Helalleşme
19 Kasım 2021
Günümüzde sağlıklı beslenme revaçta bir konudur… Bu maksatla onlarca kitap yazılmakta, TV programları hazırlanmakta ve insanlar sağlıklı beslenme konusunda zaman harcamakta ve kafa yormaktadırlar…
Bu nedenle de yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere, düşüncelere ve kullandığımız kelimelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde ve kullandığımızda da daha kötü ve korkunç bir sonuçla karşılaşıyoruz…
Kelimelerin, işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
Aslında zihnimizden geçirdiğimiz ve kullandığımız bütün kelimeler birer ilaçtır. İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling de ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır’’ derdi… Malum ilaçların zehirli olanları da vardır…
Şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;
‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’
Yani Gandi’ye göre söylediğimiz bir kelime sonunda kaderimize dönüşüyor…
Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)
Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; ‘’Dili, insanın ruhu meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir…’’
’’Kelimeler; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…
Humboldt’a göre adların ve kelimelerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’
Bir Japon atasözü de şöyle derdi: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’
Görüldüğü gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin, işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
Kültür manipülasyonu aracı olarak kelimeler…
Bazen de kelimeler aracılığı ile kültür manipülasyonu yapılmaktadır.
Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü siyaset artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış ve kasıtlı olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır…
‘’Erkek’’ ve ‘’kadın’’ sözcükleri yerine ‘’bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcüklerini kullananlar bu sözcükleri sehven ve masumane kullanmamaktadırlar. Bilinçli bir şekilde ‘’kadın’’ yerine ‘’bayan’’ sözcüğünü kullananların bilinçleri altında kadını sosyal hayattan dışlamak zihniyeti yatmaktadır. Önce zihinden, kelimelerden silersiniz kadını sonra da sokaklardan, caddelerden, sosyal hayattan…
Keza aynı şekilde siyasette kullanılan eril dil de aynı amaca hizmet etmektedir. Sanmayın ki bu sözler masum masum, düşünülmeden, safça söylenmiştir. Bu sözlerin altında toplumda arzu edilen kültür dönüşümü yatmaktadır. Konu uzamasın diye örnekleri (ki çok fazla) vermiyorum…
Oltaya takılan kelimeler…
‘’Olta’’; balık avlamakta kullanılan, istenilen uzunlukta bir misinanın ucuna takılı, özel olarak bu iş için yapılmış çengelli iğnenin adıdır. Oltaya bir yem koyarsınız, balık gelir bu yemi yiyeceğim derken çengele takılır, av olur…
Siyaset sanatında bu oltaya takılan çok kelime vardır. Bu kelimelere en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır.
Bütün Tarih kitaplarında bugün ‘’Orta Asya’’ diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine oltaya takılan kelimeyi alarak ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir kelimeyle silip atıyoruz… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı… Bu sözcükleri telaffuz edenlere bile artık Koranavirüslüymüş gibi şüphe ile bakıyoruz… ‘’Sincan’’; Çince ‘’yeni fethedilmiş bölge’’ demek… Adamların lisanıyla konuşuyoruz…
Anlıyorsunuz değil mi ‘’kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün siyasette ne anlama geldiğini… Sadece bir kelime ile bir milletin bir bölgeden tarihi siliniyor. Bir kelime ile bir ülke işgal ediliyor…
Aynı şekilde unvanlarında kocaman kocaman profesör yazan bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar…
Siyaset sanatında kelimeler…
Mitolojide kelimeler; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır…
Belki farkında değilizdir ama bu anlamda kelimeler en fazla gerçeği manipüle etmek isteyen siyaset alanında kullanılmaktadır. Çünkü dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler.
İşte bu nedenle otoriter yönetimlerde kelimelerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler…
Siyaset sanatında gerçeğin manipülasyonu için kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. Bu politika yeni değildir. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdi…
Ancak günümüzde siyaset sanatında kelimeler öyle ustaca kullanılmaktadır ki Goebbels duysa kemikleri sızlar, mezarında ters döner ben bunları nasıl kaçırdım diye…
Mesela koskoca bir ülkeyi (Irak) işgal edip, milyonlarca insanı öldürüp, hırsızlıkla, tecavüzlerle, talanla ülkeyi tarumar edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorlar… Ama adına ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorlar…
Keza askerî bir harekât yapıyorlar adına ya ‘’barış’’ diyorlar ya da barışın simgesi olan ‘’zeytin’’in adını kullanıyorlar…
Her türlü antidemokratik tasarrufu, uygulamayı yapıyorlar, adına da ‘’ileri demokrasi’’ diyorlar, ‘’hukuk’’ diyorlar…
300 insan ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında maden ocağında toprağın altına gömülüyor, adına ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından durduk yerden bina çöküyor, betonların altına 24 insan gömülüyor, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından depremde binalar yıkılıyor, onlarca insan betonların altında kalıyor, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar, ‘’şehit’’ diyorlar, ‘’kader’’diyorlar… Adana Aladağ'da kız öğrenci yurdunda yangın çıkıyor, 11 kız çocuğu diri diri alevlerde yanıyor, ''ihmal'' var, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz; ‘’fıtrat’’ diyorlar, ''kader'' diyorlar…
‘’Fıtrat’’, ‘’kader’’, ‘’şehit’’ dini terimler ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Hâlbuki ‘’fıtrat’’ kelimesi Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ gibi... ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Bir binanın fıtratından bahsedilemez... Bir depremin fıtratından bahsedilemez... Ama sorgulayan kim?
Kendilerine yakın bir vakıf yurdunda kendilerine emanet edilmiş çocuklar vakıf personelinin ''tecavüz''üne uğruyorlar; en yetkili bakanı tarafından olaya bakılmayıp ''bir defalık'' diyorlar…
Bir ‘’külliye’’ diyorlar, bir kelime ile bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorlar…
Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi diyorlar, sonuçlarını beğenmedikleri bir seçimi yineliyorlar…
Aslı ‘’duyuru’ olan bir açıklamayı ‘’bildiri’’ diye servis edip ‘’darbe’’ iması yaratıyorlar…
Saymakla bitmez…
Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde ters tepen kelimeler…
Siyaset sahnesine soyunmuşsanız eğer çok iyi bir tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat bilgisinin yanında çok iyi bir dil bilgisine ihtiyaç vardır.
Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde kelimelerin nasıl ters teptiğini üç örnekle açıklamak istiyorum:
Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… O zaman TRT dışında başka hiçbir kanal yokt. Yani tüm Türkiye merakla bu açık oturumu izlemektedir. MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor... Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Ancak Necdet Calp farkına varmadan bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle tüm dinleyicilerin bilinçaltına şu formatı atıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Mutlaka diğer faktörler var ama seçim bir kelime ile kaybediliyor…
İkinci örneği fazla uzatmayacağım çünkü çok daha taze…
Günlerden 04 Mayıs 2018.. CHP lideri 24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için Cumhurbaşkanı adayını açıklıyor sanki bir ilkokul müsameresinde oyuncu öğrenciyi sahneye davet edercesine: ‘’Muharrem İnce, gel bakalım buraya!" Yaklaşık iki ay sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi daha o gün o saatte o anda o beş kelime ile sona eriyor: ‘’Muharrem İnce, gel bakalım buraya!"
Üçüncü örneği ise bu yıl Nisan ayı içerisinde, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili görüşlerini ve bir tarikatta görüntülenen sarıklı bir tuğamiral ile kaygılarını dile getiren 104 emekli amiralin duyurusuna karşı bir siyasetçinin kullandığı bir sözcük ile kendi karizmasını bir nasıl yerle bir ettiğinde görüyoruz…
Hani Yunus Emre söylerdi ya, aynen öyle işte;
‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.’’
Hoş, bu kadar söze gerek yoktu aslında, atalarımız bir sözünde sadece siyasetçilere değil, herkese az ve öz söylemişti: ‘’Sözünü bil, pişir; ağzını der, devşir.’’ (*)
Sonuç
Girişte kullandığım cümlede ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ diye bir Yunan atasözüne ve ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır’’ diye bir Japon atasözüne yer vermiştim. Anlattığım gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
‘’Boğaz dokuz boğumdur’’ derler... Bu söz; konuşmak için, boğazdan bir kelime çıkarmak için dokuz kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise dokuz değil doksan dokuz kez düşünülmelidir, hele hele konuşan siyasetçi bunu mikrofon ve kamera önlerinde yapıyorlarsa doksan dokuz değil yüz doksan dokuz kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Çünkü kitleler sözcükleri meşreplerine göre anlarlar...
İşte bu nedenle İsmet İnönü şöyle derdi: ‘’Bir devlet adamı, ne konuştuğunun değil, neyi konuşmayacağının hesabını yapmalıdır.‘’
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
(*) Ağzına gelen her sözü söyleme. Bir sözün nereye varacağını iyi düşün, ondan sonra söyle…
Altay Tankı (4)
15 Kasım 2021
Altay Tankı için bu dördüncü yazım oluyor… Üçüncü yazımı ‘’Altay Tankı’’ başlığı ile değil ‘’BMC’’ başlığı ile yazmıştım. Mademki yazıyorum ‘’fikr-i takip’’ gerekiyor değil mi? Öyleyse ben de fikr-i takip ediyorum...
Altay Tankının prototipini 6.5 yıl süren bir araştırma ve geliştirmeyle Otokar firması üretiyor. Ancak Altay Tankı seri üretimi sürpriz bir şekilde bu konuda hiçbir tecrübesi olmayan BMC'ye veriliyor ve hemen ardından da BMC’nin %49 hissesi bir yabancı ülkeye (Katar) satılıyor... Almanlar da Altay Tankında kullanılacak güç grubunu (MTU motor ve RENK transmisyonu) da BMC'ye vermiyor... BMC, Almanların vermediği motor ve transmisyon için Güney Kore’den Güney Afrika’ya çalmadık kapı bırakmıyor ancak sonuç alamıyor...
2018 yılının ocak ayında o zamanki MSB Nurettin Canikli, Altay Tankının üretimi ile ilgili olarak ‘’Tank seri üretimine 2019 sonu veya 2020 başında başlayacağız” diye açıklamada bulunuyor... Aradan yıllar geçiyor... Ancak TSK envanterine bir tane bile Altay Tankı girmiyor...
Bu arada BMC’de epey bir değişiklikler oluyor, ABD, Türkiye’ye karşı CAATSA yaptırımlarını uygulamaya başlıyor...
Tank motoru ve transmisyonu için rota yeniden Güney Kore’ye çevriliyor
Üç yılı aşkın süreden bu yana çözülemeyen Altay Tankının güç grubu (motor ve transmisyon) için BMC, rotayı tekrar Güney Kore’ye çeviriyor…
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 21-24 Ekim 2021 tarihleri arasında Güney Kore’yi ziyaret ediyor. Çavuşoğlu, bu ziyareti esnasında 22 Ekim 2021 tarihinde, Güney Kore Savunma Tedarik Programı’ndan (DAPA) sorumlu Bakan Kang Eun-ho ile Altay Tankı motoru ve transmisyonu tedarikine ilişkin niyet beyanını imzalıyor. Bu niyet beyanına göre; Türkiye’nin, Altay Tankının; motorunu Güney Kore’nin Doosan firmasından, transmisyonunu ise S&T Dynamics firmasından tedarik etmesi bekleniyor…
Bu niyet beyanı henüz kesin bir anlaşmaya dönüşmüyor. Bu nedenle de üzerinde spekülasyonlar yapılıyor. Bunların en başında ABD’nin CAATSA yaptırımları çerçevesinde Güney Kore’ye baskı yaparak anlaşmaya engel olabileceği veya Güney Kore’nin ABD’nin CAATSA yaptırımlarından çekinerek nihai anlaşmayı imzalamayabileceği geliyor…
Hatta bir habere göre; Güney Kore ile Türkiye arasında imzalanan niyet beyanına göre tank güç paketi (motor ve transmisyon) Güney Koreli firmaların teknik desteği ile Türkiye’de ortak üretilecekken ABD’nin devreye girmesi ile Türkiye’deki bu ortak üretimden vazgeçiliyor ve güç paketinin Türkiye’ye hazır olarak satılması öngörülüyor. (Defence News, 11 Kasım 2021)
Güney Kore ile yapılan bu niyet beyanının sakıncaları
Bu niyet beyanının bazı sakıncaları bulunuyor:
1. Tankın motor ve transmisyonun uyumu tank için hayati önemi haiz bulunuyor. Burada öncelikle ve kısaca bir teknik bilgi vermem gerekiyor:
Tank motoru otomobil motoru gibi çalışmıyor. Çoğu kaynaklar da teknik konuya hâkim olmadıkları için yanlışlıkla tankın transmisyonundan tankın şanzımanı olarak bahsediyor. Tankın hareket edebilmesi için motor tarafından üretilen gücün ‘’transmisyon’’ denilen bir aktarma organına aktarılması ve buradan da ‘’cer dişlisi’’ denilen dişlilerle palete yönlendirilmesi gerekiyor. Motordaki gücü transmisyona aktarırken ‘’ara mili’’ denen bir aktarma mili kullanılıyor…
Motor ve transmisyon, her iki güç organının da çok iyi bir uyum içerisinde çalışıyor olması gerekiyor. Eğer bu uyum çok iyi olmaz ise bu farklılık aradaki ‘’ara mili’’ni kırıyor ve tank muharebe esnasında arazide hareketsiz bir külçe gibi, bir demir yığını olarak kalıyor.
