzeyi, Fırat’ın Doğusu, Suriye, Doğu Akdeniz, İran, Rezzap, Halkbank, Rahip Brunson derken dananın kuyruğu S-400 ve F-35 ile koptu… Yok yok merak etmeyin henüz kopan bir şey yok… Ama halatın da iyice inceldiği kesin!...

Uluslararası ilişkilerde uluslar ve devletler birbirilerine sevdalanmazlar, âşık olmazlar… Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkar vardır… Çıkarlar devam ettiği sürece ilişkiler de iyi gider, çıkarlar daha yoğun ise de müttefik olurlar… Çıkarlar çatışınca da ilişkiler bozulur, daha da ötesi kavga, çatışma başlar… Bu bu kadar basittir… Ancak bu konu Türkiye olunca bu kadar basit değildir… Çünkü Türkiye devleti uluslararası ilişkilere hep duygusal ve platonik takılır… Türkiye; devletlere ve milletlere, sevdalanır, âşık olur… İlişkiler bozulunca da ardından terkedilmiş bir âşık gibi bunalıma, depresyona girer… 

Bu yazımda bu platonik aşka tarihi bir örnek vermek istiyorum: Osmanlı – Almanya ilişkilerine… Sonra da günümüze gelip bir başka yazımla (Müttefik (2) )Türk –ABD ilişkilerini anlatmak istiyorum…

Osmanlının Almanya ile olan ilişkileri ise Prusya ile başlar… Ancak peşin söyleyeyim, tarih bende hep uzun olur…

Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlangıcının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’na göre 19’uncu yüzyılın sonunda Prusya dışındaki diğer bütün büyük devletlerin Osmanlı‘ya karşı düşmanca bir politika izlemeleridir… Osmanlı İmparatorluğuna göre kendilerine karşı en büyük tehlike İngiltere ve Rusya’dan gelmektedir…

Osmanlı İmparatorluğunun niyeti Prusya’nın yardımı ile kendi askeri gücünü geliştirmektir.[1]   Ayrıca Sultan Hamit Prusya’nın askeri gücüne, gelişme seviyesine ve devletin otoriter yapısına hayranlık duymakta ve toprağını muhafaza için en iyi yolun Prusya ile iş birliğinde olduğuna inanmaktadır.[2]  Politik, ekonomik ve askeri olarak çöküşte olan Osmanlı İmparatorluğu Prusya’nın yardımına muhtaçtır.

Prusya’nın ise bu iş birliğinden çok daha farklı niyetleri vardır. Prusyalılar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdir. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardır. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘'Hindistan'’ı olabilir. Ayrıca Almanya’nın kolonilerini koruyacak yeterli bir deniz gücü de yoktur. Bundan dolayı Almanya ‘’koloni’’ elde etmek için başka bir yöntem bulur: Almanya; Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Rusya gibi gelişmemiş ülkelerle ticarete yönelir.[3]

Alman şövenistler ise Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini isterler… Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Prusya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünür.[4] 1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapar.[5] ‘'Alman Birliği'’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapar.. ‘'Alman Birliği'’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘'Osmanlı mirasında Alman hakları’'dır… Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi Alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilir.[6]

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söyler… Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlar. Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmelidir. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktır.[7] Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktur tabii ki.

Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmiştir. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek ister. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapar.[8] Berlin–Bağdat hattı doğuda İslam ülkelerine kadar ulaşabilir. Osmanlı İmparatorluğunu resmi bir ziyaretinde Wilhelm II, 1898’de Suriye’de Almanya’nın bütün Müslümanların koruyucusu olduğunu ilan eder.[9] Almanya’nın amacı Müslümanları kullanarak İngilizlerle mücadele edebilmektir.

Sonuçta değişik niyetlerle de olsa her iki ülke birbirine muhtaçtır. Bu çerçevede ilk Alman askeri delegasyonu 1883 yılında Osmanlı İmparatorluğuna gelir. (Sultan Selim III zamanında Prusyalı Albay von Götz bir Türk topçu birliğini ziyaret eder. Yüzbaşı von Moltke ve Teğmen von Bery 1835 yılında Osmanlı’yı ziyaret eden ilk Alman subaylarıdır.)

Osmanlı ordusunu eğitmek için Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birçok Alman subayı ve askeri delegasyonu Osmanlı İmparatorluğu’na gelir. Gelen bu Alman subaylar ve askeri heyetler zaman içerisinde politik görevler de alarak Osmanlı ordusunun en önemli mevkilerini işgal ederler. Bu şekilde Osmanlı Ordusu Almanya’ya bağımlı hale gelir.[10] Osmanlı Ordusunda Alman hayranı olan birçok subay vardır. Enver Paşa da bunların arasındadır… Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıdır. Sadece subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıdır. PanTürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanır.[11]

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

‘’Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların’’

Bu ikili ilişkilerde Almanya tamamen rasyonel hareket eder. İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau, Enver Paşa ile bir konuşmasını şöyle aktarıyor; Enver Paşa der ki: ‘’Türkler ve Almanlar birbirlerini ihmal edemezler. Biz çıkarımız olduğu sürece sizinle beraber olacağız. Sizler çıkarınız olduğu sürece bizlere destek olacaksınız.’’[12] Enver Paşa bu düşüncesine rağmen rasyonel hareket edemez ve düşüncesizce Almanlara teslim olur…

Alman subaylar Osmanlı Ordusunu eğitirken aynı zamanda 14 Türk subayı da Berlin’e Prusya ordusuna eğitime gönderilir[13] Osmanlı’daki Alman subaylarının görevleri politik olmasına rağmen (Türkleri Alman hayranı yapmak, Alman silahı satmak ve Sultan’ı ve hükümeti Alman safında tutmak gibi[14]) Osmanlı Almanya’da eğitilen bu subaylarından faydalanamaz. Sultan Abdülhamit II hatıratında bu subaylardan memnun olmadığını yazar… Sultan Abdülhamit’e göre genç Türk subayları Almanya’da kendi özelliklerini, erdemlerini ve niteliklerini kaybetmişlerdir. Onlar Almanya’da Prusya’lı amirlerinin kendilerini yetiştirmek için gayretlerine rağmen alkol içmeyi ve ahlaksız şeyleri öğrenmişlerdir. Bu subaylar yurda dönüşlerinde çok kaba ve kendilerinden daha tecrübeli amirlerine ve arkadaşlarına karşı saygısız davranıyorlardır.[15] (Ne garip bir tesadüftür ki aradan bir yüz yıl geçiyor, bu sefer ben Alman Harp Akademisinde iki yıl öğrenim görüyorum…)

Bu askerî ilişkilerin yanında Osmanlı İmparatorluğu ile Lübeck, Bremen ve Hamburg şehirleri arasında 1839 yılında, Prusya ile de 1840 yılında ticaret anlaşmaları yapılır.[16] Bu anlaşmaları müteakiben Osmanlı dış ticaretinde Prusya-Alman payı giderek artarak 1880 yılında %18 olan bu pay 1909 yılında %42’ye yükselir. 25 yıl içerisinde merkezi Avrupa (Almanya- Avusturya) Osmanlı pazarına hükmeder hale gelir.[17]

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve askerî olarak tamamen Almanya’nın etkisi altındadır… Bir darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki komitesi de tamamen Alman hayranıdır. 1913 yılında İstanbul’a gelen Alman askerî eğitim delegasyonu Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda tamamen bir ‘'komuta heyeti'’ haline dönüşür.[18] Almanlar Türk harp yönetimini tamamen ellerinde tuttuklarına inanırlar. Gerçekten de Osmanlı Savunma Bakanlığı’ndaki, Genelkurmay’daki, ordu, kolordu ve tümenlerdeki bütün önemli mevkiler Alman subaylarının ellerindedir.[19]

Osmanlı üzerindeki Alman baskısı ve Alman etkisi ile Osmanlı yönetimindeki bir kısmın savaş arzusu Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasındaki en önemli etkenlerdir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’nın harekât planları Almanlar tarafından yapılır. Kafkasya’da Ruslara karşı taarruz harekâtı, Mısır’da İngilizlere karşı taarruz harekâtı ve müteakiben Mezopotamya’da İngilizlere karşı savunma harekâtı (ki burada Berlin-Bağdat demiryolu hattı ve Alman çıkarları vardır) tamamen Almanların politik arzularını karşılamaya yöneliktir. Ayrıca Osmanlının savaşa girmesi Doğu cephesinde yaklaşık 80 000 kişilik Rus askerini Kafkas cephesine bağlayarak, 100 000 İngiliz askerini ise Mısır’da kanalda tutarak Almanlara Avrupa cephesinde büyük bir rahatlama sağlar.[20]

Bu savaşta Rusların kazanıp kazanamaması Almanlar için hiç önemli değildir. Daha çok öncelerden Bismark’ın fikrine göre Ruslar Balkanlar ve İstanbul’u fethetmeden önce tükeneceklerdir. Böylece de Almanya Avrupa’da rahat edecektir.[21] 

Gelelim gerçeklerle yüzleşmeye...

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırırlar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i İstanbul'a saldırırlarsa, Osmanlıyı savunamayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda; ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'' der. Henüz bu konuşmanın sedası bu hoş kubbede kaybolmamıştır.

Her iki devlet, özellikle Almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ederler… Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başlar. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yataklarıdır... Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırır… Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan eder… Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilir.[22] Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Alman General Ludendorf şöyle der; ‘’Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’[23]

Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan pek bahsedilmez… Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan detaylıca bahseder… Türk kaynaklardan ise sadece kendisi de tarihçi bir asker olan Zekeriya Türkmen ve Elmas Çelik’in beraber hazırladıkları  ‘’Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları’’ (Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını, 2007) kitabı bu çatışmadan bahseder.  I. Dünya Savaşı tarihimizin az bilinen bu çatışma ağırlıklı olarak yabancı kaynaklarda yer alır. Osmanlı kaynaklarında bu çatışmanın yer almamasının nedeni olarak 2 Haziran 1918 tarihinde Osmanlı Genelkurmayından Birinci Kafkas Kolordusu’na gönderilen telgrafta Almanlar ile girilecek olası çatışmanın kayıtlara geçirilmemesi emri olduğu söylenebilir.

(Burada şu notu da düşmek istiyorum ki, bu yazım Almanya’da Alman Harp Akademisinde öğrenim sonunda Alman Harp Akademisine sunduğum bitirme tezimim küçük bir kısmıdır. Almanya dönüşümde bu tezimi Türkçeye tercüme ederek Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayınlatmak istedim…  Ancak yazım Almanları eleştirdiği için yayınlanmadı. Hâlbuki söylediğim gibi bu yazımı ben tez olarak bizzat Alman Harp Akademisine sunmuştum… Ve bu tezimden sonra Almanlar beni el üstünde tutmuşlardı… Değişen ne?)

İsmet İnönü anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Bu safhadaki Türk Alman ilişkilerinde gerçek Alman kültürü, Kant, Schiller, Hegel ve Feuerbach gibi gerçek Alman edebiyatı klasiklerinin temsilcileri, gerçek Alman bilimi ve tekniğinin hiçbirisi Osmanlı’ya gelmez.[24]

Bu anlattıklarım geçen yüzyıla aitti… Gelelim yaklaşık yüz yıl sonrasına; 1990’lara..

1989 sonrasında dünyada büyük değişiklikler yaşanır. Her şeyden önce Alman birliği gerçekleştirilerek Almanya yeniden birleşir, Sovyetler Birliği dağılır, Eski Yuygoslavya’da bir iç savaş yaşanılır. Avrupa Ekonomik topluluğu yapı değiştirerek politik bir birlik haline dönüşür. Basında çok sayıda uzmanlarca her şeyin değiştiği yorumları yapılır.[25] İngiliz filozof Arnold Toynbee’nin daha 1940’lı yıllarda öngördüğü gibi dünyanın ideolojik ayırımı sona erer ve onun yerine birçok başka ayırımlar ve problemler su üzerine çıkar.

Uzun zaman Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya şimdi de bir politik, bir siyasi güç haline gelir. Avrupa Birliği’nin bütçesindeki Alman payı İngiliz payından üç kat daha fazla, İngiliz ve Fransız payının toplamının iki katından daha fazla hale gelirr. Almanya dünyada Çin'den sonra ticaret fazlası veren ikinci ülke olur. Almanya kanatlarını Polonya’ya, Macaristan’a, Çek’lere, Baltık devletlerine, Ukrayna’ya, Rusya’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine, doğuya doğru gerer… Daha açıkçası Almanya Orta Avrupa'ya, Doğu Avrupa'ya, Baltık ülkelerine ve Balkanlara bütünüyle hakim hale gelir…

Almanya’nın yükselen gücünden kimsenin şüphesi olmazken Avrupa Birliği, iç güç dengelerindeki ve diğer büyük güçler ve devletlerle olan ilişkilerdeki davranış şekliyle ilgili olarak henüz tam olarak yerine oturamaz ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ilgileri henüz tam olarak tanımlanamaz.[26]

Maliye, ortak dış ve ortak savunma politikaları konularındaki problemlerini henüz çözemeyen Avrupa’da güçlü bir Alman desteği olmaksızın güçlü bir Avrupa Birliği’nden bahsedilemez.[27] İtalyan yazar Angelo Bolaffis’in söylediği gibi Avrupa’nın kaderi yine Almanya’ya bağımlı hale gelir.[28]

İngiltere’nin AB’den ayrılmasının diğer nedenler yanında esas nedenin de AB’nin artan bir şekilde Almanya hegemonyasına girmekte olduğunun korkusu olduğu değerlendirilir…

Almanya – Rusya ilişkileri ise tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi hale gelir… Deli Petro zamanından beri devamlı savaşlara, ihanetlere ve derin ideolojik ayırıma rağmen Alman – Rus ilişkileri sürekli gelişir. Büyük Katharina zamanında binlerce Alman Rusya’ya göç etmişti. Marks, Engels, Tolstoy ve Pasternak bu karışımın bir ürünüydüler... Son elli –altmış yıldır Almanya ve Rusya derinden birbirilerine bağlanırlar.[29] Rusya’nın da Avrupa politikasının merkezini ise Almanya oluşturur…

Bu çerçevede Alman – Rus tarihinin iki öğretisi vardır; Birincisi, Almanya’nın Rusya ile mümkün olduğunca iyi ilişkiler tesis ettiğidir. İkincisi ise, Almanya’nın mümkün olduğunca Rusya’yı Avrupa’dan uzakta tutmak istemesidir.[30]

Orta Doğu ve Kafkasya Almanya için bir güvenlik kuşağı teşkil etmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın Alman jeopolitiği içerisinde düzenlenmesinde İran’ın ve Suriye’nin çok özel bir konumu vardır. Körfez’de ve özellikle İran üzerinde etki sahibi olmak Almanya için çok önemlidir. Bu nedenle Almanya İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenir. Kaplan grubundan FETÖ grubuna kadar bütün dinci cemaatler hep Almanya’da üslenirler… Bugün de bu grupların Almanya'da yuvalanmaları tesadüf değildir.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı vardır; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen  Kaukasus  und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April 1998) (Peter Scholl-Latour 2014 yılında vefat etti. Yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de ne yazık ki yayınlanmadı.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; ''İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.''

Gerçekten de araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplar... İşte bu öngörü doğrultusunda Almanya biraz önce bahsettiğim gibi bu bölgelerdeki İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede, tabii ki Türkiye de dâhil ılımlı da olsa, aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenir…  

Seksenli yıllarda büyük bir ekonomik sıçrama yapan Türkiye doksanlı yılların başında Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline gelir. 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile kendileri ile dil, tarih ve kültür bağı bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ve derin ilişkiler tesis eder… Türkiye bu devletler için model, örnek bir devlet haline gelir… Bu ise Orta Asya ve Kafkaslar’da Türkiye’nin ofensif bir dış politika izlemesi için başlangıç noktasını teşkil eder… Ayrıca Türkiye bu bölgede bulunan petrol ve doğal gazın kendisi üzerinden Batıya sevk edilmesinin mücadelesini yapar. Türkiye’nin inisiyatifi ile 1992 yılında kurulan ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’’ ile Türkiye eski komünist ülkelere model haline gelir… Bu şekilde Türkiye ‘'Doğunun Brükseli’' olarak gelişme istidadı gösterir… .

Ayrıca Türkiye kendisini etnik, tarihi ve dini nedenlerle Balkanlardaki Türk ve Müslüman azınlığın yasal koruyucu gücü olarak görür. Böylece etkisini geliştiren, bölgesinde güç olan Türkiye etrafını çevreleyen dönüşüm içerisindeki ülkeler arasında bir istikrar faktörü olarak durur.[31] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılan devletler sınıfına ait olurken Türkiye Almanya ile beraber yükselen devletler olarak kabul edilir.[32]

Bu arada Türkiye doksanlı yıllarda bazı politik problemler içindedir. Türk parti sistemindeki merkez sağdaki ve merkez soldaki partilerin dağınıklıkları ve bunun neticesi koalisyonlardan oluşan güçlü olmayan hükümetler Türkiye’nin temel problemlerini çözmesini engeller ve radikal politik akımların güçlenmesine sebebiyet verir.[33]

Diğer bir yandan da Türkiye 1984 yılından beri yaklaşık 40 000 yurttaşının hayatına malolan bir PKK terör problemi ile beraber yaşar. Bu problem ise hem Türk toplumuna ve hem de Türk –Alman ilişkilerine sürekli artan bir yük getirir.

Sovyetler Birliğinin dağılması Avrupa ile olan ilişkilerde Türkiye’nin yararına olmaz ve bu durum Avrupa ile olan ilişkilerde bir durgunluğa yol açar. Kendisini Avrupa’lı bir devlet olarak tanımlayan Türkiye’ye karşı Sovyetler Birliği var olduğu sürece Avrupa’dan bir itiraz gelmez.[34]  Aralık 1989 yılında Avrupa topluluğunun Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı müracatına ret cevabını vermesi dış politika alanında Türkiye’de hayal kırıklığı yaratır.[35] Maastricht anlaşması ise Türkiye’yi Avrupa’nın kenarında bir devlet haline getirir.

Doksanlı yıllar boyunca her iki ülke arasında ilişkilere zarar veren bitmeyen bir tartışma yürütülür. Bütün politik sorunlar bu konu etrafında döner. Bu problem PKK sorunu ve buna karşı Alman tavrıdır. İlişkileri belirleyen esas faktör ise Almanya’nın PKK’ya yönelik olan bakış açısı ve tavrı olur.[36]

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kuzey Irak’daki PKK üslerine karşı yaptığı harekât Almanya’da Türkiye’ye karşı beklenilmeyen sert bir reaksiyonun doğmasına yol açar. O zamanki Alman dışişleri bakanı Genscher, dışişleri bakanlığı sözcüsü Hans Schumacher ve CDU milletvekili Ottfried Hennig Türkiye’ye karşı ağır suçlamalarda bulunurlar. Almanya somut bir reaksiyon olarak askerî yardıma ambargo koyar. Daha sonra bu ambargo kaldırılırsa da bu, Almanya’nın Türkiye’ye karşı bir anlayış gösterdiğinden, yumuşadığından değil, bu meblağın Türkiye’deki Leopard tanklarını modernize edecek Alman firmalarına ödenecek olmasından kaynaklanır. Sonraki PKK’ya karşı girişilen askerî harekâtlarda Alman silahları kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye karşı yine ambargo konur. Bu şekilde Türkiye hiçbir Alman silahı alamayacaktır.[37]

Bu Alman tavrı Türkiye’yi oldukça sarsar. Almanya’nın bu tavrının altında sürekli başka niyetler aranır. Özellikle Alman basınına yansıyan Genscher’in beyanı Türkiye’yi endişeye sevk eder. Genscher şöyle der: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’ (Bu sözlerin de yankısı bu gök kubbede hala yankılanmaktadır!) Der  Spiegel dergisinin yayımcısı Rudolf Augstein ise yazısında Genscher için şöyle der; ‘’Slovenya, Hırvatistan ve belki de Slovakya. Allaha şükür bu adam İskoçya’yı da bağımsız bir devlet yapmak istemiyor.’’[38]

Prof. Hans Peter Schwarz, Die Welt’de yayımlanan makalesinde Almanya’nın Türkiye’ye karşı güç gösterisi yaparken PKK’nın etkisinde kaldığını ve Almanya’nın porselen dükkanına girmiş bir fil gibi davrandığını yazar. Prof. Schwarz makalesinde 20’nci yüzyılda Almanya’nın çok az dostu kaldığını, Türkiye’nin gerçek bir dost ülke olduğunu belirterek, Suriye’deki, Cezayir’deki ve Kuzey İrlanda’daki problemlere karşı Alman hükümetinin neden tepkisiz kaldığını sorar…

O zamanki Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal Alman dış politikasını Hitler’in ruhu ile mukayese ederken o zamanki başbakan Süleyman Demirel ise bir basın konferansında şöyle der; ‘’Unutulmamalı ki Türkiye üzülürse Almanya da üzülür.’’ O zamanki bütün Türk tepkileri duygusaldır ve Almanya’ya karşı somut hiçbir reaksiyon gösterilmez.

1990’lı yılların ortasında yine aynı olaylar yaşanır… Türk birliklerinin Kuzey Irak harekâtı gazetelere manşet olur ve Alman hükümeti yine o anlamsız tedbirlerini uygulamaya koyar; Türkiye’ye çok öncelerden satışı yapılmış fırkateynlerin sevki durdurulur – sanki Türk Genelkurmayı bu gemilerle Van Gölü’nde veya Fırat ve Dicle’nin yukarı kısmında operasyon yapacakmış gibi - ve harekâtta eski doğu  Alman menşeli eski panzerler ispat olarak akrobatik bir şekilde aranmaya başlanır. Irak’a karşı konan ambargodan oluşan politik güç boşluğuna ve Zweistromland’a  (Almanların askerî plan tatbikatları ve harp oyunlarında Suriye ve Irak’a beraber verdikleri ad.) karşı Türkiye’nin yasal sınırlarını koruma hakkı olduğunu meraklılar görmezden gelirler.[39]

Bu ambargo üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yükselir. Bir yazar yorumunda şöyle der; ‘’Yaklaşık altı bin Alman firması geçtiğimiz yıl 100 ülkeye değeri 94 milyar mark olan stratejik malzeme sattılar. Silah ve mühimmat bu satışın büyük bir kısmını teşkil eder. Alman politikacılar bunları satarken bu malzemelerin duvarlarda süs ve dekoratif eşya olmayacağını herhalde biliyorlardır.’’[40]

Alman medyasında PKK ile Kürtler arasında bir ayırım gözetilmediği için PKK sorunu Türk- Alman ilişkilerine artan bir yük getirir. PKK’nın eylemleri bazı Alman yazarlar tarafından romantize edilir ve hatta teröristler gerilla olarak tanımlanır. Bu yazarlar PKK tarafından binlerce günahsız sivilin hunharca katledildiğini görmezden gelirler…

Türkiye’nin Stalinist terör örgütü PKK’ya karşı giriştiği harekât ise Alman basını tarafından Kürtlerin takibi ve baskı altına alınması olarak yorumlanır. Öyle ki Türkiye’nin PKK’ya karşı askerî harekâtı Alman basını tarafından Kürtlere karşı girişilmiş bir saldırı olarak değerlendirilir. Bu anlayış sadece basında değil eski SPD başkanı ve o zamanki başbakan adayı Rudolf Scharping’den Yeşillere kadar birçok politikacıda da yer eder ve bu politikacılar Türkiye’yi suçlayarak Kürtlere karşı bir soykırımdan bahsederler. Dolayısı ile Almanya’da Türkiye ve Türkler Kürtleri süren ve baskı altında tutan ve insan haklarını ihlal eden bir devlet ve ulus olarak tanımlanır. [41] Bu anlayış ise Türkiye’de ve Almanya’da yaşayan Türkler arasında Almanya’ya karşı büyük bir kızgınlık yaratır…

Bazı Alman basın organlarının PKK sorununu nasıl partizanca yansıttıklarına bir örnek olarak Frankfurter Rundschau gazetesinde yer alan Dışişleri Bakanı Kinkel ile yapılan röportaj gösterile bilinir. Frankfurter Rundschau’un muhabiri sorar; ‘‘Herr Kinkel, Kürt halkına karşı Alman silahlarını kullanan Türk hükümetine silah sevkiyatının durması için daha ne olması gerektiğine inanıyorsunuz?’[42] Bu röportajda gazeteci Türkiye’nin teröristlere karşı bir harekâtından bahsetmez, bilakis sürekli olarak ‘’Kürt halkına karşı bir harekat’’dan bahseder ve bu çizgi tüm röportaj boyunca devam eder. Röportaj boyunca PKK’nın terörist hareketlerinden hiç bahsedilmez… Sürekli ‘’gerilladan’‘ve ‘’boğazdaki işkenceci devlet’’ten bahsedilir.[43] Basındaki böylesine bir bilgi ile Alman okuyucu nasıl gerçek bilgilere ulaşacaktır ki?

