İnanç ve İktidar
30 Haziran 2020
Dün Bernard Lewis’i ve onun ‘’Tarih Notları’’ isimli kitabını anlatmıştım. Bugün de onun bir başka kitabından bahsetmek istiyorum: ‘’İnanç ve İktidar’’ (Akılçelen Kitaplar, 2017)… Kitabın alt ismi: ‘’Orta Doğu’da Din ve Siyaset’’ (Kitabın Orjinali: “Faith and Power, Religion and Politics in the Middle East”, Oxford University Press, 2010)
Bernard Lewis bu kitabında; İslam ve Orta Doğu’nun güncel sorunlarını ele alarak ‘’inanç’’ ve ‘’iktidar’’ arasındaki ilişkiye odaklanır ve bu çerçevede İslam ve Orta Doğu’da demokrasinin olabilirliğini sorgular.
Lewis, kitabında gerek Hıristiyan Avrupa’da gerek Müslüman Osmanlı’da, iktidarın halka benimsetilmesinin ana yönteminin din ve mezhep olduğunu yani inanç olduğunu vurgular. İşin içine din, inanç girince, din adamlarının, ruhban sınıfının da iktidara ortak olduğunu söyler.
Klasik İslam’da din ile devletin tek ve bir olduğu düşüncesinden yola çıkan Lewis, İslam hukukunun Bay’a (*) (bağlılık sözü) ve İstişare (danışma) ilkelerini inceler ve demokrasinin Hristiyanlıktan ziyade İslam’a daha yakın olduğu sonucuna ulaşır.
Bu düşünceler doğrultusunda Lewis, günümüz İslam âleminde hüküm süren diktatörlüklerin ve otoriter eğilimlerin ithal edilmiş olduğunu öne sürer. Modernleşme süreci ile birlikte bu akımların daha da güçlendiğini örnekleriyle ortaya koyar… Orta Doğu’da demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engelin bizzat Batı olduğunu ifade eder. Bu düşüncesini savunurken Lewis, “İslam’ın temel metinlerinin hiçbir yerinde terörizm ve cinayet emredilmez. Hiçbir yerinde taraf olmayan üçüncü kişilerin gelişigüzel katledilmesinin sözü bile geçmez” diye ifade eder…
Lewis kitabında ‘’Devletin insanlar üzerinde egemenlik kurma ve onları terörize etme gücünün modern metotlarla büyük ölçüde arttığını, otoriter yönetim felsefesinin ithal edilen otoriter ideolojilerle güçlendirilerek keskinleştirildiğini ve ithal edilen bu otoriter ideolojiler bir yandan liderlerin ve yöneticilerin yaptıklarına meşruiyet kazandırırken öte yandan halklarını ve taraftarlarını fanatize ettiği’’ görüşünü dile getirir…
Lewis, kitabında Nazi Almanya’sı ve Komünist Rusya gibi, Ortadoğu diktatörlerinin de zulümlerini haklı göstermek için savaşa ihtiyacı olduğunu savunur. Lewis’e göre bölgede barış, yalnızca bu diktatörlerin diktasının çöküşü veya yenilgisi ile ortaya çıkabilecektir.
Lewis, tespitlerinin devamında Orta Doğu’da demokrasinin mümkün olduğunu savunur… Lewis’e göre Orta Doğu’da demokrasinin gelişmesinde en önemli aktör kadınlar olacaktır. Kadınlar gerek Orta Doğu’nun gerek dünyanın geleceğinde önemli rol oynayacaktır. Ve bu düşüncesini şöyle tamamlar Lewis: “İslam topraklarında demokrasinin en büyük savunucuları da yine kadınlar olabilir. Başarısızlığıyla en çok kaybedecek grup oldukları kesindir…”
Lewis, ilk defa 1950’li yıllarda Türkiye’ye yaptığı ziyarette Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam ile moderniteyi nasıl birleştirdiğini görerek, Müslüman devletler için laikliğin uzun vadeli tek uygulanabilir bir seçenek olduğu görüşünü savunur. Ve bu görüşünü kitabının birçok yerinde tekrarlar...
Şimdi gelelim kitaptan birkaç alıntıya
“Uluslararası İslam Konferansını oluşturan kırk altı bağımsız devlet arasında sadece biri, Türkiye Cumhuriyeti, Batılı anlamda demokrasi olarak tanımlanabilir, ancak burada bile özgürlüğe giden yola engeller döşenmektedir.” (s.61)
“Bir ülke resmi adında demokratik sözcüğünü kullanıyorsa bu bir tehlike işaretidir.” (s.148) Aslında burada Lewis eksik söylemiş. Bu söz Ortadoğu’daki partiler için de şöyle söylemesi gerekirdi: “Bir ülkedeki partilerin resmi adında ‘demokratik’ gibi güzel sözcükler kullanıyorsa bu bir tehlike işaretidir.”
Lewis, bu kitabında İslam ile Hıristiyanlık arasındaki karşıtlığı öne çıkararak Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki ilişkiyi; kin ve rekabetten oluşan bir “medeniyetler çatışması” olarak görür: “Ben Hıristiyanlık ile İslam arasındaki ilişki için çatışma sözcüğünü yeğliyorum.” (s.173)
Ayrıca yazar, bölgede yaşayan Müslümanları kast ederek, “Ya onlara özgürlük getireceğiz ya da onlar bizi yok edecekler.” (s.187) diyerek İslam dışı uygarlıklara da hayati bir uyarıda bulunur.
Bu kitap kısaca Ortadoğu’da “inancın” ne kadar önemli ve etkili olduğunu anlatır.
‘’İnanç ve İktidar’’: Orta Doğu’da din ve siyaset; inanç, radikal hareketler, terörizm, diktatörlükler ve demokrasi üzerine düşünen herkesin okuması gereken ve bakış açılarını değiştirmeyi vadeden bir kitap.
Aslında Lewis kitabında çağdaş demokrasilerle Ortadoğu demokrasisinin farkını, Ortadoğu’daki ‘’inanç’’, ‘’iktidar’’ ve ‘’para’’ arasındaki ilişkiyi kitapta yazdığı bir cümle ile açıklamış:
“Modern Amerika ile klasik Ortadoğulu siyasal sistemleri karşılaştırırsak, aradaki fark şöyle ifade edilebilir: Amerika’da iktidar parayla satın alınır. Ortadoğu’da iktidar para kazanmak için kullanılır.” (s. 75)
Dolayısıyla Lewis kitabının adını ''İnanç, Para ve İktidar'' olarak koysaydı bu ad kitabın içeriğine daha uygun olurdu... Çünkü Ortadağu'da kadim gerçek bu: İnanç, para ve iktidar! Ortadoğu'da bütün kavgalar bu üçlü için yapılıyor...
Sahi, Türkiye ne yana düşer usta?.. (**)
Osman AYDOĞAN
(*) Lewis’in kitabında geçen ‘’Bay’’ sözcüğü; Arapça aslı ‘’bey'at’’ olan ve Türkçe'de ‘’biat’’ şeklinde kullanılan kelimedir. ‘’Bey'at’’ sözcüğü Arapçada "satmak, satın almak" mânasındaki ‘’bey’' masdarına bağlı olarak "yöneticilik tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek" anlamında kullanılır. Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelir.
(**) ''Türkiye ne yana düşer usta?'' sorusu 30 Kasım 2018 tarihinde kaybettiğimiz gazeteci, şair ve yazar Refik Durbaş’ın ''Çırak Aranıyor'' isimli bir şiirinden uyarlanmıştır.
Çırak Aranıyor
Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
Refik Durbaş
Bernard Lewis ve ''Tarih Notları''
29 Haziran 2020
Bernard Lewis
Bernard Lewis, İngiliz asıllı ABD'li tarihçisiydi. 1916 yılında Londra doğdu ve 19 Mayıs 2018 tarihinde ABD’de vefat etti. Kendisi en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıydı. Artık günümüzde böylesine değerli ve objektif tarihçiler kalmadı.
Bernard Lewis lisans eğitimini Londra Üniversitesi'nde, yüksek lisansını Ortadoğu Tarihi ağırlıklı Tarih konusunda, doktorasını da İslam Tarihi konusunda yapar. Paris Üniversitesi'ndeki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenir.1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alır. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğu’su ve Osmanlı Devleti'dir.
Bernard Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte; 1915 yılında Ermenilerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir "soykırım" olmadığını, "savaşın bir yan ürünü" olduğunu, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu, Osmanlının Ermenileri yok etmek için bir planı olmadığını, Osmanlı belgelerinin Ermenileri kovmak / zorunlu yer değiştirmek (expulsion) niyetini ispatladığını ancak kökten yok etmek (extermination) niyetini ispatlamadığını söyler.
Prof. Lewis, sadece bu demecinde değil bütün akademik yayınlarında Ermeni iddiaları karşısında Türkiye’nin tarafını tutar. Bundan dolayı da Ermeni lobisinin 1993’te Fransa’da aleyhine açtığı davada sembolik meblâğda da olsa tazminata mahkûm edilir.
02 Nisan 2011 tarihinde The Wall Street Journal dergisine verdiği bir röportajda şunları söyler: "Türkiye’de hareket giderek daha hızlı biçimde yeniden İslamlaşmaya doğru. Hükümet gayet akıllıca kurumları birbiri peşinden teslim alıyor. Ekonomi, iş dünyası, akademik camia, medya. Şimdi de geçmişte Cumhuriyetçi rejimin kalelerinden biri olan yargıyı devralıyorlar. 10 yıl içinde Türkiye ile İran yer değiştirebilir."
Yakın bir zamanda (2007 veya 2008) bir üniversite de konuşmasında; İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığı yolundaki bir soruya şu cevabı verir;
“Geleneksel İslami devlet anlayışı ağırlıklı olarak şuraya dayalıydı. Bu hem Kuran’da hem de Peygamber’in hayatında var. Ve bu büyük ölçüde işledi... Ortadoğu’daki esas trajedi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki reformlardır. Mısır’ da, İran’ da bu reformlar batılı emperyalistler tarafından değil Ortadoğulu yöneticiler tarafından hem de iyi niyetlerle modernleştirme maksadıyla gerçekleştirildi. Ancak modernleştireyim derken, eski meşveret sistemini yok ettiler ve daha önce hiç olmamış bir şeyi getirdiler: acımasız bir mutlak diktatörlük. Modernleşmenin mirası budur.”
Bernard Lewis’in Türkçede yayımlanmış belli başlı eserleri şunlardır: ‘’Modern Türkiye'nin Doğuşu’’ (1988), ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (1993), ‘’Ortadoğu: Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi’’ (1996), ‘’İslam Dünyasında Yahudiler’’ (1996), ‘’Müslümanların Avrupa'yı Keşfi’’ (1997), ‘’Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler’’ (1999), ‘’Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği’’ (2000), ‘’Tarihte Araplar’’ (2000), ‘’Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah’’ (2012).
Tarih Notları
İşte tanıtmaya çalıştığım Ortadoğu ve İslam tarihi uzmanı Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı daha var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” (Arkadaş Yayıncılık, 2014) adı ile yayınlanır. Kitapta tanık olduğu olaylara kadar kendi hayatını da anlatır Bernard Lewis.
Henüz üniversitenin ilk yıllarını okumakta olan Lewis, bu dönemde İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca, İbranice, Yunanca ve Yidişçe olmak üzere yedi dilde belli bir aşamaya gelir, Aramice ve klasik İbranice’ye aşinalık kazanır ve Arapça dersleri almaya başlar. Eğitimine devam ederek Yunanca bilgisini de geliştirir. Bitirme tezi olarak “Doğu Sorunu”nu seçer.
Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır: “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s.32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "..tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."
1936-1937 akademik yılını çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Paris’te geçirir. Bu arada en sevdiği hocalardan biri Adnan (Adıvar) Bey’dir. Kitabında Adnan Bey için; “Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık” der. (s.39).
1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na görevlendirilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s.57)
1939’da Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun farkına varan bir yönetim anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz sanırım derin bir araştırma konusu olmalıdır!
Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s.57) Bu ise bazı Tarih bilmezlerin dudak büktükleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturudur…
Bernard Lewis’in İslam dünyası için önemli bir tespiti vardır: “Kadınların baskı altında tutulmasının İslam toplumuna çok büyük zararlar verdiğine inanıyorum. Sadece nüfusun yarısının yetenek ve hizmetlerinden kendisini mahrum bıraktığı için değil, aynı zamanda diğer yarının büyük bir kısmını da eğitimsiz ve ezilmiş annelerin ellerine teslim ettiği için. Her şeyden önce kadınlar nüfusun yarısını oluştururlar ve pek çok açıdan herhangi bir dini, etnik ya da iktisadi olarak tanımlanmış gruptan çok daha önemlidirler. Atatürk’ün bir dizi konuşmasında sürekli tekrar eden tema da buydu: 'Şu an en acil görevimiz modernleşmek, modern dünyayı yakalamaktır. Eğer nüfusun yalnızca yarısını modernleştirirsek modern dünyayı yakalamada başarılı olamayız.' ” (s.292-293)
Bernard Lewis kitabında Turgut Özal’a da yer verir: "... konu kaçınılmaz olarak Irak'taki krize gelmişti (kendisi o zaman George W. Bush'un danışmanıdır). Turgut Özal 'Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?' dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. 'Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak,' dedi ve ekledi, 'çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.' Bu şaşırtıcıydı. 'Sizi böyle düşündüren nedir?' diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, 'Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz.' dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. 'Sana bir örnek vereyim.' diye devam etti. 'Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.' Katılmak durumundaydım. Sonra, 'Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?' diye sordum. 'Tabii ki' dedi. ‘Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil.’ ” (s.369)
Yani hakkın, Hakk’ın, doğrunun ve adaletin yanında değil de ilkesizce, çıkar uğruna emperyalizmin yanında, kazananın yanında, güçlünün yanında yer almak!… Bu ifadede emperyalizmle savaşarak bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin nereden nereye savrulduğunu görüyoruz… Atatürk’ün dış politikasından saparak Kore Savaşı ile başlayan emperyalizmle yapılan bu işbirliği, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelelerinde yine emperyalizmin yanında yer alarak devam etmiş ve günümüzde bu işbirliği Irak, Suriye ve Libya’da emperyalizmin eşbaşkanlığını yapacak seviyeye kadar yükseltilmiştir.
Kitaptan bir başka bölümde ise bir fıkra yer alır. Fıkra Mısır’ın bir zamanlar güçlü adamı olan Abdülnasır’la ilgili olarak anlatılır:
Başkan Nasır kendisi hakkındaki karikatürlere ve fıkralara çok sinirlenirmiş. Bu fıkraları belli bir kişinin uydurup yaydığını öğrenince öfkesi bir kat daha artmış. Polis şefini çağırtmış... Fıkraları icat eden kişinin acele bulunmasını istemiş.
Bir hafta sonra polis şefi tutukladığı adamla birlikte Başkanlık Sarayı’na gelmiş. ''Sayın Başkan, demiş, sizinle ilgili fıkraları uyduran kişi işte bu...'' Nasır adamı baştan aşağı bir süzmüş: ''Sen, demiş gerçekten benimle ilgili fıkraları uyduran kişi misin?'' ''Evet, demiş adam...'' Nasır bunun üzerine peş peşe kendisiyle ilgili fıkraları anlatmaya başlamış... Her birinin sonunda adama: ''Bu fıkrayı da sen mi uydurdun?'' diye soruyormuş... Her defasında da aynı yanıtı alıyormuş: ''Evet efendim ben uydurdum...'' Nasır sonunda: ''Sen de benim gibi Mısırlısın, ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum, neden bunu yapıyorsun, Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun...'' deyince adam şöyle bir yutkunmuş: ''Bakın efendim, işte bu fıkrayı ben uydurmadım'' demiş...
Biliyorsunuz, bu fıkra her daim günceldir!…
Bernard Lewis, hatıralarının sonunda şunları yazar: “Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap, hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hattâ zaman zaman ufuk açıcılardı…”
Ah ‘’Tarih Baba’’ ah… Sen neler söylersin sen… Ama anlayan, dinleyen kim!
Osman AYDOĞAN
Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü
28 Haziran 2020
Dün Sultan II. Abdülhamit’i dört ayrı kitaptan alıntılarla anlatmıştım… Bugün de Sultan Abdülaziz’in Avrupa gezisini anlatan bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum…
Bahsettiğim kitap Cemal Kutay’ın ‘’47 Gün. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü’’ (ABM Yayınevi / Tarih Dizisi, 2012) isimli anı kitabıdır…
Osmanlı Padişahı Sultan Abülaziz (*) 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanıdır. Sultan Abülaziz bu resmi geziye katılmakta kararsızdır. Zamanın sadrazamı ve hariciye nazırı olan Âli ve Fuat paşalar, Padişahı bu geziye katılmayı ikna ederler…
Seyahatin görünürdeki sebebi Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon’un Sultan Abdülaziz’i Milletlerarası Paris Sergisine davet etmesidir. Ancak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarında meydana gelen milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, Girit’teki karışıklıklar ve bunların Avrupalı devletler tarafından desteklenmesi, Rusya ile son dönemdeki ilişkiler seyahatin asıl sebebi olur, Sultan’a duyulan ilgiyi, seyahat süresini ve ülke sayısını artırır… Böylece Paris'te başlayan bu gezi gelen davetler üzerine Almanya, Belçika, Avusturya ve İngiltere'ye kadar devam eder…
Sultan Abdülaziz’e, bu Avrupa seyahati boyunca 56 kişilik bir ekip eşlik eder… Bu 56 kişi arasında Sultan’ın veliaht yeğeni Şehzade Murat Efendi ve ileride Osmanlı tahtına geçerek olan Sultan Abdülaziz’in yeğeni Şehzade Abdülhamid Efendi de vardır. Ayrıca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi de bu ekipte yer almaktadır. Sadrazam Ali Paşa geziye çıkmadan önce İstanbul Şehremini Ömer Faiz efendiye gezi esnasında günlük tutması talimatını verir…
Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Kitabın adı da buradan gelir. Gezi boyunca İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…
Sultan Abdülaziz’in bu gezisi hakkında yazılan eser sadece bu kitap değildir. Padişahın dönüşü şerefine Osmanlıda hiçbir tarihi değeri olmayan bolca edebi metinler, kaside ve şarkılar yazılır… Sadece Ömer Faiz Efendi'nin bu notları tarihe ışık tutar...
Ayrıca bu kitapta Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla olan ilişkileri de anlatılır.
Şimdi gelelim kitapta geçen günlüklere...
Paris
Ekip Paris’e vardıklarında Ömer Faiz Efendi de protokol gereği Paris Belediye Başkanı ile görüşür. Paris'te o esnada büyük bir imar vardır… Paris Belediye Başkanı Paris için yaptıklarını ve bu imar için harcadıkları parayı anlatır... Sonunda Paris Belediye Başkanı Ömer Faiz Efendi’ye sorar: “İstanbul belediyesinin bütçesi ne kadardır?” Osmanlıda henüz bütçe kavramı olmadığı için Ömer Faiz Efendi tahmini bir rakam söyler… Paris Belediye Başkanı ‘’Bu parayla hiçbir şey yapılmaz ki!” deyince Ömer Faiz Efendi de cevap verir: “Zaten biz de hiçbir şey yapmıyoruz ki!”
Zaten o günden beridir de bir şey yapılmamıştır…
Viyana
Ekip Viyana’ya geldiklerinde Ömer Faiz Efendi günlüğüne şunları yazar:
‘’Viyana Avrupa'nın sanat hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece Ander Wiev Tiyatrosu'nda anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya âlemi içindeydik. Yanımdaki Halimi Efendi biraderime: ‘Azizim, bizler bin bir gece masallarını kitaplarda okuruz, bunlar kitaptan almışlar, sahneye koymuşlar. Bizimkisi hayal, onlarınki hayat…’
…Sokaklarda halk bize tecessüsten çok sevgiyle bakıyordu. Halil Paşa, Almancasıyla laf yetiştiriyordu. Bir genç hanım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Cevap olarak meşhur laftır 'sözümüzün dinlenmesi için' dedim. O zaman masmavi, güzel gözlerini hayretle açarak, hanım kız ikinci bir sual sordu: ‘Peki hepiniz sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinleyecek!’ ‘’
Doğru ya, herkes sakallı olunca kim kimin sözünü dinleyecekti ki?
Londra
Ekip İngiltere’ye vardıklarında İngiltere’de tahtta Kraliçe Viktorya vardır. Ekipte yer alan Veliaht Şehzade Murat Efendi, Fransızca bilişi, yakışıklılığı ve dans edişiyle İngiliz sarayında pek beğenilir. Düşünsenize ''dans eden bir Osmanlı şehzadesi''!
Kitapta Veliaht Şehzade Murat Efendi’nin İngiltere macerası şöyle yer alır:
“Fakat, Veliaht Murad Efendi asıl büyük alakayı İngiltere’de görmüştü. O kadar ki, o tarihte yaşlı ve Balmoral Şatosu’ndan çıkmayan Kraliçe Viktorya Vindsor Şatosu’nda Al-i Osman Padişahını ve maiyetindekileri kabul ettiği zaman, Veliahd Murad Efendi derhal dikkatini çekmişti. Paris’teki on bir gün, Osmanlı şehzadesine özel güveni kazandırmıştı. Muhteşem salonların asıl sahibi hüviyetinde idi. Konuştuğu Fransızcanın mükemmeliyeti, aksanının kusursuz oluşu, her mevzu üzerinde isabetli fikirleri, umumi bilgisinin genişliği, bilhassa bir Osmanlı şehzadesinde tahmin edilenin çok üstünde oluşu ile dikkati çekiyordu. Bilhassa, zarif ve maharetli dansları ile bu alaka hayranlık halini almıştı.
Londra’ya gelişlerinin dördüncü günü, sefirimiz Müzürüs Paşa, Fuat Paşa’nın kulağına, şişman bedeninden beklenmeyen heyecanlı çocuk sesiyle fısıldamıştı: ‘Aman Paşa Hazretleri... Çok mühim bir haberim var. Lord Stanley fikrimi almak istedi. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kraliçe Hazretleri Veliahd Murad Efendi Hazretlerini o kadar beğenmişler ki, eğer Osmanlı Sarayı ister ve muvafakat ederse, torunları arasından intihab (seçilip) ve tercih edilecek bir Prensesi Veliahd Hazretlerine zevce olarak vermeyi arzu etmektedirler...’
Tecrübeli ve sakin Fuat Paşa, hayretle yerinden fırlamıştı: Bir anda, iki ayrı ve tezadlı netice gözlerinin önünde belirdi, hasta kalbi sıkışır gibi oldu: Birincisi, Padişahın bu haber karşısındaki tepkisi idi. Maazallah bir de asabileşirse ne olurdu?’’
Sultan Abdülaziz’e iletilen bu talep, Sultan tarafından nezaket sınırları dâhilinde geri çevrilir... Cemal Kutay öyküyü İngiliz sarayının da buna razı olmadığı ile bağlar: “Sonradan anlaşılmıştı ki, kraliçenin arzusu, İngiliz sarayında ve hükümetinde bazı karşı koymalar görmüştü. Fakat Kraliçenin ve Prens dö Gal’m’in kararı kâfi idi. Osmanlı Padişahı ‘evet’ dese idi, çeşitli neticeleri olabilecek bu birleşme, tarihte belki dikkat değer sahifeler açacaktı...”
Düşünsenize, bu izdivaç gerçekleşseydi tarih acaba nasıl şekillenirdi?
Neyse gelelim biz kitabımıza...
Kitabın önsözü
Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın o zamanki sosyal hayatının fotoğrafını yansıtır:
“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan bir tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”
Sultan Aziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 152 yıl sonra da ülkedeki kadın manzarası ne yazık ki o günlerle hemen hemen aynıdır...
Kitabın 113. sayfasında da ilginç bir konuşma geçer:
Gezi sona ermiştir…
Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda ‘’Avrupa seferi’’ ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’
Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Ömer Faiz Efendi şöyle açıklık getirir:
‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakatleri ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ederiz.”
Hasta adam neden hasta?
Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamamız ve nereye doğru gittiğimizi görmemiz daha da kolaylaşıyor...
Geziden sonra Bahriye Mektebi, Darü'lfünun-u Osmani, Darüşşafaka ve Kız Rüştiyesi açılır… Yeni Kara Ordusu kurulur… Ama esas sorun olan ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat (eşitlik) ve liyakat gözden kaçırılır… Ve bunlar olmayınca da Osmanlı batmaktan kurtulamaz…
Ne yazık ki Sultan Abdülaziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 153 yıl sonra da ülkede olmayanlar yine aynıdır: İlim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakat...
Ah tarih ahhh... Sen ne çok şeyler söylersin de… Anlayan kim?
Osman AYDOĞAN
(*) Sultan Abdülaziz, Sultan II. Mahmut’un oğlu, Sultan Abdülmecid'in kardeşidir. Sultan Abdülmecid'in ölümü üzerine, Sultan Abdülaziz 31 yaşında iken, 25 Haziran 1861 tarihinde tahta geçer. Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 tarihinde bir saray darbesi sonucu tahttan indirilir… Sultan Abdülaziz, gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulunur. Resmî tarih intihar ettiği yazar. Ancak Sultan Abdülaziz’in ölümü şüphelidir ve öldürüldüğüne dair iddialar vardır. Sultan Abdülaziz; 1861 – 1876 yılları arasında 15 yıl padişah olarak görev yapar…
Sultan Abdülaziz öldükten onun yerine II. Abdülhamit'in ağabeyi olan Sultan V. Murat tahta geçer. Ancak Sultan V. Murat 93 gün tahtta kaldıktan sonra akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876'da padişahlık makamından indirilir… Ondan sonra da II. Abdülhamit tahta geçer… Sultan II. Abdülhamid de 1876 – 1909 yılları arasında 33 yıl padişahlık tahtta kalır…
İlginç olan Sultan Abdülaziz’in, ondan sonra tahta geçecek olan Veliaht V. Murat’ın ve ondan sonra tahta geçecek olan II. Abdülhamit’in bu gezide beraber bulunmuş olmalarıdır…
Sultan II. Abdülhamit
27 Haziran 2020
Sultan II. Abdülhamit 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı Devleti’nin başında bulunmuş, bir nevi ‘’başkanlık sistemi’’ uygulayarak devlet idaresini bizzat yürütmüş ve söz konusu döneme damgasını vurmuş bir padişahtı…
Ayrıca Sultan II. Abdülhamit’in 1876 – 1908 yılları arasındaki hükümdarlık süresinin 33 yıl gibi uzun sürmesi, günümüzde varlığını devam ettiren birçok kurumun temellerinin o dönemde atılmış olması, o yıllarda yaşanan hadiselerin Türkiye’nin bugününe tesir etmesi II. Abdülhamit dönemin bir hayli tartışılır olmasına sebep teşkil etmiştir.
Bu nedenlerle Sultan II. Abdülhamit’in tartışması günümüzde de hala devam etmektedir. Son olarak Şubat 2020 ayı içerisinde İstanbul Sanat ve Antika Fuarı’nda, Sultan II. Abdülhamit dönemine ait olduğu söylenen bir taht, yurt dışına çıkarılmaması şartıyla 100 bin TL’ye satılması üzerine yine taht üzerinden II. Abdülhamit hakkında tartışmalar yapılmıştı.
En son olarak da 26 Haziran 2020 Cuma günü TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın ‘’18 Dakika’’ programında II. Abdülhamit hakkında söylediği sözler II. Abdülhamit hakkında yeni bir tartışma başlattı.
Şimdi II. Abdülhamit hakkındaki bu tartışmaya ben de katılmasam, II. Abdülhamit hakkındaki düşüncelerimi aktarmasam olmazdı.
Bildiğiniz gibi ben hep kitaplara atıf yaparım… Kitapları konuştururum. Sultan II. Abdülhamit hakkında yazılmış çok kitap var ama ben bu kitaplar arasından dört kitaptan alıntılar yapacağım. Ancak bu kitaplardaki alıntıyı vermeden önce de kendi düşüncemi aktarmak istiyorum:
Düşünce eksikliğimiz, önyargılarımız, duygularımız…
Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.
Sağıyla, soluyla zihnimiz önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilmiştir. Abdülhamit; ya “Kızıl Sultan”dır ya da “Ulu Hakan”dır. Abdülhamit; ya “korkak, vesveseli, zavallı’’dır, ‘’millete kan kusturmuş’’tur ya da “sade, müşfik, münzevi, dikkatli, hafızası güçlü, nazik ve kibar, cesur, sabırlı, hayvansever, tabiatsever ve mizahsever.”dir… (Tırnak içinde olması Abdülhamit’i anlatan kitaplardan alıntı olduğu içindir.)
Yine Abdülhamit’i anlatan bir kitaptan yine bir alıntı: “Mevzilerde bir kurşun, siperlerde bir çığlık, secdede bir dua olan, cennetmekân ulu hakan Sultan II. Abdülhamit Han.” Bu satırlardaki bir “bilgi” değil, kendisinden hiç kurtulamadığımız bir “hamaset”tir. Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir karşısında “duygulanmak” da İnsan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. Tıpkı Abdülhamit’de olduğu gibi, tıpkı her konuda olduğu gibi…
Sultan II. Abdülhamit hakkında
Türk dostu Amerikalı tarihçi Stanford Shaw, Abdülhamit dönemini “Tanzimat’ın zirvesi” olarak anlatır. Hâlbuki İslamcılara göre Tanzimat neredeyse bir “ihanet”tir! Abdülhamit 1876’da Mebusan Meclisi’ni açış nutkunda imparatorluğun nasıl geri kaldığını, güçsüz düştüğünü anlatarak sanki bir Tanzimatçı imiş gibi aynen şu vurguyu yapar: “Bugünkü Avrupa medeniyetinin en evvel ülkemize ithal edilmesi...” Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmak istediği neydi? Ama İslamcılar Atatürk’ü sevmezler, ancak Abdülhamit’i de göklere çıkarırlar.
Hukuk sahasında kadın erkek eşitliği yönündeki adımlar da Abdülhamit zamanında atılır. İngiliz - Rus yakınlaşması karşısında Almanya ile çok sıkı ilişkiler kurar, genç subayların Alman eğitimiyle yetiştirilmesini sağlar. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme sürecini, siyasi, toplumsal ve kültürel değişiklikleri ele alan İlber Ortaylı'nın ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (Timaş Yayınları, 2016) isimli kitabı bu dönemi en iyi anlatan eserdir.
Sultan II. Abdülhamit zamanında hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dâhil olmak üzere birçok mesleki okul kurulur. İlk ve orta eğitim ile askerî okullar onun zamanında kurulur. Kız öğretmen mektepleri açılır. Ancak günümüzde Abdülhamit'i çok seven İslamcılar kızların okumasına karşıdırlar...
Ancak bunların yanında Osmanlı İmparatorluğu en büyük toprak kaybını da Abdülhamit zamanında yaşar. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Kıbrıs Abdülhamit zamanında kaybedilir. Kıbrıs, Rus tehlikesi bahanesiyle, Mısır ve Sudan ise Osmanlı borçlarına karşılık olarak tek mermi atılmadan İngilizlere teslim edilir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, ‘’Altın Post Şövalyeleri Tarikatı’’ tarafından, II. Abdülhamit’e şövalyelik nişanı verilir… (Demek ki yabancı bir ülkeden alınan nişan ve madalya gibi ödüllerin bir karşılığı varmış!) 1878 Berlin Anlaşması’yla Batum, Kars, Ardahan, Oltu Ruslara, Kotur kazası İran’a bırakılır. 1881’de Tunus Fransızlara terk edilir. 1887’de Girit’in özerkliği kabul edilerek Osmanlı’dan ayrılmasının yolu açılır. Düyûn-ı Umûmiye, Abdülhamit'in saltanatının ilk yıllarında kurulur…
Meşrutiyet yanlısı Genç Osmanlılar ile yaptığı anlaşma sonucunda 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan eder. Ancak kısa bir süre sonra 1878'de hem anayasayı rafa kaldırır hem de meclisi kapatır. Dışarıda ve ekonomide sorun yaşayan her iktidar gibi müstebit bir idare kurar. Basına sansür uygular, aydınları baskı altına alır.
Konu uzun. Bu konuyu burada bırakıp şimdi gelelim bahsettiğim kitaplara…
“II. Abdülhamit ve Dış Politika” Prof. Vahdettin Engin, Yeditepe Yayınları, 2005
Girişte bahsettiğim dört kitaptan birincisi olan, yakınçağ Osmanlı tarihi uzmanı olan ve özellikle Sultan Abdülhamit dönemine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Prof. Vahdettin Engin'in bu kitabı tartışmalı bu döneme açıklık getirir.
Prof. Vahdettin Engin’in bu kitabında Padişahın Sadrazam'a yazdığı 13 "hususî irade"nin metinlerine yer verilir. Bu metinleri incelediğimizde; Sultan II. Abdülhamit’in; - dış siyaseti açısından - Rusya’yı yanı başımızda ürkütülmemesi gereken bir dev olarak gördüğünü, Almanya ve Avusturya’yı dostane ilişkilerin geliştirilmesi gereken devletler olarak düşündüğünü, İran’ı ise Osmanlı Devleti’nin rakibi olmakla birlikte İslam devleti olması hasebiyle diğer Batı devletlerine karşı gücün kırılmaması için iyi geçinilmesi gereken bir devlet olarak değerlendirdiğini görürüz. Abdülhamit’i çok seven, yere göğe sığdıramayan özentileri İslamcılar bugün dahi bu çapta bir değerlendirmeyi yapmaktan acizdirler…
Bu kitapta ilginç bir bölüm var… Hani Türkiye’de Osmanlı medreselerini savunan ve medreselerin kapatılmasına hayıflanan bir kısım zevat var ya… Sanki bu bölüm onlara cevap gibidir:
Kitapta Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamit’den talep ettiğini yazıyor. Abdülhamit bu talep üzerine ne cevap vermiş? Onu da kitaptan okuyalım:
“Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri olduğu kadar, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi. Velhasıl Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerine ve onları yetiştirecek kaynaklara sahip değildik. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.”
Osmanlı’ya özenenlerin, Osmanlı’nın medreselerini özleyenlerin özendikleri Osmanlı’nın ve özledikleri medreselerin hali işte budur. İşin tuhaf tarafı ise bu medreseleri özleyen İslamcıların kendilerinin de Abdülhamit’in tarif ettiği din adamı vasıflarına bile sahip olamayışlarıdır.
‘’Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery’’, Mim Kemal Öke, İrfan Yayıncılık, İstanbul 2009
Bahsettiğim kitaplardan ikincisi ise Mim Kemal Öke’nin pek bilinmeyen bu kitabıdır.
Arminius Vambery Macar asıllı bir Türkolog, seyyah, siyasi Siyonist ve bir İngiliz casusudur. Vambery aynı zamanda da bir İslam araştırmacısıdır. (Der Islam im 19. Jahrhundert - 19. Yüzyılında İslam- Leipzig 1875)
Arminius Vambery, Turancılığı, Pan-Cermenizm ve Pan-İslavizm'e karşı ilk ortaya atan kişidir. Bir yazısında "Bir Anglo - Sakson, bir İslav, bir Latin milleti mevcut olduğu gibi bir turan kavmiyeti ve medeniyeti vardır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir... Türkler atisi birçok kavimden daha emindir." diye yazar. Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler tarafından içinde ‘’Türk’üm’’ ifadesi geçiyor diye okullardan öğrenci andını kaldırılmak istenir ya! Acep bu cümleden onlar bir şey anlarlar mı ki?
Vambery 1906’da ‘’Panislamizm’’ adlı yapıtında Abdülhamit’in Panislamizm’ini korkuluğa benzetir. Nitekim İslam Halifesi’nin Panislamist bir politika gütmesi veya cihat çağrısı yapmasının Osmanlı düşmanı ülkelerin kâbusu olduğunu bilen Abdülhamit’e göre ''cihat'' bir göz korkutma aracı, tehdit olarak kalmalıydı.
Abdülhamit de saltanatı boyunca bu silahı hiç kullanmaz. Bu nedenle 93 Harbi olarak anılan 1877-78 savaşı sırasında Abdülhamit, Ruslara karşı cihat açmadığı için Ali Suavi tarafından eleştirilir.
Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Abdülhamit, Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken halefi Mehmet Reşat’ın cihat ilan ettiğini öğrenince çok şaşırır, bunu büyük bir hata olarak niteler ve kızına şöyle der: ‘’Cihadın kendisi değil, fakat ismi elimizde bir silahtı.’’ Nitekim olaylar Abdülhamit’i haklı çıkarmış cihat ilanı fiyasko ile sonuçlanmıştı. Yine Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler bir hilafet hayali güderler ya! Suriye harekâtında bunlar boşuna ‘’cihat’’, ‘’fetih’’, ‘’Kızılelma’’ söylemlerini dillendirmiyorlardı…
"Sultan II. Abdülhamit'in Sürgün Günleri", Atıf Hüseyin Bey, Timaş Yayınları, 2010
Girişte bahsettiğim Abdülhamit hakkındaki üçüncü kitap ise Abdülhamit’in doktoru Atıf Hüseyin Bey'in hatıralarından oluşan ve akademisyen Metin Hülagü’nun yayına hazırladığı bu kitaptır.
Bu kitabı anlatmadan önce kitabın yazarı hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Atıf Hüseyin Bey 1896 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye mektebinden Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. Atıf Hüseyin Bey Sultan Abdülhamit Selanik'e sürgüne gönderildiği zaman kendisine ve aile efradına bakmakla görevlendirilir. Atıf Hüseyin Bey, Sultan Abdülhamit'le ilgilendiği yıllar boyunca günlük tutar. Tamamı 12 defter olan, yaklaşık 9 yılı kapsayan bu günlükler, Sultan Abdülhamit'in sürgündeki Selanik yıllarından başlayarak İstanbul Beylerbeyi Sarayı'na nakline ve burada da ölümüne kadar sürer. İşte bu günlüklerden yola çıkarak akademisyen Metin Hülagü da kitabı yayına hazırlar. Kitaptan alıntılar vermeden önce Doktor Atıf Hüseyin Bey’in İttihatçı olduğunu ve de Abdülhamit'e hiç de yakınlık duymadığını belirtmem gerekiyor.
Bu kitapta yer alan Abdülhamit’e ait bazı düşünceleri aşağıda vereceğim. Ancak Abdülhamit’in düşüncelerini okurken üzerinde düşünerek okumanızı isterim bu düşünceler sizlere tanıdık geliyor mu diye:
"Devletin başına ne geldiyse mürtekiplerden geldi..." (s. 110) (Mürtekip: Para, kazanç karşılığı olarak kötü, uygunsuz işler çeviren kimse, rüşvetçi, yiyici.)
"Avrupa bizi hukuku medeniyeden iskat etmiş gibi davranıyor." (s. 221)
"Dış borç bağımlılık getirir..." (s. 302)
"Avusturya veliahdini vurmuşlar... Sırbıstan'la bir harp zuhur ederse Avusturya Selanik'e iner. Rusya da müdahale ederse harbi umumi olur. Pek fena!" (s. 221)
Abdülhamit, denizlere hâkim bulunan İngiltere'nin Anadolu'yu taksim etmek isteyeceğini, Boğazlar'ı zorlayacağını, harbin uzayacağını, azınlıkların büyük sorunlar çıkaracağını, bizim savaşta mutlaka "bitaraf" kalmamız gerektiğini, savaşı hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı'nın büyük zarar göreceğini düşünür. (s. 224 - 234)
"Ben Türküm ama alafranga müsikiyi severim. Alaturka minördür, insana hüzün verir." (s. 174, 307) Ne ilginç değil mi, Abdülhamit’in torunu olduklarını iddia edenler ‘’Türküm’’ demekten imtina ederler ve hatta yasayla da kaldırmak isterler.
"Rumlarla ahval iyi gitmiyor. Bir şey çıkartacaklar... Ben Rumları hep okşardım. Biz İstanbul'u Rumlardan zapt ettik. Fetih günü onlar matem tutmak ister. Biz tezahürde bulunursak onların hissiyatını rencide ederiz... Ben buna izin vermedim. Hükümet tebaasının hepsinin hissiyatını rencide etmemeye çalışmalı..." (s. 216) Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler 29 Mayıs’ı ‘’Fetih Günü’’ diye coşkuyla kutlamak isterler ya!... Bakın fetih kutlamaları için izin isteyenlere: "Fetih bizim için kutlanacak bir gün, Rumlar için ise matem günü. Tebaamın üzülmesini istemem" diyerek Abdülhamit kutlamalara izin vermiyor.
Abdülhamit "dini taassubu" eleştiriyor, "teceddüd"ü (yenileşmeyi) savunduğunu söylüyor. (s. 116, 176, 269)
Abdülhamit'e göre, keşke askerlikten ziyade ticarete yönelmiş bir millet olsaydık... Sürekli savaşlar bizi cahil ve geri bıraktı. (s. 76, 141)
‘’Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber’’, Sinan KUNERALP, İsis Press, 1999
1922 yılında Milli Mücadeleye karşı olduğu gerekçesi ile öldürülen Ali Kemal'in torunu, 1978 yılında ASALA saldırısından yaralı kurtulan ancak eşini kaybeden Hariciyeci Zeki Kuneralp'in de oğlu olan Sinan Kuneralp bu eserinde II. Abdülhamit’in nazırlarını (bakanları), hariciyecilerini ve bürokratlarını tanıtıyor. Sözü Sinan Kuneralp’in kitabına bırakalım.
Sultan II. Abdülhamit döneminin nazırları, hariciyecileri ve bürokratları:
Hariciye Nazırları;
Aleksandros Karateodori Paşa (1878-1879)
Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)
Hazine-i Hassa Nazırları:
Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891),
Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897),
Ohanes Sakız Efendi (1897-1908)
Maliye Nazırı:
Agop Ohanes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 - Mart 1887) (1888-1891)
Nafia Nazırları:
Ohanes Çamiç Efendi (1877-1878),
Aleksandr Karateodori Paşa (1878)
Sava Paşa (1878-1879)
Orman ve Maadin Nazırları;
Mavrokordato Efendi (1908-1909),
Aristidi Paşa ( 1909)
Ticaret ve Ziraat Nazırları:
Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880)
Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)
Ayan Üyeleri(1876);
Antopolos Efendi Aristarki Bey,
Daviçon Karmona Efendi,
Musurus Paşa,
Serviçen Efendi,
Stoyanoviç Efendi,
Dr. De Kastro Bey,
Mavroyeni Paşa,
Karatodri Paşa,
Abraham Karakahya Paşa
Ayan Üyeleri(1908)
Azaryan Efendi,
Basarya Efendi,
Bohor Efendi,
Fethi Franko Bey,
Gabriyel Noradonkyan Efendi,
Mavrokordato Efendi,
Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi,
Yorgiyadis Efendi,
Aram Efendi,
Popoviç Temko Efendi,
Babıali Hukuk
Gabriel Efendi;
(Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmış, II. Dünya Savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansı’nda da Ermeniler için toprak talep etmiştir…)
Büyüekelçiler:
Atina: Fotiades Bey ve Gobdan Efendi
Belgrad: Azaryan Efendi
Brüksel: E. Karatodri Efendi
Bükreş: Blak Bey
Lahey: Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi
Londra: K. Musurus Paşa, Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa
Paris: Naum Paşa
Roma: S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey
Sofya: Nikola Gobdan Efendi
Viyana: A. Vogorides Paşa
Washington: L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey
Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi..
İllerde de valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.
Şarkî Rumeli Valileri: Sava Paşa, Aleko Vogorides Paşa, Gavril Paşa Hristoiç, Alexandre de Battenberg, Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,
Sisam Beyleri: Mişel Gregoriyadis Bey, Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa, Yorgi Yorgiadis Efendi, Andrea Kopasis Efendi,
Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları: Vasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko Paşa
Görüldüğü gibi maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi II. Abdülhamit vardır…
Türk Dil Kurumuna bir Ermeni dilbilgisi uzmanı olan Agop Dilaçar’ı, o da sadece Genel Sekreter olarak atadı diye ki, adam zaten Osmanlı memurudur, 100 senedir Atatürk'e demediğini bırakmayan II. Abdülhamit’i bilmeden II. Abdülhamit tarafgirliği yapan hayranlarına ne demeli?
(Agop Dilaçar; Mustafa Kemal'e, ‘’Atatürk’’ soyadının verilmesini, TBMM’ye teklif eden kişidir. Ayrıca Türkçe’ye yaptığı katkılardan dolayı da 1934 yılında, soyadı kanunu çıkınca, ‘’Martayan’’ soyadını bırakarak Atatürk'ün kendisine teklif ettiği ‘Dilaçar’ soyadını alır. Agop Dilaçar, Ermenice ve Türkçenin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilir.)
Tarihi yerinde ve geride bırakıp gelelim günümüze…
TRT’de geçen senelerde yayına başlanan ‘’Payitaht Abdülhamit’’ dizisinin ilk bölümünde geçen bir sahne vardı. Abdülhamit, İngiliz İmparatorluğu’nun en görkemli Kraliçe Victoria döneminde yapılan bir anlaşmayı yırtıp bir de İngiliz elçisinin suratının orta yerine bir Osmanlı tokadı konduruyor. Elçi yere seriliyor. Abdülhamit’i anlatan hiçbir kitapta böyle bir sahne yoktur. Kaldı ki Abdülhamit devlet işlerinde protokol kurallarını önemseyen bir padişahtır.
Eh.. Ne yapsınlar… Vatan toprağı Süleyman Şah türbesini koruyamayanlar, Ege adalarını Yunanlılara kaptıranlar, Irak ve Libya’nın parçalanmasında, Suriye'nin karıştırılmasında Haçlı ordusuyla işbirliği yapanlar, tüm komşularıyla kavgalı olanlar, Suriye'de fetih peşinde koşanlar, Merkel’in, Macron’un, Trump’ın, Suudi Kralı'nın ricalarına kayıtsız kalamayanlar sanal da olsa bir paye peşinde koşuyorlar.
Görüldüğü gibi Tarihi “anlamaya” çalışarak ve ''anlayarak ders çıkarmak'' yerine, sanal da olsa tarihi çarpıtıp, önyargılarla egolarını tatmin ederek, toplumun sanal da olsa gazını alarak açıklarını kapatmaya çalışıyorlar. İnsanlarımızın zihinlerini analitik düşünceyle harekete geçirecek araştırmalara yönelteceklerine, onları önyargılara, kült ve idollere hapsederek zihinlerini boğmaya çalışıyorlar.
Girişte de vurguladığım gibi toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.
Sadece Abdülhamit’i değil, toplumsal alanda tartıştığımız her konuyu; okumadan, araştırmadan, analiz edip mukayese ve muhakeme etmeden, hamasetten bilgi seviyesine gelemeden ve neticede de rasyonel, metodik ve analitik düşünemeden önyargı ve duygularımızdan beslenerek anlamaya çalışıyoruz… Keşke anlamak bu kadar kolay olsaydı? Hiç unutmam, gençliğimde çoook çok uzaklarda bir yerlerde bir gün bana hiddetle şöyle söylemişti Şehriyar: ‘'Her şeyi bildiğini sanmayı anlarım, toyluktur ama her şeyi anladığını sanmak! Bunu anlayamam çünkü bu salaklıktır.''
Eğer bu eksikliklerimiz olmasaydı işte o zaman anlardık Osmanlı’yı da, Abdülhamit’i de, medreseleri de, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, Lozan’ı da, Musul’u da, içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye kaldırmak istedikleri öğrenci andını da…
''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler… Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir… Hele hele bir de bilmediğiniz tarihi çarpıtıyorsanız, siyasi emellerinize alet ediyorsanız eğer geleceğiniz karanlık demektir…
‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur’’ derdi Cevdet Paşa.
Benden söylemesi…
Osman AYDOĞAN
General Lukullus
26 Haziran 2020
Roma İmparatorluğunun ismi pek bilinmeyen bir generali ve aynı zamanda senatörü vardır: Lukullus. Asıl adı; Lucius Licinius Lucullus. MÖ 117 – 57 yılları arasında yaşamıştır. Hakkında yazılan tek eser orta dönem Platoncularından olan Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus (MS 46 - 120)’un yazdığı ‘’Lukullus’’ isimli eseridir. Türkçeye çevrilmemiştir.
General Lukullus; Roma birliklerine komuta etmiş, büyük fetihlerde bulunmuş, büyük zaferler kazanmış, Pontus Krallığını fethederek Roma'ya bağlamış, bunun dışında Roma İmparatorluğu için 53 şehir fethetmiş ancak seferleri sırasında elde ettiği ganimetlerle oluşan zenginliği ve verdiği cömert ziyafet sofraları ile meşhur olmuştur. Plutarchus eserinde, General Lucullus'un hayatının sonuna doğru aklını yitirdiğini, aralıklı olarak yaşlandıkça delilik belirtileri geliştirdiğini yazar.
Lukullus'un Sorgulanması
20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Bertolt Brecht’in General Lukullus’u konu alan kısa bir didaktik radyo oyunu vardır: ‘’Lukullus'un Sorgulanması’’ (Almanca orijinal adı: Das Verhör des Lukullus) . (Mitos Boyut Yayınları, 1998) Bu eser Bertolt Brecht tarafından yazılan ilk ve tek radyo oyunudur.
Brecht, bu oyunu Adolf Hitler’in orduları, artık neredeyse bütün Avrupa kıtasına yayıldığı, tüm Avrupa’yı fethettiği yıl olan 1940 yılı Kasım ayında sürgünde olduğu İsveç’te yedi gün içerisinde yazar. Ancak eser İsveç Stockholm radyosunda yayınlanmaz. Brecht’in ricası üzerine 12 Mayıs 1941 yılında ilk olarak İsviçre’de Radyo Sender Beromünster üzerinden yayınlanır.
Brecht bu oyunu Hitler'i kastederek yazar. Ancak komünist otoriteler oyunda Stalin kastediliyor vehmiyle bu şekliyle oyunu yasaklarlar. Bu yasak Brecht'in sahneleri yeniden incelemesine ve başlığının da ''Lukullus'un Mahkûmiyeti'' olarak değiştirmesine sebep olur.
Bu metin Alman besteci ve orkestra şefi Paul Dessau tarafından müzikal oyuna çevrilir. Eser 2009 yılında ise Fransız Rejisör Jean-Marie Straub tarafından filme de çekilir.
Brecht’in “Lukullus’un Sorgulanması” isimli bu eseri, işte anlatılan bu Romalı Senatör ve General Lukullus’un vefatından sonra öbür dünyadaki sorgulanmasını konu alır.
Brecht'in eserinde geçen öykü kısaca şu şekildedir:
Öbür dünyada bu büyük Roma generali General Lukullus'un ''kutsanan alanlara'' mı yoksa ''hiçliğe'' mi gideceğine karar verecek ve bunun için General Lukullus’u sorgulayacak olan mahkeme heyeti teşkil edilir. Mahkeme heyeti halkın çeşitli kesimlerinden ancak alt tabakadan gelen kişilerden oluşmaktadır. Heyet; bir çiftçi, bir öğretmen, bir balıkçı kadın, bir fırıncı ve bir fahişeden oluşmaktadır. Mahkemede General Lukullus'un katafalkındaki şahitleri çağırmasına da izin verilir…
Mahkemede sorgu esnasında kendinden emin olan General Lukullus, her birinin öyküsü kitlelerin kanlarına mal olmuş zaferlerini sayıp dökmeye başlar. Sonuçtan hiç kuşku duymamaktadır. Anlattığı her bir zaferi, onu sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaştıracak, öldü diye bir ‘’hiç’’ olma yazgısından da bir adım daha uzaklaştıracaktır.
Mahkemede ilk dinlenilen dört kişi ülkelerindeki insanları öldürdüğü ve ülkelerini parçalaması nedeniyle General Lukullus’u suçlarlar. Ancak General Lukullus bütün bunları ülkesi için, Roma için yaptığını söyler ve zaferlerini anlatır.
Fakat Lukullus’un hiç beklemediği bir şey olur. Anlattığı her zaferinin ardından, yüzlerindeki umursamazlık ifadesi hiç değişmeyen mahkeme heyetinin ağzından koro halinde tek bir karar çıkar: “Onunla birlikte hiçliğe gitsin!” (Ins Nichts mit ihm!)
General Lukullus dehşete kapılmıştır. Roma’yı görkeminin doruklarına taşımış onca zafer karşısında mahkeme nasıl bunca kayıtsız kalabilir?
Mahkemede tanıklar da dinlenmektedir. Tanıklardan ikisi aşçısı ve çiftçisidir. Aşçısı General Lukullus’un çok iyi yemek yaptığını söyler. Çiftçisi ise, generalin savaşlarından birini anlatırken şöyle der: “Hatta General Lukullus, Anadolu’ya yaptığı seferinden dönüşünde Roma’ya bir de kiraz ağacı fidanı getirmişti. Kiraz ağaçlarımız ondan sonra oldu…” (Görüldüğü gibi kiraz ağaçları tüm Avrupa’ya Anadolu’dan yayılmıştır!...)
Bu söz üzerine yargıçlar birden canlanırlar. Tanığa sözünü yineletirler. Ne yani, General Lukullus, o savaşından dönerken Roma’ya bir de canlı mı getirmiştir? Canlı kiraz ağacı fidanının Roma’ya getirilmesi, General Lukullus’un zaferlerle dolu hayatının kayda değer ve insanca tek sevabı olarak tutanaklara geçirilir…
Ancak General Lukullus’un Anadolu’dan getirttiği kiraz ağacı dışında her şey onun karşısındadır bir de aşçısının söylediği gibi iyi yemek pişirme ile ilgili deneyimi vardır.
Mahkemenin sonunda General Lukullus ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilir...
Eserde General Lukullus’un şahsında kastedilen ister Hitler olsun, ister vehmedilen Stalin olsun, eserde anlatılmak istenilen; insana, cana, canlıya, duyguya, ruha, hisse, hayata ve yaşama dokunamayan bütün diktatörlerin, bütün politikacıların, bütün yöneticilerin, bütün insanların, kısaca bütün bedbahtların akıbetinin ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilmek olduğudur...
Osman AYDOĞAN
Sakallı Celâl
25 Haziran 2020
Sakallı Celâl (1886 –1962) olarak bilinen bir düşünürümüz vardır. Babası II. Abdülhamit’in Bahriye Nazırı Hüseyin Avni Paşa'dır. Galatasaray Lisesi mezunudur. Sağlıklı, güçlü, hazırcevap, esprili, kültürlü, içten, bekar, bakımsız, derbeder ama yerine göre titiz, babacan, ütopik-sosyalist- bir meczuptur... Hep kendisini arayan aydın bir filozoftur.
Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet, Ali Yar (Ordinaryüs Profesör) , Haldun Taner ve Ali Sami Yen bulunmaktadır. Nâzım Hikmet’ten ‘’öğrencim’’ diye bahseder. Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli gibi pek çok şair ve yazar da çevresinde yer alır…
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra okul müdürü Tevfik Fikret tarafından öğretmen yardımcılığına getirilir. Bir süre sonra da Tevfik Fikret'in ön ayak olmasıyla Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset bilimi tahsili yapmaya gönderilir. Fakat Fransa tahsilini yarıda bırakarak yurda döner. Yurda döndükten sonra da öğretmenlik, okul müdürlüğü, Aydın’da fabrika işçiliği, çöpçülük, hamallık gibi işlerde çalışır. Paraya pula hiç önem vermez. Öyle ki Galasaray Lisesi’ndeki öğretmen vekilliği döneminde çocuklara askıdaki ceketini göstererek ‘’Parası biten cebimden alabilir’’ der…
Değişik yazarlar, değişik kitaplarında kendisinden bahseder ancak böylesine değerli bir filozofumuzu da günümüze aktaran tek bir eser vardır. O da gazeteci, yazar ve araştırmacı Orhan Karaveli tatarından yazılan "Sakallı Celâl - Bir 'Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam Öyküsü" (Doğan Kitap, 2007) adlı kitaptır.
Galatasaray Sultanisi'nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret'in, "Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin" dizesinde ifade edilen prensibe ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca sadık kalarak yaşar… Orhan Karaveli’nin kitabından İşte bu yaşam ilkesinin nasıl yaşandığını anlatan bölümler sunmak istiyorum:
Hayatından bölümler
Sakallı Celâl, 1886 yılının kazma kürek yaktırdığı bir Mart gününde Miralay Hüseyin Hüsnü Paşa ve Ayşe Melek Hanımın üçüncü oğlu olarak dünyaya gelir. Çevresine biraz tepeden bakan annesi ile Celâl’in yıldızı hiç barışmaz. Çocukken annesinin ‘’paşa hanımı’’ tavırlarına sinirlendiği için makam faytonunda kendini arabacı askerin yanına atıp, annesini utandırırdı. Zaten sonraları annesi için ‘‘askerler, babama selam durduklarından daha çok anneme selam dururlardı! Benim annem Abdülhamit’in dişisidir’’ der.
Devlet memuru olamayacağını anlayıp çareyi Aydın’da incir fabrikasında çalışmakta bulan Celâl, burada da rahat edemez. İşçilere yardım ettiği gerekçesiyle komünist olduğu düşünülür ve evi basılır. Kitapları ve eşyaları talan edilen sakallı Celâl, polise ne aradıklarını sorunca “Fakir işçilere yardım ediyormuşsun! Yani komünistmişsin! Biz de bunun belgelerini arıyoruz” yanıtını alır. Celâl bey, işaret parmağıyla kafasını göstererek “aradıklarınız burada” yanıtını verir. Polis duvarda duran Karl Marx portresini sorunca ‘’Rahmetli Babam’’ diye cevaplar.
Sakallı Celâl, hayatı boyunca kimseden yardım almaz. Rivayete göre gösterişli görünmemek adına bilerek eskittiği paltosu, içine kitaplarını doldurduğu çuvalı ve ‘‘özgürlük’’ olarak nitelendirdiği sakalıyla kendi yağı ile kavrulur. Dönemin tüm düşünür, yazar ve profesörleri tarafından el üstünde tutulur. Rasih Nuri, hocası olan Profesör Kerim Erim ile birlikte yürürken, Erim’in yoldaki bir çöpçünün elini öptüğünü ve bu kişinin Sakalı Celâl Bey olduğunu söyler…
Sakallı Celâl komünist enternasyonalin dördüncü kongresine dönemin Türkiyeli komünistlerini temsil edenlerden biri olarak katılır...Sakallı Celâl; İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör ve Sadrettin Celâl ile birlikte kominternde Sovyet delegasyonuyla derin sohbetlere girer ve Sovyet temsilcilerini hayretler içinde bırakan bir bilgi sunar. Sadrettin Celâl’de bir dönem Türkiye sosyalist hareketinin önde gelen aydınlarından biri ve partinin liderlerindendir. Türk delegasyonunda Marksizm’e en fazla vakıf olan Sadrettin Celâl ise ikincisi de Sakallı Celâl’dir. Bu konudaki bilgileriyle zaman zaman kendileri kadar bilgili olmayan Sovyet muhataplarını şaşırtırlar ve kıvrak zekâsıyla sakallı Celâl durumu şöyle kurtarır: ‘’Devrim sizin ülkenizde yapıldığı halde Marksizm’i bizlerden az biliyorsunuz diye üzülmeyin. Siz gece gündüz çalıştığınız için okumaya vakit bulamamışsınız. Sizin kadar çalışmadığımızdan biz de oturup bol bol Marksizm’e kafa yormuşuz. Hepsi bu!"
Haldun Taner bir yazısında ondan şöyle bahseder: ‘’…Celâl Bey, bahriye mektebi nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Mekteb-i Sultani mezunu olduğunu sık sık unutup ve unutturup herhangi bir sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı. Ankara vapurunun ünlü süvarisi Şefik Kaptan bana ön güvertede halatları saran sakallı bir çımacının kendisine Lamartin’in ‘le lac’ şiirini ezbere okuduğunu anlatmıştı. Bu kadar güzel Fransızca bilen bu çımacıyı o güne kadar hiç görmediği için baş çarkçıya sormuş, o da bu sakallı zatın İstanbul’dan İzmir’e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık yapmak istediğini anlatmıştı. Celâl Bey’in, istese bu kadarcık parayı dostlarından borç alması işten değildi. Ama öyle esmiş, öyle yapmıştı. Böyle oyunlara bayılırdı…”
Öğrencisi Mahir İz ondan bir hatıra nakleder: ‘’Bir gün Sakallı Celâl’e Kadıköy vapurunda rastlamıştım. ‘Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?’ diye sordum. Bana, ‘sen hiç tiyatroya gitmedin mi?’ diye sorup devam etti: ‘Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de öyle. Yaşasın cumhuriyet rolünden ibaret’ diye karşılık verdi!”
Sakallı Celâl Ankara Erkek Lisesi Müdürüdür. Okulun lağımı patlar. Durum bakanlığa iletilir ama bakanlıktan "durumun idare edilmesi…" yolunda bir cevap gelir. Sakallı Celâl iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celâl’i o halde görünce bakanlığa ; "makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü." diye rapor eder. Çok geçmeden bakanlık Sakallı Celâl’e bir yazı yazarak: "niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?" diye sorar. Sakallı Celâl de doğrudan bakanlığa çıkar ve ilgiliye der ki: "Lağım patladı dedik, 'idare et' dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?"
Vasiyeti
Orhan Karaveli'nin kitabında Sakallı Celâl’in vasiyeti şu şekilde yer alır:
"Bugün Teşrinisaninin on biri. Saat dörde çeyrek var. Fabrikadayım. Bugün kendimi pek çok hasta hissettim. Ölmek ihtimali hissettim. Ölmeden evvel şu satırları yazıp cebime koymaya karar verdim. Öldükten sonra bulursanız ricamı yerine getiriniz:
Mustafa Kemal'i seviyorum. Tatmin edilmeyen iştiyakımla ölüyorum. O'nu öpmek ve koklamak isterdim. Darülfünun, muallimlerinden Ali Yar'ı daima sevdim. Aziz hatırasıyla daima tenzih-i ruh ettim. Ayrılmak istemezdim. Mizyal ismini verdiğim Belkıs'ı daima severim. Beni bir zamanlar hakikaten sevmiş idi. Kendisini ben daima sevdim ve seviyorum. Ruhumun acılarından birisi de kendisiyle birlikte yaşamış bulunmaktadır. Celâl (imza)
Bu kâğıdı ya şahıslara bildiriniz yahut gazeteye bastırınız. Ta ki muttali olsunlar. Celâl (imza)"
Sevgi dolu bir insanın vasiyeti ancak bu kadar olur diyor insan!
Sözleri
Sakallı Celâl ardında yazılı bir eser bırakmamıştır. Aslında bu düşünürümüzü benim anlatımımla tanımıyorsunuz. Önceden de tanırdınız kendisin! Kaynağını bilmeden sıklıkla kullandığımız her daim güncel olan sözlerin sahibidir kendisi. Bu sözlerden birkaçı şunlardır:
“Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”
“Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.”
“Tanzimat ilan ettik, olmadı. Meşrutiyet ilan ettik olmadı. Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Biraz da ciddiyet ilan etsek!’’
“Hiç bir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiç bir Türkçünün de Türk olduğu görülmemiştir.”
“İnsanoğlunda zekâ, midyedeki inci gibidir. Hepsinde bulunmaz.”
"Bastonunu yere çaksan filiz veren bu bereketli ülkede biz, aç kalma mucizesini de becerebilmiş bir milletiz."
Bu ülkenin aydınları için "körler ülkesinin şaşıları" diyen de oydu.
Ahmet Haşim onun için: ''... Celâl'in söyledikleri, karanlık bir gecede çakan şimşekler gibiydi...'’ derdi…
Sakallı Celâl 1962’de beyin kanamasından hayata veda eder. Mezar taşında kimseciklerin bilmediği soyadıyla yazılıdır: ''Celâl Yalınız'' Zaten o da bu fâni dünyada soyadı gibi yalınızdı…
Ve mezar taşında adının altında da ömrü hayatını özetleyen şu ifade yazılıdır: ‘’Bağban bir gül için hizmetkâr olur’’
Allah rahmet eylesin…
Osman AYDOĞAN
Adalet
24 Haziran 2020
‘’Adalet’’ konusunda Prusya Kralı Büyük Friedrich’in, Potsdam Ormanlarındaki değirmenci hikâyesini biliriz… Kendi değerlerimizden Fatih’in adaletini, Hz. Ömer’in adaletini de biliriz de içeriğini, anlamını, ağırlığını aslında pek bilmeyiz…
Teee eski zamanlardan Aristoteles söylerdi; ‘’Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.’’ Aristoteles göre, herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir… Ne yazık ki günümüzde artık hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluk adalet için yeterli değildir… Günümüz hukuk sistemi artık 19. yüzyıldan kalma düşünce sisteminden ve 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemlerinden tamamıyla farklıdır…
Günümüzde 19. yüzyıldan kalma anlayışla hukuk icra eyleyerek yasaları uygulamak ‘’adalet’’ dağıtmak demek değildir. Yönetimler adil olmayabilir… Yasalar adil olmayabilir... Yargıç yasaları birebir uygulayan kişi değildir. Eğer yargıç, birebir yasaları uygularsa çok zalim olmuş olabilir. Yargıç herhangi bir olayda yasayı, kanunu, yönetmeliği, yönergeyi uygularken, durumun özelliklerini gözeterek, yasaları yorumlayarak adaleti uygulamalıdır, yasaları, kanunları birebir tatbik ederek değil…
Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir... Ancak ne yazık ki günümüzde yasaları uygulayacak olan yöneticiler alenen yasaları çiğneyebilmekteler.... Tıpkı YSK’nun yasanın açık ve net hükmüne rağmen, kendisini yasama erki yerine koyarak mühürsüz oyları geçerli sayabildiği gibi… Mahkemeler ise; FETÖ’nin ağababaları, FETÖ’ye ne istediyse verenler, FETÖ’yü himaye edenler ve Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel peşkeş çekenlerin bir kısmı devletin en üst kademesinde mevki - makam işgal ederken, bir kısmı da dışarıda gerim gerim gerinerek gezerken hiçbir şeyden habersiz emir kulu erler ve askerî öğrencileri ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edebilmekteler.
Baransu'lar devletin gizli belgelerini bavul bavul medyaya servis ederken, devletin kozmik odasına dünyanın en büyük casusluk örgütünü sokarken seyreden mahkemeler, Müyesser Yıldız'ı bir astsubayla görüşmesi nedeniyle casus diye tutuklayabilmekteler...
Cumhurbaşkanı ''Libya'da birkaç şehidimiz var'' diye açıklama yaparken, Teşkilat-ı Mahsusa kendi şehidine çelenk gönderirken bunu devlet sırrını ifşa olarak görmeyen mahkemeler bunu haber yapan gazeteci devletin gizli sırrını ifşa etti diye tutuklayabilmekteler...
FETÖ'ye yıllarda salya sümük methiyeler düzenleri, teee ABD'ye kadar gidip el yaka öperek FETÖ'den talimat alanları, FETÖ ile işbirliği yapanları, FETÖ yoldaşlarını görmezden gelen mahkemeler yedi yıl önce attığı Twetler yüzünden muhalif partinin bir il başkana hüküm giydirebilmekteler...
Bunlar hukuk değildir… Bunlar adalet değildir... Bunlar Aristoteles'in teee Antik Çağ'dan söylediği, tanımladığı, anlattığı adalet değildir... Güçlüleri koruyup güçsüzleri korumayan bir hukuk düzeni hiçbir şekilde adaletli olamaz...
Gelelim ‘’adalet’’in önemine…
Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Hele bu adalet duygusu devlet eliyle yok edilirse çöküntü çok daha büyük olur.
Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…
Yöneticiler, iktidar sarhoşluğuyla; şöhret, servet ve adaletsizlikte azdıkları zaman, ülkenin başını belaya sokarlar. Çünkü o zaman; kamu mallarını yandaşlarına peşkeş çekmeye, devlet kadrolarını ehliyetsiz dalkavuklara teslim etmeye, kendilerini savcı ve yargıç yerine koymaya, hukuku ihlal etmeye, her şeyi kendisinin bildiğini zannetmeye, ben yaptım oldu demeye ve diktatörleşmeye başlarlar. Bu durum, yöneticileri; gaflet, dalalet ve hatta hıyanet bataklığına sürükler. Onları azdıran ise; halkın ilgisizliği, cehaleti, demokratik tepkisini göstermekten korkması, sözde aydınların satılmışlığı, medyanın yandaşlaşması, iş adamlarının yalakalaşması, üniversitelerin yozlaşması ve sivil toplum örgütlerinin korkaklaşması ve sendikaların suskunlaşmasıdır. Bir memlekette hukukçular ve basın susarsa veya susturulursa o ülkede adaletten söz edilemez.
Bir ülkenin yöneticilerinin kitabında demokrasi, yazmıyorsa, özgürlükler yazmıyorsa, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, özgür medya kısaca demokrasiyi demokrasi yapan hiçbir değer bir ülkenin yöneticilerinin kitabında yazmıyorsa o ülkede zaten ‘’adalet’’ ölmüş demektir…
Adaletin öldüğü böylesi bir ülke ise; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirilir… .
Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ Tarihin, hukukun ve adaletin dışına, siyasetin ise içine düşmüş hukukçuların kulaklarında küpe olacak sözlerdir bu sözler…
Ben gevezelik ettim (zaten hep öyleyimdir) ama şu Hadis-i Şerif benim baştan beri anlatmak istediklerimi çok kısaca ve özlüce anlatmış zaten: “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesad kaplar.”
Âhir zaman içerisindeyiz zaten... Etrafta ne âlim kaldı ne de hâkim... Bozuldu hepsi... Etrafta bozulmayan ne âlim ne de hâkim kaldığı ve ortalığı fesad kapladığı içindir ki zaten; elin gâvuru ''Berlin'de hâkimler var'' diye yarınına güven duyup huzur içerisinde uyurken biz de insanlar ''Allah hâkime düşürmesin'' diye dua edip geceyi uykusuz geçirip yarınlardan endişe ediyorlar... Ve muhtemel olarak da sebep olanlara ''zulmün artsın da tez zeval bulasın'' diye dua ediyorlardır...
Eğer;
Eğer; yasa koyucu, silahlı güç sahibi, silahsız güç sahibi, siyasi güç sahibi, yerel yönetici, bürokrat, medya ya da topluluğun öyle gördüğü kişi gitgide evrensel yanlışa gidiyor, Hakk’tan, haktan, halktan ve hukuktan uzaklaşıyorsa... Eğer ülkede doğru ve yanlış arasındaki sınır her zaman "kime göre, neye göre" ifadesiyle belirsizleşiyorsa... Eğer siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem vali ve hem polis oluyorsa... Eğer medya penguenleştirilerek maymunlaştırılıyorsa... Eğer medya yandaş, yalaka, yavşak, yılışık ve yalancı oluyorsa… Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, medya kısaca güç sahipleri yozlaşıyorlarsa... Eğer adaleti uygulayacak olan mahkemeler adaleti dağıtmıyorlarsa, adaleti uygulamıyorlarsa: Hukuka, hukuk mekteplerine, mahkemelere, yargıça, savcıya da gerek yoktur. İlkel kabilelerde olduğu gibi reis veya onun yetki verdiği birisi beğenmediği basın mensubunu, gazeteciyi, beğenmediği düşünürü, yazarı, çizeri, beğenmediği siyasetçiyi veya gözüne kestirdiği kişiyi uçurumdan aşağı itsin daha iyidir. O kadar zamana, masrafa, israfa ve adalet saraylarına gerek yoktur. Hukuk varmış, adalet varmış, demokrasi varmış gibi yaşamaya gerek yoktur.
Çünkü ''mış'' gibi yaşamak yaşamın en rezilcesidir...
Osman AYDOĞAN
Ludwig Wittgenstein ve ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’
23 Haziran 2020
Dünkü yazımda Oruç Aruoba’yı anlatırken, dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarından olan Ludwig Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’ (YKY, 1996)’u Almancasından Oruç Aruoba’nın çevirdiğini yazmıştım…
Hem Wittgenstein’ı hem de onun tek eseri ‘’Tractatus’’u anmışken Wittgenstein’ı ve ‘’Tractatus’’u artık yazmasam, anlatmasam olmazdı… Bu aynı zamanda Oruç Aruoba’nın bize bir nasıl eser kazandırdığını anlamamız için de önemliydi…
Şimdi gelelim konumuza… Önce yazarını, sonra da eserini anlatmak istiyorum:
Ludwig Wittgenstein
Tam adı: Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır (26 Nisan 1889-29 Nisan 1951) Avusturyalıdır. Dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunur… Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan ‘’Tractatus logico-philosophicus’’ isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, Ludwig Wittgenstein, çeviri: Oruç Aruoba, YKY, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Ludwig Wittgenstein, Metis Yayınları, 2008)
Kendisine doktorasını sağlayan Tractatus'un yayınlanmasıyla felsefenin bütün problemlerini çözdüğüne inanır, çalışmalarını bırakır ve ilkokul öğretmenliği, bir manastırda bahçıvanlık ve kızkardeşinin Viyana'daki evinin mimarlığı gibi çeşitli işlerle ilgilenir.
Daha sonra, 1929'da, Cambridge'e dönerek bir öğretim görevi üstlenir ve daha önceki çalışmalarını gözden geçirir.
Verdiği unutulmaz konferanslardan birinde, Karl Popper'i uzun bir maşayla tehdit eder.
Birinci Dünya Savaşı sırasında en tehlikeli görevlere gönüllü olarak katılır. Korkunun, dünya üzerindeki varlığımız hakkında yanlış düşünmemizden kaynaklandığı inancındadır. Siperlerde Tolstoy'u, Schopenhauer'ı ve Nietzsche'yi okur.
Norveç'te tek başına iki yıl yaşama kararından sonra onu caydırmaya çalışan Russell'a, ‘’akıllı insanlarla konuşarak akıl fuhuşu yaptığı’’ karşılığını verir. "Orada karanlıklar içinde kalacağını söyledim," diye anlatıyor Russell, O da bana ‘’ışıktan nefret ettiğini’’ söyledi. Bunun üzerine, ona ‘’deli olduğunu’’ söyledim, o da bana: ‘’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’' diyerek karşılık verdi diye anlatır Russell.
Ölümünden sonra yayınlanan ikinci şaheseri ''Felsefî Soruşturmalar'' ile zirvesine ulaştığı yeni bir felsefî yöntem ve lisan anlayışı geliştirir. (Felsefi Soruşturmalar, Metis Yayınları, 2007)
İngiliz yönetmen Derek Jarman tarafından Ludwig Wittgenstein’ı anlatan ‘’Wittgenstein’’ isimli bir filmi yapılmıştır. İrlanda asıllı İngiliz edebiyatçı ve yazar Terry Eagleton, ‘’Azizler ve Âlimler’’ adlı romanında (Agora Kitaplığı, İstanbul, 2003) Wittgenstein'ı karakter olarak canlandırır ve romanda Bertrand Russell ile olan tartışmalarına yer verir. Wittgenstein’i en iyi anlatan Ray Monk’un ‘’Wittgenstein, Dâhinin Görevi’’ isimli 848 sayfalık biyografik eseridir. (‘’Wittgenstein, Dâhinin Görevi’’, Ray Monk, Kabalcı Yayınevi, 2005)
Wittgenstein’in görüşleri
Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın düşüncesinin merkezinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.
Wittgenstein bu bağlamda iki temel sorunun gündeme geldiğini söyler: Dilin dünyayla olan ilişkisi nedir? Dilin düşünceyle olan ilişkisi neden meydana gelir?
Wittgenstein bilginin temelinde mantığın olduğunu ve bilginin sınırlarını da yine mantığın belirlediğini söyler. Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir;
"Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür."
"Dil, yollardan oluşan bir labirenttir. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık."
"Dil dünyayı resmeder."
Çevresine verdiği şu tavsiyeler unutulmaz;
‘’Bir başkasının derinlikleriyle sakın oynama!"
"İnsan, kafasının içini boş şeylerle doldurmamalı."
‘’Felsefe alanında yarışı kazanan, en yavaş koşmasını becerebilen kişidir. Ya da: Varış noktasına en son ulaşan kişidir. Filozofların birbirlerini şöyle selamlamaları gerekir: `Ağırdan al!' "
‘’Felsefe üzerinde çalışmak, insanın öncelikle kendi üzerinde çalışması anlamına gelir. İnsan hangi noktaya erişmişse, ancak o düzeyde yazabilir.’’
‘’Kendi yaşamını düşünmek ya da düşünmeye çalışmak, mantık problemlerini çözmekten hem daha zor, hem daha dürüst bir davranıştır. Bir insan bile olamadıktan sonra, mantıkçı olmak neye yarar?"
‘’Ün peşinde koşma özlemi, düşüncenin ölümüdür.’’
Şimdi Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus’’u analatabilirim…
Tractatus Logico-Philosophicus
Girişte bahsettiğim gibi Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus’’ 1921'de Wittgenstein Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanır. Bu eserin başına da Bertrand Russell bir giriş yazısı yazar…
Bertrand Russell'in Tractatus için yazdığı bu giriş yazısı Tractatus’un bütün orijinal baskılarında bulunurken ne yazık ki Oruç Aruoba’nın çevirisini yaptığı baskılarda bu giriş yazısı yer almaz. Oruç Aruoba’ya göre bunun nedeni de Wittgenstein’ın, Bertrand Russell'in bu giriş yazısını beğenmemiş olmasıdır…
Neyse gelelim Tractatus’a…
Tractatus’u anlatırken felsefî bir kavramı anlatmada tercümenin yetersiz kalacağını düşünerek Wittgenstein’in orijinal Almanca sözlerini de parantez içinde yazdım. Zaten kitap sayfalarının da bir tarafı Türkçe diğer tarafı kitabın orijinal haliyle Almancadır. Almanca bilenler Almancasından takip ederlerse Wittgenstein’i daha iyi özümseyeceklerdir.
Tractatus, felsefenin belirli bir dönemine son noktayı koyar; filozofun kendine göre bile, felsefe "tükenmiştir" artık. Çünkü "üzerinde konuşulamayan konusunda ‘’susulmalı"dır. Bu ifade Tractatus'ta son cümledir.
Tractatus bu cümleyle biter; "üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı."
Tractatus'un girişindeki cümle de şu şekildedir; "Dünya şeylerden değil, olgulardan oluşur."
Wittgenstein, Tractatus’un önsözüne şöyle başlar;
‘’Bu kitabı belki de bir tek, içinde dilegelen düşünceleri – ya da benzer düşünceleri – kendisi de zaten bir kez düşünmüş birisi anlayacak.’’ (Dieses Buch wird vielleicht nur der verstehen, der die Gedanken, die darin ausgedrückt sind – oder doch ähnliche Gedanken – schon selbst einmal gedacht hat.)
‘’Kitabın bütün anlamı, şuna benzer bir sözde toplanabilir: Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulmayan konusunda da susmalı.’’ (Man könnte den ganzen Sinn des Buches etwa in die Worte fassen: Was sich überhaupt sagen lässt, lässt sich klar sagen; und wovon man nicht reden kann, darüber muss man schweigen.)
Tractatus’ta Wittgenstein kısaca şunları söyler;
‘’Toplam gerçeklik dünyadır.’’ (Die gesamte Wirklichkeit ist die Welt.)
‘’Olguların tasarımını kurarız.’’ (Wir machen uns das Bilder der Tatsachen.)
‘’Tasarım bir olgudur.’’ (Das Bild ist eine Tatsache.)