Bu nedenle dünyadaki bütün tank üreticileri bu uyuma büyük önem veriyor. Altay Tankının prototipini üreten Otokar şirketi, prototip üretim sürecinde bu maksatla daha önceden uyumu denenmiş Alman MTU tank motoru ve RENK transmisyonu kullanıyor… Ki Türkiye Alman MTU motorunu ve RENK transmisyonunu kendisinin ürettiği T-155 Fırtına obüslerinde de kullanıyor…
Güney Kore ile imzalanan niyet beyanında gözden kaçan husus:
Güney Kore “K2 Black Panther (Kara Panter)’’ isimli kendi yerli tankının ilk parti üretiminde başlangıçta Doosan firmasının tank motorunu ve S&T Dynamics firmasının transmisyonu kullanıyor. Ancak S&T Dynamics yapımı transmisyon, K2 Tankında güvenilirliğini ve dayanıklılığını sağlamada testlerde ve kullanımda defalarca sorun yaratıyor, başarısız oluyor. Motor ve transmisyon uyumunda yaşanan bu sorunlar nedeniyle Güney Kore, K2 Tankının ikinci ve üçüncü parti üretimde Doosan firmasının motoruyla birlikte S&T Dynamics firmasının transmisyonu yerine Alman RENK transmisyonu kullanmaya başlıyor…
Türkiye ile Güney Kore arasında imzalanan niyet beyanında gözden kaçan şu husus oluyor: Güney Kore kendi tankında Doosan firmasının tank motoru ile olan uyumsuzluğu ve başarısızlığı nedeniyle tercih etmediği S&T Dynamics firmasının transmisyonu, her ikisini birden bir güç grubu olarak Türkiye’ye satmak istiyor. Daha doğrusu Güney Kore’nin kendi tankında uyumsuzluğu ve başarısızlığı nedeniyle kullanamadığı güç grubunu Türkiye satın almak istiyor.
2. Hal böyle olunca da anlaşmaya varılması durumunda satın alınacak olan Doosan firmasının tank motoru ile Güney Kore’nin kendi tankında kullanmayı tercih etmediği S&T Dynamics şirketinin transmisyonun Altay Tankına ne ölçüde uyum sağlayacağı da kafalarda büyüüüüük bir soru işareti olarak kalıyor…
3. Anlaşmaya varılması durumunda Güney Koreli şirketlerin ürettiği güç grubunun Altay Tankı üzerindeki gerekli testlerin yapılarak seri üretim aşamasına geçilmesinin en az iki yıl süreceği değerlendiriliyor…
4. Güney Kore’nin Doosan firmasının ürettiği motorda ve S&T Dynamics firmasının ise ürettiği transmisyonda Alman menşeli parçalar kullanıyor. Eğer Almanya ambargosu olursa Güney Kore firmalarının ürettiği motor ve transmisyonun Alman ambargosunu aşarak Türkiye’ye ihracı için bu sistemlerde kullanılan Alman menşeli parçalar yerine Güney Kore'nin alternatif parçalar bulması gerekiyor. Bunun ise zaman alacağı değerlendiriliyor…
5. Güney Kore ile imzalanan bu niyet beyanı Türkiye’de ortak üretimi kapsamıyor, bahsi geçen Güney Kore firmalarından hazır motor ve transmisyon alımını içeriyor…
Ukrayna motoru
Altay Tankının motor ve transmisyonu için bir ara Ukrayna’nın da adı geçiyor.. Ancak Ukrayna menşeli motor ve transmisyon için Altay Tankının sil baştan yeniden tasarımı gerekiyor ki bu da en azından altı yedi yıl daha kayıp anlamına geliyor…
Yerli motor
Türkiye’nin sanayi kapasitesi hiç de küçümsenmeyecek bir büyüklükte bulunuyor. Ancak Türkiye’de bu sanayi kapasitesini üretime dönüştürecek yeterli bir organizasyon da bulunmuyor.
Türkiye MKE’inde namlu üretiyor, her türlü elektronik cihaz ASELSAN’da üretiliyor, Tank Palet Fabrikasında palet üretiliyor, demir çelik fabrikalarında çelik üretiliyor, HAVELSAN her türlü yazılımı yapıyor. Türkiye’nin yapamadığı en büyük parça tank motoru ve transmisyonu oluyor. Bir kavanoza önce büyük taşların yerleştirilmesi gibi tank üretiminde de en önce tank motoru ve transmisyonu üretiminden başlanılması gerekiyor… Ancak görüldüğü gibi Türkiye’de bu böyle olmuyor. Tank motoru ve transmisyonu üretimi en sona bırakılıyor…
Altay Tankının seri üretimi 2018 yılında BMC’ye verilince BMC bünyesinde 2017 yılında (!) kurulan BMC Power Motor ve Kontrol Teknolojileri AŞ’ne (kısaca ‘’BMC Power’’ olarak anılıyor) SSB tarafından tank motor, transmisyon ve soğutma paketinden oluşan güç grubu (BATU Güç Grubu) geliştirme projesi veriliyor.
Bu kapsamda BMC Power tarafından geliştirilen 1500 beygir gücündeki motorun ilk çalıştırılması Nisan 2021 tarihinde başarılı şekilde gerçekleştiriliyor. BATU projesinin BMC Power Test Merkezi’ndeki test ve kalifikasyon çalışmalarına halen devam ediliyor. Ticarileşme takvimi 2024 yılı olarak hedefleniyor…
BMC Power tarafından geliştirilen tank motorunun son durumu böyle sevindirici. Ancak güç grubunun diğer parçası olan ‘’transmisyon’’ ne durumda diye sorduğunuzda şirket yetkilileri tarafından transmisyonun bu test için İngiltere’den tedarik edildiğini, 1.500bg kapasiteli transmisyonun da henüz geliştirilmekte olduğu söyleniyor… Altay Tankının güç grubu projesi olan BATU’nun 2024 yılında tank üzerinde kabulünün yapılması hedefleniyor…
Bu noktada şu sorunun sorulması gerekiyor: Eğer BATU Güç Grubunun kabulü 2024 yılı olacaksa neden Güney Kore’den uyumsuzluğu test edilmiş güç grubu alınarak onların da Altay Tankına uyumu test çalışmaları için iki yıl harcanıyor?
Sonuç
Sonuç olarak buraya bir şey yazmaya gerek bulunmuyor. ''Elimde bir nalım var, geriye bir at ve üç nal kaldı'' düşüncesiyle başlanılan işler istenildiği gibi yürümüyor…
Osman AYDOĞAN
Paris’te son tango: Paris Libya Konferansı
10 Kasım 2021
Libya’da 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması öngörülen seçimlere bir buçuk ay gibi kısa bir zaman kala Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un öncülüğünde, Almanya ile eşbaşkan olarak 12 Kasım 2021 tarihinde ilgili siyasi grupların katılımıyla Paris’te bir konferans planlanıyor. Bu konferans Libya ile ilgili Paris’te yapılacak üçüncü konferans oluyor…
Bu sayfalarda Libya’daki gelişmeleri an be an aktarmıştım. Libya hakkında daha önce bu sayfalarda altı yazı yazdım. Bu yedinci yazım. Libya hakkındaki son yazımı 24 Haziran 2021 tarihinde yazmıştım. Ancak o günden bugüne, biz içeride mafya videolarıyla, Diyanetin fetvalarıyla, ekonomiyle, dövizle, zamlarla meşgulken, ben de Roma tarihine dalmışken Libya’da köprülerin altından yine çoook sular gürül gürül akııııp gitti...
Türkiye bu konferansa katılmıyor. Türkiye katılmadığı için ise bu konferans Türkiye’de pek gündeme gelmiyor… Ancak bu konferansı ben gündeme getirmesem olmuyor!. Bugünkü yazımda 12 Kasım 2021 tarihinde Paris’te yapılacak bu konferansı anlatacağım ancak önce Libya’daki gelişmeleri tarih sırasına göre kısaca özetlemem gerekiyor… Çünkü bugün ne olduğunu anlamak için dün ne olduğunu hatırlamak gerekiyor…
Libya’da iç savaş ve Türkiye’nin tutumu
2011 yılında Muammer Kaddafi'nin devrilmesi sonrasında iç savaşa sürüklenen Libya, iki ayrı yönetim bölgesine bölünüyor: Bir tarata BM'nin tanıdığı Trablus merkezli ‘’Ulusal Uzlaşı Hükümeti’’ (UUH) ve diğer tarafta ise Tobruk merkezli ‘’Temsilciler Meclisi’’. Almanya’sından Fransa’sına, BAE’inden Fas’ına, Rusya’sından Mısır’ına kadar tüm ülkeler hem de çoğunluğu Hristiyan olmasına karşın Libya’daki birbiriyle savaşan bu iki taraf ile 2011 yılından beridir görüşerek arabuluculuk rolünü üstleniyor. Barış görüşmeleri de hep bu ülkelerin başkentlerinde yapılıyor…
Ancak Türkiye, daha doğrusu AKP Hükumeti; Libya’da savaşan bu iki taraf da Libyalı ve her iki taraf da Müslüman olmasına rağmen Libya’da savaşan her iki grup arasında bir ‘’büyük’’ olarak arabulucu olacağına, birbiri ile savaşan Müslümanları barıştıracağına, iç savaşın başından beri sadece ve sadece savaşanlardan bir tarafı ile UUH ile ve onun lideri Serraj ile görüşüyor, onların yanında saf tutuyor… Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’ne ve onun lideri Hafter’e açık açık düşmanlık besleyerek Hafter’i kimsenin yapmadığı darbecilikle suçluyor…
Türkiye UUH’ye desteğinin bir karşılığı olarak 27 Kasım 2019 tarihinde, Türkiye ile Libya UUH arasında “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ve "Güvenlik ve Askerî İş Birliği Mutabakat Muhtırası" imzalanıyor. Bu mutabakat muhtırası çerçevesinde TBMM Genel Kurulu, Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresini 02 Ocak 2020 Perşembe günü onaylıyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Aralık 2019 tarihinde, Libya'ya asker gönderme konusunda Bilkent Üniversitesi'nde öğrencilerin sorularını yanıtlarken: "Şu anda Rusya'dan bir güvenlik şirketi söz konusu. Bu şirket, oraya güvenlikçilerini göndermiş vaziyette. Eğer Libya bizden böyle bir talepte bulunursa, o zaman Libya'ya da aynı şekilde elemanlarımızı gönderebiliriz" diye açıklamalarda bulunuyor…
05 Ocak 2020 Pazar günü CNN TÜRK ve Kanal D ortak yayınına konuk olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde gerçekleştirilen canlı yayında yine Libya’ya asker gönderme konusunda şu açıklamalarda bulunuyor: “Şu anda zaten peyderpey gidiyorlar. Şu anda yoğunlaşma. Şu anda muharip güç olarak bizim orada farklı ekiplerimiz olacak. Bunlar bizim askerimizin içinden değil. Bu farklı ekiplerle o muharip güçler orada çalışacak. Ama işin koordinasyonunu bizim üst düzey askerlerimiz. Bunun içinde korgeneralimiz olmak üzere ve bunun yanında korgeneralimizle birlikte özellikle oradaki emir komuta zincirini elinde tutan gayet iyi yetişmiş ekiplerimiz olacak. Onlarla beraber bu süreci işletmiş olacağız…”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları tezkere gereği Libya’ya TSK dışında kimlerin gönderildiği konusunda kafalarda soru işaretleri oluşturuyor…
Barış görüşmeleri
Türkiye Libya’da savaşan güçler arasında böylesine açık taraf tutunca Libya ile ilgili hiçbir barış görüşmesinde ev sahibi olarak Türkiye’nin adı geçmiyor… Sonuç Türkiye’nin bütün masalardan dışlanması oluyor. Söylediğim gibi bütün barış görüşmeleri, arabulucu olan ülkelerin başkentleri olan Paris’te, Berlin’de, Cenevre’de, Abu Dabi’de, Fas’ta ve Tunus’ta yapılıyor.
Bu barış görüşmelerinin önemlilerinden kısaca bahsetmek istiyorum.
Birinci Berlin Konferansı
Bu barış görüşmeleri kapsamında Libya'da kalıcı ateşkes ve siyasi sürecin başlatılması amacıyla 19 Ocak 2020 tarihinde Berlin'de Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ev sahipliğinde bir konferans düzenleniyor. Bu konferansın resmi amacı olarak; ‘’Birleşmiş Milletlerin çabalarına destek vermek, çatışmaların durması, taraflar arasında karşılıklı güven ortamının tesis edilmesi, Libya'nın toprak bütünlüğünü esas alan kalıcı bir barış anlaşması’’ olarak ifade ediliyor…
Bu konferansa Türkiye, Rusya, Çin, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Kongo Cumhuriyeti ile Afrika Birliği ve Arap Birliği liderleri katılıyor. Konferansta liderler, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi ve BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması konusunda uzlaşıyor…
Cenevre Ateşkes Anlaşması
Tarafların, daha önce defalarca yaptıkları ancak yerine getiremedikleri ‘’ateşkes anlaşması’’, 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre yapılan görüşmelerde üzerinde uzlaşılarak artık kalıcı hale geliyor. Bu anlaşmada ayrıca ülkeyi seçimlere götürecek siyasi sürecin koordinasyonu amacıyla ‘’Libya Siyasi Diyalog Forumu’’ (LSDF) oluşturuluyor.. Bu ateşkes anlaşması uyarınca Libya’daki yabancı askerî güçlerin üç ay içerisinde Libya’yı terk etmesi öngörülüyor…
LSDF Tunus görüşmeleri
Ardından Libya’daki iç savaş taraflarının temsilcilerinin oluşturduğu ‘’Libya Siyasi Diyalog Forumu’’ (LSDF) 09 Kasım 2020 tarihinde Tunus'ta yapılan görüşmelerde Libya’da devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerinin 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması üzerine mutabakata varılıyor.