Bunlardan başka bu konuda Alman bakış açısının bazı tuhaflıkları da vardır. Bunlardan birincisi; Eğer Kürt kökenli bir Türk vatandaşı politik bir suç işlemişse bu kişi ‘’Kürt’’ olarak tanımlanır. Eğer suç konusu polisiye ise o zaman bu kişi ‘’Türk’’ olarak isimlendirilir. Ankara’daki Alman büyükelçisi Hans Joachim Vergau Dortmund’daki PKK gösterisinde meydana gelen kanlı eylemlere sebep olanları ‘’kriminalle Türken’’ olarak tanımlar.[44]

İkinci bir örnek; eğer İsrail güney Lübnan’da Hamas mevzilerini bombalarsa bu haber Alman basınında doğru olarak şu şekilde yer alır; ‘İsrail Hamas mevzilerini bombalıyor.’ (Arap mevzilerini değil)  Ruslar Çeçen mevzilerini bombaladığında bu haber Alman basınında şu şekilde yansıtılır; ‘Rus ordusu Çeçen asilerin mevzilerini bombalıyor.’ (Çeçen mevzilerini değil) Fakat Türk ordusu Kuzey Irak’da PKK mevzilerini bombaladığında ise bu haber Alman basınınca çarpıtılarak şu şekilde duyurulur; ‘’Türk ordusu Kürt köylerini bombalıyor.’’ (PKK mevzilerini değil) Çeçenistan’da gerçek direnişçiler devlet başkanları Dudayev’le birlikte Alman basınında terörist olarak tanımlanırken[45] gerçek teröristler ise –PKK - Alman basınında direniş savaşçıları olarak tanımlanır ve övülür.

Alman basınında sadece Kürt – PKK konusu değildir yanlış yargılanan. Alman medyasında Türkler genel olarak aşağılanır, tahkir edilir ve küçük düşürülür.[46] Alman basınında Türkiye’nin olumsuz değerlendirilmesi üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yöneltilir.

Almanya’nın Türkiye politikasının temelinde Türkiye’yi kendi çıkarları ile çatışan bir ülke olarak görmesinde yatar. Bu çıkarlar özellikle Balkanlar’da, Karadeniz bölgesinde ve Ortadoğu’da çatışır…

Türkiye’nin ‘’Adriyatik’ten Çin seddine Türk Dünyası’’ söylemi ve ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’’nı kurması ile beraber bu bölgede hayati çıkarları olan Almanya ile menfaatleri çatışır.[47] Türkiye Orta Asya’dan batıya petrol sevkiyatının kendi üzerinden geçmesini planlar. Bazı Alman basınına göre Almanya Türkiye’nin bu projesini desteklememelidir.[48]

Almanya Ortadoğu’da ABD’den bağımsız olarak İran ve Suriye ile ekonomik ve politik ilişkilerini geliştirir. 1990’lı yıllarda bu bölgede Almanya, ABD ve Rusya arasında bir güç çatışması yaşanır. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail ve Ürdün bulunurken diğer yanda da Almanya, Rusya, Suriye ve İran bulunmaktadır.[49]  Bu bağlamda Almanya PKK’yı politik bir araç olarak kullanmak ister.[50]  Kürtler bir yandan dünyanın üvey evladı olarak tanımlanırken[51] bir yandan da bu bölgede etki sahibi olabilmek amacıyla İngiltere, ABD, Rusya ve İran gibi büyük devletler tarafından tarih boyunca istismar edilirler.[52]  Şimdi de istismar ve kullanma sırası Almanya’ya gelir...  

Bütün bu yaşananlar da 1990'lı yıllara aitti... Şimdi gelelim 2000'li yıllara...

2000’li yıllarda ise 11 Eylül sonrası ABD ve Batınının ‘’Ilımlı İslam’’ politikası gereği AKP Hükümeti ve onun Başbakanı hem ABD hem AB ve özellikle Almanya tarafından desteklenir, korunur, hatta pohpohlanır ve var olan sorunlar ise görmezden gelinir… Hatta o tarihte Almanya Başbakanı olan (SPD’den, sosyal demokrat) Gerhard Schröder tarafından 3 Ekim 2004’te şimdi karşı oldukları o zamanki Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Yılın Avrupalısı” ödülü verilirken Schröder, Erdoğan'a şöyle hitap eder: “Daha fazla özgürlük, daha az devlet müdahalesi, insan haklarının daha iyi gözetimi için verdiğiniz destek, ‘Avrupa’ya taviz olsun’ diye değil, bizzat sizin kendi inançlarınızdan, düsturlarınızdan kaynaklanan atılımlar… Sayın Başbakan... Almanya’nın desteğine güvenin!” Bugün yerden yere vurdukları Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı o günlerde hem de solcu Gerhard Schröder tarafından ''Büyük reformcu politikacı'', ''İnançlı bir demokrat'' ve ''Yılın Avrupalısı'' diye yere göğe sığdırılamaz… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır… ..

Yine ABD ve Batı'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları gereği Hükumet ve ABD'nin kucağına oturmuş FETÖ işbirliği ile başta TSK olmak üzere ülke içinde ne kadar ulusalcı, aydın, laik kurum, kuruluş ve kişi varsa antidemokratik uygulamalarla hak, hukuk ve adalet katledilerek darmadağın edilir… Şimdi Türkiye'deki antidemokratik uygulamalar ve hak ihlalleri ile ilgili olarak kıyameti kopartan Almanya'dan o zaman ülkede bu hukuksuzluklar yaşanırken, hukuk, adalet ve demokrasi katledilirken zerre bir itiraz gelmez… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır…

1990'lı yıllardaki PKK operasyonları nedeniyle yaşanan Türk - Alman gerilimini uzun uzun anlattım... 2000'li yılların başında Türkiye tarafından PKK'ya karşı aynı operasyonların daha fazlası, daha büyüğü, daha kapsamlısı yapılmış olmasına rağmen ne ABD'den ne Batı'dan ne de Almanya'dan tek bir itiraz bile gelmez… Bunun nedeni ise ABD, Batı ve Almanya'nın ''Ilımlı İslam'' politikalarıdır… Pragmatizm işte böyle bir şeydir... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındadır…

Sonuç olarak;

Bu noktaya kadar sergilenen Türk- Alman ilişkilerinin başlangıcından bugüne tarihi, şimdiki durumunun politik çerçevesi ve ilişkilerin şimdiki hali beraber incelendiğinde şu üç tezi ileri sürmek ve bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür:

Birincisi; Türk- Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği Rusya tarafından belirlenmektedir. Rusya Almanya için tehdit teşkil ettiği sürece ilişkiler bir sorun olmadan ilerler… İlişkilerin en yüksek noktasını teşkil eden Birinci Dünya Savaşı esnasında bile 1917’deki Rus ihtilalini müteakip Rusya savaş alanından çekildikten sonra (Almanya’ya Rus tehdidi kalktıktan sonra) Kafkasya’da Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı çarpışmalar meydana gelir.[53] Buna sebep karşılıklı çıkarların çatışması ve hedef Bakü’deki petrol yataklarıdır…

İkinci Dünya savaşı esnasında Türkiye ayrı bir pakta ait olmasına ve birçok sorunlara rağmen Almanya Rusya tarafından sürekli tehdit edildiği için ilişkiler hiçbir zaman kopma noktasına gelmez. 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yukarıda bahsi geçen problemler su üstüne çıkar… 1993/94 yıllarında Rusya’nın Sovyet İmparatorluğunu bir başka form altında tekrar organize etmek isteği[54] ortaya çıktıktan sonra ilişkiler tekrar yumuşar gibi olur.[55] Bundan dolayı şu tezi ortaya atabiliriz; Türk-Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği ile Rusya’nın Almanya üzerindeki tehdit derecesi arasında bir bağlantı vardır. Şu an Rusya’nın ilişkilerinin en iyi olduğu ülke Almanya olduğu değerlendirmesi vardır.

İkincisi; Türkiye doksanlı yılların başından itibaren ve özellikle 2000’li yılların başında bir sıçrama yaparak Almanya ile beraber yükselen devletler olarak gösterilir.[56] Bu zaman içinde Almanya, Atlantik İttifakı içinde Türkiye ile olan politik ilişkilerinde ihtilafa düşen tek ülke olur. Her iki ülkenin hayati çıkarlarının bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da her iki ülke menfaatleri çatışır. Dolayısı ile ikinci bir tez olarak da şunu söyleyebiliriz; Her iki devletin birden yükselmeleri çatışmalarına hizmet etmiştir.

Üçüncüsü ise Suriye konusudur. Suriye’deki gelişmeler ilk iki sıradaki çatışma nedenlerinin de önüne geçmiştir. Suriye olayları Batının (ABD ve AB) ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını sonuna erdirdiği gibi, Ortadoğu’da Sünni liderliğine soyunan Türkiye’nin ABD, AB ve Almanya ile ters düşmesine, bölgedeki jeopolitik dengelerin değişmesine ve Türkiye’nin; ABD, AB ve özellikle Almanya ile çatışmasına yol açar. Aslında bu çatışma beraberinde çok büyük bir jeopolitik sarsıntıya yol açacak gibi gözükmektedir... Suriye'deki kavganın ikinci bir temel konusu da şudur: Irak’ın kuzeyine hapsolmuş bir sözde Kürdistan’ın yaşama şansı yoktur. Suriye vasıtasıyla Akdeniz’e çıkış bulacak bir sözde Kürdistan yıllardan beridir Batının (ABD, AB, Almanya) Sevr'de kursaklarında kalan en büyük hayalidir. Bu hayal de gerçekleşmek üzeredir. Bölgedeki bütün kavga bu hayal üzerine yapılmaktadır.

1990'lı yıllardaki Türk - Alman ilişkilerindeki sıkıntılar, yukarıda anlattığım birinci ve ikinci maddedeki nedenlere dayanan çıkar çatışmalarıdır… Ancak günümüzde yaşanan sıkıntılar ise bir çıkar çatışmasından ziyade hem birinci hem de ikinci maddedeki nedenlerle beraber asıl olarak üçüncü maddede anlatılan Suriye nedeniyle bir jeopolitik dönüşümün öncü sarsıntıları olduğu değerlendirilmektedir. Asıl jeopolitik sarsıntı aynı nedenle Almanya'nın ardından şimdi de ABD ile yaşanmaktadır. Bu jeopolitik sarsıntılardan sonra özellikle ABD ile ilişkilerde her iki tarafa da büyük zarar verecek asıl kırılma beklenilmelidir. Çünkü öküz (Ilımlı İslam) ölmüş, ortaklık bozulmuştur...

Şimdiye kadar çuvaldızı hep Almanlara batırdık… İğneyi kendimize batırmamız gerekirse; (gerçi bu konu ayrı bir yazı konusudur ama) kısaca özetleyecek olursak da bunun ağırlıklı olarak Türkiye'nin AB normlarına göre olan eksikliği olduğu görülmektedir.

AB’nin iki temel belgesi vardır. Bunlardan birincisi ‘’Maastricht Kriterleri’’ diğeri ise ‘’Kopenhag Kriterleri’’dir. ‘’Maastricht Kriterleri’’ AB ülkelerinde serbest piyasa ekonomisin geçerli olduğu vurgulanır. ‘’Kopenhag Kriterleri’’ ise demokrasi standartları, düşünce özgürlüğü ve insan hakları gibi temel AB normlarıdır ve AB üyeliğinin olmazsa olmazları koşulları olarak tanımlanır.

Ne yazık ki Türkiye’nin ‘’Kopenhag Kriterleri’’ni uygulamadaki isteksizliği, ülkede yaşanan AB normlarına uymayan siyasal gelişmeler, demokrasi eksikliği ve hukuk ihlalleri Türkiye – Almanya arasındaki çatışmanın Türkiye tarafından görülen eksiklikleridir. 

Bir de Türkiye'nin eksikliği olarak ülkenin son yıllarda dış politika alanında izlemiş olduğu inişli çıkışlı, zik zak yapan politikalarını ve dış politik söylemlerindeki tutarsızlıkları gösterebiliriz.

Alman Sevk ve İdare Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr) komutanı Amiral Rudolf Lange benim de bulunduğum bir masa sohbetinde bütün güvenlik politikası kitaplarında bulunan bir bilgiyi dile getirmişti; ‘'Kötü bir güvenlik politikası inişli çıkışlı bir çizgi izler, iyi bir güvenlik politikası ise düz bir çizgi izler ve günlük olaylardan etkilenmez’' [57] Bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye'nin dış politikada daha açık, net, daha düz ve doğru bir politika izlemesi gerekirdi. Dıış politikayı iç politika ile özdeşleştirdiğinizde, bugün yapıp yarın özür dilediğinizde, sürekli çark ettiğinizde, söylemleriniz havada kaldığında uluslararası alanda güvenirliliğinizi ve saygınlığınız yitirirsiniz. 

Türkiye'nin son bir eksikliği olarak da ülkede olmayan aklıselimi gösterebiliriz. Zaman aklıselim zamanıdır… Ne yazık ki zamanımızda ülkemizde en az bulunan bir kavramdır aklıselim… Aklıselim ise; Türkiye'nin bölgesinde ve tüm dünyada giderek yanlızlaştığı böylesi bir zamanda, kendisiyle Tarihi ve derin ilişkilerimizin olduğu ve ülkesinde de dört milyona yakın soydaşlarımızın yaşadığı ve en büyük ticaret partnerimiz olan Avrupa’daki böylesi bir gücü karşımıza değil yanımıza almayı gerekli kılmaktadır.

Bütün güçlüklerine rağmen bir bölgesel güç olan Türkiye 21’inci yüzyılda Avrupa güvenliğinin kilit noktasında bulunmaktadır. Almanya da Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ülkesidir. Her iki ülke de birbirileri için çok önemlidir. Balkanlar, Karadeniz, Orta Asya, Akdeniz ve Ortadoğu bölgesindeki Almanya ve Türkiye’nin hayati çıkarları her iki ülkenin çatışmasına değil iş birliğine muhtaçtır. Bu bölgelerde stratejik iş birliği her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Enver Paşa’nın Morgenthau’ya söylediği gibi ‘’Türkler ve Almanlar birbirilerini ihmal edemezler.’’

Neyse… Maksadım kimseyi eleştirmek, kimseye yol göstermek, kimseye akıl vermek değildir, bu zaten herkeste ve özellikle ülkeyi yönetenlerde fazlasıyla mevcuttur. Bu yazıdan aksadım mazide bir gezi yapmaktır…

Mazi deyince de; mazi bana, sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Benim de mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN


FAYDALANILAN KAYNAKLAR

[1] Süleyman KOCABAŞ, ‘Pencerminizmin Şarka Doğru Politikası, Tarihte Türkler ve Almanlar’, Vatan Yayınları, İstanbul, Eylül 1988, s. 4

[2] İlber  ORTAYLI, ‘Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1983, s. 59

[3] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 43

[4] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, ‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’, Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982, s .8,9

[5] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 47

[6] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 55

[7] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.  69

[8] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 6

[9] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 65,67

[10] İlber ORTAYLI-2-, ‘İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, AÜSBF Yy. No. 479, Ankara 1981, s. 59

[11] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 11,12,13

[12] Jehuda L. WALLACH, ‘Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976, s. 167

[13] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 100

[14] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.55

[15] Sultan ABDÜLHAMİT, ‘Siyasi Hatıratım’,Hazırlayan: Ali Vehbi Bey, Hareket Yayınları, İstanbul 1974, s. 74                        

[16] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 8,9

[17] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 42

[18] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 12

[19] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[20] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167

[21] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 21

[22]Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[23] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 13

[24] İlber  ORTAYLI, a.g.e., s. 62

[25] Jeffrey E. GARTEN, ‘Soğuk Barış. ABD, Almanya ve Japonya Arasındaki Hegemonya Savaşı’, Türkçesi; Yavuz ALAGON, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1994, s. 22

[26] Heinz BRILL, ‘Dimensionen der Sicherheitspolitik aus geopolitischer Sicht nach dem Ende des Ost-West-Konfliktes’, ÖMZ Österreichische Militaerische Zeitschrift, 5/96, s. 527

[27] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 25,26

[28] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Birleşmenin Beşinci Yılında Alman Dış Politikası’, Cumhuriyet, 3 Ekim 1995

[29] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 193

[30] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Alman Dış Politikasının Özü: İstikrar ve Güven’, Cumhuriyet, 4 Ekim 1995

[31] Hans KRECH, ‘Die Türkei  im Aufwind’, Europaeische Sicherheit, 2/93, s. 80,81

[32] Heinz BRILL, a.g.e., s. 522

[33] Heinz KRAMER, ‘Die Türkei als Regionalmacht, Brücke und Modell’, Stiftung Wissenschaft und Politik, August 1995, s. 36

[34] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 44

[35] Sidney E. DEAN, ‘Zwischen Koran und Kommerz, die sicherheitspolitische Lage der Türkei’, IFDT, Information für die Truppe, Nr. 8-9, August-September 1996, s. 43

[36] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, ‘Türk-Alman ilişkileri ve PKK faktörü’, Avrasya Dosyası, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 199 s.73

[37] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 77,78,79

[38] Erhan YARAR, ‘21nci Yüzyılın Eşiğinde Birleşmiş Almanya – Doğu ve Batı Gerçekten Birleşti mi ? ’, Yeni Yüzyıl, 7 Ekim 1995

[39] Erich FEIGL, ‘Die Kurden, Geschichte und Schicksal eines Volkes’, Universitas Verlag, München 1995, s. 20

[40] Ahmet KÜLAHÇI, Hürriyet, 2 Mayıs 1995

[41] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, Landeszentrale für politische Bildung Hamburg, Hamburg im April 1996, s. 23,24

[42] Frankfurter Rundschau, 9. Mai 1994, Nr. 107, s. 5

[43] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, a.g.e., s. 25,26

[44] Doç.Dr.Hüseyin BAĞCI,‘Türk-Alman ilişkilerine yeni bir soluk mu geliyor’,Yeni Yüzyıl, 18 Mayıs 1996, s.18

[45] Anatoli FRENKIN, ‘Der Terrorismus – Ein Problem für die russische Sicherheitspolitik, Europaeische Sicherheit, 4/96, s. 36

[46] Jörg BECKER, ‘Zwischen Integration und Dissoziation: Türkische Medienkultur in Deutschland’, aus Politik und Zeitgeschichte, B 44-45/96, 25. Oktober 1996, s. 43

[47] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 75, 76

[48] ‘Russland – Türkei: Neue Auseinandersetzung. Wird davon Deutschland betroffen’, Russlands Perspektiven, September 1995, s. 20-26

[49] Zülfikar DOĞAN, ‘Devlerin Çekişmesi Ortadoğu’yu Isıtıyor’, Milliyet, 14 Mayıs 1996, s. 10

[50] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 76, 77

[51] Franz MENDEL, ‘Die Kurden – Stiefkinder der Welt’, Europaeische Sicherheit, Nr. 11, November 1996, s. 3

[52] Prof. Dr. Abdülhaluk ÇAY, ‘Her Yönüyle Kürt Dosyası’, Turan Kültür Vakfı, Ankara 1994, s. 593-611

[53] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241

[54] IAP- Dienst Sicherheitspolitik, Nr. 11, November 1996, s. 12

[55] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 45

[56] Heinz BRILL, a.g.e., s.522

[57] ‘Hinter den Horizont geschaut’, Tischgespraech mit Konteradmiral Rudolf Lange, Hamburger Abendblatt, 2./3. November 1996, s. 2

 

Lozan

24 Temmuz 2019

29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Kût Muharebesinde İngilizlere tarihi bir mağlubiyet tattırmıştı. Bu zaferden sadece ve sadece 17 gün geçmiştir.  Tarihler 16 Mayıs 1916’yı göstermektedir. Henüz Birinci Dünya Harbi devam etmektedir.

İşte bu tarihte, 16 Mayıs 1916’da, yani Kût Zaferinden sadece 17 gün sonra İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu Ortadoğu’nun paylaşıldığı Sykes-Picot anlaşmasını imzalarlar...

Ne yazık ki tarih bilmeyenler tarafından bu anlaşma (Sykes-Picot) temcit pilavı gibi karıştırılır. Hatta Kût-ül Ammâre ile de mukayese bile ederler. Temcit pilavını sevenler Sykes-Picot anlaşmasının Kût-ül Ammâre zaferinden 17 gün sonra yapıldığını dahi bilmezler.

1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere’nin maksadı, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Mekkeli Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmaktır. (Hoş, günümüzde İngiltere'nin ardılı ABD'nin amacı nedir ki?) Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki Britanya Yüksek Komutanı Mc Mahon arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp Britanya'ya baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını ister. Böylece Sykes-Picot anlaşması yapılır.

Anlaşmayı yazanlar Mark Sykes ve François Georges-Picot'tur, İmzalayanlar ise Edward Grey ve Paul Cambon'dur. Bu anlaşma ‘’Küçük Asya Antlaşması’’ (Asia Minor Agreement) olarak da bilinir.

Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre bölge İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.

Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini – öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak - “Sykes-Picot” anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor.

“Sykes-Picot” anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.

“Sykes-Picot” anlaşmasını sanki bugünün sınırlarını çizen bir anlaşma olarak görenler; Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini görmezler. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu, Osmanlının bu oldu bittiye ses çıkaramadığını dile getirmezler.  1878'de Kıbrıs'ın bir tek mermi atmadan, bir tek şehit vermeden İngilizlere devredildiğini akıllarına getirmezler.... 1882’de Mısır’ın ve Sudan'ın İngilizlere Osmanlının borçlarına mahsuben bir tek mermi bile atmadan verildiğini hatırlamazlar. (Mısır arazisi parsel parsel satılsaydı Osmanlı borçları milyon kez ödenirdi.) Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar. Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler. Balkan Savaşında Osmanlının anayurdunu kaybettiğini, Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.

Görüldüğü gibi “Sykes-Picot” anlaşması ölmüş bir imparatorluğun cenaze töreni gibiydi… Ancak anlatıldığı gibi bu da uygulanamadı...

Osmanlı Devleti açısından savaşı bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros ateşkes antlaşması olur. Mondros ateşkesi ile Osmanlı’nın egemenliği kısıtlanır ve Osmanlının toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlanır... 

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Boğazlar İngilizlerin ve Fransızların kontrolüne verilir, ordu dağıtılır, Toros tünellerinden telgraf hatlarına kadar tüm stratejik alanlar denetim altına alınır. Müttefik ülkeleri mütarekenin de dışına çıkarak İstanbul’u işgal ederler.

Mütareke 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanır ancak mütarekenin imzalanmasının üzerinden bir ay bile geçmeden; İngilizler, İskenderun’a asker çıkarma kararı alırlar, Venizelos, Anadolu’nun batı kısmının Yunanistan’a ait olduğunu ilan eder, bir Fransız tümeni Trakya’ya yerleşir, 400 kadar İngiliz askeri İstanbul’u işgale başlar, İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’yi işgal ederler.

10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr barış antlaşması ile de Osmanlı Devleti’ne İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’ bırakılır, Osmanlının kalan toprakları işgal edilir ve Türkler tarihten silinmeye çalışılır…

Sevr antlaşması Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun göstergesidir. Ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve ulusal bir direnişe başlamasıyla bu antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe giremez…

Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet Batı'nın eline düşeceksiniz’’ diyordu.

İşte Lozan budur. Ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir.

Tabii ki Lozan'daki kazanımları Batı bize durduk yere vermemiştir. Lozan'ın ardında anlatıldığı gibi Gazi Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan bir kurtuluş savaşı ve onu taçlandıran bir 30 Ağustos Zaferi vardır...

İşte bugün bu belgenin imzalanmasının 96. yıldönümüdür... Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu Cumhuriyeti kuranları rahmet ve minnetle anıyorum...