‘’Tasarım, gerçekliğin bir taslağıdır.’’ (Das Bild ist ein Modell der Wirklichkeit.)
‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ (Das logische Bild der Tatsachen ist der Gedanke.)
"Bir olgu bağlamının düşünebilir olması" şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz. (‘’Ein Sachverhalt ist denkbar’’ heisst: Wir können uns ein Bild von ihm machen.)
‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ (Die Gesamtheit der wahren Gedanken sind ein Bild der Welt.)
‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir.’’ (Der Gedanke enthält die Möglichkeit der Sachlage, die er denkt.)
‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’ (Was denkbar ist, ist auch möglich.)
‘’Mantıksız olan hiçbir şeyi düşünemeyiz, çünkü o zaman mantıksız düşünmemiz gerekirdi.‘’ (Wir können nichts Unlogisches denken, weil wir sonst unlogisches denken müssten.)
‘’Düşünce anlamlı tümcedir.’’ (Der Gedanke ist der sinnvolle Satz.)
‘’Tümcelerin toplamı dildir.’’ (Die Gesamtheit der Sätze ist die Sprache.)
‘‘Dil düşünceyi örter.‘‘ (Die Sprache verkleidet den Gedanken.)
‘‘Bütün felsefe dil eleştirisidir.‘‘ (Alle Philosophie ist Sprachkritik.)
‘‘Düşünülebilir herşey, açık düşünülebilir. Söylenebilir herşey, açık söylenebilir.‘‘ (Alles was überhaupt gedacht werden kann, kann klar gedacht werden. Alles was sich aussprechen lässt, lässt sich klar aussprechen.)
‘‘Gösterilebilir olan, söylenemez.‘‘ (Was gezeigt werden kann, kann nicht gesagt werden.)
‘‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imgeler.‘‘ (Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.)
‘‘Düşünemediğimizi, düşünemeyiz; o zaman, düşünemediğimizi söyleyemeyiz de.‘‘ (Was wir nicht denken können, das können wir nicht denken; wir können also auch nicht sagen, was wir nicht denken können.)
‘‘Ben dünyamım.‘‘ (Ich bin meine Welt.) (Der Mikrokosmos) (Bu noktada Wittgenstein; Abderalı Demokritos, Giordano Bruno, Muhyiddin ibn-i Arabî ile aynı safta yer alır.)
‘‘Gördüğümüz her şey başka türlü de olabilirdi.‘‘ (Alles, was wir sehen, könnte auch anders sein.)
‘‘Betimleyebildiğimiz her şey başka türlü de olabilirdi.‘‘ (Alles, was wir überhaupt beschreiben können, könnte auch anders sein.‘‘
‘‘Dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur.‘‘ (Nicht wie die Welt ist, ist das Mystische, sondern dass sie ist.)
‘‘Gizem yoktur.‘‘ (Das Rätsel gibt es nicht.)
‘‘Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.‘‘ (Wenn sich eine Frage überhaupt stellen lässt, so kann sie auch beantwortet werden.)
‘‘Üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalı.‘‘ (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesidir, Tractatus bu şekilde biter.
Görüldüğü gibi Tractatus'un tamamı kısa ve öz cümlelerden oluşmuştur. Wittgenstein, bütünüyle işte bu sözlerdedir.
‘‘Üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalı.‘‘ Bu söz sıradan bir söz değildir. Günümüzü yaşayınca insan Wittgenstein’i daha iyi anlıyor...
Osman AYDOĞAN
Türkiye’nin Nietzsche’si: Oruç Aruoba
22 Haziran 2020
Avusturyalı filozof Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889 - 1951) dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunur…
Türkiye’de Wittgenstein’ı tanıyan herkes büyük bir çoğunlukla çevirmen, yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba vasıtasıyla tanımıştır. Çünkü Wittgenstein’in tek eseri ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’ (YKY, 1996) Oruç Aruoba tarafından çevrilmiştir. Oruç Aruoba aynı zamanda ülkemizdeki nadir Wittgenstein uzmanlarından birisidir… Ben ise Oruç Aruoba’yı tersten tanıdım… Avusturya’da tanıdığım Wittgenstein’ı Türkçesini okumak için ararken, malum ki felsefi kitapları aslından okumak oldukça zordur, çevirmen Oruç Oruoba’yı tanıdım…
Bu yazımda sizlere kısaca; Türkiye’de felsefe yapan, felsefi metinleri okuyan, üzerinde düşünen ve onları anlayan Türkiye’nin önemli ve ender düşünce insanlarından birisi olan Oruç Aruoba’yı tanıtmak istiyorum…
Hayatı
Oruç Aruoba, 1948 yılında Karamürsel'de doğar… TED Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesinde psikoloji lisans ve yüksek lisansını tamamlar. Yine Hacettepe Üniversitesi'nde felsefe bilim uzmanı olur ve felsefe bölümünde doktorasını yapar. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ve Bilge Karasu’nun öğrencilerinden birisi olur. Aynı üniversitede öğretim üyeliği yapar (1972-1983). Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği (1976-1977) ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington - Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulunur. Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar, şair ve felsefeci olarak devam eder. Çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yapar. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlanır… Felsefe kitaplarının yanı sıra şiir ve şiirsel metinlerinden oluşan kitaplar yazar… Aruoba, Felsefe Sanat Bilim Derneği'nin her yıl düzenlediği "Assos’ta Felsefe" etkinliklerine de konuşmacı olarak katılır…
Oruç Aruoba, uzun yıllar öğretim görevlisi olarak çalıştığı Hacettepe Üniversites'nden genç denebilecek bir yaşta 1983 yılında 12 Eylül kurumu olan YÖK'ü protesto ederek ayrılır… Ankara'dan İstanbul'a taşınır. Ancak felsefeden kopmaz... Yazar ve çevirmen olarak hayatına devam eder.. Aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme alarak Türkiye'de pek çok okura ulaşır. Yıllar sonra İstanbul'u da terk edip İzmir'e yerleşir vefat edene kadar orada yaşar.
Çevirileri
Oruç Aruoba; Hume, Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rainer Maria Rilke, Hartmut von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashō gibi düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini Türkçeye kazandırır. Bunlar içerisinde David Hume’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (Say Yayınları, 2020), Friedrich Nietzsche’nin “Deccal” (İthaki, 2008) ve girişte bahsettiğim Ludwig Wittgenstein’ın “Tractatus Logico-Philosophicus” (YKY, 1996) eserleri en bilinen tercüme eserleridir. Felsefi eserlerin tercüme zorluğundan bahsetmiştim. Felsefi eserleri tercüme etmek bir yana yine Avusturya’da tanıdığım 20. yüzyılın başında Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke’nin şiirlerini tercüme etmek bugün Almanca biliyorum diyen her babayiğidin harcı değildir…
Aruoba hem Türkiye’de bir Nietzsche ve Wittgenstein uzmanıdır hem de Türkiye’nin Nietzsche’sidir. Türkiye’de Wittengstein, Rilke ve Nietzsche uzmanı tek felsefecidir dense yeridir…
Şair Oruç Aruoba
Aruoba, aynı zamanda Japon edebiyatı kökenli bir şiir türü olan ‘’haiku'’nun (kısa şiir), Türk edebiyatındaki temsilcilerinden de biridir… Aruoba şiirlerinde kendine özgü olarak üslup ve noktalama işaretleri kullanır…
Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Murathan Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir düşünürümüzdür Oruç Aruoba…
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir aynı zamanda Oruç Aruoba…
12 Eylül’ün eğitim ve düşün dünyasına olan etkisi üzerine
12 Eylül ile başlayıp, 1982 Anayasası ile desteklenen ülkenin depolitizasyonu sürecinde felce uğratılan, daha sonra iktidara gelen yönetimlerce de düzeltilmeyip daha da kötürüm hale getirilen eğitim sistemimizin ve düşün dünyamızın ne hale geldiğini, düşünen beyinler yerine bir nasıl uyuyan ve uyudukça da uyuşan beyinler yetiştirildiğini ‘’Plan-pr.com'’ İnternet sitesinden İpet Altınay ile yaptığı söyleşide şöyle anlatıyordu Oruç Aruoba:
"Ben üniversitede hoca iken (12 Eylül öncesi) çok başka bir süreç vardı. Liseden yollarını bulmuş olarak geliyorlardı. Bulduklarını sanarak geliyorlardı. Tek yol devrim, tek yol İslam, tek yol bilmem ne, diye geliyorlardı. Bizim üniversitedeki işimiz de büyük çapta kafaları temizlemek oluyordu. Tek yol yoktur, diye uğraşıyorduk. 12 Eylül'den sonra bomboş kafalar geliyor. Bence Türk toplumu 12 Eylül'den şöyle bir sonuç çıkardı: Bunlar ne yaptılar? Düşündüler. Düşününce ne yaptılar? Bir ideolojiye sahip oldular. Bir ideolojiye sahip olunca ne yaptılar? Başka türlü düşünenleri öldürmeye başladılar. O zaman geriye dönelim. Düşünme. Düşünürsen ideolojin olur, ideolojin olursa öteki ideolojiden olanları öldürürsün. Bu da çıkar yol değil. Sonu yok. Vazgeç. Böylece düşünmekten vazgeçtik."
Günümüz anlamak için bu tespit üzerinde iyice düşünülmelidir diye değerlendiriyorum.
Eserleri
Oruç Aruoba’nın eserleri ağırlıklı olarak Metis yayınlarınca yayınlanır. Aruoba’nın eserleri şunlardır: ‘’Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar’’ (1990), ‘’De ki İşte’’ (1990), ‘’Yürüme’’ (1992), ‘’Hani’’ (1993), ‘’Ol/An’’ (1994), ‘’Kesik Esin/tiler’’ (1994), ‘’Geç Gelen Ağıtlar’’ (1994), ‘’Sayıklamalar’’ (1994), ‘’Uzak’’ (1995), , ‘’Yakın’’ (1997), ‘’Ne Ki Hiç’’ (1997), , ‘’İle’’ (1998), ‘’Çengelköy Defteri’’ (2001), ‘’Zilif’’ (2002), ‘’Olmayalı’’ (2003), ‘’Doğançay'ın Çınarları’’ (2004), ‘’Benlik’’ (2005) ve ‘’Meşe Fısıltıları’’ (2007)
Oruç Aruoba’nın kitaplarından alıntılar
Oruç Aruoba’nın bahsettiğim bu kitaplarından bazı alıntılar veriyorum… Ancak bu alıntılar Aruoba’nın şiirlerinden kısa bölümlerdir… Bu alıntıları okuyunca kendi kendinize soracaksınızdır muhtemelen: ‘’Ben mi Oruç Aruoba’yı okudum yoksa oruç Aruoba beni mi yazdı?’’
Sözü Oruç Aruoba’ya bırakıyorum…
Çengelköy Defteri
‘’İki çakmağım var: birisinin gazı bitmiş ama hâlâ çakıyor; ötekinin taşı bitmiş ama hâlâ gazı var: Çakanıyla gazı olanını yakıyor; sigaramı öyle yakıyorum.
— hep bir ayarlama ve uyarlama değil mi ki zaten, yaşam?’’
Zilif
"Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum,
uyuşamadık.
Hepsi bu."
***
‘’Her şeyden vazgeçerim, ne isem o olmaktan vazgeçmem. Uyuşmazlığımı mazur görün ya da görmeyin..’’
***
"...İnsan olan insan çok az, bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: İnsan insan oldu mu, acı çeker..."
***
Garip işte: Beni tanımaya en çok o ‘tanımayanlar’lar yaklaştı...”
***
“Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan onlar oldular.” –
Benlik
''Yengeç, suda yaşar; ama yüzme bilmez – suyun içinde, yürür.''
Yakın
"Ateş
yakabileceği her şeyi
yakana dek
yanar-
ancak o zaman
söner..."
***
"Ateş yakan, yeri ve zamanı gelince,
ateşini söndürme koşullarını da düşünmeli ve bilmelidir.
Ateş yakmayı bilmek,
ateş söndürmeyi bilmeyi de
gerektirir."
Tümceler
“Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluk'tur...”
***
‘’Ne çok yol, ne az varış.’’
Olmayalı
“Yaşamın anlamını arayıp arayıp –hep bulduğunu sanıp, hep bulamadığını anlayıp– hep yeniden araman, doğrudur: yaşamın anlamı tam da odur işte: hep arayıp arayıp —-bulduğunu sanıp, bulamadığını anlayıp– hep yeniden aramak zorunda olduğun..
o'dur, anlamı, yaşamının.”
Hani
"Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
o, işte..."
***
İşte, bak:
Gidiyor o tekne-
Kimseyi getirmemişken.
***
“Ayırd edemiyorum
İçimdeki kıpırtılarla
Dışımdaki tangırtıları;
Yaptıklarımsa, hep yanılgılardan;
Yanılgılar.”
***
‘’Birleştiremiyorum
içimdeki kopukluklarla
dışımdaki bozuklukları;
yazdıklarımsa, hep yansılardan;
Yansılar.’’
***
‘’Hayal ile gerçeklik ilişkisi, bir güçlülük ilişkisidir: Hangisi daha güçlüyse, öteki, ona boyun eğer.’’
***
‘’Gerçeklerin bilinmesinin acı payını, hep hayaller öder.’’
***
"Gerçeklerle baş etmenin en iyi yolu, hayal kurmaktır."
***
‘’Felsefe, kişinin baş edemediğiyle boğuşmasıdır.’’
***
"Felsefe direnmektir, dünyaya."
***
"Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
-ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamını, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu, aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da, bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini...
Ama anlatamayacaksın ki..
- Çünkü, daha kendini bile gereğince anlamamış olacaksın bunu.."
Uzak
"Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür.
Kişi ne yaparsa yapsın, hep, ya bir şeylere birilerine yaklaşıyor, ya da bir şeylerden birilerinden uzaklaşıyordur. -hiçbir zaman, bir yerde- birileri ile birlikte duruyor değil: hep yürüyor..."
***
‘’Sevgi, özleminin kaynağı değil;
özlem; sevginin ölçüsüdür.
Sevdiğini bilmen, özleyebilmendir.
Ancak özlediğini bildiğin, sevebildiğindir. Sevdiğindir.
Özlem, sevgi değil;
Sevgi, özlemdir.’’
***
"Tavşan besleyen, havuç da yetiştirmelidir."
***
"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısındaki boşluk gibi.’’
***
‘’Özlem, örneğin işitmeyeceğini bildiğin birine-yalnızca ona; ama kendi kendine-neredesin? diye seslenmendir.’’
***
‘’Özlem her şeyi yakandır. Ancak da her şeyi yaktığında özlemdir.’’
***
"Özlem, görememenin yorgunluğudur..."
***
‘’Özlem, uzaklığın ayıramadığıdır.
Özlem, uzaklıkta ayrılmamışlıktır.
Özlem, ayrılmamış uzaklıktır.
Özlem, ayrılamayan uzaktalıktır.’’
***
"Özlem, dilektir.
Lütfen bu gece üşümesin.
Lütfen bu gece acılanmasın.
Lütfen bu gece rahat uyusun."
***
‘’Özlem ile acı arasında da garip bir ilişki vardır:-
Özlem, fazlaca güçlü olunca da acı payı yükselir, azalmaya
yüztutunca da — özleyen,
çoğalan özleminin acısını da çeker;
özleminin azalmakta olmasının da…
Özlem, çok da olsa, az da;
hep, acılıdır.’’
***
"Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin.’’
***
“Yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak.’’
İle
"İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır; insanca özlemler değil."
***
"Sevgi, iki insanın birbirlerinin yüzlerine bakmaları değil, birlikte aynı yöne bakmalarıdır."
***
‘’Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (...) delik deşik eder ilişkiyi.’’
***
"Sen
karanlık beynimin aydınlık köşesi
siyah düşüncelerimin beyaz döşeği
pırılpırılsın
burada.
Ben
ışıklı yolunun karanlık köşesi
beyaz düşlerinin siyah döşeği
kapkarayım
orada."
***
"Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir"
***
Hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın —— ‘Kaçtım’ dedin...’’
***
‘’Her insan bir uçurumdur.’’
***
'' Uçurumun karşılıklı iki yakasından, aynı anda, atlamak; dibi boylarken de, ortada, bir kısa an, elele tutuşmak...
Kim bilir, belki de her ilişki, zaten, böyledir...''
Yürüme
"Kişinin kendi üzerine soruları arttıkça, yanıtları azalır. (-zaten tersi doğru değil mi: kendi üzerine bütün yanıtları 'bilen' kişi, kendini hiç sorgulamamış kişi değil mi -yani insanların çoğunluğu...)"
***
“Yapmadıklarımız, yapmak istemediklerimizdir, yapamadıklarımız da, yapmak istediklerimiz.”
***
"Bütün dert; ötekilerle bir arada yaşamak zorunda olup, bir arada yaşamaya dayanamamızdadır."
***
“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir.”
***
"Yol iki yer arası değildir; yer iki yol arasıdır."
***
‘’Yalnızlık, en içimizdedir.’’
***
"Ancak kendi yerini yerinden eden, yeni bir yola çıkabilir."
***
"Yolu yapan, yola çıkma edimidir.’’
***
‘’Yolu,
yürüyen bilmez;
açan bilir."
***
“Yeri yalnız kendi yeri,
yolu yalnız kendi yolu
olan kişi, ne yerinde ne yolunda,
başka kişilere rastlamayacaktır.
- rastladıkları da, hep, onun
ne yerini ne yolunu anlayanlar
olacaktır.”
***
“Kişi kendi yerini bir kez yitirmeyegörsün -
artık, her yer, girip çıkabileceği
-çıkmak üzere girebileceği -
bir yer haline gelir.”
***
“Kişiyi yapan, bilinçtir;
ama kişi bilinçle yaşayamaz
—onunla, ancak, ölür...”
***
‘’Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.
Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.’’
***
‘’Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.’’
***
‘’Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
‘...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...’)’’
***
‘’— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...’’
***
‘’Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...
Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...’’
Ol / An
‘’Sözcükler gelip geçiyor içimden
anlamsızlığa doğru,
eylemler geçip gidiyor elimden
çaresizliğe doğru.’’
***
‘’Buradayım:
Yüzyıl oldu.
Önümden geçen yol
tıkandı,
Çevremdeki bahçeler
daraldı,
içimde yaşayan insanlar
azaldı:
Yalnızlaştım.’’
***
‘’Gidiyorsun:
Bütün kendimi göndersem seninle
Götürür müsün?’’
De Ki İşte:
"Yaşamında, en çok yakınlaşma isteği duyacağın kişiler,
senden uzaklaşma gereksinimini en çok duyan kişiler
olacaklar. "
***
Yaşam geçiştirdiğin bir şey olacak
-içinden geçtiğin; geçtikçe geciktirdiğin;
sonra da, geçip gitmesine izin verdiğin bir şey...
***
"Felsefe, çalkantılardan çıkan dinginlik umudu;
huzursuzluklardan çıkan huzur umududur. "
***
"Ne beklediğini bilerek -ama, beklemeden- yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün, hiç bir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek...
Yaşamın bir bekleme olacak -ama, beklemeden yaşayacaksın.
Yaşamın, beklediğinin gelmemesi - ki, işte :
senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen
olacak.”
***
"Yalnızca neyi aradığını bilmeden yaşamakla kalmayacaksın,
bulduğunda, aradığının o olup olmadığını da bilmeyeceksin."
***
‘’Yaşamında genel çizgilerinde, üç tür 'şey'le karşılaşacaksın:-
1. Gelip geçmiş şeyler
2. Gelip geçmemiş şeyler
3. Gelmeyip geçmiş şeyler.’’
***
“Yaşam; sürekli bir yolunu yitirmişlik.”
Oruç Aruoba bu kitabında ölüm hakkında şunları yazar:
‘’– Felsefe, hep yeniden, sürekli,
ölüme gelip dayanan, dayanacak,
dayanması gereken yaşam biçimidir.
Felsefeyi yaşam biçimi edinen
kişi içinde, her yer barınılmaz,
her yol çıkmaz, her yön olanaksız,
her yük ezici– her anlam boştur—
Çünkü ölüm vardır.’’
***
‘’Yaşam yitim acısıdır.
Yaşamak, yitirmenin
acısını çekmektir.
Ölüm yitmekse,
yaşam da yitirmektir.’’
***
‘’Yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir.
Yaşam, yaşayan insanın kendinden kaçmasıdır;
Çünkü onun ” en-kendi-olduğu” ölümdür
yaşamı da, bunun bir değillemesi yalnızca.’’
***
‘’Yaşam, ölümü değillemekle, temelde, kendini
değiller, çünkü yaşamın anlamı, ölümde temellenen bir anlamdır-
başka bir anlam da yoktur.
Anlam, ölümdür.’’
***
‘’Ölümle 'sona eren' yaşamın kendisidir; anlamı değil.’’
***
‘’Ancak ölümü unutmayan; onu bir anlam temeli olarak, kendi dayanağı olarak,
sürekli canlı tutan bir yaşamdır,
anlamlı yaşam.’’
***
‘’Yaşamın sana açıkça söyleyebileceği tek şey ölümdür. Öyleyse, yaşamın tek açık anlamı, ölümdür."
***
"Ölüm ters anıdır; yani anı olmayacak şeydir - ölüm, anımsanamayacak tek yaşantıdır.."
***
"Yaşamakta olmanın bilincini sağlayan,
ölüm bilincidir.
Ölümü bilmeyen yaşam,
yaşam değildir.
İnsanı yaşatan ölümdür.
Ölüm kişiyi yaşatır."
***
‘’İnsanların çoğunluğu, yaşamlarını anlamsız yaşıyorsa,
pek ender bir azınlığı, ölümlerini yaşayarak,
yaşamlarını da anlamlı yaşıyor.’’
***
‘’Kişi, ölümden sonra geri kalandır.’’
***
"İnsanı yaşatan ölümdür."
***
"Yol bitmez.
insan ölür,
o yolun bir yerinde kalır.."
***
"Olgunluğun muştucusudur ölüm :
o gelince olgunlaşma sonra erer
—olgunluk gerçekleşir."
***
"Yaşam ne denli gecikirse geciksin,
ölüm hep zamanında gelir.
ölüm gecikmez."
Olgunluğun muştucusuydu ölüm
Öyle oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Yaşam ne denli gecikirse geciksin, ölüm hep zamanında gelirdi, ölüm gecikmezdi… Olgunluğun muştucusuydu ölüm: o gelince olgunlaşma sonra ererdi, olgunluk gerçekleşirdi…
Öyle de oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Olgunluk gerçekleşti, ölüm gecikmedi… 31 Mayıs 2020 günü ajanslara bir haber düştü: Oruç Aruoba vefat etti diye…
Öyle de oldu, yol bitmedi, Aruoba öldü, o yolun bir yerinde kaldı…
Cemal Süreya'nın vefatından sonra, "bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır" demişti Oruç Aruoba...
Öyle de oldu, dünyada görülecek şeyler şimdi biraz daha azaldı…
‘'Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir’’ derdi Halil Cibran…
Öyle de oldu, sanırım Oruç Aruoba da hayatın bütün esrarını çözüp ölümü arzuladı…
Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış…
Öyle de oldu, kaybettiğimiz her bir şairimiz / yazarımız / bilim insanımız için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…
Bir şiirinde şöyle derdi Oruç Aruoba:
"Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam -
o yazar çünkü
beni.’’
Öyle de oldu, Oruç Aruoba bir tek zamanı yazamamıştı. Şimdi zaman onu yazıyor…
Oruç Aruoba yine bir şiirinde şöyle derdi:
"Nedendir
bilemiyorum;
sana bakınca
kendimi görüyorum,
sana gelirken
kendimden gidiyorum
senden giderken
kendime gelemiyorum..."
Öyle de oldu Oruç Aruoba, Türkiye’nin Nietzsche’si, senden giderken biz kendimize gelemiyoruz…
Allah rahmet eylesin…
Bir iyi insan daha bir iyi ata binip gitti…
Osman AYDOĞAN
Babalar Günü
21 Haziran 2020
Önce bir hikâye
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: '’Bu ne oğlum?'’ Oğlu şaşkın, cevapladı: '’O bir karga baba.'’
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ‘'Bu ne oğlum?'’ Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: '’Baba, o bir karga.’'
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: ‘'Bu ne?'’ Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: '’O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'’
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: '’Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'’
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
'’Bugün üç yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'’
Hikâye bu kadar... Sanırım üzerine bir şey söylemeye gerek yok....
Kutsal Kitap'tan bir ayet
‘'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.’' (İsra, 23)
Yazılarım şiirsiz olmaz biliyorsunuz. İşte size Can Yücel'in güzel bir şiiri:
Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim...
''Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezberledim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim...''
Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''
Bana bir masal anlat baba
1993 - 1995 yılları arasında Şevket Altuğ'un başrol oynadığı ‘’Süper Baba’’ dizisinin sözleri Yavuz Turgul ve Cengiz Onural’a, müziği Cengiz Onural’a ait unutulmaz bir şarkısı vardı: ‘’Bana bir masal anlat baba’’. (Müziğin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…)
Tam da o tarihlerde büyük kızım anaokuluna gidiyor, küçüğüm daha ufak… Ve ben o iki yıl boyunca hiç mi hiç evde değildim… Küçüğüm, benim yokluğumda elbiselerime sarılarak ''baba kokusu'' diye bırakmıyor... Aradan yıllar geçiyor, kızlarım liseye giderken ben yine iki yıl boyunca daha yine hiç mi hiç evde değilim… Evdeyken bile zaten eve hep geç gelip erken giderim, hafta sonu dâhil... Geldiğimde uykudalar, giderken uykudalar...
O ayrılıklarda hep bu şarkı gelirdi aklıma: ‘’Bana bir masal anlat baba… Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni.’’
Ve şarkı devam ediyor: ''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.'' Öyle de oluyor, ben oralardan, uzaklardan geliyorum, bu sefer de kızlar bizleri bırakıp İstanbul'a üniversite okumaya gidiyorlar...
Ve bir gün eşim, evde bir süre kıvrandıktan sonra yut diye elime iki aspirin verip apar topar beni bir taksi ile en yakın hastanenin aciline yetiştiriyor… İlk tetkikler, doktor koşarak yanıma geliyor: ‘’Beyefendi, kalp krizi geçiriyorsunuz, ivedi size anjiyo yapacağız.’’ Zaman zaman bilincimi kaybettiğim operasyonda anjiyo yapıp, bir kalp damarına stend takıyorlar ve beni dört gün boyunca da koroner yoğun bakımda ünitesinde tutuyorlar… Hastaneye yetişen kızlarıma doktor operasyon hakkında bilgi verirken küçük kızım düşüp bayılıyor… Doktor eşime hakkımda sorular soruyor son zamanlarım hakkında.. Eşim; ‘’düğün hazırlığı yapıyoruz, kızımızı evlendiriyoruz’’ diyor…
Bakmayın siz Can Yücel’in ''Hayatta ben en çok babamı sevdim’’ dediğine… Hayatta en çok babalar kızlarını sever, kızlar da babalarını…
''Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal.
Bana bir masal anlat baba
İçinde denizle balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay.
Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni.
Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun.''
Hani bugün de ‘’Babalar Günü’’ ya.. Anımsatmak istedim: Aslında her gün ‘’Anneler – Babalar Günüdür’’.
''Bilmezdi ki oturduğumuz semti, geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!!!''
''Bana bir masal anlat baba... Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni...''
''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.''
Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun!
Osman AYDOĞAN
Oya Küçümen ve Yeni Türkü: Bana Bir Masal Anlat Baba
https://www.youtube.com/watch?v=fGeGwry1uds
Malaguena Salerosa
19 Haziran 2020
Yıllar yıllar önceydi… Ben de çoooook uzaklardaydım… Dünya ile irtibatım sadece elimdeki el kadar küçücük transistörlü radyomdu. Nasıl çeker nasıl eder di bilmiyorum ama dinleyebildiğim tek kanal da ‘’Uzun dalga 1254 m. Erzurum Radyosu’’ idi… Bu sayfalarda önceleri bu radyodan Erzurumlu sanatçı Raci Alkır’dan dinlediğim ''Tutam yâr elinden tutam’’ ve ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türkülerini anlatmıştım…
O yıllarda ve oralarda dinlediğim sadece Raci Alkır’ın türküleri değildi… Erzurum Radyosu’ndan geceleri dinlediğim bir radyo programı vardı: Sezen Cumhur Önal’ın hazırlayıp sunduğu '’Latin Dünyası’’ programı… Yıllarca hemen hemen her gece bu radyo programını dinledim… Daha sonra 1985'ten itibaren de yine yıllarca Sezen Cumhur Önal’ın hazırlayıp sunduğu bu sefer de uzun dalga Ankara radyosundan "Müzik Yelpazesi" programını dinledim… İşte zaman zaman bu sayfamda sizlere sunduğum hemen hemen bütün Latin ve Batı müziklerinin temelinde Sezen Cumhur Önal’ın Erzurum ve Ankara radyolarından sunduğu bu müzik programları vardır.
Sezen Cumhur Önal
Bu programlarda Sezen Cumhur Önal’dan aldığım sadece müzik bilgisi değildi… Beni tanıyanlar Türkçeyi düzgün kullandığımı söylerler… Türkçe’min düzgünlüğünü de ben yine Sezen Cumhur Önal’a borçluyum… Sezen Cumhur Önal o müzik programını sunarken aynı zamanda düzgün Türkçesi ve diksiyonu ile de Türkçe dersi verirdi. Zaten kendisine Türkçe kullanımından ötürü TDK tarafından "Türk Dil Kurumu Onur Ödülü" verilmişti.
Sezen Cumhur Önal, "Devlet Sanatçısı" ünvanlıyla onurlandırılmıştı. Ayrıca kendisine Fransa tarafından; Türk-Fransız dostluğuna yaptığı katkılardan dolayı bu ülkenin sanat ve edebiyat alanındaki en yüksek ödülü olan "L'Ordre Des Arts Et Des Lettres" (Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı) ve "Chevalier" unvanı, İtalya tarafından da; Türk ve İtalyan uluslarının geleneksel dostluğunun simgesi olarak "Ordine della Stella della Solidarieta" nişanı ve "Cavalier" unvanı verilmişti…
Böylesi sanatçılar yaşarken adları neden bir güzel sanatlar fakültesine veya güzel sanatlar lisesine verilmez? Veya adları neden İstanbul’un bir caddesine veya yaşadığı sokağına verilmez? Eh, sanatın tukaka edildiği bir memlekette vefa diye bir duygu da ne gezerdi değil mi?
Neyse şimdi Sezen Cumhur Önal’ı anlatmaya kalksam kendisi için ayrı bir yazı yazmam lazım… Şunu demek istiyorum; bendeki Latin Amerika ve Batı müziği bilgisini ben Sezen Cumhur Önal'a borçluyum... Hatta öyle ki kendi kendime, biraz da Cenk Alpan isimli bir arkadaşımın da yardımıyla gitar çalmasını öğrenmiş ve o uzak yerden ayrılırken düzenlenen veda gecesinde gitarımla İspanyol besteci Joaquín Rodrigo'nun ‘’Gitar Konçertosu’’nu çalarak veda etmiştim…
Sezen Cumhur Önal bahsettiğim bu programlarında efsanevi Latin Amerika grubu olan Los Machucambos grubundan çok şarkı çalardı. Bu şarkılardan La Cucharacha, Adios, Comandante Che Guevera, Esperanza ve ve ve ve hiç unutmadığım Malaguena Salerosa aklımda kalmış idi...
Malaguena Salerosa
Malaguena Salerosa şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim ama önce şarkı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum… (İspanyol müzisyen Ernesto Lecuona'nın La Malaguena isimli ayrı bir bir şarkısı daha var. Bu şarkı ile karıştırılmamalıdır. Malaguena Salerosa şarkısı epik, Ernesto Lecuona'nın La Malaguena şarkısı ise hareketli flamenkodur. Ancak isim benzerliği yüzünden bu iki şarkı hep biribirine karıştırılır.)
La Malaguena Salerosa’nın anlamı "zarif Malaga'lı kadın" demektir. Şarkıyı Meksikalı müzisyenler Elpidio Ramirez ve Pedro Galindo 1947 yılında birlikte bestelemişlerdir. Şarkı; bir kere dinledikten sonra bir ömür insanın içinde çalmaya devam eden bir şarkıdır.
Şarkıda İspanya’nın Malaga bölgesinden bir kadına âşık olan fakat çok fakir olduğu için reddedilen bir adam anlatılır. Bu nedenle şarkının İspanyol kökenli olduğu zannedilir ancak şarkı Meksika folk müziğidir. Bugüne kadar yüzlerce defa değişik sanatçılar tarafından yeniden düzenlenerek icra edilmiştir. Fıkır fıkır, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir müziktir. Dinlerken yerinizde duramazsınız...
En önemli yorumlarından birisi İspanyol şarkıcı Paco de Lucia’nın 1967 yılında yayınladığı "Dos Guitarras Flamencas en America Latina" albümünde yer alır. Şarkının bambaşka bir yorumu da Fransız pop şarkıcısı Olivia Ruiz'in 2003 tarihinde çıkartmış olduğu ‘’J'aime pas l'amour’’ albümündedir... Olivia Ruiz’in bu yorumda romantizm ve huzur karışımı bir ezgi vardır. Üçlü Latin Amerika grubu Los Panchos da yorumlamıştır. Bir zamanların ünlü Türk asıllı Bulgar caz sanatçısı Yıldız İbrahimova tarafından da seslendirilmiştir.
Film müziği olarak Malaguena Salerosa
Ancak bu şarkı bir filme o kadar güzel uyarlanmıştır ki! ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist Quentin Tarantino'nun yönettiği, ilk bölümünün ''Kill Bill: Vol. 1'' adıyla 2003 yılında, ikinci bölümünün de ''Kill Bill: Vol. 2'' adıyla 2004 yılında yayınladığı ABD yapımı bir film vardır. Kill Bill filminde Uma Thurman’ın canlandırdığı ‘'Gelin’' (The Bride) düğünü sırasında saldırıya uğrar. Kilisedeki herkes öldürülür. O da karnındaki bebeğini düşürür ama hayatta kalmayı başarır. Beş yıl boyunca komada kalan ''Gelin'', bir mucize eseri hayata geri döner. Artık tek amacı vardır: Ona pusu kuran eski patronu Bill ve adamlarını teker teker öldürmek. Bill'i en son öldürecektir. Gelin intikamını almak için yola koyulur. İşte bu şarkı ''Kill Bill: Vol. 2'’de filmin sonundaki sahnelerle çok güzel uyarlanmıştır. Filmdeki bu müziği çoğunlukla Meksika rock, mariachi, ranchera ve Texas rock'n roll müziklerini icra eden Teksas'lı bir grup olan ‘’Chingon’’ seslendirmektedir. Tarantino'nun muhteşem müzik zevkinden bir seçmecedir. Filmde bu eser ne kadar neşeli gözükse de bir o kadar da hüzünlü bir Tarantino filmi şarkısıdır... Bir müzik bir filme ancak bu kadar uyar! Filmin son sahnesinde kalkıp gidemezsiniz... Yerinizde çivilenmiş gibi kalıp bu şarkıyı defalarca dinleme isteği uyanır içinizde...
Malaguena Salerosa
Şimdi gelin, bırakın gamı, kederi, tasayı, kasveti, ülke sorunlarını, Korona’yı... Arka arkaya verdiğim bağlantılarda yer alan Malaguena Salerosa şarkısının bu beş farklı yorumunu dinleyin, hem de görsellerini izleyin!.. (Özellikle ilk sırada verdiğim Chingon grubundan Malaguena Salerosa şarkısının görselini tam ekran yapıp izleyin, kaçırmayın bu sahneyi derim) Hem kulaklarınızın pası hem de gözünüzün perdesi açılsın!... Müzik ruhun gıdasıdır derler ya... Sanırım bu deyime en uygun müziktir Malaguena Salerosa!
Ve şarkı gün boyu, hafta sonu boyu zihninizde takılmış bir plak gibi çalsııııın dursun, size her şeyi unuttursun ve sizi de huzura erdirsin! Hani derdi ya Fransız roman yazarı Andre Maurois: ‘’Unutma olmayınca mutluluk da olmaz.’’
Sizlere sıcacık, sımsıcak, pırıl pırıl, ışıl ışıl, mutlu, musmutlu güzel bir hafta sonu diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Chingon grubu; Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=l4_GpIoBgHs
İspanyol şarkıcı Plácido Domingo: Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=INe9AXdVYys
Guetemalı sanatçı Gaby Moreno: Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=XLBlns8wOBA
Meksikalı grup Esto Es Mexıco: Malaguena Salerosa
https://www.youtube.com/watch?v=m9hiIOmZmpo
Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcı): Malaguena Salerosa
https://www.youtube.com/watch?v=IuT7pYKS4E4
(Bu son üç klibin altında sadece ''La Malagueña'' yazıyor. Yanlıştır. Doğrusu yazdığım şekildedir. Bahsettiğim gibi ''La Malagueña'' şarkısı ayrı bir şarkıdır ve burada da olduğu gibi hep karıştırılır...)
Waterloo Savaşı
18 Haziran 2020
Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde, İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında yapılan ve 18 Haziran 1815 tarihinde Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçları olan bir savaştır.
Bugün bu savaşın 205. yıldönümü...
Bu nedenle bu yazımda bu savaşı anlatacağım ama…
Önce müzik…
Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, 1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup 1974 yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.
Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.
Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını 1815 yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır. .
Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da 2001 yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır....
Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim... Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?
Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım... İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?
Şimdi de sinema…
Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un 1970 yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film 1971 yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.
İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.
Waterloo diye bir kasaba
Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…
Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.
Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.
Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık 100 metre yüksekliğinde ve tepeye 230 basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.
Waterloo Savaşı
Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo 1815 Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, 2015) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim, N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, 2003) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.
Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.
Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.
Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:
‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’
Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran 1815 tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır. Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.
Üzerinden 205 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… 2015 yılı Waterloo savaşının 200. yılı idi. 200. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede 1.9 milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı…
Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…
Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim...
Savaş Öncesi
1791'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 1799'daki bir darbe ile iktidara gelir.
İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar.
Bu yazımda bu Napolyon savaşlarını anlatmayacağım. Sadece bu savaşların sonunda '’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen ve Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren bahsettiğim bu ''Waterloo Savaşı''nı anlatacağım.
Yine Waterloo Savaşı
Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 5 km uzağında cereyan eder.
Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.
Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.
Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da 1821 yılında ölür…
Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…
Ayrıntılar…
Napolyon Bonaparte
Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…
Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırına kadar gelir ancak burada Akka'da Cezzar Ahmet Paşa'ya çarpar.
Napolyon komutasındaki Fransız ordusu 1798’de Mısır’ı işgale başlayınca, Cezzar Ahmed Paşa Akka önlerinde yığınak yapmaya başlar. Napolyon Bonaparte Mart 1799'da Akkâ’ya gelerek Akka’yı kuşatır. Ancak, iki aydan fazla süren kuşatma, Cezzar Ahmet Paşa'nın güçlü savunması karşısında başarısızlıkla sonuçlanır. Napolyon, 21 Mayıs 1799'da Akka'dan çekilmek zorunda kalır. Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon şöyle hayıflanır: "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!".
Napolyon 1805'de tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te Rus ve Avusturya imparatorluk ordularını yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur. Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir. Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.
Napoleon Moskova’ya 422 bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar 400 binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.
Ancak 1813 yılında 191 bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler 300 bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.
Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.
Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!) (Yani basının yavşaklığı ve liboşluğu yeni ve sadece bize özgü değildir. Basının yavşaklığı ve liboşluğu evrensel olup fahişeliğin tarihi kadar eskidir.)
Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur. Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.
Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar 100 gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.
Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.
Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu…
Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır... Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır... Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.
Napolyon’un askerlere ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…
Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kurdurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır. Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur.
Napolyon sadece bir asker ve aynı zamanda bir devlet adamı değildir. Napolyon bir düşünürdür de aynı zamanda. Napolyon'un hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan sözleri vardır ve Napolyon'un bu sözlerini konunun dağılmaması açısından yazımın sonuna alıyorum. Her bir söz üzerinde düşünmenizi arzu ederim. Keşke tacı ve tahtı olanlar bu sözleri okuyup, anlayıp, öğrenip de içselleştirseler!
Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…
Wellington
Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.
Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.
Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.
Von Blücher
Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.
Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...
Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur. Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.
Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran 1815’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.
Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.
Hava ve arazi
Yağmur
Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.
Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.
Hougoumont çiftliği
Savaş meydanının tam ortasında Hougoumont adında bir garip çiftlik evi vardır. Wellington’da savunma nedir bildiğinden içeri üç bölük muhafız ve bir bölük de Prusyalı tüfekçiler görevlendirir. Bu tüfekçiler yivli namlular kullandığından Hougoumont’u almaya gelen Fransızlara çok fazla kayıplar verdirirler. Hougoumont alınamadığı müddetçe de İngilizlerin siper aldığı yükseltinin yakınlarına gelme ve manevra yapma şansı kalmaz. Bu müstahkem mevki akşamüstüne kadar Fransız askerlerinin gelip gidip cesetler bıraktığı bir yere dönüşür. İki kere Fransızlar tarafından ele geçirilir ancak Buckingham Sarayı’nın meşhur muhafızları olan Coldstream Muhafızları tarafından tekrar alınır. Hougoumont, tarihte herhalde uğrunda en fazla insanın öldüğü bir çiftlik haline gelir.
Hougoumont üzerine baskı sürerken İmparator ilk dalga piyadesini İngiliz merkez cenahına gönderir. Fransız büyük bataryaları da bu sırada düşman merkezini dövmektedir. Ancak düzgün nişan almak için geride kalmışlardır. Wellington kısa mesafede çok yüksek yoğunluklu tüfek ateşiyle ön sıranın moralini yıkarak askerin çekilmesini sağlamakta; yaklaşan düşmanın gücünden ziyade moraline oynamaktadır.
Yine Von Blücher
Ancak bunlara rağmen Wellington çok iyi biliyordu ki Prusya orduları zamanında gelmezse direnemezdi. Wellington işte tam da orada ”Ya bir an önce gece gelmeli ya da Von Blücher gelmeli’’ diyerek Fransız süvarileri karşısında ne kadar zor durumda olduğunu belirtir. Ancak gece gelmeden önce imdada Von Blücher yetişir.
Napolyon bu sırada oturduğu yerden doğuda bir hareketlenme görür. Altıncı hissi ona gördüğü hareketin Prusya ordusu olduğunu söyler; haklıdır. Yaverine hemen Mareşal Grouchy’e topların sesine gelmesini yazdığı bir emri iletir. Nitekim Grouchy o sırada bir yerlerde hayali Prusyalıları kovalamaktadır. Emri akşam saat 18’e kadar alamayacaktır. Daha önce anlattığım gibi Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...
İmparatorluk muhafızları ve savaşın sonu
Savaşın sonunda Napoleon elinde kalan son kartını oynar. O güne dek hiç yenilmemiş ve hiç kaçmamış imparatorluk muhafızlarını (Le Garde Imperiale) yedi tabur olarak savaşa sürer. Muhafızların görünmesi orduya yeni bir canlılık getirir. Zira yaşlı muhafızlar Napolyon’un çocukları gibidir. Kırk yaşın üzerindeki bu en deneyimli askerler yoğun tüfek ateşi altında İngiliz merkezine yüklenirler. İlk yarattıkları etki korkunçtur. Bombardımandan ve tüfek ateşinden bitap düşmüş olan İngiliz muhafızları geriye doğru çekilirler. Ancak Wellington tehlikeyi daha muhafızlar yürümeye başlarken görmüştür. Eli silah tutan herkesi meşhur yokuşunun arkasına silah doldurtup yere yatırır. Yaşlı muhafızlar merkezi kırdık sanarak yokuşu tırmanıp tepesine geldiklerine İngilizler ayağa kalkarak çok yoğun bir yaylım ateşiyle ilk gelen sırayı düşürürler. Muhafızlar direnir ancak ilk anlık şaşkınlığı üzerlerinden atamazlar. Çok yoğun zayiat verip çekilmeye başladıklarında Fransız ordusunda moral sıfıra iner. Zira yaşlı muhafızların kaçtığını daha gören duyan olmamıştır. Onlar da kaçıyorsa bu iş bitmiştir diye düşünülür.
Muhafızlar kaçmaya başladıkları zaman Wellington, atı Copenhagen’in üzengileri üzerinde doğrulur, şapkasını çıkarıp öne arkada sallar ve hücum işareti verir. Birleşik Prusya, Hollanda ve geriye ne kaldıysa İngiliz ordusu, Fransız ordusuna son bir hücuma kalkar.
Savaşın hemen sonunda İngilizler kaçmayan ancak teslim de olmayan yaşlı muhafızlara artık savaşın bittiğini, silahlarını indirmelerini telkin eder ancak muhafızlar ölmeyi seçer. “La Garde meurt, elle ne se rend pas!” (Muhafız ölür teslim olmaz) diyerek silahlarını İngilizlere doğrultur, vurulurlar. Tüm bu olanları uzaktan izleyen Napolyon’un ise ağladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: “Kendimden başka hiç kimse düşüşümden sorumlu değildir. Ben, kendimin en büyük düşmanı, felaketli kaderimin nedeniyim.”
Fransa böylece yenilir.
Napolyon’un sonu
Fransız ordusu, 51 bin kişiyle geldiği meydanda 28 bin ölü ve yaralı, 8 bin esir ve 15 bin kayıp bırakır. İngilizler ve müttefikleri Hollandalılar 17 binlik ordularından 3500 ölü, 10.200 yaralı, 3300 kayıp verirler. Prusyalıların 7 binlik kolordusunun 1200’ü ölü, 4400’ü yaralı, 1400’ü kayıptır.
Savaş İmparatorluk Fransa’sının sonudur. Napolyon birkaç çekilme harekâtıyla Paris’e kadar ulaşmış, daha sonra teslim olmuş ve İngiltere’ye götürülmüştür. Ancak karaya çıkmasına izin vermezler. Gemide bir süre tuttuktan sonra artık asla kaçamayacağı bir yere, Atlantiğin ortasındaki herhangi bir kara parçasına en uzak olan adaya, Saint Helena’ya sürerler.
Napolyon, St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrenir.
1821 yılına gelindiğinde Napolyon hala eceliyle ölmeyince İngiltere Kralı 4.George’un bizzat emriyle zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilir. Onun esir halinden bile İngilizler korkmuşlardır. Zaten 19 yıl sonra 1840 yılında Fransızlar, Napolyon’un naaşını almak için adaya gidip de mezarını açtıklarında naaşın hiç bozulmadığı fark ederler ve vücudunda yoğun şekilde arsenik olduğu tespit edilir.
Ancak bu rivayet kuşkuludur. Araştırmacılar, imparatorun saçlarındaki zehir oranının şu anki standartların 100 katı olduğunu, ancak o dönem için bu durumun alışılmadık olmadığını belirtirler. Çünkü o dönemde arsenik her yerde yaygın olarak kullanılır, örneğin arsenik, sıvı ilaçlarda ya da yapıştırıcı maddelerde kullanılır, ayrıca bağcılar fıçıları temizlemekte bu zehirden yararlanırlar. Otopsiyi yapan Napolyon'un doktoru Francesco Antommarchi, imparatorun mide kanserinden öldüğünü söyler. .
Napolyon'un cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilerek Paris'teki Fransız ordusuna ait asker mezarlarının bulunduğu İnvalides'e gömülür.
Fransız siyaset adamı, dışişleri bakanı ve 1815 Viyana Kongresi'nin mimarlarından olan Talleyrand anılarında Napolyon’un son sözlerinin ‘’Josephine’’ (sevgilisinin adı) ve ‘’Grande Armée’’ (Fransız Ordusu) olduğunu yazar. (''Balyoz'' ve ''Ergenekon'' kumpaslarında kumpası yapanlar, kumpası seyredenler, kumpasa yardımcı olanlar, kumpasçılarla işbirliği yapanlar ve ''FETÖ'' ihanetiyle kendi ordusunu tarümâr edenler bu sözden hiçbir şey anlamazlar tabii ki!)
History Channel’de yayınlanan Waterloo belgeselinde şöyle deniyor: "Napolyon, kıyaslandığında Büyük İskender, Büyük Frederik, Sezar ve Hannibal'den daha fazla savaş görmüş ve kazanmış biri, ama biz onu sadece Waterloo ile hatırlıyoruz, ne büyük bir trajedi."
Waterloo öncesi Fransa aslında Prusya, İngiltere gibi büyük devletlere barış ilan etmişti, ancak hiç biri bunu kabul etmedi, hepsinin isteği Napolyon belasından sonsuza dek kurtulmaktı. İngiltere, Prusya ve İsveç hemen birleşti, bu orduların başına da Napolyon'dan en fazla nefret eden adamları; Wellngton Dükü Arthur Wellesley’i, Prusyalı General Von Blücher’i ve İsveç'ten Napolyon'un kişisel düşmanı Bernadette’yi getirildiler. Zor durumdaki Napolyon yine de bir savunma savaşı düşünmedi, ona göre savaşı kazanmanın en iyi yolu ne olursa olsun hücum etmekti. Napolyon askerî alanda bir hücum ustasıydı, buna karşın Wellngton dükü başarılı bir savunmacı… Ama sonuç böyle tecelli etti işte.
Napolyon neden yenildi?
Napolyon neden yenildi sorusuna cevap bulmak da 1815’ten bu güne her tarihçinin uğraşısı haline gelmiştir. Böyle yenilmez bir adamın ne olursa olsun bu şekilde hüsrana uğramaması gerekirdi? Elbette Napolyon'un bu savaşı kaybetmesinin bazı nedenleri vardı, işte bu nedenler de şöyle sıralanıyor:
Kimi tarihçiler Napolyon’un savaş sırasında müthiş mide ağrısı çektiğinden bahsederler. Onlara göre Napolyon midesinden yıllarca rahatsızlık duyuyordu. Hatta Napolyon basurdu. Napolyon savaş günleri yürümeyecek, hareket edemeyecek kadar ağrı çekiyor, buna rağmen savaş yönetmek, saatlerce at üstünde koşturmak zorunda kalıyordu. Bu rahatsızlıklar ve özellikle basur nedeniyle Napolyon at üzerine binip ordusuna etkili şekilde tesir edemiyordu. Ancak bu neden tek başına yeterli bir neden değildi…
Çoğu tarihçilerin hemfikir olduğu bir neden de Napolyon’un, yerler çamurlu ve elverişsiz olduğunu görerek topların geçemeyeceğini ve etkili olamayacağını düşünerek yarım gün bekleyip zaman kaybetmiş olmasıydı. İşte bu zaman, İngiliz-Prusya ordusunun birleşmesini sağlamıştı…
Ancak yenilginin en büyük nedeni çok daha başkaydı…
Napolyon, Rusya hezimetinin ardından tutulduğu Elbe adasından kaçtıktan sonra iktidarı tekrar ele aldığında, aslında savaş Napolyon'un düşünmesi gereken son şeydi. Fransa’nın mali durumu çok kötüydü. Ordu ise savaşa hiç de hazır durumda değildi. Ancak Moskova Fatihi Napolyon elde ettikleriyle yetinmedi, düşüşte olduğunu kabullenmedi, tekrar yükselişe geçmek istedi, tekrar tüm Avrupa’ya kafa tuttu.
Napolyon artık eskisi gibi de değildi. Napolyon’un kibri savaşı kaybetmesinde en büyük etken olduğu değerlendirilir. Napolyon artık sinirli, kibirli ve gergindir. Kararlarında bazen çıldırmış bir ruhtan kesitler görülür. Napolyon bu nedenlerle kendisini odaklandığı muharebeye ve hazırlıklarına veremez hale düşer. Napolyon’un kibri, siniri ve gerginliği emrindeki generallerin ahengini ve dengesini bozar. Generallerinin Napolyon’u hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar... Askerler, özellikle Mareşal Ney, onun savaşı yönlendirmediği zamanlarda verdikleri başarısız ve riskli emirlerle ordunun telef olmasını sağlar. Bu şekilde bu generaller ordunun manevra kabiliyetini çok azaltırlar. Askerler ayrıca Napolyon’un bu tavırları nedeniyle imparatorlarına eskisi kadar bağlılık duymazlar. Rusya hüsranının da etkisiyle orduda artık eski kendine güven de kalmamıştır.
Tabii hep kaybeden Napolyon tarafından bakmayalım. Napolyon’un karşısında diğer tarafta da bir savunma dehası Wellington vardır, Prusya'nın yaşlı kurdu Von Blücher ve Braunschweig askerlerinin destansı savunması vardır, savaş alanının tam ortasında bir Hougoumont Çiftliği ve bu çiftliği savaş öncesinde çok iyi tahkim eden Wellington’un dehası vardır. Bir gün önce yağan yağmur nedeniyle çamur deryasına dönen muharebe sahası vardır.
Yani sebep çoktur. Zaten tek bir sebepten olması da beklenemez. Ne yani koca Avrupa’nın kaderini kökten değiştirecek bir savaş, Napolyon’un basuru yüzünden mi kaybedilmiştir?
Sebepler çok ancak ben bilirsiniz şiirleri çok severim. Napolyon’un yenilgisinin sebebini yine bir şiirle bitirelim. Victor Hügo Sefiller’de bu sebepleri tam da burnundan kıl aldırmayan bir Fransız’a özgü kibir ve gururla savaşı da özetleyerek şöyle yazardı:
‘’Napoleon neden yenildi?
Ortalığı bataklığa çeviren lanet yağmur yüzünden mi?
Ordusu kalmayan, teslim olmak üzere olan Wellington yüzünden mi?
Savaşa gelmeyen, hiç savaşmayan Blücher yüzünden mi?
Hayır.
Tanrı yüzünden!
Waterloo’dan galip ayrılan bir Bonaparte….’’
Waterloo’dan günümüze
Wellngton dükü Napolyon'u yendikten sonra büyük sükse yaptı. Napolyon'a olan kini öylesine büyüktü ki, onun metreslerini bile topladı, siyasete atılıp İngiltere başbakanı oldu. Blücher en büyük düşmanını yok etmenin zevkiyle üç yıl daha yaşayıp öldü. Napolyon ise Rusya'yı, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İngiltere’yi, tüm Avrupa'yı, Afrika’yı istila etmek hülyalarıyla başladığı atılımını sürgünde, zalim İngiliz valisinin kendisine göz açtırmadığı bir adada, yaşlı, hasta ve yatalak bir eski imparator olarak tamamlamış oldu.
Yazıma son vermeden size halen birisi Londra’da diğeri de Paris’te bulunan iki garın ismini vereceğim. Londra’dakinin ismi ‘’Waterloo Garı’’, Paris’tekinin ismi ise ‘’Austerlitz Garı’’dır. (Napolyon Savaşları'nın ilk muharebesi olan ve Napolyon Bonapart'ın kesin zaferi ile sonuçlanan savaşın adıdır Austerlitz.) Anlıyorsunuz değil mi?
Gelelim Waterloo Savaşı’nın günümüzle olan ilişkisine… Bunu da büyük tarihçi İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde söylemişti zaten: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer...” Askerlik sanatı sadece askerleri ilgilendirmez... Şirketlerden ticarete, sanayiden ekonomiye, futboldan siyasete her kurum ve kişiyi ilgilendirir. Artık bu geçmişin kime ve neye benzediğine de siz karar verin!
Her Firavun'un bir Musa'sı varsa her Napolyon'un da bir Waterloo'su vardır! Tarih baba bunu böyle söylüyor...
Osman AYDOĞAN
Ve bir not: Bu yazımı okuyan okuyucularım arasında asker kökenli olup da Mekteb-i Harbiye ve Erkân-ı Harbiye'de harp tarihinin tahsilini yapan okuyucularım da var... Onlara bir sorumdur: Sahi sizlere bu mekteplerde Avrupa'nın dönüm noktası olan ve dünyanın kaderini değiştiren bu Waterloo Savaşı'nın nesini okutmuşlardı?
Abba, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=Sj_9CiNkkn4
Iced Earth, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=FQv2cGp75PM
Sergei Bondarchuk’un ‘’Waterloo’’ filminden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=7vlcuvrM1po
Napolyon'un sözleri
Konuyu dağıtmamak için Napolyon'un kayda değer çok sözü olmasına rağmen önemli gördüğüm sözlerini buraya aldım...
Napolyon’un askerlikle ilgili sözleri:
‘’Düşman tesiri altındaki bir komutanın vereceği emir yoktur, kim ona uyarsa suçludur.'’
‘’Bir asker bir parça renkli kurdele için uzunca süre özveriyle savaşır.’’
‘’Savaşta ahlak olmaz.’’
‘’Her zafer zafer değildir, her yenilgi de yenilgi değildir.’’
"Savaşın bir gününü görseydiniz, bir diğerini görmemek için tanrıya yalvarırdınız."
‘’Düşmanınızı asla hata yaparken rahatsız etmeyin.’’
''Tanrı her zaman daha fazla cephanesi olan tarafın yanındadır.''
‘’Ordular midelerinin üzerinde yürür.''
Napolyon’un diğer sözleri:
"Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz."
‘’Lider umut dağıtandır.’’
‘’Aşka karşı kazanılabilecek tek zafer kaçıştır.’’
‘’En güzel savaş, insanın kendi öz varlığı ve tutkularına karşı giriştiği uğraştır.’’
‘’Alkış, oy değildir.’’
‘’En büyük suç umutsuzluktur.’’
‘’Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar.’’
‘’Hayata olan bağlılık kesildikçe ölüm gelir.’’
‘’Konuşmalarıyla dalkavukluk yapan insan iftira atmaktan da çekinmez.’’
‘’Beni sevmenizi değil, bana canla başla hizmet etmenizi istiyorum.’’
"Yukarı çıkarken durulabilir, ama aşağı inerken asla."
‘’İnsanlar çıkarları için, hakları için olduğundan daha gayretli savaşır.’’
"Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır."
"Toplum servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz."
''Aptallık siyaset için bir handikap değildir.''
‘’Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur.’'
"Öfkelenmeyecek kadar güçlüyüm."
"Devletimizin zenginliği eninde sonunda matematiğin ilerlemesine bağlıdır."
''Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork.''
‘’Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.’’
Genç Werther’in Acıları
17 Haziran 2020
Hem geçen haftaki yazımda Özdemir Asaf'ı anlatırken hem de dünkü yazımda Herman Hesse'nin ''Gertrud'' isimli eserini tanıtırken Goethe'nin ‘’Genç Werther'in Acıları’’ (Can Yayınları, 2007) isimli kitabından bahsetmiştim. Adını da zikredince Goethe'nin bu kitabını artık anlatmasam olmazdı...
‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında, 25 yaşında iken ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır.
‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.
Werther bu halet-i ruhuye ile son mektubunda Lotte’ye şöyle yazar: “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!
Gerçek hayatta ise Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş arar... Hatta 1-2 kez evlenir fakat aradığını bulamaz... Bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapar. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşıdığı Alman edebiyatçılarınca yazılır, söylenir.
Goethe'nin hakkında "eğer romanda Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda psikoloji var, romanda bir iç çatışma var, romanda karşıtların çatışması var, romanda diyalektik de var.
Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’
Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır…
Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle, kendimizle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir aşık ile aynanın karşılaşmasından, sevdiğimiz şey ise aslında kendi yansımamızdan, kendi hayallerimizden başka bir şey değildir. Werther'de de böyle olmuştur. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Werther hayalindeki kadına aşık olmuştur aslında.
Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… Werther'de öyle yapar; karşılıksız sever, gerçekten sever. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?
Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer. .
Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya sunduğu şu nottur: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’
Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler.
Okurken yavaş yavaş üstünüze bir ağırlık çöker, kalbiniz sıkışır, tansiyonunuz yükselir, nefes alamaz hale gelirsiniz, öyle ki bu Korona günlerinde kendinizi yoğun bakımlardaki entübe edilmiş Korona hastası gibi hissedersiniz... Ancak yine de bırakamayacağınız hatta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.
Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasıl da birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.
Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir. Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim.
Ve kitap son olarak şu mesajı verir aslında: ''Birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez.''
Kitaptan bazı bölümler sunuyorum.. Her bir bölüm üzerinde düşünmeniz dileği ile...
Kitaptan bazı bölümler
"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."
‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'
"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."
"Ey ulu Tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"
"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."
‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"
‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’
"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’
‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’
‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'
‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’
"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’
"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."
“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”
"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz."
“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’
“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”
‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’
‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’
‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’
“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’
"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’
‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’
‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."
‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''
Sahi siz yaz tatili için okuyacak kitap arıyordunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
Sevgiye Arzu
17 Haziran 2020
Hermann Hesse (takma adı Emil Sinclair) (1877 -1962) Almanya doğumlu 1946’da Nobel Edebiyat Ödülünü alan 20. yüzyılın en önemli İsviçreli yazarlarından ve ressamlarından birisidir… ‘’Bozkırkurdu’’ ve ‘’Siddharta’’ en önemli eserleri arasındadır.
Hermann Hesse’nin bu iki kitabın gölgesinde kalan güzel bir kitabı daha var: ‘’Gertrud’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2005)
Hermann Hesse bu kitabında içine kapanık bir müzisyenin (Kuhn) yaşama ve insanlara tepkisini, başkaldırışını, korkusunu güzel bir üslupla aktarır.
Kitapta anlatıcı Kuhn genç yaşta sakat kalan bir bestekârdır. Diğer ana karakterler depresif opera sanatçısı Muoth ve güzel sesli Gertrud’dur. Roman bu üçlünün ilişkilerine odaklanır. Kuhn yaşadığı tüm coşkuları ve ümitsizliklerini bestelediği operaya aktarır.
Hesse, bu eserinde müzikle aşkı iç içe giydirerek müziğin yaşamın özü, ruhu olduğunu anlatır... Hesse’nin eserinde biraz da Goethe’nin ‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Can Yayınları, 2007) isimli romanının izleri vardır. ''Genç Werther’in Acıları’’nda da olduğu gibi Hesse’nin bu eserinde de imkânsız bir aşkın yakıcılığı melodik bir biçimde anlatılır… Hesse bunu o kadar güzel anlatır ki bu var olmayan eseri dinlemiş gibi olursunuz…
Kitapta Kuhn bir bölümde şöyle anlatır: (s. 77)
‘’Gerçekten bambaşka biri miydim bütün bu insanlardan, Morion’dan, Lotte’den, Muoth’tan? Gerçekte sevgi denen şey bu muydu? Hepsini görüyor, bütün bu ateşli insanları görüyordum; sanki bir fırtınanın önüne katılmış yalpalayıp duruyor, bir belirsizlikten içeri savruluyorlardı.
Erkekleri görüyordum; bugün arzuyla, yarın bıkkınlıkla kahroluyor, yana yakıla seviyor, sevgilere hoyratça son veriyor, hiçbir sevgiye güven beslemiyor, hiçbir sevgide mutluluğu bulamıyorlardı.
Kadınları görüyordum sevgiden yanıp tutuşan; aşağılanmaları ve dayakları sineye çekiyor, sonunda kapı dışarı ediliyor ama bağlandıkları erkekten yine de kopamıyor, kıskançlıkları ve horlanmış sevgileriyle onurları çiğnenmiş, köpeksi bir sadakat sergiliyorlardı."
Bu kadar güzel bir tespitten sonra kendi halini de şu şekilde açıklıyor Kuhn:
‘’O gün uzun süredir ilk kez oturup ağladım. İçerleyerek, kızarak gözyaşlarımı akıttım bu insanlar için; dostum Muoth için, yaşam ve sevgi için gözyaşları.
Ayrıca kendim için daha bir sessiz, daha bir el altından gözyaşları döktüm; bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayıp hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan kendim için…"
Teoman Alpay’ın Nihâvend şarkısını Zeki Müren şöyle mi söylerdi: ‘’Yeryüzünde yalnız gezen yıldızlar, gökyüzünde sizin kadar yalnızım!’’
Osman AYDOĞAN
Şeytan ve Genç Kadın
15 Haziran 2020
Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap Paulo Coelho’nun ‘’Ve Yedinci Gün’’ isimli üçlemesinin son kitabıdır. Üçlemenin ilk iki kitabı; ‘’Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’’ (Can Yayınları, 2016) ve ‘’Veronika Ölmek İstiyor.’’ (Can Yayınları, 2017)
‘’Şeytan ve Genç Kadın’’; şeytanın ''Bescos'' isminde gelişmemiş bir kasabada yaşayan bir kadının aklını çelmesini konu alan kitaptır. Bu kadın; dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları ile gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyünde yaşayan ve bu köyün tek genç kadını olan ve köyün küçük otelinin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.
Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı birisini öldürmeleri karşılığında kendilerine yüklü bir miktarda altın vereceğini söyler. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu tekliften sonra küçük kasaba halkı tamamıyla değişir. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır. Ve herkes içindeki iyilik ve kötülükle savaşmaya başlar.
Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Romanda; ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ diye bir şeyin olmadığı, sadece nereden baktığınıza bağlı olduğu anlatılır... Roman aslında ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’’nün romanıdır…
Kitaptan sizlere üç hikâye anlatacağım. Ancak hikâyelerden önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:
Kitaptan alıntılar
''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’
''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."
"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."
"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."
"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."
"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."
"En iyi tarafımıza ulaşmak için, en kötü tarafımıza da ihtiyaç duyarız."
‘’Bir insanın üzerinde egemenlik kurman için onu korkutman yeterli.’’
‘’İyi ile kötü arasındaki mücadele her insanın yüreğinde vardır, orası bütün meleklerin ve şeytanların savaş alanıdır.’’
‘’İyi yürekli adam rolü oynamak, yalnızca hayata tavır almaktan korkanlara özgü bir şeydir. İnsanın kendinin iyi olduğuna inanması, başkalarına karşı çıkmaktan ve haklarını savunmak için savaşmaktan çok daha kolaydır. Kendinden daha güçlü biriyle savaşmak için cesaret toplamaktansa bir hakareti sessizce kabullenmek de çok daha kolaydır. Üzerimize atılan taş bize isabet etmemiş gibi yapabiliriz ama geceleri odamızda yalnız kaldığımızda, odamızı paylaştığımız karımız, kocamız ya da okul arkadaşımız uykuya daldığında korkaklığımıza sessizce ağlarız.’’
Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikâyeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım… Gerçi sizler bu hikâyeleri biliyorsunuzdur da kaynağını bilmiyorsunuzdur!
Bir tutam tuz
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.
‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.''
Oğlu şaşırmış.
‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’
‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’
Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine,
‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. ''Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’
‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’
‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’
Bir adam, atı ve köpeği
Söylediğim gibi Ahab cehennemle cennet hakkında bir masal bilirmiş, bu masal eskiden ana babalardan çocuklarına aktarılırdı, ama artık unutulup gitti.
Bir adam, atı ve köpeği yolda gidiyorlarmış. Kocaman bir ağacın yanından geçerlerken üçünü de yıldırım çarpmış. Ama adam bu dünyayı terk ettiklerini fark etmemiş ve yanında iki hayvanıyla yoluna devam etmiş. Bazen ölüler, yeni konumlarına alışmak için zamana ihtiyaç duyarlar.
Ve adamla atı ve köpeğinin yolculuğu öte dünyada şöyle devam etmiş:
Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.
Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
"İyi günler."
"İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi.
"Burası harika bir yer, adı ne?"
"Burası cennet."
"Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık."
"İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
"Atımla köpeğim de susadılar."
"Kusura bakmayın", demiş bekçi.
"Buraya hayvanlar giremez."
Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
"İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
"Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
"Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
"İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
“İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
"Buranın adı ne?"
"Cennet."
"Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
"Orası cennet değil cehennemdi."
Yolcunun aklı karışmış,
"Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
"Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü’’nün yüzü
Öte yandan Yabancı, kültürlü olmasının, çevresinde toplanmış insanların çalışmasından çok daha değerli olduğunu onlara kanıtlamak istiyordu. Parmağıyla duvarda asılı bir tabloyu işaret etti. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Dünyadaki en ünlü tablolardan biridir: Leonardo da Vinci'nin yaptığı bu tablo, İsa ile on iki havarisini son yemekte gösteriyor." "Ünlü bir tablo olması beni şaşırttı," dedi otelin sahibesi, "çünkü ben onu çok ucuza aldım." Bu yalnızca bir röprodüksiyon. Aslı buranın epey uzağındaki bir kilisede duruyor. Ama bu tablonun bir hikâyesi var, bilmem öğrenmek ister misiniz?"
Bardaki müşteriler başlarını salladılar. Ve adam başladı anlatmaya:
‘’Bu tabloyu (Son Akşam Yemeği) yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci büyük bir güçlükle karşılaştı. İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı... Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti... Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi…
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı...
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu… Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı... Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı...
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı... Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
Kitapta geçen ol kıssalar bu kadardır.. Bu kıssalardan çıkaralıcak mebzuuuul miktarda hisse vardır ki arz etmek bana, çıkarıp almak da hepimize kalmıştır...
Sizlere güzeeeel bir hafta dilerim...
Osman AYDOĞAN
Hasta Siempre
14 Haziran 2020
‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara (*)'ya aittir. Victor Jara, muhtemel ki bu eserini vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiştir!.
Şarkının ortaya çıkış süreci:
Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. (Castro Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.)
Che, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. (Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.)
Che mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar.
Şarkının yorumları
Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che’nin Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanır.
Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri, Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu) da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.
Devrime yakılan bir ağıt popüler kültüre nasıl malzeme olur
Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone'nun popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni, Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir.
Bu örnek tek de değildir. Günümüzde devrim şarkıları ve devrim simgeleri popüler kültür tarafından sıkça da kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda bir Netflix yayını olan İspanyol yapımı ''La Casa de Papel'' dizisinde de İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sıkça çaldığını, soyguncuların Guantanamo esirlerinin kiyafetleriyle benzer olduğunu, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini, kıyafetlerinin renginin de Kızıl Ordu’yu çağrıştırdığını anlatmıştım...
Nathalie Cardone’ye ait bahsettiğim bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek; ''Doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak...'' ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiş. Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsettiğim bu yorumunu veriyorum...
Che Guevara
''Che''den bahsedince bir zamanlar Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük (!) Türk siyasetçisinin Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci hatırladım. O zamanki Meclis Başkanı İsmail Kahraman Che Guevara için ‘‘katil ve eşkıya’’ diye bir ifade kullanmıştı. (Gazeteler, 28.08.2016)... Bu söz üzerine Büyükelçi Casals da şöyle bir demeç vermişti:
‘'Küba’nın en büyük düşmanları bile böyle bir ifade kullanmadı. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır. Che Guevara için ‘katil kişilik’ dediğiniz zaman onun Küba devrimi için mücadelesinden bahsetmiş oluyorsunuz. Bu da saygıda kusur etmektir. Che Guevera’ya ‘katil’ diyerek, benim Devlet Başkanıma da aynı ifadeyi kullanmış oluyorsunuz.’’
Tabii sayın Büyükelçi nereden bilsindi kendi ülkesinin kurucusu Atatürk'ü dahi anlayamamış, ona değil saygıda kusur etmek, hakaretler bile yağdıran, adını her yerden kazımaya çalışan ham ervahın anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sembolü Che'yi nasıl anlayacağını?...
Bu arada küçük bir bilgi: Che Guevara'nın asıl adı Ernesto Guevara'dır. ''Che'' onun lakabıdır. Aslen Arjantinlidir. Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordur.
Bugün Che Guevara'nın doğum günü... Che Guevara, İspanyol ve İrlanda asıllı bir ailenin beş çocuğunun en büyüğü olarak Arjantin'in Rosario şehrinde 14 Haziran 1928 tarihinde dünyaya gelir. Che Guevara 09 Ekim 1967 tarihinde Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu'nun elindeyken yargısız katledilir.....
Ne adamlar gelmiş geçmiş bu dünyadan değil mi? Che Guevara'nın şahsında politik bir mücadelenin sağlam bir kişilik, güçlü bir karakter, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, bilgelik, sonsuz bir azim ve güçlü bir irade gerektirdiğini, bu özelliklere sahip olmayanların ise bu özelliklere sahip olan politik karakterlere saldıran gelip geçici birer politik figüran olarak kaldığını görüyorsunuz. Bunun için tarihin çöplüğüne gitmeye gerek yok, etrafınıza bir bakın yeter!
Che'yi doğum günü vesilesiyle işte bu şarkıyla anmak istedim: ''Hasta Siempre''
Toprağı bol olsun!
Osman AYDOĞAN
Nathalie Cardone, ''Hasta Siempre''
https://www.youtube.com/watch?v=kTqwy6ay1HQ
(*) Hasta Siempre’nin bestecisi Víctor Jara, Salvador Allende ve sol partilerini birleştiği bir hareket olan ‘’Unidad Popular’’ yararına Şili’de birçok konserler verir. 11 Eylül 1973'te Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Víctor Jara "Teknik Üniversite"deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Şili Ulusal Stadyumu'nda işkence görür. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular 'ın şarkısını söylemeye çalışır. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır, vahşice dövülür, sonrasında elleri kesilip tribün önüne asılır, dipçikle kafası parçalanır sonrasında da bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınına atılır…
Eylül 2003'te Jara’nın öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Şili Ulusal Stadyumu'nun adı ‘’Estadio Víctor Jara’’ (Victor Jara Stadı) olarak değiştirilir…
9 Aralık 2004 tarihinde Jara'nın ölümünden 31 yıl sonra yargıç Juan Carlos Urrutia Jara öldürüldüğü sırada Şili Ulusal Stadyumu'nun en üst rütbedeki sorumlusu emekli subay Mario Manríquez Bravo hakkında dava açar. 2012 yılında bu emekli subay, sekiz eski asker ve emri veren askeri savcı ile beraber hapse mahkûm olur… En son, Eylül 2014'te sorumlu görülen üç eski subay daha mahkûm edilir…
Şarkıyı en güzeli orijinal diliyle dinlemek ama size sözlerini Türkçe veriyorum:
Sonsuza dek
Biz seni sevmeyi
tarihin yükseklerinden öğrendik
cesaretinin güneşi
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda)
İşte burada (duruyor)
tatlı varlığının
kalbe sıcaklık veren saydamlığı
kumandan Che Guevara
(Nakarat)
Şanlı ve güçlü elin
tarihe ateş açar
bütün Santa Clara (halkı)
seni görmek için uyandığında
(Nakarat)
Rüzgarı yakarak gelirsin
bahar güneşleriyle..
gülüşünün ışığıyla
bayrağı dikmek için
(Nakarat)
Devrimci aşkın
seni yeni bir davaya götürüyor
ki orada senin kurtarıcı kolunun
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar
(Nakarat)
Biz mücadelemize devam edeceğiz
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi
ve Fidel'le sana diyoruz ki
sonsuza kadar, komutan
(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada)
(Nakarat)
Cucurrucucú Paloma
14 Haziran 2020
Geçen hafta bu sayfada sizlere Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe MÖ 492 yılında geçen ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanan ‘’La Paloma’’ isimli bir folk şarkısının hikâyesini anlatmıştım.
Madem geçen Pazar gününü ‘’La Paloma’’ ile geçirdik, bu Pazar günü de yine ‘’La Paloma’’ ile devam edeyim istedim... Bu sefer de içinde yine ‘’La Paloma’’ bulunan bir başka folk şarkısını anlatacağım: ‘’Cucurrucucú Paloma’’...
Cucurrucucú Paloma şarkısının kökeni
‘’Cucurrucucú Paloma’’ geleneksel bir Meksika halk sarkışıdır. Meksika'yı oluşturan 31 eyâletten birisi olan ve Meksika’nın merkez doğu bölgesinde yer alan Veracruz eyaletinin kuzeyindeki Huazteca bölgesinden yaşayan Meksika yerlilerinin müziğidir. "Huazteca" ya da "Son Huazteca" adı verilen bu tür şarkılar, aşkın en saf ve masum halini konu edinirler. ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı Meksikalı müzisyen Tomás Méndez tarafından 1954 yılında bestelenir.
’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı 1960’lı yılların sonundan itibaren Güney Amerika’daki diktatörlükler döneminde bir yandan gün be gün yaşanan şiddete karşı bir sembol olarak da politik bir anlam kazanırken diğer yandan da güvercinin temsil ettiği barışa ve daha güzel günlere özlemi yansıtır.
Güvercin aynı zamanda saf sevgiyi de anlatırdı… Bu anlamda ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı giden sevgilinin veya sevilenin ardından söylenen hüzünlü bir şarkıdır. Şarkıda ‘’Cucurrucucú’’ diye ağlayan güvercin ise aynı zamanda giden sevgilinin veya sevilenin ardından yakılan ağıtı, ona duyulan özlemi ve sevgilinin/ sevilenin geri döneceğine duyulan umudu simgeler.
Şarkı aynı zamanda aşkın ve sevginin saf ve masum halinin değerini bilmeyenlere de yapılan bir sitemdir aslında. Çünkü şarkı ‘’ağlama güvercinim ağlama, taşlar aşkın ne olduğunu bilmezler’’ diye sona erer!
Yıllar içerisinde şarkı birçok filmin müziğinde kullanılarak şarkıya uluslararası popülerlik kazandırır.
Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma şarkısı
Şarkı ilk olarak 1955'te gösterime giren Meksika yapımı ‘’Escuela de Vagabundos’’ isimli komedi filminde kullanılır. Bu filmde filmin yıldızı Pedro Infante bu şarkıyı söyler.
Bu Şarkı adını Amerikalı yönetmen Miguel Delgado'nun yönettiği 1965 yapımı bir Meksika filmi olan ‘’Cucurrucucú Paloma’’ filminde de duyurur. Filmde başrol oyuncusu Meksikalı şarkıcı Lola Beltrán tarafından bu şarkı seslendirilir.
Bu şarkı en güzel şekilde İspanyol film yönetmeni Pedro Almodóvar’ın 2001 yılı yapımı, insanlık, dostluk, sevgi, iletişim, naiflik, yalınlık, içtenlik gibi birçok temayı mükemmel bir şekilde işlediği ‘’Hable Con Ella’’ (Konuş Onunla) isimli platonik bir aşkın olağanüstü bir şekilde anlatıldığı bir drama filminde kullanılır. Filmde bu şarkı Brezilyalı besteci, şarkıcı, gitarist, yazar ve siyasal aktivist Caetano Veloso tarafından mükemmel bir şekilde yorumlanır... Filmi akıllarda tutan, hafızlara kazıyan da bu şarkı olur.
Bu şarkı son olarak Amerikalı yönetmen ve yazar Barry Jenkins'in 74. Altın Küre Ödülleri'nde drama dalında ‘’En İyi Film’’ ödülünü kazandığı, Şubat 2017 yılında 8 dalda Oscar adayı olup yılın en iyi filmi seçildiği ve daha birçok ödülün sahibi olan 2016 yılı yapımı ‘’Moonlight’’ (Ay Işığı) filminde de kullanılır. Filmde yine Brezilyalı efsane Caetano Veloso'nun yorumu hep arka planda çalar...
Yazımın sonunda bu filmlerden sırasıyla Pedro Infante, Lola Beltrán ve Caetano Veloso’nun "Cucurrucucú Paloma" şarkısını söyledikleri sahnelerin bağlantısını veriyorum…
Şarkı bu filmlerin dışında ayrıca ‘’Le Magnifique’’, ‘’The Last Sunset’’, ‘’My Son’’, ‘’What Have Ye Done’’, ‘’The Five-Year Engagement’’ ve ‘’Happy Together’’ isimli filmlerde de kullanılır.