LSDF Cenevre görüşmeleri
LSDF kapsamında 21 aday arasından yeni Başkanlık Konseyi Başkanı ve yardımcılarını seçmek amacıyla 01-05 Şubat 2021 tarihleri arasında İsviçre'nin Cenevre kentinde toplantılar yapılıyor. .
Bu toplantılar sonucunda; LSDF üyeleri arasında, Libya içinde bugüne kadar siyasetin en ön sırasında yer alan ve bu nedenle de "tartışmalı" kabul edilen isimlerin yerine daha az tanınmış yeni yüzler tercih edilerek cumhurbaşkanlığı makamına denk gelen Başkanlık Konseyi Başkanlığına Muhammed Menfi, Başbakanlık görevine de ülkenin batısındaki aşiretlerin desteklediği nüfuzlu iş adamı Abdulhamid Dibeybe ve Başkanlık Konseyi üyelikleri için de Musa el-Koni ve Abdullah el-Lafi seçiliyor..
Bu seçim hem Libya içindeki aktörler hem de uluslararası toplum tarafından memnuniyetle karşılanıyor. Yeni yönetimin, 10 ay gibi kısa bir sürede ülkeyi seçimlere götürmesi bekleniyor…
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi açıklaması
Bu gelişmeler üzerine 10 Şubat 2021 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi, Libya'daki gelişmelerle ilgili ortak bir açıklama yapıyor... Güvenlik Konseyi’nn yaptığı açıklamada; Libya'daki taraflara destek veren ülkelere de çağrıda bulunarak bu ülkelerden Libya için hâlâ geçerli olan BM silah ambargosuna ve sağlanan ateşkese uymalarını isteniyor…
Libya’da yeni bir hükumet: Ulusal Birlik Hükumeti
İç savaş çatışmalarının bir cephesini oluşturan Sirte kentinde 10 Mart 2021 tarihinde yapılan oturumda Libya Parlamentosu 2'ye karşı 132 oyla yeni ‘’Ulusal Birlik Hükümeti’’ (UBH)nin kurulmasını onaylıyor… Bu şekilde Libya'da, ülkeyi 24 Aralık'ta seçimlere götürecek geçici ‘’Ulusal Birlik Hükümeti’’ de resmen kurulmuş oluyor. Yani ne BM'nin tanıdığı Trablus merkezli ‘’Ulusal Uzlaşı Hükümeti’’ (UUH) ne de diğer taraftaki Tobruk merkezli ‘’Temsilciler Meclisi’’ artık kalmıyor… Artık her iki tarafların da kabul ettiği tek bir Libya Hükumeti bulunuyor: Ulusal Birlik Hükümeti (UBH).
Bu şekilde 2014'teki seçimler sonrasında ikiye ayrılan Libya Meclisi, ilk kez 10 Mart 2021 tarihindeki bu oturumda bir bütün olarak bir araya gelmiş oluyor…
Yeni hükumetin kurulması üzerine Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başbakanı ve Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Fayiz Serrac Trablus'ta 16 Mart 2021 tarihinde düzenlenen törenle görevi Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ve Başbakan Abdülhamid Muhammed Dibeybe'ye devrediyor…
BMGK: Yabancı askerler Libya'dan çekilsin
BM Güvenlik Konseyi, 13 Mart 2021 tarihinde yaptığı bir açıklama ile Libya'daki yabancı askerî birlikler ile paralı askerlerin "derhal çekilmesi" çağrısını yineliyor…
AB Irini misyonunu uzatılıyor
AB Bakanlar Konseyi, Mayıs 2020'den bu yana Doğu Akdeniz'de Libya'ya yönelik Birleşmiş Milletler'in silah ambargosu kararını denetlemek üzere görev yapan İrini adlı askerî deniz misyonunun süresini 31 Mart 2023 tarihine kadar uzatıyor…Bu kapsamda Libya'ya yönelik BM ambargosunun ihlal edildiği şüphesiyle 25 Kasım 2020 tarihinde Türk bayraklı "Roseline A" gemisi durdurularak aranıyor..
Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da
Libya'da geçici birlik hükümetinin 16 Mart 2021 tarihinde yemin edip işbaşı yapmasının hemen ardından 25 Mart 2021 tarihinde Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş’iyi ziyaret ediyor. Bu ziyaretin esas amacının ülkeyi 24 Aralık 2021 tarihinde seçimlere götürecek geçici birlik hükümetine destek vermek olduğu ifade ediliyor…
Bu ziyaret kapsamında Libya Dışişleri Bakanı Menguş, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio ile başkent Trablus'taki Başbakanlık ofisinde ortak basın açıklaması yapılıyor. Bu ortak basın açıklamasında Menguş, Libya'nın istikrarının bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa'nın istikrarı için de olumlu yansımaları olacağını vurguluyor. Bu açıklamasında Ulusal Birlik Hükümetinin dış politika stratejisinde "Libya'nın egemenliği ilkesinin tartışma konusu olamayacağını" belirten Menguş, "Tüm paralı askerlerin acilen ülke topraklarından çıkması gerektiğini ve bunun derhal gerçekleşmesi gerektiğini yineliyoruz" diye açıklamada bulunuyor…
Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretleri
Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ilk yurt dışı ziyaretini 23 Mart 2021 Salı günü Paris'e yapıyor. Muhammed Menfi Paris’te Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşüyor. Macron görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, "Libya'da bulunan yabancı güçlerin mümkün olduğunca hızlı bir şekilde çekilmesi için her şeyi yapmalıyız. Türk ve Rus savaşçılar, onlar ya da diğerleri tarafından gönderilen yabancı savaşçılar Libya'yı derhal terk etmelidir. Tek meşru güç Libya silahlı kuvvetleridir" diye açıklamada bulunuyor.
Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi, yardımcısı Abdullah el-Lafi ve beraberlerindeki heyet 25 Mart 2021 tarihinde ikinci yurt dışı ziyaretlerini Kahire'ye yapıyor. Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin üçüncü yurt dışı ziyareti de 26 Mart 2021 tarihinde İstanbul oluyor…
Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretini Batı dünyası içinden Paris’e yapması, ikinci ziyaretini Arap dünyası içinden Kahire’ye yapması ve üçüncü ziyaretini de Türkiye yapması yeni Libya hükümetinin öncelikleri açısından dünyaya verilen politik bir mesaj olduğu değerlendiriliyor. Yani Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin birinci önceliği Fransa ve şahsında AB ülkeleri, ikinci önceliği Mısır ve şahsında Arap ülkeleri olacağı, Türkiye’nin ise bu ülkelerden sonra olacağı değerlendiriliyor…
Dibeybe'nin Roma ziyareti: 31 Mayıs 2021
Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe, beraberinde yedi Libyalı bakanla beraber 31 Mayıs 2021 tarihinde Roma'ya bir ziyaret yapıyor... Bu ziyaret esnasında İtalya Başbakanı Mario Draghi Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe'yi kabul ederek bir görüşme yapıyor. Ayrıca Libya heyeti, İtalya Dışişleri Bakanlığı'nda 30 kadar İtalyan şirketin katıldığı, "Yeni Libya, İtalyan şirketlere tanıtılıyor" adlı bir iş forumuna katılıyor.
Görüşmeler sonunda Dibeybe, ‘’Libya'nın yeniden inşası için birçok ülkenin desteğine ihtiyaç duyduklarını ancak İtalya'nın ayrıcalıklı konumda olduğunu, ekonomilerindeki tüm sektörlerini yeniden canlandırılması için en iyi partnerin İtalya olduğunu" söylüyor...
İtalya Başbakanı Draghi de, ‘’Libya'da yatırımlar için güvenlik şartlarının yerine getirilmesi gerektiğini’’ vurgulayarak ‘’ülkedeki yabancı güçler ile paralı askerlerin çekilmesini öncelikli hedefler arasında olduğunu’’ söylüyor…
Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe'nin bu İtalya ziyareti ve bu ziyaret sırasında iki ülke yetkililerinin verdikleri mesajlar, İtalya'nın Libya'da ekonomik ve siyasi üstünlüğü yeniden elde etmeyi amaçladığı şeklinde yorumlanıyor.
İtalyan basınındaki analizlerde, Dibeybe'nin Roma'nın ardından Paris'e gideceğine de dikkat çekilerek; İtalya ve Fransa'nın, Libya'da Türkiye ve Rusya'nın etkisini azaltmak için anlaşmazlıklarını bir kenara bırakıp ortak yol bulmaya çalıştığı görüşüne yer veriliyor…
Dibeybe'nin Paris ziyareti: 01 Haziran 2021
Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ve beraberindeki yedi bakandan oluşan heyet 01 Haziran 2021 günü Paris’te Elysee Sarayı'nda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşüyor…
Macron, Elysee Sarayı'nda Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ile görüşmelerinin ardından ortak basın toplantısı düzenliyor. Bu basın toplantısında Macron; ‘’ülkesinin Libya'ya karşı özel sorumluluğu bulunduğunu, Libya'daki siyasi geçiş dönemini desteklediklerini, Libya'nın askeri egemenliğine ve istikrara kavuşması gerektiğini ve Türkiye'nin ve Rusya'nın yabancı paralı askerlerinin Libya'yı terk etmesi gerektiğini’’ söylüyor. Ayrıca Macron, bu basın toplantısında, Dibeybe'nin talebi üzerine kanserle mücadele için 450 Fransız doktoru Libya'ya göndereceklerini belirtiyor…
Bu basın toplantısında Dibeybe de ‘’Fransa ile Libya arasındaki ilişkilerin resmi olarak yeniden başlamasından duyduğu memnuniyeti’’ dile getirerek ‘’Fransa'nın, Libya'nın siyasi meşruiyetini güçlendirme konusunda önemli rol oynadığını, iki ülke arasındaki ortak projelerin yeniden başlamasını istediklerini ve Fransa'nın Libya'nın istikrarı ve yabancı paralı askerlerin varlığının sonlanması için katkıda bulunabileceğini’’ belirtiyor…
II. Berlin Konferansı
İlki 19 Ocak 2020 tarihinde yapılan Libya Konferansının ikincisi de 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin'de yapılıyor. Bu konferansın ana gündem maddesi olarak ‘’24 Aralık 2021 tarihinde yapılacak olan genel seçimler ve yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi’’ olarak belirleniyor. 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin’de düzenlenen bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti temsil ediyor…
Almanya Dışişleri Bakanı Maas, bu konferansın yabancı güçlerin çekilmesi konusunun tamamen netleştirmeyi amaçladığını belirterek "İlk Libya konferansında alınan kararlar geçerlidir, bunu bütün taraflar açısında açıklığa kavuşturacağız" açıklamasını yapıyor…
Ancak İkinci Berlin Konferansını biraz açmam gerekiyor.
II. Berlin Konferansında yapılan konuşmalar
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, yaptığı konuşmada;
- Hemen hemen hiçbir şey barış ve istikrar için 24 Aralık’ta ülke genelinde yapılacak seçimler kadar önemli olmayacağını, seçimlerin özgür, adil ve belirtilen tarihte gerçekten yapılacağının bir kez daha teyit edilmesi gerektiğini,
- Hala Libya'da bulunan yabancı savaşçıların, sadece varlıklarıyla bile barış sürecini etkilediğini, bu nedenle Libya ateşkes anlaşmasında ve BMGK kararlarında yabancı savaşçıların, askerlerin ve paralı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğini,
- İkinci Libya Konferansı'nın mesajının dış müdahalenin sona ermesi ve silah ambargosunun uygulanması gerektiğini ifade ediyor..,
Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ise yaptığı konuşmada;
- Libya'daki güvenlik konusu, paralı askerlerin ve siyasi yönelimli askeri güçlerin varlığı nedeniyle istikrarsız durumda olduğunu,
- Diyalog masasının dışında bir yol olmadığı ve "ne savaşa ne de anlaşmazlığa" dönülemeyeceğini,
- (Libya'da 24 Aralık'ta yapılmasına karar verilen genel ve başkanlık seçimlerine ilişkin olarak) Libya halkına kendilerini kimin temsil edeceğini seçme fırsatını vermek ve bu yolda tüm engelleri aşmak için hiçbir çabadan kaçınmayacağını söylüyor.…
II. Berlin Konferansı sonuç bildirgesi
Libya'daki siyasi süreç, 24 Aralık seçimleri ve ülkedeki güvenlik sorunlarının ele alındığı Konferansın ardından bir sonuç bildirgesi yayımlanıyor…
Konferansın sonuç bildirgesinde, katılımcıların, ilk olarak 19 Ocak 2020'de düzenlenen Berlin Konferansı'nda verilen taahhütleri yineledikleri ve yeniden onayladıklarına yer veriliyor…
II. Berlin Konferansı'nın yayımlanan sonuç bildirgesinde “Tüm yabancı güçler ve paralı askerler gecikmeksizin Libya'dan çekilmelidir” deniliyor. Ancak bu maddeye Türkiye tarafından şerh konuluyor…
Bildirgede Libya'da seçimlerin, öngörülen şekilde yapılması gerektiği bildiriliyor.