Varlıklarını, mevkii ve makamlarını 30 Ağustos Zaferine, Lozan Anlaşmasına ve Mustafa Kemal Atatürk'e borçlu olup da milli duygudan ve tarih bilincinden yoksun kalıp, Kurtuluş Savaşını, 30 Ağustos'u ve Lozan'ı anlamayanları da Alman Filozof Edmund Hussler'in bir sözüne havale edeyim: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler."

Osman AYDOĞAN



Süleyman Askerî Bey

23 Temmuz 2019

19. asrın son çeyreğinde doğan, İttihat ve Terakki çatısı altında, istibdat rejimine karşı mücadele eden, Trablusgarp’ta, Balkan Harbi’nde ve Cihan Harbi’nde Irak cephesinde çarpışarak batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak isteyen, bir de ''Cumhuriyet'' kuran, hem de tüm bunları gencecik bir 30 yaşa sığdıran bir Osmanlı zabiti vardır: Süleyman Askerî Bey! (1884, Prizren - 14 Nisan 1915, Basra)

Süleyman Askerî Bey, Balkan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1884'te bugünkü Kosova'ya bağlı Prizren şehrinde doğar, babası Harp Livası Halil Vehbi Paşa bir süre Afyon Redif Taburu'nun komutanlığını yapmış bir askerdir. Annesi ise Güzide Hanım’dır.

Manastır zamanı

Süleyman Askerî Bey,1902 yılında Mekteb-i Harbiye'den, 5 Kasım 1905 tarihinde de Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. İlk olarak Selanik'teki Üçüncü Ordu'ya bağlı olarak Manastır'a atanır. Manastır'da kaldığı günlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Süleyman Askerî Bey'in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tanışıklığı, Edirne Askerî İdadisi'nde eğitim aldığı yıllara dayanır… Süleyman Askerî Bey, istibdata karşı çıkarak, Namık Kemal, Ali Suavi gibi aydın vatanseverleri okuyarak, meşrutiyet fikrini benimser…. Bu nesil yıkılmakta olan Osmanlı’nın kurtuluşunu, meşrutiyette görüyorlardır. 3. Ordunun neredeyse tamamı Jön Türklerden oluşmaktadır…

Süleyman Askerî Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilât işleriyle meşgul olmaya başlar. Süleyman Askerî Bey’in politikada bazı sert müdahalelerinden dolayı İttihat ve Terakkicilerden bazıları ondan çekinirler. Enver ve Cemâl Paşaların kendisine fevkalâde dostlukları ve güvenleri vardır. Merhum Cemâl Paşa, hatıralarında Süleyman Askerî Bey’den şöyle bahseder:  "Süleyman Askerî Bey, biraz acul (aceleci-ici dar) ve biraz da fazlaca nikbin (iyimser) olmasına rağmen pek mükemmel ve müteşebbis bir idare adamı olduğu söylenebilir. Farklı zekâsı, son derece cesaretli ve güvenilir olan bu şahsiyet bilâhare (sonradan) konferansı esnasında ve devamında Türk – Bulgar ittifakı esasinin tespitinden memlekete, pek çok siyasi yararlıklar temin etti. "

Manastır, saraya muhalif hareketin Osmanlı’daki Selanik ile ana merkeziydi... Yurt dışında ise Paris, Jön Türkler için adeta bir başkent konumundadır… 1908 Temmuz ayında, Resneli Niyazi Bey’in ve çevresindekilerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti emrinde, Makedonya’da dağa çıkmasıyla birlikte, bölgede bir otorite boşluğu doğar… İstanbul’dan Abdülhamit’in yakın adamlarından Şemsi Paşa durumu kontrol altına almak ve isyanı bastırmak için görevlendirilir.. Ancak Manastır’da Atıf Bey (Kamçıl)’in, Süleyman Askerî Bey, Yakup Cemil gibi gözü kara, idealist Jön Türklerle birlikte düzenlediği suikast girişimi 7 Temmuz 1908’de başarıya ulaşınca, Resneli Niyazi ve beraberindekiler dağda rahat nefes alır. Süleyman Askerî Bey, Atıf Bey’i Selanik’e kaçırır ve yurt çapında ismini bu suikast ile duyurur…

II. Meşrutiyet

24 Temmuz 1908’de ilan edilen Meşrutiyet ile Jön Türk Devrimi gerçekleşir…  32 yıl sonra meclis yeniden açılmıştır. Ancak, meşrutiyetin ilanının ardından İstanbul’da II. Abdülhamit avcı taburları ile yeniden meclisi tatil etmek girişiminde bulunur… 19 Nisan 1909’da Süleyman Askerî Bey’in de mensup olduğu 3. Ordu’ya ait birlikler, 31 Mart Vakası (Hicri Takvime göre 31 Mart 1324) üzerine, İstanbul’a girer… Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nda; başında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu, kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in (Atatürk) yaptığı orduda, İsmail Enver Bey (Paşa), İsmet Bey,(İnönü), Resneli Niyazi Bey (Hürriyet Kahramanı), Halil Bey (Enver Paşa’nın amcası), Yakup Cemil Bey gibi isimler vardır…

Makedonya dağları

Süleyman Askerî Bey Makedonya’da yürütülen çete takibinde teşkilatçı yapısıyla, ateşli, heyecanlı, cengâver kişiliği ile kendini gösterir.  Bu sırada Filibe'deki önemli ailelerden birine mensup olan Fadime Hanım ile evlenir… Fatma ve Dilek isimli iki kız çocuğu olur. Kız kardeşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en eski arkadaşı olan Mehmet Nuri Conker ile evlenir.

Bağdat

1909 yılında Kolağası rütbesine terfi eder. Bağdat’taki jandarma birliklerinin ıslahı için Selanik’ten Bağdat Jandarma Alayı'na atanır. Süleyman Askerî Bey, Albay Nuri Beyle Irak’a gider.

Trablusgarp

1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması üzerine hoca ve derviş kıyafetine giren Süleyman Askerî Bey, bazı yakın arkadaşları ile ve Mısır yoluyla Bingaziye geçerek, savunmayı tesis eden Enver ve Mustafa Kemâl beylerle birlikte Bingazi'deki savaşlara katılır. Süleyman Askerî Bey, Derne ve Bingazi şehirlerinde bulunan aşiretlerin örgütlenmesini sağlar ve bölgede bulunan ve Senusi aşiretinin kazanılmasında ve imparatorluğa karşı hısımlıkları olan çeşitli aşiretlerle uzlaşmaya varılmasında etkili bir isim olur…

Aslında Trablus’taki İtalya işgali göz göre göre gelmiştir, Roma sefiri Kazım Bey’in, İstanbul’a bildirdiği İtalya’nın niyetleri hakkındaki uyarıları Babıali tarafından dikkate alınmaz. Trablusgarp’taki Osmanlı birlikleri bu sırada silahsız durumdadır çünkü burada bulunan martini tüfekleri mavzere çevrilmek üzere İstanbul’a gönderilmiştir…  

İtalyanlar sayı ve teknoloji bakımında yüksek olmasına rağmen, teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetinin Türk subaylarda yüksek olması nedeniyle harp uzun sürer… İtalyanlar Trablusgarp’ı alamazlar ancak Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine Trablusgarp’tan çekilmek zorunda kalınır... Uşi Anlaşması imzalanarak İtalya ile sulh sağlanır…

Balkan Savaşı

Balkan devletleri  ittifak halinde Osmanlı’ya saldırarak, Rumeli’nde Osmanlı’yı büyük bir bozguna uğratır… Osmanlı ordusu, teçhizat ve sayı bakımından, Bulgar-Sırp-Karadağ-Yunan kuvvetlerine karşı üstün iken, orduda ikilik vardır... Üstelik savaştan önce yedek birlikler kışlalardan terhis edilmiştir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkalarına mensup subaylar birbirine yardım etmek istemezler… Bulgar orduları hızla ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelir… Osmanlı’nın eski başkentlerinden Edirne Bulgarların eline geçer… Arnavutluk bağımsızlığını kazanır… Makedonya tamamen kaybedilir… Dahası yüzbinlerce muhacir akın akın Anadolu’ya gelir…

Bu gelişmeler üzerine 23 Ocak 1913 günü Bab-ı Ali Baskını ile İttihat ve Terakki, hükümeti devirerek, iktidarı ele geçirir…  

1912 yılında  Balkan devletlerinin toprak paylaşma hırsını fırsata çeviren Enver Paşa, I. Balkan Savaşı sırasında kaybedilen Edirne'yi geri almak için Kuşçubaşı Eşref'i görevlendirir.. Bu harekâtta Süleyman Askerî Bey, Trabzon Redif Fırka Komutanı olarak yer alır...

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti

Bu harekât ile Doğu Trakya ve Edirne başarıyla geri alınır ancak bölgenin batı kısmındaki Müslüman topluluklar Bulgar çetelerinin eziyetlerinden muzdariptir. Enver Bey’in emriyle Batı Trakya’ya sızan 116 kişilik bir müfrezenin içerisinde yer alan Süleyman Askerî Bey, Kuşçubaşı Eşref ile birlikte buradaki Bulgar çeteleri ile savaşır. Bu savaşta Süleyman Askerî Bey, Süleyman Zeynel Abidin adıyla faaliyetlerini sürdürür... En nihayetinde bölge çetelerden temizlenir… Çetelerden de ele geçirilen silahlarla ve gönüllülük prensibiyle bir tabur oluşturur…

Daha sonra Süleyman Askerî Bey, Batı Trakya’da 28 Ağustos 1913 tarihinde bir cumhuriyet ilan eder... Devlet başkanlığını Salih Hoca’nın üstlendiği ‘’Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’’’nin Süleyman Askerî Bey Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay Başkanı) ve Garbi Trakya Hükümeti icraiye reisi (Başbakan) olur. 31 Ağustos-25 Ekim 1913 tarihleri arasında 55 gün yaşayabilen bu devletin; marşı, 6 bini Osmanlı Askerînden toplamda yaklaşık 30 bin kişilik ordusu, ay yıldızlı yeşil beyaz bayrağı, Fransızca ve Türkçe yayın yapan gazetesi, hatta kendine ait pulu bile vardır. 20. asırda bir devletin, devlet olarak kabul edilebilmesi için, kendine ait pulun ve para biriminin olması gerekiyordur. 2 Ekim 1913’te Yunanlılar Dedeağaç’ı Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne bırakır... Bölgenin, Türk hâkimiyetinde kalması için ilan edilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin marşını da bizzat Süleyman Askerî Bey yazmıştır: (Marşın tamamını yazımın sonunda veriyorum)

"Ey şirin Batı Trakya! İşte nihayet esaretten kurtuldun, 
Ey düşmanlar! Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun. 
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak, 
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!"

Yunanistan, Bulgaristan’ın topraklarında kurulu bir Türk cumhuriyetinden memnunken, Batılı devletler özellikle Rusya bu durumdan çok rahatsızdır. 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı arasında imzalanan İstanbul Anlaşması gereğince, Doğu Trakya Osmanlı’ya, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılır… Bu anlaşma ile Batı Trakya Türk Cumhuriyeti feshedilir… Süleyman Askerî' Bey’e de Babıali tarafından Meriç'in doğusuna geçmesi için baskı yapılır… Zira Bulgarların Avrupa nezdindeki çabaları karşılık bulmuştur. Hâlihazırda maddi sıkıntı içerisinde olan Babıali Fransa'ya borçlu, gelen baskılara da direnç gösteremeyecek haldedir… Bu yüzden Süleyman Askerî Bey ve onun birliklerine geri dönmeleri için emir verilir... O sıralarda Muhacirun adlı göç komisyonu müdürü olan Süleyman Askerî Bey, kritik bir karar alır ve geri çekilme emrini protesto ettiğini açıklar; zira geri çekilirlerse bölgedeki Müslüman kıyımları devam edecektir. Eldeki silahlar ve mermiler daha sonra kullanılmak üzere toprağa gömülür… 25 Ekim’de Batı Trakya’ya giren Bulgar birlikleri 30 Ekim’e kadar tüm Batı Trakya’yı işgal ederek kendi topraklarına katarlar…

Babıali'nin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni Bulgarlara terk etmesi sonucu Süleyman Askerî Bey, İstanbul'a dönmek zorunda kalır, artık direnecek bir şey kalmamıştır…

Teşkilat-ı Mahsusa Reisi

Süleyman Askerî Bey, İstanbul’a döndükten sonra 30 Temmuz 1914 tarihinde İttihat ve Terakki ile organik bağı gerekçe gösterilerek ordudan emekli edilir… İki ay sonra ise, bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının öncüsü konumundaki, 17 Kasım 1913 tarihinde kurulan ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’nın başına getirilir…

Birinci Dünya Harbi

Bu sırada I. Dünya harbi kapıdadır. 20 yüzyılın başında jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında ‘’Körfez’’ her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsurudur. İngiltere, Osmanlı savaşa girsin girmesin Abadan petrolleri için Basra’ya mutlaka çıkarma yapacaktır… İngiltere’nin yığınağı bu yöndedir… Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal eder, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırır… Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutar, destekleyemez… Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardır. Bunlar İngiltere ve Rusya’dır… Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıdır:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardır. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştır. 1914’te İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştır. Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi de, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açar…

Irak ve Havalisi Komutanlığı

İngilizlerin, 6 Kasım 1914’te Şattülarap’ta bulunan Fav kasabasına çıkarma yapması üzerine Irak Cephesi açılır… Süleyman Askerî Bey, ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’ başkanı iken 13 Aralık 1914’te kaymakamlığa terfi ederek Basra Valiliği ve Basra Tümen Komutanlığına, 10 gün sonra da 23 Aralık 1914’ te de Irak ve Havalisi Komutanlığına tayin edilir… Süleyman Askerî Bey’in bölgeye komutan olarak atanmasının; cesur, gözü pek ve nitelikli bir subay olmasının yanında, bölgede daha önce görev yapmış olması, Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olması ve Enver Paşa ile yakınlığın etkili olduğu söylenir…

Bu şekilde Süleyman Askerî Bey, başlıca muntazam kuvvetleri, bütün seri ateşli topları Erzurum cephesine alınarak tahliye edilmiş vaziyette kendi haline bırakılan Irak’ın müdafaasına memur edilmiş olunur…

Süleyman Askerî Bey, Rumeli’de vaktiyle kendisi ile birlikte çalışmış olan fedakâr subay ve gönüllülerden ve gençlerden oluşturduğu seçilmiş ‘’Osmancık Taburu’’ ile koca Irak’ta emniyet ve asayişi sağlamak, hatta Basra’yı da düzene koymak için azimli kararıyla İstanbul’dan alelacele, Irak çöllerine âdeta koşa koşa ve heyecanla yola çıkar. Bağdat’tan itibaren yol boyunca, yeni komutan Süleyman Askerî Bey, aşairin (kabileler, oymaklar) ve mahalli halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılanır…

Süleyman Askerî Bey, 2 Ocak 1915 tarihinde Üzeyir’de, Cavit Paşa’dan görevi teslim alarak, Irak ve Havalisi Umum Kumandanı olur..

Süleyman Askerî Bey, Basra'daki görevi sırasında bölgedeki nüfuz sahibi Arap aileler ile yakın temas kurar ve savaşan asker eksikliğini aşiret güçleriyle kapatır…

Zübeyir, Şuaybe ve Bercisiyye muharebeleri

Bu sıralarda cephe boyunca genel bir sükûnet vardır. Fakat bu sessizlik çok süreli olmaz… Süleyman Askerî Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 20 Ocak 1915’te, Dicle boyunda keşif harekâtı yapan İngilizlerle karşılaşır… Zübeyir Muharebesi olarak adlandırılan muharebede Osmanlı kuvvetleri başarılı olur fakat Süleyman Askerî Bey bacağından yaralanır. Süleyman Askerî’nin yarası ciddidir, derhal Bağdat’a sevk edilir… Süleyman Askerî Bey, Bağdat’tan durumunu İstanbul’a şöyle bildirir: ‘‘Sol bacağıma giren bir kurşun sağ bacağıma da girerek büyük kemik yarısından kırılarak kurşun içeride kalmıştır.’’ Tedavi için Bağdat’ta kalması gerekir ancak doktorların tüm ısrarlarına rağmen hastanede kalmayıp tekrar cepheye koşar…

Bu olaydan kısa bir süre sonra Basra yakınlarında Şuaybe ve Bercisiyye’de İngilizlere karşı kanlı mücadeleler tekrar başlar. (12 Nisan 1915) Uceymi Sadun Paşa ve aşireti de burada düşmana karşı Osmanlı kuvvetlerini destekler... Çarpışmaların ilk günlerinde başarılar elde edilse de düşmanın elindeki modern silahlar Türk kuvvetlerini çaresiz bırakır, iş piyade askerlerinin İngiliz askerleriyle göğüs göğüse çarpışmasına kalır. Bu çetin mücadele devam ederken İngilizlerin yardımına ihtiyat kuvvetleri yetişir ve durum birden Osmanlı Ordusunun aleyhine döner.

İhanet

Üç gün, üç gece Şuaybe mevkiinin önündeki arazi ve Bercesiye ormanı bombaların, topların ve humbaraların patlamaları, kurşunların vızıltısı, makinaların tıkırtısı ile sarsılıp durur... Üçüncü günün sabahı düşman savunmadan taarruza geçmek üzere huruç hareketlerini durdurmak görevini üzerine alan yerli Arap kabilelerinkinden Uceymi, Şammar, Necd ve İbnü’r Reşid haricinde maalesef hiçbir hareket görülmez… Harbin en nazik zamanında gösterilen bu alakasızlık ve hareketsizlik son mukavemet ümidini de kırar…

Yalnız bu tehlikeli anda Ziya Beyin emrindeki "Şammar" lıların ve Uceymi Sadun Paşa’nın komutasındaki gönüllülerin önemli hizmet ve faydaları görülür… (Burada Uceymi Sadun Paşa'ya hakkını vermek lazımdır ki Türk birliklerine çok faydası olmuştur.) Şuaybe boğuşmasında her iki tarafın da zayiatı büyüktür… Bu savaşta çok değerli bâzı subaylar şehit düşerler… Alay Komutanı Binbaşı Vedat Bey, Tabur Komutanı Binbaşı Riza, İtfaiye Taburu Kumandanlarından Yüzbaşı Hasan, Üsteğmen Yusuf Ziya, Serezli Mustafa Nâzım Beyler bu muharebenin ilk gününde düşman siperlerinde can verirler… Fedakâr gönüllülerden Gazi Osman da harb meydanında ağır surette yaralı kalan bayraktarla sancağı kurtararak Osmanlı tarafına getirir…

Felâket günü

Bu muharebenin üçüncü ve felâketin günü, ikindiye doğru, harekâtı yaralı bir halde sedye içinde yöneten Süleyman Askerî Bey, bunca ümit ve gayretlerin boşa çıkmasından son derece üzgün olarak, büyük bir gayretle sedyesinden kalkarak savaşa bilfiil katılmaya ve ileri hatlara savaşmaya yeltenir… Ancak bacağındaki kurşun yaraları, kemiğine kadar işlemiş olduğu için acıdan bir türlü atına binemediğinden ve gözleri dolarak kendini tekrardan sedyeye bırakır… Süleyman Askerî Bey bir aralık başını kaldırır.. Sinirlilikle etrafına bakınır… Gittikçe kızışan ve aleyhine dönmüş olan savaşa seyirci vaziyette duran, Osmanlı tarafından silahlandırılmış kabile reislerinden birine şöyle hitap eder: ‘’Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böylesi müşkül ve hayatî bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar bile olamadınız!...’’

Osmanlı ordusunda savaşan Arapların bir kısmı, hücuma geçildiğinde yerlerinde kalmakla da kalmazlar! Bu Arapların bir kısmı taarruzun sonucunu bekleyip, kaybedeni soyarlar. Kaybeden Osmanlı Askerî olunca, akbabalar gibi şehitlerin başlarına üşüşüp onları da soyarlar…

Süleyman Askerî Bey, muharebenin ortasındadır, sağa sola düşmeye başlayan mermiler arasında arabasına bindirilir… İstihkâm subayı üsteğmen Fikri Bey de Süleyman Askerî Beyle birlikte arabaya bindiği esnada bir emri ile hatlarımıza acele yetiştirmek bahanesiyle Süleyman Askerî Bey tarafından geri gönderilerek yanından uzaklaştırılır… Komutan arabasına bininceye kadar Kurmay Binbaşı Adil, Yaver Rüsuhî, Kâtip Manastırlı Seyfi, Emir subayı Sadık, Topçu Yüzbaşı Şevki, Teğmen Hamdi Beyler ve diğerleri yanındadırlar… Araba yola çıkacağı sırada çok yakından bir silâh sesi işitilir… Topların müthiş gürültüleri arasında ortalık sarsılırken meydana gelen bu ses pek tabii olarak düşünülür… Lâkin biraz sonra, arabaya yaklaşıp da içerisine göz atınca birdenbire şaşırıp kalırlar. Manzara fecidir.. Süleyman Askerî Bey tabancası elinde ve ağzı kan içinde arabanın orta yerinde cansız yatmaktadır...  

Araba bu durumda Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülür… Süleyman Askerî Bey aynı gece hepsinin kanlı gözleri arasında sâde bir törenle sırtındaki yarbay üniforması ile çadırın içinde kazılan mezara defnedilir… (14 Nisan 1915).     

Süleyman Askerî Bey’in vefatından sonra Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına Edirne’de II. Kolordu 4.Tümen Komutanı olan Albay Nurettin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) atanır… (Bundan sonrasını yine bu sitemde ‘’Kût Bayramı’’ isimli yazımda anlatmıştım)

İntihar nedeni

Süleyman Askerî Bey Arap aşiretlerine çok güveniyordur… Trablusgarp savaşında (1912) yerel halktan oluşturduğu milis gücünü Irak’ta da kullanacağını zanneder…  Ancak karşısında Trablusgarp’ta olduğu gibi başıbozuk İtalyan askerleri değil dünyadaki en modern teçhizat ile donanmış İngiliz ordusu vardır. Ayrıca Trablusgarp’ta vatanı için savaşan milislerin yerine Irak’ta İngilizlerle işbirliği yapan çapulcu bedevi Araplar vardır. Şuaybe muharebesinde Türk Askerînin İngiliz makineli tüfekleri altında erimesine ve Arap aşiretlerinin korkarak cenk meydanından kaçmasına ve onların ölü soyuculuğuna dayanamaz… Bu durumdan kendini sorumlu tutan Süleyman Askerî Bey’in esas intihar nedeni budur…

1. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Musul'u terk edecek olan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis, anılarında Süleyman Askerî Bey'in intiharını şöyle değerlendirir: "Süleyman Askeri Bey, bu hesapsız cesaretini, hayatına kendi eliyle son vermek suretiyle ödemiş ve mesuliyetini bizzat tayin etmiştir. Bu hâzin netice, şerefli bir askerin takdir edilecek kahramanlık faciasıdır. Fakat durumu iyi muhakeme ederek, isabetli tedbirler ile kumandanlık vazifesini layıkıyla yapsaydı, vatana daha faydalı olurdu. Kendi hatası yüzünden görevindeki başarısızlığından dolayı başkalarının hitâplarına katlanmayı şerefine yakıştıramayan namuslu ve şerefli komutan, ölmeyi yaşamaya tercih etmiştir. Bu bir sinir buhranı mıdır? Hayır şeref ve kahramanlık numunesidir."

Süleyman Askerî Bey tabancasını şakağına dayadığında 30 yaşındadır. Geride gencecik bir dul eşi ve 8 ila 10 yaşında iki kız çocuğu vardır…  Vefatından sonra kendisine Şura-yı Devlet kararı ile ‘’şehit’’ unvanı verilir.

Bu coğrafyanın çocuklarının kaderi

Süleyman Askerî Bey, ne yazık ki ülkemizde değeri bilinmeyen yüzlerce kıymetli subayımızdan sadece birisidir. Bir başka ülkede ve bir başka millete ait olsa Süleyman Askerî Bey hakkında yüzlerce kitap yazılır, heykelleri dikilir, ardından destanlar, türküler, şiirler yazılırdı. Fakat Süleyman Askerî Bey bu coğrafyanın çocuğu olunca kaderinde, nasibinde sadece unutulmak olur…

Süleyman Nazif, Süleyman Askerî Bey’i Bağdat Valisi iken tanır ve hakkında şöyle konuşur: ‘’Süleyman Askerî Bey, vatanı için vatanından başka her şeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi!...’’