Cucurrucucú Paloma şarkısını yorumlayan diğer şarkıcılar
Bu şarkı 1954'te Tomás Méndez tarafından bestelenmesinden bu yana Luis Miguel, Rocío Dúcal, Perry Como, Miguel Aceves Mejía, Hibari Misora, Nana Mouskouri, Julio Iglesias, Shirley Kwan, Lila Downs, Joan Baez, Rosemary Clooney, Aida Cuevas, Harry Belafonte, Refrain de Franco Battiato, Juan Diego Flórez, Mireille Mathieu ve Demis Roussos gibi çeşitli popüler şarkıcılar tarafından da seslendirilir.
Cucurrucucú Paloma şarkısı üzerine
İçinizde fırtınalar koparacak, kalbinize, ruhunuza, gönlünüze dokunacak ve kalbinizi, kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa bağırtacak olan bu şarkının değişik yorumlarını aşağıdaki bağlantıda veriyorum. Bağlantıdaki bütün yorumları dinlemenizi isterim… Şarkının orijinal İspanyolca ve ardından da Türkçe olarak sözlerini yazımın sonunda veriyorum... Şarkının sözlerini okuyunca neden bütün yorumcuların bu şarkıyı bir feryâd bir figân halinde sözylediklerini daha iyi anlayacaksınız...
Şimdi unutun zihninizdeki gamı, kederi, kasveti, siyaseti, Koranayı… Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi sadece kendiniz kalana kadar siz de atın zihninizden gamı, kederi, kasveti, siyaseti, Koranayı… Sonra da bağlantılarını verdiğim şarkının bütün yorumlarını dinleyin… İnanın pişman olmayacaksınız… Fransız roman yazarı Andre Maurois derdi ya: ‘’Unutma olmayınca mutluluk da olmaz.’’
Sizlere sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü dilerim… Her şey gönlünüzce olsun…
Osman AYDOĞAN
Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma
Escuela de Vagabundos filminde Pedro Infante:
https://www.youtube.com/watch?v=0uQ4W7afKLU
Cucurrucucú Paloma filminde Lola Beltran:
https://www.youtube.com/watch?v=oc5Fv_94F3Y
Hable Con Ella filminde Caetano Veloso:
https://www.youtube.com/watch?v=-CsA1CcA4Z8
Cucurrucucú Paloma’nın diğer yorumları:
İspanyol aslllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu ve Yunan şarkıcı Demis Roussos:ikilisinden Cucurrucucú Paloma
https://www.youtube.com/watch?v=-DwUe7VuV1M
Meksikalı şarkıcı Luis Miguel:
https://www.youtube.com/watch?v=swXFlEs8sKc
Meksikalı şarkıcı Aida Cuevas:
https://www.youtube.com/watch?v=bLR6IHdnKM0
Perulu bir opera tenoru Juan Diego Flórez
https://www.youtube.com/watch?v=Q7yfsNFoUvk
Amerikan folk şarkıcısı Joan Baez:
https://www.youtube.com/watch?v=zepMXy-Sj5c
Jamaikalı Amerikan şarkıcı Harry Belafonte:
https://www.youtube.com/watch?v=iqYzRvaRPRk
Bir Meksika müzik grubu Los Tres Tenores
https://www.youtube.com/watch?v=4lvy8_TA6Tg
Meksikalı sanatçı Tomás Méndez
https://www.youtube.com/watch?v=le_84BLThqo
Cucurrucucú Paloma
Dicen que por las noches
Nomas se le iba en puro llorar,
Dicen que no comia,
Nomas se le iba en puro tomar,
Juran que el mismo cielo
Se estremecia al oir su llanto;
Como sufrio por ella,
Que hasta en su muerte la fue llamando
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
Ay, ay, ay, ay, ay,... gemia,
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
De pasion mortal... moria
Que una paloma triste
Muy de manana le va a cantar,
A la casita sola,Con sus puertitas de par en par,
Juran que esa paloma
No es otra cosa mas que su alma,
Que todavia la espera
A que regrese la desdichada
Cucurrucucu... paloma,
Cucurrucucu... no llores,
Las piedras jamas, paloma
Que van a saber de amores!
Cucurrucucu... cucurrucucu...
Cucurrucucu... paloma, ya no llores
Kukurrukukur, kumru
Diyorlar ki, akşamları,
Ağlamaktan başka bir şey yapmamış.
Yemek bile yemediğini söylediler.
İçmekten başka bir şey yapmamış.
Diyorlar ki, gökyüzü bile
Titremiş o ağlarken.
Birisi için ne acı çekti!
Ölürken bile onu sayıklıyordu.
"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
"Ay ay ay ay ay" diye inledi,
"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
İnanılmaz bir acıyla veda etti.
Üzgün bir kumru,
Sabahın erken saatlerinde gelir şarkı söylemek için,
Boş bir eve,
Küçük kapıları genişçe açılan.
O kumrunun,
O adamın ruhunu taşıdığına yemin ediyorlar.
Hala ümit ediyor,
Zavallı kadının geri döneceğini.
Kukurrukukur, kumru
Kukurrukukur, üzülme
Taşlar, kumru,
Aşkın ne olduğunu asla anlayamazlar.
Kukurrukukur, kukurrukukur
Kukurrukukur, kumru,
Artık onun yüzünden ağlama.
Müyesser Yıldız neden tutuklandı (2)
12 Haziran 2020
Günlerdir yandaş basın tarafından “askeri casusluk” suçlamasıyla manşetlere taşınan Müyesser Yıldız’a gözaltı süresince “casusluk”la ilgili bir suçlama yöneltilemedi. Çünkü yok böyle bir suç… Ancak Savcılığın gözaltına alma gerekçesi “siyasi ve askeri casusluk” (TCK 328) iken Müyesser Yıldız mahkemeye “gizli kalması gereken bilgileri açıklamaktan’’ (TCK 329) sevk edilerek tutuklandı…
Peki, Müyesser Yıldız’ın açıkladığı “gizli kalması gerekirken açıkladığı bilgiler’’ neydi? Müyesser Yıldız’ın avukatı Erhan Tokatlı’nın açıklamasına göre bu bilgiler Müyesser Yıldız’ın aylar önce yazdığı “Kim bu Hafter’le görüşen Türk komutanlar” (24.12.2019) ve “Libya’ya hangi komutan gitti… Yerine kim geldi” (20.01.2020) başlıklı iki haber…
Ancak günümüzde vukuat-ı adiyeden ve tırışkadan uyduruk haberlere bile jet hızıyla mahkeme kararları ile erişim yasağı gelirken, mesela Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazda kiraladığı araziye yaptırdığı çardak ve şöminenin İBB tarafından yıkıldığına ilişkin habere jet hızıyla erişim yasağı gelirken Müyesser Yıldız’ın tutuklanmasına vesile olan bu iki habere –demek ki İBB’nin yıktığı çardak ve şömineden de önemsiz bir haber olarak görmüşler ki- aylar önce yayınlanmasına rağmen bu haberlere şimdiye kadar erişim yasağı getirilmemiş… Bu haberler halen Odatv İnternet sitesinde olduğu gibi duruyor…
Müyesser Yıldız’ın tutuklanma hükmü bana Karakuşî'nin bir hükmünü hatırlattı... Bu hükümden önce Karakuşî'yi kısaca bir tanıtayım:
Hükm-ü Karakuşî
Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de - gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.
Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…
Şimdi gelelim Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin bir hikâyesine:
Hükm-ü Karakuşî ve bir hırsız hikâyesi
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...
Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.
Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.
Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"
Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"
Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"
Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.
Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"
Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"
Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"
Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"
Hikâye bu kadar…
Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir?
Bir rivayete göre Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş... Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.
Necdet Rüştü Efe ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabında ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır (s.131-133):
‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’
‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...
Müyesser Yıldız’ın tutuklanması
Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyeleri ve dolayısıyla anlattığım bu hikâye de görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Müyesser Yıldız’a yapılan hukuk ihlalli ise gerçektir ve tam da hikâyedeki gibi tam bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…
Sonuçta Müyesser Yıldız’ın gözaltına alınırken söylediği gibi (FETÖ'cüsü, casusu, darbecisi sokakta gezecek, şamarı bana indireceksiniz) kısa boylu diye Müyesser Yıldız asılmak istenmektedir.
Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin ve kurumlarının verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır.
‘’Adalet’’ diye bir endişesi, bir kaygısı olanlara duyurulur…
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
’Yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi: Özdemir Asaf
11 Haziran 2020
Bugün, Türk şiirinde ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi Özdemir Asaf'ın doğum günü. (11 Haziran 1923) (Vefatı: 28 Ocak 1981) Hep hayıflanıyorum işte, bizi biz yapan değerlerimizin ''doğum gününü'', ''vefat yıldönümünü'' vesile yaparak neden anmayız diye... Boyalı boyalı ceridelere bakın... Renkli renkli ekranlara bakın... Hiç anan var mı bu ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairini...
Onlar anmasa da hep beraber biz analım, değil mi?
Özdemir Asaf (1923 - 1981); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…
Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi... Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi... Dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi...
''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…
Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…
‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…
Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:
‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’
Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…
Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur. ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.
Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''
Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum... Çünkü; susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…
"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi Özdemir Asaf yok artık, ama sadece bizden önce, öteye gitti, hep öteye... Bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır!
Allah rahmet eylesin...
Osman AYDOĞAN
Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:
• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin.
• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.
• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı.
• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.
• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.
• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.
• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme!
• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm...
• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?
• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.
• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi?
• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.
• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun.
• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı…
• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala.
• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker.
• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir.
• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte!
• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir.
• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.
• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.
• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza.
• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.
• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum.
• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.
• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.
• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım.
• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır.
• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur.
• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı.
• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç.
• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir.
• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz.
• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır.
• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek…
• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...
• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan!
• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün.
• Kendine gel! Seni orada bekliyorum.
• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.
• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden...
• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil...
• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum.
• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse.
• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun.
• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.
• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.
• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!
• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin!
• Seni, sensiz de sevebiliyorum.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan.
• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun...
• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.
• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti.
• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.
• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.
• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...
• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.
• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.
• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...
• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.
• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz?
• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.
• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol.
• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen...
• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor...
• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin...
• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.
• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek?
• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.
• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.
• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.
• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.
• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.
• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım.
• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.
• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.
• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.
• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.
• Dost gerçekleri... Düşman işine geleni... Deli ağzına geleni... Aşık içinden geçeni söylermiş...
• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi?
• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.
• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.
• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?
• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.
• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.
• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil.
• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.
• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?
• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan.
• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır...
• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.
• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.
• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de..
• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum.
• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez...
• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı...
• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil.
• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.
• Şu hayvan o kadar vahşî ki... Onun üstesinden ancak insan gelebilir.
• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…
• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun.
• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.
• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.
• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.
• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.
• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.
• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım.
• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var.
• Biri gelir sorarsa... Sana beni sorarsa... Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin... Gidiyorum ben sana, benimle gider misin?
• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.
• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...
• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.
• Ağzında yalan varken konuşma!
• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.
• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.
• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.
• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz.
• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.
• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan..
• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.
• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.
• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.
• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.
• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.
• Bugüne en uzak gün, dün.
• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.
• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim.
• Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.
• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır.
• Ona aşığım, çünkü o bana değil.
Müyesser Yıldız neden gözaltına alındı?
10 Haziran 2020
Müyesser Yıldız’ı Balyoz ve Ergenekon kumpaslarına karşı Ankara’da yapılan ‘’Sessiz Çığlık’’ eylemlerinin bir parçası olarak Çankaya’da AYM önünde yapılan nöbette tanımıştım. TSK’ne kurulan Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında Türk basınının büyük bir çoğunluğu basitçe, kişiliksizce mevzi gerisinde saklanmış vaziyette sessiz kalırken, bir kısmı da şerefsizce, adice, onursuzca, arsızca ve hayâsızca TSK’ne kin kusarken Müyesser Yıldız bu kumpaslara karşı tek başına TSK’ni TSK’nden da daha çok savunan, hakkını arayan, koruyan yiğit bir gazeteciydi…
Müyesser Yıldız, FETÖ kumpasıyla Oda TV davasından yaklaşık on altı ay cezaevinde yatmış, daha sonra bütün kumpas mağdurları gibi beraat etmişti. Müyesser Yıldız, beraat ettikten sonra da avukatlarının ‘‘Hakkınızı kuvvetlendirmek için, tescil ettirmek için tazminat alın. Çünkü haksız tutuklama karşısında vatandaşın devletten tazminat alma hakkı var’’ teklifine karşı; ‘’‘Devletin yargıcı, polisi hata yapabilir, devleti yönetenler hata yapabilir ama ben devletime tazminat davası açmam’’ diye cevap veren ve devletine dava açmayan yurtsever bir gazeteciydi…
Müyesser Yıldız ayrıca Türk basınında herkeslerden daha fazla olarak hükumetin bir türlü aydınlatmak istemediği, pek çok bölgesi karanlıkta kalan 15 Temmuz vakasını aydınlatmaya çalışan nadir basın mensuplarından da birisiydi…
Halen Odatv Ankara Haber Müdürü olarak görev yapan Müyesser Yıldız 08 Haziran 2020 tarihinde bir astsubay ile yaptığı telefon görüşmesinde edindiği bilgileri ‘’haber yapmaması’’ nedeniyle sabah vakti evinden "Siyasal ve Askeri Casusluk’’ suçlamasıyla gözaltına alındı. İfadeye çağırsalar sanki kaçacak.
Müyesser Yıldız, gözaltına alınmasının ardından Emniyet’te su istemesi ancak verilmemesine üzerine avukatı aracılığıyla şu açıklamayı yaptı: “Canı sıkıldıkça, 8-10 senede bir suç uyduran devletin suyunu da ekmeğini de istemiyorum. FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz. Ben bunların suyunu da ekmeğini de istemiyorum.”
Müyesser Yıldız’ın bu açıklaması bana bir Fransız sosyolog ve yazar Dr. Gaston Bouthoul’u (1896 – 1980) hatırlattı.
Şimdi diyeceksiniz ki Müyesser Yıldız ile bu Fransız’ın ne ilgisi var? Bu ilgiyi anlayabilmek için Dr. Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ (Cem Yayınevi, 1997) isimli kitabını kısaca anlatmam lazım…
Dr. Bouthoul ve ''Politika Sanatı'' isimli kitabı
Dr. Bouthoul, savaş sosyolojisinin öncüsü olarak tanınır. Onun ana ilgi alanı sosyal bir phänomen olarak savaştır. Dr. Gaston Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ dışında Türkçe yayınlanmış iki kitabı daha var: ‘’Sosyoloji Tarihi’’ ve ‘’Siyaset Sosyolojisi’’.
’’Politika Sanatı’’ kitabı, yazarın Antikçağ’dan başlayıp Ortaçağ’a, oradan da XVI., XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıl diye her yüzyıla ayrı bir bölüm açarak XX. yüzyıla kadar, politika ile ilgili eserler veren, siyaset sahnesinde yer alan kralların, hükümdarların, filozofların, sosyal bilimcilerin, dini liderlerin ve askerlerin yönetim sanatı hakkındaki fikirlerinden yaptığı bir derlemedir. Kitabın orijinal adı: ‘’L'art de la Politique’’ dır.
Yayınevi bu kitabın arka kapağında şunu yazar: ‘’Amacı Konfüçyüs’ten Lenin'e Platon'dan De Gaulle'a değin politika üstüne eğilmiş 78 ünlü filozof ve devlet adamının gerek değişik, gerek çelişik, gerekse birbirini destekleyen görüşlerini, en belirgin yanlarıyla politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile bir arada sunuyoruz.’’
Kitabın Antikçağ ile ilgili bölümde ilk antlaşmalar, Çin filozofları Lao Tzu'dan ve Konfüçyus’dan aforizmaları yer alır… Kitabın bu bölümünde Grek kültürüne yer verilir, Atina demokrasisi gibi kavramlar kısa kısa açıklanır, Platon ve yönetim felsefesi, idealar dünyası, yurttaşların görev dağılımı gibi kavramlara atıfta bulunulur… Bu çağdaki düşünürlerden Mensius’a, Thukidides,e, Aristoteles’e ve Cicero’ya yer verilir.
Kitabın bu bölümü günümüze ışık tutması açısından diğer bölümlere göre daha ilginçtir. Kitabın 25. sayfasından itibaren Platon’un politika üzerine görüşlerine yer verilir. Bu sayfalarda verilen Platon’un politika üzerine düşüncelerinin bir kısmı sanki günümüzü anlatır gibidir:
“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın!”
“Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söylenebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur.”
“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”
Bilmem bu sözler sizlere tanıdık geliyor mu?
Bu sözleri burada bırakıp şöyle çok kısa bir geriye gidelim:
Hani sözde FETÖ ile mücadele ediyorlar ya…
O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ne seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''
Bir dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat da şöyle konuşuyordu: “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik.” (Gazeteler, 21 Temmuz 2016)
Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):
‘’Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum... Bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’
Aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu.
Peki, açık açık FETÖ’ne hizmet ettiğini, FETÖ ne de dediyse yaptıklarını söyleyen Bülent Arınç şimdi nerede: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyesi olarak Saray’da…
Peki, Bülent Arınç’ın ‘’Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ne peşkeş çekti’’ dediği İ. Melih Gökçek şimdi nerede? Hiç adam hakkında ‘’FETÖ terör örgütüne üye olmamakla beraber FETÖ’ne yardım ve yataklıktan’’ dolayı dava açıldığını duydunuz mu siz hiç?
Peki, “cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyen Dengir Mir Mehmet Fırat'ın vefat ettiği Temmuz 2019 tarihine kadar hiç ifadesine başvurulmuş muydu?
Hiç bu muhteremler hakkında dava açıldığını duyan var mıydı?
Öyle mi?
Bir bankada üç kuruş hesabı var diye vatandaşı FETÖ ile suçlayıp yargılayacaksınız ama öbür taraftan aynı bankanın yöneticilerini SPK’nın başına (gazeteler 17 Nisan 2018) ve Merkez Bankasına yönetici olarak (gazeteler 18 Ocak 2020) atayacaksınız, bu bankadan milyonlarca TL kredi kullanan FETÖ övgücüsünü de TV’lerde makbul bir yorumcu olarak hala baş tacı yapacaksınız? Sonra da kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı gözaltına alacaksınız… Öyle mi?
Sahi, zamanında Meclis kürsülerinde, TV’lerde FETÖ’ne övgüler düzenler, teee ABD’ye kadar gidip FETÖ elebaşısının yanında boy boy arz-ı endam edip el etek öpenler, ABD’ye gidenlerle ona selam gönderenler, arkasından salya sümük ağlayanlar, FETÖ’nü savunanlar, elebaşını ülkeye davet edenler, mahkemelerde elebaşını aklayanlar şimdi neredeler? Bunlar hakkında da açılmış bir tane dava var mıdır? Şimdi de kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı gözaltına alacaksınız… Öyle mi?
“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasası’nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime;….’’ diye yemin etmiş bir ABD vatandaşını Malezya’ya büyükelçi olarak atayacaksınız, ABD’ye bağlılık ve sadakat yemini etmiş bu ABD vatandaşına gönderdiğiniz devletin çok gizli kriptoları casusluk olmayacak, Müyesser Yıldız’ın bir astsubay ile konuştukları casusluk olacak… Öyle mi?
Devletin en gizli bilgilerinin bulunduğu Kozmik Oda’yı dünyanın en büyük casusluk örgütü FETÖ’ye sonuna kadar açacaksınız, bu casusuluk olmayacak, sonra da bir astsubayla telefonla görüştü diye Müyesser Yıldız’ı casuslukla suçlayacaksınız.... Öyle mi?
FETÖ’nün marabalarını, ayak takımını hapse atacaksınız ancak FETÖ’nün ağababalarının bir kısmını devletin en üst kadrolarında görevlendireceksiniz, geri kalanını da dışarıda serbestçe dolaştıracaksınız sonra da bunun adı FETÖ ile mücadele olacak, ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı da gözaltına alacaksınız… Öyle mi?
15 Temmuz’u bir türlü aydınlatmayacaksınız, ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurup başına da görevini yapsın diye yılların FETÖ savunucusu Reşat Petek’i verip 15 Temmuz’u aydınlatmayacaksınız, sonra da Müyesser Yıldız’ı bir astsubayla konuştu diye gözaltına alacaksınız... Öyle mi?
Ne diyordu Müyesser Yıldız, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada: ‘’FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz.’’
Müyesser Yıldız’ın bu cümlesinde sarf ettiği her bir kelime neden tutuklandığının gerekçesidir aslında…
Politika Sanatı
Ancak biz yine de tekrar dönelim Dr. Gaston Bouthoul’un ‘’Politika Sanatı’’ isimli kitabına… Ne demişti Dr. Gaston kitabında Platon’dan alıntı yaparken:
“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”
Müyesser Yıldız’ın gözaltına alınması aslında Dr. Gaston’un kitabında Platon’dan alıntı yaparak bahsettiği bu temizliğin bir parçasıdır…
Yayınevi de kitabın arka sayfasında bu eserin yayınlanma amacı için demişti ya: ‘’Politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile…’’
Ben de öyle diliyorum zaten!
Hem Müyesser Yıldız’ın neden gözaltına alındığını hem de tanık olduğumuz ülkenin geçmiş politik yaşamını daha iyi anlamamız açısından bu kitabın yurt ve dünya sorunlarında bize ışık tutmasını diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Gözler...
09 Haziran 2020
Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı var; ‘’Işığın savaşçısının El Kitabı’’(Can Yayınları, 2016) Kitapta şöyle bir hikâye geçer:
Savaşçı, kılıç tutan elini yakalamak için bir melekle bir şeytanın yarıştığını bilir. Şeytan der ki: ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.’' Melek de; ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.'’ der.
Savaşçı şaşırmıştır. Melek de şeytan da aynı şeyi söylemişlerdir. Sonra şeytan devam eder: ‘'Sana yardım edeyim.’' Melek de aynı şeyi söyler: ‘'Sana yardım edeyim.’'
İşte o anda, savaşçı aradaki farkı anlar. Sözcükler aynı olabilir, ama kendisine yardım öneren bu iki kişi birbirinden tümüyle farklıdır. Ve savaşçı meleğin elini seçer.
Çünkü ‘’ses tonu’’ farklıdır.
‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın niyet ve maksadını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın eğitimini, eğitiminin seviyesini gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın ruhunu, ruhunun derinliklerini, inceliklerini, kıvrımlarını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın iç dünyasını gösterir… Hani bir şarkımız vardı ya, sözleri Ahmet Selçuk İlkan’a ait, Emel Sayın da ne kadar güzel söylerdi; ‘’Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar’’ diye… İnsanın komuta edemediği tek organıdır gözler… Gözler aslında beynin de aynasıdır…
Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde ince, hassas bir ruhun derinliklerini görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde cennete açılan bir çift kapı görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde en katı, en kapalı, en kilitli kalpleri dahi açacak bir çift burgu görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde dağlarda batan güneşin korsuuuuz, külsüüüüüz, dumansız alevlerini görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde kalbinize saplanacakmış gibi duran bir çift kapkara hançerin simsiyah uçlarını görürsünüz…
Mehmet Eroğlu’nun ‘’Zamanın Manzarası’’ (Agora Kitaplığı, 2013) isimli bir kitabı vardı. Ve kitap şu cümle ile başlardı: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…” İşte gözler vardır, baktığınızda o gözlerde dünyanın bütün mücevherlerinden daha değerli bir varlık görürsünüz…
Ama gözler de vardır, baktığınızda o gözlerde bazen cehennemin bir çift zebani bekçilerini de görürsünüz.
İşte bu nedenlerledir ki Attila İlhan ‘’Böyle Bir sevmek’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) kitabında ‘’O gözler ki’’ şiirinde söylerdi:
‘’o gözler ki vahşidir
yangın kızıllıklarıyla korkunç
kanlı bir sevdayı çoğullaştırır
karanlık kirpikleri
göz değildirler
bir namludan fırlamış
mermi çekirdekleri
o gözler ki
çakmaktaki alev
zehirli hançerlerdeki uç
yakut bir avize gibi yalnızlığımızda dururlar
nereye gitsek gelir bizi bulurlar
gelir bizi bulurlar
bulurlar’’
Böyle diyordu Attila İlhan:
Göz değildiler, bir namludan fırlamış mermi çekirdekleriydiler… O gözler ki çakmaktaki alevdiler, zehirli hançerlerdeki uçtular, yakut bir avize gibi yalnızlığımızda dururdular, nereye gitsek gelir bizi bulurdular…
Osman AYDOĞAN
Sıra dışı bir siyaset bilimci: Hannah Arendt
08 Haziran 2020
Hannah Arendt, 20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici, en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelir. Bu sıra dışı bir yazar ve siyaset bilimcisi Hannah Arendt’i anlatmada önce kısa bir bilgi vermek gerekiyor…
Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)
Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)
Bu sayfalarda daha önceleri bu ''Trümmerliteratur'’un Heinrich Böll’ ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür) (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…
Alman edebiyatında ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı)
Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' dışında bir de ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) vardır. Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı da yurtlarını terk etmek zorunda kalır… İşte sürgündeki bu edebiyatçıların yazılarına, eserlerine de ”Exilliteratur” adı veriliyor… Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi…
1933 yılından 1960’lı yıllara kadar böylesine zorlu bir dönemde güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen de sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar. Bu edebiyatçıların belli başlıları şunlardır:
Elias Canetti, (Körleşme - Die Blendung, Kitle ve İktidar - Masse und Macht),
Hermann Broch (Vergilius’un Ölümü - Der Tod des Vergil, Büyülenme - Die Verzauberung),
Alfred Döblin (Berlin Aleksander Meydanı - Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil (Niteliksiz Adam - Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth (Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları - Beichte eines Mörders),
Thomas Mann (Doctor Faustus)
Hannach Arendt (Kötülüğün Sıranlığı) ve
Klaus Mann (Mephisto, Bir Kariyer Romanı - Mephisto, Roman einer Karriere) gibi yazarlar ve örnek verdiğim eserleri Alman Sürgün Edebiyatı'nın bu yazarları ve eserleridir.
Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarırlar…
Yine bu sayfalarda daha önceleri bu ”Exilliteratur” temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu anlatmıştım…
Şimdi ”Exilliteratur”’un en önemli temsilcilerinden Hannah Arendt’i anlatabilirim…
Hannah Arendt
Hannah Arendt 1906 tarihinde Almanya’da Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… Çocukluğu Königsberg (bugünkü adı: Kaliningrad) ile Berlin'de geçer.
Hannah Arendt, Nazi sempatizanı ve kendisiyle romantik bir ilişkisinin olduğu varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe üzerine çalışır. Burada teolog Rudolf Bultmann’dan da ders alır. Heidegger'den ayrılarak Heidelberg'e taşınır ve orada felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist Karl Jaspers'in danışmanlığında ‘’Aziz Augustinus (*)'un düşüncesinde aşk kavramı’’ (der Liebesbegriff bei Augustin) üstüne tez yazar… Freiburg’da da Alman filozof Edmund Husserl’den ders alır…
Hannah Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlanır. Ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenir… Bunun üzerine Paris'e kaçan Arendt orada Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.
Hannah Arendt, 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir… Almanların Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi ve sonucunda Fransa’da da Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi nedeniyle Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır. Hannah Arendt, 1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte ABD'ye kaçar.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra da Heidegger ile ilişkisini sürdürür. Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık eder. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'nde profesör olur.
Hannah Arendt, 1975 yılında, 69 yaşında iken hayata gözlerini yumar...
20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici, en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen Hannah Arendt’i anlatmak, sınıflandırmak ve tanımlamak oldukça zordur. Çünkü Hannah Arendt bilinen hiçbir kalıba sığmaz…
Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına rağmen kendisini ‘’felsefeci’’ olarak görmez… Arendt kendisini ‘’siyaset bilimcisi’’ olarak tanımlar…
Arendt'in eserlerini iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik üzerine yazar.
Hannah Arendt’in başlıca kitapları: ‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ (Üç cilt: Antisemitizm, Emperyalizm ve Totalirizm), ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’, ‘’İnsanlık Durumu’’, ‘’Sivil İtaatsizlik’’, ‘’Siyasette Yalan’’, ‘’Sorumluluk ve Yargı’’, ‘’Devrim Üzerine’’, ‘’Şiddet Üzerine’’, ‘’Geçmişle Gelecek Arasında’’, ‘’Eichmann in Jerusalem’’, ‘’Men in Dark Times’’, ve ‘’Crises of the Republic’’..
Bu kitaplardan birkaçı üzerine özet bilgi vermek istiyorum:
Totalitarizmin Kaynakları
Hannah Arendt’in ilk büyük eseri olan ‘’Totaliterizmin Kaynakları’’ isimli kitapta Komünizm ve Nazizm’in kökenleri ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları inceler…
‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ birinci cildi ‘’Antisemitizm’’ (İletişim Yayınları, 2009), ikinci cildi ‘’Emperyalizm’’ (İletişim Yayınları, 2009) ve üçüncü cildi ise ‘’Totalitarizm’’ (İletişim Yayınları, 2014) olan üç ciltlik bir kitaptır…
Hannah Arendt, esere doğrudan adını veren üçüncü cilt olan ‘’Totalirizm’’de, totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçlarını anlatır… Arendt bu kitabında totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine ve antisemitist bir eksende anlatmaz… Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu Despotizmi”ni de inceler… Arendt, bu kitabında okuyucularını totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Kitaptan bazı bölümler:
‘’Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde gönüllü olarak çalışan Batılı komünist mühendisleri ülkeye ihanetten yargılamak istiyorlar. Tabii adamlar hiçbir şey yapmamışlar yani bir delil mevcut değil. Gerisini yabancı mühendisten dinleyelim: ‘Hiçbir zaman girişmediğim sabotaj eylemlerinin faili olduğumu kabul etmem konusunda yetkililer sürekli ısrar ediyordu. Reddettim. Bana denen şuydu: Sovyet Hükümeti’nden yanaysan ki öyle olduğunu öne sürüyorsun, bunu eylemlerinle kanıtla: Hükümet senin itiraflarına gereksinim duyuyor." (s 39)
"Kitleler ile ayaktakımının paylaştığı tek bir nitelik vardır o da şudur: Her ikisi de tüm toplumsal odakların ve olağan siyasal temsillerin dışındadır." (s. 49)
Şiddet Üzerine
‘’Şiddet Üzerine’’ (İletişim Yayınları, 2017), Hannah Arendt'in hacimce en küçük ama en çarpıcı kitaplarından birisidir. Arendt bu eserinde, şiddeti, sözle yan yana gelemeyecek, sözün / konuşmanın karşısına çıktığında onu çaresiz bırakacak bir olgu olarak konu ediyor: Bu özelliğiyle şiddet, politika dışıdır, politikayı dışlayıcıdır.
Beri yandan, 20. yüzyılda şiddet en ağırlıklı politik olgu olma eğilimi içindedir, ona göre. Tarihin en eski fenomenlerinden biri olan savaşın ve modern çağın bir ürünü olan devrimin güncelliği, şiddeti her zamankinden daha '’şiddetle'’ hissedilir kılıyor. Arendt, işte bu paradoksu tartışıyor kitabında. Arendt'in temel vargısı şu: "Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur." "Terör", "terörizm", "şiddet" kavramlarının büyük bir yaygınlıkla ve tehditkârlıkla kullanıldığı günümüzde, Arendt'in bu geniş ufuklu eserinin özel bir değeri vardır.
Arendt, bu kitabında ‘’iktidar’’ (power), ‘’zor’’ (force), ‘’kuvvet’’ (strength), ‘’otorite’’ (authority) ve ‘’şiddet’’ (violence) kavramlarının çoğu zaman eşanlamlıymış gibi kullanılmasından yakınır. Bu terimler arasında ciddi bir ayrım yaparken şöyle demeyi de ihmal etmez: "Hiçbir şey iktidarla şiddetin iç içe geçmesinden daha yaygın; hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir." (s. 59)
Ve kitabında şu tespiti yapar Arendt:
‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’
Bu sözü başka bir şekilde formüle edebilirsem; ‘’Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları çözmek için güç kullanıyorsanız siyasetiniz iflas etmiş demektir.’’
Siyasette Yalan
Hannah Arendt, ‘’Siyasette Yalan’’ (Sel Yayıncılık, 2018) isimli kitabını Pentagon Belgeleri’nin 1971’de ifşa edilmesinden kısa süre sonra yazar. Arendt, bu kitabında, tarih boyunca siyasette bir araç olarak kullanımı meşru görülen yalanların yirminci yüzyılda yepyeni bir çehreye bürünüp hangi mekanizmalarla hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçekliği egemenliği altına aldığını anlatıyor. Demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu hayati tehdidin bertaraf edilmesinde ise özgür basının ve özgürlükleri için baskılara boyun eğmeden mücadele eden insanların önemine vurgu yapıyor.
Bu kitabında şunları söylüyor Arendt:
"Totaliter ya da başka başka türden diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar doğaları gereği değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."
Kötülüğün sıradanlığı
Hannah Arendt’in Nazi subayı Otto Adolf Eichmann'ın Kudüs’te yargılanmasından yola çıkarak ‘’Eichmann in Jerusalem’’ olarak yayınladığı kitap Türkçe’de ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ (Metis Yayıncılık, 2014) ismiyle yayınlanır… Bence Hannah Arendt’in en güzel eseridir bu kitap…
Nazi Almanyası'nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde önemli katkıları olan ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan ve Yahudilerin soykırımın sorumlularından biri olan Alman subayı Otto Adolf Eichmann savaştan sonra Kudus’te idam cezası ile yargılanır.
Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır.
Mahkeme esnasında Eichmann, savunmasında ısrarla sadece kurallara, kendisine emredilenlere uyduğunu söyler…
Hannah Arendt, mahkeme gözlemlerini daha sonra ‘’Eichmann in Jerusalem’’ adıyla kitaba dönüştürür… Hannah Arendt, Eichmann davasını, kötülüğün basitçe insanların kötülüğünün; sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarır… Adolf Eichman'ın suçunun keyfisizliğini emir almasıyla izah ederek ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kuramını geliştirir…
Arendt’e göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar “düşünme ve muhakeme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler.
Hannah Arendt’in düşünce hayatımıza soktuğu ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramını sıradan bir kavram değildir. Bu kavram, hepimizin ''sadece işimin bir parçası'' diyerek yaptığınız o masum eylemlerin nasıl da büyük bir kötülüğün bir parçası haline geldiğini göstermektedir. Arendt bunu kitabında şöyle formüle eder: "Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir." Bu kavram, aynı zamanda bunun da ötesinde kötülük karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce durmanın da bizzat o kötülüğü besleyip güçlendirdiğini söyler… Daha da ileri giderek şunu söyler Arendt: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’
Arendt, Eichmann duruşmasından yola çıkarak bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü de gözler önüne serer… Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söyler… Arendt’e göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çöküntüye sebep olmuştur… Arendt bu nedenle kendi halkı tarafından neredeyse dışlanır...
Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”
Arendt’in ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Arendt’e göre dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Arendt’e göre Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.
Hannah Arendt’in diğer düşünceleri
Yeni Alman Sineması hareketinin "öncü gücü" olarak anılan Alman film yönetmeni Margarethe von Trotta'nın yönettiği 2012 yapımı ve Arendt’i anlattığı biyografik bir filmi var. Bu filmde Arendt, daha önce Rosa Luxemburg’u da canlandıran Alman oyuncu Barbara Sukowa tarafından canlandırılır. Bu filmin en ilginç yönü, mahkeme sahnelerinde o günlerde mahkemede çekilmiş gerçek filmlerin kullanılmasıdır. Bu filmde şöyle bir sahne geçer:
Hannah Arendt’e sorarlar: ‘’İsrail’e karşı hiç mi sevgin yok? Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?’’ Arendt cevap veriri: ‘’Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektif bir sınıfı bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne Yahudileri, ne de işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum, besleyebildiğim tek sevgi de bu. Sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok.’’
Arendt, Yahudi olmakla birlikte Yahudileri bir cemaat olarak görmeyi reddeder. Gençliğinde yaşadığı 18 yıllık devletsizliği ve mültecilik tecrübesinden sonra insanların "ne" olduklarıyla yani ırk, din, dil, cinsiyet vb. gibi kendilerinin iradi olarak değiştiremeyecekleri nitelikleri ile değil "kim" olduklarıyla yani yapıp ettikleriyle, söz ve edimleriyle değerlendirilmeleri gerektiğine inandığı için kendini Yahudi kimliğiyle öne çıkartmaktan imtina eder…
Hannah Arendt İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkması nedeniyle İsrail’de kitaplarının hiçbirisi İbranice ‘ye çevrilmez…
Hannah Arendt, siyaset kuramında siyaseti, dünyada evsiz olduğumuz düşüncesinden yola çıkarak, dünyayı birlikte yasayabileceğimiz ortak bir alanın yaratımı olarak tasarlar. Burada da Arendt, Heidegger’in; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ düşüncesinin izlerini taşır. (Heidegger, ‘’Varlık ve Zaman’’, Agora Kitaplığı, 2011) Ayrıca Hannah Arendt siyaset kuramında hayranı olduğu Immanuel Kant’ın ve Aristoteles’in izleri vardır. Arendt, siyaset kuramında Marksizmi ve liberalizm öğretilerini eleştirir…
Arendt, Amerikan devrimini Fransız devrimine tercih eder, eylemi bir siyasal edim olarak yüceltirken siyah hareketi eleştirir… Burada da Hannah Arendt’i Amerikan ideolojisi safında görürüz. ‘’Şiddet Üzerine’’ isimli kitabında altmışlardaki beyaz öğrenci hareketini siyahların bozup şiddete yönelttiğinden şikâyet eder. Girişte de yazdım ya, sıra dışı bir siyaset bilimcisidir Hannah Arendt…
Sonuç
Bu sayfada Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ adıyla yazdım… Girişte bahsettiğim gibi ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu yazdım… ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’isimli eserini yazdım… Şimdi de Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i ve kitaplarını ve fikirlerini yazdım, anlattım…
Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da böylesi bir felaketin nelere mal olacağını anlatmışlardı…
Bütün yazılarımda hep söylüyorum ya: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye, ‘’geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye…
Günümüz Türkiye’sini ve geleceğini anlamak istiyorsanız eğer önümüzde müthiş bir tarih var… Ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...
Osman AYDOĞAN
*Augustinus (354 - 430), diğer adıyla Aurelius Augustinus, Hristiyan bir aziz düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar... Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları Tanrı bilimi olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. İşte Hannah Arendt’in doktora tezi ’’Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı’’ üzerinedir.
Hannah Arendt
Mihriban ve Abdurrahim Karakoç
07 Haziran 2020
Bugün ‘’Mihriban’’ın yazarı Abdürrahim Karakoç’un vefat yıldönümü… Abdurrahim Karakoç sekiz yıl önce bugün 07 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da vefat etmişti…
Abdürrahim Karakoç’un ölümsüz eseri ''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...
Kısa bir süre önce bu sayfalarda Abdürrahim Karakoç’u anlatmış olmama rağmen vefat yıldönümü vesilesiyle mükerrer de olsa tekrar anmak istedim…
Ancak Abdürrahim Karakoç’u anlatmadan önce onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatayım...
Mihriban
''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...
Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…
Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne", "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.
Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!
Mihriban’ın hikâyesi
Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar...
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Her iki şiiride yazımın sonunda veriyorum...
Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.”
“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.''
Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "
Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.
Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmeyenler Mihriban…
Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz:
Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundandır…
Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
Abdurrahim Karakoç
Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş Elbistan’da doğar. Dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sarar… İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yakar… 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlar…
Şiirleri mücadele şiirleridir… Bunun nedeni de yaşadığı şartlardan kaynaklanır… 27 Mayıs hiciv şiirlerine kaynaklık eder… Bu nedenle de otuz kez mahkemeye kapısını aşındırır… Ancak bütün suçlamalardan beraat eder… Bu davalarda hiç avukat tutmaz, hep kendi kendini savunur… Hiçbir iktidarla barışık olmadan yaşar…
Hiçbir sorun karşısında susmaz… Susmadığını, susmayacağını ‘’Yemin’’ isimli şiirinde anlatır. Maraş Elbistan’lıdır ya… Bu şiirinin bir kıtası şöyledir:
‘’Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan
Bana zindan olur Maraş, Elbistan
Dedem Korkut, İbn-i Sina, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin!’’
Dostluğa çok değer ve çok önem verirdi… Bir şiir kitabının adı da ‘’Dosta Doğru’’ idi… ‘’Dosta doğru’’ şiirinde söylerdi;
‘’Ne saklarım, ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru’’
1985 yılında gazetecilik yapmaya başlar… Büyük Birlik Partisi'nin kuruluşunda yer alarak siyasete atılır… Sonra siyasetten ayrılır… Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle ifade eder: "Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım".
7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum’dadır… Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.
Ellerin yurdunda çiçek açarken
Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:
Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un o eşsiz dizeleri olan ''Mihriban''ı Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, söylemiş olması, meşhur etmiş olması… ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ türküsünü de Selda Bağcan’ın söylemiş olması, meşhur etmiş olması…
İkincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı iki özel şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın sonunda veriyorum.
Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu ve Selda Bağcan… Ne güzel bir kompozisyon değil mi?
Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız, severiz, onları anlarız.
Aksi halde Abdurrahim Karakoç'un ‘’Kara Haber’’ isimli şiirinde söylediği gibi ellerin yurdunda çiçek açarken bizim illere kar gelecektir… Eller yurdunda güler oynarken, düğün yaparken, bu coğrafya bize dar gelecektir...
‘’Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!’’
Ülkenin manzara-i umumiyesi ortada.... Daha ne diyem, nasıl diyem ben?
Bu konudaki düşüncemi Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım:
''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''
Allah rahmet eylesin...
Osman AYDOĞAN
Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To
Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU
Yazıda bahsi geçen ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ şiirini de Selda Bağcan söylemişti:
https://www.youtube.com/watch?v=Hkb5uPtpR1w
Bundan sonrası türkü dostları için…
Mihriban
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban
Unutursun Mihriban’ım
‘’Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.
Âşık Mahzuni Şerif'in Abdurrahim Karakoç için yazdığı şiirleri:
Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: "Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."
Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:
''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..
Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.
Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a
Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''
‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:
Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?.. Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.
Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.
Bakalım ne cevap gelecekti?
İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:
“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.
Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:
Karakoç Baba'ya
''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?
Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?
Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?
Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''
Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.
Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.
Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: “Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.
Mahzuni Şerif’in mektubunda geçen Abdürrahim Karakoç’un ‘’İsyanlı Sükut’’ şiiri
İsyanlı Sükut
Gitmişti makama arz-ı hâl için
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasın, sigara sardı
Daldı.. neden sonra garsonu gördü
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi, masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evime döktüler ateş
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
'Oyyy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Abdurrahim Karakoç, ''Vur Emri'' (Alperen Yayınları, 2000)
La Paloma
07 Haziran 2020
‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...
Ben de biliyorsunuz bu düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı anlatmaya çalışmıştım... Basit bir pop şarkısı olan Delilah'ı (Dilayla) anlatmak için ise yine tarihte daha bir geriye, teee üç bin iki yüz yıl geriye giderek ''Delilah'' (Dilayla) isminin hikâyesini ve ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştım...
Bu sefer de, o kadar değilse bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek çok sevilen bir folk şarkısının hikâyesini anlatmak istiyorum...
Nuh tufanından sonraki ikinci güvercin efsanesi
Anlatacağım bu folk şarkısının hikâyesi Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe bulunan ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanır. M.Ö. 492 yılında geçen bu ''güvercin'' efsanesi şu şekildedir:
Pers Kralı Büyük Kiros'un oğlu Smerdis’in hükümdarlığı zamanında ölümsüzlerin komutanı olan General Darius, Smerdis'e karşı isyan bayrağı açar, soylularla birleşerek Smerdis'i devirir ve kral olur. Pers Kralı Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Darius kral olunca imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verir... Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çeker. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı alır.
İşte Darius’un Ege'nin karşı yakasına yaptığı bu sefer esnasında bir Pers gemisi Athos dağı sahilinde fırtınaya yakalanır ve gemi dağa çarpıp, parçalanarak batar. Gemi batarken gemiden bir güvercin sürüsü havalanır. Başlangıçta bu kuşların batan gemideki denizcilerin ruhları olduğunu düşünülür. Ancak gerçek daha farklıdır. Her güvercin gemideki denizcilerden birine aittir. Ve bu güvercinler onların evlerine acı haberi götürmekle görevlidirler. Güvercin, ayağına bağlı bir mektup olmadan evine dönerse geminin battığı ve sahibinin öldüğü anlaşılacaktır. O zamandan beri tek başına uçan bir güvercin, böyle acı bir haberin sembolü olarak hatırlanır.
Bir İspanyol folk şarkısı: La Paloma
‘’La Paloma’’ isminde de bir İspanyol folk şarkısı vardır. İşte bu ''La Paloma'' şarkısının teması da anlattığım bu ''güvercin'' efsanesine dayanır. ’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ''La Paloma''; dünya çapında bir özlemi anlatırdı; güvercin sembolünde birleşen barışı...
''La Paloma'', 1861 yılında Küba'yı ziyaret eden Basklı müzisyen Sebastián Yradier tarafından 1863 yılında bestelenen ve ''Habaneras'' (''Küba’dan gelen'' anlamında) adı verilen bir İspanyol folk müziğidir. Şarkı genellikle İspanyolca, Fransızca ve Almanca dillerinde söyleniyor... ''Müzik evrenseldir'' derler ya işte bu sözü ispatlarcasına bu şarkının tüm dünyada iki bin civarında yorumunun olduğu tahmin ediliyor. Her dilde farklı sözlerle söylenmiş… Her dilde farklı söylenirken her ses tonu şarkıya farklı etkiler bırakmış. Kiminde derin bir hüzün, kiminde ise neşe dile getirilmiş... Bu şarkı Meksika'da çok popüler olmuş ve Meksikalı devrimcilerin dilinden düşmemiş. Latin Amerika ülkelerinde özgürlüğün, aşkın ve kardeşliğin melodisi olmuş, Zanzibar’da düğün müziği olmuş, Romanya’da cenaze marşı, Meksika’da isyan şarkısı, Almanya’da gemici ağıtı olmuş...
Şarkının Almanca sözleri girişte anlattığım güvercin efsanesine dayanır... Almanca şarkı sözü özetle denizde bir gemide vedalaşmayı anlatır… Giden gelmeyecektir... ''Hayat'' der, ''hayat, denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' der. Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der... ''Denizleri aşarak sana beyaz bir güvercin gelecek ve sana benim selamımı getirecek ve sana bu gidişten hiç dönüş olmayacağını bildirecek…’’ Tıpkı efsanedeki İranlı gemicilerin güvercinleri gibi…
Almanca sözleri bana tam olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Sessiz Gemi’’ isimli şiirini anımsatır. Sanatçı Hümeyra da çok güzel seslendirmişti ama keşke bu müziğe uyarlansaydı, sözleri de tam uyardı: ‘’Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.’’
Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in bu şarkıyı anlattığı ‘’La Paloma’’ isimli bir de belgeseli var. Belgeselde üç kıtada geçen şarkının birçok ülkedeki yorumu ve şarkının o ülkedeki halka göre anlamı ve bir şarkının kültürel yaşamı nasıl etkilediğini ve dilden dile dolaşarak nasıl iki bin yoruma ulaştığını anlatılıyor. Bu belgeselde Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğu rivayet ediliyor...
La Paloma insanoğlunun besteleyebildiği en güzel müziklerden birisidir diye düşünüyorum... Bu şarkı her dinleyenin gönül telini tir tir titretmiş. İnsan dinlerken bu şarkıyı; üstüne yağmur yağmış, güneş vurmuş ve bir de üstüne sam yeli esmiş bir kar gibi ılgıt ılgıt erirmiş... Aşağıda bağlantılarını verdiğim belli başlı yorumları dinlediğinizde sanırım bana hak verirsiniz diye değerlendiriyorum.... Aynı müzik ama farklı yorumları birbirinden o kadar güzel ki, yerinizde olsam bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinlerdim. Bu yorumlar gökkuşağının bütün renkleri gibi rengarenk...
Bu şarkıyı, bu yorumları dinlediğinizde zamanınızı bu dünyanın gamını, kederini, pisliklerini ve Koronayı düşünmeğe harcamaktansa, değil bu zamanı, dünyanın tüm bir zamanını bu şarkıya feda etmeye değer olduğunu göreceksiniz.. ... Ve yine göreceksiniz ki Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son dileğinin La Paloma şarkısını dinlemek isteği boşuna değil...
El âlem ve biz
Anlattığım gibi el âlem basit bir folk şarkısında bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor... El âlem basit bir folk şarkısında bile tarihi bir efsaneye, tarihi bir figüre atıfta bulunarak iki bin beş yüz yıl önce Doğu'dan gelen bir tehlikeyi unutmuyor, unutturmuyor.. El âlem basit bir folk şarkısında bile birleşmeyi, bütünleşmeyi sağlıyor...
Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop ve folk şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım, oynaya oynaya, lay lay lom geçip gidiyor… Ortak söyleyebileceğimiz bir şarkımız, bir türkümüz, ortak bir ulusal değerimiz, bir ülkümüz, bir inancımız, bir kıvancımız, ortak bir öykümüz, bir hikâyemiz, bir efsanemiz kalmamacasına rüzgârların önündeki kuru yapraklar misali savrulup gidiyoruz...
Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’' derdi… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Biz de günübirlik yaşayıp gidiyoruz işte...
Hayat; şarkının Almanca sürümünde söylendiği gibiydi zaten; ‘’Giden gelmeyecektir...'' ''Hayat denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der..
Bugün Pazar, her ne kadar bu Pazar sokağa çıkmaya destur varsa da siz yine de evde kalın ve şarkının bağlantısını verdiğim yorumlarını dinleyin derim… O kadar çok dinleyin ki zihninizde takılmış bir plak gibi dönsüüüüün dursun… Zihninizde bu şarkı o kadar çok dönsün dursun ki zihninizde ne kadar olumsuz düşünce varsa hepsini unuttursun… Zaten ‘’unutma olmayınca mutluluk da olmaz’’ derdi Fransız roman yazarı Andre Maurois…
Sizlere pırıl pırıl, sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü diliyorum…
Osman AYDOĞAN
La Paloma çok değişik sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. En bilineni İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği yorumudur. Yine Mireille Mathieu'nun Yunan sanatçı Nana Mouskouri ile Fransızca düeti de var:
https://www.youtube.com/watch?v=2NXrhcbpiV0
Julio Iglesias ile Nana Mouskouri'nin de ''La Paloma'' düeti var:
https://www.youtube.com/watch?v=RkHWaMJ6fl0
André Rieu'in ''La Paloma''sı... Orkestra ile de daha bir güzel... Orkestra deyince Belçikalı tenor Helmut Lotti'den orkestra eşliğinde dinlenmeli diye düşünürüm:
https://www.youtube.com/watch?v=0PaBpeOqPSg
''Çalışıkuşu'' dizisinde Feride’yi canlandıran Aydan Şener dizide piyano ile çalmıştı La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=foDKfzZbGz0
İspanyol besteci ve gitar virtüözü Francisco Tarrega tarafından yapılan gitar yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=9QJLUH97orU
İtalyan müziğinin divalarından sayılan Gabriella Ferri de çok güzel yorumlamış La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=UOl502lgWFk
La Paloma'yı Polonyalı sarkıcı, aktör ve piyanist Adam Aston da başka bir yorumla söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=Ogh7o9HpjAE
Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcılarıdır) daha güzel anlamlar katmış La Paloma'ya:
https://www.youtube.com/watch?v=D1kBZFNODi4
Arjantinli sanatçı Libertad Lamarque’nin yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=jebIpYs2UUI
İtalyan şarkıcı ve tenor Giuseppe di Stefano da bir başka yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=FbrB9pRvMM4
İspanyol soprano Victoria de los Angeles’in o billur sesi ile bir başka söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=nUFYBpF1mW8
İspanyol tenor Plácido Domingo’nun yorumu;
https://www.youtube.com/watch?v=Z8gLDihFduw
La Paloma’nin Almanca metni:
La Paloma
Wenn rot wie Rubin die Sonne im Meer versinkt
ein Lied aus vergangener Zeit in den Herzen klingt.
Das Lied
es erzählt von einem
der ging an Bord
und da sagte er zur Liebsten ein Abschiedswort:
Weine nicht
wenn ich einmal nicht wiederkehr!
Such einen andern dir
nimm es nicht zu schwer!
Und eine weiße Taube fliegt dann zu dir
bringt einen letzten Gruß übers meer von mir.
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
Sie sah jeden Morgen fragend hinaus zum Kai -
sein Boot "La Paloma"
es war nie mehr dabei.
Denn eine weiße Taube zog übers Meer!
Da wußte sie
es gibt keine Wiederkehr!
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
Bavyera’nın talihsiz kralı: II. Ludwig
05 Haziran 2020
Avrupa'da dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hâkim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşlarının sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönemdir.
İşte bu dönemde de Bavyera Krallığında II. Ludwig’in krallık serüveni başlar. Dün (04 Haziran 2020) uzun uzun anlattığım konu, II. Ludwig’i tarihi süreç içerisinde konumlandırarak anlatmak için kısa (!) bir giriş idi…
Şimdi gelelim, 10 Mart 1864 ve 13 Haziran 1886 yılları arasında Bavyera Krallığının 4. Kralı olan II. Ludvig’in içinde, sarayların, şatoların, aşkın, masalların, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesine...
Bavyera Kralı II. Ludwig
Tam adı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm olan ve Nymphenburg Sarayı’nda doğan II. Ludwig’in gençliği babasının yaptırdığı Hohenschwangau Şatosunda geçer. II. Ludwig burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde gittikçe artan bir şekilde resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Büyüdükçe edebiyata olan merakı da artar ve özellikle Friedrick von Schiller'in şiirlerinin ve tiyatro eserlerinin etkisi altında kalır. 1861 yılında Wagner’in “Lohengrin” (*) operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlar.
II. Ludwig, 1863 yılında Bismarck ile tanışır. Bismarck kendisi hakkında “hem bir Alman vatanperver, hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens” ifadesini kullanır.
II. Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olur. Ancak kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19. yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığını oluşturur. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de Parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya ve Başkent Münih’ten ayrılıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlar. İmzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına döner. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç âlemine kapanan II. Ludwig, şatolar ve kaleler yaptırma hevesine kapılır. Geceler boyu dağlarda dolaşmaya başlar, zorunlu toplantılara katılmaz ve iyice yalnızlığını pekiştirir.
Bu arada Prusya’nın tacizleri artar. Savaştan hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden II. Ludwig tahtan feragat etmeye karar verir. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokar. Kralın imkânlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, II. Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna eder. Böylece II. Ludwig, Wagner’in etkisi ve Parlamentonun baskısıyla Prusya’ya karşı harekât iznini imzalar. Sonuç Bavyera için hüsran olur. Tabii sorumlu olarak II. Ludwig görülür.
Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera da Fransa'ya karşı savaşa sürüklenir. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırır. Kazanılan Fransa savaşının ardından, Almanya’nın birliği için çalışan şansölye Bismarck’ın, II. Ludwig’in kuzeni olan Prusya kralını yeni kurulan Almanya’nın İmparatoru seçtirmesi ile gururu incinen II. Ludwig büsbütün içine kapanır. Sonuçta II. Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalır ve Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun da ikinci büyük eyaleti haline gelir. Ancak bu durum II. Ludwig’in Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açar.
II. Ludwig bu yıkımları yaşarken 22 Ocak 1867'de kuzeni Bavyera'lı Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanır. Nişanlısı Sophie'ye yazdığı mektuplarda, nişanlısına, Lohengrin efsanesinde (*) Lohengrin’in sevgilisi olan ‘’Else’'nin ismiyle hitap eder. Tam düğün hazırlıkları bitmek üzereyken nişan bozulur. Kral bundan sonra bir daha hiç bir zaman evlenmeyi düşünmez. Hayatında etkili olan tek kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi)’dir. (Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth –Sisi-’yi anlatmaya kalksam sanırım yine sayfalar dolusu yazı yazmam lazım. En iyisi hiç ben Sisi’den bahsetmeyeyim. Veya Sisi’yi ayrı olarak yazmalıyım! Veya siz Romy Schneder’i dünyaya tanıtan meşhur ‘’Sisi“ filmini izleyin!) Bu platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkidir. Bundan sonra II. Ludwig kadınlarla pek ilgilenmemeye başlar, yalnız ve melankolik hali gittikçe artar.
Nymphenburg Sarayı’nda doğan, gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde geçen II. Ludwig, yalnızlığı ve melankolik hali arttıkça, gittikçe resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Bu hali siyasetten bunalan II. Ludwig’i, Montaigne’nin kalesi gibi gerçek dünyadan kaçacağı şatolar yaptırmaya sevk eder...
II. Ludwig’in yaptırdığı şatolar…
Böylece II. Ludwig, üç tane şato yaptırır. Bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee (Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde) şatolarıdır…
Linderhof Şatosu rokoko stilinde, Neuschwanstein Şatosu ortaçağ stilinde yapılırken Herrenchimsee Şatosu ise Versailles'dan etkilenilerek yapılmıştır. II. Ludwig bu şatolardan sadece Linderhof Şatosunu hayatta iken tamamlayabilir.
Linderhof Şatosu, Graswang Vadisinde, II. Maximilian'ın av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II. Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede yapılır... Linderhof’un daha girişinde II. Ludwig’in Fransız Capetain Hanedanından bir uzantısı olan Bourbon Hanedanlığına olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV. Louis’nin sembolü olan güneş arması, girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli vardır.
Herrenchiemsee Şatosu’nu Fransa gezisinde Fransız Bourbon Hanedanının şatafatından çok etkilenen II. Ludwig, Versailles havasında bir yer olarak tasarlar. 1869 yılında yapımına başlanır ancak bitmesi on yıl sürer ve şato 1878 yılında tamamlanır... Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır, ama şaşaası hiç de Versailles’ı aratmaz.
Neuschwanstein Şatosu
Bu şatolar içinde Neuschwanstein Şatosunun ayrı bir yeri ve özelliği vardır. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Swangau’nun gölleri, dağları ve ormanları arasında yalnız geçiren, siyasetten, devlet işlerinden sıkılan, insanlardan izole yaşamayı tercih eden utangaç kişilikli II. Ludwig bu karakter özelliklerini Neuschwanstein Şatosu’na da yansıtır. Bu şato ile II. Ludwig’in kişiliği, ruhu ve hayali birleşir.
Neuschwanstein Şatosu 5935 m2’lik bir alana yayılmış, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde ve uzunluğu 130 metredir. Yapımında 465 ton Salzburg mermeri, 400 000 tuğla ve 2050 metre küp ahşap malzeme kullanılır. Dini inancına kuvvetle bağlı olan II. Ludwig’in karyolasının çatısı, Notre-Dame kilisesini andıran gotik bir kilise maketi olarak tasarlanmıştır ki sadece buradaki ahşap işçiliğinin yapımı dört yıl sürer.
Tüm sarayda yaklaşık olarak bir milyon adet kraliyet sembolü kuğu figürleri kullanılır. Şatonun salonları altın, emaye ve binlerce ışıkla parıldayan mozaiklerle bezelidir. Ağırlığı bir tonu bulan dore pirinçten yapılmış devasa şamdanların sadece bir tanesinde 600 mum yakılmaktadır. Büyük Salonun duvar resimlerinin ‘’Kuğuların Şövalyesi ‘’ olarak bilinen Lohengrin efsanesine (*) adanmış olması da bu efsanenin genç kralı etkilediğini ve ona ilham verdiğini göstermektedir. Ayrıca şatonun çoğu odası Wagner'in operalarının kimi sahneleri ile donanmıştır.
Mimar Riedel ve Dollmen tarafından 1869 yılında başlanan şatonun yapımı, kralın öldüğü sene olan 1886‘da biter. Kral, şatonun yapımının sürdüğü yıllarda bulunduğu tepenin zirvesinden karşı yamacı birleştiren, şatonun yapımından önce babası II. Maximillian tarafından doğa yürüyüşleri için kullanılmak üzere yapılmış olan ‘’Marienbrücke’’ köprüsünden hayalinin gerçeğe dönüşümünü sabırla izler. Günümüzde bu köprü her adımda sallanan incecik bir köprüdür. Aşağı baktığınızda gerçekten düşme korkusu yaşarsınız. Köprünün bir diğer özelliği de bir batıl inancı yaşatıyor olmasıdır. Neuschwanstein Şatosunu görmeye gelen evli çiftler üzerinde isimlerinin yazılı olduğu bir kilidi köprünün parmaklıklarına takıyorlar. İnanışlarına göre bu kilitler köprüde kilitli kaldığı sürece ilişkileri huzur içinde devam edecektir.
II. Ludwig tüm bu yapım yılları süresince daha aşağıda yer alan Hohenswangau şatosunda kalarak mesaisinin önemli bölümünü bu hayal peşinde harcar. Neticede yapımı 17 yıl süren bu Şato bittiğinde bazı odaları henüz tamamlanmadan Kral ‘’’Yeni Kuğu Evine’’’ yani Neuschwanstein Şatosuna yerleşir.
Ve hazin son
Kral’ın ülkesinin hazinelerini bu devasa şatoya harcaması ve bu şatonun aklındaki şato üçlemesinden sadece ilki olması hükümeti harekete geçirir. 1886'nın başında II. Ludwig'e muhalif olanlar ile kraliyet ailesi meclisi isyan bayrağını çekerler. Başbakan Lutz, pozisyonunu da muhafaza edebilmek telaşıyla, Kral II. Ludwig'e aklından zoru olduğu gerekçesiyle krallıktan el çektirme fikrini ortaya atar.
Haziran 1886 ‘da Dr. von Gudden’in başkanlığındaki Bavyeralı bir grup doktordan oluşan psikiyatri komitesi tarafından kralın zihinsel rahatsızlığı olduğu, bu şekilde bulunduğu görevi ifa etmesinin olanaksız olduğuna dair bir rapor düzenlenir. Bu rapor üzerine krallıktan azledilir.
Neuschwanstein Şatosu'na kapanan II. Ludwig son bir gayretle, gazete yoluyla Bavyera halkına hitap ederek bir imdat çağrısı göndererek kendisine ve vatana yapılan ihanete karşı çıkmalarını ister onlardan. Ancak hiçbir yardım gelmez Bavyeralılardan. II. Ludwig pek çok mücadeleden sonra teslim olmaya karar verir.
II. Ludwig 1.90 metre boyuyla oldukça heybetli biridir. Ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük durur. 12 Haziran 1886 günü II. Ludwig Şatosundan götürülmeden önce kâhyasına “Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum; burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım” der.
II. Ludwig, konumunun gerektirdiği bir saygı ile askerler tarafından sıkı gözetim altında psikolojik tedavi görmek üzere Starnberg gölü üzerindeki Berg Şatosu’na gönderilir.
Talihsiz kralın en sevdiği yerlerden biri olan Berg Şatosu çoktan bir hapishaneye dönüştürülmüş, pencereleri demir parmaklıklarla kaplanmış, kapıları sadece dışarıdan kilitlenebilecek hale getirilmiş ve her tarafa gözetleme delikleri açılmıştır. Kral son derece sakin, etrafına karşı soğuk ama naziktir.
13 Haziran 1886 günü akşamüzeri saat altıda II. Ludwig, Dr. von Gudden'le birlikte şatonun bahçesinde yürüyüş yapmak ister. Öğleden sonra saat altıda beraberce göle doğru yol alırken Dr. von Gudden korumalara takip etmemeleri için işaret eder. Saat yediye gelip de hiç kimse dönmeyince, geride kalan doktorlar ve hizmetkârlar aramaya gittiklerinde derinliği 1,5 m’yi geçmeyen Starnberg gölünün sularında II. Ludwig’in ve psikoloğu Dr. von Gudden'in cansız bedenlerini bulurlar.
Bunun bir cinayet mi, boğulma mı yoksa bir intihar mı olduğu hiçbir zaman açıklık kazanamaz…
Resmi açıklama, ‘’intihar teşebbüsünde bulunan kralı, doktorunun önlemeye çalışmış olması ve boğuşma sırasında her ikisinin de boğulduğu’’ şeklindedir. Bir metre 90 santim boyundaki kral, derinliği bir metreyi geçmeyen kıyı şeridinde boğulmuştur nasıl olduysa... Doktoru se ufak tefek, çelimsiz bir adamdır kralla kıyaslandığında.
II. Ludwig'den geriye kalanlar...
Gerçekte ise şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmektedir. Yetmediğinde ise borç alınır. Toplam maliyet ise 6.180.047 Mark’tır. Ne yazık ki Kral, bu şatoda sadece üç hafta kalabilir. Şato hiçbir zaman tamamlanamaz. II. Ludwig öldüğünde, şatonun yapımı olduğu gibi durdurulur ve müze olarak halka açılır. Kralın kalan borçları da ailesi tarafından ödenir.
Taçlı başların, idare mevkilerinde bulunanların, gerçek güç sahiplerine ters düştükleri için yok edilebileceklerinin ne ilk ne de son örneğidir II. Ludwig olayı. Kennedy veya Prenses Diana mesela bunun günümüzden örnekleridir herhalde.
İnsanların içinde değil kendi yarattığı seçilmiş bir dünyada yaşamayı tercih etmiş olması Kral II. Ludwig’in kader çizgisidir herhalde... İçinde sadece üç hafta kalabildiği, gerçeküstü bir dünyanın simgesi olan Neuschwanstein Şatosu ise Walt Disney’e ilham vererek bugün gerçeküstü bir başka dünyada, Walt Disney’in logosunda da var olmayı sürdürür.
Ölümünden sadece altı hafta sona ziyarete açılmış olan şato bugüne kadar yaklaşık olarak 50 milyon ziyaretçi ağırlar. Avrupa’nın en güzel şatolarından biridir.
Yükümlülükleriyle inançları arasında kalan, hayalleri, düşleri hayatın kendisine sunduğundan çok daha renkli olan, savaştan ve çatışmadan nefret eden, hassas yapısıyla, sanata, edebiyata, şiire ve güzel sanata düşkün olduğu için kendisinden beklenen rolü oynayamayan ve bu yüzden de on dokuzuncu yüzyılın siyasal ve kültürel tarihinde büyük hayal kırıklarıyla ölen zamansız bir masal kralının (Der unzeitgemäße König) hazin öyküsüdür II. Ludwig’in hikâyesi...
Bugün ne Kutsal Roma İmparatorluğu vardır ortada ve ne de Kutsal Roma Germen İmparatorluğu.... Bugün ne Habsburg Hanedanlığı vardır ortada ne de Wittelsbach Hanedanlığı… Bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı… Ama II. Ludwig'in o muhteşem şatoları, sarayları, heykelleri ve resimleri günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor… İnsan soramadan edemiyor; savaşlarda ömür geçirmiş, her tarafı yakan, yıkan kaba saba bir kral mı iyidir yoksa naif, sanatçı ruhlu, edebiyatsever bir kral mı?
Ne yazık ki II. Ludwig'i anlatan Türkçe basımı yapılmış bir kitap yok elimizde. Almanca basımı yapılmış onlarca kitap var hâlbuki Almanya'da. Eğer Almanca biliyorsanız okumanız için size bir kitap önerebilirim: Genç Alman yazarlardan Oliver Hilmes’in (D. 1971) yazdığı bir II. Ludwig biyografisi ‘’Ludwig II.: Der unzeitgemäße König’’, (Siedler Verlag, 2013)
Sinema sevenler için, sinemada ‘’Yeni Gerçekçilik Akımı’’nın İtalyan yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin 1972 yılı yapımı dört saatlik filmi “Ludwig”i ve 2012 yılı Fransız yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı film: ''Ludwig II'' filmlerini izlemelerini tavsiye ederim.
Romantik Yol (Romantische Straße)
Almanya’nın Bavyera eyaletinde Würzburg’dan başlayıp güneye doğru giden, Münih’ten sonra Füssen’de son bulan 400 km’lik güzergâha ‘’Romantik Yol ‘’ (Romantische Straße) adı verilir. Almanya’nın kırsalını tanıtan bu güzergâh, sevimli kasabaları, çiçekli köy evleri, gölleri, yerel şatoları ile Bavyera’nın tüm güzelliğini yaşatan, keyifli bir güzergâhtır… İşte anlattığım II. Ludwig’in bu Neuschwanstein Şatosu bu güzergâhtaki son nokta olan Swangau kasabasında, iki göl arasındaki bir tepede bulunmaktadır. Tepeleri karlı Bavyera Alpleri ve çam ormanlarının önünde dantelimsi girintileri ve gotik kuleleri ile bulutların üzerinde gibi görünen Neuschwanstein Şatosu ise bu hazin hikâyesi ile işte bu ‘’Romantik Yol’’un pırlantası gibidir…
İşte tarih, o veya bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenen bir süreçti… Ve bu süreç içerisinde sanatçı ruhlu, naif, edebiyatsever bu kralın görkemli, ama hazin öyküsünü anlatmak, onu anımsamak, anımsatmak da bana düştü…
Sizlere pırıl pırıl, mutlu, musmutlu ve Koranasız güzel bir hafta sonu diliyorum...
Osman AYDOĞAN
(*) Lohengrin Efsanesi
‘’Lohengrin’’ Ortaçağ’da Avrupa edebiyatına girmiş bir efsanenin Almanca’da aldığı addır. Ünlü Alman bestecisi Richard Wagner, 1850’de yazdığı bir opera ile Lohengrin efsanesine daha büyük bir ün kazandırır. Wagner‘in “Lohengrin” operası, birçok müzikçiler tarafından romantik operaların en büyüğü, en mükemmeli olarak kabul edilir…
Lohengrin efsanesi, çok eski bir peri masalı olan “Yedi Kuğu”ya dayanır: Lohengrin adında bir şövalye, yedi kuğunun çektiği sandalı ile gelerek, güzel bir kadını düşmanından kurtarır ve onunla evlenir. Yalnız, adını, nereden geldiğini, kimin nesi olduğunu kadına söylemez, kadına da bunları merak etmemesini, kendisine bu konuda bir şey sormamasını tembih eder. Güzel kadın, Lohengrin’e söz verirse de, sonradan bu sözünü unutur. Böylece Lohengrin de bir daha geri dönmemek üzere onu bırakıp gider.
Lohengrin efsanesinin ilk defa nerede çıktığı kesin olarak bilinmiyor. Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu konudan ilk olarak, XII. yüzyıldaki Haçlı Seferlerini anlatan bir tarih kitabında söz edilir...
***
2012 yılı, yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı ''Ludwig II'' fiminin fragmanı:
https://www.youtube.com/watch?v=96Ymjnc3c4g
Luchino Visconti’nin 1972 yılı yapımı dört saatlik “Ludwig” filminden bir bölüm: II. Ludwig'iin taç giyme töreni:
https://www.youtube.com/watch?v=m7-CZScJTmM
II. Ludwig'in Neuschwanstein Şatosu
Roma İmparatorluğunun ardından: Kutsal Roma İmparatorluğu ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu…
04 Haziran 2020
Daha önceleri bu sayfalarımda Roma İmparatorluğunu anlatmıştım… Ancak doğrudan değil; kesit kesit, parça parça, dönem dönem anlatmıştım… Bu sayfada Roma İmparatorluğunun tarihi kişilikleri olan; Jul Sezar, Brutus, Marcus Aurelius, Caligula, General Lukullus, General Maximus, Juvenal ve Lukretius’u anlatırken hep arka planda Roma İmparatorluğu vardı… Justinianus’u anlatırken de arka planda Doğu Roma İmparatorluğu vardı... (Sitemin sağ üstünde bir arama motoru var. Merak ettiğiniz isimleri buraya yazıp, yazımı bulup tekrar okuyabilirsiniz…)
Benim anlatmama gerek yoktu aslında, lise, üniversite yıllarında bizlere bir şekilde Doğu Roma İmparatorluğu ve Bizans diye bildiğimiz Batı Roma İmparatorluğu hakkında az çok bir şeyler anlatılmıştı… Ancak ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ ve onun ardılı ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ söz konusu olunca bu konuda yeterli bilgiye sahip olduğumuz söylenemez... Tarihte geçen bu iki imparatorluk genellikle de birbirine karıştırılır. Çünkü tarih eğitimi veren fakülteler hariç bu imparatorluklar bizlere hiç mi hiç anlatılmamıştır.
Aramızda da askerî eğitim almış okuyucularım da var... Mekteb-i Harbiye neyse de Erkân-ı Harbiye’de bile bu konular okutulmaz, bu konulardan bahsedilmez… Hadi onlar asker doğrudan pek ilgilendirmez diyelim ama siyasi bilgiler eğitim veren mekteplerde de, uluslararası ilişkiler eğitimi veren mekteplerde de bu konu okutulmaz... Bize AB’nin temeli olarak 2. Dünya Savaşından sonra Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın deklarasyonunun bir sonucu olarak, 1951 yılında kurulan, Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda'dan oluşan altı üye ile ‘’Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’’ olduğu anlatılır… Ancak bu yüzeysel ve şekli bilgi hiç m hiç gerçeği yansıtmaz…
Neyse uzattım… Fazladan da şikâyette bulundum… Şimdi gelelim sadette… Ve AB’nin temeli nerede atılmış ve AB bugünkü seviyesine nasıl gelmiş bir görelim…
Kutsal Roma İmparatorluğu
İS 5. yüzyılda zayıflayarak yıkılan Batı Roma İmparatorluğu çok sayıda küçük krallıklara bölünür. Bu krallıklardan bazıları zamanla topraklarını genişleterek güçlenirler. Bu krallardan biri de yeni bir imparatorluk kurarak, Batı Roma İmparatorluğu geleneğine sahip çıkmak isteyen Frank Kralı Şarlman'dır. (742 - 814) Şarlman ismi her dilde farklı isimlendirilir. Şarlman ismi; Fransızca'da ''Charlemagne'', Almanca’da ‘’Karl I. der Große’’ ve Latince’de ‘’Carolus Magnus’’ (Karolus Magnus) olarak adlandırılır. Şarlman, okuma ve yazması olmayan bir kraldır.
Şarlman'ın babası Kısa Pepin Frank Krallığı'nın hükümdarıdır. Kısa Pepin öldüğünde krallığın topraklarını iki oğlu arasında paylaştırır. Şarlman, kardeşi Carloman'ın ölümü üzerine tek başına Frankların kralı olur. Şarlman, miras aldığı Frank Krallığını Pirinne Dağları’nın kuzeyi boyunda neredeyse Batı Avrupa’nın tümüne yayar. Hâkimiyetinin ilk yıllarında, krallığın sınırlarını Almanya, İspanya ve İtalya’ya doğru genişletir. Şarlman'ın en büyük hedefi Sezar’ın imparatorluk yönetimini yeniden kurmaktır.
Papa tarafından 800 tarihinde Roma'da Aziz Petrus Bazilikası'nda tac giydirilerek ‘’Kutsal Roma İmparatoru’’ yapılır. Kurduğu devlet de Batı Roma İmparatorluğu'nun varisi sayılır.
Şarlman bu şekilde bir yandan imparatorluğunun siyasal gücünü artırmaya çalışırken, bir yandan da ülkesinin kültürel birikimini zenginleştirmeye çalışır. Bu amaçla Aachen’da yaptırdığı sarayına Avrupa’nın birçok ülkesinden aydın ve sanatçıları toplar. Bir saray kitaplığı ile şövalyelerin eğitimi için bir akademi kurar. Hristiyanlığın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla çok sayıda kilise ve manastır inşa ettirir. Bunun yanında eski elyazması bilim ve din kitaplarıyla incili yeniden yazdırarak çoğaltılmalarını sağlar. St. Benedict isimli bir din adamı tarafından yazılmış olan ve Hristiyan dünyasında itibar gören Aziz Benedict Kanunları‘nı referans alır.
Kilise’den bağımsız bir yargı isteyen Şarlman bunun için İngiliz filozof Alcuin'i ülkesine davet eder. Alcuin burada sapkınlara karşı risaleler yazar, kutsal kitabı yorumlar, Şarlman’a okuma ve yazma öğretmeye çalışır. Ancak Alcuin kral Şarlman'a hiçbir zaman okuma yazmayı tam olarak öğretemez.
Şarlman, o dönemde piyasada yeterince altın bulunmaması ve bunun da ticaretteki para dolaşımına sekte vurması nedeniyle yürürlükte olan altına dayalı para sistemini ortadan kaldırır. Şarlman, altın yerine bol bulunan gümüşe dayalı “Livre” adı verilen yeni bir para bastırarak ticareti artırır...
Şarlman, bu şekilde Batı Avrupa’da güçlü bir devlet yapısı oluşturarak Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan kaosa son verir. Onun başlattığı huzur dönemi “Carolingian Rönesansı” (Karolenj Rönesansı) olarak bilinen kültürel ve edebi yükselişe neden olur.
Şarlman, Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra parçalanmış olan Avrupa'yı birleştirmek için uğraş vermiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bundan dolayı çoğu Batılı tarihçiler Şarlman’ı "rex pater Europae" (Avrupa'nın kurucu babası) olarak tanımlamışlardır...
Şarlman, 814 tarihinde hayatını kaybeder. Oğlu I. Ludwig Kral olur. Şarlman'ın ölümünden sonra imparatorluk zayıflamaya başlar. Çok geçmeden torunlarının başında bulunduğu küçük krallıklara ayrılır. Şarlman’ın torunu I. Berengario'nun 924 yılındaki suikastını takiben imparatorluk unvanı yaklaşık kırk yıl boş durur.
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
Yıllar süren bu boşluklardan sonra Şarlman’ın torunlarından, Germania ve İtalya kralı I. Heinrich’in oğlu Büyük Otto (I. Otto) Germanya, İtalya ve Bourgognu’yu kapsayan bir bölgede 962 yılında ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nu kurar. ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ yine Batı Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı kabul edilen monarşik bir Alman Krallığıdır…
İmparatorluk yönetim şekli olarak, tek elden yönetim yerine küçük devletçikler olarak hanedanların ortak yönetilmesini benimserler. Habsburg (Avusturya, Bohemya ve İspanya kolu), Hohenzollern (Brandenburg ve Franken Kolu), Wettin (Albrecht ve Ernst Kolu), Wittelsbach (Bavyera ve Pfalz Kolu) ve Oldenburg (Danimarka ve Holstein - Gottorp Kolu) hanedanları imparatorluğu federal bir yapıda yönetirler.
Kutsal Roma Germen İmparatorları bu hanedanlardan sadece Habsburg Hanedanı’ndan seçilir. Habsburg Hanedanı da adını İsviçre’de bulunan ‘’Şahin Kalesi”nden (Habichtsburrg) alan ve Avrupa’da Fransız Capetain Hanedanından sonraki en büyük hanedanlıktı.
İmparatorluğun sınırları tarih boyunca değişikliklere uğrasa da İmparatorluk en güçlü döneminde bugünkü Almanya, Avustruya, İsviçre, Lihtenştayn, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Belçika, Hollanda toprakları ile Polonya, Fransa ve İtalya topraklarının bir bölümünü kapsardı. Ayrıca İmparatorluk tarihinin büyük bir bölümünde yüzlerce küçük krallığı, prensliği, dukalığı, kontluğu ve şehir devletini hâkimiyeti altına almıştı… İmparatorluk çoğunlukla Alman halkından oluştuğu için Almanya ve Avusturya devletlerinin de temellerini oluştururdu...