Bildirgede ayrıca;
Libyalı taraflara, "yeni bir sayfa açma ve geçmişteki çatışmaları geride bırakma" çağrısı yapılan bildirgede, taraflardan, devlet kurumlarının birleştirilmesi ve siyasi geçiş dönemlerinin sona erdirilmesi yönünde ciddi adımlar atmaları isteniyor…
Bildirgede ayrıca katılımcı ülkelerin, "Libyalıların öncülüğünde BM tarafından yürütülen siyasi sürece ve Libya'nın egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine olan güçlü bağlılıklarını yineledikleri" belirtiliyor…
BM öncülüğünde 23 Ekim 2020'de Cenevre'de imzalanan ateşkes anlaşmasının desteklendiği vurgulanan sonuç bildirgesinde, "tüm Libyalı taraflara, daha fazla gecikme olmaksızın ateşkes anlaşmasını tam olarak uygulama, BM'ye üye tüm devletlere de anlaşmanın tam olarak uygulanmasına saygı duyma ve destekleme" çağrısı yapılıyor…
12 Kasım 2021 tarihinde yapılacak olan Paris Konferansı
Libya’da 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması öngörülen seçimlere bir buçuk ay gibi kısa bir zaman kala Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un öncülüğünde, Almanya ile eşbaşkan olarak 12 Kasım 2021 tarihinde ilgili siyasi grupların katılımıyla Paris’te bir konferans planlanıyor. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian tarafından, konferansın amacının, ‘’Libya seçimlerinin planlandığı gibi yapılmasını’’ ve "yabancı güçlerin ve paralı askerlerin Libya’dan ayrılmasını’’ sağlamak olduğu açıklanıyor… .
Bu konferans Paris’te yapılan Libya konulu üçüncü konferans oluyor. Paris Konferanslarının ilki Kaddafi’nin öldürülmesinden hemen sonra Eylül 2011 tarihinde, ikincisi de Mayıs 2018 tarihinde yapılıyor…
Bu konferans ile Fransa’nın, son olarak 23 Haziran 2021 tarihinde yapılan II. Berlin Konferansından sonra yaklaşan seçimler öncesi Almanya’nın gerisinde kalmamayı, taraflar arasında arabulucu rolü üstlenmeyi ve güven tazelemeyi hedeflediği değerlendiriliyor. Bu konferansta öncelikli olarak, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian'ın açıkladığı gibi 24 Aralık 2021 tarihinde yapılacak seçimlerden önce Libya’daki tüm yabancı güçlerin tamamen çekilmesi yönündeki BMGK ve Berlin Konferansı kararlarının uygulanması yönünde kararlar alınacağı bekleniyor…
12 Kasım 2021 tarihinde yapılacak olan Paris Konferansı’na Türkiye katılmıyor
İtalya'daki G20 Zirvesi sonrası 31 Ekim 2021 Pazar günü dönüş yolunda uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Rum yönetiminin katıldığı bir Paris konferansına katılamayız, kendisine (Macron) söyledik. Şartımız budur.. Bu ülkeler konferansa katılacaksa, özel temsilci göndermeye de gerek yok” diye demeç veriyor… Yani 12 Kasım 2021 tarihinde yapılacak olan Libya Paris Konferansına Türkiye, Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımını gerekçe göstererek katılmıyor…
Bu demeçten tam bir gün sonra da Libya Ulusal Birlik Hükümeti (UBH) Sözcüsü Mohamed Hammouda yaptığı açıklamada, İsrail’in katılması durumunda Libya'nın Paris'teki Libya konferansına katılmayacağını açıklıyor. Hammouda, İsrail'in konferansa katılma daveti alıp almadığının henüz net olmadığını, ancak teyit edilmesi halinde Libya hükümetinin konferansa katılmayacağını vurguluyor. Ancak şu ana kadar Fransa tarafından konferans için İsrail’e bir davet yapılıp yapılmadığı bir netlik kazanmıyor…
Yunan Politis gazetesini haberinde ise, Türkiye’nin konuyla ilgili itirazları ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Güney Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail’in konferansa katılması durumunda, ülkesinin konferansta yer almayacağına dair tehditlerine rağmen Güney Kıbrıs’ın Libya konferansına katılması için Fransız hükümetinden resmi davet aldığı öne sürülüyor... Gazete, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Berlin’de düzenlediği bir önceki Libya konferansına, Ankara’nın tepkisi yüzünden Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın davet edilmediğini, ancak bu tutumun Fransa’nın durumunda değiştiğinin görüldüğünü iddia ediyor…
Ancak şu ana kadar basında net bir şekilde bu konferansa kimlerin katılacağı konusu netlik kazanmıyor…
Paris Konferansı ile ilgili olarak;
8 Kasım 2021 Pazartesi günü Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile telefonla görüşüyor...
Cezayir Dışişleri Bakanı Ramtane Lamamra, Libyalı ve Tunuslu mevkidaşlarıyla birlikte, Libya Ulusal Birlik Hükümeti'nin 12 Kasım'da Paris Konferansı'nda ana aktör olarak kilit bir rol oynaması gerektiğini vurguluyor…
Beyaz Saray'dan yapılan açıklamada, ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris'in de Paris Libya Konferansı'na katılacağı belirtiliyor...
Paris Konferansının, II. Berlin Konferansının bir benzeri olacağını ve Türkiye’nin II. Berlin Konferansı'nın yayımlanan sonuç bildirgesinde yer alan “Tüm yabancı güçler ve paralı askerler gecikmeksizin Libya'dan çekilmelidir” maddesine Türkiye’nin şerh koyduğunu da hatırlatmak istiyorum… …
Sonuç
Artık Libya'da, 10 Mart 2021 tarihinden itibaren her iki tarafların da kabul ettiği tek bir Libya Hükumeti bulunuyor: ‘’Ulusal Birlik Hükumeti’’ (UBH). Yani artık Libya’da ne BM'nin tanıdığı Trablus merkezli ‘’Ulusal Uzlaşı Hükumeti’’ (UUH) ne de diğer taraftaki Tobruk merkezli ‘’Temsilciler Meclisi’’ bulunuyor. Tüm Libya’yı temsil eden Libya ‘’Ulusal Birlik Hükumeti’' de görüldüğü gibi iç savaş esnasında taraf olmayan başta İtalya, Fransa ve Almanya olmak üzere AB ülkelerine ağırlık veriyor…
AKP Hükumetinin Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH)’ni BM tanıdığı için yanında yer aldıkları gerekçesinin hiçbir inandırıcılığı bulunmuyor. Eğer AKP Hükumetinin böyle bir etik kaygısı olsaydı, BM tarafından tanınan Suriye Hükumetine düşmanlık edip de meşru Suriye Hükumetinin terör örgütü saydığı örgütlere destek verip de meşru Suriye rejimini yıkmaya kalkmazdı.
Libya iç savaşından bu yana İtalya, Fransa ve Almanya iç savaşının taraflarından hiç birisini düşman ilan etmediği gibi açık açık taraf ta tutmuyor. Ayrıca hiçbir İtalyan, Fransız veya Alman askeri Libya’da ölmüyor. Ancak Libya’da şimdiden parsayı toplayan ise yukarıdaki görüşmelerde anlattığım gibi başta İtalya, Fransa ve Almanya oluyor…
Türk askerlerinin Libya'daki varlığı, 27 Kasım 2019'da dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile imzalanan Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakatı'na dayanıyor. Türkiye bu nedenle yukarıda anlattığım bütün toplantılarda yabancı askerlerin çekilmesi için yapılan çağrıların kendisini bağlamadığını savunuyor.
BM tarafından, Libya'da 20 bin yabancı savaşçı ve paralı asker bulunduğu tahmin ediliyor. Bu savaşçıların varlığı ise 24 Aralık'ta yapılması planlanan seçimler öncesindeki BM destekli geçiş sürecine yönelik bir tehdit olarak görülüyor…
BM dâhil başta Almanya, Libya ile ilgili tüm ülkeler ve bizzat geçici Libya UBH olmak üzere bütün taraflar Libya'da yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çekilmesini talep ediyor. Ancak Türkiye’nin çekilmeme gerekçesi olan 27 Kasım 2019 tarihli ‘’Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakatı'’nı imzaladığı dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) artık Libya’da bulunmuyor. Libya’da şu anda meşru bir geçici ‘’Ulusal Birlik Hükumeti’’ bulunuyor ve bu hükümet Türkiye’nin Libya’dan askerlerini çekmesini talep ediyor. Bu meşru hükümetin meşru Başbakanı olan Abdulhamid Dibeybe ise her ortamdaki yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin Libya’daki askerî gücünü çekmesini dile getiriyor… Ancak Türkiye’nin Libya’dan asker çekmeme gerekçesi hiç de meşru bir zemine dayanmıyor. Yarın, öbür gün Türkiye Cumhuriyeti İncirlik ABD üssünü kapatmak istediğinde, ABD, ''ben o zamanki meşru Türk hükumetiyle bu anlaşmayı yapmıştım, çıkmam!'' mı diyecek?
Türkiye’nin Libya’da askerî bir varlık olarak kalma ısrarı belki bugünü kurtarıyor. Ancak böyle bir ısrar, gelecekte Libya’daki her türlü ekonomik faaliyetlerden dışlanması tehlikesini doğuruyor… Şimdiden Almanya; Fransa ve İtalya Libya’da köşe başlarını tutuyor… Türkiye ise Libya’da verdiği şehitler ve harcadığı milyar Dolarlarla baş başa kalıyor…
Bir de 27 Kasım 2019 tarihinde de Türkiye ile UUH arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” gereği Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarını sürdürecek olan Oruçreis araştırma gemisi, AKP hükumeti tarafından 24 Aralık 2020 tarihinde alınan bir kararla 15 Haziran 2021 tarihine kadar Antalya Körfezi açıklarına çekiliyor… Oruçreis gemisi o günden beridir Antalya körfezinde istirahat ediyor…
Çok uzun yazdım ama Türkiye’nin Libya macerasını bir cümleyle özetlersem; Libya’ya atılan taşlar ürkütülen kurbağaya değmiyor…
Ne de olsa bu neticeyi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Libya tezkeresini savunurken Türkiye'nin Doğu Akdeniz politikasını; "Zaten sonunu çok aşırı düşünen kahraman olamaz" diye 'Kurtlar Vadisi' dizisinin repliğiyle anlatıyor...
Naçizane bütün bunları da uzun uzun arz etmek de bana kalıyor…
Osman AYDOĞAN
Ulus Devlet ve Türkiye Cumhuriyeti
27 Ekim 2021
29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmişti. İki gün sonra Cumhuriyetin ilan edilişinin 98. yılını, İki yıl sonra da 100. yılını kutlayacağız…
Ancak neyi kutlayacağımızı anlayabilmek için önce – mutat olduğu üzere- tarihte kısa bir yolculuk yapmamız gerekiyor…
Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra ard arda Avrupa’da teokrasinin, monarşinin ve feodalitenin yerine “ulus devlet”ler kurulur…
Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ‘’ulus devlet’’ olarak Batı ve Kuzey Avrupa; ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya; ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''devlet’’e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilirler...
Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. (Devletten millete - from state to nation)
Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluştururlar. Ve bir ulus devlet kurarlar: Deutschland (Almanya).
Avusturyalılar da Cermen kökenli bir etnik grup olmasına rağmen Avusturyalıları ağırlıklı olarak Cermenleşmiş Macar ve Slavlar'ın karışımı oluşturur. Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi Slav kökeni içinde yer alır. Bunların dışında Slovenler, Çekler ve daha küçük sayıda da İtalyanlar ve Rumenler ülkenin etnik yapısını oluşturur.
Ardından Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.
Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.
Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri
Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...
20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur…
Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir.
Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman alır, daha sonra oluşur…
Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları
Avrupa’da ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemindedir. İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatır.
Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir…
Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğunu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir...
Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir… Şöyle ki:
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Osmanlı tarihi araştırmacısı Selim Deringil’in ‘’İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamit Dönemi 1876-1909’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2002) isimli çok güzel bir kitabı var.
Yazar bu kitabında Osmanlının resmi tarihçisi ve ünlü bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 - 1895) bir raporuna yer veriyor. (s.186) Ahmet Cevdet Paşa bu raporunda diyor ki:
“Devlet-i Âliyye, Yavuz Sultan Selim zamanından berü hilafet-i seniyyeyi haiz olduğuna nazaran din üzerine müesses bir devlet-i azimdir. Lakin andan evveli bu devleti tesis edenler Türk oldukları cihetle hakikat-i halde bir Devlet-i Türkiye’dir. Ve ibtida bu devleti teşkil eden Âli Osman olduğu cihetle Devlet-i Âliyye dört esas üzerine mebnî bir heyet demek olur. Yani hükümdarı Osmanî ve hükümeti Türkiye ve dini İslam ve payitahtı İstanbul’dur. Bu dört esastan hangisine zaaf gelirse bina-i devletin dört direğinden biri sakatlanmış olur.”