Süleyman Askerî Bey’in ardında askerî dergilerde ve tarih dergilerinde kalmış birkaç bilgi dışında yazılmış, o da yeni yazılmış (2018) bir tek kitap vardır. O da araştırmacı Nurettin Şimşek’in yazdığı ‘’Süleyman Askerî Bey’’ (Altınordu Yayınları, 2018) isimli eseridir…

Bir de hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülayim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiği rivayet edilir…

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Süleyman Askerî Bey için söylendiği rivayet edilen ’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü… Billur gibi duru bir muhteşem sese sahip '’Sema’’ isimli bir solistin ve onun kurduğu ‘’Taksim’’ isimli grubun seslendirdiği harika bir yorum: (Sema & Taksim)
Solistin şarkı sonunda yaptığı serenâdı siz Süleyman Askerî Bey’in intihar sahnesi olarak düşünün!...

https://www.youtube.com/watch?v=PXuUCcxaexM

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Marşı

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,
Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.

Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!

Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.

Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak

Süleyman Askerî Bey




Bir yemen türküsü: Mehrali Bey

21 Temmuz 2019

Yemen üzerine çok türkü, çok ağıt yakılmıştır… Bunlardan en çok ‘Havada bulut yok’’’’ diye başlayan Yemen türküsünü biliriz. Muş yöresine ait bu yemen türküsünün: ilk kıtası şöyleydi:

 ‘’Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Ano Yemen'dir gülü çemendir 
Giden gelmiyor acep nedendir.’’

Bir de Nisan 2019 tarihinde yazdığım ‘’Bir buluşmanın ardından’’ başlıklı yazımda bahsettiğim ‘’Anlı Yemen’’ isimli Rumeli türküsü vardır:

‘’Anlı Yemen şanlı Yemen
Toprakları kanlı Yemen
Ben Yemen'e dayanamam
Nazlı yardan ayrılamam

Gitme Yemen'e Yemen'e 
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu erken çalar
Sen küçüksün uyanaman’’

Bir başka Yemen türküsü vardır ki…. Bu yazımda bu türküyü anlatacağım ama önce mutad olduğu üzre biraz tarihten bahsedeceğim. Zaten bu türkülerin kendileri de tarih ama ben yine bu türkü için tarihe bir yolculuk yapacağım…

Önce üç tarihi kitap

Osmanlı paşalarının en ünlülerinden olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa (1839-1919) anılarını kaleme almış ender paşalardan birisidir. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bu anıları ‘’Anılar 1, Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Evveli’’ ve ‘’Anılar 2, Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sanisi’’ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996) olarak yayınlanır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa bu anıların Cild-i Evvel'inde 1839-1876 arasında askerlik yaşamının ilk on beş yılına sığan siyasal ve askeri gelişmeleri, Cild-i Sanisi’nde ise "93 Harbi" olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın doğu cephesini anlatır.

93 Harbi 1877 ve 1878 yıllarında Osmanlının Rusya ile yaptığı bir harptir... Bu harp; vatanperver insanların tüm çabalarına rağmen kaybedilen bir harptir. Daha önce bu sayfalarda anlattığım "Kaht-ı ricâl’’ deyimi bu harpte doğmuştur… Yani bu savaş kaht-ı rical’den (devlet adamı eksikliği) dolayı kaybedilmiştir. İşte bu harpte Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın Mühimme Başkâtibi olarak görev yapan Mehmed Arif Bey’in yazdığı ve hemen hemen bütün zabitlerin özellikle kurmay zabitlerin okuduğu bir hatırat (sergüzeştname) vardır:  "Başımıza Gelenler" (Akçağ Yayınları, 2006) Bu kitapta Osmanlı Devleti'nin son döneminde ehil olmayan insanların iş başına getirilmesinin, umursamazlığın, saf-dilliliğin, yetersizliğin, korkunun ve vazife bilmemenin nasıl düşmanla işbirliği edip bir memleketi batırdığını tüm yönleriyle ortaya konulmaktadır…

Bu iki kitapta da bahsi geçen bir isim, bir kahraman vardır. Bu kahraman sanki bir ‘’Battal Gazi’’dir, bir ‘’Köroğlu’’dur, bir ‘’Şeyh Şamil’’dir, bir başka yönüyle sanki bir ‘’İnce Memed’’dir… Bu kahramanın ismi ‘’Mihrali Bey’’dir (1844-1906) Ve bu kahramanı anlatan tarihçi (Yemen tarihçisi) Cengiz Çakaloğlu’nun yazdığı bir kitap vardır: ‘’Yemen'den Dönemeyen Karapapak: 40. Hamidiye Süvari Alayı Komutanı Mihrali Bey’’ (Kitabevi Yayınları, 2011)

İşte bahsedeceğim bu ‘’Yemen Türküsü’’ Mihrali Bey’e aittir… Ancak önce bu kitaptan özetle Mihrali Bey’i anlatmak istiyorum… Mihrali Bey’i tanıdıktan sonra türküsü daha bir anlamlı…

Mihrali Bey…

Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilayetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas köyünde doğup büyür… Daha küçük yaşlarda ata binmeye ve silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu karayağız ve sevimli biridir. Genç yaşında cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir hale gelir…  

Mihrali on yedi yaşında babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin karşı çıkmalarına rağmen babalarının cenazesinin Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve İslami geleneklere aykırı bir biçimde defin işlemi yaparlar. Bu duruma çok içerleyen Mihrali ne yapacağı konusunda planlar kurarken o gece rüyasında babasını görür ve babası “Utanmıyormusun, beni bu mezarlığa nasıl gömdürdün, eğer beni bu kâfirlerin arasından almazsan sana hakkımı haram ederim” der. 

Rüyanın etkisi ile yatağından fırlayan Mihrali, elbiselerini giyer, silahlarını kuşanır ve evden çıkarak doğruca mezarlığa gider. Mezarlık Rus askerleri tarafından korunmakta olduğundan sessizce babasının mezarına kadar giden Mihrali, mezarı kazar ve babasının cesedini mezardan çıkararak omuzun alır ve tam dışarı çıkmak üzere iken askerlere yakalanır. Mihrali cesedi yere koyup ellerini havaya kaldıracağı anda ani bir hareketle nöbetçilerin üzerine saldırır ve ikisini de oracıkta öldürür. Tekrar babasının cesedini omuzlayarak doğruca Müslüman mezarlığına götürür ve okuduğu dualarla tek başına gömer. 

Artık Mihrali için kaçak dönemi başlar… Ertesi gün olayın duyulması ile Tiflis valisi köyü ablukaya aldırır. Ancak Mihrali dağa çıktığından yakalanmaz. Korkunç bir takip başlar… Mihrali’yi aramak bahanesiyle Türk köylerine baskınlar düzenleyen Rus askerleri, yerli ahaliye zulmedip onun yerini öğrenebilmek için insanlara işkence ederler. Hele olayın Çar Aleksandr tarafından duyulması, baskı ve zulmün daha da artmasına ve başkaca insanların da dağa çıkmalarına sebep olur… Mihrali İran’a kaçar… Bu arada içerideki hainlerden Keçeli köyünde Hacı Veli, Mihrali’nin İran’da bulunduğunu ihbar eder. Çar, İran Şahına bir name yazarak Mihrali’nin yakalanmasını talep eder. Bu defa İran zaptiyeleri tarafından sıkıştırılan Mihrali, tekrar Rus tarafına geçer. 

Olayların sürekli bu şekilde gelişmesi ve Mihrali ve onunla birlikte hareket eden adamlarının yakalanmasındaki zorluğu gören Çar, bu ekibin içinden birkaç kişiyi affederek muhbir olarak kullanmak ister. Bu tuzağa düşenlerden Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice valiye gider, teslim olurlar. Serbest bırakılan bu hainler, Mihrali’nin baba evini basar, ağabeyi Mehmet Ali’yi öldürürler. 

Olaylar bu şekilde devam edip giderken Mihrali her sıkıştırıldığında birkaç Rus askerini daha öldürür… Artık yüzlerce Rus askeri Mihrali’nin peşindedir… Osmanlı Rus sınırına yakın bir bölgede meydana gelen şiddetli bir çatışma sonrasında Mihrali yaralı olarak Osmanlı topraklarına geçer ancak bir ihbar sonucu yakalanarak Kars hapishanesine atılır. Uyandığında kendisini elleri ve ayakları prangaya vurulmuş vaziyette bulur… Yarası kapanmaz… Durumu her geçen gün daha kötüye gider… Mahkûm arkadaşlarının getirttiği otlarla tedavi olmaya çalışır. Bu arada mahkûmlardan birisinin karısı vasıtasıyla içeriye eğe, çekiç ve benzeri malzemeler getirirler. Mahkûmları organize eden Mihrali onların bir tünel kazmalarını ister. Epey bir uğraş sonucu tünelin sonuna gelinir… Ama ne yazık ki tünelin bitiş noktası tam nöbetçi askerlerin bulunduğu noktaya çıkar… Son taşı kaldırmazlar ve bir gün hapishanede isyan çıkartırlar… Gardiyanlarla mahkûmlar arasındaki ardabe devam ederken prangalardan kurtulan Mihrali tünelden geçerek son taşı kaldırdığında nöbetçi tarafından fark edilir ve askerin müdahalesi sonunda bacağından yaralanır. Kaptığı süngü ile askeri öldürür, sürünerek karşıdaki ahıra gider otların arasında saklanır. Hapishanede isyan bastırılır ve yapılan sayım sonrasında Mihrali’nin kaçtığı ortaya çıkar… Her tarafa atlılar salınarak aramalara başlanılır… Ancak hapishanenin hemen yakınındaki ahırda saklanan Mihrali bulunamaz. Gece ahırdan aldığı bir atla dışarı çıkan ve oradan uzaklaşan Mihrali Maraşlı köyüne gelir. Bu köyde Musa çavuşun evinde bir ay müddetle kalan Mihrali tüm yaraları iyileştikten sonra kendisine verilen bir at, silah ve erzakla buradan ayrılır. 

Bu sırada 93 harbi yani 1877-78 Osmanlı Rus savaşı başlar… Mihrali yanına topladığı 120 kadar adamı ile Ruslara yapmadığını bırakmaz… Ruslar bu belalı Karapapak’la baş edemeyeceklerini anlayınca onu orduya hizmet şartı ile affederler. Mihrali Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa’ya bir mektup yazarak Rus’lara karşı Osmanlı’nın yanında yer almak istediğini ve kendisinin affedilerek Osmanlı topraklarına geçişine izin verilmesini ister. Bu teklif kabul edilir ve Mihrali kuvvetleri ile Çıldır’a gelir. Kendisine Binbaşı rütbesi verilen Mihrali artık Osmanlı’nın bir kumandanıdır ve adamları ile birlikte Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın emrinde doğrudan savaşın içerisine girer…  

Ağustos ayında iyice kızışan savaşta Mihrali ve kuvvetleri Göle bölgesinde kendisinden sayı ve cephane yönünden çok güçlü olan düşmanla karşı karşıya gelir. Amansız bir mücadele başlar… Güçlü düşman karşısında başarılı olmaya azmetmiş olan bu kahramanlar bir taraftan geri çekilme taktiği ile düşmanı üzerine çekerken diğer taraftan yan kuvvetler ile işin farkında olmayan Rus askerlerini çembere alırlar… Sonuçta çember kapatılır ve Rus kuvvetlerinin büyük bir bölümü imha edilir… Bu savaşta atı vurulan Mihrali elde ettiği ganimetlerle Kars Kalesine döndüğünde buranın da muhasara altında olduğunu görünce arkadan düşman güçlerine karşı saldırı emri vererek kuşatma altındaki kalenin kurtulmasını ve ganimetlerin günlerdir aç ve susuz olan kaledeki askerlere ulaştırılmasını sağlar. 

93 harbi Osmanlıyı güçsüz ve sıkıntılı bir döneminde yakalamıştır. Her türlü araç gereç ve silahtan yoksun olan komutanlar, top arabalarını çekmek üzere at veya gerekli hayvanları bulamadığı zamanlarda, bu görevi de o kutsal askerlerin yerine getirmelerini isterler… Çamurda, yağmurda ve her türlü zorluklara rağmen askerler tırnaklarını toprağa gömerek top arabalarını yeni mevzilere taşırlar…  

Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali her verilen görevden başarı ile döner ve her dönüşünde de düşmana ait mühimmat, hayvan ve çeşitli gıda maddelerini de beraberinde getirir… Yine bir defasında Gümrü -Tiflis yolu üzerindeki tüm telgraf tellerini keser, Rus müfrezelerini tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz hale getirir. 

Bu kahramanın yaptıkları İstanbul’a II. Abdülhamid’e kadar uzanır ve kendisine Mecidiye Nişanı verilir. 

Mihrali daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’dan izin alarak köyü Darvas’a gider, akrabalarını ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı’ya göç eder. Bundan sonra Erzurum müdafaasında yer alan Mihrali bu savaşta ağır yaralanır… 12Aralık 1877 tarihinde Gazi Ahmed Muhtar Paşa İstanbul’a çağrılır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa Bir kızak hazırlattırarak Mihrali’yi de adamları ile birlikte yanına alarak yola çıkarlar. Mihrali ve sülalesi Sivas’ta kalırken Paşa yoluna devam eder. 

Mihrali, Sıvas’ın Ulaş bucağına bağlı Acıyurt köyüne yerleşir. Onunla birlikte gelen Karapapaklar da bu civarda 40 kadar köye yerleşir... Bunların buralara yerleşmesine herhangi bir zorluk çıkarılmaz, çünkü Padişah Mihrali ve ahvadının dilediği yere yerleşmesini serbest bırakmıştır. 

Mihrali, Sivas’ta da boş durmaz, 40. Hamidiye Süvari Alayını kurar. Göçten on iki yıl sonra Kurt İsmail Paşa Mihrali’nin yanına gelir ve Bağdat’ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlı aleyhine kışkırttığını söyler. Mihrali bunun üzerine atlılarını toplar ve Kurt İsmail Paşa ile birlikte Bağdat’a gider. Burada anılan eşkıyayı etkisiz hale getiren ve kendisinden af dileyen bu hainleri Padişahın oluru ile affeden Mihrali ve beraberindekiler tekrar Sivas’a dönerler. 

Sivas’ta bir olay sonrası Kangal kaymakamı ile ters düşen Mihrali’yi Padişah’a şikâyet ederler. Padişah cevabi yazısında “O benim yularsız aslanımdır. Kimsenin ona baskı ve eziyet etmesine izin vermem” diyerek gelen şikâyetleri geri çevirir. 

Yemen

Fakat Sivas’ta ki devlet erkânı Mihrali’yi rahat bırakmazlar. Biraz dik başlı olması onların da rahat hareket etmelerini engellemektedir. Bu arada Yemen İsyanı çıkmıştır. Sivas valisi Reşit Paşa Mihrali’yi Yemen’e göndermek istese de Padişah II. Abdülhamid’in tercihi Mihrali’ye bırakır. “Gitmem” demeyi yiğitliğe sığdıramayan Mihrali yollara düşer uzun bir yolculuk sonrasında Yemen’e varır duruma el koyar, ama çöl sıcaklarına fazla dayanamaz hastalanır. Bir müddet hasta yattıktan sonra orada vefat eder… Adamlarının büyük bölümü şehit düşer, birkaç kişi ancak Sivas’a geri dönebilir. 

Ve Yemen türküsü

Tabii ki Türk insanı vefalıdır… Mihrali’nin ardından ağıtlar yakılır, türküler çığrılır… Bu türkülerden birisi de ‘’Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama’’ türküsüdür… Bazı yörelerde ismi ‘’Mehrali Bey’’ türküsü diye bilinir:

‘’Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama
Köz goyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eyleme

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Ben gidiyom Rüştü beyim sana bir nişan
Susuzluktan alaylarım perişan
Hiç iflah mı olur Yemen'e düşen

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Mehrali'yi sokaklarda duttular
Ağamı da bir gurşuna sattılar
Mehrali'yi Yemen'e de attılar

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne’’ (*)

(Türküde ismi geçen Rüştü Bey; Mihrali Bey’in oğludur.)

Bir yemen türküsü daha düşünen beyinlere, anımsayan zihinlere, hisseden yüreklere kim bilir neleri neleri hatırlatır…

İşte Mihrali Bey böyle bir kahramandır… Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

’Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama’’, Ahmet Turan Şan’ın sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=y6raa58lnQs

(*) TRT Ankara Radyosu THM Şubesi tarafından derlenmiştir. Sivas, Acıyurt, Mehralibey Köyü'ne ait bir uzun havadır. Salih Turhan ve Abuzer Akbıyık, ‘’Şu Yemen Elleri, Yemen Türküleri’’ (Kültür Ajans Yayınları: 54, 2010, s.91-92) Ömer Şan derleyen kişi bilgisiyle, son bölüm verilmeden aktarılıyor. Bazı kaynaklarda derleyen kişi Kemal Keskin olarak gösteriliyor… Sözleri Çiğdem Gökay Seçkal’a ait olarak veriliyor. ‘’Mihrali’’ ismi türküde de olduğu gibi bazı yörelerde ‘’Mehrali’’ diye geçiyor…




Şairlerin en garibi 

20 Temmuz 2019

Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!... Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış, kullanmamış dedik… Ettik de iyi halt ettik: Aşkı, sevgiyi, özlemi, sevinci, istenci, hüznü, melâli, hayali, duyguyu, düşünceyi, ufku, âfâkı, sevdayı, iyiyi, güzeli, zevki, sefayı ve latifeyi anlatacak kelimelerimiz kalmadı…

Sonunda susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç biilaç, sefil, sersefil, susuz, gıdasız, aşksız, sevdasız, sevgisiz, duygusuz, düşüncesiz sonuçta kelimesiz ve nefessiz kaldık!

Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış… Bu şekilde dışladığımız ve kaybettiğimiz her bir şairimiz için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…

Bugünki yazımda; yine bu ayırımcılığa maruz kalan, şiirlerinde Osmanlıca kullanıyor, aruz ölçüsü kullanıyor, şiirleri hüzün şırınga ediyor diye yok saydığımız, dikkate almadığımız, unuttuğumuz bir garip şairimizi anlatacağım...

Bugünkü yazımda; yüzünde hüzün neşidelerinin gizli gizli çığlık attığı, şiirlerinde musiki olan, kafiyelerin, aruz ölçüsünün, yalnızlıkların, melâlin, hüznün, akşamın, imge dünyasının, garipliğin, unutulmuşluğun ve en asil duyguların insanı ve Fecr-i Âti’nin muhteşem, muhteşem olduğu kadar da garib olan bir şairimizi anlatacağım... 

Ancak; sizler de anlatacağım şair gibi; '’O Belde’’ de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyseniz eğer… Melali anlamayan nesle siz de âşinâ değilseniz eğer… Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada suya attığınız taş, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluksa eğer…. Gün ışığı yerine aydınlık diye aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen ziyalardan siz de muzdaripseniz eğer… Ve bu nedenlerle de siteminiz bir feryâd bir figân halinde çığlık çığlığa arş-ı âlâya yükseliyorsa eğer... Bu yazımı okumanızı isterim… Anlatacağım şairi de bu yazımı da daha iyi anlarsınız o zaman… Yoksa eğer; size uzun, içi boş ve anlamsız gelecek bu yazıma dalıp da değerli zamanınızı ziyan, bu güzel gününüzü heder etmeyesiniz derim…

Anlatmak istediğim bu bu garip şairimiz Ahmet Hâşim'dir... 

Ahmet Hâşim'i anlamak için mutlaka önce çocukluk yıllarına gitmemiz gerekir diye düşünüyorum.... Çocukluğunu anlamadan Hâşim'i anlayamayız diye düşünüyorum...

Çocukluğu ve gençlik yılları

Ahmet Hâşim, 1884'te Bağdat'ta doğar. Çocukluğu Bağdat'ta geçer. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur... Çok zeki ve duyguludur. Çocukluğu, hassas yaradılışlı ve hasta bir anne ile katı bir baba arasında geçer. Alkolik olan babasının kötülüklerinden kaçmak için akşam ve gece vakitlerini annesiyle birlikte Dicle’nin kıyısında, ay ışığı altında, bir çift gölge gibi sessiz sessiz dolaşarak, yürüyerek geçirirler. 12 yaşında iken annesinin vefatıyla birlikte, en büyük dayanağını da yitiren bu çocuğun içine öksüzlük duygusu bir daha girmemecesine yerleşir.

Ahmet Hâşim, annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul'a gelir. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okur. Ahmet Hâşim, muhtaç olduğu ilgiyi, yakın aile çevresinde göremediği gibi, on iki yaşından sonra gittiği Galatasaray Lisesi’nde de göremez. Yabancılık ve yalnızlık duygusu, arkadaşlarının ''pis Arap'' vb. alayları; öğretmeninden müstahdemine değin tamamen kendisine yabancı olan bir çevre, ondaki öksüzlük duygusunu büsbütün körükler. Şiir-i Kamer, Hilal-i Semen şiirleri, onun ruhundaki bu hazin boşluğu dile getirir. Bu nedenlerle çevresine güvenini yitiren Hâşim; sinirli, aksi ve kırıcıdır. Bu hâl aşklarına ve nişanlılarına da yansır.

Ahmet Hâşim, Galatasaray Lisesi’inde Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisi olur. 1907'de mezun olur. Bir süre Reji İdaresi'nde çalışır. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam eder.  Hukuk eğitimini bırakıp, Fransızca öğretmenliğine atandığı İzmir Sultanisi’ne İzmir'e gider. İzmir’deki öğretmenliği sırasında Fecr-i Âti topluluğuna katılır(1909), Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, ''Dergâh'' dergisinde (1921-1922), ve ''Yeni Mecmua'’da (1923) görülür.

1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yapar. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedeksubay olarak geçirir. Mütareke'den sonra İstanbul'a döner. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yapar. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verir. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalışır. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazar.

Şiire lise öğrenciliği yıllarında başlar. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür. Şiirleri Şeyh Gâlib'in parıltısını taşır.

Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlanır. Bu şiirleri kitaplarına almaz. . 1921'de basılan ilk şiir kitabı "Göl Saatleri"nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İkinci ve son şiir kitabı ise "Piyale" (1926) kitabıdır.

Bu iki kitap dışında ise Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan bir şiir kitabı daha vardır: ‘’Şairlerin En Garibi Öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014) Bu kitap Hâşim'in ilk şairlik dönemini kapsayan şiirleri ile Piyale'den sonra yayınlanan olgunluk dönemi şiirlerinden oluşmaktadır. 

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre o dönemdeki gençler için önemli üç şairden birisidir Ahmet Hâşim. Diğer ikisi ise Abdülhak Hâmid ve Yahya Kemal’dir. Günümüzde de lise Edebiyat derslerinde hep Yahya Kemal ile mukayese edilir Ahmet Hâşim…

Şiirinin poetikası

Hâşim şiirlerinde sembolizme sığınır, kapalı yazmayı tercih eder, gerçekçi ve faydacı şiir anlayışından uzak şiir yazar. Hâşim’in ağdalı şiir dili ilerleyen yıllarda Yahya Kemal’in de etkisiyle sadeleşse de kapalılığından ve mecazlarından bir şey kaybetmez. Hâşim şiirlerinde gerçek dünyanın arazlarından kaçarak kendi içine kapandığı hayal dünyasının imgelerini sembolleştirir.

Hâşim’in şiirlerindeki melâlin sebepleri annesini erken yaşlarda kaybetmesine, çirkinliğine olan inancına ve bundan kaynaklanan öfkesine bağlanır. Hâşim’in bu karamsarlığının bir nedeni de karamsar Fransız şair Charles Baudelaire’den etkilenmiş olduğudur. Bu melankolinin, bu karamsarlığın sebebini anlatırcasına bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: "Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu."

Hâşim, şiirlerinin kapalı ve anlaşılmaz olduğu iddialarına karşı bir cevap olarak çok keskin ve müstehzi ifadelerle ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ adlı makalesini yayınlar. Hâşim, daha sonra bu makalesini ‘’Piyale’’’ isimli şiir kitabının girişinde yer verir.

Hâşim "Piyale"nin girişinde yer alan "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" makalesinde özetle şunları söyler:

‘’Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.’’