1512'de Köln imparatolrluk yasama organının bir kararnamesi ile İmparatorluğun adı ‘’Alman Halkının Kutsal Roma İmparatorluğu’’ (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) (Latince: Imperium Romanum Sacrum Nationis Germanicæ) olarak çevrilse de bu isim pek kullanılmaz.
Aslında ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ da '’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ da tam bir imparatorluk da değildiler. Oldukça gevşek bir federasyondular. İşte bu nedenle de ''Voltaire'' mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet bu imparatorluk hakkında alaycı bir şekilde şöyle yazar: "Bu kendine Kutsal Roma İmparatorluğu diyen ve demeye de devam eden yığın, hiçbir şekilde ne kutsal, ne Roma, ne de bir imparatorluktur." Tabii ki aydın da olsa bir Fransız’ın kendisinin Alman olduğunu iddia eden bir imparatorluk hakkında daha farklı bir şey söylemesi de düşünülemezdi.
1804 yılında I. Napolyon ''Kutsal Roma Germen İmparatorluğu''nun geleneksel üstünlüğüne son verip kendini imparator ilan ettikten ve ''Kutsal Roma Germen imparatorluğu''nun son imparatoru olan Kral II. Franz, 1806'da I. Napolyon'a yenildikten sonra imparatorluk tahtından vazgeçerek sadece Avusturya imparatoru unvanını alır. Bu olayla birlikte imparatorluk resmen sona erer. Böylece ''Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'’ kurulduğu ve yıkıldığı yıllar olan 962-1806 yılları arasında toplam 844 yıl boyunca Orta Avrupa’da hüküm sürmüş bir imparatorluk olarak tarihteki yerini alır.
Ancak bu imparatorluk başta hukuk sistemi olmak üzere, idari sistem, dış siyaset, birlik, ittifaklar, askerlik, stratejik düşünce, sanat, mimari düşünce vb. olmak üzere günümüzdeki Avrupa Kıtası'nın devlet kurumlarının ve düşüncelerinin çoğunu etkilemiştir. Dolayısıyla bu imparatorluğun düşün ve idari yapısını ve siyasetini anlamadan ne bugünkü Avrupa devletlerini ne de Avrupa Birliğini anlamak mümkündür.
Bu imparatorluk üzerine Avrupa'da özellikle Almanya'da yazılmış yüzlerce kitap olmasına rağmen ülkemizde bu imparatorluk hakkında ansiklopedik kaynaklar dışında doğru dürüst bir araştırma da yoktur. Ancak genç akademisyenlerimizden Mehmet Sinan Birdal'ın (D.1976) ''Kutsal Roma İmparatorluğu ve Osmanlı'' (İletişim Yayınları, 2017) isimli kitabını bu imparatorluğu anlamak için okumaya değer buluyorum.
Bavyera Krallığı
İşte bu ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nun bahsettiğim hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı, bu imparatorluk dağılınca Bavyera’da 1806-1918 yılları arasında Bavyera Krallığı olarak hüküm sürer. Bu hanedanlıktan Maximilian 1806 ile 1825 yılları arasında ilk Bavyera Kralı olur.
Maximilian’ı I. Ludwig takip eder. 1825-1848 yılları arasında kral olan I. Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için ülkesinde dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturur, krallığın başkenti Münih’i de “Isar Kıyısındaki Atina” olarak isimlendirir. I. Ludwig silah ve ordu için ayrılması beklenen mali kaynakları resim ve heykel için harcamayı tercih ederek bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirir. Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışır. Ayrıca Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılır. Kralın bu eski Yunan uygarlığına düşkünlüğü Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olur. Hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olur.
II. Ludwig’in ardından krallığa oğlu II. Maximilian geçer. II. Maximilian da 1848-1864 yılları arasında krallık yapar. II. Maximilian aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem verir ve çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmez ve onları destekler. II. Maximilian bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurar, dönemin iki önemli gücü Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çaba harcar… II. Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem verir ve bunu yaptırdığı eserlere de yansıtır. Bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden biri olan Hohenschwangau Şatosu’dur…
Bavyera Krallığının 1864 - 1886 yılları arasında 4. kralı olan II. Ludvig’in, içinde sarayların, şatoların, aşkın, masalların, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesini de yarın anlatayım…
Aslında bu sayfada uzun uzun anlattığım bu tarihi süreç, yarın anlatacağım talihsiz kral II. Ludwig'i bu süreç içinde tam olarak konumlandırabilmek içindi...
Osman AYDOĞAN
Nazım Hikmet
03 Haziran 2020
Koronavirüs salgını nedeniyle hissedemeden, göremeden, yaşayamadan bahar da bitti… Ağaçlar çiçeklerini dökeli çoook zaman oldu… Zaman da ‘’Kiraz Zamanı’’.. Ancak onun da ilk yarısı bitti… Her şey bitiyor zaten… Aynaya bakıyorum… Yüzümde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları yankılanıyor…
Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye'nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten:
‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’
Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…
Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.
Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.
Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur. Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.
Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."
O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor.
Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...
Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.
Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948 - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.
Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir.
Nazım 1955 yılı sonlarında evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar.
Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde kaskatı kesilmiştir.
Karıştırırken kitabı bir bölüm çarpıyor gözüme: ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:
Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.
Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”
Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.
Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…
Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.
Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II
Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.
İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''
Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:
“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”
(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)
Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.
O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.
Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip biraz geriye gidiyorum…
Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan kaçan devrimciler Osmanlıya sığınırlar. Bunlardan bir kısmı, yeniden ülkelerine dönerken bazıları da Müslüman olup, Osmanlı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Konstanty Borzecki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Konstanty Borzecki iki yıl sonra, “Mustafa Celalettin” adını alarak Bektaşi olup İslamiyet'i kabul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir.
Mustafa Celalettin Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca olarak yayınlar… Mustafa Celalettin Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca) bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler.
Mustafa Celalettin Paşa, İstanbul'da emrinde çalıştığı Mirliva Ömer Paşa‘nın büyük kızı Saffet Hanım ile evlenir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir. Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.
Şimdi tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönüyorum...
Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mustafa Celalettin Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım:
“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.”
Nazım'ın ömrününü on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan Genel Af Yasası’yla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.
“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…
Bugün 03 Haziran 2020… Vefatının 57. yılında anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:
''Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
göz gibi çıplak,
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.''
Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki yıldızlar gibi her zaman pırıl pırıldı içimden geçen kelimeler... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu ilkyaz günü:
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Osman AYDOĞAN
Fatih Sultan Mehmet (7): Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar
02 Haziran 2020
Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Muharebesi’ni anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın Otlukbeli Muharebesi’nde şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırdığı türbenin taşınmasından bahsetmiştim. Buradan da yola çıkarak şu soruyu sormuştum: ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?''
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmekteydi. Buradan da yola çıkarak ikinci soruyu sormuştum: Böylesine önemli bir muharebeye Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?
İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum...
Moğol İmparatorluğu
Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirir, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli hale gelir ve ''Pax Mongolica'' denilen bir barış dönemini başlatır… Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek ordudur.
Moğollar ve Türkler
Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşarlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalırlar ve zamanla Türkleşir ve İslamlaşırlar… Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için ''Moğollaşmış bir Türk'', Timur için ise ''Türkleşmiş bir Moğol'' tanımını yapar... Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan gibi Moğol adlarını verirler.
Türkçülüğün babası olarak tanımlan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: ‘’Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, ve Çeçenler...’’ Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.
Anadolu’ya ve İslam dünyasına yapılan Moğol istilası
Biz böyle güzellemeler yapsak da ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır.
3 Temmuz 1243 tarihli ''Kösedağ Muharebesi'', Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak ister…
Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakar… 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.
Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, ''Yecüc-Mecüc'' olarak da nitelemişlerdir.
Daha yeni bu sayfalarda Abbasi halifesi El Memûn’u anlatırken Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusunun 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirdiğini anlatmıştım. Bağdat Moğollar tarafından yağmalanmış, Bağdat'taki Beyt'ül Hikme yerle bir edilmiş, burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılmış, yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bulamış ve Dicle nehri aylarca siyah renkte akmıştı… Bu şekilde Bağdat’ın Moğol istilasıyla, yüzlerce yılın birikimi olan matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolmuştu...
Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da geliyordu...
Büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel, ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) isimli eserinde 13. yüzyılda Moğol istilasının İslam’ın bütün şehir medeniyetlerini yakıp yıktığını, kütüphanelerin yakıldığını, milyonların öldürüldüğünü, bu şekilde tüm İslam dünyasının bir kasabaya dönüştürüldüğünü ve hala etkileri süren İslam dünyasındaki mistisizm ve dogmatizmin Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin yıkıcı etkileriyle başladığını ve zamanla devlet politikalarına dönüşüp kökleştiğini yazar...
Moğolların Anadolu’ya, Türk ve İslam dünyasına yaptığı bu tahribata 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesinde, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesi yol açmıştır. Dün anlattığım ‘’Otlukbeli Muharebesi’’ gibi bu ''Kösedağ Muharebesi'' de ne yazık ki Türk tarihinde ve askerî akademilerde hak ettiği ilgiyi görmez.
Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi ''Kösedağ Muharebesi''nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.
Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır. Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır.
Moğolların ardılları ve Timur
Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan ''Anakara Muharebesi'' Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
''Ankara Muharebesi'' yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde ''Fetret Devri'' (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.
Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır. Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmaz. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybeder o zaman Osmanlı’nın Doğu sınırı da kısa bir süreliğine huzura ve sükûna kavuşur…
Safevi Devleti
Ancak kısa bir süre sonra Akkoyunlu toprakları üzerinde bu sefer Türk Safevi Devleti (1501 – 1736) kurulur… Safevi Devleti kurucusu Şah İsmail, Akkoyunlular’ın anne tarafından torunudur. Şah İsmail’in Annesi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır. Ancak bu sefer de Şii inanışa sahip Safevi Devleti ve Osmanlı Devleti savaşır. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadele malumunuzdur. Osmanlı, Safevi Devletini zayıflatıp da yıkılmasına vesile olunca yerine Osmanlı’nın başına bela Fars (İran) devleti kurulur…
Neyse bu hazin faslı geçelim, çünkü Safevi Devleti ayrı bir yazı konusudur…
Neden Moğollar ve Araplar ötekileştirilmemiştir?
Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşmüştür... Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınmıştır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsetmişlerdir. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)
Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:
Benim sormak istediğim Moğolların Osmanlıya, Anadolu’ya ve İslam'a bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?
Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?
''Otlukbeli Muharebesi'' birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?
Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan ''Otlukbeli Muharebesi'' (1473) de değildi... Moğollarla yapılan ''Kösedağ'' (1243), yine Moğollarla yapılan ''Ankara'' (1402), Safevilerle yapılan ''Çaldıran'' (1514), Dulkadiroğulları Beyliği ile yapılan ''Turnadağ'' (1515), Memluklerle yapılan ''Mercidabık'' (1516) ve ''Ridaniye'' (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir...
Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hristiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (''Malazgirt'' 1071, ''Sırpsındığı'' 1364, ''Niğbolu'' 1396, '' İstanbul'un Fethi'' 1453, ''Mohaç'' 1526, ''Birinci Viyana Kuşatması'' 1529, ''Preveze Deniz Muharebesi'' 1538 vb.)
Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!
Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.
Etnos ve Folk kavramları
Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!... Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.
Muhtemel ki Moğollar, Akkoyunlular ve Savefiler Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Memluklar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne Savefiler ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise bir kardeş (folk) kavgası olarak görülüp fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.
Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...
Bu coğrafyada kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır…
Ancak bu coğrafyada anlattığım gibi kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır…
Ve halen de öyledir...
Bakın Irak'a, Suriye'ye, Libya'ya...
Aslında ıraka gitmeye de gerek yok...
TV’lerde açık açık komşularına dair katliam listelerini hazırladıklarını söyleyenler ve bu aleni tehdit karşısında sus pus olan yetkililer Hristiyan Yunanlılar değildir…
‘’Cübbeli’’ nam bir cemaat şefinin 17 Ocak 2020 günü yaptığı ‘’silahlanan iki bin selefi dernek var’’ açıklamasını, Emniyetin kayıp 200.000 profesyonel silahını, İçişleri Bakanlığından valiliklere devredilerek valilerin kontrolsüz bir biçimde bol keseden dağıttığı silah ruhsatlarını ve fütursuzca kurulan Osmanlı Ocakları, SADAT gibi milis derneklerini siz Ege adalarını işgal eden Hristiyan Yunanistan’a karşı bir hazırlık için mi olduğunu düşünüyorsunuz?
Benimki naçizane, tasalı, gamlı, kederli, kaygılı naif bir sorudur... Naif olmayan ise böylesi bir ayrışmaya ve tehlikeye karşı ülkeyi yönetmekten sorumlu olanların söndürmeleri gereken ateşi körüklemeleri, ateşe benzin dökmeleridir...
Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinde süzülerek gelen bir kaygı atasözü vardı ya, benimki de onun kaygısıdır:
‘’Et kokarsa tuzlanır; ya tuz kokarsa ne yapılır?’’
Fatih ile ilgili yazı dizim burada sona eriyor… Eğer ki sürç-i lisan eylediysek affola…
Osman AYDOĞAN
Bir not:
TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, sözde profesör ünvanlı herbokologlar –pardon akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz da antropoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye... Anlıyorsunuz değil mi?
Bir başka not daha:
Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan himayesinde her yıl düzenli olarak yapılan bir festivalin 4'üncüsü 03-06 Ekim 2019 tarihleri arasında, İstanbul’da yapıldı… Yeşilköy Atatürk Havalimanı’nda dört gün süren festivalde Türk dünyasına, Orta Asya ve Anadolu'ya özgü şenlikler gerçekleştirildi. Festivalde geleneksel Türk sporlarının yanı sıra geleneksel kıl çadırlarda oba yaşamı, tarihi el sanatları atölyeleri, kılıç kalkan ve atlı gösteriler gibi pek çok aktivite yapıldı. Organizasyonda geleneksel sporlardan aba güreşi, şalvar güreşi, kuşak güreşi, mas güreşi, fetih yağlı güreşleri, atlı okçuluk, atlı cirit, kökbörü, âşık oyunu, mangala, geleneksel yaya okçuluğu, şahinle yarış ve yabusame olmak üzere toplam 16 Orta Asya ülkesinden 12 dalda bine yakın sporcu mücadele etti... (Gazeteler)
Bu festivalin adı neydi biliyor musunuz? ‘’4. Etnospor Kültür Festivali‘’ !… Festivalde yapılan bütün etkinlikler bizden, bizim kültürümüze ait, yani folklorik… Ancak festivalin adı ne: ‘’Etnospor’’! Yani ‘’etnik spor’’, yani ‘’Ötekinin sporu’’! Hani derlerdi ya; ''cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür''!!! Siz anlıyorsunuz değil mi bir nasıl ellerde olduğumuzu!
Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...
Fatih Sultan Mehmet (6): Devlerin Meydan Muharebesi
01 Haziran 2020
Tarih 1473… İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin üzerinden 20 yıl geçmiş...
Osmanlı İmparatorluğu; Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunun yerine geçmiş ve kurumsallaşmış ve 1461’de de Trabzon’un fethiyle ve Pontus Rum Devletini yıkılması ile büyük güç kazanmıştı…
Doğuda ise parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine Oğuz Türkleri tarafından 14. yüzyılda kurulmuş, Horasan'dan Fırat’a, Kafkas Dağları'ndan Umman Denizi'ne kadar uzanan topraklarda egemen yeni bir Türk devleti vardı: Akkoyunlu İmparatorluğu...
Aslında Asya kıtası bu iki Türk ve Müslüman devlete yetecek kadar büyüktü. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişleterek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi.
Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’in 71 yıl önce düştükleri tarihi hataya normal olarak düşmemeleri, birbirlerini yok etmeye çalışmamaları icap ederdi.
Fakat olmadı, bu iki Türk devleti savaştı. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat bu iki Türk ve Müslüman devlet savaştı işte…
O devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusu olan Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in komuta ettiği Osmanlı ordusu ile Akkoyunlu İmparatoru ‘’Emir-i Kebir’’ (Büyük Emir) adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu, 11 Ağustos 1473 tarihinde, Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen mevkide karşı karşıya gelip meydan muharebesine tutuştular…
Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.
Otlukbeli Meydan Muharebesi günümüzle çok yakından ilgilidir ve günümüze ait çok şeyler söyler...
Bakalım neler söyler?
Otlukbeli Muharebesi öncesi
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması ve bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırmıştı.
Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia ediyordu. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi.
Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aradı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecekti. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar Beyleri de bu ittifaka dâhil oldular.
Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fatih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine, anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.
Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı Ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamadı. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.
Öncü muharebeleri
Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti.
Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düştü. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğuldu.
Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti.
Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku devamlı azalıyordu.
Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderildi.
İki tarafın muharebe düzenleri
Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni aldı. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunuyor, Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı.
Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ediyorlardı. (Mirza; Farsça bir kelime olup hükümdâr soyundan geldiğini gösteren bir asalet unvanıdır.)
Otlukbeli Meydan Muharebesi
Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey muharebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza (Zeynel Bey) ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.
Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fatih, Otlukbeli zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat etti. Doğu seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedildi.
Otlukbeli Meydan Muharebesi özellikleri ve sonuçları
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamamıştır. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçmiş ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtmıştır.
Bu savaş neticesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hâkim olamayacaklarını kesin olarak anladılar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalandı. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Otlukbeli zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kaldı.
Otlukbeli Meydan Muharebesinden çıkarılacak dersler
Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Bu savaştan günümüze çıkarılacak en az üç büyük ders vardır.
Birinci ders
Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini göstermektedir.
Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıştı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşmıştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer almışlardı.
Değişen nedir ki? PKK, PYD, KDP, IKPY veya her neyse kendisine Batıda müttefik aramadı mı? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmadı mı? Venedik, Papa ve Napoli –pardon AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almadılar mı?
İkinci ders
Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu Devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.
Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bugün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan ve hele hele övüne övüne bitiremedikleri Osmanlıdan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır.....
Üçüncü ders
Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk birliği, İslam birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahipti; Türktüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaştıkları, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girdikleri çok vaki olmuştur. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...
Son söz
Gelin yine son sözü İbn-i Haldun’a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’
Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...
Eğer siz kaderinizle -pardon coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla ittifak yaparlar, altınızı oyarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar, üst akıl'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.'' Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya...
Bu konuya yarın devam edeceğim…
Osman AYDOĞAN
Bir not
Otlukbeli Meydan Muharebesi; başta İslam Ansiklopedisi (I. C. s. 251-270, II. C., s. 270-274, VII. c, s. 506-535), Türk Tarih Kurumu Dergileri, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ‘’Osmanlı Tarihi’’ (C. I-VIII, TTK Yay., Ankara, 1988) kitabı, ATASE Yayınları ve ancak tarihçi akademisyenlerin faydalanabileceği değişik kaynaklarda bahsedilse de ne yazık ki bu muharebeyi öncesi, sonrası ve sonuçlarıyla askerî ve siyasi olarak anlatan, benim gibi sıradan vatandaşların anlayabileceği dört başı mamur bir kaynak yoktur. Sadece genç nesil (1982 doğumlu) gazeteci yazarlardan Bedia Ceylan Güzelce’nin, Otlukbeli Muharebesini iki kirpinin gözünden anlattığı, 1473’teki, olaylara bir başka gözle bakan, Tarihin rakamlardan ibaret olmadığını şiirsel bir dille anlattığı, savaşlarda adı bile geçmeyenlerin romanı ‘’1473’’ (Çınar Yayınları, 2017) isimli güzel bir kitabı var. Bir de tarihçi Prof. Dr. Enver Konukçu’nun Erzincan Valiliğince yayınlanan ‘’Otlukbeli Meydan Savaşı - Ağustos 1473’’ (1998) isimli kitabı var.
Herhalde bizler tarih okumayı sevmediğimiz gibi tarih yazmayı da sevmiyoruz…
İkinci bir not
Yazım içerisinde Otlukbeli Muharebesinin birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edildiğini anlatmıştım... Bu yazımı okuyan okuyucular arasında asker kökenli olup da askerî mekteplerde, Mekteb-i Harbiye’de ve Erkân-ı Harbiye’de ve daha başka askerî akademilerde bu işin ilmini tahsil eden, okuyan okuyucularım da var... Bu okuyuclarım hatırlarlar mı acaba bahsettiğim mekteplerde kendilerine hiç anlattığım bu Otlukbeli Muharebesi anlatılmış mıydı? Muhtemel cevapları ''hayır'' olacaktır... İşte bu noktada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir muharebe neden askerî mekteplerde, askerî akademilerde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlarla, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Malazgirt denince erkân-ı harp zabit adayları bu muharebeyi yerinde anlatmak için teee Süphan eteklerine Ziyaret Tepe'ye kadar götürülür de Otlukbeli denince adı bile telaffuz edilmez... Bunun cevabını da yine bir sonraki yazıma bırakayım... Yoksa bu kadar uzun yazılarımdan dolayı inanın bana yapılan sitemlerin ve bu konuda büyüklerimden yediğim fırçaların haddi hesabı yohtur!
Üçüncü bir not
Tarihi geçmişte bırakıp gelelim günümüze…
Tarih 12 Mayıs 2017... Tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçiyor. Haber şu idi:
‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’
Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey (Zeynel Mirza) için yaptırıldığı belirtiliyor. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Meydan Muharebesi'inde (1473) şehit (!) düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor.
Türbenin taşınması esnasında da gerek resmi açıklamalarda gerekse de verilen haberlerde Zeynel Bey’den hep ‘’şehit’’ (!) diye bahsedildi…
Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna, onu şehit (!) diye anmamıza ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da yine bir sonraki yazımda anlatayım...
Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi yeni yerine taşınırken:
Fatih Sultan Mehmet (5): İstanbul düşerken Bizans'ta yaşananlar
31 Mayıs 2020
Bu sene İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin 567. yıldönümü... Bir yazı serisi ile Fatih’i ve hocası Akşemseddin'i yazdım. Gerçi ben Fatih'in farklı yönlerini anlattımsa da 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde genellikle bizler Osmanlı tarafını biliriz; gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesini, surlar önünde dökülen topları, Ulubatlı Hasan'ı ve Akşemseddin'i... İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta neler olduğunu genellikle pek bilmeyiz.
Belki de rivayet olarak sadece, karşı taraf Bizans için, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.
Ancak karşı taraf Bizans'ta konu bu kadar basit değildi… Karşı tarafta sorun daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdi... İşte bu yazımda da tam da 29 Mayıs 1453 yılında karşı tarafta; Bizans'ın son imparatoru Konstantinos Paleologos kimdir, nasıl bir imparatordur, o anda ne yapıyordu, Bizans’ta neler oluyordu onu anlatmak istiyorum…
Bu konuda yazılmış iki eserden bahsedip, birinden de alıntı yapacağım…
Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos
Bu eserlerden birincisi İngiliz Bizantolog Donald M. Nicol’un ‘’Konstantinos Paleologos’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013) isimli biyografik eseridir.
Bu eserinde Donald M. Nicol, Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos'un iyi bir eğitim almış olduğunu, becerikli, sabırlı, vizyon sahibi ve insanları idare etmesini bilen bir hükümdar olduğunu, kısa ve talihsiz iktidarı döneminde (1449 - 1453) kendini ve şehrini kurtarmak için var gücüyle çabaladığını, henüz vakti varken kaçıp kurtulması yönündeki telkinlere tenezzül etmeyerek sayı ve askerî teknoloji açısından kat be kat üstün Osmanlılara karşı şehri savunanların lideri olarak elinden gelen her şeyi yaptığını ve sonunun geldiğini anlayınca da bunu mertçe karşılayıp, teslim olmaktansa savaşarak ölmeyi tercih ettiğini anlatır...
Donald M. Nicol eserinde o gün muzaffer olan genç ve atılgan Sultan II. Mehmet’in ’’Fatih’’ namıyla yücelirken, elinde kılıcıyla can veren Konstantinos Paleologos’un da aslında ölmediğini, halkı arasında efsane mertebesine yükselerek, mermere dönüşüp uyuduğunu ve günün birinde uyanıp şehrini kurtaracağı inancına kaynaklık ettiğini yazar…
Kim bilir belki de dün yazdığım Bizans tarihçisi Laonikos Chalkokondyles, günün birinde Ayasofya üzerinde haçlar dikileceği, tüm Doğu ülkelerinin Hıristiyanlarca fethedileceği vb. kehânetlerini bu efsaneye dayanarak yazmıştır…
Bizans
Diğer eser ise Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli eseridir. Ferenc Herczeg, bu eserinde Bizans’ın ve Konstantinos Paleologos’un kaderini tragenya halinde anlatır. Bu eser bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılır… Ferenc Herczeg, bu oyununda; tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.
Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg’un ‘’Biznas’’ oyunu üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:
‘’29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...
Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’
Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator şöyle der: ‘Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’… ‘’
Neyse gelelim Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ isimli oyundan önemli gördüğüm bir sahneye…
‘’Bizans’’ oyunundan bir sahne
Fatih, İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir.
Oyunda bu sahne şöyle verilir:
Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!”
Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”
Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.”
Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.”
Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.
Sonuçta Bizans düşer!
Sonuç
Bizans’ın düşüşü ve Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos’un trajedi ile sonuçlanan akıbeti bize şu dersi vermektedir:
Gerçeklerden ve dünyadan uzak, sanal bir âlemde yaşayanların, hem kendilerini hem sultanlarını hem de toplumu; yandaş medyalarıyla, sahte destanlarıyla, renkli masallarıyla, yalanlarıyla, nininnileriyle uyutanların; şarkılarıyla, türküleriyle, renkli renkli ekranlarıyla, yalan dolan reklamlarıyla avutanların, yanıltanların vebâli çok büyüktür....
Çünkü sultanlar güçlendikçe körleşirler ve bir gün gözleri açıldığında da Bizans’ın son imparatoru gibi duydukları tiksintiden ölürler...
Sultanlara ve çevresindekilere duyurulur...
Fatih hakkındaki yazılarım devam edecek…
Osman AYDOĞAN
Fatih Sultan Mehmet (4): Kehânet!
30 Mayıs 2020
Fetihten sonraki günlerde Fatih ve ünlü bir Bizans kâhini ile ilgili şöyle bir rivayet vardır…
Fatih ve bir Bizans kâhini
Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın ünlü bir kâhininin zindanda olduğunu öğrenir. Kâhini huzura çağırır, sorar: “Seni niye zindana kapattılar?” Kâhin, Kral Konstantin’in geleceği öğrenmek için kendisini çağırdığını, krala “Sonunuz yaklaştı, Bizans yıkılacak, Türklerin eline geçecek” demesi üzerine kralın kızdığını, kendisini zindana attırdığını söyler.
Fatih, “Bizans’ın sonunu görmüşsün, peki bizim geleceğimiz ne olacak” diye sorar. Kâhin, “Sizin sonunuz da Bizans’a benzeyecek” der. Fatih’in, “Nasıl olur, Anadolu’da birliği sağladık, Balkanlar elimize geçti, akıncılarımız Avrupa ortasında at oynatıyor” itirazı üzerine kâhin, “Sizi parça parça koparacaklar” öngörüsünde bulunur.
Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparılır… Sevr Antlaşması’yla son nokta konulacakken Atatürk ve silah arkadaşlarının çabası, özverisi ile bu süreç durdurulur… Geri kazanımlar başlar…
Fatih’in konuştuğu bu kâhin kimdir? Bu kâhini, tekrar dönmek üzere şimdilik burada bırakalım…
Bir Bizans tarihçisi: Laonikos Chalkokondyles
Çeşitli kaynaklarda 1423-1432 yılları arasında doğduğu ve 1480 ile 1490 yıllarında öldüğü ileri sürülen gerçek adı Nikolaos olan Atinalı bir tarihçi vardır: Laonikos Chalkokondyles. (Laonikos Halkokondilis) Laonikos Chalkokondyles’in 1298-1463 yılları arasındaki olayları Türkçe’ye “Tarihin Belgeleri” diye çevrilebilecek olan ‘’Apodiksis Istorion’’ isminde on ciltten oluşan tarih kitabı, Bizans İmparatorluğu'nun son 150 yılını (1298–1463 dönemini) incelemektedir. Ancak Chalkokondyles, Yunanca yazan diğer tarihçilerin aksine eserinin merkezine Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünü değil yükselen Osmanlı Devleti’nin tarihini alır. Bu yönüyle Chalkokondyles, bir Bizans tarihçisi olmaktan ziyade eserini Osmanlı idaresi altında Yunanca yazan bir Osmanlı tarihçisi olarak da kabul edilir.
Laonikos Chalkokondyles’i bizim açımızdan ilginç yapan ise onun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki öngörü ve kehânetleridir. Chalkokondyles’in bu kitabının bir bölümü "Türk İmparatorluğu’nun yıkılışına dair kehânetler" ismini taşımaktadır. Araştırmacı yazar Aytunç Altındal da bu bölümü "Kehânetler Kitabı" (Destek Yayınları, 2018) adıyla Türkçe‘ye çevirir...
Chalkokondyles'in kitabının bizim için ilginç yapan Aytunç Altındal'ın çevirdiği işte bu bölümüdür.
Chalkokondyles'in kehânetleri
Laonikos Chalkokondyles’in kitabındaki öngörülere, kehânetlerine göre; İstanbul'u ele geçirecek olan padişahın adı ile teslim edecek olanın adı aynı olacaktır. Her ikisinin adı da "Mehmet'tir. Kehanet doğru çıkmıştır. (1453 Fatih Sultan Mehmet ve Sultan Mehmed Vahdeddin, 1918 İstanbul’un işgali.)
Kehânete göre ‘’bir Tatar Hanı, Osmanlı’ya yardım etmeyecektir.’’ Kırım Hanı Murat Giray II. Viyana kuşatmasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüş ayrılığına düştüğü için Lehleri durdurmaz, kuşatma başarısız olur, yükselme devri sona erer.
Kitapta “Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16. padişah döneminde Osmanlı Devleti içeriden çökmeye başlayacak ve padişahı kendi tabasından biri devirecektir” deniliyor. Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16'ıncı padişah III.. Ahmet'tir. 29 Eylül 1730'da Arnavut ve Hıristiyan asıllı yeniçeri Patrona Halil tarafından tahttan indirilip yok ediliyor ve Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlıyor.
Kitapta, "üç kez üç yüz yıl ve bir de yirmilik tarihinde Osmanlı Devleti yok olacaktır’’ deniliyor. Gerçekten de Osmanlı üç kez üç yüz yıl (3X300=900) ve 20 yıl, yani 1920'de (TBMM kurulunca) Osmanlı Devleti yok oluyor.
Bununla da bitmiyor kehânetler.
Kehanetlerden biri Mustafa Kemal Atatürk'ü işaret ediyor. Kitapta. “Osmanlı'nın çöküş döneminde kendisi Hıristiyan topraklarında yetişen ama Müslüman olan bir prens ve başkomutan ortaya çıkacak. Ancak Hıristiyanlar tarafından hiç dikkate alınmayan bu başkomutan, Türk devletini yeniden kuracak ve Batı'ya yönlendirecektir” öngörüsü yapılıyor. Bu kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür.
Kitapta ‘’Katolik Kilisesi ile İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi kardeşçe kucaklaşacaklardır’’ diyor. Bu kucaklaşma, aynı ifadelerle Kasım 2006'da İstanbul’da gerçekleşiyor.
Kitapta kehânetler devam ediyor.
Kehanete göre, bu yeni kurulacak Türk İmparatorluğu'nun başına geçecek 11. kişinin adında 11 harf var. Çok ilginçtir ki, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ad ve soyadındaki harflerin toplamı da 11.
Ve kitapta “11. Prens döneminde yeni Türk devleti, büyük bir sarsıntı yaşayıp yıkılma noktasına gelecektir” öngörüsü var. Ayrıca “Hristiyan Prensliklerin birleşmesi, bu yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir” kehâneti de var… Bu cümleden olarak burada da Hristiyan Prensliklerin birleşmesinden kastedilen AB olduğu aşikârdır... Biraz aşırı olacak ama bu birleşmenin (AB) yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir kehânetinden de anlamamız gereken Türkiye'nin AB'den uzaklaşması sonucu mu olacağı üzerinde de kafa yorulması gerekir.
Tabii kehânetlerin sonu yoktur. Kehânetler devam ediyor kitapta…
‘’Önce, Müslüman şeriatı artacaktır. Eğer yedinci seneye kadar kaldırılmazsa, on ikinci seneye kadar buranın hâkimi olacaktır. Sonra, Hristiyan silahlarıyla bir tutsaklık dönemi gelecektir.’’
Ve devam ediyor kehânet…
‘’İstanbul'un camileri ve Ayasofya üzerinde haçlar dikilecektir. Bu haçlar, saplanacağı yere silahlı ellerle saplanacaktır. Bu muhteşem şehrin yıkımı gelecektir. Yıkım, sadece orada yaşayanlar sevdiği dini değiştirirse duracak ve şehir lanetten kurtulacaktır. Yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır. Tüm Doğu ülkeleri de Hıristiyanlarca fethedilecektir. Böylece, ölü yaşayan, soyulmuş ve felç olmuş bir yönetim sona erecektir.’’ Burada da ''yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır'' kehâneti ilgi çekicidir!
Evet, Laonikos Chalkokondyles’in rivayetleri, öngörüleri, kehânetleri -artık her ne dersek- bu kadar.
Belki de kim bilir yazımın girişinde bahsettiğim Fatih’in konuştuğu kâhin ile Laonikos Chalkokondyles aynı kişidir.
Tabii ki bu kehânetlere ‘’deli saçması’’ der ve gülüp geçebiliriz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine şahitlik etmiş daha öncesinde de II. Murat’a İstanbul kuşatmasını kaldırması için gönderilen ekipte yer almış Chalcondlyles'in çoğu sonradan gerçekleşmiş bu kehânetleri görmezden gelinir, yabana atılır gibi değildir.
İsterseniz gelin bu uçuk kehânetleri bir kenara bırakıp size bir kurgu romandan bahsedeyim.
Destina
Gazeteci, araştırmacı yazar Mine G. Kırıkkanat’ın ‘’Destina’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) isimli bir kurgu romanı var. Mine G. Kırıkkanat, henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina romanı için şunları söyler: "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir." Bu kurgu romana göre yakın bir gelecekte İstanbul ''Küresel Yönetişim'‘in idaresine geçer ve Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğrarlar. Böylece Haç ile Hilal‘in savaşı sona erer ve yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması alır.
Ama isterseniz bu kurguyu da bir kenara bırakıp tarihi bir gerçeğe dönelim:
Endülüs Emevi Devleti
Emevilerin yıkılmasından sonra, Endülüs’te (Güney İspanya) Endülüs Emevi Devleti 756’da kuruldu ve 1492’ye değin 736 yıl süreyle İspanya'da varlığını sürdürdü. Türklerin Anadolu’daki birliği Fatih’le sağlandı. Bu birliğin kuruluşunu 1450 yılı olarak alsak henüz birliğin kuruluşunun üzerinden bugüne 570 yıl geçmiş olacak ki henüz Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya'daki yaşam süresi kadar bile değildir. Henüz Anadolu'da, Emevilerin İspanya'da bulundukları sürenin yaklaşık üçte ikisi kadarında varız...
Günümüz ve geleceğimiz
Sanıyoruz ki Anadolu’nun mülkiyeti sonuna kadar, sonsuza kadar bize ait. Etrafımızdaki ve uzaklardaki aç kurtların ve akbabaların varlığını, içine düştüğümüz çukuru, sığlığı, rehaveti, sefaleti, kutuplaşmayı, bölünmüşlüğü, girdabı, dağınıklığı görmezden geliyoruz.
Suriye’den, Libya’dan… Kanal İstanbul’dan, Atatürk Havaalanından, Dolar’dan… Silahlanan cemaatlerden, kayıp silahlardan, kontrolsüz bir şekilde bol keseden dağıtılan silah ruhsatlarından, ekranlarda alenen ilan edilen ölüm listelerinden… Hatip kürsülerinde en üst perdeden seslendirilen millet, illet, zillet, kin ve nefret söylemlerinden, biz ve onlar ayrımından… Ve suni gündemlerden kurtulup, başınızı kaldırıp da bir etrafınıza bakarsanız eğer karanlığın sandığınızdan da çok daha karanlık, bir zifiri karanlık olduğunu göreceksiniz. Hep yazıyorum ya tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır diye...
Bağnazlıktan, taassuptan, mezhep, etnisite ve kimlik kıskacından kurtulamaz isek; farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmez isek; kimseyi ötekileştirmeden, nefret söylemini kullanmadan, sevgi dilini geliştirip, bilime yüzümüzü dönmez isek ve kendi içimizde ve komşularımızla hak, hukuk ve adaleti tesis edip barış içinde bir ve beraberce yaşayamazsak eğer… Korkarım ki; Bizans tarihçisinin yazdığı, Bizans kâhininin Fatih’e söylediği kehânetler ve Mine G. Kırıkkanat’ın kurgusu gerçek olacaktır… Endülüs Emevi Devletinin akıbetine biz de uğrayacağız demektir… Eğer inanmıyorsanız gelin en eski Türk uygarlığı olduğu ve bu coğrafyada yaşadığı iddia edilen Etrüsklere ne olduğunu bir araştırın derim!...
Esas bekâ sorunu burada yatmaktadır. Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur...
Fatih'i anlatmaya devam edeceğim...
Osman AYDOĞAN
Fatih Sultan Mehmet (3): Fatih’in hocası Akşemseddin
29 Mayıs 2020
Bugün Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği günün 567’inci yıldönümü… 567 yıl önce bugün 29 Mayıs 1453’te sabah erken saatlerde İstanbul fethedilmişti… İlk iki yazımda fethi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet’i ve kurduğu Osmanlı İmparatorluğunu anlattım…
Gerçi bugün fethi kutlayanlar şatafatla, ortaokul müsameresi şeklinde hamasetle kutlama yaptılar... Ne Fatih Sultan Mehmet’i hakkıyla anlattılar ne de onun kurduğu imparatorluğu... Fatih Sultan Mehmet'i bile hakkıyla anmayanların aklına, değişik kaynaklarda “Manevi Fatih” olarak anılan, Fatih’in hocası Akşemseddin’i anmak ise hiç mi hiç gelmez! Zaten Akşemseddin'i anmadılar da...
Ancak Fatih’in hocası Akşemseddin'i ben anmasam olmaz! Gelin Fatih’i Fatih yapan, onu yetiştiren, eğiten, fethe hazırlayan fethin manevi önderi Akşemseddin’i bir de benden dinleyin… Ve görün ki Fatih’i bir nasıl hoca yetiştirmiş…
Akşemseddin
Akşemseddin’in asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. 1390 yılında Şam’da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük’te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır.
Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya’nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık’a müderris (Günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı:
‘’Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Velî'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.’’
Mikrobiyolojinin babası Akşemseddin
Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” (Sağlık Bilimleri Üniversitesi Yayınları, 2019) adlı kitabında diyor ki; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır. (Günümüzde hala Koronavirüs vakasını anlamayan insanlar var değil mi?)
Akşemseddin bunları yazdığında Avrupa’nın mikrobiyolojinin babası olarak bildiği Hollandalı bilim adamı Antonie Philips van Leeuwenhoek’in (1632 -1723) doğmasına yaklaşık iki asır, yine Avrupa’nın bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açtığını bulan olarak bildiği Fransız Louis Pasteur’ün (1822 – 1895) doğmasına daha dört asır vardır. Ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin’i asla anmaz. Hele Akşemseddin’in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etmesini de Batı’nın tıp tarihi yazmaz... Biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!..
Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,’’History of Ottoman Poetry’’ (Luzac and Company, London, 1967) adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.
Akşemseddin, ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koyar…
Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder.
Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani’’ (İkinci Lokman) denilir… Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olur…
Akşemseddin Edirne'de
Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayramı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayramı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der.
Akşemseddin, bu ziyaretinde II. Murad’ın kazaskeri Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın kanser hastası olan oğlu Süleyman Çelebi’yi tedavi ederek iyileştirir…
Akşemseddin tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce yine Fatih’in yanına Edirne’ye gider. Akşemseddin bu ziyaretinde de Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirir…Akşemseddin bu gelişinde uzun süre Edirne'de kalır. Fatih'e hocalık yapar. Fetih için Edirne'den İstanbul'a beraber gelirler...
Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden hocası Akşemseddin’in çadırına girdiğinde, hocanın “ayağa kalkmaması”na şaşırmış ve çok içerlemişti; diğer hocalar: “Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin” deyince o gece yine ziyaretine gider… Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin’le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih’e verdiği ders ise “alçakgönüllü”lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıydı… İstanbul’u almak ne kadar önemliyse, ''kendini beğenmemiş'' kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi… Fatih, hocası Akşemseddin hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der.
İstanbul’un kuşatması esnasında Akşemseddin
Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyeti kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’di…
Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazreti Eyyûb el Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister.
Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazreti Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi.
Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmiş.
Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazreti Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyormuş.
Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:
“Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdârı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâbanı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmeti Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’
Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûbül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazreti Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’
İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.
Fetih esnasında Akşemseddin
Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul’u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındadır….
Fatih, Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı yaşı ve konumu nedeniyle Akşemseddin'i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmet'i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler O'na Layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder.
İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.
Akşemseddin Göynük’de
Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.
Artık kendi görevinin de bittiğine inanır, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar.
Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği altınları ve imkânları kabul etmez ve Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döner. Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.
Akşemseddin’in nasihatı
Herkes Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye nasihatini bilir. Ama esas nasihat Akşemseddin’dendir. Akşemseddin’in nasihatlarından bazıları:
Ey oğul!
Her şeye besmele ile başla.
Daima abdestli ve temiz ol.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin.
Kimsenin kalbini viran eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın.
Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmal etme.
Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme.
Dünyanın geçici sevinci sen oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
Sırlarını ifşa eyleme.
Kendini başkalarına methiye eyleme.
Bu günden yarının tasasını çekme.
Sofradan düşen yemek, zenginliğe sebeptir.
Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazı ol.
Dişini tırnağınla kurcalama.
Evinde örümcek ağı olmasın.
Elbisen üzerinde iken dikme.
Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekân artsın.
Sahipsiz mala elini uzatma.
Ölümü aklından hiç çıkarma.
Akşemseddin’in vefatı
Rivayet olunur ki Akşemseddin Hazretleri bir gün oğlunu (dört yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun” derler hanımına, “Efendi göçtü!”
Yıl 1459 yılının Şubat ayıdır. Fethin manevi önderi Göynük’teki Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine mütevazi bir törenle defnedilir.
Yolunuz düşerse, Göynük’e Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine “fethin manevi önderi” için siz de bir Fatiha okuyun, içinizden gelen en güzel sözleri türbesinin başında fısıldayın...
Akşemseddin’in kitapları
Akşemseddin aynı zamanda şu kitapların da yazarıdır: ‘’Risaletü'n-Nûriye’’, ‘’Hall-i Müşkilât’’, ‘’Makamât-ı Evliyâ’’, ‘’Kitabü't Tıb’’, ‘’Maddetü'l-Hayat’’, ‘’Def'ü Metain’’ ve ‘’Nasihatnamei Akşemseddin’’
Akşemseddin hakkında yazılan eserler
Akşemseddin’i anlatan eserlerden ise en önemli ve özgün eser olan Göynüklü Kadı Emir Hüseyin Enisî’ tarafından kaleme alınan ‘’Menakıb-ı Akşemseddin’’ (Akşemseddin’in Menkibeleri) (H Yayınları, 2011) isimli kitabıdır. Akşemseddin’in bilimsel yönünü anlatan ise Ali Kuzu’nun ‘’Akşemsettin, Mikrobu Bulan Alim’’ (Paraf Yayınları, 2013) isimli kitabıdır. Bir de Göynük Belediyesi tarafından yayınlanan Ömer Eru’nun hazırladığı ‘’Akşemseddin Hazretleri’’ (2013) isimli kitap bulunmaktadır.
Fatih’i dekor, süs, resim ve malzeme olarak kullananlar Akşemsedin’i ne anarlar ne de anlarlar… Görün bakın Osmanlıya öykünenlerden, Fatih’e meftun olanlardan bugün hiç Akşemseddin’i anan, hatırlayan, yâd eden var mı?
Allah rahmet eylesin… Ruhu şâd olsun…
Fatih hakkındaki yazılarım devam edecek…
Osman AYDOĞAN
Meraklısı için bir not: Akşemseddin ne anlama gelir?
Şems Farsça ‘’Güneş’’ demek, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ anlamına geliyor. Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır biliyor musunuz? Gerçi bir kısım kaynaklarda saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘’Akşemseddin’’ dendiği iddia edilse de öyle değildir. Kaldı ki Akşemseddin kösedir…
Ama önce kısa bir Türkçe bilgisi:
Türkçede ‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat ; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir) Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...
Ak ise ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır.
İşte Akşemseddin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin'dir.
Aşağıdaki fotoğrafta arka planda Süleyman Paşa Camii ve ön planda Akşemseddin'in türbesi yer almaktadır.
Fatih Sultan Mehmet (2)
28 Mayıs 2019
Yarın İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü...
İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla yazdığım dünkü yazımda Fatih Sultan Mehmet hakkında kısaca bahsetmiştim…
Fatih’e tekrar geri dönmek üzere şimdi de gelelim Fatih’ten sonraki Osmanlının diğer zamanlarının bazı özelliklerine ve uygulamalarına…
Fatih’ten sonraki Osmanlı İmparatorluğu
Konu uzun ama ben madde madde kısaca özetlemek istiyorum Fatih’ten sonra Osmanlı İmparatorluğunun özelliklerini:
İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir.
Hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...
Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?
Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, maarif nazırlığı ve sadrazamlık görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamı Ahmet Vefik Paşa'yı biliyor musunuz?...
Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmektedir. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediğini…
Bunlar sadrazam… Daha sadrazama gelinceye kadar devlet kademesinde bütün üst düzey makam sahiplerinin neredeyse tamamına yakınının etnik kökeni sadrazamlarınki gibi Türk dışında farklı etnik kökenlerden geliyordu..
Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de Osman ismini vermişlerdir padişahlara… (Beyliğin kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi) Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz, neden?
Araplar Anadolu’ya “El Turkiya’’, Haçlılar da ‘’Turchia’’ (Türkiya) derlerdi. El âlem Anadolu’ya ‘’Türk’’ ismini verirken Osmanlılar kendi memleketine “Roma memleketi” anlamına gelen “Diyar-ı Rum”, Padişaha da ‘’Sultan-ı Diyar-ı Rum” adını vermişlerdir.
Fransa’da “Bourbon’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Fransa’’, Almanya’da “Hohenzollern’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Almanya’’, Avusturya’da ‘’Habsburg’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Avusturya’’ adını veriyor. Hemen hemen tüm Avrupa devletler böyle kuruluyor… Ama nedense Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen öz be öz Türk olan Osmanlı ailesi devlet kuruyor adı ‘’Osmanlı’’ oluyor… Neden dersiniz, neden, neden?
İlkyazımda da bahsetmiştim; Osmanlının Anadolu’da döktüğü Türk kanı Balkanlardaki döktüğü Slav kanından misliyle fazladır.
Anadolu Türkmenleri Osmanlı için ''Etrak-ı bi idrak'' (Düşüncesiz, akılsız Türkler)'dir… Naima Mustafa Efendi, ‘’Naima Tarihi’’nde (Zuhuri Danışman Yayınevi, 1967) Anadolu Türklerini bundan başka şu sıfatlarla nitelendirir: “Nadan Türk” (Cahil, kaba Türk), “Türk-ü bed-lika” (Çirkin suratlı Türk), “Etrak-ı nâ-pak” (pis Türkler), “Çoban köpeği şeklinde bir Türk”, “Hilekâr Türk”. Hırvat kökenli olan Kuyucu Murat Paşa Anadolu’da 155 bin Anadolu insanını kıyımdan geçirirken “aman” dileyenlere karşı “Vurun şu pis Türkün başını” dediği söylenir… Bu konuları Çetin Yetkin üç ciltlik kitabında (“Türk Direniş ve Devrimleri”, Otopsi Yayınları, 2003) çok güzel anlatır…
Ama bu yapılanlar Anadolu kültüründe karşılıksız kalmaz… Anadolu’da Osmanlıya karşı söylenen anonim bir deyiştir:
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”
Bu deyiş Taner Timur’un, “Osmanlı Toplumsal Düzeni” (Turhan Kitabevi, 1979) kitabında ve Erol Toy'un iki ciltlik "Kuzgunlar ve Leşler" (Ulak Yayıncılık, 2017) romanının giriş kısmında geçer…
(Yüzyılların kahrı dolu bu deyişi Çağatay / Azerî ağzıyla söylenmiştir. ‘’Ekende yok, biçende yok’’ kısmında geçen ‘’de’’ ek / bağlaç olarak değil, bir ağız yazımı şeklinde yazılmıştır. Yani ‘’ekende yok’’: ‘’ekerken yok’’ anlamındadır…)
Osmanlı’nın anayurdu da Anadolu değil, Balkanlardır. Bu nedenle Osmanlı’nın bütün yatırımları Balkanlara yapılmıştır. Osmanlının Anadolu’da dikili bir tek ağacı bile yoktur dense yeridir... Bursa, o da beylik zamanında ve başkenti olduğu, Amasya ve Manisa gibi şehzadelerin yetiştiği illerdeki küçük eserler ile Mimar Sinan’ın İstanbul’a gelmeden yaptığı birkaç cılız köprü, Zağnos Paşa'nın ilk yazımda bahsettiğim Balıkesir'deki camisi ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kayseri İncesu’daki bir han hariç hiçbir eser bulamazsınız Anadolu’da Osmanlıya ait… Bunların dışında Osmanlı’ya ait Anadolu’da ne bir han, ne bir hamam, ne bir cami, ne bir medrese ne bir yol, ne bir köprü hiçbir şey yoktur.
Anlattığım gibi Osmanlı hiçbir zaman kendisini bir Türk İmparatorluğu olarak görmemiştir… Bu anlamda aslında Osmanlı; Müslüman ve Ortodoks, Türk, Arap, Slav ve Rum ortak devletidir... Ancak bu konu pek konuşulmaz...
Osmanlının bütün bu politikalarının, bütün bu özelliklerin nedeni aslında çok basittir… Bu üç kıtaya hükmetmek ve bu üç kıtada Roma İmparatorluğu gibi Cihanşümul bir imparatorluk kurmak isteyen Osmanlı, Balkanlar gibi çok mezhepli ve çok etnikli, Ortadoğu gibi çok dinli ve çok mezhepli bu coğrafyada, devleti bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayandıramazdı… Zaten Osmanlı çağdaşı bütün imparatorluklar bu şekilde çokuluslu, çok dinli idi… Osmanlı bugünkü Amerika gibi her dini, her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.
Yine dönelim Fatih’e…
Her ne kadar bizler Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olarak Osman Bey’i bilirsek de bu doğru değildir. Osman Bey, Osmanlı Beyliğinin kurucusudur. Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ise Fatih Sultan Mehmet’tir. Osmanlı İmparatorluğunu kurumsallaştıran o’dur… Yukarıda yazdığım bütün bu Osmanlı politikalarının kurgusunu imparatorluğun kurucusu Fatih Sultan Mehmet yapmıştır…
Fatih hakkında yazmadığım bir konu var: Gedik Ahmet Paşa'nın Çizme’nin ucuna çıkarma yapması ve seferde iken Gebze'de vefat eden Fatih'in sefer hedefi ve zehirlenerek öldürüldüğü konusu... Gedik Ahmet Paşa’nın Çizme'nin ucuna çıkarma yapması hariç, Fatih'in zehirlenerek öldürüldüğü konusu rivayet, sefer hedefi konusu meçhul olduğu için bu konuyu ihmal ettim…
Fatih’in bu son seferinin hedefinin de Roma olduğu rivayet edilir… Eğer Fatih’in hedefi Roma ise… Fatih bu seferinin amacı ve maksadı üzerinde iyi düşünülmelidir diye değerlendiriyorum… Yoksa Fatih bu seferi ile tekrar Doğu ve Batı Roma’yı birleştirmek için mi yapmıştır? Kendisi de gerçek anlamda bir Sezar olmak mı istemiştir. Zaten Fatih’in unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’ değil miydi? Yoksa Fatih’in ve ondan sonrakilerin anlattığım tüm bu politikaları bu amaca mı dönüktü? Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için ‘’Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı’’ diye yazar…
Türk dünyasının devletinin geleceğini büyük bir vizyonla tasarlayan ve kurumlaştıran ancak kendi toplumu tarafından anlaşılmayan iki dâhi devlet adamı vardı: Birisi işte anlattığım Fatih Sultan Mehmet bir diğeri ise Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Dünkü yazımda Fatih’in ‘’Avni’’ maslahını kullanarak şiirler yazdığından bahsetmiştim. Bu divandan bir beytini örnek olarak vererek yazımı bitireyim: (‘’Fatih Divanı ve Şerhi’’, Yelkenli Kitabevi, 2009)
''Aşk nakdi bir hazînedür ana yokdur zeval
Mâlik olan Avniyâ bir gence gencûr istemez''
(Ey Avnî! Aşk, yok olmayan gerçek bir hazinedir. Ona sahip olan kişi, dünyada nice kıymetli hazinelere sahip bir hazinedar olmayı istemez.)
Yarın İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü... Ancak günümüzde Osmanlıcılık oynayarak tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların böylesi bir hükümdârı, Fatih Sultan Mehmet'i ve onun kurduğu böylesi bir imparatorluğu anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olur...
Osmanlının neredeyse bütün sadrazamları ve devlet adamlarının neredeyse tamamı yabancı farklı etnik kökene sahip iken günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanlar, vazgeçtim Türk’ü, Müslümanı, aynı mezhebi, kendi partisinden olmayanlara bu ülkede, bu topraklarda hayat hakkı tanımamaktadırlar… Günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanların kendilerinden olmayanlara besledikleri kinin ve nefretin haddi hesabı yoktur. Baksanıza TV'lere, komşularını nasıl katledecekler onun hesabını yapıyorlar... Bunlar kiiiim, Fatih’i anlamak kim?… Bunlar kiiiiim Osmanlıya öykünmek kim?
Ancak bunları fazla düşünmeyelim... Bunlar onların sorunu... Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:
’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’
Fatih’i anlatmaya devam edeceğim…
Osman AYDOĞAN
Fatih Sultan Mehmet (1)
27 Mayıs 2020
İstanbul’un fethine iki gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 27 Mayıs 1453’den itibaren… Fatih, 567 yıl önce bugün 27 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için artık gün sayıyordu… 567 yıl önce bugün İstanbul surlarının önü kıyamet gibiydi..
Sözde İstanbul’a meftun olanlar ne yapacaklardır fethin 567’ncı yıldönümünde diye merak etmeye heç gerek yohtur... Eğer Koranavirüs tedbirleri olmasaydı her yıl yaptıkları gibi uyduruktan laf olsun diye sadece hamasetten oluşan bir-iki demeç, ilk mektep seviyesindeki Ortaçağ’ı andıran müsamereler, Ulubatlı Hasan, surlar… Tüm bildikleri çünkü bunlar… Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlar zaten Fatih Sultan Mehmet’i ne anlayabilirler ve ne de hakkıyla anabilirler... Ancak bu konu onların sorunudur... Onlar Fatih Sultan Mehmet'i anlayamaz ve anlatamazlar... Ama benim Fatih Sultan Mehmet'i anlatmam lazım... Gelin Fatih Sultan Mehmet’i benden dinleyin…
Ama önce size bir şairimizden ve onun bir şiirinden bahsedeyim…
Mâra Sultan
Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan- ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde garip kalmış bir şairimiz var: Asaf Hâled Çelebi… Asaf Hâled Çelebi’nin de güzel bir şiiri var: ‘’Mâra’’ Ve şiir şöyle başlardı: ’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’
Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.
15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda... Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ (İnkılap Kitapevi, 2004) isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Sultan Mehmet’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olur ve Fatih ondan anamız diye söz eder… Bazı kaynaklarda Mâra Sultan diye geçer…
Fatih Sultan Mehmet kendisini yetiştiren bu saygıdeğer analığına Balkanlarda ‘’Küçük Ayasofya’’ diye bir yer alır ve bu konuda (halen Topkapı Sarayı’nın arşivinde bulunan) bir de ferman çıkarır. Fatih Sultan Mehmet fermanında saygıdeğer analığına ‘’anam Despina’’ diye hitap eder... Fatih’in karısı Gülbahar Hatun da Hristiyan’dır, hiçbir zaman da dönmemiştir İslam’a. Hristiyan olarak da defnedilir. Alman tarihçi Franz Babinger, Gülbahar Hatun’un Arnavut kökenli olduğunu yazar.
III. Roma İmparatoru Fatih Sultan Mehmet
Fetihten sonra Papa, Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazdığı ve mektubunda Fatih’e: ‘’Hristiyanlığı seçin! Sizi Doğu Roma imparatoru olarak selamlayalım” diye yazdığı rivayet edilir. Zaten Fatih Sultan Mehmet’in resmi unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’dur… Çoğu Batılı tarihçiler de Fatih’ten III. Roma İmparatoru olarak bahsederler. Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından özel sohbetlerimde çok duydum bu sözü… Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann’ı burada yâd ile anıyorum. Buchmann bana ''Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmamıştır, adını değiştirip (Osmanlı İmparatorluğu) bütün kurumlarıyla geliştirip III. Roma İmparatorluğu olarak yaşatmıştır. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmet III. Roma İmparatorudur'' diye anlatmıştı...
Cihanşümul bir imparatorluk
Fatih Sultan Mehmet, Anadolu birliğini çok gaddarca sağlar. Bu uğurda çok kan döker. Tarihçi Erdoğan Aydın ‘’Fetih ve Fatih’’ (Kırmızı Yayınları, 2012) isimli kitabında Fatih’in Anadolu’da döktüğü kanların Balkanlarda döktüğünden çok daha fazla olduğunu yazar. Anadolu'daki Germiyanoğulları, Menteşoğulları, Aydınoğulları ve Karamanoğulları devletleri Fatih tarafından zorla ve kan dökülerek Osmanlıya katılırlar. Hele hele Karamanoğlu Devletine diz çöktürmek için Osmanlının Anadolu'da döktüğü kanın haddi hesabı yoktur…
Şehzade Orhan (2. Sultan Orhan) da Bizanslı bir imparatorun damadıydı. Ve Fatih Sultan Mehmet''e karşı Konstantiniyye surlarını savunanlar arasında 600 askeriyle Şehzade Orhan da vardır!
Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Türk ve Müslüman Çandarlı’yı idam ettirip yerine bir Rum’u getirir. Bize tarih diye okuttukları masallarda güya Çandarlı kuşatma esnasında Bizans’a yardım etti diye anlatmışlardı… Gerçekte ise arada İmparatorluğun geleceği hakkında fikir ayrılığı vardı… Çandarlı yeni kurulacak imparatorluğun ‘’Türk İslam İmparatorluğu’’ olmasını istiyordu… Fatih ise ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kurmak istiyordu… Fatih'e göre böyle bir imparatorluk ise çok uluslu, çok dinli ve evrensel bir imparatorluk olmalıydı. Fikir ayrılığı Çandarlı’nın idamı ile sonuçlanmıştı…
İşte tam da bu nedenle Fatih savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yapar... Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmelerdir... Bunlardan Zağnos Paşa, II. Murat‘ın kızını alarak onun damadı olur, kendi kızını da Fatih Sultan Mehmet‘le evlendirir. Fatih’in şehzadeliği sırasında onun nedimliğini yapar, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretir. Bugün için Balıkesir'de adına yaptırdığı Zağnos Paşa Camisi bulunmaktadır…
Yine aynı nedenle Ermenileri İstanbul’a yerleştiren de Fatih’tir… İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruyan, Ermeni Patrikhanesini kuran ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulunduran da Fatih’tir… Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmez, 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye’dir fethettiği şehrin ismi... Ancak 19. yüzyılda ‘’İstanbul’’ ismini alır. Fatih, fetihten sonra Ayasofya’yı cami yapar ama adını yine değiştirmez!... Aya İrini de aynı şekilde kalır. Adı değişmez!
Fatih Sultan Mehmet'in özellikleri
Fatih Sultan Mehmet anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Latince, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuşur. Fatih'in Latinceyi anadili gibi konuştuğu ve Homeros’u aslından okuduğu rivayet edilir. Coğrafya ve tarihe meraklıdır. Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şairdir. Avni mahlasını kullanarak divanlar yazar. Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklıdır. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartışır.
Fatih İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahiptir. Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurur. Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları vardır. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşu Fatih döneminde olmuştur.
1466 yılında İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirir.
Fatih, atam-dedem kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirir ve bunlara ‘’kanunname-i ali Osman’’ ismini verir. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerden, -pardon-, bu kanunnamelerden birisi de şudur: ‘’Kanunname-i al-i Osman'a şu derkenarı da düşesiz: Her kimesneye ki bundan böyle saltanat müyesser ola, nizamı âlem için kardeşlerini katleylemek münasiptir. Ekseri ulema dahi bunun böyle olmasına razı olup tasvip etmiştir.’’
Fatih ölünce de vasiyeti üzerine naaşı Büyük Konstantin'in, dün anlattığım Justinianus'un, Theodora'nın, Zeo'nun ve diğerlerinin yattığı yere defnedilir. Müslüman olmayan Hristiyan olan karısı da ölünce yanına defnedilir.
Fatih’in anlattığım bütün bu özelliklerinin çağını aşan, çağının üstünde bir iftihar vesilesi özellikler olduğunu düşünüyorum. İşte Fatih Sultan Mehmet böylesine büyük bir padişahtır.
Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için şunları söyler; "Türk entelektüelinin sahip olmadığı vasıfların başında doğuya ve batıya sahip olmak gelir. Hem İtalyancayı hem Yunancayı hem Farsçayı hem Arapçayı bilen böyle bir münevver, onun devrinde Batıda yok. İkincisi, inanılmaz derecede coğrafya biliyor. Ateşli silahlar ordusuna iyi komuta ediyor. Fatih Sultan Mehmet Han, şarkın ve garbın efendisidir, şarkı ve garbı bilir ve komplekssiz bir şark münevveridir, o bir dünya hükümdarıdır. Fatih büyüktü. Ölümü de bir dağın indifaı veya bir büyük geminin batması gibidir. Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı. Ama Fatih Sultan Mehmet Han asrının hiç tesiri kalmadığını söyleyebilir misiniz? En azından sarayda kurduğu kozmopolit kütüphaneyi o yönde zenginleştiren Kanuni Sultan Süleyman onun torunuydu. Fatih iki kıtanın ve iki denizin padişahı ve iki medeniyetin sahibi bir aydındı.’’
İşte tam da bu nedenle tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanların, hem İstanbul'a meftun olduklarını söyleyip hem de İstanbul'a ihanet edenlerin ve Fatih Sultan Mehmet'i FSM haline getirenlerin Fatih Sultan Mehmet'i anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olurdu... Ancak bu onların sorunudur... Ama biz, gelin yazımın başında verdiğim Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:
’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’
Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…
Osman AYDOĞAN
Kiraz Zamanı
28 Mayıs 2020
Eğer bahçelerde iseniz kirazların dalları bastığını, yok şehir denilen beton yığınlarının arasında yaşıyorsanız ve Koronadan fırsat bulup da dışarı çıkmışsanız kirazların marketlerde rafları, pazarlarda tezgâhları bastığını (hem de kilosu 30 TL’den!) görürsünüz…
Çünkü mevsim kiraz zamanıdır...
Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura çiçekleri gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.
Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir… Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta ''yerlere dökülen kirazlar''ı bile…
''Eyvah! Yine mi tarih? Ne işi var tarihin kirazla'' demeyin... Olmaz olur mu?...
Kaç gündür tarihten usanmış, sıkılmış, bıkmıştınız, içiniz dışınız tarih olmuş, tarihten gına gelmişti artık... Yazımın başlığında da ‘’Kiraz’’ kelimesini görünce ve kirazla da devam edince içinizden de bir ‘’ohhh be’’ çekip ''tarihten kurtulduk'' diye rahat bir nefes almıştınız değil mi? Ama öyle rahat rahat nefes almayın.... Kurtuluş yok benden ve tarihten!…
Daha İstanbul’un fetih yıldönümüne bir gün var… 567 yıl önce bugün İstanbul sur önleri bir mahşeri kıyametti… Ben kuşatmaya, pardon, Fatih ile ilgili yazılarıma bir ara verip size yine tarihten ama çok farklı bir tarihten, bu ''yerlere dökülen kirazlar''ın tarihinden, ancak kanlı tarihinden bahsedeceğim… Çünkü bugün (28 Mayıs 2020) bu yerlere dökülen kirazların kanlı tarihinin de 149. yıldönümü…
Şiir: ''Kiraz Zamanı''
Şair, yazar ve gazeteci Özdemir İnce’nin ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli güzel bir şiir kitabı var… Bu kitabın içinde de Jean- Baptiste Clement'e ait -kitaba da adını veren- güzel bir şiir var: ‘’Kiraz Zamanı’’ Bu şiirde Baptiste Clement ‘’yerlere dökülen kirazlar’’dan bahseder…
Bu şiirin Türkçesini ve orijinal Fransızcasını yazımın sonunda vereceğim… Şiirin hikâyesini anlatacağım ama şiirin hikâyesini anlatmadan da önce mutat olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor…
Bunun için de 1870 ve 1871 yılındaki Fransa'ya Paris'e gitmem gerekiyor...
Versay Anlaşması
Fransa İmparatoru III. Napolyon 19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açar ancak 2 Eylül 1870’te Napolyon’un orduları Sedan’da Almanlara yenilir ve Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edilir.
Paris, Prusya orduları tarafından ablukaya alınır... Abluka günlerinde Paris’in durumu hiç de iyi değildir. Paris’in varoşlarındaki fabrikalar başka yerlere taşındığı için binlerce işçi işsiz kalmıştır. Açlık işçi mahallelerinde kol gezer. Sadece işçiler değil, Paris’in burjuvaları bile sıkıntıdadır. Çünkü kuşatma yüzünden bırakın alışık oldukları lüks malları, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli mallara bile zor ulaşırlar. Yine de halk ve ordu el ele Paris’i düşmana teslim etmemek için savaşırlar. Ancak Almanlarla ateşkes imzalanmasından sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e (Saray’a) dönülür. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırır. İhanete uğradıklarının farkında olan Parisliler, beş milyarlık bir tazminat ile Alsace ve Loraine bölgelerinin bir bölümünü Almanya’ya peşkeş çeken bir barış anlaşmasının özneleri olmak da istemezler.
Paris Komünü
Bu yenilgiyi ve bu anlaşmayı hazmedemeyen halk,18 Mart 1871'de Hotel de Ville'de önünde toplanarak ''Paris Komünü'' (La Commune de Paris)nü ilan eder. Paris Komünü, Paris halkının Fransız hükumetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimin adıdır. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.
22 Mart 1871'de Versailles hükümeti (Saray) yandaşlarının komünü ele geçirme teşebbüsü başarısız olur. 12 Mayıs 1871'de Versailles güçleri Paris’e girer, komüne karşı şehri ele geçirmek için halk birlikleriyle uzun süre kanlı biçimde savaşır ve 28 Mayıs 1871 günü, şehir sokak sokak çarpışılarak ele geçirilir. Halk, Versailles güçlerine karşı mermi tükenince taşları tüfeklere doldurup savaşır, rehineler karşılıklı olarak öldürülür, son direnişler Pére Lachaise mezarlığında yapılır ve esirler bu mezarlıkta Versailles güçlerince kursuna dizilir. Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür.
(Bu konuda ''Paris Komünü'' -La Commune, Paris1871- isimli 2000 yılı yapımı Peter Watkins'in yönetmenliğini yaptığı altı saatlik -345 dakika- güzel bir belgesel var... Bulursanız kaçırmayın derim.)
İşte girişte bahsettiğim ‘’Kiraz Zamanı’’ şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement anlattığım Paris Komünü partizanlarındandır. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adamıştır. Ve bu şiir 1871’de Antoine Renaud tarafından bestelenir ve Paris komününün simgesi haline gelip devrimci şarkıların en unutulmazlarından biri haline gelir...
Şimdi gelelim şiirin hikâyesine…
''Kiraz Zamanı'' şiirinin hikâyesi
28 Mayıs Pazar günü Paris bütünüyle Versailles güçlerinin eline geçer... Sadece Fontaine-au-Roi sokağında birkaç kişi çarpışıyordur. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçılardır... Aralarında Jean Baptiste Clement de vardır. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız gelir. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söyler. Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmaz... Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları bir daha hiç kimse göremez... (''Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri'', C.1, Çev. A. Kadir - A. Timuçin, Evrensel Basım Yayın, 2000)
“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söylenir. Birincisi şiirde yerlere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağrıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi. (1866)
Jean Baptiste Clement “Kiraz Zamanı” şiiriyle, öylesine meşhur olur ki, mezar taşına bile “Jean Baptiste Clement Kiraz Zamanı Şairi” yazılır... (Fotoğrafını yazımın sonuna ekliyorum.)
Bu şiiri Türkiye’de meşhur eden de yazımın girişinde bahsettiğim Özdemir İnce’nin içinde bu şiirin de bulunduğu ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli şiir kitabıdır.
Jean- Baptiste Clement şiirinde başlangıçta tatlı tatlı, güzel güzel başlayıp sonunda da hüzünlü bir şekilde; ‘’Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara ve kader sunarken bana kendini, bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben ve içimde sakladığım anıyı’’ diye şiirini bitirir...
Bu şiir ve hikâyesi ''Le Temps des Cerises'' (Kiraz Zamanı) ismiyle 1914'ten 2005 yılına kadar beş kez filme alınır, üzerine bu adla iki ayrı tiyatro oyunu, iki ayrı roman yazılır... Şarkılara konu edilir...
Yazımın hemen sonunda Fransızca öğrenen herkesin dinlemiş olması kuvvetle muhtemel olan bu şiirden yapılmış şarkının bağlantısını vereceğim. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan “Kiraz Zamanı” (Le Temps des Cerises) isimli şarkıyı Fransız şansonlarının en güzellerinden Fransız aktör ve müzisyen Yves Montand’dan dinleyin! Hatta canınız kiraz çekmişse de şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.
Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.
Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir…. Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta yerlere dökülen kirazları bile…
Osman AYDOĞAN
Yves Montand, ‘’Le Temps des Cerises’’ (Kiraz Zamanı)
https://www.youtube.com/watch?v=ncs4WlWfIZo
Kiraz Zamanı
Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır.
Gelince bize kiraz zamanı,
alaycı karatavuk ne güzel şakır.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa.
Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.
Gelince size kiraz zamanı,
korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam,
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını
Taşırım kiraz zamanından
yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.
Le Temps des Cerises
Quand nous chanterons le temps des cerises,
Et gai rossignol, et merle moqueur
Seront tous en fête !
Les belles auront la folie en tête
Et les amoureux du soleil au cœur !
Quand nous chanterons le temps des cerises
Sifflera bien mieux le merle moqueur !
Mais il est bien court, le temps des cerises
Où l'on s'en va deux cueillir en rêvant
Des pendants d'oreilles...
Cerises d'amour aux robes pareilles,
Tombant sous la feuille en gouttes de sang...
Mais il est bien court, le temps des cerises,
Pendants de corail qu'on cueille en rêvant !
Quand vous en serez au temps des cerises,
Si vous avez peur des chagrins d'amour,
Evitez les belles !
Moi qui ne crains pas les peines cruelles
Je ne vivrai pas sans souffrir un jour...
Quand vous en serez au temps des cerises
Vous aurez aussi des chagrins d'amour !
J'aimerai toujours le temps des cerises,
C'est de ce temps-là que je garde au cœur
Une plaie ouverte !
Et dame Fortune, en m'étant offerte
Ne saurait jamais calmer ma douleur...
J’aimerai toujours le temps des cerises
Et le souvenir que je garde au cœur !
Jean-Baptiste Clément (1866)
Justinianus ve onun Roma imparatorluğunu diriltme çabaları ve sonuçları
26 Mayıs 2020
İstanbul’un fethine üç gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 26 Mayıs 1453’den itibaren… Fatih, 567 yıl önce bugün 26 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için gün sayıyordu…
Fatih nasıl bir İstanbul’u fethetti? Koskoca Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti nasıl oldu da bir Türk beyliği tarafından fethedilecek hale geldi… Dünkü yazım bu yazımın giriş kısmıydı aslında… Braudel’in, Thomas Hobbes’un, İbn-i Haldun’un tarih tezlerinden bahsederken tarihin her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzediğini anlamıştım; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktaydı… İşte 1299’da kurulan Osmanlı Beyliği sürgünü çiçeğe dururken, 395 yılında kurulan Doğu Roma İmparatorluğu dalı ise kurumuştu. Tabii ki devletlerin kuruması anlık bir zaman değil, bir süreçti.
Bütün tarihçiler Justinianus’un hem Doğu Roma’nın en görkemli imparatoru olduğu konusunda hem de Justinianus’un bir muhteris olduğu, gücü ile arzularının orantısız olduğu ve mevcut gücünün ihtiraslarını karşılayamadığı konusunda hemfikirdirler. Justinianus, Roma İmparatorluğunu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, canlandırmak isterken (Dimyat’a pirince giderken) hesapsız, kitapsız, plansız, programsız girişimleri ile Doğu Roma İmparatorluğunun da köküne kibrit suyu dökmüş, Doğu Roma İmparatorluğunun kurumaya başlamasına (evdeki bulgurdan) sebep olmuştur.
Uzun bir giriş oldu ama neyse gelelim Justianianus'a ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarına… Justinianus ile beraber Justinianus'un zeki ve güzel karısı Theodora'yı da anlatacağım... Tabii ki anlatımımın arka planında hep İstanbul, o zamanki ismiyle Konstantinopolis vardır, bu kadim şehrin tarihi mekânları vardır...
Ama Justianianus'tan önce çok kısa olarak Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu...
Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu
MÖ 1. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’de hüküm süren dünyanın en büyük imparatorlukları arasında yerini alır. Ancak MS 375 yılına gelince Kavimler Göçü ile yaşadığı büyük karmaşanın ardından MS 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünür.
Batı Roma İmparatorluğu 476 yılındaki Germen saldırısı sonucu yıkılır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona erer.
Justinianus
Doğu Roma İmparatorluğunun, 6. yüzyılda imparatorluk yapmış, imparatorluğa yaptıkları ile damgasını vurmuş ve adından en çok söz ettiren bir imparatoru vardır: I. Justinianus (Jüstinyen)
Justinianus 482 yılında Makedonya'da Üsküp yakınlarındaki Tauresium adlı bir köyde dünyaya gelir. Asıl adı: Flavius Petrus Sabbatius'dur. Justinianus olarak bilinen adını sonradan alır. Bu ad dayısı olan imparator Justinus tarafından evlat olarak kabul edildiğini gösterir. Justinus’un çocuğu olmadığı için kendine varis olarak yeğeni Petrus’u (Peter) seçer, evlat edinir ve ismini Justinianus olarak değiştirir. Justinus yeğenini Konstantinopolis'e yanına getirtir. Onun iyi bir eğitim almasını sağlar. Bu nedenle Justinianus hukuk, ilahiyat ve Roma tarihi konularında çok iyi bir eğitim alır.
Doğu Roma İmparatoru I. Anastasius 518'de öldüğü zaman, Justinianus’un dayısı Justın Doğu Roma İmparatoru olur. Justin'ın saltanat döneminde Justinianus dayısının en yakın sırdaşı ve yardımcısı olur. Justinianus devlet idaresine büyük bir yetenek gösterir. İmparator Justin yaşlandıkça ve saltanatının son yıllarını yaşamakta iken bunaklaşmaya başlar ve Justinianus imparatorluğun gerçek "de facto" hükümdarı haline gelir... 521'de Justinianus "Roma Konsülü" görevine getirilir ve sonra da doğudaki imparatorluk orduların başkomutanı olarak görevlendirilir. Bu ordu başkomutanlığı görevi ismendi; çünkü Justinianus'un herhangi bir askerlik tecrübesi yoktur. Justinianus 1 Ağustos 527'de öldüğü zaman o vakte kadar zaten ortak imparator olan Justinianus tek egemen imparator olarak kalır. Justinianus’un bir özelliği Latinceyi anadili olarak konuşan son Doğu Roma İmparatoru olmasıdır. İmparator unvanına rağmen tarihçisi Procopius (Prokopius) tarafından Justinianus her zaman yaklaşılabilir ve dostane tavırlarla konuşulabilir karakterli kişi olarak tavsif edilir.
525'te o zamanın toplumsal anlayışı içerisinde bir oyuncu kız olarak toplumun en aşağı kesiminden gelen Theodora adlı gerçekten zeki ve güzel bir kadınla evlenir. O zamana kadar yürürlükte olan Roma kanunlarına göre senatör sınıfından olan birinin böyle alt tabakadan olan bir kadınla evlenmesi yasaktı. Justinianus'un bu evliği yapmasına dayısının karısı itiraz eder. Fakat o ölünce dayısı olan İmparator Justinus yeni bir kanun çıkartarak sosyal sınıflar arasında yapılacak evlenmeleri hukuksal hale getirir. Böylece Justinianus ile Theodora'nın resmen evlenebilmesi mümkün olur. Evlenme ayin törenleri eski Ayasofya Kilisesi'nde Patrik tarafından yapılır.
527 yılında imparatoriçelik tacı giyen Teodora 527-550 yılları arasında İmparator Justinyen ile birlikte hüküm sürerek, tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir… Theodora, Justinianus’un hâkimiyetinin en önemli destekçisidir. Justinianus karısı Theodora ile birlikte ülkeye düzen ve birlik getirir.
Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu (renovatio imperii)
Justinianus, saltanat döneminde imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve Antik Roma İmparatorluğu'nun elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf eder. Justinianus bu amaç için çok çaba harcar. Sadece bu amaç için değil hükümdar olarak Justinianus görevinde o kadar yüksek gayet sarf eder ki kendisi "hiçbir zaman uyumayan İmparator" olarak adlandırılır.
Justinianus'un saltanatı dönemindeki gelişmelerin temel taşı Justinianus'un "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğudur. Justinianus'un bu tutkunluğu yaptığı savaşlarla eski Batı Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunmuş olan batıdaki arazilerin çoğunu kendi imparatorluğu sınırları içine alması ile gerçekleşir. Justinianus'un bu "imparatorluk restorasyon" tutkunluğu dolayısıyla Justinianus'u modern tarihçiler "son Roma imparatoru" olarak anılır.
Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda çok mahirdir. Narses ve Belisarius gibi yetenekli komutanları orduların başına geçirir. General Belisarius tarafından Vandallar Savaşı ile kuzey Afrika; General Belisarius ve General Narses’in Gotlar Savaşı (535-554) ile Dalmaçya, İtalya ve Vali Liberius'un İber Savaşı ve Hispania ile güney İberik yarımadası bölgelerini almaları ve Fas Savaşı ile Kuzey Afrika’yı eline almaşı ile Justinianus'un bu tutkunluğu kısmen gerçekleşir. Bu askerî harekâtlar ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun batı Akdeniz bölgesinde kontrolü sağlamlaşır.