Özetle ve günümüz Türkçesiyle diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Osmanlı İmparatorluğu dört ayak üzerine kurulmuştur: Osmanlı Hanedanı, Türk Hükümeti, İslam dini ve başkenti İstanbul...’’
Ve raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa: “Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak kavimlerini yekvücud eden cihet vahdet-i İslam’dır. Vakıa Devlet-i Âliyye’nin asıl kuvveti Türklerdir. Bunlar, mahvoluncaya kadar Hanedan-ı Osmanî uğrunda can feda etmek kendü kavmiyetlerince ve hem de diyanetlerince vacibat-ı umurdandır...”
Günümüz Türkçesiyle raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak vs. kavimleri birleştiren İslam birliğidir amma... Devletin asıl kuvveti Türklerdir... Türkler, Osmanlı Hanedanı için canlarını feda etmeyi gerekli işlerden sayarlar...’’
Günümüzde ‘’Türk’’ adını kullanmaktan imtina edenler, devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar, okullardan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye öğrenci andını kaldıranlar hem Osmanlıcı geçinirler hem de görüldüğü gibi Osmanlı tarihini bilmezler. Neyse, bu onların sorunu, dizileri nelerine yetmez değil mi? Biz gelelim konumuza: Görüldüğü gibi Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir...
Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı
Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir ki Balkanlar Osmanlının anayurdudur… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...
Kurtuluş Savaşı
Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…
Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atarlar sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’Türk ulus devleti’’ni bölmek, parçalamak istercesine: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmaz, devam ederler: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye…
Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.
Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır…
Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasidir. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır…
‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile Mussolini’nin İtalya’da, ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile de Hitler’in Almanya’da parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açmıştı. Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım…
Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörleri
İşte bu nedenle, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir tehlikeye kaymaması için bazı temel koruması, garantörleri ve özellikleri vardır. Bunlar olmazsa Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, cumhuriyet olmaz. Adı cumhuriyet ama başka şey olur.
Bu garantörlerden birincisi ''parlamenter demokrasi''dir…
Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):
Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.
İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır…
Bu garantörlerden ikincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık''tır... Dışa karşı tam bağımsız olmayan bir Cumhuriyet sonunda sömürge olur…
Bu garantörlerden diğerleri ise T.C. Anayasasının girişinde zikredilen devletin laik ve hukuk devleti ilkeleridir.
‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler
Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:
- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi.
- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.
- Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır.
- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devletler, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evirilebilirler… Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur…
- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır… Hep söylüyorum ya ‘’her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye. Eğer tanımı yanlış koyarsanız çok farklı sonuçlara yelken alırsınız. Tıpkı tıpta yanlış teşhis koyup yanlış tedavi ile hastanın ölümüne yol açmak gibi..
- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?
- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…
- Bir ulus devletin ayakta kalmasının, gelişip büyümesi ve güçlenmesinin olmazsa olmaz koşulu; içerisindeki etnik, dini ve mezhebi farklılıklarını reddetmesinde değil bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp özümsemesinde yatar (asimile etmesinde değil). Bu durumu 20. yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür Paul Valry de şöyle formüle eder: ''Yüksek seviyede olan hiçbir kültür 'saf' değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.''
Avrupa’nın çifte standardı
Yazımın girişinde Fransız ulusunu oluşturan elliye yakın etnik gruptan başlıcaları olan Alsaslıları, Lothringerlileri, Bretonları, Korsikalıları, Oksidanları, Flamanları, İtalyanları, Katalanları, Baskları, Yahudileri, Sintiler ve Romanları yazdım. Ama bir Fransız’a etnik kökenini asla soramazsınız. Bunların tamamı ‘’Ben Fransız’ım’’ (Je suis Français) derler… Almanya’daki öğrenimim esnasında Alsas Loren’li, kökeni Alman, ana lisanı da Almanca olan Fransız vatandaşı bir hocamız vardı. Bu hocamız Fransız olmakla övünürdü. Kendisine bir türlü ‘’ben Almanım’’ dedirtememiştim… Bu hocamızın tee 1870’lere giden çok da ilginç bir aile hikâyesi vardı.
Aynı şekilde Alman ulusunu oluşturan başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar olan etnik grupları yazdım... Rein – Koblenz bölgesinde konuşulan Almancayı diğer Almanlar anlamazlar. Keza Schwäbische diyalektiğini konuşanları da diğer Almanlar hiç mi hiç anlamazlar. Ama hangi etnik kökenden olursa olsun bunlara kimliğini sorduğunuzda ‘’Ben Alman’ım’’ (Ich bin Deutsch) derler. Bir Alman’a da asla etnik kökenini söyletemezsiniz…
Keza Avusturya da durum aynıdır... Avusturyalılar da Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Slovenler, Çek, İtalyan ve Rumen etnik gruplardan oluşmasına rağmen hangi etnik gruba kim olduklarını sorarsanız sorun alacağınız cevap yine aynıdır: ‘’Ben Avusturyalıyım’’ (Ich bin Österreicher) derler. ‘’Avusturyalı’’ ifadesinin coğrafi bir bölgede yaşayanları değil etnik bir yapıyı ifade ettiğini de söylemek istiyorum.
Bu örnekleri İngilizler, İtalyanlar ve diğerleri için de verebiliriz…
Ancak Avrupa’da konu Türk’e gelince çifte standartlık başlar. Avrupalı ‘’Türk’’ demekten imtina eder, ısrarla etik köken ararlar. ‘’Ben Türk’üm’’ dediğinizde ısrarla kökeninizi sorarlar. Kürt müsün? Çerkez misin? Arap mısın? Hatırlarsanız Nobel Ödülü'nü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türk olduğunu Avrupa bir türlü kabul etmemiş ve ısrarla Kürt olduğunu, Arap olduğunu iddia etmişlerdi. Bir röportajında Nobel'i almasının ardından kendisini arayan BBC muhabirinin ilk sorusunun "Kürt müsünüz, Arap mısınız?" diye sormasını saygısızlık olarak niteleyen Aziz Sancar, "Kızıyorum ona, çünkü bunlar Allah’ın gâvuru, orayı karıştırdılar yüz yıl önce, hâlâ karıştırıyorlar. İngiltere’de kaç çeşit etnik grup var, ben sana soruyor muyum?" diye konuşmuştu…(Gazeteler, 18 Ekim 2015)
Tabii ki Avrupa’nın bu politikası sıradan bir politika değildir. 1990’lı yıllardaki Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’in şu sözü hala bu gök kubbede sinsi sinsi yankılanmaktadır: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’
Türkiye Cumhuriyetine yönelik yedi büyük tehlike, tehdit ve sonuç
Sonuç olarak bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı yedi büyük tehlikeden ve tehditten bahsedebiliriz:
Birinci tehlike; Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, ana direği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 98’inci ve TBMM’nin ve açılışının 101’ünci yılında Cumhuriyetin ve TBMM'nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur...
Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur...
TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır... Zira yukarıda anlattığım gibi güçlü bir parlamenter demokrasi ile taçlanmayan ulus devletler zaman içinde etnik veya dini veya her ikisinin karışımı bir faşizme kayma tehlikesi gösterirler…
‘’Ulus devlet’’ ilkesine karşı olanların Türkiye Cumhuriyetine dönük eleştirilerinin kaynağı da ‘’ulus devlet’’ değil, ülkedeki demokrasi eksikliğidir. Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan ‘’demokrasi’’, kendisinden sonraki hükumetlerce geliştirilmemiş, Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmamış, gerek eskinin özlemi içerisindeki yeteneksiz hükumetlerce gerek bunu gerekçelendiren askerî darbelerle gerekse de ideolojik olarak koşullanmış hükumetlerce Türkiye dünya demokrasi liginde hep küme düşürülmüştür. İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü’nün yayınladığı ‘’2021 Demokrasi Raporu’'nda Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu sırada yer almaktadır. Adını bile bilmediğimiz çoğu Afrika ülkesi demokrasi sıralamasında Türkiye’yi geride bırakmışlardır.
Hava sıcaklığının sürekli düşmesi gibi Türkiye de demokrasi liginde sürekli geriye gitmektedir. Örneğin bugün, 17 Mart 2021 tarihinde, ilgilileri hakkında henüz soruşturma dahi açılmayan bir haberi Twitter hesabından RT yapması gibi uyduruk bir gerekçeyle 2,5 yıl hapis cezası verilen HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği mecliste yapılan oylamayla düşürülmüştür. Yine bugün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından HDP'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde dava açılmıştır…
İkinci tehlike; ortak siyasi kimliğimiz olan “Türk” ifadesinin etnik kimlik düzeyine indirgenmesidir. Bu tehlike ülkenin parçalanmasının zeminini hazırlar.
Üçüncü tehlike; Ulus devlet içindeki etnik ve dini farklılıkların bir zenginlik olarak görülmeyip dışlanmasıdır. Bu tehlike faşizme yol açar...
Dördüncü tehlike; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşmasıdır. Bu tehlike sömürgeleşmeye yol açar.
Beşinci tehlike; Türkiye’nin laik yönetim sisteminden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi Ortaçağ’ın karanlığına gömer.
Altıncı tehlike; Türkiye’nin hukuk devleti ilkesinden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi faşizme ve monarşiye götürür.
Yedinci tehlike ise Türkiye’nin her yönden, eğitim, kültürel ve maddi açıdan zenginleşmeyip fakirleşmesidir. İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes: ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız’’ derdi. Tabii ki bu alıntı sözden kastım ülkenin emperyalist olması değildir. Türkiye’nin içerisindeki kavgalarını önlemesinin en basit yolu zenginleşmesidir. Ülke insanının refahını artırmazsanız eğer sonuç bir bahane ile iç savaştır. Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra etnik kökenli iç savaşların Avrupa’nın en yoksul ülkesi Yugoslavya’da ve dinsel kökenli iç savaşların ise Asya’nın en yoksul ilkesi Afganistan’da yaşandığı unutulmamalıdır…
Eğer bir bekâ sorunu aranacaksa bu yedi maddede aranmalıdır…
İzahım uzun olduysa da gündemdeki tartışmalara da cevap vermesi açısından gerekliydi. Affola…
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
Neden sürekli ve uzun uzun yazıyorum?
06 Eylül 2021
Fransız filozof Gabriel Marcel (1889-1973), ‘’varoluşcu’’ (exsistansiyalizm) akımın temsilcilerindendi. Çağdaş Batı Felsefesi, Varlık Felsefesi ve Ahlak Felsefesi uzmanı olan Felsefeci Prof. Dr. Emel Koç aynı zamanda Türkiye’deki tek Gabriel Marcel uzmanı oluyor. Emel Koç’un Marcel’i anlattığı çok güzel bir kitabı bulunuyor; ‘’Gabriel Marcel Üstüne’’ (Pegem Akademi Yayıncılık, Ankara, 2014) (Bu kitap Koç’un çok sayıdaki Marcel kitaplarından ve araştırmalarından birisi oluyor.)
Gabriel Marcel’in çalışma alanlarından birisi de ‘’ben’ler arası varlık’’ oluyor. Marcel'in ‘’ben'ler arası varlık’’ı nasıl anladığını bu kitaptan kısa bir anlatımla özetlemem gerekiyor…
Benler arası varlığı anlatmak için Marcel, somut bir örneğin yardımına başvuruyor: Bir çocuk annesine seğirtmekte, ona bir demet çiçek sunuyor; sanki sözü, yüzü, eli şöyle bağırıyor: "Bu çiçekleri ben topladım, ben kendim..." Marcel'e göre, çocuğun bu seslenişinden maksat; dikkati kendi üstüne çekme isteği, başkalarınca onaylanma, başkalarınca beğenilme dileği olmuyor. Bu, hiç de bir bencillik değil, tam tersine bir özbilinç anlatımı oluyor. Marcel'in bir deyimiyle, "tanığım ol" dileği dile geliyor. Kuşkusuz bu anlatım, çocukta çocuksu bir kılıkla ortaya çıkan, yetişkinlerdeyse durumdan duruma ince ayrımlar gösteren bir dilek oluyor. İşte buna Marcel, belli bir anlamda, "ontolojik gizem" adını veriyor.
‘’Ben’’ ile ‘’başkası'’nı birbirine bağlayan o ilk, o derin taşıyıcı. Böylece insan için var olmak, başka bir insana seslenmek demek oluyor. Özüyle insan, kendini bir bağlılık içinde buluyor: Sözle, ya da el-kol devinimleriyle ‘’işte buradayım’’ diye ortaya çıkıyor. Marcel'e göre insan; anlamını başkasından gelen yanıtta bulan bir "istek", bir "gereksinme", bir "exigence" oluyor. İnsan ancak "seslenen bir varlık", bir "etre exclamatif" olarak görünüyor; varoluş ("existence"), insan için başkalarına yöneliş oluyor. Marcel’e göre ‘’varolmak’’ için herhangi bir şeye sahip olmanın (mal, mülk, para, şan, ün, şöhret) hiç ama hiçbir önemi bulunmuyor. Marcel’e göre ‘’varolma’’da asıl olan, bir başkasıyla kurulan iletişim oluyor…
Böylece Marcel varoluşu alışılagelenden apayrı bir doğrultuda yorumluyor. Şöyle ki, Marcel, "existence" sözcüğündeki "ex"i başka-bir-insana-çevrilmek diye kavrıyor: "Ben varım demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir." Buysa "varoluş"u ("existence") "birlikte-varoluş" ("co-existence") diye nitelemek oluyor.