Hâşim, şiirde kapalılığı savunur. Hâşim’e göre bir şiirin açıklamasını yapmak çok anlamsızdır. Her okuyan o şiirden ayrı bir şeyler çıkarabiliyorsa o bir şiirdir diye düşünür.

Ben günümüz Türkçesiyle anlattım ama Hâşim, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ makalesinde kendi sözcükleriyle şu cümleleri kullanır:

"Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâz-ı kanundur. Şairin lisanı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır."

"Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır."

" 'Mânâ' araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra'şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan sihrengiz sesi telafiye kâfi midir? (...) Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânası değil, cümledeki teleffuz kıymetidir."

Önemli gördüğüm için Ahmet Hâşim’in "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" isimli bu makalesinin tamamını konunun dağılmaması açısından yazımın sonunda veriyorum...

"Piyale" kitabındaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir.

Hâşim, şiirlerinde fazlasıyla sembolist bir yaklaşım sergiler bunu en iyi görebileceğimiz şiiri ise ‘’Merdiven’’ şiiridir.

İlk şiirlerinin üzerinde Bağdat’ta geçen çocukluğunun, Dicle nehrinini ve Dicle akşamlarının, gecelerinin ve annesinin vefatının yoğun etkileri görülür. Hâşim'in ‘’akşam’’ sevgisi hususunda da değişik rivayetler vardır.  Hâşim’in kendisini çirkin gördüğünden karanlıktan hoşlandığını rivayet edilir.  Ancak Hâşim ‘’akşamı’’ kendisinin de belirttiği gibi yalnızca şiiri için, sembolik manası için sevmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hâşim için; ‘’Hayatını âdeta kasten darlaştırmaktan hoşlanırdı’’ diye yazar. Hâşim’in bu özelliği şiirlerine de yansır.

‘’O Belde’’ (Sitemde ayrıca anlatmıştım), ‘’Karanfil’’, ‘’Merdiven’’, ‘’Ölmek’’, ‘’Bir günün sonunda arzû’’ (Yine sitemde anlatmıştım) ve ‘’Parıltı’’ isimli şiirleri en güzel şiirleridir.  Bu şiirlerin de tamamını yazımın sonunda veriyorum. 

Hâşim, sembolizmin Türk edebiyatındaki öncülerindendir. "O Belde" şiirinde geçen ünlü "melali anlamayan nesle aşina değiliz" dizesi ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti edebiyatını tek bir dize ile özetler.

En önemli eserlerinden sayılan "O Belde" ile şair gerçek dünyadan uzaklaşıp kendisini kendi kurduğu bir hayal dünyasına götürür. ‘’O Belde’’de Hâşim gerçek dünyadan ayrı ideal bir dünya düşler. Bu hayal ürünü beldede kadınların ne kadar masum, ince, huzur veren yaratıklar olduğunu vurgular. Bu düşüncesi annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden de geldiği bilinir. Hâşim’in "O Belde" ile anlattığı ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş şekli olduğu düşünülür…

Hâşim’in şiirlerinde en çok kullandığı imajlar, sarı ve kızıl renkler, sararan sular, yanan sular, akşam, kamış, vs. dir. Güneşin batışındaki ve doğuşundaki kızıllık şiirlerinde çok geçer. Hâşim, koyu kıskançlığını, hırsını, hayata ve kendine karşı olan tükenmez nefretini, merhametini, aşkını, ıstırabını, sıkıntısını, geçmişini, bunalımlarını, çirkinliğini, dostlarını, düşmanlarını, tabiatı, karanlığı şiirlerine aktarır.

Ahmet Hâşim, lise talebelerini şiirden ve edebiyattan bir ömür boyu soğutan aruz vezni hakkında, daha doğrusu aleyhine – kendisi aruz vezninin ustası olmasına rağmen-  artık bu veznin devrinin bittiğini belirtecek şekilde şunları yazar:

‘’Bundan on beş, on altı sene evvel Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek…. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengarenk çinilerle kaplanmış bir veli ya da sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.’’

Ahmet Hâşim’e yapılan eleştiriler

Nurullah Ataç "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için; şöyle yazar: ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona 'Ahmet Hâşim çağı' diyecekler." Ve şöyle devam eder Ataç: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor" diye yazar.

Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişi büyük haksızlıklar, saygısızlıklar eder Hâşim’e… Yahya Kemal kendisinden ‘’çirkin Arap’’ diye bahseder.  Falih Rıfkı Atay da kendisi hakkında iyi yorumlar yapmaz bir eserinde. Keza Peyami Safa da Hâşim’i eleştirir yazılarında.

Salâh Birsel, ‘’Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’’ (Sel Yayıncılık., 2012) isimli kitabının "Beyaz balina beyazı" bölümünde (s. 82-83) Hâşim’in düzyazısı hakkında şunları yazar: "Hâşim’in yaşadığı günlere bakacak olursanız, çoğu yazarların-bunların içinde dostları da vardır elbet- onun gözünü oymak için sıraya girdiklerini görürsünüz. En yufka ozanlardan Orhan Seyfi bile Hâşim’in düzyazılarını över de laf, ozanlığından açılınca onu çaylaklıkla suçlar.''

Hani bir paragraf önce bahsetmiştim ya Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişinin kendisine büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yaptıklarını... İşte bunlardan bir kısmını da Salâh Birsel bu kitabında anlatır…

Nâzım Hikmet, bir şiirini eleştirmesi üzerine Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirinde Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve ona “Bağdadî Şaklaban” diye hitap eder. Ahmet Hâşim'in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden, "Şiirinde uşak ile kuşağı iyi kullanmış," dediği söylenir. Nâzım'ın şiirini olurken, Nâzım’ın ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz. (Bu tartışmayı da ‘’Ahmet Hâşim ve Nâzım Hikmet’’ adıyla bu sitemde anlatmıştım.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabında Hâşim hakkında şu olayı anlatır:

Ahmet Hâşim yedek subay olarak Çanakkale muharebelerine katılır. Cepheden döndükten sonra iş için başvurduğu bütün kapılar yüzüne kapanır. Ayrıca Bağdat’ta doğması kastedilerek "senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!" diye hitap ederler. Bunun üzerine "öyle ya" der Hâşim, "harp olur Ahmet Hâşim vatan müdafaasına çağırılır; sulh olur, vatandan kovulmak istenir." Bu memlekette her daim olduğu üzere!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen kitabında "Ahmet Hâşim bizim bildiğimiz, beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, onun içindir ki, şiirlerinde, kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu"  diye yazar.

Düzyazıda Ahmet Hâşim

Şiiri söz ile mûsiki arasında, sözden ziyade mûsikiye yakın tarif eden Hâşim kelimelerini de buna göre seçer, itinayla konuşurmuş.

Günün birinde Ahmet Hâşim tıraş olurken bir yandan da berberine bir şeyler anlatıyormuş. Berber bir vakit sonra: "Beyefendi söylediğiniz her kelimenin manasını biliyorum. Fakat ne dediğinizi anlayamıyorum." der. Hâşim arkasını dönüp Yakup Kadri’ye: "Gördün mü Yakup? Bizi en iyi bu adam anladı" der.

Hâşim, kelimeleri düz yazıda da şiir kadar güzel kullanır. Hâşim’in üç düzyazı kitabı vardır. Bunlar şu üç kitaptır; ‘’Bize Göre’’' (Altın Kitaplar, 2005)  '’Gurabahane-i Laklakan'’ (Düşkün leylekler evi) (Yapı Kredi Yayınları, 2011) ve ‘’Frankfurt Seyahatnamesi'’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017)

Hâşim’in düzyazısını şiirinden üstün tutmakta Yusuf Ziya, Halit Fahri, Nurettin Artam da birbirleriyle yarışır. Cenap Şahabettin de düzyazısını sevdiğini söyler. Ozanlar arasında ise onun adını anmamaya ayrı bir dikkat gösterir. 

"Rindlerin Ölümü" şiiriyle sonradan onun etkisine iyisinden sığınacak olan Yahya Kemal bile kestirmeden giymeyi yeğler: ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur.’’ Bu sözler onun düzyazısını yüceltmek için de söylenmemiştir. Amaç, ozanlığını ayaklar altına almaktır. Oysa bunların tümü ozanlıkta -Yahya Kemal bir yana- Hâşim’in yanından bile geçemezler. Bütün bu zerzevat içinde Hâşim’in şiirine değer veren sadece Halit Ziya, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, İzzet Melih ve Fazıl Ahmet'tir. Bunlara belki bir de Abdülhak Şinasi ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu eklenebilir. Ama Samipaşazade onu az buçuk "egzantrik" de bulur. Fazıl Ahmet ise ona "zakkum ve cehennem taşı" gözüyle bakar." Yakup Kadri ‘’Ahmet Hâşim Monografi’’ (İletişim Yayıncılık, 2000) eserinde Hâşim için şu yargıya varır: ‘’Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.’’

Bu tartışmaların yanında Ahmet Hâşim hakkındaki daha kapsamlı ve sağlıklı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerden şu iki kitabı Hâşim’i hakkıyla tanımak için önerebilirim. Birincisi Abdülhak Şinasi Hisar'ın (kendisi Hâşim’in okul arkadaşıdır aynı zamanda) "Ahmet Hâşim, Şiiri ve Hayatı" (Yapı Kredi yayınları, 2006) adlı kitabı, diğer ise Memet Fuat'ın "Ahmet Hâşim" (Yapı Kredi Yayınları, 2008) isimli kitabıdır. Ahmet Hâşim şairliğinin ötesinde aslında iyi bir denemecidir de. Yahya Kemal’in yukarıda bahsettiğim; ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur’’ sözü bunu doğrular. Hâşim’in o zamanlar gazetelerde yazdığı yazıları araştırmacı İnci Enginün ile Zeynep Kerman birlikte kitap haline getirmişlerdir. (Ahmet Hâşim, Bütün Eserleri, Dergâh Yayınları, 2009) Tabii ki Ahmet Hâşim’in daha önce bahsettiğim kendi düşüncelerini anlattığı ‘’Bize Göre’’ (Altın Kitaplar, 2005) kitabı da Hâşim’i tanımak için okunmalı diye değerlendiriyorum.

Aşk ve evlilik üzerine

Ahmet Hâşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı kitabında aşk ve evlilik üzerine yaptığı tespitler defalarca okunacak ifadelerle doludur. Bu kitabında Hâşim ‘’Hemen her sabah’’ başlığı ile şunları yazar:

"Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: "Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh...

Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont'un (Remy de Gourmont, Fransız yazar ve şair, 1858 - 1915) dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi dökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.

Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir ki?"

Hâşim’in kendi sözcükleriyle; ‘’aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir.’’ .’’En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır.’’ (Maşuka: Âşık olunan kadın) Aşk konusunda şu sözlerin de sahibiydi Hâşim: "Hüzünde haz varsa, aşk o zaman vardır!" ''Âşık, yüz bulmayan adamdır.''

Aşk ve evlilik konusunda böylesine düşüncelere sahip olan Hâşim gerçekte de aşk ve evlilik konusunda sıkıntıları vardır. Birçok sevgilisi olmuş, birçok kez nişanlanmış ve her seferinde ayrılan taraf kendisi olmuştur. Belki onun o büyük anne sevgisi, sevgilerine olan sevgisinden üstün olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" isimli kitabında Hâşim’in bir nişanlısının annesinin incecik boynunu uzatarak konuşurken tıpkı içinden su boşalan bir ibriği andırmasını gerekçe göstererek "ben böyle bir kadınla bir evde yaşayamam" diyerek, nişanlısının da annesinden ayrı yaşayamayacağını söylemesi üzerine evlenmekten vazgeçtiğini yazar. Nişanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim’in, evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse, eski sevgilisi ya da onun annesi değildir diye sarılıp öptüğünü yazar Yakup Kadri.

Hâşim yine nişanlılarından birinin ailesine akşam yemeğe gitmiş. Yemekte, zeytinyağlı sarmayı çok beğenmiş, bunu da müstakbel kayınvalidesine ifade etmiş. Yemekten sonra evine dönerken, ceketinin cebine bir bakmış ki bir paket. Müstakbel kayınvalidesi, bekâr bir adam ne de olsa evde yer diye yaprak sarmasının geri kalanından bir paket hazırlamış ve Hâşim’in pardösüsünün cebine gizlice yerleştirmiş. Vapurda cebinde bu paketi fark eden Hâşim buna çok bozulmuş. Sarma paketini vapurdan denize fırlatmış ve nişanlısından da bu nedenle ayrılmış.

Ancak bir kadını öylesine çok sevmiş ki ‘’yanımda olmayışın beni harap ediyor’’ diyecek kadar âşık olmuş o kadına. Öyle bir sevmiş ki o kadını ölmeden üç hafta önce (!), hasta hasta nikâhlanmış kadınla, sırf emekli maaşı ona kalsın diye.

Mina Urgan ‘’ Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018) isimli kitabında Hâşim’e olan hayranlığını saklamaz. Kitabında Mina Urgan, Hâşim’i şöyle anlatır:

"Hâşim kendini çirkin sanırdı. Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem: Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice medyana çıkarmak amacıyla, onun fotoğrafını, iki güzel erkeğin fotoğrafı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotoğrafını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü bir genç olan Yahya Kemal'inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce kendi fotoğrafını paramparça etmeyi de unutmamış."

Mungan’a göre, Ahmet Hâşim gerçekten de pek yakışıklı bir erkek değildir, yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardır. Mina Urgan, kitabında Hâşim’e olan hayranlığını da şöyle ifade eder: "Gelgelelim, zekâ eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Hâşim’in gözlerinden fışkıran zekâ, onu dakikasında güzelleştirirdi."

Müfettiş Ahmet Hâşim

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili ve birinci meclisin adalet bakanı olan Refik Şevket İnce'ye (Refik İnce: 1950 Demokrat Parti iktidarının ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı, Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi) müfettiş olarak gönderildiği Anadolu’dan 3 Eylül 1919 tarihli bir mektup yazar. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) (Bu sitemde ‘’Sakallı Celal’’i anlatmıştım) yer alır (s.45-46). Bu mektup aynı zamanda 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Mektubun bir kısmı şöyledir: Yine konunun dağılmaması için mektubun tamamına yazımın sonunda yer veriyorum.

''Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm... Anlamışlar ki, Anadolu Türkeri’nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile bîhaberdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişi-güzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celal’in dediği gibi, en nefis icatları yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. ... Anadolu hemen baştanbaşa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.''

Bu mektup; Reşat Nuri'nin deyişiyle "mistik, uzak evliyalar diyarı", zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu’nun 1919 yılındaki içler acısı halini anlattır. Bu mektup; Osmanlının Anadolu’yu nasıl da ihmal ettiğini gösterir… Bu mektup; dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş bu coğrafyanın mahzun ve mağmum insanlarını anlatırdı…

Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ü, Cumhuriyeti beğenmiyorlar ya!... Bu satırlardan onlar acep ne anlarlar ki? Burada hazin olan bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının bu sefalete sebep olanların hasretiyle yanıp tutuşuyor olmalarıdır.

Şairlerin en garibi öldü

Şair hastadır... Hasta yatağında yatmaktadır. Böbreklerinden rahatsızdır Hâşim. Boğazına da düşkündür ve doktorların perhizine uymaz. Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte şairi hasta yatağında ziyarete giden Ahmet Hamdi Tanpınar, yanından ayrılmak için ayağa kalktıklarında, onun, "şairlerin en garibi öldü" diye sayıkladığını kaydederler. Bunu Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli bir yazısının “Dört Beş Hatıra” bölümünde anlatır… Girişte bahsettiğim Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan şiir kitabının adı da buradan gelmektedir: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014)

Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli yazısında ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretinden sonra vapurla karşıya geçerken şunları yazar: ‘’Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmet Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (ölüm) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor, dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.’’

Ve ‘’şairlerin en garibi’’ 04 Haziran 1933 tarihinde vefat eder…

Ve bu şekilde hüzünlü, çileli ve fırtınalı bir hayat sona erer. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyimiyle "ölüm yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştır."

Vefatının hemen ardından hazırlanan ‘’Mülkiye’’ dergisinin Haziran 1933 tarihli 27. sayısının Ahmet Hâşim özel nüshasında Şükûfe Nihal (Şükûfe Nihal’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) şair için şu sözleri kaleme alır: "Seni gömdüler... Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü..."

Ahmet Hâşim’i Eyüp Mezarlığı’na gömerler… Hâşim’i gömerler ama Hâşim’im garipliği mezarında da devam eder... Çünkü nereye gömdüklerini de kaydetmezler… Yıllarca Hâşim’in kabri kayıp kalır... 2000’li yılların başında ancak Hâşim’in Eyüp’teki mezarlığı bulunarak restore edilir... 

Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Hâşim’in mezarının bulunmasını şöyle anlatır:

‘’2000’li yıllardı ve rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca’nın ikazıyla Ahmet Hâşim’in ve Ziya Osman Saba’nın kayıp mezarlarının mezarlarının peşine düştüm. İkisi de Eyüpsultan’da yatıyordu, lâkin yerlerini bilen yoktu. O dönemde aktif gazetecilik yapıyordum. Derin araştırmalara girdim, birçok yazara, edebiyat tarihçisine sordum. Ama ne yazık ki hiçbir kişi ve kurumdan bilgi alamadım. Sonunda Vakıflar’da çalışan kültür tarihçisi Nedret İşli ile birlikte Eyüpsultan Mezarlığı’na gittik. Uzun araştırmalardan sonra Ahmet Hâşim’in mezarı bulundu. Eyüp Belediyesi ve Kültür Bakanlığı o zaman duyarlı davrandı ve mezarlığı restore etti. Harap olan kabri tamir ettirdi, çevresini temizledi. Şimdi, Piyerloti’ye çıkarken ilk sol sokak üzerinde Ahmet Hâşim’in mezarını gösteren levhalar görürsünüz. Ziya Osman Saba için ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bir sonuç alamadım."

Şimdi şair Eyüp Mezarlığı’nın derinliklerinde eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla ‘’O Belde’’de sürgün cezası çeken bir müebbed mahkûm gibi yatmaktadır.  100 metre ötesindeki gururlu beyaz mermeri son derece bakımlı ve tertemiz bir Necip Fazıl mezarının yanından ister istemez mukayese ile geçersiniz. Oradan da Piyerloti’ye çıkmaya devam ederseniz eğer hemen sağ kol üzerinde de Hâşim’in mezarının bulunmasına vesile olan Ahmet Kabaklı’nın mezarını görürsünüz.   

Eyüp sırtlarındaki mâi gölgeli beldeden cüdâ kalarak müebbed mahkûm olduğun o neyf ü hicrede yani ‘’O Belde’’de rahat uyu ey büyük şair!... 

Mübhem ve nâtamam bir âlem içindeydik…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1926 yılında Ahmet Hâşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazar: "Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: 'Ben suya taş atan adamım' diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Yakup Kadri'nin sözünü ettiği "muassır frenk şairi" Henri de Regnier idi...Sonra da Haşim’e hitap ederek mektubunu, “Senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir”diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.

Yakup Kadri, Henri de Regnier'nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında Ahmet Hâşim'in kaderini anlatmıştı. Hâşim'in attığı taş kör bir kuyu idi ne yazık ki! Sadece Hâşim mi idi kör kuyulara taş atan. Bu toplumda hep öyle olmamış mıdır? Kör kuyullar gibi atılan taşlara karşı hep tepkisiz, hep sessiz, hep sedasız kalmamış mıdır?

T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot’un (1888 – 1965) ‘’ The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde uzun bir şiiri vardı. Şiirde geçen bir dizeydi: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)

Aynen öyleydi ey hüznün şairi: Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyürdü bu taş döküntüde ki göle senin attığın taşlar hâle yapsındı?

Nurullah Ataç yazı içinde bahsi geçen "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için şöyle yazardı: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor." Çünkü büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. İşte bu nedenle Nurullah Ataç aynı kitabında ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘'Ahmet Hâşim çağı’' diyecekler" diye yazar…

Hâşim, yazı içinde bahsettiğim ‘’Bize Göre’’ simli kitabının ‘’Ay’’ başlığı ile bir bölümü vardı. Orada şunları yazardı Hâşim: ‘’Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem (bilinmeyen, gizli) ve nâtamam  (tamamlanmamış, bitmemiş) bir âlem içinde idik.’’ 

Ey büyük şair! Eyüp sırtlarında müebbed uyuduğun ‘’O Belde’’’den bizleri sorarsan eğer, senin gibi melali anlamayan nesle bizler de âşinâ değiliz. Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada senin gibi bizim de suya attığımız taş, hala hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur. Bu coğrafyada, ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen aldatıcı bir ziyadır... İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; bizler de hala senin gibi neşeye hâkim değiliz...  İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; yine senin gibi bizler de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyiz... 

Osman AYDOĞAN

Bundan sonraki verdiğim Ahmet Hâşim'in şiirlerini ve düzyazılarını edebiyata merakınız varsa okuyun derim... 

Ahmet Hâşim’in sevdiğim ve önemli şiirleri

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Parıltı

Âteş gibi bir nehir akıyordu
Rûhumla o rûhun arasından
Bahsetti, derinden ona hâlim
Aşkın bu unulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...

Karanfil

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi...

Bir Günün Sonunda Arzû

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

Denizlerden
Esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
Ne sen
Ne ben,
Ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
Ne de düşünce acılarına bir liman
Olan bu mavi deniz
İç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
Sana yalnız bir ince genç kadın,
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü insan,
Bu düşük açlık, bu kirli bakış,
Bulamaz sende bende bir anlam,
Ne bu akşamda ince bir kaygı,
Ne de durgun denizde bir gücenik
:çine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
Topluyor ruhunun kokusunu sanki,
Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

O belde?
Durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
Mavi bir akşam
Hep dinlenir üstünde;
Eteklenir deniz
Döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
Kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
Hepsinin gözlerinde hüznün var,
Hepsi kızkardeştir veya sevgili;
Gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
Dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
O gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
Onların ruhu gücenik akşamdan
Yoğunlaşmış menekşelerdir ki
Durmadan durgunluk ve susmayı arar;
Ayın hüznünün ışıksız alevi
Sığınmış sanki yalnız ellerine.
O kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
Onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
Sonra dalgın akşam, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir hayal anakarasında?
Hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
Bir yalan yer midir, veya var olan,
Ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
Bilmem ... yalnız,
Bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
Ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
Bende hüzün ve ilham tellerini.

Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

Günümüz Türkçesi ile ‘’Ölmek’’

Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Titrek
Parıltılarla yanan kan rengi bir akşam
Dağılırken çıplak seherlere,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Kanlı bir gömlek
Gibi, mermer güneşi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O ân ki; dünyada sessizlik ayakta durur
Ve bir günün görkemli öğleninde
Sürüklenir sular ufuklara alev halinde,
O ân ki kollar açar ümitsiz vücûda yokluk
Bir derin sesle 'haydi!' der uçurum,
O ân,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Kalbin ümit sesini dinlemeden
Hüsrân boşluğuna düşmek istiyorum…

 ***

Ahmet Hâşim, şiir hakkındaki görüşlerini “Piyale” adlı şiir kitabının başında yayınlar. Aşağıdaki metin oradan olduğu gibi alınmıştır.

Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar

Karin bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli manzume ilk intişar ettiği zaman, manası bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telakki edilmiş ve o münasebetle şiirde “mana” ve “ vuzuh” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm ve tahkîr ve bir kısmı da yevmî gazete haleziyâtı nev’inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silahtır ki şerefsiz bir miras halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından batına intikal eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele, elem ve edeb sahalarında nekre ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî adaba riayet edildiğini görmediği ümid etmek çocukça bir safvet olur.

Ne tekerleme ne de tahkir bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamağa lüzum görmeyerek, şiirde “mana” ve “vuzuh” un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telakki ve kanaatimizi söylemekle iktifa edeceğiz.

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde manadan ne kastedildiğini bilmiyoruz. ”Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “vuzuh” bunların îdrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addenler, şiiri tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telâkki olunuşu resim, musukî ve heykeltıraşî gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi, istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki parmakların tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşımütehaşi ve hürmetkâr olan nâ-ehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade “lisan” mahiyetinde telakki ile, sırf bu zaviye-i rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahane bir lâübalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.

Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vazı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücud bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. “Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anasırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nispet ve alakası olmayan, ayrı nizamlara yabi, ayrı sahalarda, ayrı eb’ad ve eşkâl üzere yükselen, ayrı iki mimâridir.”Nesr”in müvellidi akıl ve mantık,”şiir”in ise, idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhulâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bi-gâh ufk-ı mahsüsata akseden kudsî ve isimsiz menba’dır.

Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicânını İstiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.

Birkaç ay evvel “halis şiir” hakkında, meşhûr bir münekkidle münakaşası, bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi muhâkeme, mantık, belâgat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül penbeliğini veren şiirin sihirkâr tesiriyle tedbiri mahiyet edip istihale etmedikçe, anâsırı miyânına dahil oldukları “cümle”alelade “nesir”den başka bir şey değildir. Hatta manzumede, elektrik cereyanı nev’inden olan şiir seyyâlesi bir an inkıtâa uğradı mı, bütün bu anasır, derhal fıtrî çirkinliklerine sukut ederler.

Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst

“Mana” araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihr-engiz sesi telafiye kâfi midir?

Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı, mahrem, hevâî veya haşin sese göretayin ve müteferrık kelime ahenklerini, mısraın umumi revişine tâbi kılarak, mütevemmiç ve seyyalî, muzlim ve muzî, ağır veya seri hislere, kelimelerin manası fevkinde, mısraın musiki temevvücatından nâmahdûd ve müessir bir ifade bulmaktır.

Kelime tahavvülâtı ve ahenk endişeleri arasında “mana” küsûfa uğrarsa,”ruh” onu ahengiz lezzetiyle telafi eder. Esasen “mana” ahengin telkinâtından başka nedir? Şiirde mevzuu, şair için ancak terennüm ve teyahhüle bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mana, şiirin yaprakları arasına gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi, haricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kari, bu muhayyirü’l-ukul arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.

Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. Böylece olmadığı iddia edilebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona “şiir” diyenler ancak yabancılardır.

Şiirin bir müşterek lisan olmasını isteyenlerin vâhi hayaline tahakkuk imkanı temenni etmekle beraber, Şimdiye kadar hiçbir büyük şairin, mahdut bir insan tabakası haricinde anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanaatindeyiz. Hâmid’in binlerce hayranı içinden, onu okumuş olanlar yüzde on bile değil iken, anlayanlar, bu yüzde onun binde biri nispetinde bile değildir. Şöhret, anlayan iki üç ruhtan taşan heyecan seyyalelerinin zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla vücut bulur. Başka türlü şöhret, asil ve mağrur bir ruh için mûcib-i hicapdır.

Bilâ mübalağa denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn şairlerin işidir. Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kapıları itemez ve o kapılar, bazen asırlarca insanlara kapalı durur. Son senelerde bir müverrihimizin kolları Nedim’i belâhete karşı saklayan kalenin kanatları(nı) araladıktan sonradır ki cüceler, o şiirin bahçesine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi ancak Nedim’i telvis etmiştir. Her şiirin ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manaları olduğuna bundan daha kâfi bir delil aramağa lüzum var mı?

Şairin “manalı” olmaktan daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mana ve vuzuh, şiirin ancak ehil olmayana göre kurulmuş harici cebhe ve cidarını teşkil eder. Herhangi bir cinsten eser-i sanat karşısında “Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor, benzemiyor” tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir ve mütaala beyan eden şahıs, sanatkârın kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i rûha musallat iğrenç bir tufeylidir. Âsar-ı sanatta hamakatına gıda bulamayan ve arzın her tarafında en fazla münteşir olan bu tufeyli, her devirde ve her memlekette sanatkârın candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatkâr, onun yüzünden, gâh süflî bir dalkavuk ve gâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat tüfeylilerinin yanında sanat mefhumunu taklit eden bir de sanat memuru vardır ki, edebiyatta enmûzeci “edebiyat hocası” dır.Vehle-i ûlada unvan ve sıfatı emniyet-bahş olan bu adamın hakikatte “edebiyat dersi” kadar Vâhi olduğunun düşünülmemesi şiyan-ı hayrettir. Edebiyat hocası, hava satan ve mehtap ışığı imal eden efsanevi tacirler gibi, güzelin his ve idrakini bir tali mektep programına tebaan şakirdlerine öğreten, şimdiki hatalı terbiye usulünün halk ve icat ettiği beyhûde bir mürebbidir. Ne şair şiiri, ne sanatkâr sanatı tefsîr ve îzâh edemez. Onun için, hiçbir memlekette edebiyat muallimi,-nâdir istisnalarla- ne bir şair, ne bir nâsir, ne de başka bir sûretle sanata mensup olan bir insandır. Ekseriyetle kıraat, imlâ ve sarf hocalığından istihâle eden bir zât nazarında şiir, sualli cevaplı bir kıraat malzemesinden fazla bir kıymeti olmadığından, nesre kabil-i tahvîl ve surh u nahv tatbikatına müsait olmayan her şiir, genç zekalar için bir tehlike ve sû i misaldir. Anlaşılmak şartıyla, edebiyat hocası için üstad ile mübtedinin eseri mefâhir-i lisan idâdına dahil, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabi techizattan mahrum olan hoca, şiiri imla, sarf ve nahv meselesi halinde anlatamadığı gün, kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.

Mamafih bir dakika için şiirde “vuzuh” un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzuhun ne demek olduğunu anlamak lâzım gelir. Hangi türlü zakânın anlayışı vuzuha mikyas addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğerine göre de öyle görünmesi hiç lâzım gelmez. Zekâlar vardır ki kâinatın ortasına ayılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mananın, uçurumdakine nâ-mer’i olması kadar ne zaruri olabilir? Şair, umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni manalarla zenginleştirmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân, reviş ve edası başka bir mikyasa göre tanzîm edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsî bir lehçe vücud(a) getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar karin de zekâ ve ruhuna taalluk eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tenbel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Hâlbuki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ istidâdından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziyâ, hava ve zaman şartları gibi müşkil birtakım hârîci avâmilin de yardımını ister. Şiirler vardır ki, sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir. Güneşin ziyâsında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler manalarını karin rûhundan alan şiirlerdir.

Şiirde bazı aksâmın şübhe ve mübhemiyette kalması bir hata ve bir kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bediiyeti nokta-i nazârından elzemdir. Üslûbda köreltici bir sarahat, İngiliz bediiyatçısı Ruskin’in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan karin ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râmetmektir. Buna muvaffak olmayan eserin diğer bütün meziyet ve faaliyetleri, onu bir eser-i sanat olmamaktan kurtaramaz.

Mevzû, gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve muattar heyecanı içindebir nim-şekil olarak ancak sezilir bir halde bırakılırsa muhayyile onun eksik kalan aksâmını ikmâl eder ve ona hakikatten bin kere daha müheyyic bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamam resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiç bir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir. İlk defa kapılarından gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası hayâl için en hazin bir sükût olduğunu kim tecrübe etmemiştir? Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nîm karanlığında pervâz edebilir.

Hâsılı şiir, resûllerin sözü gibi, muhtelif tefsirâta müsâît bir vüs’at ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin manası diğer bir mana olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manası izâfe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bineaneleyh nemütenâhi hassasiyetleri isti’âb edecek bir vüs’ati olandır. Mahdut ve münferit bir mananın çenberi içinde sıkışıp kalan bir şiir, hududu, beşeri teessürâtın mahşerini çeviran o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?

***
Müfettiş Ahmet Hâşim ve Mektubu

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili Refik Şevket İnce'ye müfettiş olarak görevlendirildiği Anadolu’dan yazdığı 3 Eylül 1919 tarihli mektup. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) isimli kitabında (s.45-46) ve 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir…

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. 

Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla Dara ve Keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim…

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zembereğidir.

Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi.  Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. 

Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar, nadirlerdendir.,

Refik, Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra istanbul’a gidiyorum.

Ahmet Hâşim, 3 Eylül 1919

Ahmet Hâşim'in Eyüp Mezarlığı'ndaki kabri:




Yeni Türkiye

17 Temmuz 2019

Son yıllarda ülke gündemine bir kavram yerleşti ''Yeni Türkiye''. Bu kavramın ne anlama geldiğini anlamak ve ''Eski Türkiye'' ile mukayese etmek için dünyaca ünlü bir düşünüre başvurmamız gerekiyor: Maurece Duverger'e...

Ancak önce kısaca Maurece Duverger'i tanıtmak istiyorum...

Maurice Duverger (1917 - 2014), siyaset biliminde felsefi düşünce yerine deneysel yöntemi kullanmayı tercih eden dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğudur. Türkiye’deki Bülent Daver, Ahmet Taner Kışlalı, Münci Kapani ve Ergun Özbudun gibi birçok anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisini derinden etkilemiştir. Duverger, arafsız olmanın mümkün olmadığını, sadece ne kadar taraf tuttuğumuzu belirterek nesnel olabileceğimiz görüşünü savunur.

Duverger, demokrasiyi; “siyasal demokrasi” ve “sosyal demokrasi” olmak üzere iki başlık altın inceler.  Duverger, siyasi partilerin gelişimini, demokrasinin gelişimine bağlayarak politik kurumlarının meşruiyetini demokrasinin varlığıyla ilişkilendirir. Kısaca Duverger’e göre, demokrasi ne kadar etkin ve işler haldeyse, siyasi partiler gibi politik kurumlar da o kadar etkin ve işler haldedir.  Duverger, komünistlerin sosyal demokrasiyi gerçekleştirmek için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçladıkları, faşistlerin ise sosyal demokrasiyi ortadan kaldırmak için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalıştıkları tespitini yapar.

Duverger “Siyasi Rejimler” (Sosyal Yayınları, 1986) kitabında siyasal rejimleri iki gruba ayırır; “Birincisi idare edenlerin otoritesini idare edilenler lehine tahdit eden liberal temayül. Diğeri, idare edilenlerin yetkilerini idare edenler lehine daraltan otoriter temayül. Burada fert, cemiyet, bunların birbirleriyle münasebetleri mevzuunda iki ayrı düşünce tarzı, iki ayrı felsefe, iki ayrı hayat sistemi karşısında kalırız. Çeşitli siyasi rejimler bunların özel bir planda teknik tanzim şekillerinden başka şeyler değillerdir.” (s. 9-10) Tabii ki Duverger bu ayırımda liberal ve çoğulcu demokrasiyi savunur.

Duverger, ‘’demokrasi’’ kavramının ülkelere ve bölgelere göre uygulamada çeşitlilik gösterebileceğinden söz eder. Ancak şu sözü onun bir vasiyeti gibidir: “Şartlar ne olursa olsun, demokrasiden asla vaz geçilmemeli ve demokratik toplumun inşası için gereken neyse en etkili biçimde, cesaretle icra edilmelidir. Buradaki en önemli faktör ise milletin ta kendisidir!”

‘’Siyasetin bir insan yönetme sanatı” olduğunu düşünen Duverger, siyaset biliminde ‘’insan’’ faktörüne büyük önem verir. Duverger’e göre partileri var eden en temel faktör “insan” dır…

Duverger’in ilgi alanlarından birisi de Türkiye’deki demokrasinin gelişimidir. Ancak Duverger Türkiye’deki siyasi yapıya ve demokrasiye çok temkinli yaklaşır… Duverger Türkiye’deki demokrasiyi tanımlarken “nazik demokrasi bitkisi” deyimini kullanır… ‘’Nazik demokrasi bitkisi’’; susuz havuzlarda, gübresiz tarlalarda, çorak vahalarda yetişmeye çalışan bir nazik demokrasi bitkisi...

Duverger’nin 30 kadar kitabı vardır. Ancak Duverger'in bu kitaplarından üçünden bahsedeceğim.

Birinci kitap Duverger’in '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabıdır. Duverger bu kitabında siyasi partileri ‘’seçkin tabanlı partiler’’ ve ‘’halk tabanlı partiler’’ olarak ikiye ayırarak siyasi partilerin karakterini "örgütlenme modeli"nin belirlediğini yazar. Komünist partilerin belirleyici özelliği "hücre", faşist partilerinki ise "milis" örgütlenmesidir. (s. 64)

Maurice Duverger bu kitabında Türkiye'den ve Atatürk'den de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından bu yargının her ülke için geçerli olmadığını” söyleyerek Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir.

Duverger bu kitabında Atatürk hakkında şunları yazar: “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.” Duverger’e göre “bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır. Hitler Almanyası’nda ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi… Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin plüralizme üstün bir değer tanıdığını ve pluralist bir devlet felsefesi çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ifade etmektedir.”

Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği, onun demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, faşist veya komünist ideolojiler gibi, bir tarikat veya kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının antiklerikal (ruhban sınıfına ve teşkilatına karşı olmak) ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüzyıl liberalizmine yaklaştırmıştır… Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız İhtilâli’ne ve ondokuzuncu yüzyılın terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist rejimlerde hergün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır; bu da, ‘halkçı’ veya ‘sosyal’ diye nitelendirilen ‘yeni’ bir demokrasi değil, geleneksel siyasî demokrasidir. Parti, yöneticilik hakkını, siyasal elit veya ‘işçi sınıfının öncüsü’ olma niteliğinden yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde kazandığı çoğunluktan almıştır.''

Duverger’nin kitabında Kemalizm hakkında ise şu tespiti vardır: "Kemalizm, Moskova ve Pekin’in etkisinde kalmamış azgelişmiş ülkelerde, doğrudan ya da dolaylı çok yönlü sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, kuzey Amerika ve batı Avrupa rejimlerinde bulunmayan nitelikleriyle, Marksizm’in gerçekten alternatifidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, batı demokrasisi karşısında saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren Kemalist modeli tercih edebilirler."

Maurice Duverger’in deyişiyle Cumhuriyet Tek Parti rejiminden “mahcubiyet” duymuştur. Gelecekte demokrasiye geçilmesi fikri Cumhuriyet’in özünde ve kurucularında mevcuttur. 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk, bir muhalefet partisi (Serbest Fırka) kurdurmak kararı nedeniyle çevresindekilerin (Fethi Okyar) kaygılarına karşı şöyle der: “Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yoktur. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...” Mustafa Kemal Atatürk sözlerinin devamında demokrasiye geçmeyi hedeflediğini söyler: ‘’Vakıa bir meclis vardır, fakat dâhilde ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben Cumhuriyet’i şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum…” (‘’Fethi Okyar’ın Anıları’’, Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, İş Bankası Yayınları, 1999, s.103-104)

İşte bu nedenlerle Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

Duverger'in bu kitabında anlattığı Türkiye ''Eski Türkiye''dir... 

Duverger'in anlatmak istediğim ikinci kitabı “Halksız De­mokrasi” (Dördüncü Yayınevi, 1969) adlı kitabıdır. Duverger bu kitabında ise ''Eski Türkiye''den ''Yeni Türkiye'’ye nasıl geçiş yaptığımızı anlatırcasına şu tespitleri yapar:

“Bir demokraside çok sayıda ve zayıf partiler varsa, o ülke iyi yönetilemez, halk siyasetten soğur ve siyaset ‘merkezin hükümranlığı’ altı­na girer.” (s. 159,)

‘’Halktan güç alan büyük sağ ve sol kitle partileri olmayınca, hepsi birbirine benzeyen, kişiliksiz partilerin oluşturduğu ‘orta­nın bataklığı’ siyasete hükmeder.’’ (s. 192)

‘’Sürekli koalisyonlarda partiler kişiliksizleşir, programları ‘müphem’ hale gelir.’’. (s. 196)

‘’Sağın ve solun ılımlılarını bir araya getiren ‘renksiz’ koalisyon­lar’, yurttaşların bir politika seçme imkânlarını yok eder ve halk siyasetten soğur.’’ (s. 220)

‘’Siyaset; kombinezonlar, entrikalar, türlü oyunlar, ardı arkası gelmeyen yeniden seçimler ve çekişmeler ile siyasi entrikaya dönüşür." (s. 280)

Duverger'in anlatmak istediğim üçüncü kitabı “Politikaya Giriş” (Varlık Yayınları, 1984) isimli kitabıdır. Duverger bu kitabında Batı demokrasisini mercek altına alarak dünyada var olan kapitalist ve sosyalist sistemlerin giderek birbirine yaklaştığını söyler.

Duverger bu kitabında ise Yeni Türkiye’yi anlatırcasına şu tespitleri yapar:

‘’Kapitalizmin amacı; İnsanları düşündürmemenin yolu olan; seks, kriminal olaylar ve eğlence endüstrisine yönelterek, düşünmeyen insanlardan oluşan ahmaklaşan bir toplum yaratmaktır.’’

“Kapitalist haberleşme sistemi ‘halkın ahmaklaştırılması’ diye adlandırabileceğimiz bir sonuç doğurmaktadır. İnsanları entelektüel seviyesi çok düşük, çocukça bir evren içine hapsetmek amacını gütmektedir. Kesat zamanlarda heyecanlı haberler verme imkânını sağlayan gönül maceralarının boyuna şişirilmesi bu bakımdan tipiktir.’’

‘’Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler ve öteki sözde büyüklerin, giyinişlerinin ve içinde yaşadıkları dekorun şatafatı, uyandırdıkları belirsiz tarihsel hatıralara eklenir... Halkı ahmaklaştırma tekniklerinin daha birçokları sayılabilir. Sinema (TV) ve spor da bunun birçok örneklerini verirler. Bu çeşitli vasıtalarla halk gerçek dışı, yapmacık, hayali ve çocukça bir âlemle daldırılır, dikkati de böylece gerçek problemlerden başka yana çekilir...”

Duverger’nin evrensel nitelikteki şu sözü de sanırım yine tam olarak da ''Yeni Türkiye'’yi anlatır: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’

Ve daha birçok karakteristik özellikleriyle ‘’Yeni Türkiye’’yi düşündüğümde 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü kulaklarımda çınlar: ‘’Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...”

Hukuk devletinden, liberal, çoğulcu ve parlamenter demokrasiden uzaklaşan ‘’Yeni Türkiye’’ mevcut haliyle ‘’Eski Türkiye’’nin de gerisine düşmektedir…

Madem Duverger ile söze başladık, yazımı yine onun evrensel nitelikte bir sözü ile bitirmek istiyorum: ’'Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN




Weimar Cumhuriyeti

15 Temmuz 2019

1930 ve 1940 yıllarının başındaki Almanya’dan ve Hitler’den arka arkaya iki yazımda (‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’) bahsettim. Ancak bu iki dönemi daha iyi anlayabilmemiz için biraz geriye gidip 1920’lerin Almanya’sını da anlatmam gerekiyor. İşte bu 1920’lerin Almanya’sı ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ olarak tanımlanıyor.

Weimar Cumhuriyeti, İmparatorluk döneminin sonu (1918) ile Nazi Almanya’sının başlangıcı (1933) arasında Alman cumhuriyet rejimine verilen addır. Bu üçüncü yazımı başlangıç kabul ederek, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ yazılarım sırasıyla okunursa I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sonu arasındaki Almanya daha iyi anlaşılacak ve günümüze dair çok kıymetli dersler çıkarılacaktır.

Ne yazık ki ülkemizde bu ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ dönemi anlatan çok az kaynak vardır. Bunlardan birisi genç İngiliz tarihçilerden Dr. Colin Storer’in  ‘’Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi’’ (İletişim Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu dönemi merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Bir diğer kaynak ise 1933 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yapan Prof. Ernst E. Hirsch'in ''Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi'' (TÜBİTAK Yayınları, 1997) isimli kitabıdır... Bir diğer kitap ise ABD’li tarihçi Benjamin Carter Hett’in ‘’Demokrasinin Ölümü; Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü’’ (Profil Yayıncılık, 2019) isimli kitabıdır. Ancak ‘’ Operasyon Valküre’’ ve ‘’Reichstag Yangını’’ yazılarımda kullandığım İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) kitabı Weimar Cumhuriyeti’ne ayrı bir bölüm olarak yer verir…

11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İmparator olan II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine yeni bir cumhuriyet kurulur. Bu yeni kurulan cumhuriyet ismini Alman milli meclisinin 1919 yılında toplanarak yeni anayasa oluşturduğu Orta Almanya’da yer alan ‘’Weimar’’ şehrinden alır… Weimar Cumhuriyeti, 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in Şansölye olarak görevlendirilerek hükümeti kurma yetkisinin verilmesine kadar yani Nazi rejiminin başlangıcına kadar devam eder.

1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur. Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur. Bu dönemde yaşanan zorlukların çoğu, Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlar.

Dönemin bu karakteristik olaylarını tarihsel sırayla çok kısa olarak şu şekilde anlatabilirim;

11 Kasım 1918’de sabah saat 05.00’te Almanya’da ateşkes imzalanır. Altı saat sonra bütün silahlar susar ve Almanya için I. Dünya Savaşı sona erer… Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan çoktan 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz üssünden devrim kıvılcımı başlar. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçrar. Nisan 1919 tarihinde Bavyera'da komünist devrimi başarıya ulaşır. ‘’Münih Sovyet Cumhuriyeti’’ ilan edilir.

Sonrasında ayaklanmaların ardı kesilmez… Ocak 1919 ayaklanmasında Spartakistlerin önderleri olan Rosa Luxemburg ve Kurt Liebknecht, işçilere genel grev ve silahlı ayaklanma çağrısı yaparlar. Bunalımın giderek arttığını gören Şansölye Ebert, dönemin Genelkurmay Başkanı Groener’i ayaklanmayı bastırması için görevlendirir. Groener işçi ayaklanmalarını kanlı bir saldırı ile 10 Ocak’ta bastırır… Gösterilerde ele geçirilen ayaklanmacıların hepsi kurşuna dizilirler. Spartakist önderler olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner ayaklanma bastırılırken öldürülürler. Komünist ayaklanmaları bu şekilde başarısız olur.

Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Kaiser çoktan tahttan indirilmiş, Alman tarihinde artık yeni bir sayfa açılmıştır...

Ülkedeki anarşi ortamının giderilmesi için 19 Ocak 1919 tarihinde anayasa meclisi seçimi sonucunda sol eğilimli SPD %38 oy alarak kazanır. 6 Şubat 1919 tarihinde bütün halkın söz sahibi olduğu bir kurucu meclis toplanır. 13 Şubat 1919 tarihinde ilk parlamenter hükümet kurulur. Kurucu meclis, Friedrich Ebert’i başkanlığa getirir. 24 Şubat-31 Temmuz tarihleri arasında hazırlanan Anayasa tasarısı, 11 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girer. Yeni kabul edilen anayasa Yasama organı olarak İmparatorluk Meclisi (Reichstrat) ve Yasama Meclisi (Reichstag) adlı iki meclisten oluşur. Yeni kurulan sistemde devlet başkanı, başbakan ve bakanları seçmesinin yanı sıra yasaları onaylama ve silahlı kuvvetleri komuta etme gibi önemli yetkilerinden sahibidir. Yapılan seçimlerin ardından 9 Kasım 1919 tarihinde sosyal demokrat Friedrich Ebert devlet başkanlığına seçilir, Schidermann ise başbakanlığa atanır.

28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması imzalanır. Versay Antlaşmasının ağır mali ve askerî yükü Almanya’nın siyasi otoritesini de kısa sürede yozlaştırır. Antlaşmanın içerdiği ağır hükümler, savaşın ülkede yarattığı yıkım ve ekonomik bunalım ile birlikte işsizlik ülkeyi sarar… 1920 ve 1923 yılları arasında bunalımlar hiç bitmez. Nisan 1920 tarihinde Ruhr bölgesinde iç savaş çıkar. Mart 1920 tarihinde Wolfgang Kapp Berlin'de darbe girişiminde bulunur.

6 Haziran 1920 tarihinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler güçlenerek %15 oy alır. Bağımsızlar yüzünden oy kaybeden SPD güçten düşer.

Bu arada sürüp giden yüksek enflasyon karşısında Alman parası (Mark) inanılmaz derecede değer yitirir. Haziran 1923 tarihinde 4.2 trilyon Mark 1 ABD dolarına eşit haline gelir. Ekonomik olumsuzlukların devam etmesi ve Versay Antlaşması’nda belirtilen Alman halkının da savaş suçuyla yargılanması ülkenin Adolf Hitler’e daha da yakınlaşmasına neden olur.

1920-21 yılları arasında Polonya, yukarı Silezya'yı işgal etmeye çalışır. Temmuz 1921 tarihinde Adolf Hitler NSDAP’ın (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) başına geçer. 11 Ocak 1923 tarihinde Fransa, Ruhr bölgesini işgal eder. 100.000 civarında alman memur bölgeden sürülür. Almanya bu oldubittiye boyun eğmek zorunda kalır.

Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı Nazi Partisi Yahudilerin ekonomiyi sömürdüğünü ileri sürerek alt ve orta tabaka halkın ayaklanmasına neden oldular. 24-25 Ekim 1923 tarihinde Hamburg’da komünist isyanı başlar ancak kısa sürede bastırılır. Kasım 1923 tarihinde Saksonya ve Thuringia'da sol koalisyonlar yönetime gelir. Bavyera ordusu, Ruhr olayları yüzünden isyan edip Berlin'e yürüme tehdidinde bulunur.

Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler'in ordu tarafından bastırılan ‘’Birahane Darbesi’’ (Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch) girişimiyle zirve yapar. 1923 yılında Bavyera'da üçlü bir diktatör yönetimi hâkimdir: Devlet komiseri Gustav von Kahr, Reichswehr komutanı General Otto von Lossow ve Devlet Polisi Başkanı Albay Hans von Seisser. 8 Kasım 1923 akşamı Münih ticaret örgütlerinin, Bürgerbräukeller isimli bir birahanede düzenlediği gecede konuşma yapmakta olan von Kahr ve orada bulunan yönetim ekibi, Adolf Hitler ve ona bağlı 600 silahlı adamının müdahalesiyle rehin alınırlar. Hitler bu üçlünün kendisiyle iş birliği yapmasını talep eder.

Hitler'in amacı burada bulunan silahlı Weimar Cumhuriyeti karşıtlarını kendi önderliği altında toplayarak, ordunun da (o zamanki adıyla Reichswehr) desteğiyle Bavyera hükümetini ele geçirip Berlin'e karşı yürüyüşe geçmek ve Weimar Cumhuriyeti'ni yıkmaktır. Ancak üçü de bu konuda isteksizdir. Bu aşamada Hitler'e Almanların I. Dünya Savaşı'ndaki efsanevi komutanı Erich Ludendorff yardımcı olur ve görünüşte Hitler ile uzlaşır.

Birahane çıkışında oluşan kargaşada bu üçlü Hitler'in elinden kurtularak görevlerinin başına dönerler. Hitler, Ludendorf'la baş başa kalır. 9 Kasım sabahı, Hitler ve Ludendorff bir hücum taburunun önünde Münih şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. Şehrin merkezine giden yolları kapatan polis taburlarıyla çıkan çatışma Hitler için başarısızlıkla sonuçlanır ve hücum taburu dağılır. Olayda 16 Nazi ve 3 polis ölür. Ludendorff olay yerinde tutuklanır. Adolf Hitler oradan kaçar ancak iki gün sonra o da yakalanır. 1 Nisan 1924 tarihinde Adolf Hitler 5 yıl hapis cezasına çarptırılır.

Ekim 1924 tarihinde Dawes Planı uygulamaya konulur. Hükümetin Maliye Bakanı ve Reichbank’ın Müdürü olan Dr. Schacht, bu planı uygulayarak 1924-1929 yılları arasında bir dizi ekonomik çalışmalar hazırlayarak Almanya’nın kötü ekonomisini düzeltmeye çalışır. Yapılan çalışmalar sonucunda ekonomi canlanır, toplumsal düzen yeniden sağlanır...

Ancak siyasal sistemde ise sağcılar giderek güçlenmeye başlar… 20 Aralık 1924 tarihinde Adolf Hitler dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Hapisten çıkan Hitler Nasyonal Sosyalist Partinin başına geçer. 28 Şubat 1925 tarihinde SPD lideri ve cumhurbaşkanı Friedrich Ebert ölür. 1925 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde büyük saygınlığa sahip olan ve monarşiyi açıkça destekleyen Paul von Hindenburg devlet başkanlığına getirilir.

Mayıs 1928 tarihinde yapılan Reichstag seçimlerinde sol güçlenirken sağcı ve ılımlı partiler zayıflar. NSDAP mecliste 12 sandalye ile yer alır. Herman Müller SPD önderliğinde bir koalisyon kurar. Ekonomi seçimden sonra yeni bir yavaşlama dönemine girer... Adolf Hitler bu dönemlerde sağ kesimin geneli üzerinde söz sahibi olacak kadar güçlenmeye başlar…

1929 yılında Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım Almanya’ya da sıçrar. Ekonomik kriz sonucunda Alman ekonomisi %50 üretimini kaybeder ve 1931 yılında bankaların çoğu iflas eder. Ülkedeki ekonomik kriz ve işsizliğin milyonları bulmasıyla birlikte 1930 yılında yapılan seçimlerde işçiler komünist partiye yakınlaşırlar.

27 Mart 1930 tarihinde Müller kabinesi ekonomik sorunlar yüzünden istifa eder. Sonrasında Brünning yeni bir hükümet kurar fakat anayasayı ihlal ederek ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlar. Ekonomik sorunlar klasik tasarruf önlemleri ve Versailles borçlarının ertelenmesi yoluyla aşılmaya çalışılır. Haziran 1930 tarihinde Brünning kabinesi güven oylaması sonucu düşer.

Bu çalkantılı ortamda Ekim 1930 tarihinde yenilenen seçimlerde liberaller tamamen yenilgiye uğrar; NSDAP mecliste 108 sandalyeyle girer… Devlet Başkanı Hindenburg’un başkanlığa atadığı Heinrich Brüning bir koalisyon hükümeti kürar.

4 Haziran 1932 tarihinde düzenlenen Başkanlık seçimleri sonucunda tekrar Hindenburg cumhurbaşkanlığına seçilir. Bu seçimlerde NSDAP %37 oy almıştır. 13 Ağustos 1932 tarihinde Adolf Hitler şansölyeliğe aday gösterilir fakat Hindenburg tarafından reddedilir… Franz von Papen şansölye olur… Ancak Reichstag dağıtılıp aşırı sağ politikalar uygulamaya konulur. Başta NSDAP ve KDP olmak üzere çeşitli partiler arasında sokak çatışmaları yaşanır… Ülkenin birçok yerinde anarşi başlar. Çatışmalar yaz boyu sürer ve arkasında yüzlerce ölü bırakır. 

1932 seçimlerinde oyların %37’lik kısmını almasına rağmen Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler iktidara gelemez… 3 Aralık 1932 tarihinde Kurt von Schleicher şansölyeliğe atanır ancak Adolf Hitler kabinede yer almayı reddeder. 28 Ocak 1933 tarihinde Kurt von Schleicher istifa eder, Adolf Hitler şansölyeliğe atanarak Hindenburg tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir.

27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag kundaklanarak yakılır… 28 Şubat 1933 tarihinde yangın bahane edilerek Adolf Hitler’e olağanüstü yetkiler verilir. Bu sıralarda ilk toplama kampı Ornienburg'da kurulur. 5 Mart 1933 tarihinde Reichstag seçim yapılır. NSDAP ezici çoğunluğu ele geçirir. Sol kanat komünistler dâhil meclisten dışlanır.

8 Mart 1933 tarihinde Alman Sendikalar Federasyonu merkezi, başını Herman Göring ve Franz von Papen'in çektiği Naziler tarafından basılıp üyeleri pasifize edilir. Bu olaydan sonra sendikalar NSDAP ile bağlarını koparıp SPD'ye yaklaşır. 31 Mart 1933 tarihinde Alman eyaletleri otonomilerini kaybeder. 26 Nisan 1933 tarihinde GESTAPO kurulur… Mayıs 1933 tarihinde birçok sendika lideri tutuklanır, bağımsız sendikaların mallarına el konulur, Reich toprak mirası yasası çıkarılır, işçi kayyumlukları kurulur, KDP’nin mal varlıklarına el konulur. 22 Haziran 1933 tarihinde SPD kapatılır. 

30 Haziran 1934 tarihinde Hitler’in kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA liderlerini ve iktidarı önünde engel olabileceğini düşündüğü devlet içinde etkili tüm rakiplerini bir toplantı duyurusuyla bir araya getirerek öldürtür. Hitler’in bahanesi bu grubun kendisine darbe yapacakları iddiasıdır. Olay toplam üç gün sürer… Olayda SA’nın başı Ernst Röhm ve yardımcıları Heinrich Himmler SS tarafından öldürülür… Bu olayda resmi kayıtlara göre 85, tahminlere 200 kişi kurşuna dizilir. Bu olaya Alman tarihinde ‘’die Nacht der langen Messer’’ (Uzun bıçaklar gecesi) olarak anılır. "Es wird eine Nacht der langen Messer geben" deyimi ‘’bazı kafaların uçacağı’’nı anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Bu şekilde SA önderleri öldürülerek SA bir gecede tasfiye edilir. Hitler SA’ları ortadan kaldırır, çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon kahverengi gömlekli ile Ernst Röhm, Hitler'den bile daha güçlü konuma gelmiştir.

Ernst Röhm; gece baskını sırasında tutuklanıp Münih’te cezaevine kapatılır. 1 Temmuz 1934 tarihinde Hitler'in kurmayları tarafından hapishanede kendini öldürmesi için, hücre masasına, SA’ların Hitler’e sözde darbe yapacağını haber veren bir gazete kupürü ile birlikte bırakılan silaha dokunmaz… Ancak 10 dakika sonra ellerinde birer silahla gelen iki askerin çıplak göğsüne açtıkları ateş sonucu öldürülür…

Bu olayda, Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr gibi SA üyesi olmayan birçok kişi de öldürülür… Bu kişilerin öldürülmelerin sebebi ise bu kişilerin 1923 yılında Hitler'in ’’Birahane Darbesi’’nin başarısız olmasını sağlamalarıdır. Hitler bu olayı unutmaz ve eline geçen ilk fırsatta onlardan intikamını alır… 

Temmuz 1933 tarihinde yeni partilerin kurulması yasaklanır. 

2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölür… Adolf Hitler bir oldu bittiyle Hindenburg’un yerine geçer ve bütün yasama yürütme ve yargı güçlerini elinde toplar. Hitler'in Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) düzenlenir. Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkar. Bu referandumla Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilir...   

Bu son damla da ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin sonunu getirir… Bundan sonra artık Almanya’da ‘’Nazi Rejimi’’ vardır…

Weimar Cumhuriyeti neyin tarihidir?

Weimar Cumhuriyeti; Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında kurulan taze bir demokrasinin ve genç bir cumhuriyetin; komünist, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol ya da liberal ve muhafazakar partiler ve kişilerin kendi aralarında bitmek dinmek bilmeyen bölünmeleri, kavgaları, çatışmaları, kamplaşmaları ve düşmanlıkları neticesinde Nazi Partisine ve Adolf Hitler’e adım adım bir nasıl teslim edildiğinin tarihidir.  

Weimar Cumhuriyeti; cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin ve yetersizliklerinin nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuryeti; demokrasi için değil, demokrasiye karşı işleyen kişilerin, demokratik kurumların sahtekârlığının ve iktidarsızlığının nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; sahipsiz bir cumhuriyetin, yönetemeyen bir demokrasinin Nazi Rejimine ve Hitler’e bir nasıl kuluçka ve beşiklik görevi yaptığının tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; düşünen herkes için alınması gereken bir dersin tarihidir…

Osman AYDOĞAN

Birkaç kısa not:

Birinci not: Yazımın başında ‘’1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur’’ diye yazmış,  ‘’Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur.’’ diye bahsetmiştim…  Burada kısaca ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin kültürel yapısından bahsetmek istiyorum:

Bu dönemde şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla filizlenerek canlı bir kent hayatına zemin hazırlar. Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa'nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir. Berlin'de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı vardır… Ancak bu durum muhafazakâr elitlerin fazlasıyla canını sıkar…

Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler sağlanır. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir... Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlükler dönemi yaşar…

Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurdu. Tarihçi Peter Gay bu dönem için şöyle yazar: "Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi." Almanya’da ilk sanat filmleri bu dönemde çekilir... Weimar Cumhuriyeti; Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W. H. Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar… Berthol Brecht'in oyunları Alman sahnelerinde bu dönem boy gösterir.. Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir…

Weimar, ayrıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler de yetiştirir..  Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein'ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918'den 1933'e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır…

İkinci not: Girişte ülkemizde yayınlanan kaynaklardan bahsettim. Ancak Weimar Cumhuriyeti konusu Almanya’da çok detaylı işlenen bir konudur. Yazımın girişinde Weimar Cumhuriyetinin karakteristiği olarak bahsettim savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık,  sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketliliklerin her birisi hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılmıştır. Bunlara bir örnek verecek olursam Ocak 1919 ayaklanmasında öldürülen Spartakistlerin önderleri olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner hakkında sayısız kitap yayınlanmıştır. Sadece Rosa Lüxenburg hakkında sayısız kitap vardır.




Reichstag Yangını

13 Temmuz 2019

Üç gün önce (10 Temmuz 2019) II. Dünya Savaşı'nın bitimine yakın Almanya'da Hitler'e karşı yapılan bir suikasttan ve darbeden bahsetmiştim. Bu suikast ve darbe Hitler'in artık çöküşte olduğu bir zamanda, Hitler'in intiharından dokuz ay önce yapılmıştı.

Madem söz Almanlardan ve Hitler'den açıldı. Ben de Hitler'in yükselişine ve diktatörlüğünü pekiştirmesine yol açan bir olaydan bahsedeyim: ''Reichstag Yangını''. Reichstag; Almanya’da parlamentonun adıydı, ‘’Alman Parlamentosu’’ demekti… Reichstag yangını Hitler'in diktatörlüğünü adım adım inşa ederken çok istifade ettiği vakıalardan birisi olarak kabul edilir…  

Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur. Ancak ‘’Valküre Operasyonu’’nu anlatırken kullandığım İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik kitabı olan ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) kitabı: ''Reichstag Yangını''na geniş olarak ve sağlıklı bir şekilde yer verir…

Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında Almanya’daki komünist, sosyalist, sosyal demokrat ya da demokratik sol partiler ve kişiler kendi aralarında bitmek, dinmek bilmeyen bölünmelerin, kavgaların, çatışmaların, kamplaşmaların, düşmanlıkların içindedirler. Bu bölünmenin sonucu olarak da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) kurucusu Başkanı Adolf Hitler 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini alarak 28 Ocak 1933 tarihinde Başbakanlığa atanır. Ancak Hitler, azınlık hükümetindedir.

5 Mart 1933 tarihinde genel seçim vardır ve Hitler, iktidar olmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Almanya Parlamentosu (Reichstag) 27 Şubat 1933 gecesi yakılır. Yangının, kundaklama olduğu ortadadır. Yangın, Hitler’e sadece tek başına iktidar değil sonsuz bir güç de verir… Bu olay, Hitler’in iktidara bütünüyle el koymasının ve komünist partisi başta olmak üzere her türlü muhalefeti kısa süre içinde yok etmesinin de başlangıcıdır…

Gelelim olayın detaylarına:

Berlin’de olay yerinde Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van der Lubbe yakalanır. Komünist olduğunu söyleyen Marinus, polisin söylediğine göre, kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatır.

Reichstag yangını binanının çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkar. Oysa Marinus van der Lubbe, ne binayı tanır ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek yeteneğe sahiptir. Kaldı ki, Almanya’da veya Berlin’de yaşamıyordur ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de yoktur. Eylemci sanık olarak aynı gece gözaltına alınan Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ve yine gözaltına alınan Bulgar Komünistler Georgi Dimitrow, Blagoi Popow ve Wassil Tanew’i de tanımıyordur…

Olay gecesine bakıldığında Hitler ve ekibinin hazırlıklı olduğu görülür. Adolf Hitler ve ağır topları Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick yangın yerine gelmekte ve orayı miting alanına çevirmede gecikmezler. Hitler o akşam suçluyu tespit eder: Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!

Hitler şöyle devam eder: ''Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerede görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok.“

Göring de bir çift laf eder: ''Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz…“

Göring doğru söylüyordur. Bir gün bile beklemezler ve yangının ertesi sabahı 28 Şubat 1933 tarihinde Cumhurbaşkanı adına Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi çıkarılır: (Ne çabuk hazırlanmışsa!) Die Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat –Reichstagsbrandverordnung. Bu kararname kısaca ‘’Yetki Yasası’’ olarak tanımlanır.

Bu kararnameyle birlikte; yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırılır ve Alman Meclisinin tüm yetkileri dört yıl süre ile kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler'e devredilir,  Meclisin çalışmalarına bu süre için ara verilir. Hitler, Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı olur ve böylece Hitler, Alman Silahlı Kuvvetlerini kullanma yetkisini eline alır. Demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya alınır. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verilir. İzleyen günlerde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) ve Alman Ulusal Halk Partisi dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulduğu gibi Almanya Komünist Partisi'nin parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklanır.

Reichstag Yangını Almanya’na Nazi faşizmine geçisin en önemli adımı olur. Toplama kamplarının ilk nüveleri burada atılır. Kısa sürede 100 bin Alman Komünist Partisi üyesi ve sosyal demokrat tutuklanır. Almanya’nın dünya çapındaki entelektüelleri, gazeteci ve yazarları da tutuklanır.

Bu ortam ve bu kararname ile ilan edilen olağanüstü bu durumda 05 Mart 1933 tarihinde yapılan seçimlerde Hitler büyük üstünlük sağlar. Artık Hitler bir diktatördür.

“Reichstag Yangını” yargılamaları Leipzig kentinde gerçekleşir ve bir yıl kadar sürer…  Marinus van der Lubbe, Reichstag’ı yaktığını kabul etse de kundaklamayı kimin yaptırdığı aydınlığa kavuşmaz. Çünkü Alman sol çevrelerde ve uluslararası kamuoyunda Marinus’a kundaklamayı yaptıranların aynı zamanda Marinus’u yargılayanlar olduğu imajı hiç silinmez. Marinus van der Lubbe ise sonu belli bu yargılama neticesinde suçlu bulunup 10 Ocak 1934 günü başı kesilerek idam edilir.

Reichstag Yangını nedeniyle gözaltına alınan Bulgar Komünistlerinden Georgi Dimitrow da yargılananlar arasındadır. Dimitrov’un savunması, hem yangın provokasyonunu açığa çıkaran hem de faşizmi yargılayan niteliktedir: (''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, 1994)

“(…) Odamda bulunan kâğıtlara gelince, benim olduğum sırada yapılan arama dışındakileri kabul etmiyorum. Odamın aranması benim yokluğumda yapılmıştır.” (20 Mart 1933)

‘’Sayın yargıçlar, sayın suçlayıcı üyeler, sayın avukatlar! (…) Mahkeme boyunca kaba ve sert bir dille konuştuğumu kabul ediyorum. Hayatım ve sürdürdüğüm mücadele de aynı niteliktedir. Fakat dilim samimi ve açık yüreklidir. Şeyleri gerçek adları ile anmak âdetimdir. Müşterisini savunmak zorunda olan bir avukat değilim. Komünist bir sanık olarak kendimi savunuyorum. Komünist devrimci şerefimi savunuyorum. Komünist fikirlerimi ve inançlarımı savunuyorum. Hayatımın anlamını ve içeriğini savunuyorum. Bu nedenle mahkeme önünde söylediğim her söz deyim yerinde ise kanımdan bir damla, etimden bir parçadır. Komünistlere anti-komünist bir suç yüklendiğinden dolayı, bütün sözlerim bu haksız yere suçlamaya karşı duyduğum öfkenin belirtisidir. (…)

Alman hükümetinin 28 Şubat tarihli olağanüstü kanun hükmündeki kararname, aynı zamanda bir delil niteliğindedir. Bu kararname hemen yangından sonra yayınlanmıştır. Anayasanın örgütlenme hürriyeti, basın hürriyeti, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı vb. ile ilgili maddelerdir. Yalnız komünistlere değil, aynı zamanda diğer muhalefet parti ve gruplarına karşı da yöneltildiğini belirtmek zorundayım. Bu kanun olağanüstü bir rejimi yerleştirmek için Reichstag yangınını bahane etmiştir. Delil yetersizliğinden değil, bu anti-komünist eylemlerle bir komünist olarak ilgimizin olamayacağı için serbest bırakılmamızı talep ediyoruz.’’ (16 Aralık 1933)

Mahkeme sonunda Dimitrov ve yoldaşları serbest bırakılırlar.

Cumhurbaşkanı Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinde vefat edince Hitler, Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenir. Bu "fiili durum", referanduma sunulur. Alman halkının yüzde 89,93 "evet" oyu ile Hitler Cumhurbaşkanı olur. Bu referandumla birlikte Hitler’e Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine onay verilir.

II. Dünya Savaşında sonra kurulan Nürnberg mahkemeleri sırasında General Franz Halder, 1942 yılında Hitler'in doğum günü kutlaması sırasında, Hermann Göring’in '’Reichstag yangını hakkında gerçeği bilen tek kişi benim çünkü Reichstag’ı ben ateşe verdim'’ dediğine şahitlik eder ancak Göring kendi savunmasında bunu yalanlar.

Ancak  hep yazılarımda kendisine atıfta bulunduğum tarihçi Eric Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı'' adlı eserinde (Everest Yayınları/Siyaset Dizisi, 2006) ise ‘’günümüz tarihçiliği bu olayın bir Nazi provokasyonu olduğu iddiasını desteklemez" der.

Yıllar sonra Marinus’un kardeşi Jan van der Lubbe, kardeşinin yeniden yargılanması için mahkemeye başvurur. 1980 yılında Berlin Mahkemesi faşist dönemdeki yargılamaların tümünün zaten hukuk dışılığına hükmedildiğini hatırlatır ve ayrıca Marinus’un beraatine karar verir. Alman Komünist Partisi olayı araştıran komite kurar ve partiden kimsenin Marinus ile bir ilişkisinin olmadığını saptar. Ayrıca, Marinus’un akli dengesinin bu suçu işlemeye uygun olup olmadığına dair o zaman hazırlanan doktor raporu hala kayıptır. Yangını başlattığına dair ilk ifadesi dışında kanıtlar da yoktur.

Yıllar sonra Hollanda‘da birçok meydana Marinus van der Lubbe adı verilir. 27 Şubat 2008’de olaydan 75 yıl sonra Marinus van der Lubbe'nin Hollanda’da yaşadığı şehir Leiden’e heykeli dikilir ve adı verilen bir sitenin duvarına fotoğrafı afiş olarak asılır.

Ancak Tarihi bilmeyenler Tarihin cilvesinden de habersizdirler.  Reichstag’ın yangını ile diktatörlüğünü pekiştiren bir rejim yine Reichstag’ın tepesine Sovyet askerinin elleriyle diktiği kızıl bir bayrakla son bulur... (2 Mayıs 1945)

Osman AYDOĞAN

Bir not: Yazımın girişinde ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur diye bahsetmiştim. Ancak Reichstag yangını hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra arşivlerde ortaya çıkan yeni kaynaklarla konu Almanya’da hep canlı tutulur. Bütün Alman kaynaklarında olduğu gibi bu yeni kitaplar da bu olayın Nazilerin diktatörlüklerini inşa etmek için bir kaldıraç olarak kullandıklarını, Reichstag yangınının "Üçüncü Reich" in gerçek başlangıcı olduğunu ve Hollandalı Marinus van der Lubbe'nin tek suçlu olarak görünmemesi gerektiğinden bahsederler. Bu yeni kitaplardan şu örnekleri verebilirim:

‘’Der Reichstagsbrand: Wiederaufnahme eines Verfahrens’’' (Reichstag Yangını: Bir sürecin yeniden başlatılması) Benjamin Carter Hett und  Karin Hielscher, Rowohlt Verlag, Juni 2016.

‘’Der Reichstagsbrand: Geschichte einer Provokation’’ (Reichstag Yangını: Bir provokasyonun tarihi), Alexander Bahar und Wilfried Kugel, Papy Rossa Verlag, 2013.

‘’Der Reichstagsbrand: Die Karriere eines Kriminalfalls’’ (Reichstag Yangını: Bir ceza davası kariyeri), Sven Felix Kellerhoff, be.bra Verlag, 2008.

Dikkat edilirse bu kitapların yayın tarihleri hep yenidir. Çünkü Almanya’da bu konu her an ve hala tazeliğini korumaktadır.  