Justinianus’un aldığı eğitimler arasında dini eğitim de vardır. Justinianus aldığı bu dini eğitim nedeniyle Hristiyanlığı imparatorluğunun dayandığı bir temel öğreti haline getirir. Bu maksatla sadece ibadet için değil aynı zamanda dini eğitim veren kiliseler açar, Hristiyanlık üzerine makaleler, ilahiler yazar, kilise toplantıları düzenler, bütün Hristiyanları Ortodoks mezhebinde tek bir çatı altında toplamaya çalışır.
Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda sadece askerî alanda mahir değildir. Ünlü hukukçu Tribonianus’ü, Kapadokyalı Yuannis ve Peter Barsymes gibi maliyecileri de yanına alır.
Justinianus, sadece Çin’de üretilen ipeğin kozalarını kullanarak Suriye’de ve Anadolu’nun bazı bazı bölgelerinde ipek üretimi yaptırır.
Codex Justinianus
Justinianus, tahta çıktığında ilk iş olarak tarihin gördüğü en kapsamlı yasama işine girişir. Yüzlerce yıldır yürürlüğe girmiş tüm Roma kanunlarını derleyerek ‘’Codex Justinianus’’ adıyla on ciltlik bir eserde toplar. Justinianus’un ilerleyen yıllardaki emekleri ortaya modern dünyada okutulan bir hukuk kitabı olan ‘’Institutiones’’ı çıkarır. Roma halkı Yunanca konuştuğu için ‘’Codex Iustinianus’’u Yunanca yayınlanır ancak asırlardır hukukçuların temel kitabı olan bu külliyatın teorik kısmı olan ‘’Institutiones’’ Latince yayınlanır. Tüm bu metinler Batı dünyası tarafından benimsenen yurttaşlık yasası olan ‘’Corpus Juris Civilis’’ adı verilen bir kanunlar külliyatı içinde toplanır.
Bu konuya daha dikkatlice bakarsak bugün tüm dünyada uygulanan laik hukuk sisteminin bu topraklarda hazırlandığını ve Konstantinople'dan yani İstanbul'dan bütün dünyaya yayıldığını görürüz.
İmar
Justinianus döneminde Doğu Roma İmparatorluğunu birçok önemli mimari yapı, kiliseler, kaleler, köprüler ve hastanelerle donatır. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi birçok yüzyıl Konstantinopolis'e gelen herkesin güzelliğine ve yüksek ve geniş kubbesinin haşmetli eşsizliğine hayran kaldığı Doğu Ortodoks Hristiyan mezhebinin merkez kilisesi olarak yapılan Ayasofya’dır.
Ayasofya’nın tarihi aslında 4. yüzyıla kadar uzanır. İlk Ayasofya I. Konstantinos zamanında yapılır. Ancak ahşap çatılı olan yapı, bir ayaklanma neticesinde yanar ve yapıdan geriye hiçbir kalıntı kalmaz. Ardından imparator II. Theododius Ayasofya’yı ikinci defa yaptırarak 415’te ibadete açar. Bazilika planlı bu yapı da 532’de Nika isyanı sırasında yanar. Bunun üzerine İmparator Justinianus ilk iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmaya karar verir.
Çağın ünlü mimarları Miletli İsidoros ile Aydınlı Anthemios’un eseri Ayasofya’nın yapılmasına rivayete göre Justinianus’un gördüğü bir rüya sonucunda karar verilir. Rüyasında Hz. İsa’nın kendisi için bir mabet yapmasını istediği Justinianus, önündeki ekmekten bir parça alarak uzaklara uçan arının yaptığı petekte Ayasofya’nın figürünü görür ve hemen anıtın yapımına başlanılır. 532 yılında yapımına başlanan Ayasofya beş sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şu an bile unvanını koruyan '’Dünya'nın en hızlı inşa edilen katedrali'’ unvanına sahip olur.
Binanın adındaki "Sofya" kelimesi eski Yunanca’da "Bilgelik" anlamındaki "Sophos" sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahi Bilgelik" anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.
İmparatorların taç giydiği ve Doğu Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu için de büyük öneme sahipti. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya camiiye dönüştürülür. İlk cuma hutbesini Fatih’in hocası Akşemseddin okur. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında ilk namaz burada kılınırdı. Ayasofya’da birçok sultan da türbe yaptırır. Nur-u Banu Valide Sultan ve Safiye Sultan’ın türbeleri buradadır... Cumhuriyetin ilanından sonra restore edilerek 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir.
Ayasofya’nın dışında, Aya İrini gibi büyük kiliseler, Yerebatan Sarnıcı gibi şehrin en büyük sarnıcı Justinianus döneminde inşa edilir.
Felakatler
Justinianus’un başarılarla dolu gözüken hükümdarlık yılları, yaşı ilerledikçe felaketlerle sarsılır.
532'de at yarışı için taraf tutucu iki grup olarak görünen ama gerçekte iki siyasi parti olan "Maviler" ve "Yeşiller"'in Konstantinopolis'te Hipodrom'da İmparatora ve devlete karşı birleşip "Nika!, Nika!" (Bu kelimenin Yunanca anlamı "Belki kazanırsın" şeklindedir. Ancak burada bir mecaz vardır, bu kelimeyle imparatora, "Hiç şansın yok!" denilmektedir) diye bağırıp alkış tutmalarından adlandırılan Nika ayaklanması sırasında isyancı halk şehri yakıp yıkar, Doğu Roma devletini kökünden sarsar ama sonunda ancak gayet kanlı bir şekilde bastırılır.
532 yılında çıkan, şehrin gördüğü bu en büyük ayaklanmayı Justinianus hipodromun hemen yanında bulunan büyük saraydan izler. Günler boyunca süren ayaklanmada isyancılar kısmen saraya girmiş olsa da amaçlarına yani Justinianus’a ulaşamazlar. Birçok tarihçi Justinianus’un tüm ayaklanma boyunca gayet rahat ve sakin olduğunu belirtir. İsyancıları, generalleri Belisarius ve Narses’in yardımıyla, hipodromda tuzağa düşüren Justinianus kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir.
Justinianus’un bu isyan sırasında tahtı bırakıp kaçmayı düşündüğü, ancak karısı Teodora’nın kararlı tutumu neticesinde Nika isyanını bastırdığı da rivayet edilir.
Justinianus'un İtalya'yı tekrar Doğu İmparatorluğu'na katma amacı ile açtığı ve bu süreçte Ostrogot Krallığıni yıkılması ve Ostrogotların İtalya'dan atılmalarına neden olan Gotik Savaşı da İtalya'nın yıkılıp yakılmasına neden olur.
Daha sonra ülkede başlayan ve ‘’Justinianus Veba Salgını’’ adı verilen büyük veba salgını ortaya çıkar. 542 ilkbaharında Etiyopya’da çıkan bir veba salgını, Mısır üzerinden gelen ticaret gemileri ile Konstantinopolis’e sıçrar. Bu veba salgını başkent Konstantinopolis'in ve ülkenin tümünün nüfusunu kırıp geçirir. Justinianus da vebaya yakalananlar arasındadır fakat karısı Theodora sayesinde ölümden kurtulur. Devlet arşivine giren kayıtlara göre, 500 bin olduğu tahmin edilen Konstantinople nüfusunun 230 bini bu veba salgınında yok olur. Bütün imparatorlukta kaybın birkaç milyonu aştığı tahmin edilir. Bu, o zamana kadar vebanın yaptığı en büyük tahribattır. Şehir nüfusu kontrolsüz bir şekilde azalınca kaynaklar da tükenir.
Bu salgından büyük nüfus kaybeden Doğu Roma İmparatorluğu ekonomisi ve sosyal hayatı büyük bir gerileme içine girer. Felaketler 550’de Theodora’nın da ölümüyle doruğa çıkar…
551'de Beyrut’ta 30 bin kişinin ölümüne neden olan bir deprem gerçekleşir. Bu gerileme ülkenin de arazi kaybetmesine neden olur ve gerileme ancak 9. yüzyıl başında durdurabilir.
Yeniden Theodora
Justinianus’u anlatırken yer yer Theodora’dan bahsettim ama burada Theodora’ya ayrı bir bölüm açmam gerektiğine inanıyorum.
Bilindiği kadarıyla babası bir deniz subayı, annesi ise pagan rahibesidir. 13 yaşında iken babası vefat eder, annesi bir başkasıyla evlenir ve üvey babası çocuklardan para kazanmalarını ister. Theodora bu şekilde sirklerde çalışmaya başlar. Bazı Romalı tarihçilere göre fahişelik yapar. O tarihlerde Konstantinopolis'te fahişelerin, dansçıların ve eğlence merkezlerinin bulunduğu sokaklara ‘’Pornai’’ denir… ‘’Porno’’ kelimesi de buradan gelir.
Justinianus kendisinden 14 yaş küçük Theodora ile evlendiğinde aristokratların nefretini ve öfkesini kazanır. Çünkü artık törenlerde, hor gördükleri bu aşağı tabakadan kadının ayaklarını öpmeleri gerekecektir… Theodora ise alt sınıf bir insanın aksine çok kısa sürede saray hayatına uyum sağlayarak, asilzadelerden farksız bir şekilde saray protokolünü benimser…
Theodora, gençliğinde yaşadığı zorluklar nedeniyle kadınlara ve yoksullara her daim sahip çıkar. Kadınlara ayrıcalıklar tanır, yetim çocuklara sahip çıkar, yoksulları doyurması için kocası Justinianus’u sürekli teşvik eder. Hatta Justinianus’un kendisine verdiği malikâneyi bir manastıra çevirir ve kötü yola düşmüş kadınlara burada sahip çıkar.. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkartır ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sunar. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasaklar, tecavüz için ölüm cezası getirir. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadın haklarını geliştirir. Bu şekilde Theodora, Doğu Roma’da kadın haklarının geliştirilmesinde büyük rol oynar.
Theodora devlet işlerinde her zaman Justinianus’un yanında olur, devlet konseylerine katılır. Bu nedenle Justinianus Theodora’dan “müzakere ortağım” diye bahseder. Theodora’nın kendi sarayı, kendi özel muhiti ve kendi imparatorluk mührü vardır.
Nika isyanı sırasında isyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ederler. Kalabalığı durduramayan Justinianus kaçmak için hazırlıklara başlar.
Bu esnada Theodora inisiyatifi eline alır. Hükümet meclisi toplantısında, Theodora saraydan kaçma fikrine karşı, sürgünde ya da kaçarak yaşamaktansa hükümdar olarak ölmenin önemini vurgulayarak “erguvan rengi pelerinim, en asil kefendir” (Doğru Roma’da imparatorları erguvan renkli bir pelerin giyerlerdi) sözünü söyleyerek Justinianus’un pes edip kaçmasına engel olur.
Theodora, Hükümet Meclisi toplantısında şu ünlü konuşmasını yapar:
"Buraya gelmeden önce çok düşündüm, Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım. Soğukkanlı ve sağduyu ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur. Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum."
Theodora, bundan sonra Justinianus'e doğru dönerek şöyle devam eder:
"Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir... Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır...'' (Doğu Roma'da filozoflar gri, doktorlar mavi elbise giyerlerdi. Erguvan rengi oldukça ender bulunan ve pahalı bir renk olduğu için İmparator Diokletianus (244-313) tarafından sadece imparatorluk ailesinin kullanılmasına izin verilmişti. Halktan birisinin bu rengi giymesinin cezası ölümdü.)
Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dâhil herkesi ikna eder. Sonuç olarak Justinianus, generalleri Narses ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırarak kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir. Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen isyancılarca imparator ilan edilen eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürülür.
Bu şekilde Justinianus, Theodora sayesinde tahtını kurtarır. Bu olay Theodora’nın saray nezdinde gücünü pekiştirir.
Saray tarihçisi Procopius ise bahsettiğim gibi ‘’Gizli tarih’’ kitabında - Theodora'nın aleyhine olacak şekilde-, Theodora'nın huzuruna çıkacakları saatlerce beklettiğini ve zindanları kendisine muhalif insanlarla doldurduğunu iddia eder.
Theodora 548 yılında 48 yaşında iken vefat eder. Naaşı Havariyyun Kilisesi'ne gömülür. İstanbul'un Fethi'nden sonra kilise yıkılarak yerine Fatih Camisi yapılır. Fatih Camisi inşasından önce Havariyyun Kilisesi'nden çıkarılan lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Ancak bu lahitler içinde Theodora'nın lahitti yoktur. Theodora'nın lahitti kayıptır.
Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra bir daha kimseyle evlenmez…
Theodora, kimi Romalı tarihçiler tarafından cinselliğin ve ihtirasın simgesi olarak görülürken; kimileri tarafından da muhteşem bir var olma mücadelesinin güçlü simgesi olarak tanımlanır. Theodora, Justinyen ile birlikte hüküm sürerken tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir…
Justinianus'un sonu
Justinianus, 565 yılının 14 Kasım'ında 83 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından bir "aziz" olarak kabul edilen Justinianus'un bu ölüm günü "aziz yortu günü" olarak ilan edilir.
Justinianus Doğu Roma İmparatorluğu’nu görünüşte tüm Akdeniz’e hâkim dev bir imparatorluk haline getirdikten sonra öldüğünde arkasında uçsuz bucaksız, fakat bir o kadar da parçalanmaya hazır bir imparatorluk bırakır. Justinianus’un diriltmek istediği Roma İmparatorluk projesi gerçekleşmediği gibi ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu İspanya, İtalya ve Sicilya’daki topraklarını hızla kaybeder.
Justinianus "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğu peşinde koşarken bu idealini gerçekleştirmek için halktan ağır vergiler alır. Justinianus öldüğünde geriye görünüşte gücünün doruğunda ancak gerçekte ise tüm kaynakları tüketilmiş, bitirilmiş, çöküşe hazır, yoksul ve aç bir imparatorluk bırakır.
Sonuç
Justinianus’tan alınacak çooook dersler vardır. Tarihin çöplüğü, Roma İmparatorluğu gibi ölmüş, bitmiş, tarih sahnesinden silinip gitmiş bir imparatorluğu; Justinianus gibi kifayetsiz, muhteris, gücü ile arzuları orantısız ve mevcut gücü ihtiraslarını karşılayamayan imparatorların, hükümdarların, kralların elinde onu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, yeniden canlandırmak isterken; hesapsız, kitapsız, plansız, programsız girişimleriyle Doğu Roma İmparatorluğu gibi bitmiş, tükenmiş, çökmüş ve yok olmuş imparatorluklar, krallıklar ve devletlerle doludur.
Yani, bu imparatorlar, bu krallar, bu toprakların, binlerce yıllık süren bir tarihin imbiğinden süzerek, damıtarak, tecrübe ederek oluşturdukları atasözünde olduğu gibi Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır.
Justinianus zamanında Kafkasya’dan Balkanlara, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan Doğu Roma İmparatorluğu, bir böğürtlen çalısı gibi yıllar içinde kuruya kuruya, Fatih’in 1453’de fethettiği, tarihi yarımadaya, surların ardına hapsolmuş bir şehir devleti haline gelmişti…
Justinianus’u ve kısmen mirasına sahip olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğunu bilmeden, tanımadan ve anlamadan ne günümüz dünyasını tanımak ve anlamak mümkündür ne de gittikçe vahşileşen bu dünyada var olmak ve hayatta kalmak mümkündür.
Türkiye’nin Suriye’ye, Libya’ya askerî müdahaleleri, kırk yıldır bitmeyen Doğu ve Güneydoğudaki askerî operasyonlar, dünyanın en iyi 3. havaalanını kapatıp fuzuli yapılan İstanbul Havaalanı, döviz garantili özel otoyollar, köprüler, havaalanları, şehir hastaneleri, üretime hiçbir katkısı olmayacak olan ve maliyetinin haddi, hududu, hesabı belli olmayan Kanal İstanbul rant projesi, yanlış politikalarla bitirilen tarım ve hayvancılık, yoksullaşan halk, betona ve tüketim merkezlerine dönüştürülen şehirler, tarihin çöplüğüne gitmiş Osmanlı’yı canlandırma girişimi, söylem ve eylemleri, bin odalı saray, 2020 bütçesi sekiz yatırım bakanlığını geçen Diyanet, şişen, obezleşen devlet, ülkemizi ve tüm dünyayı etkileyen Koronavirüs salgınının etkileri anlattığım bu tarihi perspektif içerisinde değerlendirilmelidir diye düşünüyorum…
Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye... ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun; “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’ ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…
Tabii ki, tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlara diyecek bir şeyim yoktur...
Yarından itibaren ben de çağ atlayıp Fatih’e geleyim, Fatih’i anlatayım…
Osman AYDOĞAN
Kaynaklar
Filistin kökenli, ancak Kayseri doğumlu, Justinianus döneminde yapılan savaşlarda General Belisarius'a eşlik etmiş ve antik dünyanın son büyük tarihçisi olarak anılan bir tarihçi vardır: Procopius (Prokopius). Procopius'un yazmaları, İmparator Justinianus’un hükümdarlığının ana bilgi kaynaklarıdır. Procopius, Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan methiye şeklinde sekiz tarih kitabı ve Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ (Yunanca: Anekdota) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta Procopius, yazdığı "resmi tarih"e dâhil edemediği skandalları anlatır. Procopius, bu eserde daha önce yazdıklarının aksine Justinianus’u gaddar, kendini beğenmiş ve becerisiz bir yönetici olarak gösterir ve Justinian ve Theodora hakkında yazdıkları resmi tarihinin tam tersi iddialarla bulunur.
İlginç olan Türkçeye Procopius’in Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan sekiz tarih kitabının değil de Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ kitabının çevrilmiş olmasıdır. (Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, Çev. Orhan Duru)
Aynı dönemde yaşamış olan Efesli İoannes'in tarih eseri günümüze kadar gelmemiştir ama yazma nüshaları kaybolmadan önce daha sonraki kronikçi-tarihçiler için birçok ek ayrıntı sağladığı için Justinianus dönemi için önemli bir kaynak oluşturur. Justinianus dönemi için diğer birincil tarih kaynakları "Agathias Tarihi", "Menander Protector Tarihi", "İohannes Malalas Tarihi", "Paschal Kronikleri", "Marcellinus Comes Kronikleri" ve "Tunnunalı Victor Kronikleri"dir. Bu eserlerin ne yazık ki hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.
Justinianus’un bu dönemini anlayabilmek için Türkçe yazılmış iki kitabı önerebilirim. Bu iki kitabın yazarı da Bizans uzmanı Raci Dikici’dir. Raci Dikici’nin Bizans konusunda bu güne kadar sekiz kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan benim önereceğim iki kitabından birinci kitabı “Bizans İmparatorluğu Tarihi’’ (Remzi Kitabevi, 2013) diğeri ise “Theodora” (Remzi Kitabevi, 2016) isimli kitabıdır. Bu iki kitabın ayrıca İngilizce baskıları da yapılmıştır.
Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Gibbon'un (1713-1794) başyapıtı olan beş ciltlik "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" isimli kitabı bu konudaki en temel eserdir. Bu kitabın ilk üç cildi Batı Roma İmparatorluğu’nu (BFS Yayınları, 1987-1988), son iki cildi de Doğu Roma İmparatorluğu’nu (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1995) anlatır. Ancak bu kitapların yeni baskısı uzun süredir yapılmamıştı ve eski baskıları da ne yazık ki sahaflarda dahi bulunmuyordu… Bu kitap ‘’İndie’’ Yayınevi tarafından 2019 yılında dört cilt olarak yeniden basımı yapılmıştır. Meraklıysanız tükenmeden sahip olun derim…
Justinianus ve Theodara hakkında yazılan kitaplar konusunda ilginç bir durum vardır. Gerek Türkiye’de ve gerekse de Avrupa’da Theodora hakkında yazılan kitap sayısı Justinianus hakkında yazılanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise Theodora’nın ilginç hayat hikâyesi ve kişiliğidir.
Bir böğürtlen çalısı olarak döngüsel tarih
25 Mayıs 2020
İstanbul’un fethinde tam tamına dört koca gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 25 Mayıs 1453’den itibaren… 567 yıl önce bugün kuşatmanın 50. günüdür… Dört gün sonra da kuşatmanın 54. günü şehir düşecektir…
Bir hamaset öğretisi olarak tarih
Şimdiden haber verirdim ben eğer Korona nedeniyle kısıtlamalar olmasaydı hamaset nutuklarını, surlara atılan naraları, sur tepelerinde sallanan Osmanlı sancaklarını…
Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil… Hamaset çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır. Eğe bir nesil tarihi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesidir’’…
Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olamayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…
İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.
Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer’in (1788 – 1860) şöyle bir sözü vardı:
‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’
(''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, 2010, s. 360)
Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz… Tarih konusu da böyle... Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz. Hal böyle olunca Schopenhauer’in sözüne şüpheyle, kaygıyla, endişeyle yaklaşıyoruz…
Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun Mukaddime’sinde (Dergah Yayınları, 2013), “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’in ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…
Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz…
Braudel’in tarih tezi
Bu noktada tarihe farklı bir perspektif içerisinden bakan benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçi Fernand Braudel’e yer vermek istiyorum..
Fernand Braudel (1902– 1985) bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden birisidir. Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir. Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir… (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir.
Braudel’in bu görüşünü Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’
Son yıllardaki Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki gelişmeler; ABD'nin Ortadoğu'da bitmeyen müdahaleleri, Irak, İran ve Suriye’deki olaylar, Türkiye’nin Suriye’ye askerî harekâtı ve Libya’ya asker göndermesi, 3. İstanbul Havaalanı, Kanal İstanbul, Yeni Osmanlıcılık söylemleri ve politikaları hep bu tarihi perspektif içerisinde değerlendirilmelidir diye düşünüyorum…
Bir devlet nasıl yıkılır?
Yazıma Fatih ile başladım… Fatih, 567 yıl önce bugün 25 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için gün sayıyordu… Ama şunu pek bilmeyiz: Fatih nasıl bir İstanbul’u fethetti? Koskoca Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti nasıl oldu da bir Türk beyliği tarafından fethedilecek hale geldi…
Bir devlet nasıl yıkılır? Kısaca iki düşünürün görüşlerine yer vermek istiyorum.
İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde şöyle bir tez ortaya atardı:
''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''
İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine ve Braudel’in tezi gibi döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.
Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
Bir ‘’Böğürtlen Çalısı’’ olarak Doğu Roma
Doğu Roma’nın nasıl yıkıldığını, Fatih’in 567 yıl önce tarih sahnesinden sildiği Doğu Roma İmparatorluğunun nasıl bu hale düştüğünü; Braudel’in fikrinden, İbn-i Haldun’un, Thomas Hobbes’un ve Alatlı’nin örneklerinden yola çıkarak; bir ‘’Böğürtlen Çalısı’’nı, yani Doğu Roma’dan bir kesit alarak, Doğu Roma’nın en muhteşem imparatoru Justianianus'u ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarını ve sonuçlarını anlatmak istiyorum... Daha sonra Fatih’i anlatmak istiyorum… Bakalım üzerinde yaşadığımız bu coğrafya ve onun tarihi bize bu sefer neler söyler?
Yarından itibaren İstanbul’un fethine kadar buyurun bir dizi tarih yazısına…
Osman AYDOĞAN
Her gününüz bayram gibi olsun, bayramınız da mutlu olsun.
23 Mayıs 2020
Bugün Ramazan ayının son günü ve arife günüdür. Hicri takvime göre onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü de bayramdır. Arapça ismi ‘’Ayd-ül Fitr’’dır. Farsçada da aynıdır. ’’Ayd’’ Arapça bayram demektir. ‘’Fitr’’ ise fıtır sadakası ya da fitre olarak bilinen oruç tutamayacak durumdaki Müslümanların verdiği sadakadır. Şükür sadakası olarak da bilinir. Bütün Arap ülkelerinde ve İran’da bu bayram ‘’Ayd-ül Fitr’’ olarak kutlanır. “Ayd-ül Edhâ” da “Kurban Bayramı’’dır.
Osmanlı ve Cumhuriyette 1981 yılına kadar kutlanan ‘’Şeker Bayramı’’
Eski Türkçe’de “şükür” ve “şeker” kelimeleri Arap harfleriyle aynı şekilde (şkr) yazıldığı için okunmakta olan bir metinde ‘’şükür’’ün mü yoksa ‘’şeker’’in mi kastedildiği cümlenin gelişinden anlaşılırdı. Aslı “Şükür Bayramı” olan ifade, zamanla işte bu aynı yazılıştan kaynaklanan okuma hatası yüzünden “Şeker Bayramı” halini almış ve Osmanlı’nın tüm zamanlarında ve Cumhuriyet döneminde ‘’Şeker Bayramı’’ olarak kutlanmıştır. 1935 tarihli ‘’Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’’ ile de bu bayram “Şeker Bayramı” olarak tescillenir.
Gelelim günümüze…
Kelimenin gücü
Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide ise ‘’sözcük’’ (kelime) ; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.
Ayrıca ‘’kelimeler’’ muktedirlerin eylemlerini kapatmak için de kullanılır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleriyle dünya çapında bir katliamın üzerini örtmüşlerdi. Bir ‘’fıtrat’’ (*) diyorsunuz ihmalin, tedbirsizliğin sonucu toprak altında bıraktığınız 301 madencinin üstünü bir daha örtüyorsunuz. Bir ‘’Barış harekâtı’’ diyorsunuz savaşın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz işgalin (ABD’nin Irak’ı işgali) üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’ileri demokrasi’’ diyorsunuz he türlü otoriter yönetimin, antidemokratik uygulamanın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’Orta Asya’’ diyorsunuz üç bin yıllık Türk yurdu (Türkistan) ile olan bağı koparıyorsunuz… Bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz… Bir ‘’şehit’’ diyorsunuz sakat yapılan binanın çökmesiyle 15 vatandaşın ölümündeki ihmalinizin, denetimsizliğinizin, sorumluluğunuzun üstünü örtüyorsunuz… Bu listeyi uzatmak mümkün… Onun için derdi bir Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’
1981 yılında çıkarılan kanunla adı değiştirilen Bayram...
İşte bu nedenlerle otoriter yönetimlerde de sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Böyle olduğu için yüz yılların “Şeker Bayramı” 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, ABD hatırına ihtiyaç duyulan ‘’Yeşil Kuşak’’ için 17 Mart 1981 tarihinde çıkarılan 2429 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Yasa” ile “Ramazan Bayramı” yapılmıştır. (2429 sayılı bu yasa 1935 yılındaki kanunun özünü aynen korunmakla beraber bu kanunla ‘’Şeker Bayramı’’nın adı ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak değiştirilmiştir.)
Ramazan Bayramı Kur’anda geçmez. Hiçbir hadiste de ‘’Ramazan Bayramı’’ diye bir ifade yoktur. Hiçbir İslam Arap ülkesinde ‘’Ramazan Bayramı’’ diye kutlanmaz. Bizden başka da ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak kutlayan Müslüman da yoktur. Bize özgüdür dini kavramları siyasete alet edip kanunla belirlemek. Bu gidişle yarın bir başka iktidar gelir, bir başka kanun çıkarır ve bir başka adla kutlanmasını isterse ne olacak?
Burada bir başka bilgisizlik daha vardır. İbnü’l Arabî ''Ramazan'' isminin Allah’ın ‘’Esma-i Hüsna’’sından (güzel isimlerinden) bir isim olduğunu ifade eder. Bu sebeple Ramazan ayı kastedilirken ‘’Ramazan geldi’’ yerine “Ramazan ayı geldi” denilmelidir. Aynı şekilde eğer bayramı kastediyorsanız ve kelime olarak illa ‘’Ramazan’’ı kullanacaksanız bari ‘’Ramazan Ayı Bayramı’’ deseydiniz... Ne yapalım, bu kadar inceliği nereden bilelim değil mi?
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandı…
Mehmet Âkif Ersoy’un ‘’Bayram’’ isimli şirinin ilk kıtası şöyle başlardı: ‘’Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!’’ Burada geçen ‘’şetâretli’’ sözcüğü Osmanlıcada ‘’neşeli, şen, cıvıl cıvıl’’ demekti. Benim yaşımdaki arkadaşlarım çocukluğumuzun o zaman adı ‘’Şeker Bayramı’’ olan bayramın ne şetâretli bir bayram olduğunu hatırlarlar. Şimdi ey muktedirler, ‘’Şeker’’ ismini kaldırıp yerine ‘’Ramazan’’ı koydunuz. Osmanlıya öykünürsünüz ama Osmanlıdan kalan gelenek; büyükleri ziyaret bitti, meddahlar gitti, Karagöz Hacivat gitti, yerine “erkân”a uymayıp “ekran”a itibar eden, mâbetten medyaya transfer olan, bir “pop-star”a dönüşen ağlak medyatik hocalara, İslamiyet’le, dinle hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplara, bir anlamsız matem havasına bıraktınız. Çocukluğumuzun şetâretli Ramazan ayını ve Şeker Bayramını bir hüzne, bir kasvete, bir kedere, bir matem havasına soktunuz. Şimdi şetâret mi kaldı?…
Nasıl adlandırıyorsa adlandırılsın, adından ziyada mânası önemlidir diye düşünüyordum ama bayramın da bayramlık hali kalmadı zaten.
Günümüzde bayramlar
21. yüzyılda İslam coğrafyasına, Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye, Yemen’e yapılan Haçlı Seferleri, bu seferlerin sözde Müslüman işbirlikçileri, birbirinin gırtlağını boğazlayan, birbirinin ayaklarının altını oyan sözde Müslümanlar, gelecekteki muhtemel bir Şii-Sünni çatışmasının ayak sesleri, imkân bulanların küffar diyarlarına iltica etmeye çalıştığı, imkân bulamayanların ise birbirini boğazlamaya çalıştığı, sefalet ve kan deryası içinde yüzdüğü, bir mezbahaneye dönen İslam dünyası, Arapların aşiret kavgalarına balıklama dalan yönetimler, gafletin, dalaletin, tedbirsizliğin, ihmalin ve ihanetin sonucu art arda gelen kazalarda yitirilen yüzlerce canlar, kadın ve çocuk cinayetleri, sübyan tecavüzleri, tinerciler, bonzaiciler, memleketin her köşe başını tutmuş dilenen Suriyeli Müslüman mülteciler, neredeyse hemen hemen her gün gelen asker şehadet haberleri, çiğnenen hukuk, ırzına geçilen adalet, TV’lerde alenen yapılan iç savaş çığırtkanlıkları, açıklanan katliam listeleri, kız öğrencilerine alenen sarkan üniversite dekanları, evlilik maskesi adı altında 12-15 yaşlarındaki kız çocuklarına tecavüzü savunan profesörler, kamuya açık kürsülerde toplumu bölecek şekilde kinden, nefretten, garezden, hasedden bahseden, kem sözleri dillerinden hiç mi hiç eksik etmeyen hatipler, siyasetçiler, çöp kutularında rızık toplayan insanlar, vb. haberler kutlanacak ne bayram bıraktı ne de şetâret.
Bu şartlar altında bayrama ''Ramazan Bayramı'' deseniz ne olacaaaak, ''Şeker Bayramı'' demeseniz ne olacaaak? Daha da ötesi; bu şartlar altında hangi yüzle, hangi hakla, neyin bayramını kutlayacaksınız ki?
Eskiler zaman zaman derdi zaten: “El, ayd-ü ekber eyledi. Biz matem eyledik.” (Ayd-ü ekber: Büyük bayram) El, bu şartlar altındaki İslam dünyasının haline bakarak ayd-ü ekber eyliyor... Gerçek bayramı el yapıyor... Düşünen beyinlere, hisseden yüreklere, hassas ruhlara ise matem eylemek kalıyor...
Bayramınız kutlu olsun
Siz bakmayın benim böyle karamsar yazdığıma... Ben zaten hep böyleyimdir... Bu sayfanın (Şehriyar) bütünü zaten matemdir, bir feryâd, bir figândır.... Maksadım bayramı kutlamak... Malum, salgın nedeniyle her şeyin uzaktanı yapılıyor artık, ''uzaktan eğitim'' gibi... Madem eski zamanlara gittim, şekerden, şetâretten, ayd-ü ekber'den bahsettim. Ben de bayramı ''uzaktan'' eskiler gibi kutlayayım o zaman:
''Rûzun hemîşe ıyd ola, ıydin saîd ola…'' (Her günün bayram olsun, bayramın da mutlu olsun.)
Bayramınızı kutlar, her gününüzün bayram gibi olmasını, bayramınızın da mutlu, huzurlu ve şetâretli olmasını dilerim…
Osman AYDOĞAN
(*) Fıtrat; Yüce Allah’ın doğuştan, yaratılıştan canlılara kattığı özelliktir. ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’Akrebin fıtratında sokmak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ diyebilirsiniz. Ama ‘’Karayollarının fıtratında kaza vardır’’ diyemezsiniz. Ama ‘’Madenciliğin fıtratında göçük vardır’’ diyemezsiniz. Yani kendi kusurunuzu, kendi kabahatinizi, kendi ihmalinizi, kendi tedbirsizliğinizi Yüce Allah'a yükleyemezsiniz!
Halife El Memûn
22 Mayıs 2020
Abbasi Devleti’nin en güçlü ve en bilinen halifesi olan Harun Reşid’in dönemine ait çok hikâye vardır. Bunlardan Behlül Dânâ’yı geçen hafta ve Bermekîleri de dün bu sayfada anlatmıştım…
Bugünkü hikâyem de Harun Reşid'in oğlu Halife El Memûn ile ilgili...
Ancak bu hikâyeyi anlatmadan önce bu hikâyenin kahramanı Halife El Memûn’u kısaca anlatmam, tanıtmam lazım ki hikâyenin ağırlığı artsın diye düşünüyorum.
Halife El Memûn
Türkçe’de El Memûn hakkında yazılmış çok az kitap varsa da güvenilir kaynak olarak biz yine İslam Ansiklopedisi'ne (C.29, s.101-104, Prof. Dr. Nahide Bozkurt) başvuralım. Oradan da özetle ve eklemelerle şu bilgiyi aktarayım:
El Memûn (Tam Adı: Ebû `Abbâs el-Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd) (786 – 833) 786 yılında Bağdat yakınlarındaki Harun Reşit'in 11 erkek oğlundan birincisi olarak dünyaya gelir. 809'da babaları Hârûn Reşîd'den sonra Abbâsî Hâlifesi ilan edilen kardeşi Emin'e karşı yaptığı bir iç savaştan sonra 813'de onu halifelik tahtından indirerek idam edilmesinden sonra 813-833 yılları arasında 7. Abbasi halifesi olarak hüküm sürer. 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür.. İlk Abbâsî halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber Memûn'un Tarsus'ta gömüldüğü rivayet edilir…
El Memûn sıradan bir halife değildir.
El Memûn, doğa bilimlerine büyük bir ilgi duyar ve doğa bilimlerini savunur… Akıl ile bağdaşmayan, duyularla kanıtlamayan şeylerin gerçekliğine inanılmaması gerektiğini söyler.
El Memûn, işte bu düşünceyle Bağdat'ta ‘’Beyt'ül Hikme’’ adında bir bilim merkezi açar... ‘’Beyt'ül Hikme’’ hem bir bilim evi, hem bir rasathane, hem çevirilerin yapıldığı bir merkez, hem de bir kütüphanedir. Bu kütüphanede bir milyon civarında kitabın olduğu rivayet edilir. O dönemde Bağdat’ta 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphanenin bulunduğu ve Bağdat’ta entelektüel seviyede kitap okuyanların sayısının yaklaşık şehrin nüfusunun üçte biri kadar olduğu söylenir. El Memûn, burada bilim adamları ile buluşup fikirlerini yarıştırır… El Memûn kendi sentezini tüm fikirleri dinledikten sonra oluşturur…
El Memûn Bağdat’ı bilimin bir merkezi haline getirir. Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı El Hârizmî’yi Bağdat’a davet ederek ona kol kanat gerer. Çünkü bu dönemde alimler için en kutsal ilim Matematik'ti.
El Memûn, Bizansın felsefe, mantık ve matematik bilgini ve gerçek bir Rönesans insanı olan Bizanslı düşünür Leo’yu Bizans İmparatorundan kendilerine bir şeyler öğretebilmesi için bir süre yanlarına yollamasını ister. Karşılığında elli kilo altın ve süresiz barış önerir. Bizans imparatoru 3. Michael'a karşı zafer kazandığında, savaş tazminatı olarak para ve altın yerine eski el yazmalarını talep eder… Bu dönemde felsefe, hendese, mûsiki ve tıp alanlarında yazılmış eserleri getirmeleri için İstanbul’a heyetler gönderir. Bizans’tan getirilen eserler arasında Platon (Eflâtun), Aristo, Hipokrat, Galenos (Câlînûs), Öklid (Euclides) ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait olanları da vardır. Getirilen bu eserler Arapça ‘ya çevrilir. Baş çevirmenliğini yapan Suriyeli Hristiyan’a Arapçaya çevirdiği eser başına, kitabin ağırlığı kadar altın verdiği rivayet edilir...
El Memûn, sadece Bizans’tan değil İran, Mısır, Hindistan, Afrika ve Çin başta olmak üzere Dünya'nın çeşitli bölgelerinden bilginleri ve kitapları Bağdat'a getirtir. Bu şekilde dünya'nın her yerinden Bağdat'a akın eden bilginler gelir.
El Memûn, Horasan’dan vali iken tanıdığı ve Memûn'un dostluğunu kazanan Musa bin Şakir'in oğulları olan Beni Musa Kardeşler'i (Muhammed, Ahmed, Hasan kardeşler) El Hârizmî ile beraber astronomi çalışmalarına yönlendirir. El Memûn, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya'nın çevresini ölçmekle görevlendirir. Dünya'nın çevresini ölçen Beni Musa Kardeşler, sonucu 24.000 mil olarak bulurlar. (Bugünkü ölçümlerin sonucu 24.092 mildir) Yine aynı ekip iki ölçü ekibiyle bir noktada kutup yıldız yüksekliğini ölçerek dünyanın yarıçapını 6595 km olarak tespit ederler. (Bugünkü ölçümlerin sonucu dünyanın yarıçapı r=6371 km'dir.
Cennet ve Cehennemi bir kavram olarak gören El Memûn, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlayan ve bu yorumlarında akla öncelik veren ve akılcı bir mezhep olan Mutezile’yi, akılcılığı ve özgür iradeyi savunur ve bu düşünceler halk arasında yaygınlaştırmayı amaç edinir… El Memûn, bu düşüncelerini halka benimsetmeye çabaladığından da her zaman olduğu gibi ve doğal olarak Sünni ulema ile arası bozulur…
Gelecekteki ideal toplumun ancak bilim ve akılcılıkla oluşturulabileceğine inanan ve bu uğurda çaba gösteren El Memûn'u tarihçiler âlim, filozof, zeki, ilme değer veren bir hükümdar olarak nitelendirirler ve El Memûn’un saltanat devrini de İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olarak gösterirler.
El Memûn'dan sonra Abbasiler
Girişte bahsettiğim gibi El Memûn 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür. El Memûn ölüm yatağında yatarken bir buyruk hazırlatarak yerine kardeşi olan Ebu İshak'ın Mutasım adıyla halife olmasını ister ve ölünce yerine halifeliğe Mutasım geçer.
Mutasim'in hilafeti sırasında Abbasi imparatorluğunun bölünmeye başlar. Irak ve Suriye Arap olarak karakterini korur ancak Horasan ve kuzey doğu gittikçe İranlı karakteri almaya başlar.
Mutasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık’ın (842-847) ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girer. Abbâsî toprakları üzerinde yirmiye yakın devlet ve beylikler kurulur….
İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen olurlar. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırır…
Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askeri güçlerine ulaşamazlar… Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamazlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirirler..
Hazin son
Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusu 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirir ve Bağdat Moğollar tarafından yağmalanır…
Bağdat'ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından birisidir… Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip eder. 200 bin ile bir milyon arasında Müslüman nüfus katledilir. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlanır.
‘’Beyt'ül Hikme’’ yerle bir edilir… Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılır. Yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bular… Dicle nehri aylarca siyah renkte akar… Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolur...
Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da geliyordu...
Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985)’e göre 13. yüzyıldaki İslam dünyasına yönelik bu Moğol istilası sadece Bağdat’la sınırlı kalmaz, İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…
827 yılında gerçekleşen akla dayalı, bilimci bu devrim İslam topraklarında bir daha yaşanmaz. Ancak bir benzeri 1100 yıl sonra Türkiye’de Atatürk devrimleri ile görülürse de Atatürk’ten sonra gelenler tıpkı Moğolların yaptıkları gibi bu medeniyeti tahrip ederler… Bu coğrafyada günümüzde artık TV'lerde açık açık bilim yerine, komşular nasıl fişlenip öldürülür, komşuların eşleri kızları nasıl sahiplenilir, 12-15 yaşındaki kız çocukların evlilik maskesi adı altında nasıl ırzına geçilir, Kur’an kurslarına bir tuğla koyarak nasıl cennete gidilir, depremler, salgın hastalıklar Tanrı’ya ve bir grup insana nasıl bağlanır vb. konular tartışılmaktadır… Derdi zaten Fernand Braudel; ‘’Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz… Tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzer. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir.’’
Ayyy!... Pardon... Ben unuttum... Tarih denince daldııııım gittim. Ben El Memûn’un bir hikâyesini anlatacaktım değil mi?
Halife El Memûn ve at
Bağdat Halifesi El Memûn atlara çok meraklıydı. Büyük bir hara kurmuş, değerli atlar yetiştiriyor, başkalarının yetiştirdiği atları da alıyordu. Bir gün çok güzel bir Arap atı getirdiler, El Memûn atı görür görmez hayran kaldı, oldukça yüklü bir para verip satın aldı. Artık hep bu ata biniyordu.
At o kadar güzel ve alımlıydı ki, bütün Bağdat atı izliyor, konuşuyordu. Bağdat'ın varlıklı ve etkili kişilerinden biri olan Ömer de at seviyordu ve El Memûn'un atına tam anlamıyla kafayı takmıştı. Önce gitti, ödediği paranın iki katını önerdi, ama ret cevabı aldı. Üç katını önerdi, El Memûn'un cevabı yine "hayır" oldu. Atını seviyordu ve satmayı kesinlikle düşünmüyordu. Ömer ise bu atı ele geçirmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Bir gün halifenin tek başına şehir dışına çıkacağını öğrendi Ömer. Bir plan yaptı. Halife şehir dışında atının üzerinde keyifle ilerlerken yolun kenarında eski püskü giysiler içinde, yüzü sarılı, hasta gibi kıvrılmış bir dilenci gördü.
El Memûn iyi biriydi, aslında Ömer'den başkası olmayan dilenciyi o halde görünce üzüldü, atından indi, yanına gitti. "Haydi, gel" dedi, "Yakında bir saray var, seni oraya götüreyim, yedirsinler, içirsinler, derdine baksınlar..." Dilenci titrek bir sesle "Sağolun efendim, ama günlerden beri ağzıma bir şey koymadım, yürüyecek takatim yok" diye cevap verdi. Bunun üzerine halife dilencinin koluna girdi, onu kaldırdı ve atının üzerine oturttu. Titrek dilenci oturur oturmaz dirildi, dikildi ve atı mahmuzlayıp koşturmaya başladı.
El Memûn o anda dilencinin atını almak için uğraşan Ömer olduğunu anladı ve arkasından koşarak durması için bağırmaya başladı. Ömer bir süre daha atı koşturduktan sonra arkasından koşmaya devam eden El Memûn'un "Dur, sadece bir şey söylemek istiyorum" diye bağırdığını duydu. Merak etti ve uygun bir mesafede atı durdurdu.
El Memûn önce biraz soluklandı sonra konuşmaya başladı: "Atımı çaldın, şu anda seni durduramam, elimden bir şey gelmez. Ama senden önemli bir şey istiyorum. Atım sende kalsın ve istediğimi yaparsan geri almak için de herhangi bir şey yapmayacağım." "Nedir isteğin?" diye sordu Ömer.
"Atımı nasıl, hangi kurnazlıkla ele geçirdiğini sakın kimseye anlatma, bu olay ikimizin arasında sır olarak kalsın." diye cevap verdi El Memûn. Ömer şaşırdı, "Neden?" diye sordu. ‘’ İtibarının sarsılmasında mı korkoyursun?’’ "Hayır’’ dedi El Memûn ve anlattı: ‘’Ondan korkmuyorum. Sen bu olayı anlatırsan bu olayı bütün Bağdat, hatta çevre şehirlerdekiler bile duyar. Başkaları da seninle aynı kurnazlığı yapmaya kalkar. Ama asıl kötülük yol kenarında bekleyen hasta ve fakir insanlara olur. Korkum şu ki; bu olayı duyanlardan hiçbiri artık yol kenarında bekleyen aç ve hasta insanlara yardım etmek için durmaz. Hatta benim başıma gelen onların da başına gelmesin diye hızlanıp, geçer giderler..."
Hikâye bu kadar...
Gelelim bu kıssadan (hikâyeden) çıkarılacak hisseye!
Günümüzde Halife El Memûn'un değil de Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs edenler; yüce dinimizi siyasetlerine alet edenler; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adalati katlederek İslamın ahlâk boyutunu unutup İslamı sadece ibadet boyutuna indirgeyenler ve o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürenler; cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar ve bu sapıklıklarını da İslama bağlayanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslamda günah değilmiş gibi, hatta hatta İslamın gerekleriymiş gibi algılatanlar; bütün bu olumsuzluklar karşısında sessiz kalanlar; Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye karşı yapılan Haçlı Seferlerinde Friedrich Barbarossa’nın müttefiki olanlar ve tüm bunların bir sonucu olarak İslam coğrafyasını insanlarının ülkelerini bırakıp Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürenler keşke Müslüman olduklarını, hele hele bizden daha iyi Müslüman olduklarını söylemeselerdi.
El Memûn gibi benim de benzer korkum şu ki; bunları göre göre, bunları duya duya, bunları yaşaya yaşaya bu gidişle ümmet-i Müslimin İslam'dan, dinden soğuyacak… İşte asıl ben bundan korkarım... Çünkü İslama yapılacak en büyük kötülük budur!
Gençler arasındaki deizm tarışmalarının son zamanlarda neden arttığını zannediyorsunuz ki?
Osman AYDOĞAN
Bekâ sorunu! (2)
21 Mayıs 2020
Abbâsî Devleti’nin en güçlü halifesi olan Harun Reşid’in 786-809 yıllarında halifelik yaptığı döneme ait çok hikâye vardır. Bunlardan Harun Reşid’in kimi kaynaklara göre fikir aldığı kişi olarak tanımlanan Behlül Dânâ’yı bu sayfada geçen hafta anlatmıştım..
Bugün yine Harun Reşid dönemine ait bir başka hikâyeyi anlatacağım ama hikâyenin anlaşılır olması için önce kısa bir Tarih bilgisi vermem gerekiyor…
Berkemîler
Abbâsîler zamanında devlete hâkim olan bir cemaat – pardon bir aile var: Bermekîler. Önce bu cemaati - pardon, önce bu aileyi anlatmak istiyorum. Bu konuda aslında fazla kaynak da yok ancak içlerinde en güvenilir kaynak Türkiye Diyanet Vakfı yayını ''İslâm Ansiklopedisi''dir. (Cilt 5, sayfa: 517) O zaman özetle bu kaynağa gidelim:
‘’Bermek’’ sözcüğü, Belh'deki Budha’cı Nevbahar tapınağının başrahibine verilen unvandır. Bermek, işte bu ailenin kurucusu, saptanabilen en eski üyesidir. Bermek’in Belh'te astronomi, felsefe ve tıp bilimleriyle uğraştığı; Halife Abdülmelik'in sarayında görev aldığı biliniyorsa da Müslümanlığı gerçekten kabul edip etmediği tam olarak bilinmiyor.
İşte ailenin kurucusu bu Bermek’in oğlu Halit bin Bermekî (öl. 782) babasının aracılığıyla Emevî halifesi Abdülmelik'in sarayında görevlendirilir. Ebu Müslim'in yönetiminde Abbâsîler'in halifeliği ele geçirmesine katkıda bulunur. İlk Abbâsî halifesi Ebülabbas'ın güvenini kazanarak devlette önemli görevlerde bulunur.
Halit bin Bermekî öldükten sonra oğlu Yahya bin Halid (739-805) önce Musul valiliğine atanır sonra da Halife Mehdi onu Bağdat'a çağırarak oğlu Harun Reşid'in eğitim ve öğrenimiyle görevlendirir. Harun Reşid halife olunca da Yahya bin Halid sınırsız yetkilerle vezirlik makamına atanır (786). Yahya, oğulları Fazıl ve Cafer'in de yardımlarıyla devleti 17 yıl yönetir. (786-803).
Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra oğuldan oğula geçen vezirlik Bermekî ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’ya geçer. (Bazı kaynaklarda ismi Cafer-i Bermekî olarak da geçer) Cafer bin Yahya’nın Halife Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardır.
Cafer bin Yahya (767-803), Halife Harun Reşid'in kendisine beslediği büyük güven ve yakın ilgiden yararlanarak, denetimine verilen eyaletleri Bağdat'tan ayrılmaksızın yardımcıları aracılığıyla yönetmeye başlar.
Bu noktada konudan kısa bir süre ayrılarak Cafer bin Yahya hakkında anlatılan bir söyleşiden bahsedeceğim:
Abbâsî'ler, Ebu Müslim el Horasanî'nin de (yine daha önce bu sayfada Ebu Müslim el Horasanî'yi de anlatmıştım) yardımıyla Emevîlerle savaşarak Abbâsî devletini kurmuşlardı. Ancak bu devletin kuruluş aşamasında çok Emevî kanı akmıştı. Bir gün bir mecliste bir sohbet esnasında, idarenin Emevîler'den Abbâsîler'e geçişi konuşulurken, Abbâsîler iş başına gelirken akıtılan bu kandan ve binlerce insanın katledilmesinden bir muvaffakiyet gibi bahsedildiğinde, Cafer bin Yahya'nın şöyle konuştuğu rivayet edilir:
"Bu bir maharet değildir... Zîrâ o katledilenlerin kanlarından birer intikam ağacı meydana gelir ve istikbalde acı neticeleri ortaya çıkar... Asıl maharet odur ki, mesela idareyi Emevîler'den alıp Abbâsî'lere vereceksin ama Emevîler kendi ellerinde zannedecek...Siyaset budur!..."
Aktarması benden, bu söz üzerinde düşünmeyi siyaset erbabına bırakıp biz gelelim tekrar konumuza...
Bermekîler'in İranlı olmaları ve Abbâsî halifeliğinin kuruluşundan bu yana devletin yönetiminde en üst düzeyde yer almaları bazı güçlü Arap emirlerini gücendirmeğe başlar. Harun Reşid de askerîye dâhil, bürokraside ve devletin bütün kademelerine yerleştirdiği, ne istedilerse verdiği ve ülkede kendisinden daha fazla sözü geçen bu cemaati, pardon bu aileyi artık kendisi için de tehlikeli gördüğünden ortadan kaldırmaya karar verir.
Harun Reşid, çok ince bir tuzak hazırlayarak, kız kardeşi Abbase'yi sözde bir nikâhla Cafer bin Yahya ile evlendirdiyse de gerçek karı-koca olmalarına izin vermez. Cafer bin Yahya ile kız kardeşinin bu yasağı çiğnemeleri sonucu, zaten tuzağını bu temel üzerine kurmuş olan Harun Reşid, hac ziyaretinden dönünce Cafer bin Yahya'yı öldürtür (803). Onun babası Yahya, ağabeyi Fazıl ve öteki iki kardeşini de görevlerinden alarak tutuklattır, mallarına el koyar. Böylece Abbâsîler döneminin en ünlü vezir ailesi olan Bermekîler bir buyrukla ortadan kaldırılmış olur. (803).
Anlatacağım hikâye için bu giriş ‘’kısa bir bilgi’’yi aşarak sanki Tarih dersi gibi olduysa da af ola…
Şimdi gelelim hikâyemize…
Halife Harun Reşid, Bermekî olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte külliyenin – pardon, Saray’ın bahçesinde gezerken, canı meyve çekiyor... Elmayı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; orta boylu olduğu için meyveye yetişemiyor!..
Veziri Yahya’ya diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir zayıf olduğu için, Halife’nin omzuna çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor...
Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”
Zaten az ileride duran ve olan-biteni hayretle seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”
Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için cemaat – pardon bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki? Kaldı ki, sen bir Bermekîsin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?”
Belgeyi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, ben bir Bermekîyim... Ama mademki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yoktur!”
Halife Harun Reşid de; “madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana...
Aradan yıllar geçiyor…
Halife Harun Reşid, yattığı gaflet uykusundan nihayet uyanmaya, gözleri açılmaya, kulakları duymaya ve civar ülkelerden gelen uyarıların ve halktan yükselen tepkilerin hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlıyor!..
Bermekîler; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği büyük güven ve yakın ilgiyi istismar ederek sadece Saray kademelerini değil eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye başlamışlardır!.. Bermekîler askeriyeden adliyeye, mülkiyeden medreseye kadar devletin her kademesini bir ur gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile kendi adamlarını yerleştirmişlerdir!..
Yattığı derin gaflet uykusundan uyanan Halife, Bermekîlerin devlet içinde paralel bir devlet kurmak için uğraştıklarını ülkenin her yanını ele geçirdiklerini ve kendisini devre dışı bıraktıklarını fark edince derhal emir veriyor:
“Bermekîleri kılıçtan geçirin!... Yaşlılarını da zindana atın!”
Emir, yerine getiriliyor!... Bermekîler öldürülüyor.
Peki, bu arada bahçıvana ne oluyor dersiniz?.. Halife’nin emri üzerine, görevliler bahçıvanın da evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır! Ama, bahçıvan; hemen, Bermekî olmadığına dair Halife imzalı belgeyi gösteriyor! “Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” diyor ve kellesini kurtarıyor...
Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için kurmaylarını çağırıyor ve soruyor; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”
Kurmaylar der ki; “listedeki herkes ya kılıçtan geçirildi ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”
Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” diyor... Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid soruyor adama; “O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan diyor ki;
“Fark etmez Sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise hem şımarıklık hem had bilmezlik hem de küstahlıktır!.. Bugün omuzunuza basan yarın tepenize basar... Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve had bilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”
Eveeeet.. Ol hikâye işte bu kadardır.
Şimdi gelelim hisseye...
İbn-i Haldun söylerdi ya o muhteşem eseri Mukadime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.” Sanki İbn-i Haldun bu sözünü Bermekîl'er için söylemiştir!
''Bir ülkede hükümdarın ferâseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.''
Biliyorsunuz bu söz bana ait değil. Dün de anlatmıştım, Şeyh Sâdi Şirazî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği sözdü. Bu memlekette ikide bir olur olmaz sorunlar karşısında gereksiz yere ‘’bekâ’’ sözcüğünü kullanıyorlar ya... İşte gerçek bekâ sorunu budur...
Osman AYDOĞAN
Feraset: Anlayış, seziş, sezgi, zekâ…
Bekâ sorunu!
20 Mayıs 2020
Bugün Şeyh Sâdî Şirâzî'den bir hikâye anlatacağım. Ancak önce Şeyh Sâdî Şirâzî kim, kısaca anlatmam lazım ki hikmetin ve gazelin üstâdı Şeyh Sâdî Şirâzî'nin ve hikâyesinin ağırlığını bilip verdiği hissenin değerini anlayalım...
Şeyh Sâdî Şirâzî
Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye medreselerinde öğrenimini tamamlar.
30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlıların elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.
Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır.
Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe ve Lâtince de bilirdi.
Bûstan ve Gûlistan
Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda ''Bûstan ve Gûlistan'' kitabından alınan bir hikâye sunuyorum. Beğeneceğinizi umuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile...
‘’Bûstan ve Gûlistan’’dan bir kıssa
Fars Hükümdârı Dâra (III. Dârius)’nın bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duydum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dâra'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa gerek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dâra; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”
Haykırışları duyan Dâra rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”
Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağlamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atları, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellikteki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de benim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”
Bu öğütler Dâra’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllendirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş.
Ve kıssadan hisse
Bir ülkenin başveziri, hem de bu çağda, elinin altında devletin her türlü istihbarat imkânları varken ve devletin uyarılarına rağmen, dostunu düşmanını ayırt edemeyip koynunda yılan besledikten sonra ‘’yok aldandım, yok aldatıldım’’ diye demeçler veriyorsa o ülkede gerçekten bir bekâ sorunu var demektir… Çünkü Şeyh Sâdi Şirâzî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği gibi; ''Bir ülkede hükümdârın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.”
Bu memlekette ikide bir ‘’bekâ’’ sözcüğü konuşuluyor da, bekâ sözcüğü enflasyona uğramadan gerçek bekâ sorunu nedir bir hatırlatayım istedim...
Osman AYDOĞAN
Kadir Gecesi
19 Mayıs 2020
Üç aylar ve mübarek geceler
Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan ''mübarek geceler'' bulunmaktadır. ''Regâip Gecesi'' ve ''Miraç Gecesi''; Recep ayında, ''Berâet Gecesi''; Şaban ayında, ''Kadir Gecesi'' ise Ramazan ayında bulunmaktadır. ''Mevlit Gecesi'' de Rebiyülevvel ayında bulunur.
Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Berâet gecesi (Leyle-i Berâet) gibi.
İnzâl ve Tenzîl
İşte bu gecelerden son olarak Ramazan ayının müjdecisi Berâet Gecesi’ni tam 40 gün önce kutlamış idik. Berâet Gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği geceydi. Buna "inzâl" denir.
Bugün ise (Ramazan ayının 27’inci gecesi) ''Kadir Gecesi''dir. Kur'an-ı Kerim, Kadir Gecesi'nde Hz. Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.
Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in kendisinden dünya semasına indirildiği Levh-i Mahfûz'dan bahsetmek istiyorum.
Levh-i Mahfûz
Levh-i Mahfûz, Arapça’da ‘’korunmuş levha’’ anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. ‘’Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap’’ anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.
Kur'an'da geçen ‘’Ümmü'l-Kitap’’ (Kitapların Anası, Ana Kitap), ‘’Kitabun Mübin’’ (Apaçık Kitap), ‘’Kitabun Hafîz’’ (Koruyan Kitap), ‘’Kitabın Meknun’’ (Saklanmış Kitap), ‘’İmamun Mubin’’ (Apaçık İnen Kitap) ve sadece ‘’Kitap’’ ifadeleri Levh-i Mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.
Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir. Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen ‘’apaçık kitap’’ Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.
Kadir Gecesi
Kadir Gece’si müstesna bir gece olduğundan müstakil bir sûre ile şerefi yükseltilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in 97. Sûresi (Kadr Sûresi) Mekke döneminde inmiştir. Beş âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adı almıştır. Kadr, Arapçada ‘’azamet’’ ve ‘’şeref’’ demektir. Kur'ân'da adı geçen tek ay “Ramazan” ayıdır; tek gece ise “Kadir Gecesi”dir.
Yüce Allah Kadr Sûresi’nde şöyle buyuruyor: "Doğrusu, Biz, onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir."
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır."
Peygamberimizin saygıdeğer eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: ''Peygamberimize 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?' diye sordum. Peygamberimiz: 'Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet' diye dua et" buyurdu.
Ancaaaak…
Bu kutsal gecelerde affedilen günahlar sizin eksik ibadetleriniz nedeniyledir. Kılmadığınız namazlarınız, tutmadığınız oruçlarınız, vermediğiniz zekâtlarınız, sadakalarınız içindir. Allah’ın yarattıklarına karşı işlediğiniz suçlar, onlara karşı yaptığınız haksızlıklar, zulüm, kin, nefret, kem söz ve sevgisizlik ne kadar dua ederseniz edin, ne kadar ibadet ederseniz edin, ne kadar tövbe ederseniz edin affedilecek değildir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de buyuruyor ki; ‘’bana her türlü günahla gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’. ‘’Başkasının hakkından daha kutsal bir şey yoktur’’ der Allah’ın elçisi. Allah’ın yarattıklarına karşı her türlü günahı işleyeceksiniz sonra da böyle bir kutsal gecede sabaha kadar dua edeceksiniz ve affedileceksiniz! Yok öyle bir şey…
Bütün İslam coğrafyası kana bulanmışken, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da bombalar patlayıp çocuklar, insanlar ölürken Katar’da, Suudi Arabistan’da, Kuveyt’te zenginler keyif çatarken, insanlar birbirinden nefret etmişken, nefretin de ötesinde komşularına dair katliam listeleri hazırlamışken, kutuplaşmanın, bölünmenin, kinin ve nefretin, kem sözlerin zirvesine çıkmışken, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik ayyuka çıkmışken kutlanacak kandil, kılınacak namaz, tutulacak oruç yoktur aslında…
Günümüzü, dünyada bırakıp gideceğimiz şeyler için tüketmekten kurtulmuşluğun berâetini alma niyazıyla ve "istediğim Hakk'tır benim" diyebilme umuduyla Kadir Geceniz mübarek olsun. Dualarınızın; barışa, huzura, adalete ve hayırlara vesile olmasını dilerim...
Osman AYDOĞAN
Aşağıdaki fotoğraflar Halep Emevi Camisi'ne aittir. Yüzyılların eskitemediği bu mâbedi bu hale getirenlerin, bu tabloya sebep olanların ne kıldıkları namaz namazdır, ne tuttukları oruç oruçtur ne de kutladıkları kandil kandildir. İnsanlarımızın arasına kin ve nefret tohumu ekenlere, insanlarımızı kutuplaştıranlara, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik yaratanlara, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik saçanlara ibret vesikası olması dileğimle...
19 Mayıs 2020
Bugün 19 Mayıs 2020. Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 101. yıl dönümü…
19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.
19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.
19 Mayıs; ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarının bu coğrafyada yeşermeye başladığı tarihtir...
Osmanlı neden battı
Ama Tarih baba 19 Mayıs'ın ne olduğunu kısaca şöyle özetler:
19 Mayıs; başlangıçta Abbasi aydınlanmasını takip etmemiş, Batıdaki her türlü aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevirerek, her türlü yeniliğe ‘’Gâvur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkıp kendi sonunu kendisinin hazırladığı bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı günün tarihidir....
19 Mayıs; bütün dünyanın ‘’Büyük Tarihçi’’ diye tanımladığı Fransız Tarihçi Fernand Braudel’in ifadesiyle; ‘’13. yüzyılda Moğol istilasının bütün şehir medeniyetlerini yıktığı, kütüphanelerini yaktığı, bu şekilde bir 'kasaba'ya dönüştürdüğü, Haçlı Seferleri ile de Akdeniz’den uzaklaştırılıp karalara kapattığı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme ve bilime geçişini anlayamadığı ve bu nedenlerle de mistisizm ve dogmatizmin hâkim sürdüğü bu coğrafyada’’; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı ve aydınlanma mücadelesinin başladığı tarihtir…
Kuvay-i Milliye Destanı
Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda şöyle derdi: ''Ateşi ve ihaneti gördük.’’ ‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyanın başladığı tarihtir...
''Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar...
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş :
düşmüş
dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük. ''
‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza egemenlik ve bağımsızlığın yanında insanlık, özgürlük, onur ve gurur getirmiştir.
19 Mayıs 1919’da Osmanlı’nın genel durumu
Mustafa Kemal Atatürk, işte tam da 101 yıl öncesi o günleri, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını Nutuk'ta şu şekilde anlatır:
"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."
Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını bu şekilde anlatırdı.
Tarih Bilinci
Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...
İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel.
20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle 19 Mayıs’ı anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır.
İşte bu nedenle; Tarih bilinci olmayanların, zaten askerî, siyasi ve ekonomik olarak bitmiş Osmanlının Sevr ile beraber tarih sahnesinden silindiğini, başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun neredeyse tamamen İşgal edildiğini görmeyenlerin, Türk milletine ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur. 19 Mayıs'ı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir.
19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN
Atatürk’süz 19 Mayıs
18 Mayıs 2020
Önce kısa bir tarih bilgisi:
1935 yılına kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkışı ile ilgili olarak bir anma, bir kutlama, bir bayram yoktu...
İlk olarak 24 Mayıs 1935 tarihinde Beşiktaş JK’nün girişimleriyle Fenerbahçe Stadı’nda Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun katılımıyla “Atatürk Günü” adı altında bir kutlama yapılır…. Kutlanan bu ilk 19 Mayıs, bir ‘’spor günü’’ haline gelir… Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi’nde söz alan Beşiktaş JK kurucu üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan ‘’Atatürk Günü’’nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” adı altında her yıl yapılmasını teklif eder… Kongrede oylanan bu öneri kabul edilir… Ancak bahsi geçen bu öneri sadece üç spor kulübü ile sınırlıdır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılının 19 Mayıs günü çevresindekilere sorar; ‘’Bugün ne oldu, söyleyin bakalım'' der… Kimse cevap veremez… Bunun üzerine Mustafa Kemal Atatürk ‘‘Bugün ülkenin kurtuluş günüdür; asıl yapacağınız bayram budur’’ der. Bu söz üzerine 20 Haziran 1938’de 3466 sayılı kanunla 19 Mayıs, “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilir. Ve bu bayramı Mustafa Kemal Atatürk Türk gençliğine armağan eder. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs için; ’’19 Mayıs 1919 benim doğum günümdür’’ der. Ve ilk ulusal kutlama ‘’Gençlik ve Spor Bayramı” olarak 19 Mayıs 1939 yılında yapılır…
Bu ulusal bayramın adı 1981 yılında çıkarılan 2429 sayılı kanun ile “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” olur. Bayramın ismine “Atatürk’ü Anma” kelimelerinin eklenmesi “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” diyen Atatürk’e duyulan büyük saygının ifadesidir.
Gelelim günümüze…
Bugün salgın hastalık nedeniyle hapsolduğumuz evlerimizde “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”nı kendi kendimize gurur ve onurla kutlayacağız…
Ancak şöyle son yıllarımıza bir bakalım…
Son yıllarda 19 Mayıs günlerine denk gelen hiçbir Cuma hutbesinde hiçbir camide bu ülkeyi düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’ün adı anılmaz… Muhtemel ki Diyanet İşleri Başkanlığının ''başka işleri'' (!) vardır... Sanırsınız ki Diyanet, “Keşke Yunan galip gelseydi'' diyen şahsiyetlerin peşinden gidip Yunanlıların yasını tutuyordur!
Yine geçen yıllarda 23 Nisan’ı gölgelemek ve Mustafa Kemal Atatürk’ü anmamak için ‘’Kutlu Doğum Haftası’’nı icat etmişler, hükumet, devlet, Diyanet bu uyduruk ‘’Kutlu Doğum Haftası’’nı kutluyorlardı sanki dinde ‘’Mevlit’’ diye bir kavram yokmuş gibi…
Son yirmi yılda Atatürk adını taşıyan bütün statları yıkıp yerine Atatürk’süz bir garabet halinde arena adını koydular…
Atatürk’ün kurduğu bütün kurumları sattılar, yıktılar, darmadağın ettiler…
Sırf adında ''Atatürk'' var diye dünyanın 3. en iyi havalanını kapatıp, bu salgın günlerini de fırsat bilip bir daha kullanılmasın diye, sanki koskoca İstanbul'da başka bina, arsa, arazi kalmamış gibi pistlerinin ortasına ne olduğu belirsiz hastane diye bir bina inşa ettiler…
Bu liste uzayabilir… Çünkü mevcut iktidar ''Atatürk'' adından pek hazzetmiyor…
Bu konuyu geçelim…
Yazıklar olsun!
Girişte bahsettim; bu bayramın adı “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”dır… Değil mi?
Şimdi kutlamalara bir bakın… Bir kısmında bilinçsizce ''Atatürk'' adı çıkartılarak ‘’Gençlik ve Spor Bayramı’’ şeklinde kutlanıyor. ''Atatürk'' adından hazzetmeyenler bayramı bu şekilde kutluyorlar veya bir özensizlik, bir dikkatsizlik vardır diyebilirsiniz…
Gelelim Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anacak olanlara, anması gerekenlere, varlıklarını, mevcudiyetlerini Mustafa Kemal Atatürk sayesinde sahip olanlara:
Atatürk’ün kurduğu partinin, CHP’nin girin web sitesine, CHP Genel Başkanı’nın gidin sosyal medya hesabına bir bakın! Orada “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” nasıl kutlanıyor biliyor musunuz?
CHP Genel Başkanı’nın sosyal medya hesabındaki kutlaması aynen şu şekilde:
‘’Sevgili gençler; gelecek sizin, söz sizin. Sizlerden öğrenecek çok şeyimiz var. 19 Mayıs’ta bu ülkenin geleceği olan sizlerin söz hakkı için bizlerin söz verme zamanı. Size güveniyoruz, size inanıyoruz.’’
Kutlama bu kadar…
CHP’nin Genel Başkanı’nın kutlamasında ne Atatürk’ün adı var ne de onu ima eden bir kelime... Kutlamadaki cümle düşüklüğü, cümledeki özensizlik, sığlık da ayrı bir konu… Adam kutlama vesilesiyle kullandığı panonun ortasına da kendi fotoğrafını koymuş, Atatürk'ün fotoğrafı ise belli belirsiz daha bir geride...
CHP’nin web sayfasına gidin oradaki kutlamaya bir bakın. Orada da aynı… Tek fark ''19 Mayıs''ın başına ''bu'' zamiri eklenmiş... Sosyal medyadaki ''19 Mayıs'' yerine web sayfasında günü önemsizleştirircesine ''Bu 19 Mayıs'' yazılmış... Oradaki kutlamada da ne Atatürk’ün adı var ne de onu ima eden bir kelime... Orada da kullanılan panonun ortasında yine Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafı var. Orada da Atatürk'ün fotoğrafı yine belli belirsiz daha bir geride... Sanırsınız ki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileri…
Bu bir tesadüf müdür? Bir özensizlik midir? Hayır…
Daha iki yıl önce, 19 Mayıs 2018’de, hem de Başkent Ankara'daki en önemli bir belediyesinin, Çankaya ilçesinin CHP’li belediyesinin yol kenarlarındaki ilan panolarına verdiği kutlama afişleri de aynıydı… Orada da aynen şöyle yazıyordu: ‘’19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı Kutlu Olsun’’ Orada da ‘’Atatürk’’ adı yoktu…
O zaman iktidara ne diye kızıyorsunuz ki!
Almanya’da ‘’History Life’’ isimli bir dergi tam da 19 Mayıs 2020 haftasına denk getirdiği nüshasında kapak sayfasının tam da ortasına Atatürk’ün fotoğrafını yerleştiriyor ''İdealleri ve idelojileriyle dünyayı değiştiren kadın ve erkek en büyük devrimciler'' başlığı ile...
‘’History Life’’ dergisinin kullandığı bu kapak kompozisyonu hiç de basit bir kompozisyon değildir. Almanlar gibi ince ayrıntıya yer veren başka hiçbir millet yoktur. Dergi Atatürkü kapak sayfasının tam da merkezine alıyor; yani Atatürk'e ''Dünyanın en büyük devrimcisi'' unvanını veriyor. Dergi Atatürk'ü iki kadın devrimcinin arasına yerleştiriyor; yani Atatürk'ün kadına verdiği değere, kadın haklarına atıfta bulunuyor... Dergi Atatürk'ün kalpaklı fotoğrafını kullanıyor; yani Atatürk'ün emperyalizme karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine ve Kurtuluş Savaşı'nına atıfta bulunuyor... Ve dergi bu nüshasını tam da 19 Mayıs haftasında yayınlıyor; yani 19 Mayıs'a, Atatürk'ün Samsun'a çıkışına, Atatürk'ün emperyalizme karşı savaşının başlangıcına atıfta bulunuyor... Kısaca dergi, eğer Atatürk'ün fotoğrafı kullanılacaksa böyle kullanılır diye ders veriyor...
Ancak Atatürk’ün kurduğu parti CHP ve onun şimdiki genel başkanı, 19 Mayıs’ta bayram gününde kutlamalarında Atatürk’ün adını telaffuz etmedikleri gibi, Atatürk’ün fotoğrafını belli belirsiz, geride, önemsizmişçesine kullandıkları gibi, kullandıkları resim panosunun tam ortasına da kendi fotoğraflarını koyuyorlar sanki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileriymiş gibi...
Yazıklar olsun!
Ziya Paşa’nın kulakları çın çın çınlıyor herhalde: "Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr; / Katır mühürdar oldu, eşek defterdar!"
Evet; iktidar kötüdür! Çünkü muhalefet çok çok daha kötüdür de ondan!
‘’19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”mız kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN
CHP'nin web sayfasındaki ve CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun sosyal medya hesabındaki kutlama mesajı (ikisi de aynı). Atatürk’ün adından hiç bahsetmedikleri gibi, Atatürk’ün fotoğrafını geride belli belirsiz kullandıkları gibi yayınladıkları panonun tam ortasına da kendi fotoğraflarını koyuyorlar sanki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileriymiş gibi…
Alman dergisi ‘’History Life’’ın Mayıs 2020 sayısının kapak fotoğrafı. ''İdealleri ve idelojileriyle dünyayı değiştiren kadın ve erkek en büyük devrimciler'' başlığı altında ve tam merkezde de Mustafa Kemal Atatürk... Sanki Atatürk'ün fotoğrafı kullanılacaksa böyle kullanılır diye ders verircesine....
19 Mayıs 2018’de Ankara CHP’li Çankaya belediyesinin kutlama afişinin fotoğrafı: Burada da ‘’Atatürk’’ün adı yoktu… Halbuki bayramın adı: ‘’19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı''
Kimliği
Köle iken ihtilal önderliğine yükselen, Emevîler ve Abbasiler döneminin halk kahramanıdır. Emevîlerin devrilmesi ve halifeliğin Abbasîlere geçmesiyle sonuçlanan Horasan ayaklanmasının önderidir. Sadece tarihin figüranı değil baş aktörüdür. Gerçek bir tarih yaratıcısıdır. Bu nedenle Horasan Spartaküsü de derler adına…
Isfahan’da doğmuş, Kufe’de büyümüştür. (718-755) Asıl adı Abdurrahman, asıl künyesi ise Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim el-Horasanî şeklindedir. Ebû Müslim ismi ile tanınmış ve meşhur olmuştur.
Ebû Müslim, adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür. Türk kökenli olduğu bilinir, ancak Fars kökenli olduğu iddiaları da vardır… Ebû Müslim, kendisinin herhangi bir millete ya da kabileye değil Horasan’a ait olduğunu söyler… Ebû Müslim, etnik kökeni ile ilgili olarak sorulan bir soruya “Benim faydam ve iyiliğim sizin için nesebimden daha hayırlıdır” şeklinde cevap verir…
Siyasi ve askerî faaliyetlerinin yanında Horasan'ın imarı ve kalkınmasında da müspet etkisi olan, Arapça ve Farsça dillerini iyi konuşabilen ve iyi bir eğitimden geçen birisi olarak ve soğukkanlılığı, acımasızlığı, ketumluğu, akıllı ve ileri görüşlülüğü ile tanınır. Hayatı gizem doludur. Tarihte böylesine aktif rol oynayıp, yaşam öyküsü pek bilinmeyen çok az insan vardır ve Orta Doğu ve İslam tarihinde Ebû Müslim kadar efsanelere ve spekülasyonlara konu olan başka bir kişilik de yoktur...
Emevîlerin yıkılmasındaki rolü
747 yılında tüm Emevîlere karşı olan güçler, onun bayrağı altında toplanır. Merv ve Nişabur kısa süre içinde Ebû Müslim’in eline geçer. Bütün Emevî ordularını yener. Emevî hanedanı ortadan kalkar. Emevîlerin ne olduğunu ve kim olduklarını bilenler bilir; Ehl-i beyt'in öcünü almak bir Türk komutanına nasip olmuştur…
Emevîlerin yıkılmasında büyük rol aldığı için Emevîlerin bedevî kültürü içinde asimile olanlar Ebû Müslim’i pek hazzetmezler.
Abbasileri kurulmasındaki rolü
Emevî hanedanının ortadan kalkmasında ve Abbasi Devleti'nin kurulmasında önemli katkısı olan Ebû Müslim giderek güç kazanır… Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra da haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı çıkar. Gücü ve adaleti nedeniyle nüfuzunun giderek artması ve devlet yönetiminde etkisinin güçlü hale gelmesi bu sefer de Abbasi yönetimi rahatsız eder.
Ebû Müslim’in gücünü kırmak için Horasan'da bazı vali ve idareciler vasıtasıyla Abbasilerin isyan çıkarma teşebbüsleri Ebû Müslim tarafından bastırılır. Ebû Müslim’in bu tür girişimleri etkisiz hale getirerek isyan teşebbüslerini bastırması Devlet içindeki itibar ve nüfuzu daha da arttırır.
Ebû Müslim’in öldürülmesi
Ebû Müslim’in giderek güçlenmesi, Halife Mansur’u iyice kaygılandırır. Harp meydanlarında yenilemeyen bu büyük komutan bir görüşme bahanesiyle davet edildiği Irak’ta hileyle öldürülür. Ruhu şâd olsun.
Köle iken ihtilal önderliğine yükselmesi nedeniyle o bölgedeki her kavim kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemişlerdir. Her kavim ‘'Ebû Müslim bizdendir’' iddiasında bulunmuşlar ve adına hikâye, masal, menkıbe ve destanlar yazmışlardır. Bu destanlar da “Ebû Müslimnâme” ve “Kıssa-i Ebû Müslim” adıyla da bilinir. Bu menkıbe ve destanlara göre Ebû Müslim ölmemiş, ak güvercin donuna bürünüp gökkuşağında gezer olmuştur. Bâtıni akımlarca ''Tanrı-insan'' olarak algılanmıştır. Ebû Müslim’e değişik adlar da verilmiştir: ''Köle İbrahim'', ''İbrahim bin Osman'', ''Heyyakan'', ''Hetkan'', ''Abdurrahman bin Müslim'', ''Bihzadan'' ve ''Horasan Teberdarı'' bilinen diğer isimleridir.
Ebû Müslim’in en büyük meziyeti örgütçülüğü ve birleştirici özelliğidir. Emevî zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri birlik olmaya ikna ederek onları birleştirmiştir. Ancak Ebû Müslim’in en büyük talihsizliği de onun Abbasi hanedanlığı tarafından kullanılmış olmasıdır. Ebû Müslim Abbasilere hilafet makamını altın tepsi içinde sunmuş fakat onlar tarafından katledilmekten kurtulamamıştır.
Ebû Müslim hakkında yazılanlar
Ebû Müslim hakkında yazılı eser pek azdır. Ebû Müslim’i roman şeklinde anlatan iki kitap bulunmaktadır; Birincisi Faik Bulut’un ‘’Ebû Müslim Horasânî, Bir İhtilalcinin Hikâyesi’’ isimli kitabı (Su Yayınları, 1999), diğeri ise Corci Zeydan’ın ‘’Ebû Muslim Horasânî’’ isimli kitabıdır. (Milenyum Yayınları, 2010)
Ebû Müslim hakkındaki diğer kaynaklar da Mesruri Geda’nın ‘’Eba Müslüm'ün Tabutu’’ isimli kitabı (Can Yayınları, 1996), Nadir Karakuş'un ''Bir İhtilalcinin Anatomisi'' (Neva Yayınları, 2018) ve Nadir Karakuş,'un ‘’Bir İhtilalcinin Anatomisi Ebû Müslim Horasânî’’ (Neva Yayınları, 2018) isimli kitaplarıdır.