Gerçekten de, Marcel'e göre, hayvanlar bile (bağırış çağırışlarıyla, hoplayıp sıçramalarıyla biyolojik bir biçimde de olsa) kendilerini açığa vurmamazlık, kendilerini ortaya koymamazlık edemiyor. İnsanlarsa; konuşma, yazma, eylem, bakış, ilgi, hayranlık, yardım, dostluk, sevgi gibi davranışlarla başkalarıyla bağ kurarak kendilerini gerçekleştirip anlıyor…
İşte sizlere, bir avuç dost ve bir kısmını yüz yüze tanımadığım arkadaşlarıma, hemen hemen her gün ve de uzun uzun yazdığım yazılarım, duygu ve düşüncelerim bir öğreti amaçlı olmayıp böyle bir içgüdünün eylemin neticesi, sonucu oluyor. Marcel’in söylediği gibi benim yazdıklarım ‘’ben varım’’ demek oluyor, ‘’tanığım ol’’ demek oluyor, ‘’bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım’’ demek oluyor. Marcel’in çocuk örneğinde olduğu gibi (Bir çocuk annesine seğirtmekte, ona bir demet çiçek sunuyor; sözü, yüzü, eli şöyle bağırıyor sanki: "bu çiçekleri ben topladım, ben kendim...") bu yazıları ben yazmıştım ben kendim demek oluyor…
Yine Marcel’in örneğinde olduğu gibi benim bu yazılarımdan maksat; dikkati kendi üstüme çekme isteği, başkalarınca onaylanma, başkalarınca beğenilme dileği olmuyor. Bu, hiç de bir bencillik değil, tam tersine bir özbilinç anlatımı oluyor. Marcel'in bir deyimiyle, "tanığım ol" dileğimin dile gelmesi oluyor…
Bu uzun uzun yazılarımı sabırla okuduğunuz ve hatta beğendiğiniz ve hatta hatta üzerine yorumlar yazdığınız için sizlere teşekkür ediyorum.
Ancak…
Ancak fark ettim ki sürekli yazmak okumam aleyhine zaman alıyor. Ortaokul matematik kitaplarındaki havuz problemleri gibi... Havuzu dolduran musluklar daha az, boşaltan musluklarımın sayısı daha fazla. Böyle giderse havuzda su kalmayacak. Okunması için sırada bekleyen kitaplarım gittikçe artıyor. Bu nedenle bir süre yazmaya ara veriyorum. Yine de arada sırada belki eski yazılarımı paylaşırım. Belki de gündem kışkırtır az da olsa yeni yazı yazarım.
20. yüzyıl Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke, genç bir yazara mektubunda (Rilke: Briefe an einen jungen Dichter, An Franz Xaver Kappus); “Yazmak, incelikler senfonisidir. Yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma!” derdi…
Günümüzden genç bir edebiyatçı ve şairi, Birhan Eroğlu da derdi ki;
‘’Dedim ki sonra:
İyi ki varsın ‘Yazmak’
Yoksa nasıl taşırdı kalbim bunca yükü…?’’
Demem o ki ne yazmadan yaşamayı becerebilirim ne de yazmadan kalbim taşıyamaz bu yükü… Sonuçta tekrar yazacağım işte!...
Sizlere güzel mi güzel bir Eylül, sonbahar günleri ve güz ayları diliyorum…
Osman AYDOĞAN
Dante ve İlahi Komedya
05 Eylül 2021
Dante, 1265 yılında Floransa’da doğar ve 14 Eylül 1321 tarihinde İtalya'nın Emilia-Romagna bölgesinde bulunan Ravenna şehrinde vefat eder. Bu yıl Dante’nin vefatının 700. yılı. Bu yıl Eylül ayında Dante’nin vefatının 700. yılı sebebiyle tüm Avrupa’da ve özellikle İtalya’da Dante için büyük anma etkinlikler düzenleniyor. Ben de naçizane henüz 14 Eylül gelmeden Dante’yi onun ölümsüz eseri ‘’İlahi Komedya’’ ile anmak istiyorum… Ancak önce kısaca Dante!...
Dante
Asıl adı ‘’Durante di Alighiero degli Alighieri’’ olan Dante Alighieri, İtalyan Rönesans hümanisti, şair, dil kuramcısı ve politikacıdır. Kendi tercihi olan ‘’Dante’’ olarak bilinir.
Aldığı eğitim hakkında kesin bir bilgi bulunmuyor ancak kendi kendini geliştirdiği değerlendiriliyor. Tutkulu olduğu edebiyat sevdası onu, Yunan ve Latin eserlerini okumaya sevk eder. Aynı zamanda resim, astronomi ve felsefeyle de ilgilenir. Yazdığı olağanüstü eserle Latincenin gölgesinde kalarak karanlığa gömülen İtalyancayı İtalyanlara bir edebiyat dili olarak hediye eder. Bu nedenle “İtalyan Dilinin Babası” olarak adlandırılır. Modern Avrupa’nın fikir babalarından birisi sayılır. Bu nedenle İtalya'daki metal 2 €'ların tura tarafında Dante'nin resmi bulunur.
‘’İlahi Komedya’’; (La Divina Commedia), (Dante, Oğlak Yayınları, 2016) Dante Alighieri tarafından 14. yüzyılın ilk yarısında yazılan İtalyan ve dünya edebiyatının en meşhur epik konulu manzum başyapıtlarından birisidir. Ortaçağ ile Rönesans arasındaki geçiş döneminde yazılan bu şiir, hayal gücü ve alegorik tasavvuru, ölüm sonrası hayatı anlattığı öyküsü ile Hıristiyan Batı kiliseleri tarafından sahiplenilir.
Eserin orijinal adı "Komedya" olmakla birlikte daha sonra 1360 yılında Rönesans hümanizminin en önemli eseri olan ‘’Decameron’’un yazarı, İtalyan yazar ve şair Giovanni Boccaccio tarafından başına "İlahi" kelimesi eklenir.
‘’İlahi Komedya’’ Toscana lehçesi ile yazılmış olup günümüz İtalyanca‘sının babası sayılır…
Ortaçağda “Komedya", bizim şimdi kullandığımız ‘’komedi’’ anlamında kullanılmaz, Ortaçağda “Komedya"; "tragedya'nın" aksini ifade etmek amacıyla “sonu iyi biten hikâye’’ anlamında kullanılır.
Bu yazımda işte Dante’nin bu eserini anlatacağım ama eserin anlaşılması için üç ismi tanıtmam gerekiyor. Bu üç isimden ikisi kitapta geçer: Bunlardan birisi Roma İmparatorluğu'nun destanı olarak kabul edilen Aeneis'in de yazarı olan Romalı şair Publius Vergilius Maro, diğeri de Dante'nin dokuz yaşındayken Floransa’da tanışıp âşık olduğu sekiz yaşındaki küçük bir kız olan Beatrice. Üçüncü isim ise kitapta adı geçmeyen Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinen İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair Muhyiddin İbnü'l-Arabî. Hemen Dante ile bunların ne ilgisi var demeyin, hele hele Muhyiddin İbnü'l-Arabî ile… Önce sabır!...
Publius Vergilius Maro
Publius Vergilius Maro (MÖ 70 - MÖ 19) ünlü bir Romalı şairdir… Vergilius gençliğinde matematik, felsefe, tıp, fizik, Yunan ve Roma edebiyatı eğitimini alır. Vergilius, aldığı bu eğitimler sonucu avukat ve siyaset adamı olmaz. Sadece şiirle uğraşır, şiir yazar ve şair olur. Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen ‘’Aeneis’’i on yılda yazar. Yazdığı bu destansı eserin bazı bölümlerini incelemek için Yunanistan’a doğru yola çıktığında humma hastalığına yakalanarak yolda Brindisi’de vefat eder.
Vergilius, destanı ‘’Aeneis’’de Homeros'un İlyada destanının hemen ardından gelişen olayları anlatır. Yunanlılardan canlarını kurtaran Truvalılar, Aenas liderliğinde yeni Truva’yı bulmak için yola çıkarlar. Bu destansı yolculuğun sonunda günümüzde Roma olarak bilinen yere gelip, Roma imparatorluğunu kurarlar. Hatırlarsanız eğer Brad Pitt’in başrol oynadığı Troy (Truva) filminde filmin sonlarına doğru, halk şehirden kaçarken, Truva prensi Paris, Truva'nın kılıcını Aneas isimli bir gence veriyordu.
Bu efsane sadece Roma için geçerli değildir. Truva’nın yıkılmasından sonra rivayet çoktur. Truva’dan ayrılan bir aile gidip Londra’yı kurar, bir başka aile de gidip Almanya’yı kurar.
Yirminci Yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch’un (1886 – 1951) "Vergilius'un Ölümü" (Der Tod des Vergil) (Çev: Ahmet Cemal, İthaki Yayınları, 2012) isimli bir kitabı vardır. Broch, kitabında ağır hasta olan Vergilius’un Brindisi limanına varışından ertesi günü öğleden sonra Augustus’un sarayında ölümüne kadar geçen on sekiz saat süren iç hesaplaşmasını anlatır… Kitapta bir tarafta Aeneis’i yetersiz bulduğu için yakmak isteyen Vergilius, diğer tarafta ise onu kurtarmak isteyen Roma İmparatoru Gaius Octavius Augustus’un bitmek tükenmek bilmeyen diyalogları vardır.
Beatrice
Beatrice, Dante'nin dokuz yaşındayken Floransa’da tanışıp âşık olduğu sekiz yaşındaki küçük kızdır. Yıllar sonra bir kez daha karşılaştıklarında Beatrice, Dante’ye selam vermiştir. Dante, bu kadar bir muhabbetle bile derin bir aşkla bağlanmıştır Beatrice’ye… Dante'nin ömrü boyunca büyük bir tutkuyla bağlandığı, düşünce dünyasını da yönlendiren bir kadındır Beatrice.
Dante ve Beatrice başkalarıyla evlenseler bile Dante hep Beatrice'i sevmiştir. Hatta Dante'nin ''İlahi Komedya''da Beatrice'in dış görünüşünden hiç bahsetmemiş olması, onu melek gibi en üst düzey güzelliğin simgesi yapması onu ne kadar çok sevdiğini gösteriyor.
Beatrice öldüğünde ise Dante 25 yaşındadır. Dante sevdiği kadın Beatrice öldüğünde iyice içine kapanır ve ilk eseri olan ve Beatrice’ye aşkını anlattığı ölümsüz eseri ‘’Vita Nuova’’'yı (Yeni hayat) yazar. Dante, bu kitapta Beatrice’yi melekler statüsüne çıkarır…
‘’İlahi Komedya’’ ise Dante'nin Beatrice'ye duyduğu derin aşkın bir tezahürü olarak yazdığı ve şiir sanatının en üstü olarak adlandırılır. T. S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot, Dante'yi Shakespeare ile bir tutar...
Muhyiddin İbnü'l-Arabî
Tam adıyla Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî, ünlü İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şairdir. Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinir. Bu sitemde kendisini Türkiye’de olabilecek en iyi şekilde derli toplu tanıttığım için burada fazla yazmıyorum.
Bu üç isme ‘’İlahi Komedya’’da tekrar dönmek üzere burada veda edeyim…
İlahi Komedya
“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante Alighieri’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdir.
‘’İlahi Komedya’’ Vergilius'un ‘’Aeneis’’ destanını örnek alan onun gibi sıra dışı bir aşk mitoloji, tarih ve kutsal metinlere de temas eden, gerçeküstücü konular ve kurmacalara dayanan, tarih ve felsefeden dilbilime, gökbilimden geometriye uzanan pek çok ansiklopedik bilgiler de veren bir eser olarak dikkati çeker.
İlahi Komedya'da Dante’nin hayal dünyasında canlandırdığı ölüm sonrasında sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennette geçen alağorik ve hayali bir yolculuk anlatılır…
Dante'nin ‘’İlahi Komedya’’sındaki gezi 1300 yılı 7 Nisan Perşembeyi 8 Nisan Cumaya bağlayan gece başlar ve 14 Nisan Perşembe günü sona erer.
Eser, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet olmak üzere üç bölümden oluşur. Cehennem ve Araf yolculuklarında Dante'ye Vergilius rehberlik ederken Cennet’te ise biricik aşkı Beatrice şaire rehberlik eder. Meryem Ana ve Azize Lucia'nın vasıtasıyla Tanrı’dan izin alan Beatrice, şairin ölmeden ahiret yolculuğuna çıkmasında başrol oynar.
“Yaşam yolumuzun ortasında, karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti” dizeleriyle başlar kitaptaki yolculuk. Ve Dante, bu yolculuk boyunca Cicero, Öklid, Homer, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Horace, Ovidius, Lucan, Aristo, Sokrates ve Selahaddin Eyyübi ile karşılaşır.
Cehennem (Inferno)
Cehennem, İlahi Komedya’nın ilk bölümünü oluşturur. Cehennem, dibe doğru inildikçe daralan bir çukurdur. Bu çukur, iç içe geçmiş dokuz kattan oluşur. Dairelerin her biri günah derecelerine göre sıralanmıştır. Aşağıya inildikçe cezalar ağırlaşır. İnsanlar yaşarken işledikleri günahlara göre cehennemdeki katlara yerleşmişlerdir.