Operasyon Valkyrie

10 Temmuz 2019

06 Temmuz 2019 günü TV'de sinema programına bakıyorum. Saat 21.30'da TRT2’de bir film var: ‘’Operasyon Valkyrie’’ Filmi daha önce izlemiştim ancak bu güzel filmi bir daha izlemek için ailece TV başına geçiyoruz… Saat tam 21.30’da filmin başlamasını bekliyoruz… Ancak oda ne? Yayın akışı değişmiş başka bir film gösterime giriyor: ‘’Yüz’’

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Tom Cruise'nin başrolde oynadığı, 2008 ABD-Almanya ortak yapımı politik gerilim, savaş filmi olan ‘’Valkyrie’’ filminde Almanya’da Hitler’e karşı 15 Temmuz 1944 tarihinde planlanan ancak 20 Temmuz 1944 tarihine ertelenip icra edilen bir suikast anlatılıyor… Bu film gerçek olaylara dayanıyor. Bu anlamda bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor... . Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Ailecek bu filme hazırlanmışız... Film TRT2'de yayından kaldırılınca biz de İnternetten filmi bulup izliyoruz... Bana da bir daha izlediğim bu filmi sizlere anlatmak kalıyor... Ancak filmi anlatmaya başlamadan önce filmi daha kolay anlaşılır kılmak için mûtad olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor...

Almanya'da Hitler'e karşı direniş...

Aslında Almanya’da Almanların Hitler’e karşı tam bir teslimiyeti yoktur… Filmde anlatılan Nazi yönetimindeki Almanya’da Hitler’e düzenlenen bu suikast girişimi muhalefetin ne ilk organize olma çabası ne de ilk suikast girişimidir.  Almanya’da Hitler’e karşı muhalifler tarafından tamamı başarısızlıkla sonuçlanan 15 suikast girişimi yapılıyor. Bu film bu son girişimi anlatıyor.

Berlin merkezinde bulunan ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) isimli müzede 1933 -1945 yılları arasında Alman nasyonal sosyalizmine karşı direnişin (Widerstand gegen den Nationalsozialismus) bütün safhaları sergileniyor. Almanya’dan getirdiğim en önemli kaynaklardan birisi de bu müzeden aldığım tıpkıbasım belgelerden oluşan bu safhaların tamamını belgeleriyle anlatan direniş dosyasıdır. Bu müzede 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin 75. yıldönümü vesilesiyle her yıl olduğu gibi bu yıl da 19 Temmuz 2019 tarihinden itibaren özel bir sergi ve etkinlikler düzenleniyor…

Ordu içindeki ve bürokrasideki muhalefet daha ilk günden Hitler’e direnmeye çalışıyor. Ancak Hitler’in iktidarda henüz ikinci senesi dolmadan ülkenin tartışılamaz diktatörü haline gelmesi üzerine yeraltına çekiliyorlar… 1938-39 yıllarında Hitler’in çıkaracağı yeni bir dünya savaşını engellemeye çalışan ordu içindeki ve dışındaki muhalifler, generallerin tereddüt etmesi ve dünya ülkelerinin Hitler’in saldırgan politikalarına kayıtsız kalmaları yüzünden başarılı olamıyor…

Savaşın ilk yıllarında alınan başarılı sonuçlar, özellikle de Fransa’nın kolay teslim alınması ve Hitler’in Alman halkı üzerindeki popülaritesinin gitgide artması üzerine muhalifler beklemeye başlıyorlar… 1943 senesinde rüzgârın tersine esmeye başlaması üzerine Mart 1943, Kasım 1943, Şubat 1944, Mart 1944 ve en son da 20 Temmuz 1944’te art arda suikast girişimleri yapılıyor. Ancak artan güvenlik önlemleri ve Hitler’in artık halk arasına çıkmaması yüzünden girişimler başarılı olamıyorlar…

Alman ordusunda Hitler zamanında da hala çok kuvvetli bir Prusya askerî geleneği devam etmektedir... Prusya'da askerlik asilzâdelere ait sınıfsal bir yaşam tarzıdır ve çoğu zaman aile ismi ile birlikte en büyük oğul tarafından devam ettirilir. Prusyalı isimlerindeki ‘’von’’ bağlacı bir soyluluk belirtisidir ve Türkçe’deki ‘’…..oğlu’’ anlamında kullanılır. Günümüzde Alman isimlerinde artık bu bağlaç pek kullanılmamaktadır.

Alman ordusunun yeminlerinde 1934'e kadar sadakat sadece "vatan’’a  (Vaterland) sunulurdu. Son büyük Prusyalı Hindenburg'un ölümü (1934)  sonrasında kullanılmaya başlanan ve "Hitler andı" olarak anılan metinde ise sadakat "halk (Volk), devlet (Reich), başkomutan ve lidere (Führer)'e" sunulmaya başlanıyor. Zaten bahsettiğim film de bu yemin ile başlıyor… Ayrıca ''Wehrmacht'' adı ile Alman Ordusunun kimliği değiştirilerek siyasal iktidarın kontrolü altına alınmaya çalışılıyor… Ne Hitler Prusyalı subaylardan hazzediyor ne de Prusyalı subaylar Hitler'den hazzediyorlar… Bu nedenle onbaşı Hitler’in ve büro askeri Goebbels'in içten içe Prusya geleneğine olan güvensizliği, temelde bir yarı milis kuvveti ve siyasal güç olan SS'lerin yaratılmasına ve güçlendirilmesine vesile oluyor…

Prusya ve Prusyalıyı subayları anlatmak ayrı bir yazı konusudur. Köklü bir devlet geleneği ve köklü bir askerî geleneği olan Prusyalı subayların Hitler ile Hitler'in de onlarla uyuşması zaten mümkün olmuyor... Ancak Fransız Devrimi’ne katılan Fransız aristokrat, siyasetçi ve iktisatçı Comte de Mirabeau’ya ait Prusya geleneği konusunda şu alıntıyı vermek istiyorum: ‘‘Bazı devletlerin ordusu vardır, ancak Prusya ordusunun devleti vardır.’’ 

Valküre Planı...

Hitler kendisine karşı yapılan, yapılacak suikastların ve direnişin farkındadır. Bu nedenle Hitler tarafından hazırlanmış bir plan vardır: Valküre Planı… Bu planın amacı Alman Hükümeti'ne ve Hitler’e karşı gerçekleştirilecek herhangi bir isyan veya ihtilal girişimini önlemek, başlamışsa bastırmak ve bu girişim başarılı olmuşsa da Nazi Hükumetini korumaktır... Bu planın içeriğindeki en önemli nokta Berlin'de bulunan ‘’Ersatzheer’’ (Yedek Ordu)nun harekete geçerek isyanı bastırması ve asayişi sağlamasıdır… Ancak Alman ordusu içerisindeki Hitler karşıtı bir ekip bu planı tam aksine Nazileri bitirebilmek için kullanmayı düşünürler. Hitler karşıtı bu ekip ağırlıklı olarak asilzadelerden oluşan yüksek rütbeli Prusyalı generaller ve aydın kesimden kişilerden oluşuyor... 

15 Temmuz 1944

Plan ana hatlarıyla iki aşamadan oluşuyor. İlk aşamada Hitler, yapılacak bombalı bir suikastla öldürülecek, ikinci aşama da ise yedek askerler devreye sokularak Hitler’e karşı bir darbe yapılıyor bahanesiyle SS’ler ve üst düzey ordu mensupları tutuklanarak devre dışı bırakılacaktır

Planın başarılı olmasındaki en büyük sorumluluk yedek askerlerin başında olduğu için Hitler ile birlikte toplantıya katılacak ve bombayı ayarlayacak, daha sonra da yedek askerleri devreye sokacak Albay Claus von Stauffenberg’e ait oluyor.... Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokmayı ve kendi dışarıdayken bombayı patlatmayı daha sonra ise Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçirmeyi planlıyor… Bu plan 15 Temmuz 1944 tarihinde tam uygulanacakken Hitler’in yanında Himmler’in ve Göring'in olmaması nedeniyle plan iptal ediliyor. Ancak yedek orduya hareket emri verilmiştir. Plan iptal edilince harekete geçen yedek ordu ‘’tatbikat’’ diye geri çekiliyor.

20 Temmuz 1944

Plan 20 Temmuz 1944 günü planlandığı şekilde icra ediliyor. Albay Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokuyor, kendisi dışarıdayken bombayı patlatıyor ve sonrasında Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçiriyor… Askerî ve kamu binaları ele geçirilerek SS'ler tutuklanmaya başlanılıyor...

Her şey yolunda gibi gözükürken planın en hayati kısmı olan Hitler’in öldürülmesinde başarısız olunduğu haberi geliyor. Bomba patlatılmış fakat şansın da yardımıyla Adolf Hitler patlamadan ufak sıyrıklarla kurtulmayı başarmıştır. Akşam saatlerine doğru çatışmaların yoğunlaştığı anda darbe başarıya ulaşacakken Hitler’in yaşadığı anlaşılıyor. Bunun üzerine darbe yanlısı olmayan fakat sesini de çıkarmayan generallerin ve subayların hepsi canlarını kurtarmak için darbecilere karşı savaşmaya başlıyor… Böylece Hitler’e karşı yapılan bir suikast ve darbe girişimi daha başarısızlıkla sonlanıyor… Bu suikast girişiminden sağ kurtulan Hitler 3-5 saat sonra planlı misafiri Mussollini'yi karşılamaya gidiyor…

General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Generaloberst Ludwig Beck'i o gece yargısız kurşuna dizdiriyor… Albay Stauffenberg’in kurşunlanırken: “Kutsal Almanyamız çok yaşa!” (Es lebe unser heiliges Deutschland!) diye bağırıyor…

Albay Stauffenberg tam bir Prusyalı subaydır. Tunus'ta aracının mayın tarlasına girip hasar alması, ardından müttefik uçaklarınca saldırıya uğraması sonucu ağır yaralanmış ve bu yaralanma sonucu sol gözünü, sağ kolunu ve kısmen işitme duyusunu kaybetmiştir... Bu hadise filmin girişinde veriliyor…

20 Temmuz 1944 sonrası

Başarısız darbe girişimi sonrası her yerde insan avı başlatılıyor. Darbe sonrası 7.000 civarında kişi tutuklanıyor… Mahkemeler sırasında sanıkları aşağılamak için sanıkların pantolon kemerleri takmalarına izin verilmiyor, sanıklar pantolonlarını elleriyle tutup ayakta durmaya zorlanıyor... Sonucu belli olan mahkemelerden sonra tutuklananların 4.980’i idam ediliyor. Bu idamlarda Hitler'in isteğiyle piyano teli ve et kancaları kullanılıyor. Amaç ise faillerin yavaş yavaş ölmesini sağlamaktır. Hitler, bu idam sahnelerini görüntületiyor ve bir brifing esnasında önemli SS subaylarına göstererek onlara bir nevi gözdağı veriyor.

Almanya’da bu suikast ve Stauffenberg üzerine onlarca kitap yazılıyor. Hala da yazılmaya devam ediliyor... Türkçede ise ne yazık ki bir tanendir. O da Talip Doğan Karlıbel’in, ‘’Stauffenberg ve Operasyon Valkyrie’’,  (Siyah Beyaz Yayınevi, 2009) isimli kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap da oldukça yetersiz kalıyor… Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabı bu konuyu çok güzel ve detaylı bir şekilde anlatıyor…

Bu konu üzerinde çok da film çekiliyor. Ancak bu filmlerin en önemlisi ve etkileyicisi işte girişte bahsettiğim 2008 ABD-Almanya ortak yapımı olan ‘’Valkyrie’’ filmidir. Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Film: ''Operasyon Valkyrie''

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Albay Claus von Satffenberg’i canlandıran Tom Cruise'nin başrolde oynadığı bu film girişte anlattığım gibi gerçek olaylara dayanıyor ve bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor…

Film için belgesel niteliğinde demiştim ya... Olayları anlatınca bana filmden anlatacak bir şey kalmıyor. Hal böyle olunca, film senaryosunda gerçeklerden zaman zaman sarkarak bazı değişiklikler yapılmış, bana da ağırlıklı olarak bu değişiklikleri anlatmak kalıyor:

Filmin sonlarına doğru General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Ludwig Beck'i bir odada topluyor. Bu sahnede, Ludwig Beck silah istiyor ve intihar ediyor. Ancak gerçek farklıdır. Gerçekte General Friedrich Fromm, Ludwig Beck'e intihar etmesini istiyor ve silahı masaya koyuyor. Beck silahı önce şakağına dayıyor… Ancak Beck kendisini öldüremeyeceğini söylüyor. Daha sonra tüm subaylar odadan çıkıyorlar. Bir müddet sonra silah sesi geliyor. İçeri girdiklerinde Beck'in silahı ağzına dayayarak ateşlediğini fakat ölmediğini görüyorlar. Askerlerden biri Beck'in ensesine tek kurşun sıkarak daha fazla acı çekmesini engelliyor.

Filmde, Valkürü Planını Hitler’e Albay Stauffenberg imzalatıyor. Ancak gerçekte Albay Stauffenberg, Hitler'i ilk kez suikast denemesinde görüyor. O imzalatmayı yapan kişi bir başkasıdır.

Filmde, Hitler ile birlikte sadece Himmler'in aynı operasyonda öldürülmesi istendiği söyleniyor ve Himmler olmayınca operasyon 15 Temmuz’dan 20 Temmuz’a erteleniyor… Ancak gerçekte Hitler ile birlikte Himmler ve Göring'in de aynı operasyonda öldürülmesi isteniyor.

Filmde Rommel'den hiç bahsedilmemiş. Rommel de Hitler karşıtıydı ve Hitler'in yaptıklarını pek onaylamıyordu. Ancak Rommel, diğerlerinden farklı olarak Hitler'in öldürülmesinin onu halkın gözünde bir kahraman haline getireceğini düşündüğünden, darbe yapılacaksa suikasttan ziyade tutuklanması gerektiğini savunuyordu. Ancak Rommel de Hitler'in gazabından kurtulamıyor... Rommel zorla intihar ettiriliyor ve bir çarpışmada öldüğü söylenerek görkemli bir cenaze töreni yapılıyor... 

Film ile gerçek arasındaki en büyük fark; filmde Stauffenberg darbenin planlayıcısı olarak gözüküyor ve suikasttan sonra ekibin başına geçip resmen darbeyi yönetiyor. Gerçekte ise Stauffenberg darbenin planlayıcısı ve yöneticisi değil sadece tetikçisidir. Ancak Stauffenberg’in torunu Sophie von Bechtolsheim daha yenilerde ‘’Stauffenberg - Mein Großvater war kein Attentäter’’ (Stauffenberg – Büyükbabam suikastçı değildi) (Herder Verlag, 2019) isminde yazdığı kitapta bu görüşe karşı çıkıyor... 

Filmde Stauffenberg, kesik kolundaki olmayan eli ile Hitler selamı vermeye zorlanıyor. Staffenberg’e bu selamı vermesi için zorlayan kişi de muhaliflerin suikast planından haberdar olduğu halde buna göz yuman, sonradan suikastçılar başarısız olunca kraldan da kralcı olup suikastçıları kendi avlusunda kurşuna dizdiren adam General Friedrich Fromm’dur...

Filmin Stauffenberg'in kesik kolla Hitler selamı vermesinden sonra en çarpıcı karesi de, sonunda ekrana yansıyan dört satırdır. Bu dört satır, sadece bu dört satır en az film kadar etkileyici oluyor: 

‘’You did not bear the shame
you resisted
sacrificing your life
for freedom, justice and honor’’

Film ne yazık ki İngilizce olduğu için olduğu gibi aldım. Almancası şu şekildedir ve halen yazımın girişinde bahsettiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin duvarında gömülü haldedir:

‘’Ihr trugt die Schande nicht.
Ihr wehrtet euch.
Ihr gabt das große ewig wache Zeichen der Umkehr,
opfernd Euer heißes Leben für Freiheit, Recht, und Ehre.’’

(Utanç vermediniz.
Kendinizi savundunuz.
Tam aksine uyanıklığın en büyük yumuşak işaretini siz verdiniz.
Özgürlük, adalet ve onur için sıcak hayatınızı feda ettiniz.)

Filmin sonunda kahramanlar şu şekilde tanımlanıyor:

‘’In the world's darkest hour
while others followed orders
they followed their conscience’’

(Dünyanın en karanlık saatinde
diğerleri emirleri takip ederken
vicdanlarını takip ettiler.)

Yine küçük bir bilgi daha aktarmam gerekiyor. O da Albay Claus von Stauffenberg’in karısı olan Nina von Stauffenberg'e ne olduğu hakkında... Filmde Nina suikastten önce Stauffenberg'e veda edip çocuklarıyla beraber Bamberg'e gidiyor. Filmin sonunda da Nina'nın 06 Nisan 2006 tarihine kadar yaşadığı söyleniyor.  Başka bilgi verilmiyor. Gerçekte ise Nina SS subayları tarafından Bamberg'de bulunuyor ve tutuklanıyor. O günkü kanuna göre, vatana ihanet eden subayların tüm yakın akrabaları da vatana ihanet suçundan yargılanıp idamı gerekiyor. Ancak Nina hamile olmasından dolayı cezası erteleniyor... Çocuğu doğmadan önce de müttefikler çoktan Berlin'e giriyor ve Nina bu sayede kurtuluyor… 

Bu suikasttan dokuz ay sonra da Hitler intihar ediyor…

Film bitiyor… Ve ben bomboş, bön bön, uzun uzun simsiyah hale gelmiş ekrana bakıyorum… Gülten Akın’ın ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizeleri kulağımda çın çın çınlıyor: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’

Osman AYDOĞAN

Notlar: Fazladan birkaç konuya değinmek istiyorum. Konuyu dağıtmamak amacıyla meraklıları için buraya alıyorum…

Yazımın girişinde verdiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin bulunduğu caddenin adı ‘’Stauffenbergstraße’’dir. Buraya da şeref avlusundan giriliyor (Eingang über den Ehrenhof) Alman Harp Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr)’nin tam karşısındaki sokağın adı da ‘’Stauffenberggasse’’dir.

Bazı isimlerden ayrıca bahsetmem gerekiyor.

Bunların en başında General Friedrich Fromm geliyor.

Friedrich Fromm, Wehrmacht içindeki Nazi karşıtı hareketlerden başından beri haberdar oluyor... Ancak "Walküre Operasyonu"nun başlatılmasına karşı çıkıyor... 20 Temmuz suikast girişiminde Wilhelm Keitel'i telefonla arayarak Adolf Hitler'in öldürülmediğini öğrenince, Albay Stauffenberg’in Ersatzheer (Yedek Ordusu)'i harekete geçirme talebini reddederek intihar etmesini emrediyor… O yüzden Stauffenberg tarafından kendi çalışma odasında hapsediliyor… Fakat Joseph Goebbels'in emriyle Bendlerblock'a yollanan Binbaşı (hemen Albaylığa terfi ediyor) Otto Ernst Remer komutasındaki birlik tarafından kurtarılıyor. Fromm, suikast ekibi olan Friedrich Olbricht, Olbricht'in Kurmay Başkanı Albay Albrecht Mertz von Quirnheim, Claus von Stauffenberg, Stauffenberg'in yaveri Teğmen Werner Karl von Haeften'i iaynı günün gecesi Bendlerblock'un avlusunda yargısız kurşuna dizidiryor... Ludwig Beck intihar etmeyi istediği için kendini vurmayı iki kez deniyor ancak intiharı başaramayınca onu da vurdurtuyor… .

Ancak Hitler, Friedrich Fromm'un Stauffenberg ve arkadaşlarını çabucak idam ettirmesinden dolayı öfkeleniyor… Çünkü Fromm aylardan beri Hitler'i öldürmek için hazırlanan komployu bildiği halde komploculara yataklık ediyor ve planlarını Hitler’e haber vermiyor… İşlediği bu suçun izlerini böylece örtmek, isyanı bastıran adam olarak Hitler'in gözüne girmek istiyor. Ama bunlar için artık çok geç kalıyor…

Fromm'un suikastçilerle iş birliği yaptığı tespit ediliyor, 22 Temmuz 1944 sabahı, Nazi yetkilileri tarafından tutuklanıyor. Fromm, 14 Eylül 1944 tarihinde Alman Ordusundan çıkarılıyor. Artık sivil olan Fromm, 7 Mart 1945 tarihinde Volksgerichtshof (Halk Mahkemesi) tarafından askerî görev için değersiz kabul edilerek idama mahkûm ediliyor ve 12 Mart 1945'te Brandenburg an der Havel'deki Brandenburg-Gorden Cezaevi'nde idam ediliyor… İdam mangası önündeki son sözleri: ‘’Öldürülmem rapor edildi çünkü ben her zaman Almanya için sadece en iyisini istemiştim’’ sözleri oluyor…

Bir diğer kişi Ludwig Beck’tir.

Ludwig Beck, 1938'de savaş riskini azaltmak için toplu istifaları destekleyerek Orgeneral olarak ordudan ayrılıyor ve çeşitli direniş hareketlerine katılıyor… Ludwig Beck, 2. Dünya Savaşından bir yıl önce Hitler'e ve generallerine bir muhtıra veriyor. Bu muhtırada Beck, Hitler'den şunları talep ediyor: ‘’Ordunun siyasetle ilgisi kesilmelidir. Ordu ve bürokrasinin işleyişinde yeniden Prusya geleneklerine dönülmelidir. Masraflar azaltılmalı, gösterişten uzak durulmalıdır. Agresif dış politikan vazgeçilmeli, dış politika dünyayla uyumlu hale getirilmelidir. Düşünce özgürlüğü sağlanmalıdır. Adalet yeniden tesis edilmelidir. NSDAP (''Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei'', -Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi- Nazi Partisi)’ne yapılan devlet yardımı azaltılmalıdır...’’

Ludwig Beck, 1943 yılında, bir bomba ile Hitler'i öldürmek için iki başarısız girişim planlıyor… 1944 yılında Carl Goerdeler ve Albay Claus von Stauffenberg ile 20 Temmuz suikast girişiminin itici güçlerinden biri oluyor. 1944'te Hitler'e düzenlenen ve başarısız olunan 20 Temmuz suikast girişiminde yer aldığı için General Friedrich Fromm tarafından tabancayla intihar etmesi isteniyor. Son sözleri "Daha önceki zamanları düşünüyorum" oluyor… Beck, ardından kendisini vuruyor fakat yaralanıyor ve General Fromm'un emriyle bir astsubay tarafından vurularak öldürülüyor. Eğer 20 Temmuz suikastı başarılı olsaydı Almanya'nın Cumhurbaşkanı olması öngörülüyor…

Ludwig Beck, Alman Nazi Generaloberst'idir. Hitler’e karşı yapılan suikasta katılmış en üst rütbeli asker olarak anılıyor… Beck, Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat tarafından verilen Osmanlı Harp Madalyası sahibidir… Osmanlı kime madalya vereceğini çok iyi biliyor!

Valküre

Bu suikastta kullanılan Valküre Planı’nda adı geçen ‘’Valküre’’ (Almancası ‘’die Walküre’’, İngilizcesi ''Valkyrie''); İskandinav mitolojisinde savaşta ölen kahramanları ‘’Vallaha’' denen yere taşıyan kanatlı genç, güzel savaşçı kadınlardır. İskandinav mitolojisindeki amaçları en büyük tanrı olan ‘’Odin’'e savaşçı toplamaktır. ‘’Die Walküre’’ aynı zamanda Richard Wagner’in 1869'da yazdığı eseri ‘’der ring des Nibelungen’’ dörtlemesinin ikinci ayağıdır. Filmde bu eser bir plakta çalınırken görüntüleniyor. Wagner, Hitler'in en çok sevdiği sanatçıdır. Plana da zaten bu nedenle bu isim veriliyor. Filmde Hitler ''Wagner'i anlamayan bizi anlayamaz'' diyor... ‘’Walküre’’ günümüz Almancasında sarışın, uzun boylu ve balıketi kadınlara takılan bir sıfat olarak kullanılıyor… Halide Edib Adıvar da ‘’Harap Mabetler’’ isimli kitabında bu ismi kullanıyor: ‘’Saçlarının aynı olan bal rengindeki gözlerinde bir valkiri’nin korkunç sırları saklıydı.’’

Gedenkstätte Deutscher Widerstand (Alman Direniş Anıtı) isimli müze

Yazımda ismi geçen bu müze Generaloberst Ludwig Beck, General Friedrich Olbricht, Albay Claus von Stauffenberg, Albay Albrecht Mertz von Quirnheim ve Teğmen Werner Karl von Haeften'i idam edildiği yerde kuruluyor… Bu husus müzenin duvarlarına yansıtılıyor: 

 





 

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam44
Toplam Ziyaret428350
Etkinlik Takvimi