Ayrıca Türkolog Prof. Dr. İrene Melikoff’un, 1962'de Fransızca yayınladığı "Türk-İran Epik Geleneği İçinde Horasan Teberdarı Ebû Müslim'’ (Abu Muslim, le "Porte-Hache" du Khorassan dans la tradition épique turco-iranienne) adlı bir kitabı bulunmaktadır.
1969 yılında Tamer Yiğit’in başrolünü oynadığı bir Yeşilcam filmi de vardır; Eba Müslim-i Horasan-i (Kimi bölgelerde Ebû yerine Eba denilir.)
Ebû Müslim’in ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi
Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir.
İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve der ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.”
Mehmet Akif Ersoy o ünlü şiirinde şöyle derdi:
‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i ' tekerrür ' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’
Günümüzde uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğumuz ‘’değerli yalnızlığımız’’ı; İbn-i Haldun ve Mehmet Akif Ersoy’un sözleri ve tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu iki sözü ile beraber düşünmeliyiz diye değerlendiriyorum;
“Size düşman olanlara yaranmaya çalışır ve dostlarınızdan uzaklaşırsanız, onlar size dost olmaz; fakat siz dostlarınızı kendinizden uzaklaştırırsınız. İşte o zaman düşmanlarınızın avucuna düşersiniz.”
''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''
Tarihin her dönemde bir Emevî iktidarı ve bir Ebû Müslim vardır ve her dönemde de Ebû Müslim’i sırtından vuracak bir başka iktidar vardır...
Ve tarih tekerrürden ibarettir.
Osman AYDOĞAN
17 Mayıs 2020
Dünkü yazımda Kul Nesîmî’yi anlatırken Türk halk edebiyatında iki tane Nesîmî olduğunu ve genellikle bu iki Nesîmî’nin birbiriyle karıştırıldığından bahsetmiştim. Bunlardan birisi 14. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş olan tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî, diğeri ise dün anlattığım 17. yüzyılda yaşadığı sanılan ve yaşamı pek bilinmeyen Kul Nesîmî’dir. (*)
Dün Kul Nesîmî’yi anlatınca diğer Nesîmî, Seyyid Nesîmî’yi de bugün anlatmasam olmazdı…
Seyyid Nesîmî’nin hayatı
Seyyid Nesîmî’yi bazı kaynaklar Seyyid İmadeddin Nesîmî diye de anarlar. Seyyid Nesîmî 14. yüzyılda Bağdat’da doğmuş, Anadolu’da yaşamış bir Türk ozandır. Bağdat'ın ''Nesim'' kasabasında doğduğu için ''Nesîmî'' mahlasını kullandığı rivayet edilir. Şiirlerini Türkçenin dışında Farsça ve Arapça lisanında da yazmıştır.
Nesîmî hep dolaşmış. Bu yüzden Tebrizli, İranlı, Bağdatlı, Azerbaycanlı gibi yakıştırmalar hep Nesîmî’nin gezginciliğinden ileri gelmektedir. Nesîmî Türkiye’de olduğu gibi Mezopotamya ve Azerbaycan’da da çok önemsenir. Bakü’de dikili bir heykeli vardır.
Nesîmî sıradan bir ozan değildir, kendisini yetiştirmiş, kendisinden önce gelen bütün ozan ve bilginleri incelemiş, hem Mevlânâ’yı, Yunus’u okumuş hem de onların şiirlerinde geçen Hallacı Mansur’a büyük bir hayranlık duymuş, Hallac gibi ‘‘Enel Hak’’ demekten çekinmemiştir. Garip ve acayip ama kâmil ve ârif, erdemli ve nükteden bir kişi olduğu bilinmiştir. Onun için çeşitli kişilerce atfedilen ‘’İmadeddin’’ (veya İmadüddin) (dinin direği), ‘’Muslihüddin’’ (dini ıslah eden) gibi nitelemeler Nesîmî’ye duyulan saygı nedeniyle kullanılan unvanlar olmuştur.
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatıma’dan doğmuş ve Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin soyundan olanlara “seyyid” denilmektedir. Seyyid Nesîmî’nin gerçek bir seyyid olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Bir şiirinde:
‘’Gerçi bugün Nesîmî’yem, Haşimî’yem, Kureyşi’yem,
Bundan uludur âyetüm, âyet ü şâna sığmazam.’’
(Bugün adım Nesîmî diye anılıyor ama ben aslında Haşimi kabilesinin, Kureyş sülalesindenim. Benim varlığım (âyetim) görüntülere ve şana şöhrete sığmaz ki.) diyen Nesîmi, seyyid olmaktan çok Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılıktan dolayı söylediği kabul görür.
Seyyid Nesîmî’nin düşünceleri
Nesîmî, âlemin sürekli bir devrine ve olayların bu devir esnasında meydana geldiğine ve Tanrı’nın bir insanın yüzünde yansıdığına ve insanın özünün Tanrı’da olduğu görüşüne inanır.
Nesîmî, Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini Kur’an ayetlerine dayanarak ispatlar, Kur’an’ı basitçe yorumlamanın, basitçe okumanın yararı olamayacağını, onun bilinçli ve yorumsal bir tavırla okunması gerektiğini söyler...
Nesîmî’ye göre kendini bilen, varlığının özünü bilen her insan konuşan bir Kur’an’dır. O’nun için insan, Tasavvuf diliyle ‘‘Kur’an’ı natık’’dır. Kendini bilen, varlığının derinliğinde saklı sırları, olgunlukları kavrayan bir insan için en yüce ibadet, özünün sonsuzluğundaki anlama saygı göstermektir. Nesîmî’ye göre insan yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisidir.
Kutsal kitap Kur’an’da Tanrı insanı kastederek meleklerine şöyle der; ‘‘Ben yeryüzünde bir halife (benim temsilcim) yaratacağım.’’ (Bakara Suresi 30. Ayet; ‘’Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.’’) Bilenler bunu böyle bilirler; Mansur gibi (Enel Hak-Ben Tanrı’yım-), Cüneyd-i Bağdadî gibi; (leyse fî cübbeti sivallah – cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.-)
Seyyid Nesîmî’nin derisinin yüzülmesi
Timur’un Anadolu topraklarına saldırısı sonucu Nesîmî ne yazık ki Halep’e gider, Halep topraklarında ölümün kucağına düşer.
Nesîmî Halep’te de düşüncelerinden taviz vermez. Nesîmî’nin Kur’an’ı yorumlarken yaptığı reformist görüşü nedeniyle her devirde olduğu gibi kendisini ‘‘zındık’’ ilan etmekten çekinmeyenler onun aleyhinde propagandalar yayar ve Memluk Sultanına (Nasirüttin Ferec) şikâyet ederler.
Halep’te Nesîmî, hep zındıklıkla, sapkınlıkla suçlanır, ancak onun görüşlerine kimse yanıt veremez. Her devirde benzeri olduğu gibi cevap olarak Halep Müftüsü’nün fetvasıyla derisinin yüzülmesi kararı verilir. ‘’Zındık’’, Abbasiler dönemine ait Fars kökenli bir kelimedir. Allah’ın varlığını inkâr eden veya ortak koşanlara, küfrünü gizleyip İslâm’ını açıklayanlara ve Kur’an etrafında şüpheler uyandıran herkes için kullanılan bir deyimdir. Ancak zamanla İslam’daki her türlü yeniliğe, reforma ve yoruma karşı bu deyim kullanılır olmuştur.
Seyyid Nesîmî Divanı’nda bir dize ile kendisine zındık diyenlere şöyle sesleniyordu:
‘’Ey güzelden ve dinden yana olanlar bana sövmeyin
Görmezse gözün beni kör değilse görür beni’’
Halkın gözü önünde Nesîmî’nin derisi yüzülür. Nesîmî hiç sesini çıkarmaz. Sonra ortalığa bırakılır Nesîmî. Daha sonra Nesîmî yüzülen derisini sırtına örtünerek Halep sokaklarında insanların korkunç bakışları arasında yürümeye devam eder.
Hatta şöyle bir söylenti kulaktan kulağa yayılarak bugünlere ulaşır; Nesîmî yüzülürken hıncını alamayan fetva müftüsü şöyle der; “Bunun kanı pistir, bir uzva damlasa o uzvun kesilmesi gerekir.’’ Tam bu sırada Nesîmî’nin bir parça kanı katil müftünün şahadet parmağının üstüne sıçrar. Meydanda bulunan halk, ‘‘Müftü efendi fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi gerekir’’ der. Bunu duyan katil müftü ‘‘nesne gerekmez’’ diyerek parmağındaki kanı yıkayarak ortadan kaldırır. Bunun üzerine Nesîmî şöyle seslenir:
‘‘Zahida bir parmağın kessen dönüp halktan kaçar
Gör bu miskin aşığı serpa sayarlar ağlamaz’’
(Zahid: Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren anlamına gelen Arapça sıfat. Sarpa sayarlar: baştan aşağı soyarlar)
Nesîmî’nin derisini yüzerlerken çok kan akar. Rengi sapsarı olunca, çevresindekiler: ‘‘Sen ki Hakk'sın. Rengin neye sarardı’’ derler. Nesîmî de; ‘‘Ben sonsuzluğun ufkunda doğan aşk güneşiyim. Gün batımında güneş her zaman solar’’ diye yanıt verir.
Nesîmî, sırtında derisi giderken yolda karşılaştığı biri: “Bu ne hal, nereye gidiyorsun?” diye sorunca, yüzülmüş derisini göstererek “Biz aşk Kâbe’sinin gerçek yolcularıyız, ihramımız da budur” dediği söylenir.
Nesîmî’nin ölüm tarihi olarak 1404 yılı bilinir. Nesîmî’nin ölümü ardından Türkmen Alevileri ‘’mehdi, gayip erenleri, Tanrı’ya çekildi, gökyüzüne süzüldü, kendisine geldi, kendisiyle bütünleşti’’ derken Halep halkı Nesîmî’nin Halep’in on iki kapısından on ikisinde de aynı anda çıktığını söylerler. Tekkesi ve türbesi derisinin yüzüldüğü yerdedir.
Nesîmî gibi ruhlar içindeki yaşadıkları yüzyıla ait değildirler; çünkü kendi çağdaşları arasında, onların derinliklerini ve yüceliklerini anlayabilecek olan ruhları pek bulamazlar. Giordano Bruno derdi zaten ‘’anlamak zordur’’ diye. Bir şiirinde de Nesîmî bunu şöyle yazar:
‘’Hiç kimse Nesîmî sözünü fehm edebilmez
bu kuş dilidir bunu Süleyman bilir ancak.’’
(fehm etmek; anlamak)
Seyyid Nesîmî’nin eserleri
Nesîmî’nin ‘’Nesîmî Divanı’’ (Seyyid Nesîmî Divanı, Can Yayınları, İstanbul, 2000) isimli şiir kitabı ve ‘’Mukaddimet-ül-Hakayık’’ (Seyyid Nesîmî ve Mukaddimetü’l Hakâyık, Kabalcı Yayınevi, 2010) düzyazı bir yapıtı ile ‘’İnsan’’ adlı bir risalesi olduğu bilinmektedir.
Seyyid Nesîmî hakkında yazılanlar
Nesîmî hakkında fazla bir kaynak yoktur. Nesîmî hakkında; Abdülbaki Gölpınarlı'nın ‘’Nesîmî, Usûlî, Rûhî’’ (Kapı Yayınları, 2014) (Kitap adında ismi geçen Usûlî; Nesîmî’nin takipçilerinden, Rûhî ise Bağdatlı Sufi Divan şairleridir), Reha Çamuroğlu'nun ''Sabah Rüzgârı'' (Doğan Kitap, 2000) ve Hüseyin Ayan'ın ''Nesîmî'' (Türk Dil Kurumu Yayınları, 2014) eserleri incelenebilir.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hakkında "Allah her millete Yunus ve Nesîmî gibi şairler vermez" dediği şairdir Nesîmî... Seyyid Nesîmî için; Kastamonulu Latifî, Tezkire-i Latifî’de (Tezkire-i Latifi, Kastamonulu Latifi, 1894) “Aşk meydanının korkusuzu ve cesaretlisi, muhabbet Kâbe’sinin büyük fedaisi, seyyidlerin uyulmaya lâyık olanı Seyyid Nesîmî’dir” der… İrène Mélikoff da ‘’Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe’’’ (Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1999) isimli kitabında ‘’O Türk Hallâc-ı Mansûr’dur.’’ der.
Başkalarının onu tanıtmak için hakkında bir şey söylemelerine gerek yok aslında. Aşağıda verdiğim dizeleri Nesîmî'nin gerçekte tam olarak kim olduğunu anlatır. Anlayana tabii ki!
‘’Çün bildin mü`minin kalbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde Allah var?.
Her ne var âdemde var, âdem’den iste Hak'kı sen!.
Olma iblis-i şakî, âdemde sırrullah var!."
Seyyid Nesîmî gibi Kur’an’dan bu denli yararlanan başka bir Türk şairi yoktur. Mevlânâ’nın Seyyid Nesîmî’yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘‘Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İşte Nesîmî böyle bir velîdir. İşte bu kadar büyüktür Nesîmî.
Bu mülke çok şair gelip geçmiştir ama Nesîmî gibisi çok az gelmiştir. Kendisinde iki cihan sığmıştır ama bir kendisi bu cihana sığmamıştır...
Nûr içinde yatsın.
Osman AYDOĞAN
(*) Türk halk ozanları içinde bir başka Nesîmî daha vardır ki onu bu gruba dâhil etmedim: Nesîmî Çimen… Bu halk ozanımızı, Seyyid Nesîmî’nin diri diri derisini yüzen Halep Müftüsünün devamı ortaçağdan kalma karanlık bir güruh, 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde 35 insanımız ile beraber diri diri yakarak katletmişlerdi. Nesîmî Çimen’i daha önce bu sayfamda yazmıştım.
Seyyid Nesîmî’nin en bilinen şiiri ‘‘Bende sığar iki cihân’’ isimli, şiiridir… Bu şiiri ve günümüz Türkçesi ile açıklamasını aşağıda veriyorum. Ancak önce bu şiir için bestelenmiş bir müzikler
Azeri sanatçı Cavid Murtezaoğlu; ''Sığmazam''
https://www.youtube.com/watch?v=2suHVoArlmg
Mikail Aslan: Sığmazam
https://www.youtube.com/watch?v=tLTsAUHQ_pY
Güney Azerbaycan kökenli İngiliz şarkıcı, söz yazarı, besteci, yapımcı ve müzisyen Sami Yusuf'un eseri: Sığmazam''
https://www.youtube.com/watch?v=iBd1r5VOK2c
Bende Sığar İki Cihân
Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam
(İki cihan (dünya ve ahiret) benim içime sığar, ancak ben bu dünyaya sığmam.
Mekândışı olma cevheri benim, ancak yine de varlığa ve mekâna sığmam.)
Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam
(Bütün varlıklar ve mekân benim delilimdir. Başlangıcım varlık sahibi olan Zat’la başlar.
Sen beni bu işaretle tanı, ama ben bu işarete de sığmam.)
Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam
(Hiç kimse zanla, kuşkuyla Hakk’ı bilenlerden olmadı.
Hakk’ı bilen, benim zanna, kuşkuya sığmayacağımı da bilir.)
Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam
(Dış görünüşe bakıp bu dış görünüş içinde gerçek manayı, iç görünüşü tanı.
Çünkü beden de, ruh da benim. Ancak ben ruha da, bedene de sığmam.)
Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam
(Hem inci, yani iç; hem de inci kabuğu, yani dışım. Haşir, yani öldükten sonra ruhların dirileceği meydanın ve Sırat’ın başında buyruk kişisi benim.
Bunca kumaş ve binek takımıyla ben bu dükkâna sığmam.)
Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam
(İşte gizli hazine benim. Görünenin aynısı işte benim. Bu hazine kaynağının incisi de işte benim.
Ancak ben ne inci çıkan denize, ne de sustası çıkan kaynağa sığarım. )
Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam
(Yeryüzü ile gökyüzü ve “kâf” ile “nun”*gibi bütün her şey bende bulunduğu için, ey bana akıl vermeye kalkışan kişi sesini kes.
Çünkü ben, sözlere ve açıklamalara sığmam.
* “Kaf” ve “nun” harfleri Allah’ın “Kün” yani “Var ol” emrini ve bütün varlığı işaret etmektedir.)
Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam
(Gerçi her tarafı kaplayan ulu varlık benim, ancak bana insan adı verdikleri için görünüşte insanım. Yapı da, “ol” denilince olan da benim. Ancak ben bu mekâna da sığmam.)
Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam
(Ruhla aynı cihanı paylaşan, âlemle aynı zamanı yaşayan benim.
Ancak şu tuhaf duruma bak ki, ben ne bu âleme, ne de bu zamana sığarım.)
Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam
(Yıldızlarla felek benim. Vahiy de, onu getiren melek de benim.
Ey benim hakkımda konuşan kişi! Dilini tut ve konuşma, çünkü ben senin diline de sığmam.)
Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam
(En küçük varlık da, güneş de benim. Dört (dört unsur: toprak, su, rüzgâr, ateş), beş (beş duyu) ile altı (altı yön: sağ, sol, ön, arka, üst, alt) da benim.
Sözle anlatılan görünüşe bak, ancak ben anlatmaya da sığmam.)
Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam
(Sıfat ve Zât ile birlikteyim. Kadir ve Berat gecesi ile beraberim.
Şeker kamışıyla birlikte gül tatlısıyım. Bu yüzden kapalı ağızlara da sığmam.)
Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam
(Güneş benim, ay benim, bal benim, şeker benim.
Herkese akıcı bir ruh bağışlarım, ancak kendim bu akıcı ruha sığmam.)
Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam
(Ateş (Tur Dağı’nda Hz.Musa’nm gördüğü ateş) ile ağaç (Hz.Meryem’in hamileyken tutunduğu ağaç) benim. Göğün son katma çıkan taş da benim.
Bu ateşin zebanisini, yani cehennem meleğini gör. Çünkü ben bu dile de sığmam.)
Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam
(Her ne kadar bugün Nesîmî diye anılmaktaysam da Haşimi kabilesinin Kureyş boyundanım. Bunun için delilim uludur, fakat bu yüzden şana ve delile sığmam.)
Seyyid Nesîmî
Kul Nesimî
16 Mayıs 2010
Türk halk edebiyatında iki tane Nesimî vardır. Genellikle bu iki Nesimî birbirine karıştırılır. Bunlardan birisi 14. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş olan tasavvuf şairi Seyyid Nesimî'dir.
Diğeri ise 17. yüzyılda yaşadığı sanılan ve yaşamı pek bilinmeyen Kul Nesimî’dir. Asıl adı Ali’dir. Mahlasını 14. yüzyılda yaşamış olan bahsettiğim tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî'ye olan sevgisi dolayısıyla aldığı tahmin edilmektedir. Nerede yaşadığı konusunda yeterli ve kesin bilgiler yoktur. Saz elde, keçe külah başında, dere tepe, köy kasaba dolaştığı tahmin edilen bir derviştir Kul Nesimî…
Kul Nesimî’yi ve şiirlerini anlatan günümüzdeki tek eser Cahit Öztelli'nin ‘’Kul Nesimî’’ (Demos Yayınları, 2012) isimli eseridir.
Kul Nesimî bir şiirinde tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî'nin ölüm yılını ve tuttuğu yolu söylemek ister. Buna göre, Seyyid Nesîmî'nin ölüm yılına 264 katınca 1668 bulunur. Yani 17. yüzyılda yaşamıştır.
‘’İkiyiz altmış dört yıldan sonra
Bu nazmile bunu ettim ben izhar.’’
Kul Nesimî'nin asıl adının ‘’Ali’’ olduğunu söylemiştim. Bunu şu şiirinden biliyoruz:
‘’Mahlasım Nesimî, ismim Ali'dir
Bu çarh dönmektedir, sanmam halidir
Şükür kalbim iman ile doludur
Cürm'i isyanımız bileden beri.’’
Kul Nesimî bir şiirinde Yunus Emre'nin izleyicilerinden Hacım Sultan'a bağlı Sait Emre'nin soyundan geldiğini bildirir:
‘’Şükür Hakk'a iyd oldu
Katarımız mezid oldu
Ceddim Said Emre'dir
Nesli de Said oldu.’’
Kul Nesimî’nin günümüzde en bilinen ve bestelenmiş üç şiiri vardır… Birisi ‘’Minnet Eylemem’’ şiiri, diğeri ‘’Sorma Be Birader Mezhebimizi’’ şiiri ve sonuncusu da ‘’Ben Melâmet Hırkasını’’ isimli şiirleridir… Bu şiirlerin ilkini şimdi diğerlerini de yazımın sonunda veriyorum…
Minnet Eylemem
Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahîm’i
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.
Bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem.
Oy Nesimî, can Nesimî ol Ganî mihmân iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Ganî settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.
Şiirin anlaşılır olması için genç arkadaşlarıma bir küçük açıklama yapmam gerekiyor:
Sırat-i müstakim: Doğru yol, dosdoğru yol.
Hâr: Diken.
Rahîm: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir. Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere âhirette merhamet eden, onları koruyan, onlara acıyan demektir.
Ganî: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir, çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir.
Mihmân: Gönül misafiri.
Ahmed-i Muhtar: Hz. Muhammed’in güzel isimlerinden birisidir.
Settar: Allah'ın isimlerinden olup "ayıpları örten" anlamındadır.
Kul Nesimî günümüzde de yaşasaydı eğer bu şiirlerini kelimesini dahi değiştirmeden tekrar yazardı. Bu şiirlerin her bir kelimesi günümüzü anlatmaktadır. Baksanıza 17. yüzyılda bile böyle değildi bu coğrafya: Kur’an kurslarına bağış karşılığı din ulemasından cennet vaat ediliyor… Bir salgın hastalığın sebebi yine din ulemasınca belirli insanlara yükleniyor… Bir üniversitenin dekanı kamera önünde üniversitenin kız öğrencilerine salya akıttığını ifade ediyor… TV’lerde uluorta öldürülecek listelerinden, katliamdan bahsediyorlar… TV’lerde uluorta sıfatında Profesör olan kravatlı İŞİD’liler 12 yaşındaki kız çocukların evlendirilmesini konuşuyorlar… Sanırsınız ki Ortaçağdayız…
Kul Nesimî'nin yaşadığı 17. yüzyıldan bugüne dört yüzyıl geçti. O günden bu güne bu coğrafyada yaşayanlar, yaşananlar hiç değişmedi. Kul Nesimî'nin söylediği gibi yine o hale geldiler ki bu coğrafyada yaşayanlar; dile ve dine minneti olanların arasında kahroldular… İblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar oldular… Kula minnetli harislerden har oldular… Yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar oldular… Rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar oldular...
Bir acaip derde düştük herkes gitmektedir kârına... Bugün bulup bugün yiyoruz, Hak kerimdir yarına...
Osman AYDOĞAN
Kul Nesimî'nin ‘’Minnet Eylemem’’ isimli şiirini değişik sanatçılar yorumluyor… Ben en sevdiğim sıraya göre diziyorum... Hapsi ayrı ayrı güzel:
Ahmet Aslan: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=uqROdKnNfQk
Emre Sertkaya: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=jmpW71ep-wM
Serhat Durmuş: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=IY3tC92NppQ
Burcu Güneş - Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=D_NJGyW4YH4
Selda Bağcan: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=F_n9NVKRlS8
Ben Melâmet Hırkasını
Ben melâmet hırkasını kendim geydim eğnime
Âr-ü nâmus şişesini taşa çaldım kime ne
Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni
Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim ışk için
Sofular haram demişler ışkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne
Sofular secde ederler mescidin mihrabına
Benim ol dost eşiğidir secdegâhım kime ne
Nesîmî’ye sordular kim yârin ile hoş musun?
Hoş olam yâ olmayayım ol yâr benim kime ne
Sorma Be Birader Mezhebimizi
Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
Çağırma meclis-i riyâya (ikiyüzlü) bizi
Biz şerbet içmeyiz dolumuz vardır
Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz
Kıyl-ü kal (çiğ laf /boşboğazlık) bilmeyiz ifta (fetva verme) bilmeyiz
Hakikat bahsinde hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır
Nesîmî esrârı fâs etme (gizini açıklama) sakın
Ne bilsin ham ervah (ham ruhlar) likasın Hakk’ın
Hakk’ı bilmeyene Hak olmaz yakın
Bizim hak katında elimiz ( yerimiz, yurdumuz) vardır.
16 Mayıs 2020
Mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairi, İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgini ve İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan bir bilge kişidir İbnü’l Arabî…
İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir… Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh).
İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder.
Tasavvufta o bir başlangıçtı, ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…
Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.
İbnü’l Arabî, 1182'de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanır…
Ve Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra keşif için yola çıkar İbnü’l Arabî… Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur.
İbnü’l Arabî, 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Şam’da vefat eder.
İbnü’l Arabî Konya, Sivas ve Malatya’da
İbnü’l Arabî Selçuklu hükümdarının daveti üzerine 612’de (1215) Bağdat'tan Konya'ya gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Yukarıda bahsettiğim Endülüs tarihçi Miguel Asin Palacios, onun Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı Hristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü’l Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Konya, Sivas ve Malatya’da bulunur.
Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.
Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."
Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.
İbnü’l Arabî, Konya’dan sonra Halep ve Sivas’a gider. Buralarda bir süre kaldıktan sonra 615’te (1218) Malatya’ya yerleşir. Burada dört yıl kalır. Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlenir. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya gelir… Böylece Muhammed Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşi olur...
Şu sözleri onu anlatmaya yeter:
"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’
“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."
"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."
"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."
"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."
"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."
Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;
‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’
Mevlânâ’nın sanki İbnü’l Arabî'yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İbnü’l Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir. Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtilaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!
İbnü’l Arabî’nin kitapları
İbnü'l Arabî'nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!...
İbnü'l Arabî'nin Bu kitaplarından önemlilerinden bahsedeceğim…
Fütûhât-ı Mekkiye
İbnü’l Arabî bu eserini (Fütûhât-ı Mekkiye, Esma Yayınları, 2001) otuz yılda tamamlar. (Hicri 598 – 629) Eser 560 bölümden oluşur… İslam dünyasının tematik olarak hazırlanmış ilk ve tek ilimler ansiklopedisidir.
İbnü’l Arabî, ‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.
İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’ Bu sözü günümüzde anlayabilecek kaç din adamı vardır acaba?
İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) gördüğünü yazar. Bu kişi kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der. Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?
‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir. Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum. Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı; “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürünü olan bilgiler kendisine Mekke’de geldiği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çeşitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bütün bilgilerin ilâhî ilham (ilkâ-i rabbânîve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sürer. Yani ‘’fetih’’ dini bilmeyenlerin, dini siyasetlerine araç olarak kullananların anladığı şekliyle bir başka ülkenin işgali, alınması, topraklarına el konulması değildir…
Fusüs’ül-Hikem
İbnü’l Arabî’, Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs'ül Hikem’’i (Bilgelik Fanusları) (Kabalcı Yayınları, 2016) kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüyasında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.”
27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.
‘’Fusüs'ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”
Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.
İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’de şunları yazar;
‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’
"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi." İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.
‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar;
(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)
"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” (şura suresi, 42/11) diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” (şura suresi, 42/11) diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."
İlâhi Aşk
İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ (İnsan Yayınları, 2016) isimli kitabında aşağıdaki şu hikâye yer alır: (s. 134)
''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''
Aşkın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?
Şeceretü’n-Nu‘mâniyye
Önce bu kitap hakkındaki yanlış bilgileri düzeltmek istiyorum. Ne yazık ki ülkemizde İbnü’l Arabî’nin bu kitabı ‘’Eş-Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye’’ (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2017) ismiyle yayınlanır. Hâlbuki İbnü’l Arabî’nin eserini aslı sadece ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ şeklindedir. Bu yanlışlığa sebep ise Osman Gazi'ni doğumundan 18 yıl önce vefat eden İbnü’l Arabî’nin bu eserinde Osmanlı Devletinin kurulacağını müjdelemesi, sultanlarından ismen bahsetmesi ve Yavuz Sultan Selim’den bahsetmesidir.
İbnü’l Arabî “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder. Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’ Yavuz Sultan Selîm’dir. “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.
“Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir. ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn” (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!”) ifâdesiyle dile getirilmiştir…
İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da bir cami ve imaretininin inşasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Osmanlı son dönemine gelinceye kadar İbnü’l Arabî’nin Şam’daki türbesi ve camisinin bakımını üstlenir ve buraya görevli kimseler tayin edip maaş bağlar…
İbnü’l Arabî’nin kabri halen Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid) (2005 yılında Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana.)
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî'nin mezarı da aslında bahsettiğim gibi Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir. Allah rahmet eylesin
Diğer kitaplarında yer alan görüş ve hikâyeleri
İyi ve kötü
İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’ Bu sözdeki derinliği anlayacak günümüz dünyasında kaç Müslüman vardır acaba? Hiç yoktur değil mi?...
Gâvur hangisi, dayım hangisi?
İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:
''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.
Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci oradan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidâyete karşı delâleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "
Hz. İbrahim ve bir misafir
Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”
Marangoz ve minber
İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:
Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs' ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."
Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selâhaddinî Eyyubi diye andı.
Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''
İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri
Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.
Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.
Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”
Bir meczup
İbnü’l Arabî bir kitabında da şu hikâyeyi anlatır;
Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.
Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der; "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."
(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)
İbnü’l Arabî’nin tasviri
Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173)
‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.
Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).
İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.
İbnü'l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’
Roosewelt ve İbnü’l Arabî
Mahmut Sadettin Bilginer, ‘’Tasavvufta Allah ve İnsan’’ (H Yayınları, 2011) isimli katabında şu bilgiyi verir (s. 122-123):
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:
Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı… Ve devamla;
“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.
İbnü’l Arabî’nin görüşleri
İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü'l Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.
‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.
İbnü’l Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."
İbnü'l Arabî'den yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbnü’l Arabî'yi okuduğu bilinir.
Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî''yi... (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitaptır.)
İbnü’l Arabî’nin kendisi hakkında söyledikleri
Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"
Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.
İbnü’l Arabî’ye yöneltilen suçlamalar
İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler İbnü’l Arabî’nin inancına sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı pekiştirmişlerdir. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.
Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî; “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, idam edilmedi ama zındıklıkla suçlandı. Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”
İbnü'l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye'’deki sözleriydi. Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.
Arap dünyası İbnü’l Arabî’yi böylesine zındıklıkla, kâfirlikle suçlarken İbnü'l Arabî’ye sahip çıkan Osmanlı olur… Yukarıda bahsettiğim gibi Yavuz Sultan Selim tahrip edilen mezarını bulup ona bir türbe ve cami yaptırır… 18. yüzyılın dîvan şairlerinden Sünbülzâde Vehbî de İbnü'l Arabî hakkında bir menkıbe yazarak ona yapılanların bir tenkitten çok bir iftira olduğunu ifade eder:
“Sakın eslâfa, sakın ta‘netme
Mutaassıb revîşinde gitme
Hiç yakışmaz hele ehl-i dîne
İftirâ Hazret-i Muhyiddîn’e”
Hatta bu iftiralara karşı İbnü'l Arabî’yi savunmak için birçok Osmanlı şairi de kendisine methiyeler yazar. Meselâ Divân Şairi Nâbî bir şiirinde onu şu dizeleriyle över;
“Sürmedir hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Kimyâdır nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Sâf envâr-ı hakāyıktır onun âsârı
Zerre yoktur kederi Hazret-i Muhyiddîn’in.”
Yine Divan şairi Nâbî ‘’Hayrî-nâme‘’sindeki bir başka dizelerinde Hakk‘ı isteyen taliplere doğrudan doğruya Mevlânâ‘nın Mesnevî‘sini; İbnü'l Arabî‘nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Fusüs'ül Hikem'ini tavsiye eder:
''Tâlib-i Hakk‘a olur reh-nümâ
Nusha-ı Mesnevî-i Mevlânâ
Dide-i rûha çeker kuhl-ı husus
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah.''
Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."
Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)
(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…)
Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin, hidâyete erdirsin.. .
Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.
Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…
Ve günümüz
Günümüze, ülkemize gelirsek: Zamanında Arap Müslümanlarının tahrip ettiği İbnü’l Arabî’nin mezarını yapan, ona türbe inşa eden, bakım ve onarımını üstelenen, onu koruyan, onu savunan Türk Müslümanlığından yüzyıllar sonra Arap Müslümanlığına, Arap entegrizmine döndük… Araplar, İbnü’l Arabî’den sonra, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin etkisiyle Selefiliğin girdabına kapılmışlardı… Yüzyıllar sonra Anadolu coğrafyası da İbnü’l Teymiyye’nin izinden giderek Selefiliğin girdabına kapılıyor…
Kendi ordusuna Balyoz, Ergenekon diye uydurma davalarla kumpaslar kuranlara, bu kumpaslar neticesinde ordunun geleceği, kırk yılda yetişen pırıl pırıl subaylarını zindanlarda çürütenlere, bu kumpasçıları devletin bütün imkânlarıyla destekleyenlere, onlara ne istedilerse verenlere ne diyeceğiz? Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz…
Türkiye’nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. ‘’Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’’ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamber? Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün daha naaşı defnedilmeden arkasından yağdırılan nefrete, kine, hakarete ne diyeceğiz? Daha dün, 2017 Mayıs ayı başında Atatürk'ün annesine dil uzatanlara, Zübeyde Hanım'a İftira atanlara ne diyeceğiz? Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz…
Daha dün yine açlık grevinden ölen bir insanın defnine ‘’gömseniz bile cenazeyi çıkarıp yakarız’’ diye engel olanlara (09 Mayıs 2020) ne diyeceğiz? Yine daha dün ekranlardan insanları fişlemekle, ölüm listesi yapmakla, katliam yapmakla halkı tehdit edenlere (''15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Bizim aile 50 kişiyi götürür, benim listem hazır.'' 03 Mayıs 2020) (''Biz sokağa çıkarsak karınızı, çocuklarınızı bizden nasıl koruyacaksınız?'' 12 Mayıs 2020), bunlara engel olacakken seyreden, görmezden gelen hâkim güce ne diyeceğiz… Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz… Bunlar İbnü’l Teymiyye’nin izinden giden Selefi zihniyeti değil midir?
Zaten bunların ataları da İbnü’l Arabî’ye bile ‘’Şeyh’ül Ekfer’’ (Kâfir Şeyh) dememişler miydi? Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali. Zaten derdi İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır.'' İşte bu sözde Müslümanlar değil miydi Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam" diye şiir yazdıran? Ben bunlara daha ne diyeyim?
İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bu kehanetlere İbnü’l Arabî’nin ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ isimli eserini anlatırken Osmanlı ile ilgili olanlarından bahsetmiştim. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlenmiş. İbnü’l Arabî bir eserinde; yine günümüze ait bir kehanette bulunmuştu… Rahmetli Mustafa Kemal Atatürk'e, validesine, Yaşar Nuri Öztürk’e kin ve nefret kusanlar ile günümüzde toplumu bölen, kutuplaştıran, topluma kin ve nefret aşılayanlar, toplumu katliamla tehdit edenler ve tehditler karşısında susan Müslümanlar hakkında teeee o zamanlar şöyle yazmıştı İbnü’l Arabî’: (Gerçek müminleri tenzih ederek)
''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''
(İbnü’l Arabî, ‘’Et-Tecelliyet et-İlahiyya’’, Neş. Osman Yahya, Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî 1988, s. 458)
İbnü’l Arabî’nin bu kadar ileri görüşlü olduğuna inanmıyorsanız eğer; anlattıklarımın dışında etrafa, ekrana, erkâna, medyaya, kürsülere, mevkilere, makamlara ve siyaset sahnesine bir bakınız…
Sonra da sormuyorlar mı neden deizm artıyor bu memlekette diye...
Osman AYDOĞAN
Bir not: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır. Selefiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı Selefilikte aranmalıdır...
15 Mayıs 2020
‘’Bir gün İstanbul’dan 'Suzan' isimli bir kadın telefon ederek Bostancı Plaj Yolu’ndaki apartman dairesini Vakfımıza bağışlamak istediğini söyledi. Fenerbahçe Orduevinde buluştuk. Daireyi gördük ve tapu işlemlerini yaptık. Fakat hanımın şivesi bayağı bozuktu. Bir ara bunun sebebini sordum. Bana şöyle söyledi;
'Ben Yahudi asıllı Türk vatandaşıyım. Daha ortaokul sıralarında iken bir Türk gencine âşık oldum. Fakat kendisinin Kuleli Askerî Lisesine gitmesi sebebiyle ilişkimizi masumane sevmekten ileri götüremedik. Devamında sevgilim subay çıktığı için benimle evlenmesi o zaman için yasaktı. Zaman, sevgimizi artırarak geçti. Sevgilim general oldu, nihayetinde emekli oldu. Akabinde evlendik. Eşim vefat etti, bu daire bana eşimden kaldı. Manevi bir oğlum olmasına rağmen bu daireyi ona bırakmak istemedim. Türk askerinden kalan bu dairenin, Türk askerine hizmet veren Vakfınıza bağışlanmasını uygun buldum. Asıl ismim Suzi’dir. Şivemdeki bozukluğu gizlemek için kendimi de Girit göçmeni bir Türk olarak tanıttım. Şu anda arzumu gerçekleştirdiğim için çok mutluyum.'
Bu olayda aşkın yüceliğini, nelere kadir olduğunu ve bir kardeşimizin asaletini gördüm.’’
Raif Babaoğlu, E. Tuğg. TSK Mehmetçik Vakfı ilk Genel Müdürü, TSKMEV 30 Yıl Yayını, 2012, s. 42
Osman AYDOĞAN
Bu da benim notum:
Bahsi geçen general E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar’dır. E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar 29.06.1985 tarihinde, daireyi Vakfa bağışlayan Suzi Umar ise 13.02.1995 tarihinde vefat eder. Bağışlanan dairede 2018 tarihine kadar TSK Mehmetçik Vakfı İstanbul Anadolu Yakası Temsilciliği faaliyet gösterir… Dairenin dâhil olduğu site kentsel dönüşüm altında 2018 yılında yıkılır. Halen devam eden inşaatın Eylül 2020 tarihinde tamamlanması beklenmektedir. Muhtemel ki TSK Mehmetçik Vakfı İstanbul Anadolu Yakası Temsilciliği bu binaya yeniden taşınacaktır. Ancak daire, bina, ortam, hatıralar aynı olmayacaktır…
15 Mayıs 2020
Madem hikâyelere daldık, devam edeyim o zaman... Bu sefer de eski zamanlardan kalma bir derviş hikâyesi:
Bir derviş hikâyesi
Tekkesinde okuduğu, yaşadığı, öğrendiği ve fark ettiği hakikatlerin belli bir düzeye eriştiğini düşünen dervişlerden biri yollara düşer. Yıllar önce ayrıldığı dostlarını, akrabalarını, arkadaşlarını ve yeni simaları ziyaret edecek, onların ahval ve şeraitini seyredecek, gerektiğinde onlara öğrendiklerini aktaracak ve onlara doğru yolu gösterecektir.
Önce teyze mesabesinde görüp sevdiği, anne yarısı saydığı bir hanıma uğrar. Misafir kaldığı süreçte teyzenin hiç değişmediğini, yıllar öncesinin titizliğini koruduğunu görür. Titizlik ne kelime, hatta hamaratlık da ne? Takıntı derecesine gelmiş bir ev düzeni ve temizlik tutkusu! Çekyat köşesine konan kırlentlerin gülleri yukarı gelmeli! Sofrada kaşık ve çatallar askerî nizamda durmalı! Misafir varken çocuklar çıt çıkarmamalı! Hatta mümkünse çocuklu misafir alınmamalı ki yastıklar devrilmesin, minderler zedelenmesin!..
Teyzenin halini seyreden derviş kendi kendine mırıldandı: ''Titizlik fitili ile kendi cehennemini ateşlemiş, bir güzel yanıyor! Azap çektiği belli ama sebebinden habersiz… Acı çekiyor ama putunu kırması da kolay değil..''
Değerli bir büyüğünün sözlerini hatırladı: ''Herkesin kötü saydığı özelliklerimizi kabul etmek ve değiştirmek kolaydır. Ama asıl zor olan; iyi sandığımız, hatta bizi temayüz ettirdiğine, bize vasıf kattığına inandığımız özelliklerimizdir bizi Hak'tan perdeleyen !..''
Bu sözleri düşünürken teyzesine döndü: ''Teyze seni yormuyor mu titizlik? Çocuklar, temizlik, misafirlik yormuyor mu? Hem bunca titizlik kötü değil mi?..''
''Asla'' dedi teyze. ''Titizlik niçin kötü olsun? Hem Allah temizliği emrediyor. Rasulullah temiz olanları seviyor. Benim hiçbir aşırılığım yok, insanlar paspal ve pis!''
''İyi ama, bu titizlik seninle çocuklar ve misafirler arasına perde çekmiyor mu? Seni bazı kişilerden uzak tutmuyor mu? Onlar da Allah Kulu değil mi?'' diye sordu derviş.
Teyze anlayacak gibi değildi: ''Bak evladım, temiz ve düzenli olmayandan hayır gelmez. Öyle misafir olmaz olsun!.. Çocuk da çocukluğunu bilecek!.. Şımarık şeyleri hiç çekemem!..''
Derviş teyzesinden ayrılırken şunları yazdı güncesine: ''Temizlik ve titizliğin bir insanı cehenneme sokacağını söyleseler inanmazdım. Demek; iyi sandığımız şeyler perdemiz ve azabımız olabiliyormuş. Bu derece titiz olmasa, azıcık esnese, çocukları daha çok sevecek, daha çok insanın gönlüne girecekti teyzem. Ama O, kendi dünyası ve kuralları ile yalnız yaşamayı seçmişti. Cehennem gibi bir yaşam olduğunu fark edemeden!''
***
Bir başka dosta yol uğrattı. Geniş bir çevresi, hatırı sayılır çalışmaları, emekleri vardı. Tecrübeliydi. Büyüktü. Saygındı. Saygınlık bekliyordu. Beklediği şeyler olmadığında köpürüyor, bir şekilde ortamı geriyor, etrafına çekilmezlik çemberi örüyordu. Hep yanlış yoldaydı insanlar. Oysa O doğrusunu öneriyor ama en yakınları bile takmıyordu.
Sabırla dinledikten sonra derviş söze girdi: ''Acaba hiçbir şey beklemeseniz insanlardan nasıl olur? Hatta saygı bile beklemeseniz! Nasılsa görmüş geçirmişsiniz. Bırakın anlamasınlar. Bırakın saymasınlar. Siz biliyorsunuz ya, yetmez mi?''
''Yetmez!'' dedi O Büyük, ''Yetmez! Saygı olmadan edep olmaz, edep olmadan da mesafe alınmaz.''
Derviş: “İyi ama bakın bu durum sizi üzüyor farkında mısınız?..”
''Ben onlara üzülüyorum, hakikati görmüyorlar diye'', dedi öteki.
Derviş biraz daha ileri giderek: “Onların hakikati görmemesi mi, yoksa beklediğiniz saygıyı göstermemeleri mi sizi üzüyor?.. Bunu iyice düşündünüz mü?..”
Ummadığı bir şey oldu. Epeydir görüştüğü o dost volkan gibi patladı: ''Ukalalık istemez!... Sen giderken biz geliyorduk. Senin yaşın kadar benim rahle-i tedrisim var, anlıyor musun?..''
Derviş usulca müsaade istedi… Bu dostunu da ilim ve emek kılıfı geçirilmiş beklenti cehennemi yakıyordu. Yanmasın isterdi ama O bunda ısrarlı ise ne yapabilirdi ki?..
***
Son olarak bir gençle çay içimi oturacaktı. Delikanlının sorunları vardı. Gençler nasihati ve tecrübeyi pek takmaz ama anlaşılmak da isterlerdi. Genç, hayal ve ideallerden bir dünya kurmuştu kendine. Öylesine uçuk, öylesine gerçek dışı idi ki hayalleri; günün birinde yıkılacak, yıkıldığında da acı çekecekti. Onu da sabırla dinledi derviş. Her derdine hak verdi.
Kendisine sıra gelince cümleleri özenle seçerek söze girdi: ''Gençsin, idealistsin, haklısın ama Allah sisteminde uçuk hayallere ve ideallere yer yok. Sistem işliyor. Sistemin kurallarına uyar ve mekanizmayı kavrarsan acı çekmez, hedeflerine de bir bir varırsın Allah’ın izni ile…''
Daha sözünü bitirmemişti ki genç patladı: ''Bana o kavramlarla ve öyle yazıp konuşanların ağzı ile anlatma! Sevmiyorum!.. Sistemmiş, mekanizma imiş, sünnetullahmış açmaz beni!..''
''Kişiyi bırak, sana açtığı yola ve ilme, manaya bak!'' dedi ise de dinletemedi.
Bu genç de özden çok kişilere, kavramlara takmış, kavram ve kişilerden bir cehennem tutuşturmuştu. Derviş usulünce vedalaşıp oradan da ayrıldı.
***
Tekkesine döndüğünde olanları mürşidine anlattı derviş: ''Efendim, âlemi bir dolaşayım dedim. İnsanlar kendilerine cehennem kurmuşlar. Ateşten çıkmaları an meselesi. Ufak bazı noktaları bir görseler dünyada cennet yaşayacaklar. Ama hiçbirine gösteremedim. Onları ateşten çıkaramadım efendim. Bitkinim ve çok üzgünüm.''
Mürşidi uzun uzun baktı gözlerine.
Büyükler kısa ve öz konuşurdu. O da öyle yaptı:
''Demek bizim küçük derviş hidâyet dağıtmaya soyundu öyle mi?.. Hidâyeti kim verir derviş?..''
''Allah efendim, sadece Allah!..''
''Öyleyse?...''
Derviş bir süre suskun kaldı... Başını öne eğdi, gözlerini yere dikti... Sonra da yavaş bir sesle:
''Anlıyorum Efendim bağışlayın!..''
''Seni Allah bağışlasın. Haydi geç hücrene de iyi bir tövbe et, sonra gel bugünkü Kur’an dersini ver!..''
Derviş hücresine geçti. Abdestini aldı, seccadesine oturdu ve tövbe etti Rabbine.
Gözlerinden iki damla yaş süzülürken şöyle niyaz ediyordu derviş: ''Nâr da senin nûr da!.. Cennetin kadar cehennemin de güzel… Bağışla beni sistemine kafa tuttum! Sadece dostlarım yanmasın, kurtuluversinler istemiştim. Hidâyet sendendir. Nâra seçtiklerin de, nûra seçtiklerin de güzel… Ben kimim ki?... N’olur bağışla!'' (Alıntıdır)
Hikâye bu kadar...
Hidâyet nedir? Hidâyeti kim verir?
Hidâyet, İslam dini terimidir. . Hidâyet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola ulaşmak, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek anlamındadır. Kur’an’ı Kerim’de birçok ayette yer alır. Bu ayetlerden bir kısmı şu şekildedir:
‘’Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidâyet edendir (doğru yola eriştiren) (Taha, 50)
‘’Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder, iletir.’’ (Bakara, 213)
‘’Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidâyet eder. (doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur.) (Fatır, 8)
‘’Allah, dilediğine hidâyet verir. (İslamiyet’e ulaştırır), dilediğini dalâlette bırakır.'' (İbrahim, 4)
‘’Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir.'’ (Bakara, 120)
“Şüphesiz hidâyet, Allah’ın hidâyetidir.’’ (Ali İmran, 73)
Bu ayetlere göre hidâyet Allah'a mahsustur. Hidâyete sadece ve sadece Allah erdirir.. Kullara mahsus bir şey değildir...''Allah hidâyete erdirsin'' duası; ''Allah doğru yola yöneltsin ve doğru yol üzerinde sabit kılsın, gerçek kurtuluşa ve feraha eriştirsin'' manasında bir duadır...
Hayrın ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren de ancak O'dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine örnek davranışlarıyla sadece vesile olurlar.
Hidâyet vermek sadece Allah'a mahsustur, sadece Allah’a aittir. İnsanlar kimseye hidâyet veremez...
Ve günümüz...
Ama heyhat ki heyhat!
Etraf, ne yazık ki kendisini Hüdâ yerine koyup insanlara hidâyet vermeye kalkan, topluma kendi ilkel ahlâk anlayışını ve kendi ilkel davranış kalıplarını dayatmaya çalışan, bu yönde baskı yapan ham ervahla, gafil sofularla ve çiğ siyasetçilerle doludur…
Yüce Allah onları da hidâyete erdirsin!
Osman AYDOĞAN
14 Mayıs 2020
Kadının biri, cömert olduğu söylenen yaşlı bir bilgeye gidip: ‘’Bu şehirde benden fakir insan yok!’’ demiş. ‘’Bana biraz yardım eder misiniz?’’
Bilge adam, kadının kucağındaki bebeğin bir ipeği andıran yanaklarını okşayıp öptükten sonra: ‘’Demek fakirsin!’’ demiş. ‘’Hem de çok fakir’’ diye cevaplamış kadın... ‘’Ama karşılıksız yardım yapmak, âdetim değildir!’’ demiş yaşlı bilge. Ve devam etmiş: ‘’Eğer yardım istiyorsan, çocuğunun parmağını satman gerekir.’’
Kadın, önce deli olduğunu sanmış bilgenin. Daha sonra da, kötü bir şaka yaptığını... Ama adam ciddî görünüyormuş. Kadına bir kese altın uzatıp: ‘’Ayak parmağına da razıyım!’’ demiş. ‘’Zaten cerrah olduğumdan, ona acı çektirmem.’’
Kadın, bütün kanını donduran bu teklif üzerine kaçmayı düşünürken, adam: ‘’Sadece tırnağını söksem de olur!’’ diye devam etmiş. ‘’Biliyorsun zamanla yenisi çıkar.’’
Kadın, bu ruh hastasına daha fazla dayanamamış. Ve kapıyı çarpıp uzaklaşırken, adam onun arkasından: ‘’Nasıl bir fakir olduğunu anlayamadım!’’ diye bağırmış. ‘’Kucağındaki hazinenin tırnak kadar bir parçasını, bir kese altına değişmiyorsun!’’ (Alıntıdır)
Bazen o kadar başka şeylere yoğunlaşır, kafamızdan sürekli olarak o düşünceleri geçiririz ki, elimizde var olan zenginliklerin farkında bile olmayız. Sağlık gibi, evlat gibi, ana, baba, kardeş, eş, dost, arkadaş gibi…
Osman AYDOĞAN
14 Mayıs 2020
Mademki son yazılarımda hikâyelere daldım.... Bugün de bir derviş hikâyesi ile devam edeyim o zaman...
Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele konusunda epey mesafe kat etmiş.. Meşrebinin usûlünce bundan sonra belki de ya Kalenderî ya da Melami olacaktır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan soyunacaktır. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ve bir asa taşımaktan ibaret değildir elbette. Her türlü gösterişten arınmak gereklidir… Saç, sakal, bıyık, kaş… Ne varsa hepsinden... Derviş, usûle uygun hareket eder, soluğu mahalle berberinin koltuğunda alır.
''Vur usturayı berber efendi'' der. Berber, dervişin saçlarını köpükler, itina ile kazımaya başlar. Derviş aynada kendini seyretmektedir. Kafasının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın belalı bir kabadayı naralar atarak girer içeriye. Doğruca dervişin yanına yaklaşarak, başının kazınmış kısmına okkalı bir şaplak atar ve : ‘’Kalk bakalım kabak efendi, kalk da tıraşımızı olalım’’, diye kükrer. Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz. Ses çıkarmaz, usulca bir derviş edasıyla çekilir köşeye. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat belalı kabadayı tıraşı bitene kadar sürekli aşağılar dervişi, inanışını ibadetini taatını…… “Kabak aşağı, kabak yukarı…”
Nihayet tıraş biter. Bıyıklar yağlanmış kokular sürülmüştür. Kabadayı koltuktan kalkınca tekrar döner dervişe, başının kazınmış kısmına okkalı bir şaplak daha atar ve koltuğu gösterir. ‘’Otur kabak efendi…’’ der.
Kabadayı dükkândan çıkar. Dükkân meyilli bir yol üzerindedir. Henüz birkaç adım gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri ok karnına dalıverir kabadayının. Kabadayı oracıkta bir kurbağa gibi serilip kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın mı şaşkın…
Berber bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar: ‘’Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?’’ Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: ‘’Vallahi gücenmedim, alınmadım söylediklerine, yaptıklarına, nefsime ağır da gelmedi hatta hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, bu kabağın da bir sabısı (sahibi) var. O'na dokunmuş olmalı.’’ (Alıntıdır)
Seyyid Nesimî de boşuna söylememişti zaten:
‘’Çün bildin mü`minin kalbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde Allah var?.
Her ne var âdemde var, âdem’den iste Hak'kı sen!.
Olma iblis-i şakî, âdemde sırrullah var!."
Yüce Allah her haksızlığın karşılığını bazen anında verir bazen de zamana bırakır ancak öte dünyaya bırakmaz. Bu nedenle eskiler derdi ki ‘’Allah ihmal etmez, imhal eder''. (imhal etmek; zamana bırakmak) Bakınız etrafınıza! Tonlarca örneklerini görmüyor musunuz?….
Gerçi bunlar yüzlerce yıldır söylenen, bilinen, anlatılan gerçeklerdir. Ancak insanoğlu bir türlü anlamak istemez. Yunan stoacı filozof Epiktetos da bu gerçeği teeee yirmi asır önce görmüş ve şöyle söylemişti:
"Kader eninde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir..."
''Kul hakkı'' diye aslında anlamını da pek bilmeden çok sık kullandığımız bir kavram var ya... İşte burada kastedilen ''hak'', kulun sabısı ''Allah'ın hakkı''dır ''Allah'ın hakkı''...
Bütün kabakların da sabısı Yüce Allah da hakkını öte dünyaya bırakmıyor zaten....
En fazla da imhal ediyor!
Osman AYDOĞAN
Nalıncı Memi Dede
13 Mayıs 2020
Geçen hafta İstanbul'daki küçük tarihi mekânları ve bu mekânı yaptıran, bu mekânda yaşayan adsız şansız Allah dostlarından, Hüseyin Ağa’dan, Arakiyeci İbrahim Ağa'dan ve Fasîh Dede’den bahsetmiştim... Bu gün yine adsız şansız bir başka Allah dostu olan Nalıncı Memi Dede'yi anlatacağım.
Günümüzde Nalıncı Memi Dede'den bahseden tek kaynak Evliya Çelebi'nin ''Seyahatnamesi''dir...
Evliya Çelebi, ‘’Seyahatnâme’’sinde Nalıncı Memi Dede'den şöyle bahseder:
''Nalıncı Memi Dede, Bergamalı‘dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkânda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkân, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkâna girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir.
O tarihte (Nalıncı Memi Dede'nin vefatından çok sonra) Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı Dede’nin dükkânı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Hüseyin (Nalıncı Memi Dede'nin torunu) dükkânda çalışmaktaydı. 'Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!' dediklerinde: 'Burası, benim dedemin dükkânıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam' diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkân yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkân sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi‘yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkânı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz.
Anlatılır ki: Memi Dede, öldüğü gece Sultan III. Murad‘ın rüyasına girer ve şöyle seslenir: ‘Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.'
Memi Dede, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır.'' (Evliya Çelebi – Seyahatname’sinden)
Sultan III. Murad‘ın rüyası
Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede ve Sultan III. Murad‘ın rüyasının ol hikâyesi şu şekildedir:
Sultan III. Murad Han yukarıda bahsedilen rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:
“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
Sultan Murat Han: “Akşam garip bir rüya gördüm.”
Vezir: “Hayırdır inşallah efendim!?”
Sultan Murad Han: “Hayır mı, şer mi öğreneceğiz inşallah!. ”
Vezir: “Nasıl yani?” diye sorar.
Padişah vezire: “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”
Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola. Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur. Etrafına dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar: “Kimdir bu yerde yatan?”
Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”
Padişah: “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”
Ahaliden biri atılır: “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”
Bir başkası ayrıntıya girer: “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının hasını yapardı. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine… Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”
Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır: “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”
Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına… Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser: “Dur vezir nereye?” der.
Vezir Siyavuş Paşa: “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”
Padişah: “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.
Veziri: “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.
Padişah vezirine itiraz eder: “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…”
“Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..
Padişah: “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.
Vezir şaşkınlık içinde: “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.
Padişah: “Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.
Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır: “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan…” Padişah vezirin sözünü keser ve: “Merak etme, ben hallederim hepsini…” der.
Vezir bakar ki Padişah kararlı: “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah: “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.
Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine… Ve gelirler camiye… Vezir sağa sola koşturur. Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .
Böylece meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine… Vezir sorar: “Sultanım, nereye defnedeceğiz?” Padişah: “Evinin bahçesine… Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der…
Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.
Neden sonra Padişaha: “Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.
Padişah: “Helal olsun... Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar…
Yaşlı kadın: “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”
Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına: “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.
Yaşlı kadın ‘’tabii’’ dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar: “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm… Akşamlara kadar nalın yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”
“Niye?” diye sorar Padişah…
Yaşlı kadın: “Müslümanlar içmesin diye. . . ”
Padişah şaşkınlık içinde: “Hayret!!..” der.
Yaşlı kadın devam eder: “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”
Padişah merakla: “Ne gibi?” diye sorar.
Yaşlı kadın: “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek...' deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım.”
Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır. “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” diye söylenir.
Yaşlı kadın: “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun… Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescitlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı ki tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi…”
Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:
“Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen ortada kalacak’ demiştim… O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti. Ben de ona; İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün dedim.”
Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar: “Peki o ne dedi?”
Yaşlı kadın: “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?’…”
Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede’nin ol hikâyesi işte böyledir..
Nalıncı Memi Dede’nin kimliği
Asıl adı Muhammed Memi Efendi’dir. Bergama' lıdır.1592 yılında vefat eder. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görür. Ve mübareği evine defneder. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurur. Dahası bir tekke ile yaşatır adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Cami karşısındadır… Sultan Murad da üç sene sonra rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Ve…..
İşte Nalıncı Memi Dede daha önce de anlattığım adsız şansız Allah dostlarından biridir. Allah rahmet eylesin...
Nalıncı Memi Dede gibi öyle adsız şansız Allah dostu kullar vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
Ve günümüzde öyle adlı şanlı, şaşalı, tantanalı para, güç ve iktidar dostu kullar vardır ki halk onları bilir… Ki onlar erkâna uymayıp ekrana itibar ederler, mabetten medyaya transfer olarak “pop-star”a dönüşürler… Ki onlar on milyonluk villada otururlar, villası boyanırken beş yıldızı otele taşınırlar… Ki onlar müridelerini kara çarşaflara sokarken, kerimelerini ise kuğu misali bembeyaz libaslar içerisinde ve şaşalı bir şekilde İstanbul’un Boğaz kıyısındaki en lüks oteli “Four Seasons İstanbul Bosphorus Hotel”de düğününü yaparlar… Öykündükleri Osmanlı anlattığım gibi böylesi rüyalar görürken onlar sürekli darbe rüyaları görürler…
Osman AYDOĞAN
Fasîh Dede
13 Mayıs 2020
Mademki son yazılarımda İstanbul'un tarihi küçük camilerinden ve onları yaptıran Hüseyin Ağa ve Arakiyeci İbrahim Ağa'dan bahsettim, bugün de İstanbul'da yaşayıp da pek kimseciklerin bilmediği bir tarihi mekândan ve bir tarihi kişilikten, Fasîh Dede'den bahsedeyim...
Fasîh Dede
Fasîh Dede, 17. yüzyıl Osmanlının Divan şairidir. Türkçe, Arapça ve Farsça akıcı üslupta şiirler yazar. Asıl adı Fasîh Ahmed’dir. Fasîh Dede olarak nam salar. İstanbul’da doğar ancak doğum tarihi belli değildir. 1699’da İstanbul'da vefat eder. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtipliğini yapar. Görevinden ayrılarak Galata Mevlevihane’sine girer, Gavsi Dede’ye bağlanarak Mevlevi olur. Fennî Mehmet Dede Efendi’den resim dersleri alır. Kendisi dönemin ünlü hattatlarındandır. Geçimini de kitap kopya ederek sağlar. Şiirleri ''Farsça Divançe'' isimli bir kitapta toplanmıştır.
Şiirlerinden bir örnek:
"Geceler azmettiğim ol mâh'a sâyem havfidir.
Bir tarik ile kabul etmez muhabbet şirketi"
(O ay yüzlünün yanına hep geceleri gitmemin sebebi, gölgemin de benimle gelmemesi içindir. Çünkü sevgi, hiçbir yolla ortaklık kabul etmez.)
Fasîh Dede'nin Mersiye-i Kerbelâ'sını da yeni yazıyla ve hat sanatıyla yazılmış orijinal halini de yazımın sonunda veriyorum.
Fennî Mehmet Dede’den aldığı resim dersleri sayesinde bir oto portresini yapar ve resmi ‘’Elfakir Fasihü’l Mevlevi’’ olarak imzalar. 1104 (1692/93) tarihli bu resim, Fasîh Dede’yi başında Mevlevi külahı ve Mevlevi giysileri içinde gösterir. Bu oto portreyi de yazımın sonuna ekliyorum.
Fasîh Dede ve kedileri
Fasîh Dede’nin dergâhında onlarca kedileri vardır… Fasîh Dede kedilerine dergâhtaki hücresini paylaşacak kadar düşkündür. Dergâh sakinleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmasına, bakılıp beslenmesine, koridorlarda dolaşmasına, bahçeye girip çıkmasına, şüphesiz diğer odaları da ziyaret etmesine ses çıkarmazlar. Çünkü dergâh sakinleri de varlığın sırrını bildikleri için, uyuyan sokak köpeklerini dahi uyandırmamak adına onların sağından solundan geçen insanlardır.
Fasîh Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölür. Onların tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına gömer. Demek ki bir zamanlar İstanbul’da; bir kediye bile, hakka yürürken, saygıyla yaklaşıp kefenle, ritüelle uğurlayan insanlar vardır!
Fasîh Dede 1699 yılında vefat ettiğinde aynı gün kara kedisi de ölür ve beraber kefenlenip beraber gömülürler. Mezarı Galata Mevlevîhânesindedir. Mezar taşında; ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılıdır. Mezar taşının fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum.
Fasîh Dede’yi anlatan kaynaklar
Fasîh Dede'nin eserleri vardır ancak kendisini anlatan yazılı bir eser ne yazık ki yoktur. Sadece Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt ile Rehber Ansiklopedisi, 7. Ciltte Fasîh Dede'den bahsedilmektedir.
Fasîh Dede’yi bu kadar anlatmamın nedeni onunla ilgili bir hikâye…
Fasîh Dede ve bir imam hikâyesi
Fasîh Dede her akşam Galata Balıkpazarı’nda, bir meyhanede demlenir, dergâha, “Âheste reviş hüsn-i edâ Mevleviyâne” (Mevlevihaneye yavaşça gitmek) bir tarzda sallana sallana, yalpa vura vura çıkar ve dergâha yakın Şah Kulu Mescidi’nin önünde oturup akşam namazını bekleyen imama, mestâne (sarhoş gibi, kendinden geçmişçesine) bir “Selâmün aleyküm imam!” dermiş. İmam, başta sikke, sırtta hırka, bu Mevlevi dervişinin halini ibretle seyreder, başını sallar, lâ-havle çeker, selamını kerhen alırmış.
Fasîh, bir gün yine aynı eda ile gelirken imam Fasîh’in selamını almamaya karar verir, inat eder, kararını da yerine getirir.
İmam o akşam rüyasında görür ki kurbağa olmuş. Badik badik giderken havadan süzülüp inen bir kartal, imamı pençesine taktığı gibi havalanır. Kurbağa şeklindeki imam bir aralık aşağıya bakar, sivri, yalçın kayalarla dolu bir yer. ''Eyvah'' der, “pençesinden kurtulursam düşüp pestilim çıkacak, düşmezsem akıbetim belli.” Tam bu sırada kartal birdenbire pençesini açar ve imam hızla düşer. Fakat bir de ne görsün? Aşağıda Fasîh Dede eteğini açmış bekliyor. Lop deyip eteğine düşer ve irkilerek kan ter içinde uyanır. Sarhoştan keramet, bu nasıl şey? Bir hayli düşünür uykusu kaçar. Sabah da yakın, abdestini tazeler camiye gider.
Günün dağdağası rüyasını unutturmuştur. Akşam namazını, yine cami önündeki alçak ve arkalıksız hasır iskemlesine oturmuş beklerken bir de bakar ki Fasîh sallana sallana yine yukarıya doğru geliyor. Geceyi hatırlar yüreği oynar, önünü kavuşturur. Derken Fasih imamın hizasına gelince, harfleri çiğneye çiğneye der ki:
-''Selamün aleyküm imam. Gördün ya, dün gece Fasîh’in eteği olmasaydı yamyassı olacaktın.''
Allah'ın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler.
Osman AYDOĞAN
Mersiye-i Kerbelâ
Bu mâtemde olan derd- ile hicrâna devâ olmaz,
Bu, feryâd-ı Hüseyni’dir, dahi uşşak nevâ olmaz,
Hüseyn- ile Hasen’dir, ol Resûl’ün kurret’ül’ aynı,
Sevenler âl-ü evlâdı, eşiğinden cüdâ olmaz.
Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk- olsun,
Tariykatte budur âyin, buna illâ ve lâ olmaz.
Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.
Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.
Mersiye: Bir ölünün ardından duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak, ölen kişiyi övmek amacıyla kaleme alınan düzyazı ya da şiirdir. Kutsal günlerde, ölüm törenlerinde mersiye okuyan kişiye de ‘’mersiyehan’’ denir.
Fasîh Dede’nin bu Farsça divançesinde “În nağme-i Mâtem-i Huseyn est’’ (Bu Hz. Hüseyin’in Matemi’nin nağmesidir) başlıklı bir kaside de yer almaktadır. Bu kaside otuz beyitten oluşmaktadır. Bu kasidede Fasîh Dede, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi üzerine kendi yüreğinde hissettiklerini dile getirmektedir. Şair sürekli ağlamakta, kanlı gözyaşı dökmekte olduğundan, aklını şuurunu yitirdiğinden bahsetmekte, kasideyi Hz. Hüseyin’in kabrinin Resulullah’ın alnının nuruyla dolması dileğiyle bitirmektedir.
Mersiye-i Kerbelâ'nın hat sanatıyla yazılmış hali:
Burada Mersiye'nin aşağıdaki son iki beyti yazmaktadır:
Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.
Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.
Fasîh Dede'nin ‘’Elfakir Fasîhü’l Mevlevi’’ olarak imzaladığı oto portresi. (1104) (1692/93)
Fasîh Dede’nin Galata Mevlevîhânesindeki üzerinde ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılı mezar taşı ve mezarı:
Halil Cibran
12 Mayıs 2020
‘’Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır.’’ Halil Cibran
Dün Halil Cibran’ın dört kitabından alıntılar verince bugün de Halil Cibran’ı anlatmak farz oldu… Arka arkaya oldu ama hoş görün… Hangi yaşta olursa olsun Halil Cibran’la tanışmalı insan. Kitapla tanışmamış insan bir şey kaybetmiştir, ancak Halil Cibran’la tanışmamış insan ise çok şey kaybetmiştir.
Halil Cibran kimdir?
Dilsiz Doğu’nu dili, kör Batı’nın gözüdür ‘’o’’.
Doğu'nun Batılı şairidir ‘’o’’.
20’nci yüzyılın dünyasının Shakespeare ve Lao Tzu'yla beraber en çok okunan üçüncü yazarıdır ‘’o’’.
1923'ten bu yana ABD'nin en çok satanlar listesine İncil'in ardından ikinci olan "Prophet/Ermiş" isimli kitabın yazardır ‘’o’’.
Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maouluf’un; "1968'in Paris'inde bir özgürlük manifestosu olarak elden ele dolaşan bir metindi’’ dediği "Prophet/Ermiş"in yazarıdır ‘’o’’.
Yine Amin Maalouf’un "Prophet/Ermiş"in günümüzde yayınlanan Fransızca baskısının önsözünde "Bir edebiyat sürgünü" dediği yazardır ‘’o’’.
1960’lı ve 70’li yıllarda Batı Avrupa ve ABD’inde gençlik arasında en çok okunan ve tartışılan yazarlardan birisidir ‘’o’’.
Amerika'nın 28’nci Başkanı olan Woodrow Wilson’un; "o, Batı'yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır" dediği yazardır ‘’o’’.
Elvis Presley'in de sıkı bir hayranı olduğu ve eseri "Prophet/Ermiş"in binlerce kopyasını dağıttığın kişidir ‘’o’’.
Her zaman ve her yerde olduğu gibi, bunca beğeniye rağmen gençliği zehirlediği gerekçesiyle kitapları egemenlerce tehlikeli ve sakıncalı bulunan kişidir ‘’o’’.
"Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur" sözünü söyleyebilen kişidir ‘’o’’.
"Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hâlâ tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum’’ ifadesini mektubunda yazan kişidir ‘’o’’.
‘’Katil olmamak, maktulün onurudur’’ sözünü söyleyebilendir ‘’o’’.
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ sözünün sahibidir ‘’o’’
‘’Eğer ödülse dinin amacı, eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar demekse ve eğer eğitim ilerlemek içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı yeğlerim’’ sözlerini söyleyebilen bir düşünürdür ‘’o’’…
Dualarını ‘’Tanrı’m, senden hiçbir şey dileyemeyiz, çünkü gereksinimlerimizi daha içimize doğmadan bilen sensin. Bize sen gereksin.’’diye yapan kişidir ‘’o’’…. Burada da ‘’bana seni gerek seni’’ diyen Yunus’u görürüz.
İşte ‘’o’’ kişi; büyük bir şair, büyük bir filozof ve büyük bir sanatçı olan Halil Cibran’dır..
Halil Cibran’ın hayatı
Cibran soyadı nedeniyle İç Anadolu’da yaşayan ve Yavuz Sultan Selim tarafından Doğu’ya yerleştirilen Cibran Aşireti’nden geldiği, dolayısı ile Türk kökenli olduğu iddia edilir.
1883 yılında Lübnan'da doğmuştur…
Çocukluğu yoksulluk içinde geçer. Genç yaşlardayken annesini ve iki kız kardeşini kaybeder.
Picasso’nun bir deyişi vardı; ‘’sanat, acı ve hüznün çocuğudur.’’ Hewingway de; "mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz" derdi.
Bu ifadelerin somut göstergesidir Halil Cibran.
Ancak çektiği acılar ve yoksulluk; Doğu’ya özgü bir özellikten farklı olarak melankolinin derin kuyularına, metafiziğin çıkmaz sokaklarına ve içinden çıkılmaz bataklıklara sürüklememiştir Cibran'ı.
Cibran on iki yaşındayken ailesi Amerika'ya göç eder. İlk, orta ve liseyi ABD’inde okur. Daha sonra üniversite eğitimi için Beyrut’a geri gelir. Beyrut’ta tıp, uluslararası hukuk, dinler tarihi ve müzik eğitimi alır.
1908 de Paris'e giderek Güzel Sanatlar Akademisinde üç yıl süre ile Auguste Rodin'den dersler alır. Resim yapıp satarak geçimini sağlar.
Halil Cibran 1910’da Boston'a döner ve kısa bir zaman sonra New York’a yerleşir ve ölümüne kadar orada yaşar…
Halil Cibran hakkında söylenenler
‘’Fırtınalar’’ adlı kitabının Türkçe baskısının arkasındaki tanıtım yazısında onun için; ‘’Batı'dan yazan bir Doğulu olarak; Batı'ya Doğulu bir nefes, Doğu'ya Batılı bir zevk katabilme çabasıyla yaşadı" ifadesi kullanılır.
Yazım eksikliği nedeniyle ‘’dilsiz’’ olarak tanımlanan Doğu’nun dili, Doğu’yu görmedeki yeteneksizliği nedeniyle de ‘’kör’’ olarak tanımlanan Batı’nın Doğu’yu gören gözü olarak nitelenmiştir Cibran.
"Sözler" adlı kitabının Türkçe baskısının önsözünde şu ifade yer alır: "Doğu düşüncesini Batı dili ile yazmış ve kendisini kabul ettirmiştir. Batı’ya akıl öğretmek zordur, bu kişi hele Doğulu ise. Batı, akıl öğreten kişi kendisinden olursa ses çıkarmaz, ama Doğulu hele Yakındoğulu ise hiç dayanamaz. Kim oluyor bu Şarklı der. Cibran, işte Batı'nın bu insafsız önyargısını kırmıştır. Üstelik kırmakla kalmayıp, Batı'nın gözlerini Doğu’ya çevirtmiştir."
Türkçeye "Ermiş" ve "Nebi" isimleriyle çevrilen "Prophet" isimli kitabındaki konuşturduğu kişi El-Mustafa’nın Hz. Muhammed olduğu iddia edilir. Zaten kitapta hem Kuran’ı ve hem de İncil'i anımsatacak yeteri kadar ifadeler vardır.
Sakıncalı piyade Halil Cibran
Ancak Halil Cibran’ın kitapları bunca beğeniye rağmen daha önce ifade edildiği gibi egemenlerce tehlikeli ve sakıncalı bulunmuştur.
Gençliği zehirleyici görülerek Beyrut'ta pazar yerinde yakılan ilk kitabı, Paris'te iken yazdığı "İsyankâr Ruhlar"dır. Bu yüzden Marotin kilisesi tarafından aforoz edilir. Kitapları Nazi Almanyası’nda da yakılır…
Son olarak daha iki binli yılların başında Mısır Enformasyon Bakanlığı tarafından, kitaplarının Mısır'da satılması yasaklanır.
Halil Cibran, May Ziyade ve kadın
Kendisi gibi yazar olan ve kendisine âşık olduğu Nasıra doğumlu May Ziyade (Meryem) ile birbirlerini hiç görmeden, birbirlerinin seslerini de duymadan tam 19 yıl mektuplaşırlar. Bu mektuplar da ölümünden sonra ‘’Dosta Mektuplar’’ ve ‘’Aşk Mektupları’’ adı altında kitaplaşmıştır.
Halil Cibran "Aşk Mektupları"nda Meryem'e bu yazının başında verilen şu ifadeleri yazar: "Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hâlâ tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum.’’
Bu ifade Halil Cibran’ın kadına bakışını gösterir.
‘’Eğitimli bir kadın, toplum hayatının gelişmesinde bin erkekten daha etkilidir’’ sözü ile de Cibran kadına verdiği önemi ve kadının toplum hayatındaki yerine işaret eder.
Cibran’a göre içinde aşk olan evlilik kadını da erkeği de yüceltir, kanatlandırır.
Birbirine âşık olan kadın ve erkek için şöyle der Cibran; “hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, zira bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.”
Halil Cibran ve Kafka
Halil Cibran’ı düşüncelerindeki benzerlikler nedeniyle Nietsche ile özdeşleştiren edebiyatçılar vardır. Buna neden; Cibran’ın Paris’te iken Nietzsche'nin eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiş olmasıdır. Cibran bu etkilenmeyi "Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış" diyerek ifade eder. Ancak yaşam biçimi ve özellikleri nedeniyle Halil Cibran esas olarak Franz Kafka’ya benzer, Kafka ile özdeştir.
Halil Cibran ‘’Meryem’’e yukarıda bahsedilen mektupları yazarken Kafka da benzer mektupları sevgilisi ‘’Milena’’ya yazar. Kafka’nın Cibran’dan tek farkı Milena’yı görebilmiş olmasıdır.
Milena’ya yazdığı mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘içimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak. Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’
Bir yazısında da Cibran şu benzer ifadeleri kullanır; ‘’evet, biz ikiz kardeşiz, ey gece; çünkü sen evreni ortaya çıkarırsın, ben ruhumu.’’
Her ikisinin de bünyeleri zayıftır ve her ikisi de ciğerlerinden rahatsızdırlar. Kafka bu rahatsızlıkla ilgili olarak her ikisini de birden tanımlayan şu sözleri Milena’ya yazdığı bir mektubunda ifade eder; ‘‘ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ ‘’Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’
Her ikisinin de yazdığı mektuplar diğer edebî metinlerden tamamen farklıdır. Bu mektuplarda yazarların kalbini, ruhunu ve iç dünyalarını tüm çıplaklığı ile görmek mümkündür. Yalnızlığa merhem, dostluğun, aşkın ve sevginin en saf hâlini yansıtan bu mektupların her satırı konuşma dilinin dışında içtenlikle ve tutkuyla yazılmıştır. Bu mektuplarda insan, sanki kendisi yazmış gibi, kendi kalbini, kendi ruhunu ve kendi iç dünyası bulur.
Halil Cibran ve Ortadoğu
Arda arda vereceğim şu üç yazısı ile Halil Cibran içinde bulunduğumuz Ortadoğu’nun bin yıllık yarasına parmak basar;
"Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer. Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır. Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. "
‘’Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdelena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin...
Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’
Kitaplarından
‘’Ermiş’’ isimli kitabından bir bölüm:
'' Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz.
Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.''
‘’Gezgin’’ isimli kitabından bir kısa bölüm:
''... İstiridyenin biri diğerine dert yanar:
- İçimde yuvarlak ve ağır bir şey var, bana acı veriyor.
Diğeri kibirli bir memnuniyet içinde:
- Şükürler olsun ki içimde hiçbir sıkıntı yok, hem içimde, hem dışımda mutlu ve bütünüm.
O sırada oradan geçen yengeç şöyle der:
- Evet mutlusun halinden ve bütünsün ama şunu söylemeliyim ki diğer istiridyenin çektiği acının sebebi içindeki eşsiz güzellikteki incidir.''
Vefatı
İstemesine rağmen parasızlık nedeniyle yaşadığı ABD’inden Beyrut'a dönemez. 10 Nisan 1931 tarihinde 48 yaşında yalnız ve yoksulluk içinde hayata gözlerini yumar, geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam on altı eser bırakarak.
Hep bir şiire benzettiği ve "bir dağın değil, bir şiirin ismidir" dediği memleketi Lübnan'da yaşamak istiyordu. Bu nedenle vasiyeti üzerine na’şı doğduğu yer olan Beyrut'un Beşeri köyüne defnedilir.
Ölümünde de rahat etmez Cibran. Doğduğu ve anasının atalarının din adamlığı yaptığı ve kendisinin aforoz edildiği kiliselere sahip bu ülkenin Beşeri köyü yakınlarındaki Quadicha Vadisi'ne bitişik Mar Sarkis Manastırına gelen cenazesi, önce birkaç sene başka kiliselerde bekletildikten sonra, buraya getirilebildi. Izdırabı bununla da bitmez Cibran’ın, üzerinde "gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım" şeklinde, kendisine ait bir cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri kayıptır. Meczuplar lahiti de çalmasınlar diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tutulmaktadır şimdi.