Cehennem, Kudüs kentinin altındadır. Cehennemin giriş bölümü kötülük de iyilik de yapmadan yaşamış olanların ruhlarına ayrılmıştır. Cehennemin ilk akarsuyu Akheron da buranın sınırındadır. Cehennem’in ilk dairesi olan Limbus’taki ruhlar Hıristiyanlıktan önce doğdukları için vaftizden yoksun kalmış ruhlardır. Daha sonra asıl cehennem başlar. İkinci dairede şehvet düşkünleri, üçüncü dairede oburlar, dördüncü dairede cimriler, savurganlar, beşinci dairede öfkeliler cezalandırılır. Beşinci daire ve altıncı daireyi ağır suçluların bulunduğu, içinde sonsuza dek ateş yanacak olan Dite katı yer alır... Altıncı dairede sapkınlar, yedinci dairede, Tanrı’ya isyan ve hakaret edenler vardır. Sekizinci kata kadın satıcıları, sömürücüler, rüşvet yiyenler, hilekârlar, hırsızlar, simyacılar ve kalpazanlar atılmıştır. Dokuzuncu dairede kötülüklerin simgesi Lucifer de yarı beline dek buzlara gömülü olarak görürler.
Araf (Purgatario)
Dante’ye göre Araf, meleklerin yer aldığı; sık sık şarkı söylenen, Cehennem ve Cennet arasındaki bir köprüdür.
Bir melek, Araf’a gidecek olan ruhları Tevere ırmağının denize döküldüğü yerden Araf’ın bulunduğu adanın kumsalına taşımakla görevlidir. Kumsalda, kayalık bir bölüme geçilir. Burası Araf’ın girişidir. Ruhlar, Araf’a girmeden önce, ruhlarının ağırlığıyla doğru orantılı olarak bir süre burada bekletilmektedir. Araf’ın üst katlarına çıkıldıkça, günahın ağırlığı ve verilen ceza azalmaktadır. Cezanın amacı, ruhun eğitilmesi, günahlardan pişman olmanın sağlanmasıdır. İyilik kötülük karşıtlığının bir sonucu olarak Cennet-Cehennem ikilisine eklenen Araf bir değişim merkezidir...
Cennet (Paradiso)
İlahi Komedya’nın bu üçüncü bölümünü Dante ölümünden çok kısa bir süre önce tamamlar..
Vergilius ile birlikte Araf’a tırmanan Dante, yeryüzünde yıllardan beri görmediği Beatrice ile karşılaşır... Vergilius birden yok olur. Çünkü Vergilius Pagandır ve bu nedenle cennete giremez. Lethe ve Eunoe ırmaklarında arınan Dante, Beatrice ile birlikte Cennet yolculuğuna başlar...
Dante’nin bu bölümde tasvir ettiği Cennet, sürekli bir devinim içinde olan insan gözünün algılamakta zorlandığı ışığın egemen olduğu bir yerdir.
Şimdi gelelim eserin Muhyiddin İbnü'l Arabî ile olan ilişkisine…
Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon, Dante’nin ‘’İlahi Komedya’’da adı geçen ‘’İnferno’’yu (cehennem) kaleme alırken İbnü'l-Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu) kitabı ile ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü'l-Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Miraç'ı; cehennem ve cennetten sonra her iki eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü bir tarihçi olan Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.
Bir değerlendirme
Dante'nin bu eseri Beatrice’ye duyduğu aşkın etkisiyle insanlara doğru yolu göstermek amacıyla yazdığı,
Dante'nin eserin başında kaybolduğu karanlık ormanın, bir bilinçsizlik ve günahkârlık ortamını, yani Avrupa'nın Ortaçağını simgelediği,
Dante’nin eserinde Vergilius’a yer vermesinin, İtalya’da Papalığa karşı bir sistem olarak düşündüğü Roma İmparatorluğunun temel değerlerini bünyesinde barındıran epik Aeneas Destanı‘na yapılan bir atıf olduğu,
Dante’nin bu yolculuk sonunda vardığı yerin, Cennet'in ise, Avrupa halkının yeniden doğuşu olan Rönesans’ın ta kendisi olduğu değerlendirilir...
Sonuç
“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdi.
Müzik ise Antikçağ Yunanlıların muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattı. ‘’Müzikteki 24 aralık, altının 'en saf' olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardır. İşte Dante'nin yolculuğu da, bu "en saf"ın arayışıdır bir nevi: İyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, aydınlığa…
Dante'nin yolculuğu hayatımızın merkezidir, kendisidir aslında… Ve onun için derdi Cahit Sıtkı Tarancı “Otuz Beş Yaş” şiirinde:
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün,
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”
Ve hayat her şeyin, ama her şeyin ‘’en saf’’ halini aramakla geçer... Çorak vahalardaki, susuz tarlalardaki kurumuş kör kuyularda su arar gibi debelenir durur insan... Ve hiçbir şeyin ‘’en saf’’ hali bulunmaz bir türlü… Beatrice ile sadece Cennet'te karşılaşılır...
Ve hayat dediğimiz şey aslında çocukluktan sonra kalan bu debelenmelerdir...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Bir not: İtalya’ya turist olarak bile gidecekseniz eğer Dante hakkında bilgi edinmeden ve ‘’İlahi Komedya’’yı okumadan gitmeyin. Resmi görevli gidecekseniz eğer Dante’nin bütün eserlerini okuyup içselleştirip öyle gidesiniz. Benden söylemesi!...
Sivas Kongresi
04 Eylül 2021
Bugün Milli Mücadele’de önemli bir yeri olan Sivas Kongresi’nin toplanmasının 102. yılı. Bu yazımda Sivas Kongresi’nin Milli Mücadele’deki yeri ve önemini anlatmak istiyorum… Ancak Sivas Kongresi’ni anlatmadan önce Milli Mücadele’nin başlangıcından Sivas Kongresi’ne doğru kısa bir yolculuk yapmak istiyorum.
19 Mayıs 1919'da ülkenin vaziyet ve manzara-i umumiyye
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’a şöyle başlar:
"1919 yılı Mayısının 19 uncu günü Samsun'a çıktım" (1335 senesi Mayıs'ının 19. günü Samsun'a çıktım)… Ve devamında 19 Mayıs 1919'da ülkenin içinde bulunduğu durumu (Vaziyet ve manzara-i umumiyye) şu şekilde anlatır Mustafa Kemal Atatürk:
‘’Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmis, koşulları ağır bir Ateşkes Anlaşması imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki Hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...
İtilâf devletleri, ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş. Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor.
Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlar.’’
Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktığında anlattığı ülkenin vaziyet ve manzara-i umumiyyesi özetle şöyleydi: Batıda Yunanistan, doğuda Ermenistan, Karadeniz’de Pontus Krallığı hayali İtilaf Devletlerinin düşlerini süslüyor, ülkenin dört bir yanı müstevliler tarafından işgal edilmiş, Adana, Antep, Maraş ve Konya havalisi, Antalya ve Trakya işgal bölgesine dahil edilmiş ve saltanat ve hilafet bu işgale boyun eğmişti.
Bu işgal karşısında özellikle İstanbul aydınları ağırlıklı olarak mandayı düşünüyorlardı. Kimsenin aklına tam bağımsızlık gelmiyordu.
İstanbul’da yayınlanan İstiklal, Vakit, İleri gibi gazeteler Amerikan mandacılığını; Peyam-ı Sabah, Alemdar, Yeni İstanbul gibi gazeteleri ise İngiltere mandacılığını savunuyorlardı. Sadece İkdam, Tasvir-i Efkar, ve Zaman gazeteleri tam bağımsızlığı savunuyordu.
Zaman gazetesinde ‘’Vatan Mefhumu’’ adlı başyazısında Yahya Kemal şu sözlerle manda yanlıları ile alay ediyordu:
“Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz…”
İstanbul Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunuyordu… Pek bilinmez, dile getirilmez ama Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…
Samsun’dan sonra Mustafa Kemal’in güzergâhı bellidir: Amasya…
Amasya Genelgesi
Amasya’da 21-22 Haziran 1919 gecesi bir genelge hazırlanır. Bu genelgenin temel esasları şunlardı:
1. Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2. İstanbul hükûmeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gösteriyor.
3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak millî bir heyetin varlığı zaruridir.
5. Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta hemen millî bir kongre toplanması kararlaştırılmıştır.
6. Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkılması gerekmektedir.
7. Her ihtimale karşı bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8. Doğu illeri adına 23 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket edecekler.
Erzurum Kongresi
23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplanır. Toplanış şekli bakımından bölgesel olmasına karşın aldığı kararlar bakımından Sivas Kongresi'ne bir ön hazırlık çalışması niteliğinde millî bir kongredir. Bu kongrede:
1. Manda ve himaye reddedilerek ilk kez ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilir…
2. İlk kez millî sınırlardan bahsedilir. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalandığı anda Türk vatanı olan topraklarının parçalanamayacağı açıklanır…
3. İlk defa geçici bir hükûmetin kurulacağından bahsedilir…
4. İlk kez başkanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturulur. Bu Temsil Heyeti bir hükûmet gibi görev yapacaktır. (Temsil Heyeti'nin görevi TBMM'nin açılmasına kadar devam eder.)
Sivas Kongresi
Ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi toplanır… Kongre 11 Eylül 1919 tarihine kadar devam eder.
Mustafa Kemal’in Kongre açış konuşması
Gazi Mustafa Kemal, Sivas Kongresinin açılış konuşmasını yaparken, kongre üyelerinden ümitvâr olmalarını şu sözlerle bekliyordu:
“Saygıdeğer Efendiler!
Vatan ve milletin kurtuluşunu hedefleyen mecburiyetler, sizleri bunca sıkıntı ve engellere rağmen Sivas’ta topladı. Kahramanca kararlılığınızı tebrik eder ve sizlere hoş geldiniz demekle mutluluğumu arz ederim.
Efendiler, milletimizin sizin gibi aydınları, millî onur ve haysiyet sahipleri, manzaranın üzücü karanlığından dolayı ümitsizliğe kapılmadı. Çünkü onlar bilirler ki, tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. Çünkü onlar kuvvetli bir iman ile inanmışlardır ki, bir yalancı perdenin arkasından vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak iflasa mahkûmdur.”
Mustafa Kemal, kongreyi oluşturan temsilcilerin bir bölümüne, temsilci olarak katıldıkları kongrenin amacını da anlatmak zorundadır… Konuşmasında, bu nedenle, şu sözlere de yer veriri:
“Efendiler, burada siyasi bir parti kurmak ya da hükümet darbesi yapmak için toplanmadık. Bu ulus yeniden doğmak olayıyla karşı karşıyadır. Bizim hedefimiz de en yeni biçimde ulusal bir devlet var etmektir. Biz ne bir partiyiz, ne de bir komiteyiz! Biz, bütün ulusun temsilcileriyiz. Kutsal görevimiz, bütün ulusu acıya boğan felaketten kurtulmaktır. Biz birkaç kolordunun yardımına güveniyoruz. Yenilmez olduğuna inancımızın her gün daha da arttığı ulusumuz için ve onun adına dövüşmek yetkisi taşıyoruz. Bu inancı, her kalbe aşılayacağız. Burası yüreksiz adamların yeri değildir. Yapacağımız görevler perde arkasında başarılacak görevler değildir. Biz bu amacımızı bütün köylülere, bütün kentlilere anlatmalıyız, herkesle görüşmeliyiz, herkesi uyandırmalıyız. Beni asi ilan ettiler. Ele geçersem beni bekleyen sonun iyi olmadığı biliniyor. Benimle birlikte açıktan açığa çalışanların da aynı sona uğrayacakları kuşku götürmez. Bana arka çıkanlar başlarına ne gelirse gelsin ulusun kutsal davasını bırakmayacaklarına kesin kararlı olmalıdırlar.”
Sivas Kongresi kararları
Sivas Kongresi'nde, Erzurum Kongresi'nde alınan vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığıyla ilgili kararları tüm ulusu kapsayacak şekilde genişletilerek aynen kabul edilir... Böylece Sivas Kongresi yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun temelini teşkil eder.
Sivas Kongresi ile ilgili ayrıntılar
Sivas Kongresi esnasında, öncesi ve sonrası ile ilgili olarak dile getirilecek çok konu vardır. Bu konuları şu şekilde özetleyebilirim:
Sivas Kongresinde yapılan mandacılık tartışmaları
Sivas Kongresi'nde yine de en büyük tartışma mandacılık üzerine yapılır.
Kongrede söz alanlardan Vasıf Bey, İsmail Hami, Bekir Sami Bey, İsmail Fazıl Paşa ve Refet Bele mandacılığı savunan isimlerdi. Tam bağımsızlığın mümkün olabileceğine inanmıyorlardı. Ülkenin topyekûn düşman elinde parçalanmasının yerine, bir devletin manda ve himayesinde kalmasını ehven-i şer olarak sayıyorlardı.
Mustafa Kemal’in önündeki klasörden taşan mektup telgraflar Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası önerileri ve istekleriyle doluydu.
Mustafa Kemal, bu öneri ve isteklerin tümüne, kongrede şu sözleriyle karşılık verir:
“İstanbul bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye bağımsızlık ve bütünlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemeyi sürdüreceğiz. Benim anladığıma göre İstanbul’daki zatlar bizi manda oyununa düşürmek istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz. Hayır paşalar, hayır, hayır beyefendiler hayır, hayır hanımefendiler hayır… Manda yok! Ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Kongre esnasında tarihler 9 Eylül’ü gösterdiğinde İstanbul’dan gelen Tıbbiyeli Hikmet Bey manda tartışmalarının arasında ayağa kalkarak, yüksek sesle ve Mustafa Kemal’e hitaben şu ifadeleri dile getirir:
“Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle ret ve takbih ederiz. Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz.”