Kitapları
Halil Cibran’ın kitapları, Almanların ‘’Taschenbuch’’ dedikleri ‘’Cep Kitabı’’ gibidir, yolda, seyahatte, plajda, parkta her yerde okunabilir, başucu kitabı niteliğindedir…
Halil Cibran'ın Türkçe yayınlanan bazı kitaplarının isimleri şunlardır:; ‘’Deli’’, ‘’Ermiş’’, ‘’Ermiş Bahçesi’’, ‘’Sözler’’, ‘’Haberci’’, ‘’Kum ve Köpük’’, ‘’İnsanoğlu İsa’’, ‘’Gezgin’’, ‘’Vadinin Perileri’’, ‘’Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş’’, ‘’Dosta Mektuplar’’, ‘’Nebi’’, ‘’Aşk’’, ‘’Aşk Mektupları’’, ‘’Gönül Sırları’’, ‘’Kalbin Sırları’’, ‘’Oluşumlar’’, ‘’Fırtınalar’’, ‘’Müjdeci’’, ‘’Avare’’, ‘’Kırık Kanatlar’’, ‘’Asi Ruhlar’’, ‘’Kendimle Konuşmalar’’, ‘’Dünya Tanrıları’’ ve ‘’Lazarus ve Sevgilisi’’
Halil Cibran’ın eserlerinde insan kendi yüreğinin ve aklının yansımalarını bulur…
Sözleri
Halil Cibran’ın bir diğer önemi de her biri basit, sade ve hayatın özünü anlatan bu kitaplarında yer alan aforizma niteliğinde olan sözlerinden ileri gelir.
Halil Cibran’ın kitaplarından alınan bazı sözleri;
* Ve iki sevgili gördüm. Kadın adamın elinde, çalmasını bilmediği bir saz gibiydi. Ve adam, çıkarttığı bozuk seslerden başkasını anlamıyordu.
* Güzelliğin ötesinde bir din ya da bilim yoktur.
* İnsanlar vardır; derin bir okyanus. İlk anda ürkütür, korkutur sizi. Derinliklerinde saklıdır gizi. Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız. Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.
* Sevinciniz, gerçekte peçesini kaldırmış kederinizdir.
* Büyük bir adamın iki yüreği vardır; birisi kanar, diğeri sabreder.
* Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur acılarımızın bir kısmını oluşturan.
* Birlikte güldüğünüz kişileri unutabilirsiniz ama birlikte ağladığınız kişileri asla.
* Gerçekte biz kendi kendimizle konuşuruz; ama ara sıra diğerleri de bizi işitebilsin diye sesimizi yükseltiriz.
* ... ve siz aşk yolunu yönlendirebileceğinizi zannetmeyim, çünkü aşk sizi buna layık görürse sizin yolunuzu yönlendirir.
* Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir!
* Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçekleşmesi arasındaki mesafe, yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.
* En acınacak kişi, düşlerini altın ve gümüşe dönüştürmüş olandır.
* Siz, günleriniz endişesiz ve geceleriniz bir istek ve üzüntüden uzak olduğunda özgür olacaksınız.
* Hakikate kulak veren, hakikati dillendirenden daha basit değildir.
* Güzellik bütün bir hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir.
* Cehaletimin sebebini bilseydim bilge biri olurdum.
* Onlara Güneş’i işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar.
* Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir. Arkasındaki gerçeği görürsün, ama cam seni gerçekten ayırır.
* Suçlu, çoğu zaman mağdurun kurbanıdır.
* Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir.
* Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım.
* Ben senin gibiyim, ey gece, vahşi ve korkunç; çünkü kulaklarım mağlup ulusların çığlıkları ve yitirilmiş toprakların iç çekişleriyle doludur.
* Ben senin gibiyim, ey gece, sessiz ve derin ve yalnızlığımın ortasında bir beşikte bir tanrıça yatar ve cennette doğan yalnızlığımda cehenneme dokunur.
* Aşk ve şüphe bir arada bulunmaz.
* Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize, sonra birbirinize sonra da Tanrı'ya bağlanmış olursunuz.
* Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmışsanız o zaman işinizi bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgiyle çalışanların önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi.
* Gerçeği arayıp da onu insanlara açıklayan herkes acı çekmeye mahkûmdur.
* İlham daima mırıldanır, asla açıklamaz.
* Sırrını rüzgâra fısıldarsan ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.
* Ey Tanrım, tavşanı bana av yapmadan önce beni aslana av yap.
* Arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.
* Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bu gündür. Bugüne iyi bak.
* Gerçekten büyük insan odur ki, ne yönetir ne yönetilir.
* Açık olan; birisi onu basitçe anlatıncaya kadar, anlaşılamayandır.
* İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil.
* İçinizdeki ‘'iyi’'den söz edebilirim, ama '’kötü’'den edemem, çünkü ‘'kötü’' kendi açlığı ve susuzluğu nedeniyle işkence çeken '’iyi’'den başka nedir ki?
* Hakikat iki kişiye muhtaçtır; biri onu dillendiren, diğeri onu anlayan.
* Tanrı düşündü, ilk düşüncesi melekti, Tanrı konuştu, ilk konuşması insandı.
* Benim varlığımın sonu yoktur. İnsanının ruhu, Tanrı’nın yaradılışta kendinden ayırdığı meşaledir.
* İki kadın konuştuğunda hiç bir şey söylemezler, bir kadın konuştuğunda bütün bir hayatı açıklar.
* Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?
* İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.
* Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.
* Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir.
* Sevgi sizi geliştirir, fakat budaya budaya ıstırap verir.
* Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır. Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver.
* Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.
* Hayat; kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konuşacak bir filozof yaratır.
* Güzelliğin şarkısını söylersen eğer, çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır.
* Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.
* Dünya kuruldu kurulalı bilinir: Aşk, derinliğinin farkına, ancak ayrılık saati gelip çattığında varır.
* Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir.
* Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir.
* Yoksa ne çiçek açan ne de meyve veren bir ağaç mı olsaydım; çünkü verimli olabilmenin sancısı, kıraç olmaktan ağırdır; ve eli açık zenginin çektiği acı dilencinin sefaletinden beterdir...
* Hayatın güzelliği ve kötülüğü içinde melekleri ve şeytanları görmeyen kişi, bilgelikten çok uzak olacak, ruhu da sevgiden yoksun kalacaktır.
* Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir. Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!
* Meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler
* Bir adam bir düş gördü ve uyandığında yorumcuya giderek düşünü kendisi için yorumlamasını istedi. Yorumcu adama dedi ki, bana uyanıkken gördüğün düşlerle gel ki anlamlarını söyleyebileyim. Ama uykunun düşleri ne benim bilgeliğime aittir ne de senin imgelemine...
* Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, ne görebiliyorsun, ne duyabiliyorsun.
* Bir elmanın yüreğinde gizlenen tohum görülmez bir elma bahçesidir. Ama bu tohum bir kayaya rast gelirse ondan hiçbir şey çıkmaz.
* Biz sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih ederiz.
* Ağaçlar yeryüzünün gök kubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kâğıda dönüştürürüz.
* Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir.
* Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır.
* Öğrenimsiz akıl sürülmemiş tarlaya benzer.
* Âşıklar birbirlerinden çok, aralarındakini kucaklarlar.
* Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz; gerçek veriş, kendinizden vermektir.
* Yalnızca bir kez naçar kaldım; '’sen kimsin?’' diye soranın karşısında.
* Bir şeyi elde etmek istiyorsan onu kendin için isteme!
* Sırtını güneşe çevirirsen gölgenden gayrı bir şey göremezsin.
* Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli ve dâhi. Bu ikisidir Tanrı’nın kalbine en yakın insan.
* Başkalarının yanlışının farkına varmaktan daha büyük bir hata var mı?
* Sen iki kişisin; biri karanlıkta uyanık, diğeri aydınlıkta uyuyan.
* Kalplerimizin sırlarını ancak kalpleri sırlarla dolu olanlar kavrar.
* Suskunluğu gevezeden, hoşgörüyü hoşgörüsüzden ve kibarlığı kaba olandan öğrendim. Ne garip ki, tüm bu öğretmenlerime karşı oldukça nankörüm.
* Bilmen gerekenlerin sonuna ulaştığında, duyumsaman gerekenlerin başında olacaksın.
* Ben hem alev, hem de kuru çalıyım ve benim bir yanım diğer yanımı yok etmekte.
* Anlayışlı olan beni anlayışlı, aptal olan ise aptal bulur. Bence ikisi de haklıdır.
* Bir ağaç bir kuşa "nerelisin?" diye sormaz... Sadece kuşun söylediği şarkıyı dinler...
* Eğer biri sana gülerse ona acıyabilirsin; ama sen ona gülersen kendini asla bağışlama. Eğer biri seni incitirse bunu unutabilirsin; ama sen onu incitirsen bunu hep hatırlarsın. Aslında öteki, senin başka bir bedendeki en duyarlı benliğindir.
* Eyleme dönüşen biraz bilgi; boş duran fazla bilgiden sonsuz derecede daha değerlidir.
* Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız.
* Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.
Bu sözler Cibran’ın kitaplarından seçilen sözleri, tabii ki Cibran’ın bütün sözleri değil. Cibran’ı anlamak için bütün kitaplarını okuyarak fikrinin bütünlüğü içerisinde bu sözleri anlamak gerekir diye değerlendiriyorum.
10 Nisan 1931 tarihinde 48 yaşında yalnız ve yoksulluk içinde hayata gözlerini yuman Halil Cibran’ı 85’inci ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum. Toprağı bol olsun.
Osman AYDOĞAN
Bugünkü İslam coğrafyasının geri kalmışlığının sosyolojik ve genetik sebepleri
12 Mayıs 2020
Üst üste yazılarımla İslam coğrafyasının geri kalmışlığının tarihi nedenlerini ve müsebbiplerini anlatmıştım… Tabii ki bu sürecin sosyolojik ve genetik boyutu da vardı…
Ancak ben ne sosyoloğum ne de bilim adamı… Bu konuda en iyi analizi yapsa yapsa bu coğrafyanın bir ürünü olan Lübnanlı yazar, şair ve ressam Halil Cibran yapabilirdi… Ben de sözü Cibran’a bırakıp, kitaplarından aldığım ve arda arda vereceğim şu dört alıntı ile bu sürecin sosyolojik ve genetik nedenlerini aktarıp, yorum yapmadan kenara çekileceğim…
Ne yazık o ulusa ki…
''Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.
Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.
Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.''
Halil Cibran, ‘’Ermişin Bahçesi’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016)
Ey kavmim…
''Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdelena’yı (*) fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.
Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...
Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin... Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’ (**)
Kurallar
‘’Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.’’
Halil Cibran, ‘’Ermiş’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2020)
Saraylar
“Biz size saraylar inşa ederiz, siz bize mezarlar kazarsınız…”
Halil Cibran, ‘’Fırtınalar’’ (Maviçatı Yayınları, 2017)
Sonuç
Bugünkü İslam coğrafyasının geri kalmasının tarihi nedenlerini ve müsebbiplerini daha önce anlatmıştım… Sosyolojik ve genetik sebepleri ise Halil Cibran’ın yukarıdaki anlattıklarıdır…
Sebepleri ortadan kaldıramazsanız sonuçları da ortadan kaldıramazsınız ve bir bin yıl daha geçse bu coğrafyayı geri kalmışlıktan kurtaramazsınız…
Ben Cibran’ı verip aradan çekileceğimi söylemiştim. Lütfen varsa eğer eleştirileri bana değil, Cibran’a yöneltin!...
Osman AYDOĞAN
(*) Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’ der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.
(**) Ahmet Altan, 6 Haziran 1996 tarihli ‘’Yeni Yüzyıl’’ gazetesinde Halil Cibran’ın bu yazısını ekleyerek, genişleterek şiir haline getirerek yazar ancak kaynağını, yani şiirin aslını Halil Cibran'dan aldığını da yazmaz… Ahmet Altan’ın Halil Cibran’dan aşırdığı ''Ey kavmim!'' diye başlayan yazısı da şu şekildedir:
Ey Kavmim!...
Ey Kavmim!...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lût Kavmi’nden de değilsin sen; hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlara.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten; ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan; sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka bir şeye ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. Hazreti Davut için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.
Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim! …
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’ in kellesini sen vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey Kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın.
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan hayâ etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçmezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ey kavmim! …
Tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.
Ahmet Altan, Yeni Yüzyıl, 6 Haziran 1996
Mevlâna, Fernand Braudel ve İslam
11 Mayıs 2020
Mevlâna'yı biliriz... Onun en büyük eseri ''Mesnevî''dir... Fernand Braudel (1902-1985) ise Fransız bir tarihçidir... Fernand Braudel'in en büyük eseri de ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995) isimli kitabıdır...
Şimdi diyeceksiniz ki Mevlâna ile Braudel'in ve İslam’ın ne ilgisi var... Bu ilgiyi vermem için önce ''Mesnevî''den sonra da ''Medeniyetler Tarihi''nden bahsetmem gerekiyor....
Mesnevî
Mevlâna, en büyük eseri Mesnevî’de Farsça ve aruz vezni ile yazılan iç içe anlattığı hikâyelerle İslam dininin esaslarını ve tasavvuf öğretisini açıklar… Mesnevî; 6 ciltten ve 25.700 beyitten oluşur. Mesnevî şu dizelerle başlar:
‘’Bişnev ez ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned.’’
(Dinle, bu ney neler hikâyet eder.
Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)
Kur’an ‘’Oku’’ (Arapça: İkra) diye başlar, Mesnevî ise ‘’Dinle’’ (Farsça: Bişney) diye başlar… Bu konu ayrı bir yazı konusu… Ama ben Mevlâna'nın Mesnevî'sinde yer alan Hz. Musa (as) ile ilgili şu üç hikâyeyi anlatmak istiyorum…
Biz söze değil kalbe ve hale bakarız.
Hz. Musa (as) yolda bir çobana rastlar. Çoban, gönlündeki muhabbetin tezahürü olan sözcükleriyle Allah'a yakarmaktadır: "Allah’ım! Ey Yücelerin Yücesi, sana kul, kurban olayım; çarığını dikip elbiseni yıkayayım, saçlarını tarayıp bitlerini ayıklayayım. Sana süt vereyim. Ellerini öpeyim, ayaklarını ovayım. Uykun geldiğinde yatacağın yeri süpüreyim. Ey bütün keçilerim yoluna kurban olası! Ey hey hey, hey heey diye andığım!"
Hz. Musa (as): "Sen kimle konuşuyorsun? Bu sözleri kime söylüyorsun?" diye sorar. Çoban: "Bizi ve bu yeri göğü yaratanla konuşuyorum." diye cevap verince Hz. Musa (as) der ki: "Sen aklını mı kaybettin? Kendine gel! Bunlar ağza alınmayacak sözler. Sen daha Müslüman olmadan kâfir olmuşsun! Çarık dolak sana ve senin gibilere yaraşır. Güneş'e bunlar lâyık görülür mü? Bu sözleri amcana mı, dayına mı söylemektesin? Allah Teâlâ'nın sıfatları arasında beden sahibi olmak, bir şeylere ihtiyacı bulunmak var mıdır?"
Çoban Hz. Musa (as)'ya: "Ey Musa! Bu azarlayıcı sözlerinle benim ağzımı kapattın, canımı yaktın. Üzüntüden perişan bir hale getirdin." deyip bir ah çekerek çöllerin yolunu tutar.
Bunun üzerine Hz. Musa (as)'ya vahiy gelir: "Ey Musa, kulumuzu bizden ayırdın! Sen kullarımı bana yaklaştırmak mı yoksa benden uzaklaştırmak için mi gönderildin? Ben onları farklı karakterde yarattım ve farklı ifade biçimleriyle donattım. Her biri kendi diliyle Allah'ı tespih eder. Allah da onların dilini anlar. Bizim onların ibadetine ve tespihine ihtiyacımız yoktur. Kullarıma ihsan etmek için ibadeti, onları arındırmak için tespihi emrettim. Biz söze değil kalbe ve hale bakarız. Duasında kullandığı sözcüklere değil bize gönülden bağlı mı, gönlüyle yalvarıp yakarmış mı, gönlünde bir ateş tutuşmuş mu, ona bakarız. Ey Musa! Kalbinde aşk ateşini tutuştur da bütün sözleri ve düşünceleri onunla yak gitsin! Âşıklar her an başka türlü yanarlar. Yanıp kül olmuş bir köyden ne haraç istenir ne vergi..."
Tamam, bildiğin gibi kıl!
Yine bir gün Hz. Musa (as) yolculuk yaparken yolda bir adam görür. Adam bir tepeye çıkmakta ve aşağıya doğru yuvarlanmakta ve bunu da devamlı tekrarlamaktadır. " Hz. Musa (as) o adama '’Ne yapıyorsun?’' deyince adam '’namaz kılıyorum'’ der. Sonra Hz. Musa (as) ‘'Böyle namaz kılınmaz'’ der ve ona namaz kılmayı öğretir. Adam normal bir şekilde namaz kılmaya başlar. Hz. Musa (as) da yoluna devam ederek Kızıldeniz’e gelir. Deniz üstünde yürüyerek giderken arkasından birinin ona seslendiğini duyan Hz. Musa (as) dönüp arkasına baktığında az önceki adamın arkasından suyun üzerinde yürüyerek geldiğini görür. O adam, Hz. Musa (as)’nın yanına gelerek kendisine öğrettiği namaza nasıl niyet edildiğini unuttuğunu ve tekrar öğretmesini ister. Hz. Musa (as) o adama ‘’tamam, bildiğin gibi kıl‘’ der…
Eşeğin sırtındaki
İsrailoğulları Hz. Allah’ı görmek ister ve peygamberleri Hz. Musa (as), Rabbe onların isteğini iletir. Hz. Allah geleceğini söyler.
Yahudiler, zenginliği, lüksü, ihtişamı öne çıkaran hummalı bir hazırlığa koyulurlar. Buluşma günü gelir ve Hz. Musa (as) kapıda hazır bekleyerek bir dolu zengin, itibarlı, yüksek statülü insanı içeri buyur eder.
Derken bir eşeğin üzerinde yoksul ve yaşlı bir Yahudi kapıda belirir. Hz. Musa (as) onu durdurur ve sorar, ‘’Nereye?’’ diye... Yaşlı adam, ‘‘Ya Musa, Hz. Allah’ı görmeye geldim, izin ver gireyim’’ der. Hz. Musa (as), ‘‘olmaz içeride bir dolu zengin ve önemli insan var; senin durumun münasip değil girmeye’’ diye karşılık verir. Yaşlı adam ısrar etse de Hz. Musa (as) kabul etmez ve adam üzgün şekilde ağlayarak ayrılır.
Gelenler epeyce bir beklerler ama Hz. Allah gelmez ve Hz. Musa (as)’ya dönüp hışımla sorarlar; ‘’Hz. Allah’ın nerede kaldı, niye gelmedi’’ diye...
Hz. Musa (as) tekrar huzura çıkar. Hz. Allah’a niye gelmediğini sorar. Hz. Allah, ‘’Ya Musa, edepten çıkma! Bilmez misin sözümü tutarım. Geldim, fakat sen girmeme izin vermedin’’ der. Hz. Musa (as), şaşkın, sorar ne zaman ve nasıl geldiğini… Hz. Allah, ‘’eşeğin sırtındaki yoksul ve yaşlı adamın kalbinde oturuyordum. Onu geri çevirdiğin zaman beni de çevirdin’’ der.
Mevlâna’nın Mesnevî’sinden alıntıladığım üç kıssa bu kadar… Hisseleri herkes kendisi alsın…
Şimdi gelelim Fernand Braudel’e…
Fernand Braudel’in tarih tezi
Fransız tarihçi Fernand Braudel, girişte bahsettiğim ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995) kitabında tarihin devirli bir oluşum olduğunu söyleyerek Güneş’in her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmadığından bahsederdi… Braudel’e göre tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzerdi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir.
Çiçekli böğürtlen dalından kuruyan böğürtlen dalına dönüşen İslam
Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlattığı, o zaman evrensel değerlere sahip, daha çiçeği dalda meyveye duran sevgi ve barış dini İslam ve İslam ve İslam medeniyeti; günümüzde bilimi unutan, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolan, mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelerek dalları kuruyan böğürtlen çalısına dönmüştür… İslam, Mevlâna zamanındaki modern çağdan günümüzde Ortaçağa dönüşmektedir… Braudel’in tezi için mükemmel bir örnek sunmaktadır İslam medeniyeti…
İslam medeniyetini bırakıp ülkemize bakalım…
Ülkemizde İslam
Bu mübarek Ramazan günü bile, kendilerinin bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenler, din adına; kinden, nefretten, illetten, zilletten, ötekileştirmekten, ölüye saygısızlıktan, hazırlanan ölüm listelerinden, katliamdan ve öldürmekten bahsediyorlar… Günümüzde iktidarın fetvacısı haline gelen Diyanet ise bunlarla mücadele edeceğine; Ortaçağ’da bağış karşılığı cennetten toprak satan Papa gibi Kur’an kurslarına bağış karşılığı cennet vaat etmekte, Korona salgınının zina, LGBTİ ve belli bir inanca sahip insanlardan çıktığını iddia ederek ilahi bir ikaz olduğu fetvasını vermektedir…
Karanlık sandığımızdan da daha karanlıktır... Ortaçağ karanlığı günümüzden belki daha aydınlıktı.
Osman AYDOĞAN
Hükm-ü Karakuşî
10 Mayıs 2020
Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de - gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.
Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…
Ancak Kadı Bahaüddin Karakuşî’yi yargılamadan önce çok değil, şöyle bir iki üç yıl geriye gidip ülkede bir nasıl hukuk icra eylediğimize bir bakmak istiyorum…
Türkiye’de icra eylenen hukuk
Balyoz ve Ergenekon davalarındaki Bahaüddin Karakuşî'i mezarında ters çevirecek hukuk ihlallerini burada sıralamıyorum... Yoksa sayfam değil, sitem yetmez...
2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde, belediye meclisi üyelerinin bile yasa gereği seçime girmek için kamu görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, o zamanki Başbakan, yasaya aykırı olarak Başbakanlık görevinden ayrılmadan, tüm yetki ve olanaklarıyla bu seçime katılıyor... YSK Başkanı Sadi Güven idi...
Yine aynı YSK Başkanı 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa referandumunda yasaya göre ''geçersiz'' olması gereken ''mühürsüz oy pusulalarını'' YSK kendisini ''Yasama'' yerine koyarak seçimin sona ermesine az bir zaman kala aldığı bir kararla ''geçerli'' saymış ve yaptığı kanunsuzluğu açıklayabilmek için de ‘’tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ diyebilmiştir... Bir kanun ya vardır ya da yoktur... Bir adam ya namusludur veya değildir... Bir kadın ya hamiledir ya da değildir. ‘’Tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ demek ne demektir?
TBMM Genel Kurulu’nda 27 Aralık 2018 tarihinde kabul edilen bir yasa değişikliği ile 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde görev süresi dolan YSK Başkanı Sadi Güven ve beş üyenin görevleri ‘’Seçim yasalarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı” şeklindeki anayasa hükmüne rağmen bir yıl süre ile uzatılıyor. Sonra da 31 Mat 2019 tarihinde yapılan yerel seçimler de görevleri usulsüz olarak uzatılan YSK’nın bu heyeti ile yapılıyor.
31 Mart 2019 tarihinde yapılan bu seçimlerde, Yüksek Seçim Kurulu'nun 2014 yılında yapılan seçimlerde itirazlar üzerine verdiği “Delilsiz, gerekçesiz mesnetsiz itirazlar reddedilecektir” kararına rağmen bu sefer itiraz eden hâkim güç olunca YSK İstanbul için 2014 yılındaki kendi kararlarını çiğneyerek bu itirazları kabul edip sandık sayımlarını tekrar tekrar yineliyor. YSK aynı gerekçeyle Bursa, Balıkesir, Muş gibi illerdeki itirazları ise itiraz eden hâkim güç olmadığı için reddediyor. Bu şekilde hukukun üstünlüğü değil de üstünlerin hukuku sergileniyor.
Bu kanunsuzlukların örnekleri çoktur... Saymaya kalksam sayfalar tutar... Bu kadar da geriye gitmeye gerek yok aslında… Daha geçen hafta Diyanet İşleri Başkanı açık anayasa hükmüne ve Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanuna aykırı olarak bangır bangır beyanlarda bulunuyordu…
Yine geçen hafta, 03 Mayıs 2020 günü, ‘’İŞİD’li mücahitlerle sevişmek cihattır. Cenneti garantilemektir’’ diye beyanları bulunan marjinal-metalik İslamcı bir mahlûkun sunduğu yandaş bir TV programında, FETÖ’cü birisinin karısı ekranlardan ölüm tehditleri yağdırıyor: "15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk… Listem hazır; bizim aile 50 kişi götürür… Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak… Ayaklarını denk alsınlar…’’ Cumhuriyetin savcıları ise elleri böğründe bu tehditleri ve bu yasa ihlallerini sade vatandaş gibi seyrediyor… Muhalefetten birisi yapsaydı bu tehdidi daha program bitmeden kamera önlerinde tutuklanır, kanal da anında kapatılırdı…
Türkiye Cumhuriyeti zaten hiçbir zaman bir ''Hukuk Devleti'' olamamıştı. Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar hiç olmazsa az buçuk bir ''Kanun Devleti'' idi... Bu hukuk ihlalleri devletin bu özelliğini de ortadan kaldırarak Devlet-i Âliyi bir aşiret, bir kabile, bir göçebe toplum devleti haline getirmektedirler...
Bunlar ve benzeri tüm bu hukuk ihlalleri ise bana ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi hatırlatıyor… Şimdi sıra Hükm-ü Karakuşî'nin verdiği kararlarda... Önce Demirel'in anlattığı bir Hükm-ü Karakuşî hikayesi..
Demirel’in anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:
Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de ülkenin durumu karşısında benim gibi Hükm-ü Karakuşî’yi hatırlayarak onun bir hikâyesini anlatmış.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:
Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?
Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"
Sadece rahmetli Demirel'in anlattığını değil, Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin tamamını anlatayım da bu karantina günlerinde sizlere biraz neşe (!) olsun...
Diğer ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hikâyeleri
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...
Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.
Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.
Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"
Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"
Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"
Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.
Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"
Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"
Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"
Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"
***
Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’ der.
Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)
***
Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.
Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)
***
Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Muharrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” demiş.
Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu vakitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)
***
Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sakalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.
Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de saçı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.
***
Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Karakuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)
***
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.
Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’
***
Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…
Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir
Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.
Burada yer alan bilgiler Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabından (s.131-133) alınmıştır. Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’
‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...
Sonuç
Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan ve sadece küçücük bir kısmından bahsettiğim hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…
Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin ve kurumlarının verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır.
Görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” görüldüğü gibi ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır…
“Yasa”lar değil, “kafa”lar değişmelidir. Gerisi “laf-ü güzaf”tır.
Osman AYDOĞAN
Anneler Günü
10 Mayıs 2019
Kırılmışlar
Halil Cibran’ın ‘’Kırık Kanatlar’’ (Kaknüs yayınları, 2017) isimli eserinde annesiyle yaptığı bir söyleşi şöyle geçerdi…
Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:
- ''Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.''
- ''Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim'' dedim.
- ''Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum'' dedi.
- ''Evet, ama dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben'' diye karşılık verdim.
- ''Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın'' dedi.
- ''Ama ben hâlâ bir meleğim'' diye cevapladım.
Gülümsedi ve dedi ki;
-''Kanatların nerede peki?''
Elini tutup omzuma koydum ve;
-''Burada'' dedim.
-''Kırılmışlar'' dedi.
Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama ''kırılmışlar'' sözü içimde yankılanmaya devam etti...
Halil Cibran da mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘’anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi… Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?
Engin ufuklar
Yahya Kemal Beyatlı ''Ufuklar'' isimli şiirinde anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurlayışını şöyle anlatırdı
''Annemin naʹşını gördümdü;
Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle.
Acıdan çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz yıl geçti.
Ah o sâbit bakış elʹan yaradır kalbimde.
O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin ufuklardı bana;''
Aradan değil elli dokuz, yüz elli dokuz yıl da geçse hala acıdan çıldırırsınız... O sâbit bakış elʹan yaradır kalbinizde. O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler ne kadar engin ufuklardı size değil mi?
Unuttum, nasıldı annemin yüzü
Ataol Behramoğlu da anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurladıktan sonraki zamanı anlatırdı ''Unuttum, nasıldı annemin yüzü'' isimli şiirinde:
''Unuttum, nasıldı annemin yüzü
Unuttum, sesi nasıldı annemin.
Gece bir örtü olsun anılardan
Kara yüreğime örtüneyim
Unuttum, nasıldı annemin gülüşü
Unuttum nasıldı ağlarken annem.
Yaşam sallasın kollarında beni
Küçücük oğluyum onun ben.
Unuttum, elleri nasıldı annemin
Unuttum gözleri nasıldı bakarken.''
Ve o unutulan annenin makberinden kuru ot kokusu getirsin istenir rüzgârdan yağmurlar usulcacık yağarken.
Seni düşünürüm
Ve Nazım Hikmet ''Seni düşünürüm'' şiirinde annenin işte o yeri doldurulmaz boşluğunu anlatırdı:
''Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
dünya güzeli anamın.
Binmişim atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.''
İçinizdeki bayramın atlıkarıncasına bindiğinizde; etrafınızda etekleriyle saçları uçuşarak fır fır dönen, al al olmuş yüzünü bir yitirip bir bulduğunuz annenizin kokusu gelir burnunuza.....
Ve bir hikâye:
"Bebeğimi görebilir miyim?" diyen annenin kucağına yumuşak bir bohça verildi. Mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!
Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan dışarı bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yeteneğinin olduğu, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.
Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu.. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak "Büyük bir çocuk, bana 'ucube' dedi.."
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı.
Annesi, her zaman ona "genç insanların arasına karışmalısın" diyordu. Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.
Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu hakkında görüştüğünde; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.
Aradan iki yıl geçti. Bir gün babası "Oğlum, hastaneye gidiyorsun. Annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk. Ancak unutma ki bu bir sır."
Operasyon çok başarılı geçti. Delikanlı adeta yeni bir insan görünümüne kavuştu. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra diplomat oldu ve evlendi.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün babasına "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…" dedi. Babası ise "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin. Şu anda öğrenemezsin" dedi.
Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.
Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annenin başına elini uzatıp kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru ittiğinde annenin kulaklarının olmadığı görüldü.
Babası "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı oğlunun kulağına. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar oğlunun kulağına eğilerek yavaşça "Hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" dedi.
Bütün anneler böyledir işte...
Gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir… Gerçek mutluluk; görülen şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir… Gerçek sevgi; yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinemeyen şeydedir… Tıpkı annelerin yaptığı gibi...
Bugün anneler günü...
Bu vesile ile Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan, başta bize özgürlüğümüzü, gururumuzu ve onurumuz kazandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım olmak üzere tüm şehitlerimizin annelerini, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş tüm anneleri ve sevgili annemi rahmetle anıyorum. Yine başta sevgili eşim başta olmak üzere anne arkadaşlarımın, anne adayı arkadaşlarımın ve tüm annelerimizin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...
Unutmayın! Bütün anneler hikâyedeki anneler gibidir... Anneler böyledir işte...
Ancaaaaaakkkk….
Ancak kaderleri kötüdür annelerin! Çünkü yaşlandıklarında nankör evladının elinde oyuncak olurlar! Anne gençken, sağlıklı iken; ''aneciğim anneciğim, benim annem!'' Ama anne yaşlanınca, elden etekten düşünce; ''senin annnen, senin annen!'' Ey anneler! Bakmayın, aldanmayın siz ''anneler günü'' şirinliğine... Bir düşmeye görün!
Osman AYDOĞAN
Behlül Dânâ
09 Mayıs 2020
Behlül Dânâ tamlaması, Abbasi halifelerinden Harun Reşid'in zamanında yaşamış bir ‘'akıllı deli'’ için özel isim haline de gelmiştir.
Behlül Dânâ’nın asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve Bağdat'ta 190 (m. 805) yılında vefât etmiştir. Kimi kaynaklar Behlül Dânâ için Harun Reşid’in fikir aldığı kişi olduğunu söylerler... Hakkında yazılan iki kitap vardır: Birisi Hayrettin İvgin'in, ‘’Deli Görünüşlü Akıllı Behlül Danende’’ (Yurt Kitap Yayın) diğeri de Ebubekir Aytekin'in ‘’Bilgin Divane Behlül Dânâ (Kayıhan Yayınları, 2015) isimli kitapları. Bu yazımda da Behlül Dânâ hakkında rivayet edilen hikâyeleri anlatacağım… Ancak önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor…
Meczup
Meczup kelimesini genellikle yanlış anlamda kullanırız. Meczuba çoğunlukla ‘’deli’’ anlamını yükleriz. Türkçenin zenginliğiyle bakacak olursak meczupla deli arasında hayli fark olduğunu görürüz. Meczup ve deli kelimelerine dair en anlamlı tanım şu; akıl adamı terk ederse,‘’deli’’; adam, aklı terk ederse, ‘’meczup’’ derler!..
Meczup; cazibe kelimesinden de çağrışım yapacağı üzere, belli bir etkiye kapılmış, o tesirle kendinden geçmiş kimse demek!... Cezbeye tutulmuş, demir tozlarının mıknatısa, pervanenin ateşe kapılışı gibi yoğun bir çekimle Hak aşkında varlığını yitirmiş insan demek. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen; ‘’Allah, dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur. Cüneyd-i Bağdadi; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır’’ der. Ve devam eder Bağdadi: ‘’Kim veli, kim deli sizler anlamazsınız.’’ Görüldüğü gibi meczup ile günümüzde kendi çıkarları için dini kullanan soytarılar arasında hiçbir ilişki yoktur.
Tasavvuf ehli arasında meczupların hatırı sayılır bir yeri vardır!.. Kıssalarını okuduğumuz, hayatlarından ibret aldığımız bazı meşhur isimlerin birçoğu meczuptur. İlahi aşkın cezbesi ile kayıtlardan kurtulmuş, akışa kendini kaptırmış bir kısım zevat, kendi dönemlerinin ileri gelen şahsiyetlerine, hatta devlet başkanlarına bile örnek haller sergilemiş, manidar sözler sarf etmişlerdir. Onlardan bir kaçını tanıtmak istiyorum.
Örneğin dün yine bu sayfada tanıttığım, tacını tahtını terk eden Belh Sultanı İbrâhim bin Ethem de bir meczup idi... Hatta onun da İmam-ı Azam ile ilgili şöyle bir hikâyesi var:
İmam-ı Azam Ebu Hanife Kufe Camiindeki Fıkıh Halkasında öğrencilerine ders veriyor. O esnada kapıdan başını uzatan İbrahim bin Ethem “Esselamu Aleykum Ya İmam” diyerek selam verir. Dersi kesen İmam-ı Azam, üstü başı pejmürde, garip kılıklı İbrâhim bin Ethem'in selamını ayakta alır ve O gidene kadar yerine oturmaz. İmamın edep ve saygı içinde selam alışı talebelerin gözünden kaçmaz. İçlerinden biri sorar: ''Ya İmam!.. İbrahim bin Ethem meczup, siz ise bir büyük İslam âlimisiniz. Bunca hürmet niye?...'' İmam şöyle cevaplar: ''Biz Allah’ın İlmi ile meşgulüz; O ise doğrudan Zatı ile meşgul!'' İmam-ı Azam, meczup kelimesine böylelikle yeni bir anlam getirir; Allah’ın Zatı ile meşgul olan kişi!...
Şimdi gelelim diğer bir meczup hikâyesine:
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî bir kitabında şu hikâyeyi anlatırdı;
Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.
Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der; "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."
(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)
Behlül Dâbâ'nın hikâyelerine gelmeden Behlül Dânâ isim tamlamasını da anlatmak istiyorum...
Behlül Dânâ tamlaması
Behlül kelimesi Farsçada meczup, deli, çok gülen, çok gülücü, soytarı anlamındadır...
Behlül’ü biz Halid Ziya Uşaklıgil'in realist-naturalist romanı ‘’Aşk-ı Memnu’’dan dolayı Firdevs’le, Peyker ve Bihter’le beraber tanıdık… TV de olmasa Behlül, Bihter, Peyker ve Firdevs’i tanımayacaktık ama hâlâ ne anlama gelirler bilmeyiz de…
Dânâ ise Farsçada ''çok bilen'',''âlim'' demektir. Hoca-i Dânâ; hocaların hocası demek, Dânâ-yı Yunan; Eflatun'dur. Behlül Dânâ; âlim meczup ya da akıllı deli anlamındadır. Behlül Dânâ; güldüren âlimdir. Nasrettin Hoca gibi… Behlül Dânâ, meczup görüntüsüyle büyük hikmetler anlatan bir zat; aynı zamanda halkın çok sevdiği bir âlimdir...
İki zıt anlamlı kelime ihtiva eden bu tamlama ile kimi delilerin değme akıllılardan daha doğru konuşmalarına ya da kimi ‘'deli’'lerin herhangi bir patolojik vaka olmaksızın bilinçli bir şekilde deli olduklarına, öyle göründüklerine işaret edilir.
Artık şimdi Behlül Dânâ hikâyelerini anlatabilirim...
Behlül Dânâ ile ilgili rivayet edilen hikâyeler
Bir gün Bağdat’ta haber salınır: Behlül Dânâ şehrin en büyük camisinde vaaz edecek. Halk bu hikmetli vaizi, derin âlimi dinlemek için camiyi lebalep doldurur. Cami Bağdat halkının yoğun ilgisinden dolup taşar... Vaaz olacak, Behlül Dânâ sohbet edecek diye beklerler.
Fakat namaz yaklaştığı hâlde ne gelen var ne giden... Namaz vakti iyice yaklaşmışken bir de bakarlar ki Behlül Dânâ omzunda bir su terazisi, bir tarafında bir kova su, öbür tarafında bir kova su, camiye girer. Safları yara yara hayretli bakışlar arasında geçer mihrap tarafına, başlar vaazına:
“Şu kova, dünyadır ey cemaat, şu kova da âhiret!” Bir tarafa biraz eğilir. ''Şimdi ben dünyaya eğildim” der. Behlül o tarafa eğilince diğer tarafındaki kovadan su dökülür, bunun üzerine; “İşte âhiret nasibimizi zâyî ettik!” der. Bu sefer öbür tarafa eğilir, diğer kovadan su dökülür; “Bu sefer de âhirete eğildim, dünyayı ziyan ettik!” dedikten sonra, kovaları dengeye getirir ve ekler: '' İşte hayat imtihanı bu! Dünya ile âhireti böylece dengede tutabilirsen mesele yok. İkisini de ziyan etmezsin. Ama bir tarafa eğilirsen diğerini yitirirsin!'' der.
Bütün vaaz bundan ibaret olur. Fakat herkes Behlül’ün vermek istediği mesajı anlamış mı bilmiyoruz!
***
Harun Reşit, Behlül Dânâ'ya para verip "al bunu yoksullara dağıt" der. Hazret gider parayı zenginlere verir. Harun Reşit "neden böyle bir şey yaptın?" diye sorar. Hazret "Allah kime verdiyse ben de ona verdim" der...
***
Halifelik kaldırılana kadar cuma namazlarını yöneticiler kıldırırdı.
Harun Reşid döneminde Behlül Dânâ’nın, Halife Harun Reşid’in kıldırdığı cuma namazlarına gelmediği farkedilir.... Bu durum halifeye bildirilir. Harun Reşid Behlül Dânâ’yı huzuruna çağırtır. Kendisine cuma namazlarına neden gelmediğini sorar. Behlül Dânâ “Önümüzdeki cuma namazına geleceğim” cevabını verir.
Vaaz, hutbe derken Harun Reşid’in kıldırdığı namaz başlayınca Behlül Dânâ’da bir kıpırdanma başlar. Sonunda Behlül Dânâ dayanamaz cemaat ikinci rekata başlarken camiyi terk eder. Namazdan sonra durum halifeye bildirilir. Harun Reşid sinirlenir ve Behlül Dânâ’yı tekrar huzuruna çağırtır. Namazı neden terk ettiğini sorar.
Behlül Dânâ; ”Tekbir alırken bir ülke fethetmeyi düşündün, Fatiha okurken ordunu topladın, rükuda savaşı yaptın, o ülkeyi fethettin. Birinci secdede kıralı öldürdün kızı canını bağışlaman için yalvararak ayaklarına kapandı… Buraya kadar anlattıklarım doğru mu?” diye sorar. Harun Reşid: “Evet, tam olarak doğru” cevabını verir. Behlül Dânâ ; “İkinci secdede kralın kızını nikahladın, sarayına getirdin. İkinci rekâtta odanıza geçtiniz… Eh artık bana da karı kocayı yalnız bırakmak düşerdi!... Namazı bu sebepten terk ettim sultanım” cevabını verir…
***
Bir gün Behlül Dânâ üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıkar. Harun Reşid sorar:
- ‘’Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?’’
- ‘’Cehennemden geliyorum ey hükümdar.’’
- ‘’Ne işin vardı cehennemde?’’
- ‘’Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.’’
- ‘’Peki, getirdin mi bari?’’
- ‘’Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar ‘Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir’ dediler.’’
***
Behlül Dânâ birgün Harun Reşid’den bir vazife ister. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verir. Behlül hemen işe koyulur. İlk olarak bir fırına gider. Birkaç ekmek tartar hepsi normal gramajından noksan gelir. Dönüp fırıncı ya sorar: ‘’Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verir. Memnun olduğu bir şey yoktur. Behlül bir şey demeden ayrılır ve bir başka fırına geçer. Orada da birkaç ekmek tartar ve görür ki bütün ekmekler gramajından fazla gelir, eksik gelmez. Aynı soruları bu fırının sahibine de sorar ve her soruya olumlu cevap alır. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıkar ve yeni bir vazife ister. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der.
Behlül açıklar: ‘’Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.’’
***
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih eder: ‘’Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.’’ Akşam namazından sonra da Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka gelir. Harun Reşid şaşırır ‘’Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…’’
Behlül; ‘’Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra ben cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.’’ diye cevap verir…
***
Bir gün Behlül Dânâ'nın doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirir.
Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk eder. Birkaç koyun alıp kesip, bacaklarından mahallenin köşe başlarına asar. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten." derler. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokar ve bundan da bütün mahalle zarar görür.. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlatırlar.
Harun Reşit, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verir.
***
Aydın yöresine ait eski bir deyim vardı ''turpun büyüğü heybede'' diye... Bu deyimi rahmetli Süleyman Demirel siyasette çok kullanırdı. Köylü, Aydın pazarında turp satıyormuş. Müşteri gelince önce ufak turpları çıkarıyormuş. Müşterinin biri ''bu turp küçük" diye yüzünü buruşturup, yürüyünce... Köylü, arkasından seslenmiş: ''Hele dur bey... Turpun büyüğü heybede.'' Ben de turpun, pardon kıssanın büyüğünü en sona sakladım...
Harun Reşid'in yanına bir grup insan gelerek Behlül Dânâ'nın hiç insan içine çıkmadığından, insanlara karışmadığından ve uzun süredir inzivaya çekildiğinden şikâyet ederler. Harun Reşid de Behlül Dânâ'yı çağırarak sorar; "Sen neden yalnız yaşamayı tercih ediyorsun, insanlar içine neden karışmıyorsun?" Behlül Dânâ cevap vermez, müsaade ister ve Harun Reşid'in yanından ayrılır. Behlül, uzun süre gelmeyince Harun Reşid, Behlül'ün nereye gittiğini merak eder, yanındakilere sorar, ''araştırın nereye gitti Behlül'' der... Adamları araştırıp gelirler, ''Behlül kenefte efendim'' derler.. Behlül keneften de uzun süre çıkmayınca Harun Reşit meraklanır, yine görev verir yanındakilere ''gidin bakın bakayım, Behlül kubura falan düşmesin!'' Adamları yine kenefe giderler ve gelip Harun Reşit'e tekmil verirler: ''Behlül kenefte kendi kendine konuşuyor efendim'' derler... Bir süre sonra Behlül de çıkar gelir. Harun Reşit merakla sorar: ''Behlül!'' der ''kiminle konuşuyordun kenefte?'' ''Pisliklerle konuşuyordum efendim'' der Behlül. Harun Reşit şaşırır: ''Hayırdır, ne konuşuyordun pisliklerle? Ne diyorlar sana?'' diye sorar. Ve Behlül, Harun Reşid'e şöyle cevap verir:
"Pislikler bana dediler ki efendim, 'aklını başına al, sakın insanların içine girme, bak bizlere, bizler çok nefis yemeklerdik, elvan türlü, hoş renkli, hoş kokulu, tatlı meyvelerdik, leziz içeceklerdik; ne zaman ki insan içine girdik çıktık da bu hale geldik.'"
***
Behlül Dânâ’nın kıssaları şimdilik bu kadar…
Bu kıssalardan herkese yetecek kadar hisseler vardır diye düşünüyorum... Hele hele son kıssadan!
Osman AYDOĞAN
Habib Baba
08 Mayıs 2020
Bugün de yolumu Erzurum’a düşüreyim ve ‘’Habib Baba’’dan bahsedeyim... Yazımı Erzurum'dan başlayıp İstanbul'da bitireyim...
Ama önce her zaman olduğu gibi birazcık yerel tarih bilgisi...
Timurtaş Baba ve türbesi
Önce bir kanaatimi paylaşayım. Görevim gereği adım adı ülkeyi gezdim… Yakın zamanda da Malatya’daydım… Malatya’da yerlisi yabancısı kime sorduysam Malatyalı Niyâzî-i Mısrî’yi tanıyana, bilene rastlayamadım… Hoş ben Malatya'da iken hayatta olan, 19 Nisan 2020 tarihinde 36 yaşında iken kaybettiğimiz ''Mercedes Kadir'' (Fatih Kaydı)'yı bile bilen yok ki Niyazî-i Mısrî'yi bilsinler!... Ne hazindir ki, ne şehrin yerlileri ne de o şehirde görev yapanlar o şehrin tarihini, tarihi mekânlarını ve tarihi kişilerini biliyorlar…
Neyse biz gelelim Erzurum’a... Muhtemel ki aşağıda anlatacağım mekânı Erzurumlular da bilmiyorlardır…
Erzurum ilinin Kasımpaşa Mahallesi’nde, Taş Mağazalar Caddesi'nin sonuna doğru, Gürcükapı'ya giderken yolun sağ tarafında yer alan gayet mütevazı bir türbe vardır... Erzurum'daki askerî komutanlardan Müşir Hacı Kâmil Paşa bu türbeyi 1844 yılında kim olduğu hakkında yeterli bilgi bulunmayan Timurtaş Baba adına yeniden yaptırır.
Timurtaş Baba hakkında da; M. Sadi Çöğenli ve Ali Bayram isimli araştırmacıların beraber hazırladıkları "Erzurum'da Bulunan Meşhur Ziyaretgâhlar ve Kabir Ziyaretinin Adabı" (Sevinç Matbaası, 1973) isimli eser dışında bilgi alınabilecek başka bir kaynak da yoktur…
Hacı Kâmil Paşa, Timurtaş Baba Türbesi'ni yeniden yaptırırken, kitabelerini de yazdırır. Bunlardan bir tanesi de Yavuz Sultan Selim'e ait şu kitabedir:
‘’Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."
(Cihan padişahı olmak çabası bir boş kavga imiş. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.)
Habib Baba türbesi
Önceleri Timurtaş Baba olarak isimlendirilen bu türbe,1847 yılında vefat eden Habib Baba'nın da türbeye defnedilmesiyle Habib Baba Türbesi adını alır. Türbenin ayak taşında ise Ankaralı Ali Namık Efendi tarafından Habib Baba için yazılmış bulunan: "Yediler eşkimle tahrir etti tarihin; Habib Baba yürüdü geçti zâr-i kulb-i lâhute" kitabesi bulunur.
Bu türbede bulunan kitabelerden bir diğeri de yine Habib Baba'nın özelliklerini anlatan 12 satır halinde yazılmış Farsça bir kitabedir. Abdulbaki Gölpınarlı'nın Osmanlıcadan tercüme ettiği kitabede şu ifadeler yer alır: "Marifet cihanı, tarikat piri, olgun mürşid, birlik sırrının da emini; Hazret-i Mevla'nın sırrını bilen; birlik ashabının başı, birlik ashabı halkasının başında oturan zat… Yaşadığı müddetçe bir geceyi bile, ona ibadetle meşgul olmadan geçirmedi. Bir adım attıysa, mutlaka ibadete attı, bir söz söylediyse mutlaka hakkı andı. Bu yokluk yurdundan usanıp da cennete yönelince Rıdvan'dan: ‘Merhaba, yücel’ diye bir ses geldi. Gayb âleminden biri geldi de tarihini okudu: Habib Baba tesbih ederek cennetler gül bahçesine geçip gitti.’’
Habib Baba
İşte bahsedilen Habib Baba 19. yüzyıl mutasavvıflarındandır. Kadiri şeyhlerinden olan Habib Baba, Buhara Müftüsünün oğludur. Prof. Dr. İbrahim Hakkı Konyalı Habib Baba'nın pederi ile birlikte Hindistan'dan Bitlis'e geldiğini ve daha sonra Erzurum’a geçtiğini anlatır.
Habib Baba hakkında Prof. Dr. Şener Dilek’ın küçücük bir kitabı var: ‘’Habib Baba’’ (Feyza Yayıncılık, 2010) Bu kitapta Habib Baba hakkında Erzurum’da geçen hikâyeler anlatılır…
Habib Baba ve ‘’Ekmeğimin tuzu yok’’ deyişi
Habib Baba zamanında Erzurum da vazife yapan Devleti Âliye’nin memurları vazife yapmaya geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı gördükleri halde daha sonraları vazifeleri bitip gittiklerinde gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Habib Baba’ya anlatılır ve nedeni sorulur.
Habip Baba müridini çağırır ve derki: “Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle içeri ilk giren kim olursa olsun al getir.” Mürit aynen Hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeye başlar. (O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) İlk giren tüyleri dökülmüş affedersiniz uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur emri öyle almıştır alır ve götürür.
Hocasına sıkıla sıkıla durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde “evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41. günü aldığın yere sal gitsin ve olup biteni gel bana anlat” diye tembih eder.
Mürid aynen Hocasının dediği gibi yapar köpeği besler... 40 gün sonra o uyuz köpek tanınmaz haldedir... Besili olmuştur... Küheylan gibi olmuştur... 41. gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır köpek. Köpek, elli metre gider ve döner geri gelir üç beş kere havlar tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.
Durum Habib Baba’ya aynen anlatılır. Habib Baba aynen söyle der: “Ahhhh... Evladım ah... Bu şehir hoş bir şehirdir ama ekmeğinin tuzu yoktur.” (*)
Memleketim Kayseri Yeşilhisar. Orada şöyle bir deyim vardır: ‘’Elimin tuzu yoktur.’’ Rahmetli anacığım da çok söylerdi; ‘’evladım, benim elimin tuzu yoktur’’ diye… Ben o zamanlar çocuktum, anlamazdın ne demek istediğini anacığımın... Zaman geçti, yaşadım, gün gördüm, sonunda anladım anacığımın ne demek istediğini; deyim nereden geliyor, anlamı ne!...
Habib Baba ve 4. Murat
Prof. Dr. Şener Dilek’in kitabında Habib Baba ile dönemin Erzurum Valisi arasında hamamda geçen bir keseleme hikâyesi anlatılır… Ancak halk arasında, Habib Baba’nın bu hamamdaki kese hikâyesinin Erzurum’da vali ile değil de, zamanları uymasa da İstanbul’da 4. Murat ile olduğu rivayet edilir… Muhtemeldir ki 4. Murat yakıştırmadır. 4. Murat yerine Sultan II. Mahmut veya Sultan Abdülmecit olsa gerek! Veya tamamıyla halkın yakıştırdığı bir hikâyedir... Veya bu Habib Baba başka bir Habib Babadır...
Habib Baba ile 4. Murat arasında geçen hikâye şu şekildedir:
Habib Baba 4. Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden. Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş.
Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. ''Kimseyi almamam için emir verdiler'' der hamamcı. Yıkanmadan ibadet edemeyeceğini bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya. ‘’Ne olursun’’ der, ‘’kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.’’ Binbir dil döker.
Hamamcı ehl-i insaftır… Dayanamaz… Kabul eder… Hamamın en sonundaki odayı göstererek ‘‘Baba şu odada hızla yıkanıp çık, para da istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.’’ Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar…
Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onun da görünümü fakirdir… Ama sadece görünümü… İkinci müşteri kılık değiştirmiş 4. Murad’dır. O gün vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir. ‘‘Hele bir bakalım’’ demiştir, ‘’bizim vezirler, hamamda benden uzakta kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?’’ Ve bu merak Padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.
Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır… Hamamcı ‘’vezirler’’ der almak istemez… Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir… Habib Baba’nın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: ‘‘Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştamalı beline gir yanına… Beraber sessizce yıkanın ve bir an evvel çıkın…’’ Ve ekler: ‘‘Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.’’
Sonra 4. Murad da Habib Baba’nın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır…
Habib Baba’nın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona… Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir…
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib Baba yumuşak bir sesle konuşur: ‘‘Evladım’’ der, ‘‘sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim.’’
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar… Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir. Memnuniyetle Habib Baba’nın önünde diz çökerken: ‘‘Buyur baba’’ der, ‘’ellerin dert görmesin.’’
Bu arada içerideki âlemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4. Murad’ın sırtını bir güzel keseler… Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez... Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir. ‘’‘Baba’’ der, ‘’gel ben de senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.’’
Habib Baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; ‘’olur evlad’’ deyip, Sultan'ın önünde diz çöker.
Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib Baba’yı yoklar, ağzını arar… ‘‘Baba’’ der, ‘’görüyor musun şu dünyayı… Sultan Murad’a vezir olmak varmış… Bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi…’’
Habib Baba Sultan Murad’ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler… Sultan Murad’ın Habib Baba’dan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:
‘’Ah be evladım’’ der, Habib Baba, ‘‘Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl âlemlerin Sultanı'na kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad’a keselettirir…’’
İşte Habib Baba da adsız şansız Allah dostlarından birisidir. Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun...
Şimdi Habib Baba'ya ait bu iki hikâyeden çıkardığım, sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır elimin altında da amma velâkin bu mübarek Ramazan ayında bırakın bu taşlar bende kalsın…
Osman AYDOĞAN
(*) İyiliğe karşı nankörlük yapıldığı veya iyiliğin itibar görmediği durumlarda Anadolu’da söylenen veciz bir sözdür ‘’ekmeğimin / elimin tuzu yok”.
Tamburi Cemil Bey
07 Mayıs 2010
Arka arkaya ‘’Mahur Beste’’den, ‘’Mahur Beste’’ vesilesiyle Türk musikisinden ve Yahya Kemal Beyatlı’dan bahsedince ve Yahya Kemal’in "çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" sözüne yer verince zihnim beni Tamburi Cemil Bey’e götürdü… Neden Tamburi Cemi Bey? Bu soruyu yazımın sonuna bırakıp Tamburi Cemi Bey’i anlatayım…
Tamburi Cemil Bey hakkında yazılan eserler
Büyük Tambur üstadı Tamburi Cemil Bey’in (1873 - 1916) ölümünün 100. yılında, Eylül 2016’da güzel bir kitap yayınlandı reklamsız, tantanasız ve sessizce Lütfiye Aydın tarafından: ‘’Dehanın Sesi, Tamburi Cemil Bey’in Romanı’’ (Remzi Kitapevi, 2016)
Bu kitap için yazarı Lütfiye Aydın şöyle diyor: ‘’Bu kitap elbette ne biyografi, ne tarih, ne de bir müzik kitabı… Alışılmışın dışında bir roman yalnızca... Bütün kaygılarıma karşın, yakın geçmişte yaşayan gerçek bir değerimizi, ölümünün 100. yılında roman kahramanına dönüştürerek, hem duygusal hem de düşünsel evrenini anlatmaya çalıştığım, bunun için de yıllarımı verdiğim için bile kendimi mutlu sayıyorum. ‘’
Yazar bu kitabında ayrıca Cumhuriyet döneminin ilk yılları ile 1930’ların sanat dünyasından kesitlerle Tamburi Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil Tel’in Nâzım Hikmet’le dostluğunu da anlatır.
Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil’in de babasını anlattığı güzle bir kitabı var: ‘’Tamburi Cemil'in Hayatı’’ (Kubbealtı Neşriyatı, 2016)
Bir de yazar Beşir Ayvazoğlu, 1930'ların sanat, edebiyat ortamı ile toplumsal hayatını anlattığı ''Ateş Denizi'' (Kapı yayınları, 2013) adlı romanında Tamburi Cemil Bey'in biyografisini yazmaya çalışan roman kahramanını anlatırken hem Tamburi Cemil Bey'i tanıtır hem de Osmanlı'’dan Cumhuriyete geçişin sancılarıyla yüklü bir Türkiye tarihini de anlatır.
Bunlardan başka Tamburi Cemil Bey’in öğrencileri arasında bulunan önemli müzik adamlarımızdan Refik Fersan Bey’in Murat Bardakçı tarafından yayınlanan hatıratında (Refik Bey, Refik Fersan ve Hatıraları, Pan Yayıncılık, 2012) da Atatürk’ten Tamburi Cemil Bey’e pek çok kişiyle ilgili gözlemler, anılar, hatıralar yer alır.
Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar da ‘’Beş Şehir’’ (Dergâh Yayınları, 2017) adlı kitabında Tamburi Cemil Bey’den bahseder.
Tamburi Cemil Bey
Tamburi Cemil Bey 1873 yılında İstanbul'da doğar. Müzik aleti çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlar. Daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tambur sazı ile ustalık derecesine ulaşır. Tamburi Ali Efendi'nin de öğrencilerindendir. Hatta Ali Efendi'nin, Tamburi Cemil Bey’i dinledikten sonra "eline bir daha tambur almayacağını" söylediği rivayet olunur. Tamburdan başka, klasik kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlı başına bir ekol sahibi olur. Müzik aleti çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselen Cemil Bey aynı zamanda çok iyi bir bestekârdır.
Cemil Bey, Türk musiki tarihinin en büyük tambur virtüözüdür. Eline aldığı herhangi bir sazı da kısa bir müddet sonra çalabilmektedir. Cemil Bey tambur sevgisini şöyle anlatır: "... bir müddet keman çaldım, bunun sodasını acı buldum. Bir müddet de kanun çaldım, akordundaki müşkilat sebeb-i terk oldu. Nihayet tamburda karar kıldım. Bu asil ve rengin saz üzerinde işlediğim nağmatı icra ettikçe hissiyatıma küşayiş gelir, hayalim genişler, acı teessürlerim bir müddet içün olsun benden uzaklaşırdı."
Ölmeden önce oğlu Mes’ud Cemil için, "duyarak çalarsa bedbaht olur, duymadan çalarsa müziği bedbaht eder" diyerek müzisyenin tamamen kafasındakini ellerine dökebilmesinin bedelini anlatır.
Cemil Bey kendine has icra biçimleri ile alaturka müzikle klasik Batı müziğini birbirine yakınlaştırır. Yani gelenekten yepyeni şeyler çıkarır. Yenilikçi, öncü bir sanatçıdır. Bu nedenle Tamburi Cemil Bey, müziğin Doğu’ya açılan ihtişamlı kapısıdır.
Tamburi Cemil Bey konserinde Alman İmparatoru II. Wilhelm
Alman İmparatoru II. Wilhelm'in İstanbul'u ziyaretinde Cemil Bey onun şerefine bir konser verir. Konserde bir parça çalar. Alman İmparatoru buna bayılır. Tekrar çalmasını rica eder. Herkes birbirine bakar o an. Gülümserler. Cemil Bey Alman İmparatoru'na ''bunun bir tuluat olduğunu, tekrar çalmasının mümkün olmadığını'' söyler...
Tamburi Cemil Bey’in elini öpen bir Fransız kadın
Girişte bahsettiğim Refik Fersan Bey’in hatıratında Cemil Bey ile ilgili olarak şu iki hatıra anlatılır: (s.104,105)
‘’Tamburi Cemil Bey idaresinde musıki heyeti Bebek’teki Hekimbaşı Behçet Efendi’nin yalısında haftada iki gece çok seçkin konuklara yönelik icra sunarlarken sıra dışı bir olay yaşanır. Sultan Abdulhamid’in kuyumcubaşısı Jak Harunaçi’nin Fransız eşinin de bulunduğu ortamda konuklar üstattan evvela klasik kemençe ile bir taksim ve ardından tambur ile Tahirbuselik Peşrev’ini icra etmesini dilerler. Üstat mükemmel taksim icrasının arasına yeri geldikçe garp nağmeleri ile vals yerleştirerek mevcut seçkin konuklarını adeta büyüler. İlk kez alaturka musiki ile muhatap olan ve evvela ilgi göstermeyen Fransız kadın zaman sonra, üstadın dinleyeni içine doğru çeken tılsımlı icrası neticesinde giderek büyülenir. Perdesizliği gerekçesi ile ses sınırları olmayan ve yerleşik, sınırlı ses aralıklarına alışkın bir Batılının o vakte kadar hiç karşılaşmadığı müzikal aralıklara kapı aralayan klasik kemençenin hüzünlü nağmeleri karşısında Harunaçi’nin Fransız eşi dayanamaz ve gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. İster icra ettiği enstrümanların taşıdığı hüznü yaşayan diyelim, ister zaten hüzünlü bir mizaca sahip kişiliği sayesinde içindeki hüznü parmaklarını değdirdiği enstrümanlara geçiren diyelim, Tamburi Cemil Bey’in taksimi bittiği zaman, ömründe ilk kez alaturka musiki dinleyen bu Batılı genç hanım yerinden fırlayıp üstadın ellerini öper.’’
Tamburi Cemil Bey çalmış bülbül dinlemişti.
Refik Fersan Bey’in hatıratında yer alan Cemil Bey ile ilgili olarak anlatılan bir diğer hatıra da şudur:
‘’1908 ilkbaharının mehtaplı, sakin bir gecesi idi... Göztepe’deki köşkümüzün bahçesinde feryâd eden bülbülün nağmeleriyle mest olan hocam Tamburi Cemil Bey, içinden gelen büyük bir tehâlük ve iştiyakla kemençesine sarılarak, Segâh makamında bir taksime başlamıştı. Bir taraftan bize oldukça uzakta öten bülbülün şakrak feryâd ve figânı, diğer taraftan ona cevap veren büyük dâhinin elindeki kemençenin hazin, muhrik (yakıcı) ve ilâhi nağme ve giryânı karşısında vech ve istiğrak-ı âşıkhane (âşıkhane bir şekilde dalma, kendinden geçme) içinde mest-i lâ-ya’kıl (sızmış, sarhoş) kalan bizler, bilâihtiyar gözlerimizden dökülen yaşları zaptedemiyorduk. (...) İlahi nağmelerin teshiriyle biraz ötede öten bu sevimli hayvan yavaş yavaş bize yaklaştı... Altında oturduğumuz gül ağacının kemençenin tam karşısındaki dalının ucuna konmuş, artık ötmüyordu. Kemal-i sükûn ve huşû ile kemençe dinliyordu. Her taksimin sonunda gaşyolan (kendinden geçen) bülbül evvelâ hafif nüvazişlerle yalvarıyor, niyâz ediyor; bu temenni nazar-ı itibare alınmazsa canhıraş feryâdlara başlıyor, ağlıyor, tehdid ediyor, zorla ahenge devam ettirmek istiyordu. Cemil Bey gibi rakik ve merhametli bir sanatkâr bu âşık-ı şûrideyi (perişan aşığı), hem de bizleri tarife imkânı olmayan manevi bir hâlet-i ruhiyye içinde surûr ve şadmâniye gark etmişti...’’ Refik Fersan uzun anlatmış ama sözün kısası Tamburi Cemil Bey çalmış bülbül dinlemişti…
Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardı
Cemil Bey sağduyulu, genel kültürü geniş bir insandır. Terbiyeli, sessiz, çekingen, özel hayatında şakacı ve nükteli bir yaratılışı vardır. Türkçeyi güzel konuşur ve konuşacak ve çeviri yapacak kadar Fransızca bilir. Güzel yazı yazar, anlatmak istediğini de iyi ifade eder. Batı kültürü hakkında da bilgisi vardır. Kalabalığı sevmez, devamlı hüzünlü bir insan olarak yaşamıştır. Yüzünde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır. Bunu da eserlerine yansıtır.
Tamburi Cemil, 1901'de annesinin isteğiyle, Adile Sultan Sarayı'ndan arkadaşı Eflaknur Hanım'ın kızı Şerife Saide ile dünya evine girer. Eşinin aşırı sevgisi, kıskançlığı ve musiki davetlerine gitmek istememesi nedeniyle zor günler yaşamaya başlar. İçe kapanıklılığında, kendisini sosyal hayattan dışlamasında bu evliliğin rolü olduğu düşünülür. Sanatçının oğlu Mes'ud Cemil de bu evlilikten bir yıl sonra 1902'de dünyaya gelir.
Mes’ud Cemil kitabında şöyle bir hatıra anlatır:
"Saide Hanım, 1902 senesinde, karın pencerelere kadar yükseldiği bir kış gününde, kırk beş sene sonra bu satırları yazacak çocuğu büyük acılarla dünyaya getirdiği zaman, kocası yatağının kenarına oturmuş ve sormuştu: ‘Saide, sana biraz tambur çalayım mı?’ Doğum ıstırabından bitap düşen genç anne, lohusalık ateşiyle yanan gözlerini dehşet içinde açtı: ‘Hayır! İstemiyorum!’ Cemil Bey hafifçe kızarır; dalgın, karla örtülü pencereye doğru yürür.’’ Zaten içe kapanık olan Cemil Bey’in üstüne bir kapı daha kapanır!
Döneminde çok tanınır, sevilir... Padişahların huzurunda çalar, veliahtlara, sultanlara ders verir... Ama içine kapanık yapısı, prensiplerine bağlılığı ve sert kişiliği ile giderek yalnızlaşır. Bu nedenle ölümüne kadar derin bir yalnızlığın içinde kederli bir dünyada yaşar...
İnce ruhlu sanatçıya ince hastalık
Cemil Bey, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından askere çağrılır. Askerlik muayenesi esnasında verem olduğunu öğrenir... Yakın dostu doktor Hamid Hüsnü Bey'in sanatoryumda tedavi teklifini reddeder... Yakınlarının tedavi için İsviçre'ye gitmesi konusundaki ısrar ve isteklerini de geri çevirir.
Mes'ud Cemil Bey'in girişte bahsettiğim babası Tamburi Cemil Bey hakkında yazdığı üslup ve anlatım şaheseri biyografi kitabını okuduğunuzda görürsünüz ki - Mes’ud Cemil’in ifadeleriyle - Cemil Bey maderzâd bir müzisyen olmanın bütün husûsiyetlerini hâiz, Sultan Reşad'ın Muzika-i Humâyûn'un başına gelme teklifini reddedecek kadar dünyadan kopuk bir rindmeşreb, bir dilencinin söylediği türkünün notalarını yazmak için evden çıkıp peşine seyirten, sultan sofralarından ziyâde bitirim meyhânelerinde keyfini bulan, basit insanlarla eğlenmekten hoşlanan bir karakterdir.
Cemil Bey, ömrünün son yıllarında evinin bahçesinde bulunan ve "uzletgâh" dediği ayrı bir evde yaşamaya başlar.
Hastalık kısa sürede ilerler, önce birinde iken her iki ciğere de yayılır. Nihayet 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuncu gününe bağlayan gece yarısından sonra eşini uyandırır: "Vakit geldi. Yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum lakin sizin için bâd-ı i ızdırap oldum. Affediniz kendinize ve Mes’ud'a iyi bakınız" diyerek hayata gözlerini yumar.
Sanatçı, Temmuz 1916'da 43 yaşında öldüğünde cenazesine mahalle bekçisi dâhil 13 kişi katılır. Bu kadar gözden ve gönülden ırak dünyayı terk edip gider Cemil Bey işte. Cemil Bey öte dünyaya göçtüğünde oğlu Mes'ud Cemil henüz üç yaşındadır... Mezarı Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’ndadır dense de tıpkı Şükûfe Nihal gibi mezar yeri bile 1995 yılına kadar bilinmiyordu... Ancak 1995 yılında mezarı bulunarak üzerine bugünkü kabri yapılır. Mezar taşının üzerinde bir tambur kabartması resmedilir...
Cemil Ölürken
Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdır ve Mevlevi tarikatına bağlıdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordur. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. Çocukluk yıllarını paşa dedesinin konağında geçiren şair konaktaki gromofondan yükselen Cemil Bey'in nağmelerinden de ziyadesiyle etkilenir. Ve Nazım, geleneksel kurallar içerisinde yazdığı ilk dönem üslubunun örneği olan ‘‘Cemil Ölürken’’ isimli pek bir kimsenin bilmediği şiirini Cemil Bey'in oğluna, arkadaşı Mes’ud Cemil'e ithaf eder. Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum....
Hippi Yahya Kemal nasıl bildiğimiz Yahya Kemal oldu?
Daha önce Avrupa’dan döndüğünde tam bir zamanın hippisi olan Yahya Kemal Beyatlı’yı da bildiğimiz ‘’Yahya Kemal Beyatlı’’ yapan Tamburi Cemil Bey idi…
Yahya Kemal 11 yıl Paris’te yaşar ve alafranga biri haline gelmiş olarak Paris’ten geri döner. Döndüğünde burada her şeyi Fransa ile mukayese eder ve en salaş dönemini yaşayan Osmanlı’nın hiçbir şeyini beğenmez. Bir toplantıda Tamburi Cemil Bey ile tanışır. Tamburi Cemil Bey’in taksimleri, müziği Yahya Kemal’i mest eder. Kendisi bu hadiseyi “O gün benim önümde altın bir kapı açıldı. Ben o gün memleketimin kültürüne döndüm” diye anlatır. Ve sonrasında Cemil Bey’in tutkulu hayranlarından olur.
Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da iken karlı, hüzünlü bir havada Klasik Batı Müziği yerine Tamburi Cemil Bey’i dinleyerek ve o müzikle hem Avrupa’dan hem de yaşadığı çağdan uzaklaşır.
Yahya Kemal’in içinde Tamburi Cemil Bey'den bahsettiği ‘’Kar Mûsikîleri’’ isimli şiiri Türk şiirinde en iyi ''kar'' şiirlerinden birisidir. Yahya Kemal bu şiiri 1927 yılında yaşadığı Varşova`da büyükelçi iken kaleme alır. Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum...
Tamburi Cemil Bey’in manevi öğrencisi İhsan Özgen
Günümüzde bilenlerin kendisine Tamburi Cemil Bey’in manevi öğrencisi diye tanımladıkları ve Tamburu Cemil Bey kadar güzel çalan bir sanatçımız var: İhsan Özgen. Müzisyen, yazar ve ressam İhsan Özgen ‘’Peşrev ve Saz Semaileri’’ albümünde Tamburi Cemil Bey'in eserlerini düzenleyip eşsiz bir şekilde yorumlar. Bu albümde özellikle hicazkâr saz semaisi ve nevâ peşrevi yorumları olağanüstüdür. İhsan Özgen'in ‘’Ege ve Balkan Dansları’’ albümünde Tamburi Cemil Bey'in ‘’Çeçen Kızı’’ eserinin en iyi düzenlemelerinden birisi mevcuttur. İhsan Özgen’in ‘’Sanatı Yaşamak’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı kitabı taksimleri kadar tarifsiz güzeldir.
O şafak vaktinin cihangiri idi
Yahya Kemal Beyatlı Cemil Bey için “O bir dâhidir, eğer o dâhi değilse, dâhi kimdir” der. Oscar Wilde'nin şu sözü Cemil Bey’i anlatır gibidir: “Toplum oldukça hoşgörülüdür. O her şeyi affeder, deha dışında”.
Bu nedenle Cemil Bey’i de unuttuk gittik. TV’deki yoz eğlence programlarına devam ta ki toplum yok olup gidene kadar!
Zaten;
"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"
diye derdi Yahya Kemal ‘’Eski Mûsikî’’ adlı şiirinde... Başka ne diyem ben!
Itrî'ye atfedilen cümleyi Tamburi Cemil Bey için aynen aktarıyorum: ‘’O şafak vaktinin cihangiri’’ idi…
Tamburi Cemil Bey hep mahzundu, hep mağmumdu, yüzünde her daim hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardı. Bu hüzün eserlerine de yansımıştır. Yüzyıllarda bir gelip geçen bir kuyruklu yıldız misali, sanat ufkumuzda bir anda belirip kayboluveren Tamburi Cemil Bey'in eserlerini yaşatabilirsek öte dünyada yüzü bir nebze olsun gülecektir diye düşünüyorum... Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Rûhu şâd olsun....
Osman AYDOĞAN
Bir küçük not:
Bazı kaynaklarda ''Tanbur'' diye yazılır... Bu yazım şekli de doğrudur... Osmanlıcaya Arapça’dan geçen bir özellik olarak ''n'' harfi (nun) ''b'' harfinden (be) önce kapalı hece olarak bulunursa ''nb'' şeklinde yazılır fakat ''mb'' şeklinde okunur. Örneğin: penbe - pembe, çârşenbe – çarşamba, pençşenbe – perşembe ve tanbur - tambur gibi… Dolaysıyla ‘’tanbur’’ diye yazılır ancak ‘’tambur’’ diye okunur. Ancak TDK Yazım Klavuzu ‘’Tambur’’ diye yazıyor…
Tamburi Cemil Bey'in en bilinen eserleri:
Türk sanat müziğinin mihenk taşıdır Tamburi Cemil Bey. Bütün eserleri güzeldir ama ‘’Çeçen Kızı'’ bir başka güzeldir. Aşağıda bağlantısını verdiğim ‘’Çeçen Kızı’’ında tanbur resmen konuşur, tanbur ağlar, sanki tanbur hüzünlü bir hikâye anlatır gibidir. Tamburi Cemil Bey'in ‘’Çeçen Kızı ‘’ adlı eseri Yunanistan’ın Midilli Adası'nda ‘’Ta Ksyla’’ adı ile bilinmektedir.
https://www.youtube.com/watch?v=beb4tBI0fo4
İhsan Özgen, Çeçen Kızı:
https://www.youtube.com/watch?v=UyWiLvgmYe4
Hakan Güngör; Çeçen Kızı, Bulgarian National Radio stüdyo çekimleri:
https://www.youtube.com/watch?v=M0jJ1_ZcMQE
Tamburi Cemil Bey ‘’Çoban Taksim’’: (Bu taksimde kemençe ile öyle bir köpek ve kurt sesi verir ki sanırsınız ki bir köydesiniz, gece kurt ve köpek sesleri gelir...)
https://www.youtube.com/watch?v=yrYX93bEINM
Derya Türkan ve Özer Özel tarafından icra edilen ‘’ferahfeza saz semaisi:
https://www.youtube.com/watch?v=JO4aXpLc8AM
Tamburi Cemil Bey'i anlatan görsel yapımlar
Üstad Tamburi Cemil Bey’i anlatan Youtube bağlantılarını aşağıda veriyorum. Tanburi Cemil Bey’i daha iyi tanımak için izlemenizi öneririm.
İstanbul Üniversitesi yapımı:
https://www.youtube.com/watch?v=-HtHeD_rrE4
TRT yapımı:
https://www.youtube.com/watch?v=cBTT2gvQskA
Nazım Hikmet'in Tamburi Cemil Bey için yazdığı şiiri:
Cemil Ölürken
Elâ gözleri dalgın, geniş alnı sararmış
Bir sanatkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor
İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları
Odanın sükûnunda hıçkırıklar inledi
Hastanın yavaş yavaş çatılırken kaşları
Sanki derinden gelen bir sâdayı dinledi
Mukaddes elemini andı bir kere daha;
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü
Ah! Ey gafi faniler iman edin Allah'a!
Bir ilâhi ruhun da geldi işte son günü...
Çok kudretli oluyor bir dehanın gururu
Ecel! onun yanına sende el bağlayıp gir!
Nefesinle titreyen fânilerden değil bu
Ölmeyen bir sanatkâr ölüm döşeğindedir
Gökler geri alıyor yeryüzünden sesini
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var
Başında ağlayanlar sonuncu bestesini
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular.
Nazım Hikmet, Alemdar Gazetesi, 21 Kasım 1920.
Yahya Kemal Beyatlı'nın Tamburi Cemil Bey'den bahsettiği şiiri:
Şair kendisine ilham veren kar havasını şöyle anlatır: ''Varşova`da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyordum. Dışarıda kar yağıyordu. Orada kar başladı mı günlerce aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri bırakır. Bir kuytu manastırda koro halinde söylenen dualar gibi gamlı ve bir erganun ahengi insanda ne tesir yaratıyorsa orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir sesi vardır... Kar musikisi işte bu atmosferin ürünü...” Varşova 1927
Kar Mûsikîleri
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!
Tamburi Cemil Bey'in diğer eserlerinden bazıları:
Kürdilihicazkâr peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=-mwgks7jkbm
- http://www.youtube.com/watch?v=firqjdmijiy
- http://www.youtube.com/watch?v=u_62eod5fc8
- http://www.youtube.com/watch?v=hralfaxeez4
- http://www.youtube.com/watch?v=li2rnt-n8uq
Şedd-i arabân saz semâî
- http://www.youtube.com/watch?v=jzm4kaav05k
- http://www.youtube.com/watch?v=c81ahewmdqa
- http://www.youtube.com/watch?v=979gj_66pdw
- http://www.youtube.com/watch?v=nh0cwnavwtw
- http://www.youtube.com/watch?v=tply5ndmhfa
- http://www.youtube.com/watch?v=5gsshuobqcs
- http://www.youtube.com/watch?v=0bpa9xhfsha
- http://www.youtube.com/watch?v=p2n7y9ckxu8
Şedd-i arabân peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=jfkjzubyb-o
- http://www.youtube.com/watch?v=xyes5hyvhum
- http://www.youtube.com/watch?v=pvitof87egg
- http://www.youtube.com/watch?v=9f1ffnlbi4g
Hüseyni saz semai - Çeçen Kızı
- https://www.youtube.com/watch?v=i7bsyahnnpy
- https://www.youtube.com/watch?v=smfqgjdoj6y
- http://www.youtube.com/watch?v=wxshwlmosgk
- https://www.youtube.com/watch?v=-kghaifvf0m
- https://www.youtube.com/watch?v=ly5j5hibbts
Ferahfezâ saz semâî
- http://www.youtube.com/watch?v=ryo7wepny-i
- http://www.youtube.com/watch?v=xltk03jjaqw
- http://www.youtube.com/watch?v=p-zji_rtgxi
- http://www.youtube.com/watch?v=2xndkqpelpm
- http://www.youtube.com/watch?v=jo4axplc8am
- http://www.youtube.com/watch?v=g1wmqdmn7ro
Muhayyer saz semâî ve/veya peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=c5tdujrdgfg
- http://www.youtube.com/watch?v=2dwch-ztnug
- http://www.youtube.com/watch?v=nywtx_ppkik
- http://www.youtube.com/watch?v=lxknjo8he3k
- http://www.youtube.com/watch?v=-zqkzqf5jm4
- http://www.youtube.com/watch?v=iii7h1jdfoy
- http://www.youtube.com/watch?v=ijqylnbvmk4
Tamburi Cemil Bey'in kayıp mezarı 1995 yılında bulunur:
Tanburi Cemil Bey'in bulunduktan sonra Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’nda yeniden yapılan mezarı:
Mahur Beste (2)
06 Mayıst 2020
Bugün Deniz Gezmiş'leri anmak için Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, birisinin de adı ‘’Mahur Beste’’ olan üçlemesinden de bahsetmiştim… Bu şekilde de kendi kendime pas vermiş oldum… Şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu üçlemesini anlatmasam olmaz!…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’Mahur Beste’’ (Dergâh Yayınları, 1998), ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ (Dergâh Yayınları, 2010) ve ‘’Huzur’’ (Dergâh Yayınları, 2000) romanları birbirinin devamı olan Tanzimat’tan Cumhuriyete bir iç buhran üçlemesidir.
Bu kitaplarda geçen roman kahramanları aynı kişilerdir. "Mahur Beste", sadece aynı adı taşıyan romanda değil, "Huzur" ve "Sahnenin Dışındakiler"de de tam bir roman kahramanı edasıyla yer alır... Bu kişiler ‘’Sahnenin Dışındakiler’ romanında gençlik, ‘’Huzur’’’ romanında da olgunluk yaşlarıyla anlatılır.
Sahnenin Dışındakiler
‘’Sahnenin Dışındakiler’’ romanı Tanpınar'ın 1920'li yılların, Millî Mücadele yıllarının romanıdır. Romanın kahramanlarından İhsan romanın bir yerinde "Orada (Anadolu'da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız" demektedir. Roman adını ve konusunu "sahnenin dışında" olanların içlerinde ve etraflarında olup bitenlerle, zaman zaman geçmişe, maziye yönelerek değişimler, hasretler ihtiraslarla kazanmaktadır.
Huzur
‘’Huzur’’ romanına gelince… Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, roman boyunca kendisini "huzur"a kavuşturacak bir "iç nizam"ı aramaktadır. Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hâkim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır. İstanbul, bu aşkın yaşandığı çevre olmaktan çıkarak, âdeta bir roman kahramanı gibi ele alınır. Huzur için, belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor denebilir.
Mahur Beste
‘’Mahur Beste’’ romanında, Tanpınar'ın önceki romanları ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ ve ‘’Huzur’’da önemli bir motif olan "Mahur Beste" teması önemli yer tutar. Tanpınar, Türk müziğini medeniyet öğeleri arasında sayarak klasik Türk musikisini medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak kabul eder. Zaten ''Mahur Beste'', acı bir aşk hikâyesinin klasik musiki kalıplarıyla soyutlanmasıdır. Bu nedenle de Türk müziğinin en eski ve en önemli makamlarından birisi olan ‘’Mahur’’ aynı zamanda bu romana isim ve ilham kaynağı olur… ‘’Mahur Beste’’ sadece romana bir ad olmaktan da öte insanî tamlığın olmazsa olmaz bir öğesi olarak sunulur... Bu anlamda Tanpınar "Çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın düşüncesindedir… Zaten Tanpınar, Yahya Kemal’i en iyi anlayıp izleyenlerden birisi olarak kabul edilir…
Mahur Beste'de Tanpınar'ın diğer eserlerinde de görülen medeniyet meselesi büyük bir ağırlıkla ele alınır. Mahur Beste, Tanzimat sonrasında Cumhuriyet başlangıcında toplum hayatımızın her yönüne yansıyan değişim ve başkalaşımın yansıtıldığı ve her fırsatta tartışıldığı bir roman özelliğindedir. Tanpınar bu kitabında Doğu-Batı medeniyeti, ihtilal, kişisel açmazlar ve Türk aydını üzerine yoğunlaşır. Mülkiyeli Behçet, İhtilalci Sabri Hoca, Molla İsmail ve Atiye romanın başkarakteridirler...
‘’Mahur Beste’’ ilk kez 1944 yılında tefrika halinde yayınlanır, roman olarak da ilk 1975 yılında basılır. “Mahur Beste” diğer ilk iki romanın gölgesinde kalsa da Tanpınar’ın bir bütün olarak anlaşılmasını sağlar.
‘’Mahur Beste’’de geçen Talât Bey çarkçı yüzbaşıdır. Musikişinastır. Mevlevi muhibbidir. Fatma (Nurhayat) Hanım, Talât Bey’in karısıdır. Fatma (Nurhayat) Hanım’ın adı, ‘’Mahur Beste’’ romanında adı ‘’Fatma’’ olarak geçer. ‘’Huzur’’un tefrika edilen metninde de aynı ismi taşır. Huzur’un tefrika metni kitaplaştırılırken ismi Nurhayat’a çevrilir. Nurhayat Hanım, en geniş şekilde ‘’Huzur’’ romanında, torununun kızı Nuran üzerindeki etkisiyle anlatılır.
Mahur Beste'de trajik bir olay vardır:
Talât Bey’in karısı Fatma Hanım, Mısırlı bir binbaşıya âşık olunca kocasını terk eder. Talât Bey onun ardından Mahur Beste’yi besteler. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordur. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber verir. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenir...
‘’Mahur Beste’’, Tâlat Bey’in, 17. yüzyılın usta şairi, Sultan IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmed gibi padişahlarla; Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazan Neşâtî’nin bir gazelinden yaptığı bir bestedir. Neşâtî’nin bahsi geçen gazelinin ilk beyti şöyledir:
"Gitdin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile
istemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile"
Neşâtî'nin bu beyti roman boyunca ve hatta üçlemenin diğer romanı olan Huzur'da da sıkça tekrarlanır.
Klasik Türk Musikisinin en büyük bestekârlarından biri olan Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bir eserinin adı da ‘’Mahur Beste’’dir. Bu iki ‘’Mahur Beste’’ karıştırılmamalıdır. Tanpınar, ‘’Mahur Beste’’ romanını Eyyübi Ebubekir Ağa'ya ithaf eder. Bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu besteden etkilenmiş olduğu düşünülür.
Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bu eserinin sözleri şu şekildedir:
''Bir âfet-i meh-peyker ile nüktelerim var, fehmetmesi müşkil
Aşkı gibi sînemde bulunmaz güherim var, sad şevke muâdil
Ebrûleri îmâ ile gizli eder iş'âr, bir bûse atâsın
Ahdî'ye nihânî kereminden haberim var, müjde sana ey dil
Ah ben senin hayrânınam
Ah ben senin kurbânınam''
Bir medeniyet, insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir
‘’Mahur Beste’’de Tanpınar kahramanını şöyle konuşturur:
"Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler."
"Wagner'i, Debussy'i dinleyip Mahur Beste'yi yaşamak, işte bizim talihimiz bu."
“Freud ile Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı; insan kafasında, insan hayatında aramayı öğrettiler.”
''Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler. Acımak, söylendiği kadar kolay bir şey değildi. İnsanın her tattığı şey, içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.''
''Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?'' dedi. ''İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet, insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.''
Evet, bozuldu mu insan, işte bunun çaresi yoktur.
Zaman ‘’Mahur Beste’’yi okuma ve ''Mahur Saz Semai''ni dinleme zamanıdır!
Osman AYDOĞAN
Mahur Saz Semai:
https://youtu.be/3eknB-3fWpc
Bir not: ‘’Mahur Saz Semai'', adına aldanmayın, Nihavend makamındadır! Bestekârı Dr. Refik Talât (Alpman) Bey’dir. Romanda geçen Mahur Beste ile ilgisi yoktur. Ancak romana en uygun müzik de budur... Bu Ramazan ayı günlerinde iftarda, sahurda dinlenilebilecek en iyi müziktir. Romanda geçen Talât Bey de kurmaca bir kişiliktir.
Mahur Beste
06 Mayıs 2020
‘’Mahur Beste’’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üçlemesinin ilk romanının ismidir. (Diğer ikisi ''Sahnenin Dışındakiler’’ ve ''Huzur'') ‘’Mahur Beste’’, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zekâ ve yaratıcılığını ustaca konuşturduğu, bir solukta okunan, insanı birden kavrayıp yavaş yavaş, hüzünle yere indiren, ruhta hoş bir seda bırakan, güzel ve çok özel bir kitabıdır...
Bu roman Türk edebiyatında o kadar güzel bir eser ki ‘’Mahur Beste’’ ismi romanda kalmaz başka edebî eserleri de etkiler. Bunlardan birisi de Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiridir...
Ancak Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatmadan bir açıklama yapmam gerekiyor…
Edebiyatta ''tevriye'' sanatı
Edebî sanatlarda ‘’tevriye’’ diye bir kavram vardır. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye tevriye sanatı denir.
Bu sanatta sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı anlatılmak istenir. Daha doğrusu uzak anlam ilk anda okuyucu tarafından kavranmayacak biçimde gizlenir. Okur, yakın anlamla oyalanır, ama anlatılmak istenen uzak anlamda gizlidir. Bu uzak anlam şiire ayrı bir güzellik katar.
Tevriye sanatı ile ilgili en iyi örnek 17. yüzyıl Türk şairlerinden Nef’î’nin bir dörtlüğüdür:
''Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.''
Bu dörtlükte kullanılan ‘’Tahir’’in iki anlamı vardır: Birincisi ''Tahir Efendi'' anlamında, ikincisi ise ''temiz, pak'' anlamında.
Kelp ise ‘’köpek’’ demektir. Bu dörtlükte hem, köpek temiz hayvandır hem de asıl köpek Tahir Efendi'dir anlamı var. Maliki mezhebinde köpek, temiz hayvandır.
Tevriye sanatına ikinci bir örnek de Divan Edebiyatı'nda yaşarken "Sultanü'ş Şuârâ" (Şairler Sultanı) unvanını alan ve asıl adı Mahmud Abdülbâki.olan Divan Şairi Bâki’nin ‘’Huma kuşunun gölgesi’’ isimli şiiridir:
‘’Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’
Bu dizede Bâki, ''Bâki'' sözünün yakın anlamı olarak ''sonsuzluğu'' zikrederken, uzak anlam olarak da kendi adını işaret etmektedir...
Şimdi gelelim Attila İlhan’ın şiirine…
Mahur Beste
Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiri de tevriye sanatının en güzel örneklerinden birisidir. Şiirde geçen ‘’Müjgân’’ ilk anda yakın anlam olarak kadın ismi olarak anlaşılırsa da uzak anlam olarak ‘’kirpik’’ anlamında kullanılır... (Müjgân, Farsça bir sözcük olup ‘’kirpik’’ anlamındadır.)
Attila ilhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam için (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) yazar. Attila İlhan’ın kendi anlatımıyla şiirinin hikâyesi şu şekildedir:
“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.’’ 06 Mayıs 1972
Bu şiir hem Ergüder Yoldaş hem de Ahmet Kaya tarafından bestelenir. Ergüder Yoldaş'ın bestesi gerçekten ''mahur'' makamındayken, Ahmet Kaya'nın bestesi ''nihavent'' makamındadır.
Bir şiir bu kadar mı güzel yazılır, bir şiir bu kadar mı ruha dokunur, bir şiir insanı bu kadar mı hüzünlendirir?
''Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.''
Devlet Ana
Bu nasıl bir ‘’Devlet Ana’’dır ki, idealist çocuklarını ülkücü diye, sağcı diye, solcu diye, komünist diye, sucu bucu diye şefkatsizce, insafsızca, merhametsizce hapur hupur yer? Ama aynı ‘’Devlet Ana’’ evlatlarına göstermediği sevgiyi, şefkati, merhameti nedense hırsızlarına, uğursuzlarına, namussuzlarına, hortumcularına ve kendisini soyanlara gösterir...
O mahur beste yine çalar, Müjgan'la ben yine hüngür hüngür ağlaşırız...
Osman AYDOĞAN
Mahur Beste
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
Mahur Beste, Ahmet Kaya:
https://www.youtube.com/watch?v=EVwYvmoG8Ms
Arakiyeci İbrahim Ağa Cami
05 Mayıs 2020
Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da ilk olarak Bursa Ulu Cami’sini, daha sonra da İstanbul'daki ''Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami''sini anlatmıştım...
Madem ''ağa''lardan yola çıktım, bu yazımda da yine bir başka ''ağa'' camisini, İstanbul’daki en güzel küçük camilerden birisi olan ‘’Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'’sini ve caminin yapımı ile ilgili olarak rivayet edilen hikâyesini anlatmak istiyorum…
Hayal etmek her şey demektir
‘’Evrende her şey iki kere yaşanır, önce zihinde yaşanır sonra gerçekleşir.’’ Bu bir Çin düşüncesiydi. “Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur” diye de özetlemişti Budha. “Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir” diye de başka şekilde formüle etmişti Einstein. Düşler kurarmışız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırmışız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişip ve yaşadığımız gerçek olarak çıkarlarmış karşımıza. Ve Freud’un öğrencisi Alfred Adler derdi ki; ‘’İnsan kafasında bir amaç belirlerse, evrendeki her şey bu amacı gerçekleştirmek için bir sıra dâhilinde dizilirler.’’
Şimdi diyeceksiniz ki bunlarla Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'sinin ne ilişkisi var... Ama demeyin! Olmaz olur mu?
Neyse gelelim hikâyemize….
Bir rüya
1500’lü yılların Topkapı’sında yaşayan bir Arakiyeci İbrahim Ağa vardı… Surların dibinde küçücük bir kulübede namaz takkeleri (arakiye) örüp satarak geçimini sağlayan fakir bir takkeciydi İbrahim Ağa.
Fakir olmasına fakirdi ama gönlü zengindi, engin bir tevazu ve tevekkül sahibiydi. Kanaatkârdı. Bir hayali vardı: Cami yaptırmak. O bu hayalinden bahsettikçe: ‘’İbrahim Efendi, daha ekmeğini zor kazanıyorsun camiyi neyle yaptıracaksın?’’ derlermiş.
Fakat Arakiyeci İbrahim Ağa hiçbir zaman ümidini yitirmez, devamlı dua eder, ‘’umulur ki derya tutuşa’’ dermiş. İçinde beslediği cami yaptırma arzusunu hiçbir zaman kaybetmemiş.
Bir gece rüyasında: ‘’Bağdat'a git, köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır, onu al ye! İşte senin cami yaptırma hayalin de oradadır’’ diyen aksakallı, ermiş bir zat görür. Cami yaptırma hayalinin Bağdat'da ne işi vardı? Üç üzüm tanesi için aylarca sürecek meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk gözü alınabilir miydi? Bunun için İbrahim Ağa önceleri rüyasına pek ehemmiyet vermez. Fakat ertesi gece ve daha birçok geceler rüyası tekrarlanır: ‘’Bağdat'a git, üç üzüm tanesi kısmetini al!’’
Yakınlarının, akrabalarının ‘’Deli misin? Üç üzüm tanesi kısmet için gidilir mi Bağdat’a?’’ demelerine, engellemelerine karşın evi hariç, bağı bahçesi ne varsa satar ve bir kervana katılıp düşer yola...
Arakiyeci İbrahim Ağa aylardan sonra Bağdat'a varır. Medinet'üs-Selam Köprüsü'nün karşısındaki bir aşçı dükkânın peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir. Kalkar olgun bir salkımdan üç üzüm tanesi kopararak ağzına atar. Bu sırada yanına gelen bir ihtiyar:
– “Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin? Bağdat'a niçin geldin?...”
– “Darülhilâfe’ den” diye cevap verir Arakiyeci, “Âsitâne’den, Dersaât’ten (İstanbul) geliyorum.”
– “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”
Arakiyeci İbrahim Ağa Bağdat’a geliş sebebinin önceleri söylemek istemez ama ihtiyar o kadar ısrar eder ki, Arakiyeci İbrahim Ağa rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan ihtiyar kahkahayı basar: ‘’Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri her gün rüya görürüm ve bana ‘İstanbul'da Topkapı dışında Topçularda bir arakiyecinin evinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git, aç, al!’ derler de yine ehemmiyet vermem. Sen üç üzüm tanesi için Bağdat'a gelmişsin, doğrusu pek saf adammışsın’’ der.
Arakiyeci İbrahim Ağa'nın gözünde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen yer kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar ve İstanbul'a gelir. Kömürlüğü kazar, silme dolu üç küp altını bulur ve camiyi yaptırır.
İstanbul'un Topkapı semtinde sur dışında, E-5 çevreyoluna cephesi olan ancak çevre yolundan fark edilmeyen, Topkapı Şehir Parkı dâhilinde Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Cami olarak bilinen bu harika caminin ol hikâyesi işte böyledir.
O cami ki inanmanın, hayal etmenin ve istemenin eseridir ya da belki de bir mucizenin. Siz girişteki uzun paragrafımı tekrar okuyun isterseniz.
Brezilyalı romancı Paulo Coelho ''Simyacı'' isimli romanında (Can Yayınları, 2010) bu konuyu -aşırarak- işler best seller olur, ama hikâyenin kahramanı Arakiyeci İbrahim Ağa'yı kimse tanımaz! 1960'lı yıllarda rahmetli babam kış gecelerinde evimize gelen komşularımıza anlatırdı bu hikâyeyi...
Gelelim bu güzel caminin özelliklerine…
Arakiyeci İbrahim Ağa Cami
16. yy. mimari eseri olan bu caminin kitabesinde belirtildiği üzere bânisi İbrahim Çavuştur. Cami giriş kapısının üstündeki on iki mısralık kitabeden caminin Mimar Sinan'ın vefatından tam dört sene sonra, 1591-92 yıllarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Cami içindeki kitabelere göre ise; kızı Ayşe, anası Emine Hatun ile oğulları Mustafa ve Halil Çavuş İbrahim Ağa'nın hayratını kuvvetlendirmek için ilave vakıflar yaptırmışlardır. 1830 yılında esaslı bir onarım görmüştür. 1985 yılında ise Vakıflar İdaresi'nin yaptığı çalışmalarda da mahfil tavan ve dikme ve kemerlerinde orijinal altın yaldızlı nakışlar bulunmuştur. Son olarak 2008 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından restore edilmiştir.
Cami, mektep, kuyu ve sebilden meydana gelir. Taş levha ve iri dikmelerle inşa edilmiş bir duvarla çevrelenmiş, üç kapılı geniş bir avlu içindedir. Kubbesi ahşaptır. Eteklerini altın yaldızlı salkımlar süsler. 16.yy.'ın en güzel İznik işi örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar çiniyle kaplıdır. Cami duvarlarını süsleyen çinilerinde de İbrahim Ağa'nın rüyasına atfen bol bol üzüm salkımı motifi kullanılır... Ahşap üstü kalem işleri caminin girişini süsler. Cami birkaç kez soyulur, panolardan yüzlerce kıymetli parça çalınır. Bazı panolar da sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniğiyle yapılmış yenileri konulmuştur. Çalınan parçalardan bazıları Lizbon'daki Salazar Müzesi'ndedir.
Bu caminin bir başka özelliği daha vardır… Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'sinin avlu giriş kapısında bir zincir vardır. Bu zincirin adı da ‘’Enâniyyet Zinciridir’’.
Enâniyyet Zinciri
Enâniyyet; Arapça "ben" anlamına gelen ‘’ene’’ kelimesinden yapılmış bir masdar isimdir. Kibirli olma, kendine aşırı güvenme, övünme, gurur, hodbinlik, riya, sadece kendine taraftarlık ve Allah’ın insana ihsan ve ikram eseri olarak verdiği nimetleri sahiplenip kendine mal etmesi ve kendinden bilmesi duygusudur.
Eskiden genellikle büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirler bulunurdu. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların içeriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enâniyyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. İşte bu zincirin adına da “enâniyyet zinciri” denirdi.
İşte bu zincir (enâniyyet zinciri) camiye girerken bu duygulara set çekmek içindi. Bu duyguları olan camiye girmesin, bu duygularını caminin dışında bıraksın demektir enâniyyet zinciri…
Anlayana tabi!
Allah'ın Arakiyeci İbrahim Ağa gibi öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez... Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler.
Allah'ın kendilerini birşey zanneden nice kulları da vardır ki, halk onları bilir, çünkü onlar her an mikrofon karşısında, kamera önlerindedirler, TV ekranlarındadırlar... Halkın verdiği mevkileri, makamları işgal ederler, halkın verdiği paraları harcarlar... Ancak değil enâniyyet zinciri, prangalar konsa koca koca kapılara onların enâniyyetlerine set dahi çekilemez...
Osman AYDOĞAN
Arakiyeci İbrahim Ağa Cami dış görünüşü
Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin mihrap çinilerinden bir detay
Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin hariminden bir görünüş
Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin kalem işi süslemelerinden bir detay
‘’Millet’’, ‘’Ulus’’ ve ‘’Türk’’ kavramları üzerine
04 Mayıs 2020
Dünkü ‘’1944 Irkçılık-Turancılık Davası’’ başlıklı yazımda ‘’3 Mayıs Türkçülük Günü’’nden de bahsedince bana sosyal medyadan gelen sorular ve yorumlar üzerine; ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarına bir açıklık getirmem gerektiği kanaatine vardım…
Kavramlardan önce şöyle bir geriye gidip çok yakın tarihimizde yaşananlara bir göz atalım istiyorum:
Okullardan kaldırılan ‘’Öğrenci Andı’’
Okullarda söylenen ‘’Öğrenci andı’’ 08 Ekim 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığının yönetmelik değişikliğiyle ilköğretim okullarından kaldırılmıştı. Eğitim-İş’in değişikliğin yürürlüğe girmesinin ardından açtığı ve beş yıl süren dava sonucunda 18 Ekim 2018 tarihinde Danıştay 8. Dairesi öğrenci andının okunmasının kaldırılmasına ilişkin düzenlemenin iptaline karar verdi.
Öğrenci andı niye kaldırıldı? İçinde ‘’Türk’’ var diye. Kaldırılan sadece öğrenci andı mıydı? Hayır. Devletin bütün kurumlarından, bankalarından okullarına kadar ‘’Türk’’ adı kaldırıldı… Kızılay’ın maden suyunun etiketinden bile ‘’Türk’’ ismi kaldırıldı…
Hangi millet?
Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Nisan 2017 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Dikkat ediniz. Türk demiyoruz, Kürt demiyoruz. Çerkez, Laz, Boşnak, Roman demiyoruz. Hepsini birden içine alan bir ifade kullanıyoruz. Tek millet, diyoruz. 80 milyonuyla tek millet” ifadelerini kullanmıştı
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2013 yılı Şubat ayı ortalarında ise Başbakan iken Midyat’ta konuşurken de şöyle demişti: “Biz Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek bir milletiz. Bu milletin içinde Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Abaza’sı var...”
Daha fazla örnek vermeğe gerek yok… Açın gazete arşivlerini bu sözlerin onlarcasını bulabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Tek bir milletiz’’ diyor, bunu her konuşmasında söylüyor; ‘’bu millet’’ diyor ama bu milletin adını söylemiyor. Arap milleti mi? Afgan milleti mi? Acem milleti mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Türk’’ adını ağzına almadığına göre, bu millet Türk milleti değilse bu milletin adı nedir?
Her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...
Gazete makalelerine baktığımızda, TV’deki bu konudaki programları izlediğimizde her seviyede büyük bir kavram karışıklığı yaşandığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalarda genel anlamda ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ sözcüklerinin ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ sözcükleri ile eşanlamlı olduğu gibi bir yanılgı yaşandığı gözükmektedir. Ancak bu sözcüklerin anlamları tamamen apayrıdır.
Bu noktada ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarının açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...
Millet ve ulus kavramları
“Millet” kavramı, feodal toplum döneminde de kullanılan ve toplumda karşılığı olan Arapça bir kavramdır. Arapçada “millet”, aynı dinden olanların ortak adıdır ve genel olarak dinsel birliği anlatır. Osmanlılar da “millet” sözcüğünün “bir dinden olanların topluluğu” anlamında kullanıldığı gibi. “Osmanlı Milleti” dendiğinde, Osmanlı Hanedanı’na bağlı olan Müslümanlar anlaşılır. “Milliyet” sözcüğü se “ümmet” anlamında kullanılmıştır. ‘’Milliyetçik’’ ise sözcüğün bu anlamıyla, dinciliktir; din ayrımcılığıdır. “Ulus” sözcüğü ise Orhun Yazıtlarında geçer. Ancak “ulus” sözcüğü bir ırkı tanımlamak için kullanılamamıştır. ‘’Ulus’’ sözcüğü halkın yaşadığı ve belli sınırları olan toprak parçasına yani ülkeye denirken zamanla anlam genişlemesi ile bir ülkede yaşayan halkların tamamını tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir. Bunun nedeni de ‘’ulus’’ sözcüğünün daha kapsayıcı olması, ırk ve din ayrılığı gözetmemesi, yani ayrımcılıktan uzak olmasıdır. “Ulus” sözcüğünün, Bilim ve Sanat Terimler Sözlüğü / Halkbilim Terimlerindeki anlamı şöyledir: ‘’Ulus: Belli bir sınır içende yaşayan ve halk kültürüyle seçkin kültürünü yaratan insanların oluşturduğu siyasal toplum.’’ Bu bağlamda “ulusal” sözcüğünün de ırkla, etnik yapıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.
‘’Ulusal’’; “bir ülke sınırları içerisinde yaşayan topluluklarla ilgili” anlamındadır. ‘’Ulusalcı’’ ise “yaşadığı ülkenin topraklarına ve halklarının çıkarlarına duyarlı” demektir. Ulusalcılığı, ırkçılıkla bağdaştırmak kastın değilse cehaletin ürünüdür. ‘’Ulusal’’ sözcüğünün altında ‘’etnik kimlik’’ arayışı ilkel bir ırkçılık türüdür.
Bu anlamda “Türk Ulusu” kesinlikle ırkı çağrıştıran bir söylem değildir. Sözü edilen bir ırk değil tüm Türkiye halkıdır. Burada sorun olan dil, tanım ve anlam sorunudur... Burada bahsi geçen sözcüklerin dil, tanım ve anlamlarının yerli yerine oturtulması gerekmektedir. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.
Tanımları şimdilik burada bırakıp isterseniz –mutat olduğu üzere!- şöyle bir Tarih turu yapalım…
Tarihte Türkler
Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. Avusturya’nın kırsal kesimlerinde çocukların “Es ist schon dunkel. Türken kommen. Türken kommen” (Hava karardı. Türkler geliyor. Türkler geliyor.) diye tekerleme söyledikleri bugün de duyulabiliyor. Fransızcada “Turc” kelimesi eskiden “C’est un vrai Turc” (Tam bir Türk) olarak kullanılıyordu. Norveççede “Sint som en tyrker” (Bir Türk kadar kızgın) deyimi bulunuyor. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’ (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların hepsinde Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil Türk akınları, Türk seferleridir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.
Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık…
Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?
Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ ismi sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ismi ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…’’
Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Edebiyatları Türk edebiyatıdır, şiirleri Türk şiiridir… Bazı kasten veya gafletten yazan ve söyleyenlerin yazdıkları ve söyledikleri gibi ‘’Türkiye Edebiyatı’’, ‘’Türkiye şiirleri’’ değildir… Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur.
Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Dikkat edilirse Mustafa Kemal Atatürk “Türk halkına” demiyor, “Türkiye halkına” diyor. Bu tanımın ne ırkçılıkla ne de etnikçilikle bir ilgisi vardır. Aslında “Türk Ulusu”nu tarif ediyor Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu da bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.
Ernest Renan ve ulus kavramı
Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.
Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyal güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle emperyal güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyal güçler ve onların işbirlikçileri pek hazzetmezler.
İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.
Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda o zamanlar Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardı: '’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti''… (İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Romalıyız.) Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti''…
Acı olan
Ülkenin her tarafından ‘’Türk’’ sözcüğü silinirken, içinde ‘’Türk’’ sözcüğü geçiyor diye okullarda söylenen ant kaldırılmak istenirken milli şair Mehmet Âkif’in dizeleri geliyor aklıma:
“Ey dipdiri meyyit (ölü) ‘iki el bir baş içindir’
Davransana, eller de senin baş da senindir
His yok, hareket yok, acı yok... leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin”.
Acı olan bu konuda kimin ne söylediği veya söylemediği değildir. Acı olan Türk ulusunun bu konudaki yaşadığı sessizliktir. Herkes meşrebine göre düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor... Baksanıza, dün ‘’3 Mayıs Türkçülük Günü’’ idi ya… İktidarın ortağı, kendisini ‘’milliyetçi’’ olarak tanımlayan partinin lideri bu günü kutlarken ‘’Türk’’ kelimesini ağzına almaktan imtina ediyor, ‘’Türk ‘’ sözcüğünü telaffuz edemiyor… Kutlamayı ‘'3 Mayıs Milliyetçiler Günü'’ olarak yapıyor… Adama birisinin söylemesi lazım bugünün ‘’Milliyetçiler Günü’’ değil ‘’Türkçülük Günü’’ olduğunu… Ancak kendilerinin ‘’Türk milliyetçisi’’ olduğunu iddia eden partililerden zerre karşı ses çıkmıyor… Acze, gaflete, delalete ve sefalete bakar mısınız!...
Son söz
Cumhurbaşkanı, AKP yetkilileri, MHP lideri veya bir başkası istedikleri kadar Türk kelimesini ağızlarına almasalar, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de yukarıda bahsettiğim Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’
Gözünüzü sımsıkı kapatmışsanız eğer, güneş yok değildir ki!...
Osman AYDOĞAN
1944 Irkçılık-Turancılık Davası
03 Mayıs 2020
Dünya tarihinde hiç unutulmayan siyasi davalar vardır: Dreyfus Davası (Fransa), Rosenbergler Davası (ABD), Mykonos Davası (Almanya) gibi… Bunların üçünü de sayfamda yazmıştım…
Türk tarihinde, günümüzde yakından ilgilenenler hariç artık pek kimseciklerin bilmediği bir dava vardır: ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’
Irkçılık-Turancılık Davası; 7 Eylül 1944'te başlayan ve 29 Mart 1945'e kadar süren, Türk siyasetinde önde gelen 23 ismin Irkçılık-Turancılık suçlamasıyla yargılandığı bir davanın adıdır.
Davaya konu olaylar şu şekilde gelişir:
Nihal Atsız – Sabahattin Ali Davası
1944 yılı Mart ayında Nihal Atsız, ‘’Orkun’’ dergisinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na açık bir mektup yazar… Nihal Atsız, mektubunda Rus yanlılarının devletin çeşitli kademelerinde, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yuvalandıklarını iddia ederek dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'i hedef gösterir… Nihal Atsız bununla da yetinmeyerek Rus destekçisi olarak gördüğü Sabahattin Ali'yi ‘’vatan haini’’ diye de itham eder…
Bu yazı / mektup üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız aleyhine tazminat davası açar… Bu dava üzerine Nihal Atsız'ın ‘’Orkun’’ dergisi 1 Nisan 1944 tarihinde kapatılır... 9 Nisan 1944 tarihinde de açılan tazminat davası Ankara’da görülmeye başlanır… Nihal Atsız’a destek için mahkeme salonuna gelen Turancı gençler Sabahattin Ali ve Hasan Ali Yücel aleyhine sloganlar atarak taşkınlık yapınca duruşma 3 Mayıs 1944 tarihine ertelenir.
Ankara Nümayişi
3 Mayıs 1944 günü yapılan duruşmada Nihal Atsız söz konusu davadan 4 ay hapse mahkûm olur… Turancı gençler kararı protesto amacıyla Ulus’ta toplanarak başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek için bakanlığa doğru yürümeye başlarlar. Polisin eylemcilere müdahalesi sert olur… Göstericilerden bazıları tutuklanır…
Ancak olaylar burada bitmez…
Bu yürüyüşe katılıp tutuklananlar hakkında dava açılır… Ancak bu dava sıradan bir nümayiş davası değildir. Gösteriye katılıp tutuklananlar dışında çok sayıda Turancı da tutuklanır… Tutuklananlar arasında o dönemde üsteğmen olan Alparslan Türkeş dâhil askerler de vardır… Tutuklular meşhur (!) Sansaryan Han'a götürülürler. Tutuklular o dönemden sonra ‘’tabutluk’’ adı verilecek olan hücrelerde tutulurlar ve pek de iyi muamelelere maruz kalmazlar, işkence görürler..
Irkçılık-Turancılık Davası
Tutuklular 7 Eylül 1944 tarihinde İstanbul 1 No’lu Örfi İdare (sıkıyönetim) Mahkemesi’nde "gizli teşkilat kurarak kurulu düzeni yıkmaya teşebbüs" suçundan yargılanırlar. Sekiz ay süren yargılama sonucunda 29 Mart 1945 tarihinde Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal çeşitli cezalara çarptırıldılar. İşte bu dava tarihte adını ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’ olarak alır…
Nihal Atsız mahkûmiyet kararı kendisine tebliğ edildiğinde "turan için mahkûmiyet benim için şereftir" beyanında bulunur. Üsteğmen Alpaslan Türkeş de 9 ay 10 gün hapse mahkûm olur, ancak Askerî Mahkeme’nin temyizi ile fazla cezaevinde kalmaz.
Bu davadan hüküm giyenlerin cezaları Tophane Askerî Hapishanesinde infaz edilir…
3 Mayıs Türkçülük Günü
Günlerden 3 Mayıs 1945 günüdür. 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının ve dava sonunda yapılan ‘’Ankara Nümayişi’’nin birinci yıldönümüdür… Tophane Askerî Hapishanesinde bulunan Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 mahkûm tarafından, Türkçülük-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının duruşmasından sonra yaşanan “Ankara Nümayışı”nı anmak amacıyla örtüsüz bir masa etrafında toplanırlar… İşte ilk defa 3 Mayıs 1945 tarihinde yapılan ve daha sonraki senelerde de devam eden toplantılar Türkçülük Günü (Bayramı) diye anılır…
Bu siyasi davanın arka planı
Bu dava siyasi bir davadır… Her siyasi davanın mutlaka siyasi bir maksadı ve bir uluslararası boyutu vardır tıpkı Dreyfus Davası’nda, Rosenbergler Davası’nda olduğu gibi… Tıpkı Balyoz-Ergenekon siyasi davalarında olduğu gibi… Düşünsenize; Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı 15 Temmuz menfur darbe girişim olur muydu? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye Suriye – Libya bataklığına girer miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye’de rejim değişip ülke tek adama teslim edilir miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı ülke Diyanetin vesayetine girer miydi?
Neyse bu konular çetrefilli konular... Biz gelelim ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’na…
İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği milliyetçi blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsızdır… Her iki taraftan gelen baskılara direnmektedir. Bu günlerde Türkiye’deki Turancılar savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanmaktadırlar… Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek verir… (Tıpkı Ilımlı İslam için ABD’nin ve AB’nin AKP hükümetine ülkede ''ulusal'' olan ne varsa yok etmek için verdikleri destek gibi...)
Almanya'nın o dönemki Ankara büyükelçisi von Papen Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplar ve destek arar… 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşür… Ancak büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamaz… Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemez… Hatta Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı edilir, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanır, hatta bizzat hükümetten destek bulur…
Ta ki Ruslar Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlayıncaya kadar...
Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine döner… 3 Mayıs 1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna yurtsever insanlar tabutluklara tıkılır… Olayı gülünç kılan ise, bu insanlara isnat edilen suçun "Turancılık" olmasıdır.
Hem Dreyfus Davası’nda, hem Rosenbergler Davası’nda hem de bu davada devletin şizofrendik halini görürüz… Bu dava sonrasında Sabahattin Ali saldırıya ve hakaretlere maruz kalır, sonrasında da öldürülür… Sabahattin Ali’yi öldüren kişi ‘’vatanperver hislerle’’ bir ‘’vatan haini’’ni öldürdüğünü söyler… Hani bugünlerde devletimizin en tepesinden ‘’hain’’ sesleri çokça dillendiriliyor ya! Bir hatırlatayım istedim en tepeden böylesi söylemlerin nelere mal olabileceğini…
Hoş devlet ‘’Balyoz –Ergenekon davaları’’nda az mı şizofrendi? O davalarda kaç yurtsever aydın ve subay katledildi? O davalarla devletin altına dinamit koyup patlatmadılar mı?
Neyse bunlar çetrefilli konular, benim boyumu aşar... Yine biz konumuza dönelim…
Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) isimli kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade eder… Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer verir:
Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı."
Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."
Olayların ve duruşmaların kahramanlarından biri ve doğrudan doğruya şahidi olan Nejdet Sançar’ın günü gününe tuttuğu notlardan oluşan ‘’1944 Irkçılık Turancılık Davası-Mahkeme Günlükleri’’ (Bozkurt Yayınevi, 2018) isimli kitabı bu konuda yazılmış en iyi eser olduğunu düşünüyorum…
Bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna tabutluklara tıkılan, işkenceler gören, tırnakları çekilen bu yurtsever insanları yılda bir gün de olsa, 3 Mayıs, anmaya değer diye düşünüyorum…
Şimdi kendilerini ‘’milliyetçi’’ ilan edenlerin siyaset sahnesindeki ibretlik hallerini görünce o günkü yurtsever insanların önünde saygıyla eğiliyorum…
Osman AYDOĞAN
Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami
03 Mayıs 2020
Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da dün Bursa Ulu Cami’sini anlatmıştım... Bu yazımda da İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Hüseyin Ağa Cami''sini anlatacağım... Bu cami halk arasında daha çok ‘’Ağa Cami’’ olarak tanınır, bilinir…
Ağa Cami'sini anlatmadan önce İstanbul camileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsetmek istiyorum... Çünkü Türk şiirinde camiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camileri.
Türk şiirinde İstanbul camileri
Türk şiirinde İstanbul camilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:
‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’
(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)
Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Cami'nin ihtişamını, caminin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:
‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’
(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)
Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Cami için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’
Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Cami’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Cami''ni tanıtmaktı. Bu nedenle de bu noktaya gelmek için Türk şiirindeki İstanbul camilerinden bahsettim...
Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum... Ancak bahsettiğim diğer şiirleri de bulup okumanızı isterim...
Ağa Cami
Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce
Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce
Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;
Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,
îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…
Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,
En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,
Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.
Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,
Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen
Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!
Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!
("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)
Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar. Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.
Mevlevî Nâzım Hikmet
Ağa Cami’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…
1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.
Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.
Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”
1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.
Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder.
Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:
‘’Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.
Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’
Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…
Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. (*) İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Cami şiiri de bunlara bir örnektir.
Şimdi de gelelim Ağa Cami’ne…
Ağa Cami
Halen Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ağa Cami, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 (bazı kaynaklarda 1597 diye geçer) yılında yaptırılmıştır. Hadika’nın yazma nüshalarının birinde, adı Emin Bey Camii olarak da geçer. 1597 yılında yapılan ilk camii kubbeli imiş, günümüzde ise düz çatılıdır. Camii’nin mihrabı, duvarları ve minaresi ilk yapıdan kalmıştır. İçeride dört kalın kare prizma ayak, baskılı çatıyı tutar.
Kıble duvarında ve yan duvarlarda, dörderden iki sıra pencere yer alır. Kemerli pencereler renkli camlarla tezyin edilmiştir. Duvarlar yakın zamanlardaki onarımdan sonra belli bir yüksekliğe kadar Kütahya çinisiyle yenilenmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür. Tavan ve tonozlar ise renkli kalem işleriyle bezenmiştir. Cami içindeki hatlar, son büyük hattatlarımızdan İsmail Hakkı Altunbezer’e aittir. Yapının minberi ve kürsüsü ahşaptandır. İstiklal Caddesi tarafından avluya girildiğinde sağ tarafta mihrap hizasında, çimenlerin arasında iki tane mezar taşı vardır. Bunlardan biri caminin banisi, Galatasaray'ın kapı ağalarından Hüseyin Ağa'ya, diğeri de Davut Ağa'a aittir…
Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın eseri olan bir şadırvan bulunur. Bu şadırvan Kasımpaşa Sinan Paşa Camii’nden buraya nakledilmiştir. Tek şerefeli minaresi caminin sağ tarafında yükselir. Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Cami çok kez hasar görür. Daha önce avlu kapısı üzerinde duran tuğralı, sekiz satırlık kitabesinden, 1800’de, 1864’de ve daha sonraki yıllarda yapıda oluşan hasarların, bizzat Sultan II. Mahmut tarafından 1834 tarihinde tamir ettirildiği bilinmektedir. Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir… Uzun yıllar bakımsız kalan Ağa Cami, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.
Ancak Ağa Cami’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Cami yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta durmaktadır.
Ta ki birileri Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…
Ağa Cami'nin çatlayan temelleri, duvarları
Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Cami’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. 1983 tarihli, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre oraya değil devasa bir bina yapmak çivi bile çakmak yasaktır aslında… Ancak Demirören AVM, 7 yılda 19 bin metrekare inşaat iznine karşın 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.
Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Cami ile ilgisi yoktur... Ancak inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Cami’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Cami ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa cami etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.
Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Cami’’ (Kuşkonmaz Cami)’nin de sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…
Bir onarım yüzsüzlüğü
İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Cami’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…
Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Cami’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın ‘’Demirören Grubu’’ tarafından yapıldığı yazılır.
İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…
Caminin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak bu devrin yandaşlarına mahsus bir yüzsüzlük olsa gerek…
20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Cami’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Cami’’ isimli şiirini okur. Ancak tören öncesinde Bülent Arınç'ın Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Bülent Arınç, okuması için bu şiir eline tutuşturulduğunda şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Tüccar gibi dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...
Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha cami mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranı arasındaki ilişkiyi dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiler yapıp -hem de devletin kesesinden adının dahi ne anlama geldiğini bilmeden ‘’Selatin Cami’’ diyerek-, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Cami’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten… Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu caminin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Ki İstanbul Beyoğlu Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, temelleri Demirören AVM inşaatı nedeniyle tahrip edilen Ağa Cami’sine 200-300 m mesafede iken… Kendisinin böylesine bir sorumluluğu varken restorasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek böylesi bir zihniyete ait bir yüzsüzlük olsa gerek...
Bu nedenle Ağa Cami’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'' diye hazin hazin iç geçirir, sonra da sorarım kendi kendime ‘’Ağa Cami’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Cami’’mi diye…
İbrâhim bin Ethem’i anlatırken de bahsetmiştim, son yıllardaki bütün araştırmaların Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın azaldığını gösterdiğini... Devr-i iktidarlarında sadece dinin temelleri sarsılmıyor, görüldüğü gibi dinin yüzlerce yıllık mabetlerinin de temelleri sarsılıyor...
Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...
Osman AYDOĞAN
(*) Burada bir açıklama yapmam gerekiyor:
Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:
“Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:
'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’
(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)
(Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.)
Bursa Ulu Cami
02 Mayıs 2020
Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim… Bugün de herkeslerin bildiği bir camiiyi, Bursa Ulu Cami’sini tanıtacağım…
Benim bu tanıtımım Ulu Cami’nin farklı bir özelliği ile olacak… Ancak benim Ulu Camii’nin bu özelliğini anlatabilmem için kısa (!) bir giriş yaparak Arapça’daki ‘’vav’’ harfini anlatmam gerekiyor… Şimdi diyeceksiniz ki Bursa Ulu Cami ile Arapça'daki ''vav'' harfinin ne ilişkisi var? Ama demeyin, sabredin...
Arapça ''vav'' harfi...
Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu anlamdaki ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ denir: ‘’Vav-ı atıfa’’.
Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. ''Vav-ı kasem'': Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir… ‘’Vav-ı kasem’’, yani ‘’yemin vav’’ı, arkasından dikkatlerimizin çekilmek istendiği önemli bir şeyin geliyor olacağını haber eder... Kur’anı- Kerim’de çoğu vakitler üzerine -kuşluk vaktine, fecre, geceye, gündüze (vel-fecr, ve’d-duha, ve’n-nehâr, ve’l-asr, ve’l-leyl…) ve bunların alametleri sayılan güneşle aya yemin edilir. Asr sûresinde, mutlak mânâda zamana yemin edilerek, akıp giden vakti dikkatle değerlendirmesi konusunda insanoğlu uyarılır.
’’Vav-ı kasem’’ için bir örnek ‘’Duhâ’’ sûresidir. Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye de anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir. Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...
Hatta bu konuda bir de fıkra bile var…
Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş gözetmen) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, ‘’vav-ı atıfa’’ (bağlaç) mı yoksa ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) mı?''
Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” (bağlaç) demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''
Mümeyyizler şaşkın. Çünkü cevap yanlış. Biri dayanamayıp “yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O 'ved duha’da 'vav' yoktur' diyordu...''
Bu fıkrada sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır ama neyse biz mevzuyu dağıtmadan dönelim konumuza…
'’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir. Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılıyordu. Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösteriliyordu.
Ancak Arapça'daki ‘’vav’’ ile bilgi bu kadar değildir. Arapça'da ve Divan edebiyatında ''vav'' harfinin daha derin dînî, felsefi ve sanatsal anlamı vardır. Hazır ''vav'' harfiyle yola çıkmışken, Bursa Ulu Camii'ye de gelmeden bunlara da kısaca değinmek istiyorum...
Divan edebiyatında ''vav'' harfi...
Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.
Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’, ''yokluk'' demektir. Dudak tasavvufta ''yokluk'' anlamındadır.
Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği söylenir…
''Vav'' harfinin dînî anlamı...
‘’Vav’’ harfi, ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir.
‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sadece sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir. Lafz-ı ilahi (Allah’ın sözü) elifle başlar. Elif cümle kâinatın anahtarıdır, ‘’vav’’ ise kâinatın ta kendisidir.
Hat sanatında ''vav'' harfi...
‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir.
Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir.
Hat sanatında ‘’vav’’ harfinin önemini vurgulamak için şu meşhur hikâye hep anlatılır:
Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya;
- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir 'vav' yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır.
Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz;
- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır.
Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı;
- “Hafız Efendi para istemez, sen bir 'vav' yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek;
- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.
''Vav'' harfi
‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır, sevgidir ‘’vav’’…
İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar da bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi ise kullarını ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…
Yazımın başlığı ‘’Ulu Cami’’ ancak şimdiye kadar hep ‘’vav’’ harfinden bahsettim. Şimdi bu noktaya kadar hep ‘’vav’’ harfinin Ulu Cami ile olan ilgisini merak ettiniz. Şimdi sıra ona geldi... Birazcık daha sabır...
Önce esas konum Bursa Ulu Cami hakkında kısa bir bilgi:
Bursa Ulu Cami...
Ulu Cami, Osmanlı Devleti'nin dördüncü padişahı Yıldırım Bayezid Han tarafından 1396 yılında Niğbolu Savaşı'nı kazanmasından sonra mimar Ali Neccar'a yaptırılır. Cami 1399 yılında ibadete açılır. Ulu Cami, sadece Türkiye’nin değil, İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olarak bilinir.
İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Cami’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır.
Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.
Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Cami; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır.
Cami içindeki bu levhalarda; Fatiha, İhlâs ve Nas sureleri başta olmak üzere, üç adet sûre, üç ayrı tarzda Ayet'el-Kürsi, 47 farklı ayet, 14 hadis-i şerif, Esma'ül-Hüsnâ'daki isimler, Allah (CC), Muhammed (SAS) ve İslam büyüklerinin isimleri, 25'ten fazla dua ve tespih sözü ile birkaç beyit ve iki şiir bulunmaktadır.
Şimdi Bursa Ulu Cami'nin ''vav'' harfi ile olan işlişkisi:
Bursa Ulu Cami' ve ''vav'' harfi...
''Vav'' harfini ve anlamını bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni Ulu Camii’nin her duvarında derin ve farklı anlamları olan ‘’vav’’ harflerinin yazılı olması ve bu ''vav'' harflerinin daha iyi anlaşılması içindi...
Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en güzeli, rivayetleri ile ünlü, tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…
Rivayet olunur ki; Ulu Cami’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orada ekmek dağıtırken Hızır Aleyhisselam'ın da orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır’ın (a.s.) Ulu Cami’deki ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmezmiş… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…
Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en anlamlısı da Ulu Cami içinde caminin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüt’’ dört tane ‘’vav’’ harfidir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyor. Mesela; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…
İşte böyledir Bursa Ulu Cami’nin ol hikâyesi… Bursa Ulu Cami'nin İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olması boşuna değildir.
Vâveylâ...
Hazır bu noktaya kadar gelmişken ''vav'' harfinden türemiş bir kelimeyi de aktarmadan geçemeyeceğim: Vâveylâ.
Manayı bilmeyenler, kendisini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. İşte buna da ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise; vali olup, veli olup, varis olup, vekil olup, vezir olup, vakıf malını değerlendirir makamda olup da ‘’vav’’ olamadıkları için ''vay'' diye feryâd edenlerin halidir. Şimdilerde, bunlardan renkli ekranlarda, ceridelerde, meclislerde, kürsülerde, mevkilerde, makamlarda ve mikrofon başlarında olup da vâveylâ edenleri mebzul miktarda görüyor ve onları ibretle izliyoruz zaten…
Osman AYDOĞAN
Hat sanatında bir ''vav'' örneği:
Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde işlenmiş dört ‘’vav’’ harfinin (müsenna çifte vav) kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi: (Aşağıdaki fotoğraf)
Ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfi:
Bir not: Buradaki bilgiler İslam Ansiklopedisinden derlenmiştir. Bir de merhum Kayınpederim de Bursa Ulu Camii'nin resterasyonunu yaptığından bir kısım bilgiler de kendisinden alınmıştır.
1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı
01 Mayıs 2020
Türkçeyi çok iyi kullanan yazar ve şair Murathan Mungan’ın çok güzel bir şiiri vardı, ‘’Eskidendi, çok eskiden’’… Murathan Mungan’ın söylediği gibi hatırlar mısınız, eskiden çoook eskiden ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ kutlanırdı görkemli törenlerle… Şimdi ‘’nerede o bayramlar’’ der gibi ‘’şimdi nerede o törenler’’ diye hayıflanıyorsunuz değil mi?
Neden hayıflandığınızı anlatmadan önce kısaca 1 Mayıs İşçi Bayramının kısa bir tarihçesine bakalım…
1 Mayıs İşçi Bayramı tarihçesi
Tarihte ilk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlerler… 1 Mayıs 1886'da da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakırlar. Değişik kentlerde binlerce siyah ve beyaz işçi, birlikte yürürler…
14 Temmuz - 21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verilir...
Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edilir…1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazanır.
Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı
1 Mayıs İşçi Bayramı Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanır… 1923 yılındaki bu kutlama için kadın şairimiz Yaşar Nezihe, Türkçedeki ilk ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ şiirini ‘’1 Mayıs’’ başlığı ile Mayıs 1923’de kaleme alır… Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum… (Bu sayfada yazdığım Şükûfe Nihal gibi, İhsan Raif Hanım gibi hazin bir hikâyesi vardır şair Yaşar Nezihe’nin)
İşçi Bayramı, 2008 Nisan'ında "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilir. 2009 Nisan’ında da TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilir.
Şimdi gelelim baştaki hayıflanmamıza… Sadece bizde değil, tüm dünyada da 1 Mayıs İşçi Bayramları gittikçe sönük bir şekilde kutlanmaktadır…
Peki neden?
1989 dönüşümü
1989 yılında Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icat edildi…
İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi duvarlar yükseldi (Die festung Europa). Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak nitelendirildi, algılandı.
1989 dönüşümü sonrası dünya
Bu tarihten sonra Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, İngiltere’den bir daha Thomas More, Oscar Wilde, James Joyce, Thomas Stearns Eliot ve Virginia Woolf çıkmadı...
Avrupa’ya yönelik göç dalgası, birbiri ardına gelen terörist saldırılar, milliyetçilik ve ırkçılık akımları ve Brexit Avrupa Birliği’nin iktidarsızlığını artırdı.
İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.
İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…
Bütün bunların da sonucu olarak; “Batı” kapitalizminin krizi ve ABD dış politikasında da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri görülen yalpalama ABD’de Trump’u yükseltti. Diğer ülkelerde de Rusya’da Putin, Macaristan’da Urban gibi Trump’ın kopyaları ortaya çıktı…
Küreselleşme sonucu
Son olarak küreselleşmenin dayatmasına da insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşme’’yle, ‘’ümmetleşme’’yle, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizm’’le yanıt verdi. ‘’Sanayi kapitalizmi’’nin yerini ‘’finans kapitalizmi’’ aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, kendi içinde bölündüler, ideoloji olmayınca çıkar nedeniyle kendi içlerinde kendileriyle kavga ettiler…
Ve Türkiye
Bu süreç Türkiye’de çok daha trajik yaşandı… 1980 sonrası Türkiye sağ ideolojiye teslim edilirken sol kendi içerisinde bölündü… Örneğin 1994 yerel seçimlerinde Ankara’da ve İstanbul’da sol tandanslı SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı adaylar çıkardılar, merkez sağ da ANAP ve DYP diye bölününce her iki şehirde de dini referans alan RF’nin adayları kazandı… Ancak sol bundan ders almadı… 1999 seçimlerinde de aynı hayatı tekrarladılar… Daha da trajik olanı ise bu tabloya sebep olan sol siyasetçilerin günümüze kadar hala itibar görmeye devam ediyor olmalarıdır…
Daha yakın zamanda yargıyı siyasetin emrine veren 12 Eylül 2010 halkoylamasında ''Yetmez ama ‘Evet’çi” liberal solcuların da katkıları unutulmamalı… Neyse bu faslı kapatalım… Yoksa bu liste sıralamakla bitmez…
Tüm bunların sonucu olarak da sol partiler sürekli oy kaybettiler. Bu şekilde de işçi sınıfının en büyük siyasi ve ideolojik desteği yok oldu...
Günümüzde siyaset
Günümüzde bu şekilde ideolojisiz kalan işçi sendikaları da iktidarlara yamandı... Sarı sendika haline geldi... İşçi ücretleri yerlerde süründü... Kâr hırsı uğruna iş güvenliği ihmal edildi... Yüzlerce işçinin toprak altına gömüldüğü iş kazalarının hesapları sorulmadı... Bir ‘’fıtrat’’ sözcüğü ile üstü örtüldü… İktidarın adamları yerlerde işçi tekmelediler, ''açız'' diyen işçi kadına ''geber'' dediler... Bu Korona günlerinde içşi sahipsiz, aç ve açıkta bırakıldı... Bu konuları gündeme getirecek ''Sivil Toplum Kuruluşları'' ve aydınlar da kalmadı, onların yerine iktidardan beslenen dinci vakıflar, STÖ’leri ve Körfez harekâtının ‘’Embedded journalism’’i gibi ‘’saray gazeteciliği’’ ve ‘’embedded aydınlar” türedi… Sonuçta işçi haklarını takip edecek kimse kalmadı…
Sanayi kapitalizminin yapısı çöküp sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alınca da tek ilah ''para'' haline geldi. Emeğin, emekçinin değeri kalmadı... Böylece ortada işçi sınıfı kalmadığı gibi işçi haklarını takip edecek ''insanlık'' da kalmadı. İnsanlar sadece pazarda değil hastanelerde, eğitim kurumlarında ve hayatın her alanında müşteri haline geldi. Doğa katledildi... Kâr uğruna hava, su, çevre, insan kirlendi...
1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı kutlaması
Hal böyle olunca da ortada ne kutlanacak bayram kaldı ne de bu bayramı kutlayacak heyecan…
Bugün, böyük böyük adamlar ''Emek en yüce değerdir...'' diye 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramını kutlayacaklar... Bu sözle, bu sloganla işçi aldatılırken aynı zamanda emek sömürüsünün de üstünü örterek bir taşla iki kuş vuracaklar...
Ama ben yine de tüm çalışanların, tüm emekçilerin bayramını canı gönülden kutlamak istiyorum:
‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’ kutlu olsun…
Ben her ‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’nda Cem Karaca’nın 1968 yılında çıkardığı o meşhur ‘’Tamirci Çırağı’’ şarkısını hatırlarım… Bu şarkının bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum…
‘’Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar..’’
Osman AYDOĞAN
Cem Karaca; ‘’Tamirci Çırağı’’
https://www.youtube.com/watch?v=388-ZnlMoO4
Yaşar Nezihe Hanim’ın ‘’1 Mayıs’’ şiiri
Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.
Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?
Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.
Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.
Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…
Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.
Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
ta’zim ile hürmetle sana başlar eğilsin.
Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.
Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…
Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.
Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.
Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.
Yaşar Nezihe
Kût Muharebesi
29 Nisan 2020
Bugün 29 Nisan 2020... Kût Zaferi'nin 104. yıl dönümü...
Kût Muharebesi; Birinci Dünya Harbi esnasında 29 Nisan 1916'da, Mirliva Halil Paşa komutasındaki Altıncı Ordu’nun, General Townshend komutasındaki İngiliz birliklerini teslim aldığı bir muharebedir. Bu muharebede Türk ordusu kuşatma altında tuttuğu Kût şehrine girerek İngilizlerin 13 generali, 481 subayı ve 13.300 erini esir aldılar... Bu kadar İngiliz esir İngiltere tarihinde bir ilktir, tektir ve sondur.
1’inci Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zaferden birisidir “Kût Zaferi”.
Halil Paşa, soyadını “Kût” olarak almıştır. Selman-ı Pak’ta bulunan subayların bazıları da o zaferin anısını hep yaşamak istediğinden “Selmanıpak” soyadını aldılar.
Kût-ül Ammâre savaşı İngilizlerin tarihlerinde verdikleri en büyük kayıptır. Tarihte bunun başka bir örneği yoktur. Kût-ül Ammâre zaferi, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğunun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci büyük zafer olmuş ve Dünya'da geniş yankılar uyandırmıştır.
Kût Muharebesi hakkında İngiliz ve Avusturyalı yazar ve tarihçiler şunları söylerler:
‘’1842’deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet.’’
Knightley Phlillip and Simpson, Colin The Secret Lives of Lawrance of Arabia, Nelson, Lonfra, 1969
“İngiliz prestijinin 1’inci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe."
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart
"Kır bir atın üzerinde şık üniformalı, kelebek gözlüklü, dimdik duran Albay'ın komutasındaki sağlam, dayanıklı, kirli haki üniformalı, sırtları çantalı, bin kilometre yürümekten postalları parçalanmış Türk askerleri, trampetlerin ritmine uygun bir yürüyüşle şehre girdiler. Araplar alkışlıyor ve Albay’ın çizmelerini öpmeye çalışıyorlardı. Ama Albay onları itti… İngiliz subayları teker teker kılıçlarını teslim ettiler, o da başıyla selamlayarak alıyor ve ellerini sıkıyordu. General Townshend'in kılıcını Halil Paşa özel olarak gelerek aldı ve kendisine iade etti.’’
Avustralyalı yazar Russel Braddon
Halil Paşa’nın zaferden sonraki emri
29 Nisan 1916 tarihinde aşağıdaki metin Halil Paşa tarafından Altıncı Türk Ordusu'na günlük emir olarak yayınlanarak bu gün Kût Bayramı olarak ilan edildi.
29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri;
‘’Orduma
Arslanlar,
Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes (güneşli) semasında şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şadühandan (sevinçten, bahtiyarlıktan) pervaz ederken (uçarken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah'a hamdü şükür eylerim. Allah'ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti'nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.
Ordum gerek Kût karşısında ve gerekse Kût’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kût’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale'de, ikinci vakayı burada görüyoruz.
Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin (büyük, paramparça eden başarımızın) parlak bir başlangıcıdır.
Bugüne ‘’Kût Bayramı’’ namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta (ulvi hayatta), semevatta (göklerde) kızıl kanlarla pervaz ederken (uçarken), gazilerimiz de atideki (gelecekteki) zaferlerimize nigehbân (gözcü) olsunlar..
Mirliva Halil
Altıncı Ordu Komutanı’’
Kût Zaferinden sonra
Enver Paşa, temel harp prensiplerinden olan ‘’başarıdan faydalanma’’ kuralını uygulayacağına, bu muzaffer ordu ile güneye Basra’ya kadar inip İngilizleri denize dökeceğine Kût Zaferi’ni kazanan Ordu’ya Almanların da telkiniyle “İran Seferi”ni hedef gösterdi. “Turan Seferi” de denilen bu sefer “hayalperest” bir sefer olmasına rağmen bu muzaffer Ordu, İran’a da girdi. Ancak burada İngiliz kuvvetlerini tutmaktan başka (Almanlar lehine) bir sonuç alamadı. Ancak Basra’daki İngiliz kuvvetleri ihmal edilmişti. İngilizler takviye kuvveti getirdikten sonra Bağdat istikametinde ilerlemeye başladılar.
Bu sefer muzaffer ordu ‘’Turan seferi’’ denilen hayalperest seferini bırakarak tekrar Irak’a döndü ise de İngilizler çoktan önemli mevzileri ele geçirmişlerdi. Sonuçta Kût-ül Ammâre kaybedildiği gibi Bağdat da kaybedildi. Mütarekeden sonra da Musul ve Kerkük kaybedildi. Dolayısıyla müthiş bir zafer ziyan edilmiş oldu…
Bu muhteşem zafer ziyan edilmeyip de bu muzaffer ordu Alman telkiniyle İran’a değil de Basra’ya yönlendirilseydi tarihin akışı daha farklı olurdu.
Başkalarının telkinleriyle dış politika belirleyenlerin sonunu ‘’Tarih Baba’’ hep ‘’hüsran’’ olarak kaydetmiştir.
Kût Zaferi geçmişte kutlanmış mıydı?
Kût-ül Ammâre zaferi için NATO’ya girişimizden sonra İngilizleri gücendirmemek için kutlamaktan vazgeçtiğimiz iddia edilir. Ancak 1945 yılına kadar da Kût Muharebesinin kutlandığına dair hiçbir belge, bilgi, haber, yazı ve kaynak yoktur. Sadece 1950 yılında romancı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir yazısı vardır. Hepsi o kadar.
Muhtemeldir ki bu unutuluşun arkasında bu muhteşem zaferin ziyan edilmiş olması yatar.
Kût Şehitliği
1920 yılında Bağdat’a 356 km uzaklıkta Kût-ül Ammâre’de bir şehitlik inşa edilmiştir. Burada yedi subay ve 43 er olmak üzere 50 şehidimizin mezarı bulunmaktadır.
Kût Muharebesi şehidi Dedem
Bu günü kimsecikler kutlamasa da ben kutlamasam olmaz! Çünkü Dedem de (Babamın babası, Yusuf oğlu Hasan, 18'inci Kolordu, 51'inci Fırka, 7'inci Alay, 2'inci Tabur, 5'inci Bölük. Şehadet tarihi ve yeri: 08 Ekim 1916, Kût-ül Ammare) bir Kût muharebesi şehididir... Ruhu şâd olsun...
Hani, Çiçero derdi ya zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Şehitleri yaşatan da yaşayanların bellekleridir.
Kût şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şâd olsun. ‘’Kût Bayramımız’’ kutlu olsun!
Osman AYDOĞAN
Meraklı olan okuyucularıma aşağıda bu muharebenin kısa bir özetini sunuyorum.
Kısa bir özet dediğime bakmayın. Böyle derli toplu bir özeti başka yerde bulamazsınız. Kût-ül Ammâre zaferini anlamak için kaçırmayın derim. Buradaki bilgiler, Kût Zaferi'nin 100. yılı nedeniyle 2016 yılında Gazi Üniversitesinde düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda hazırladığım notlarımdan istifade edilerek derlenmiştir...
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğu ile İngilizler arasında 8 Aralık 1915 - 26 Nisan 1916 tarihleri arasında Irak’ta cereyan eden ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Kût-ül Ammâre Muharebesi
Birinci Dünya Savaşı Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma
Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bu yığınağın bir başka belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.
Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardır. .
Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.
20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.
Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.
Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)
Kısaca Osmanlı Birinci Dünya savaşına girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…
Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.
Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı: İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.
Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.
1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.
Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.
İngiltere’nin amacı
İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında;
-Abadan petrollerini korumak,
-Kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve
-Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.
Osmanlı imparatorluğunun savaş planı
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi, Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.
İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun savaş planı;
-Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak,
-Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve
-Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.
Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;
- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,
- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,
- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak - harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,
- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.
Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler
İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.
İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.
Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)
Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Ammâre'yi işgal ettiler.
23-24 Nisan 1915 tarihinde Edirne’deki 4. Tüm. Komutanı Albay Nurettin Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı. Albay Nurettin 15 Mayıs 1915’te Bağdat’a gelerek göreve başladı.
İngilizlerin devam eden ileri harekâtında Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü'l- Ammâre, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915'te düştü.
Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.
Selman-ı Pak’a kadar Osmanlı kuvvetleri ile İngilizler arasında şu muharebeler cereyan etti:
- Seyhan Muharebesi (14-15 Kasım 1914 )
- Harabe ( Kût-ül Zeyn) Muharebesi (17 Kasım 1914)
- Birinci ve İkinci Mezira muharebeleri (4-7 Aralık 1914)
- Birinci Rota Muharebesi ( 20 Ocak 1915 )
- Şuayibe Muharebesi ( 12 –14 Nisan 1915 )
- İkinci Rota Muharebesi ( 31 Mayıs 1915 )
- Nasırye ve Ümm ün Necim muharebeleri ( 13-24 Temmuz 1915)
- Birinci Kût-ül Ammâre Muharebesi ( 26 Eylül 1915 )
- Selman-ı Pak Muharebesi ( 22-24 Kasım 1915
Selman-ı Pak Muharebesi
İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden bu dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.
1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.
İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.
22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler
Kût-ül Ammâre Kuşatması
Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)
Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.
Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler) ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.
Bu arada Aralık 1915 yılında Bağdat merkezli 6. Ordu kuruldu, Alman Goltz Paşa Ordu komutanı olarak atandı ve ‘’Irak ve Havalisi Komutanlığı’’ emrindeki birliklerle beraber ‘’Irak Cephesi Komutanlığı’’ adı altında 6. Ordu’ya bağlandı. 6. Ordu; 13 ve 18'inci kolordularla Musul Tümeninden teşkil edilmişti.
Nurettin Bey de Kût’u kuşatan kuvvetlerin Komutanı olarak görevlendirildi. Bu durumdan memnun olmayan Nurettin Bey Enver Paşa’ya uzun bir mektup yazarak memnuniyetsizliğini belirterek mektubunu şöyle bağladı: ‘’Bu üzüntü şahsi değil millidir.’’
Ayrıca Nurettin Bey elindeki tüm imkânları kullanarak derhâl Kût’a saldırarak sonuç almak istiyordu. Goltz Paşa ise takviyeler gelmeden bu taarruzların yapılmasına karşı çıkıyordu. Aralık ayında Nurettin Bey kendi inisiyatifi ile yaptığı üç saldırıda büyük kayıplar verdi. (Nutuk’ta da M. K. Atatürk bu gereksiz kayıplardan bahseder.)
Bu gelişmeler üzerine Nurettin Bey 10 Ocak 1916 tarihinde görevden alınarak Kafkas Cephesine 9. Kolordu Komutanlığına tayin edildi. Nurettin Bey’i’n yerine Enver Paşa’nın kendisinden iki yaş küçük amcası 52. Tümen Komutanı Halil Bey (Mirliva-Albay) atandı.
İngilizlerin kuşatmayı yarmak için gönderdikleri kuvvetlerle altı muharebe yapıldı. Bu muharebelerin ikisi hariç hepsini de İngilizler kaybetti. Bu taarruzlar 35 ve 52. Tümenlerin oluşturduğu dışa bakan savunma mevzileri sayesinde büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı. (Sırasıyla: 7 Ocak: Şeyh Saad, 13 Ocak: Vadi, 21 Ocak: Hanna, 7-9 Mart: Düceyla, 5-8 Nisan: Hanna ve Fellahiyeh, 7-22 Nisan: Beyt Ayşe ve Sennaiyat)
Halil Bey, Nurettin Bey’in aksine Kût’u taarruzla değil, yiyeceği tükenen İngilizleri açlıkla teslim almayı düşünüyordu ve bu nedenle Arap ahalinin kasabadan ayrılmasını engelliyordu. Ayrıca toplarla sürekli taciz ateşi açıyordu.
İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı.
Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kût üzerine yaptığı intikal de sonuçsuz kaldı.
Basra’daki İngiliz genel karargâhının dünya harp tarihinde ilk olarak uçaklarla yaptığı ikmal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandı. Uçaklar ya Türk uçaksavar ateşine maruz kaldılar, ya da malzemelerini Türk mevzilerine attılar. Bir kısım malzemeler de Dicle’nin balıklarına yem oldu.
Basra’daki İngiliz genel karargâhının son ikmal denemesi Julnar isimli gemi ile yapmak istedikleri ikmal takviyesi oldu. 24 Nisan 1916 günü 270 ton yiyecek malzemesi ile Kût-ül Ammâre’ye hareket eden Julnar gemisi kıyılardan açılan makineli tüfek ve top atışları sayesinde kıyıya oturtularak 25 Nisan 1916 günü ele geçirildi.
Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce kimi kaynaklara gör bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil Bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.
Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.
Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.
Savaşın bu aşamasında da emsalsiz bir insanlık örneği sergileyerek aylardır açlık, susuzluk ve iklim şartlarından dolayı perişan haldeki İngiliz ve Hint askerlerine beş gün önce ele geçirdikleri Julnar’dan kalan erzaktan ikram ederek Türk askerinin büyüklüğünü göstermişlerdir.
İngiltere Kût-ül Ammâre’deki yenilginin sebebini soruşturmak üzere Mezopotamya Komisyonu oluşturmuş; burada askerî hatalar, coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan sorunlar ve sağlık problemleri tartışılmıştı. Buna rağmen hazırlanan raporda hezimette Osmanlı Ordusunun başarısının payı imâ dâhi edilmemiştir. Metinde Osmanlı Ordusunu öven, yenilgide onun gösterdiği çabanın da rol oynadığına işaret eden dolaylı ifadeler dâhi yoktur. Bu da İngilizlerin uğradıkları hezimete karşılık Osmanlı Ordusuna yukarıdan bakmayı sürdürdüklerini göstermektedir.
Kût-ül Ammâre Sonrası
Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13. Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.
Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.
İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.
Ancak şu da bir gerçektir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanan ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasî manifestosu olan Misak-ı Millî’ye Anadolu’da Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas kongreleri ve Çanakkale zaferi kadar Kût-ül Ammâre zaferi de cesaret vermiştir…
Osman AYDOĞAN
O’nu sevenleri sevenlerden biri
29 Nisan 2020
Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim…
Bugün İslam Dünyası’nın önemli bir sultan dervişinden bahsedeceğim… Ancak yazılarımda mutat olduğu üzere tarihten ve edebiyattan, şiirden bahsetmesem, yazılarımı tarihle, edebiyatla, şiirle süslemesem, yazılarıma onlarla giriş yapmasam olmaz!...
Bir İngiliz şair ve onun bir şiiri:
Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını yazımın sonuna ekledim.) Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) ( 1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Ethem) isimli kendi şiirinden alınmıştır. Bu şiirin hem orijinal İngilizce'sini hem de Türkçe'si:
Abou Ben Adhem İbrâhim bin Ethem
Abou Ben Adhem (may his tribe increase!) Ebû bin Ethem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace, O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room, Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,
An angel writing in a book of gold: Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.
Exceeding peace had made Ben Adhem bold, Bu huzur Ebû bin Ethem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,
"What writest thou?" The vision raised its head, Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord, Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord." Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so," “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low, Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye!
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,
Write me as one that loves his fellow men."
The angel wrote, and vanished. The next night Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light, Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest. Bakın şuna ki! Bin Ethem öncülük etmekteydi hepsine.
İbrâhim bin Ethem
Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Ethem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Ethem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Babasının yerine sultan olduktan sonra oğlu İbrâhim tahtından, padişahlıktan vazgeçer. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi.
Aslında İbrâhim bin Ethem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye -paraya- çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Ethem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor.
Leigh Hunt'un şiiri
Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek ise Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı şu şekilde cereyan eder: İbrâhim bin Ethem buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. ''Burada ne yapacaksın?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım'' diye buyurdu. ''Peki, beni de yazacak mısınız?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Sen, o dostlardan birisi değilsin ki'' diye buyurdu. ''İyi ama ben o dostların dostuyum'' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve ''Şimdi 'ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.
Türk tasavvuf dünyasında İbrâhim bin Ethem
İbrahim bin Ethem'in hikâyesi Türk tasavvuf dünyasını da derinden etkiler... Adına şiirler, menkibeler yazılır...
Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Ethem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.
Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre;
‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’
diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Ethem’i şu şekilde yâd eder:
‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Ethem yatur.‘’
Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:
İbrâhim bin Ethem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Ethem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Ethem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Ethem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Ethem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.
İbrâhim bin Ethem’in sultanlığını bırakması
İbrâhim bin Ethem’in sultanlığını bırakması şu şekilde gelişir:
Belh Sultanı Ethem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Ethem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?”
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki?
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan?
Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar? Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar:
- Hey! Kim var orada?
- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda?
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana?
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar.
İşte bu iki olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Ethem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer…
Yollarda derviş İbrâhim bin Ethem
Yolda bir taş görür İbrâhim bin Ethem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur… Ellerini havaya kaldırır ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...
Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.
Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Ethem’i, İbrâhim bin Ethem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında!
Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi:
- Şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?
- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki?
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Ethem misin be adam” diyesim geliyor sana...
İbrâhim bin Ethem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Ethem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Ethem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.
Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Ethem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.
İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Ethem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."
İbrâhim bin Ethem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...
İbrâhim bin Ethem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Ethem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim (saygı) için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Ethem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir.
Kaynaklar
İbrâhim bin Ethem'i anlatan Türkçe yayınlanmış çok sayıda kaynak yoktur. İbrâhim bin Ethem'i Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Ethem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Ethem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de nefis üslubu ile Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Ethem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Ethem'i anlatmıştır.
Ve günümüz
İbrâhim bin Ethem, bilmem kaç odalı soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...
İbrâhim bin Ethem’in mezarı Suriye’de Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabada bulunmaktadır.
Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.
İslâm'ın asıl hastalığını, açmazını, çıkmazını ve günümüzdeki Müslümanların halini İbrâhim bin Ethem tee o zamanlar görmüştü:
‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’
Öyle değil mi eyyy yüce makamdaki kişi!... Bütün araştırmalar son yıllarda Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın düştüğünü gösteriyor… Peki niçin?
İktidara yaranmak için parçaladınız dini siz
Sonra ne din kaldı elde, ne yama diktiğiniz…
Osman AYDOĞAN
Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta üstünde bir defne dalı kabartması ve “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri) yazısı olan İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:
İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimlerdir?
28 Nisan 2020
Dünkü yazımda İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenlerini yazmıştım. Bugün de İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının diğer müsebbiplerini anlatacağım…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dışarıda, Papaz Pierre L’Ermite’nin, Gautier’in, Louis’in, Konrad’ın, Friedrich Barbarossa’nın, Philippe Auguste’nin, Richard’ın, Heinrich’in, Andrias’ın, Frederich’in, St. Louis’in, Bush’un, Obama’nın ve Trump’ın müttefikleri olup içeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelenlerdir. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmeyenler, öğretemeyenlerdir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; İslam'ın ahlak boyutunu unutup, onun yerine haramı, kul hakkı yemeyi, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, kumpası, fitneyi, riyayı, yalanı, dolanı, namussuzluğu, sabilere tecavüzü, lüksü, israfı, sefahati, kini, kibiri ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi yapanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yalanı, dolanı, iftirayı, hileyi, hurdayı, hırsızlığı, arsızlığı, hukuksuzluğu, kumpası, hoşgörüsüzlüğü, kof bir gururu, cehaleti, karanlığı, kini ve nefreti kendisine rehber edinenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri koymayanlardır, bilimsel gelişmeleri takip etmeyenlerdir. İnsanlarının inandıkları yerleşik atalar dinini sorgulanıp yerine Allah’ın dinini ikame etmeyenlerdir. İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışmayanlardır, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Hz. Muhammed’i yaşadığı toplumun örf ve adetlerine göre taklit edilmesi gereken bir tarihsel kişi olarak ve Hz. Peygamberi Kur’an ahlakını örnekleyen bir insan olarak anlayıp onu günümüze taşıyıp anlatmayanlardır… İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anlayıp, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmeyenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmayanlardır, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmayanlardır...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; domuz eti yemeyip ama çok rahatça kul hakkı yiyenlerdir, çok kolayca haram yiyenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını dinleyenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunup, asılsız kutsallıklar üreterek aslında kendi din ticaretleri için müşteri ve kendi siyasetleri için oy artırımı peşinde olanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi çıkarları için toplumlarının feodal yapılarını, orijininden sapmış dini inanışlarını, mezhep kavgalarını, kadına bakış açılarını, otoriter eğilimlerini, güce olan sevgi ve biat anlayışlarını koruyarak, toplumun sosyal hayatını, insanlarının uzlaşma ve işbirliği yeteneğini geliştirmeyenlerdir. .
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi kavramları geliştirip toplum bilincine yerleştirmeyenlerdir… Bu kavramları yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller haline getirmeyenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarıni, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok görenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dini hurafelerle beslenip sığlaştırarak sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak; kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel olanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim edenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarını cehennem, zebani ve cahim ile korkutup, akılcı ve insancıl değerler, zihin özgürlüğü ve insan onuru, yaşama sevinci gibi kavramlar ile beslenmeyenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; çocuklarının beyinlerine; Allah sevgisi yerine, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramlarını şırınga edenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarına ezber, itaat ve biat kültürünü hâkim kılarak, bunan yerine tartışma ve sorgulama kültürünü oluşturmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; politikalarını, ilkeler ve ülküler için değil, çıkarlarının ve güçlerinin mücadele aracı olarak kullananlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; zekâ yerine şark kurnazlığını, dürüstlük ve liyakat yerine sadakati, görev yerine itaati, hak yerine gücü kullananlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik gibi kavramlarını rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaştıramayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarının yaşama sevincini budayanlardır, ciddiyet adına insanlarına suratlarını asanlardır, kadınlarını gelenek adına aşağılayanlardır, onları cinsel obje olarak görenlerdir, onları baskı altına alanlar, tekmeleyenler, hor görenler, yetmedi onları katledenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yaşamı ve hayatı değil de ölümü yüceltenlerdir, sevgiyi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil de güce biat ettirenlerdir, güçlü olup da her zaman için ve her yerde haklı çıkanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yetersizliklerinin, yeteneksizliklerinin ve kötü yönetimlerinin nedenlerini kendilerinde aramayıp hep dış mihraklarda ve komplo teorilerinde arayanlardır...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; toplumlarını kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; din adına söz söylemeye yasal yetkili olup dinin gereklerini vaaz etme yerine iktidarın sözcülüğünü ve dalkavukluğunu yapanlardır, günümüzde Ortaçağ papaları gibi bağış karşılığı cennet vaat edenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dünya hayatını sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürenlerdir. Erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarındadır…
Kısacası İslam Dünyası’nın geri kalmasının asıl müsebbipleri; aklını kullanmayanlardır. Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu dünyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)
Bugünkü İslam Dünyası’nın geri kalması bir sonuçtur ve müsebbipleri de tüm yukarıda anlattıklarımdır…
Müsebbipleri ortadan kaldıramazsanız sonuçları da ortadan kaldıramazsınız ve bir bin yıl daha geçse bu dünyayı geri kalmaktan, İslam coğrafyasını da kan ve gözyaşından kurtaramazsınız…
Osman AYDOĞAN
İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenleri
27 Nisan 2020
Giriş
Hicri takvime göre içinde bulunduğumuz ay İslam’ın kutsal saydığı üç ayların sonuncusu Ramazan Ayı… Bu ay vesilesiyle de bu ay boyunca, bir kısmı eski yazılarım da olsa İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazayım istedim… Bu konu doğal olarak meraklılarını ilgilendirir... Ancak ben konuyu sadeleştirerek herkesin ilgilenebileceği bir hale getirdiğimi düşünüyorum.
Bu yazılarımın; erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarının anlattıklarıyla hiç mi hiç ilgisinin olmadığını baştan ifade etmek istiyorum…
O halde ilk yazımla konuya başlayayım:
İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenleri
19. yüzyılda Osmanlı Dev