Tıbbiyeli Hikmet Bey, okullarını karargâh olarak kullanan İngiliz müstevli subaylarına karşı Mustafa Kemal’in önderliğini yaptığı direnişe selam göndermek için 14 Mart’ta Tıbbiye-i Şahane’nin iki kulesinin arasına dev bir Türk bayrağı asacak kadar cesur bir gençti.
Hikmet Bey'in bu çıkışı karşısında hararetli tartışmalarla ısınan kongre salonu buz keser. Sivas Sultanisinin yüksek duvarları, Mustafa Kemal’in sessizliği delen sözleriyle yankılanır:
“Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: ‘Ya İstiklal, ya ölüm’!”
Bu şekilde Kongredeki manda tartışmaları da son bulmuş olur…
Osmanlının Damat Ferit Hükumetinin Sivas Kongresini engelleme çabaları
Osmanlının Damat Ferit Hükümeti Kongreyi engellemek ve Mustafa Kemal’i öldürtmek için Elazığ Valisi Ali Galip’i bölgesinden topladığı kuvvetlerle Sivas’a gönderir… Ancak Damat Ferit ile Ali Galip arasındaki yazışmaları ele geçiren Mustafa Kemal kıvrak zekâsı ile güç kullanmadan bu sorunu çözer…
Kongre'den önce Mustafa Kemal, kongrenin toplanması için Sivas Valisi Reşid’den izin ister, ancak Reşid Bey Mustafa Kemal’in Sivas’a gelmesi durumunda kentin işgal edileceği konusunda istihbaratı olduğunu söyler… Mustafa Kemal, Reşid Bey'i aralarındaki telgraflaşmaların ardından ikna eder…
Konunun ayrıntıları şu şekildedir:
Mustafa Kemal Erzurum’da iken acil olarak telgraf makinesine çağrılır. Telgraf makinesinin öteki ucunda Sivas Valisi Reşit Paşa vardır. Vali, Fransız Binbaşı Brunot’nun şu tehdidini Mustafa Kemal’e iletir:
“Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a gelip kongre yapmaya kalkışırlarsa, emrindeki Fransız kuvvetleriyle kenti işgal edeceğiz.”
Mustafa Kemal, kendisine bu haberi ileten Sivas valisine şu karşılığı verir:
“Samsun’a çıkarken de İngilizler benzeri tehditte bulundu. Beş on günde Sivas’ı işgal etmeleri kolay bir iş değildir. Ben ne Fransızların ne de herhangi bir yabancı devletin sahip çıkmasına tenezzül eden kişilerden değilim. Benim için en büyük koruyucu ve şefkat kaynağı, ulusun bağrıdır…”
Mustafa Kemal’in yanında bulunan Dr. Refik Saydam, onun bu yanıtı verdiğini görünce şöyle der:
“Paşam, bir savaşın içindeyiz; belki başarılı olacağız, belki olmayacağız. Fakat sonuç ne olursa olsun Reşit Paşa’ya verdiğiniz yanıtta kullandığınız o cümle bile başlı başına Türk ulusuna yadigâr kalacak bir ders ve ulusal özdeyiş olacak değerdedir.”
Mustafa Kemal telgraf makinesi nin başından kalkıp, masaya döndüğünde, Mazhar Müfit’e şöyle seslenir seslendi:
“Olayı duydunuz, öğrendiniz” dedi. “Attığımız her adımı not ettiğiniz hatıra defterinizi açınız ve şunu da kaydediniz: ‘Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a hareket edince, Brunot ve arkadaşları Sivas’tan kaçtılar.’ Sivas’a hareket ettiğimizde yazacağınız bu cümleyi hatıra defterinize şimdiden yazmanızla, o gün yazmanız arasında hiçbir fark yoktur.”
Ancak Vali Reşid Bey'in milli mücadelenin en önemli adımlarından olan Sivas Kongresi'nin toplanması için attığı bu adım Damat Ferit Hükumetinin hiç hoşuna gitmez, Reşid Bey’i derhal görevden alır… Sivas Vilayeti Müftüsü Abdurrauf, Belediye Reisi Abdullah Beyler ve ulemadan, tüccardan önemli isimler, Devlet-i Osmaniye’ye telgraf çekerek Reşid Bey'in görevden alınmasına tepki gösterirler…
Mustafa Kemal, Reşid Beyi de kongreye dâhil eder…
Mustafa Kemal ve arkadaşları ertesi gün Erzurum’dan ayrılıp, Sivas’a doğru yola çıktıklarında, nerelerden ve kimlerden kaynaklandığı bilinmeyen bir haber alırlar. Bu habere ‘’göre eşkıyalar boğazı tutmuşlar, tehlike var, geçilmez…”
Mustafa Kemal o günü şöyle anlatıyor:
“Ben, Erzurum ile Sivas arasındaki yolu alışılmış zamanda kat edip, kararlaştırılmış günde Sivas’ta bulunamazsam, şurada ya da burada şu ya da bu nedenle çekinip durakladığım Sivas’ta ve her tarafta duyulursa, panik başlayabilir, işler alt üst olabilirdi. O halde, vermem gereken tek kararı vermeliydim. Tehlikeyi göze alıp, yolumuza devam etmek. Başka çaremiz yok idi çünkü. Bu kararı verdim. Sözün özü, yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a vardık.”
Mustafa Kemal’in Sivas’ta Amerikalı General Harbord ile yaptığı görüşme
Sivas Kongresi konusu dışında ama Mustafa Kemal, Sivas'ta iken gerçekleşen bir görüşmeyi buraya aktarmak istiyorum...
Wilson Prensipleri için Türkiye’de bulunan Amerikalı General Harbord Sivas’a gelerek Mustafa Kemal ile görüşür.
Hatay’ın Türkiye’ye ilhakında önemli bir rol üstlenen Hatay Devlet Başkanı ve eski milletvekili Tayfur Sökmen, Mustafa Kemal ile Amerikalı General Harbord’un görüşmesini hatıratında şu cümlelerle anlatır:
“1919 senesinin yazı… Mustafa Kemal, memleketin düşman tarafından işgal edilmiş kısımlarını kurtarmak için vatanın her bucağından davet ettiği delegelerin katılımıyla Erzurum ve Sivas kongrelerini yapıp, Misak-i Milli sınırlarını çizmiş, diğer işlere geçmiş.
Bu sırada milli hareketin mahiyetini incelemek üzere Türkiye’ye gelmiş olan Amerikalı General Harbord, Sivas’a gelerek Mustafa Kemal ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Mektepler tatil olduğundan Mustafa Kemal o sene Rauf Orbay’la birlikte İdadi Mektebinde ikamet ediyor, Mustafa Kemal de generali bu mektepte kabul ediyor.
General Atatürk’e 'Ne yapmak istiyorsunuz?' diye soruyor. Atatürk şu cevabı veriyor:
'İstediğimiz, memleketi düşman işgal ve istilasından kurtardıktan sonra müstakil, medeni bir Türk devleti kurup insanca yaşamaktır.'
Bu cevap karşısında general şöyle konuşuyor:
'Bu istek hayal, yapacağınız hareket ise yararsızdır. Çünkü müttefikiniz olan Almanya, Avusturya, Bulgaristan çökmüş, teslim olmuş, memleketinizin birçok mühim yerleri İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramış, ordunuz dağılmış, ordunuzun silah ve mühimmatlarına işgalciler tarafından el konulmuş. Böyle bir vaziyette yapmak istediğiniz hareket ne askerlik kaidelerine ve ne de herhangi bir usule uymaz. Bu tamamen yanlıştır. İnsanların intihar ettiklerini görüyor ve okuyoruz ama milletlerin intihar ettikleri vaki değildir.'
Bu sözler, Mustafa Kemal üzerinde derin bir tesir bırakıyor ve mühim karar vereceği zaman takındığı kendisine has bir tavırla söze başlayıp şöyle cevap veriyor:
'Evet! Generalin dedikleri doğrudur, müttefiklerimiz çökmüş ve teslim olmuş. Vatanımızın birçok mühim yerleri işgal ve istila edilmiş. Silah ve mühimmatlarımız gasp olunmuş. Böyle bir vaziyette yapmak istediğimiz hareket ne askerlik kaidelerine sığar, ne de herhangi bir usule uyar. Ama bütün bunlara rağmen vatanımızı kurtarıp hür ve müstakil ve medeni bir Türkiye devleti kurarak insan gibi yaşayacağız. Şayet muvaffak olamazsak, düşmanların avuçları içinde her gün birer parça can vermektense ecdadımıza yakışır şekilde dövüşerek can vermeyi tercih ederiz.' ''
İrade-i Milliye gazetesi
Sivas Kongresi çalışmalarına başlamadan önce Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde delegelerce Milli Mücadele’nin esaslarının anlatılacağı bir gazetenin neşredilmesi benimsenir. Sivas Kongresinin sekizinci toplantısında, 11 Eylül 1919 günü ‘’İrade-i Milliye’’ isimli bir gazetesinin çıkarılmasına karar verilir.
İrade-i Milliye gazetesinin ilk sayısındaki başyazı “Harekât-ı Milliye’nin Esbabı” başlığıyla, İsmail Hami Danişment imzasıyla çıkar. Yazıda Sadrazam Ferit Paşa başkanlığındaki hükümetlerin millette mücadele kabiliyeti olmadığı için mi mevcudiyetin korunması için uğraşmadıkları sorulur… Verilen cevapta, “hayır çünkü ırzını, namusunu, mukaddesatını.. esafile çiğnetmek istemeyen bu millet bugün yok yerde bir İzmir müdafaası yaratmış olduğu halde hükümet bunu da kabul etmek istemiyor” denilerek, Damat Ferit hükümetinin icraatlarının hesabı sorulur… Makalenin sonunda milli hareketin Damat Ferit hükümetinin hatalarından dolayı ortaya çıktığı belirtilerek mevcut durum halkın idrakine sunulur…
Gazetenin ikinci sayısında ilk makale “Milletin İlk Adımı: Damat Ferit Paşa hükümetiyle Kat-ı Münasebet” başlığıyla çıkar… “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine iştirak etmiş demektir. Masum olan milletler seyyiatını gördükleri idareleri ıskat etmiş olanlardır” sözünden hareket edilerek, milletin başındaki en büyük derdin mukaddesatı koruyamayan, millete işgaller karşısında sessiz kalmasını telkin eden Damat Ferit Paşa hükümetinin olduğu, halkın milletin menfaatleri yönünde davranamayan Damat Ferit hükümetine karşı tavır alma zamanının geldiği belirtilir… Aksi halde hükümetin hatalı icraatlarına halkın da ortak olacağı ve siyasi mevcudiyetin korunmasının buna bağlı olduğu vurgulanır…
Sonuç
‘’Vatan bir bütündür, bölünemez… Manda ve himaye kabul edilemez… Ulusal bağımsızlık esastır’’ şiarıyla Milli Mücadele’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın temellerini atan Sivas Kongresi’nin 102. yılını kutlar, vatanın bütünlüğü ve ulusal bağımsızlık için başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu uğurda emek verenleri, can veren şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyorum…
Yazıma ‘’İrade-i Milliye’’ gazetesinin ikinci sayısında yer alan şu söz ile son vermek istiyorum: “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine iştirak etmiş demektir.’’
Osman AYDOĞAN
15-21 Ocak 2020 tarihleri arasında Sivas’ta idim. Sivas Kongresi’nin yapıldığı ve şimdiki adı ‘’Atatürk ve Kongre Müzesi’ olan müzeyi orada görevli rehber eşliğinde gezdim. Bu yazımda buradan aldığım broşürlerden istifade ettim. Ayrıca Sivas Valiliğinin Sivas Kongresi’nin yüzüncü yılı vesilesi ile hazırladığı ve halen Sivas Valiliği İnternet sitesinde yer alan ‘’Sivas Kongresi’nin Yüzüncü Yılı’’ albümünden de faydalandım.
Sivas Valiliği İnternet sitesinde yer alan ‘’Sivas Kongresi’nin Yüzüncü Yılı’’ albümünün bağlantısını da aşağıda sunuyorum. Albüm incelenmeye değer diye düşünüyorum. Hazırlayanlara, emeği geçenlere şükranlarımı sunuyorum…
http://www.sivas.gov.tr/kurumlar/sivas.gov.tr/Sehir_Etiketleri/Sivas_Kongresi_Kitap/Almanak.pdf
Aşk vurgunu bir yazar; Mehmet Rauf ve ‘’Eylül’’
03 Eylül 2021
Her yıl Eylül gelince aklıma Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar, Servet-i Fünûn yazarı, ‘’Siyah İnciler’’in yazarı, artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarı Mehmet Rauf gelir… Ve Mehmet Rauf her aklıma geldiğinde de onun o muhteşem eseri ‘’Eylül’’ gelir…
‘’Eylül’’e gelmeden önce, önce yazarı…
Mehmet Rauf
Mehmet Rauf 1875’de İstanbul’da doğar… Bahriye Mektebini (Deniz Harp Okulu) bitirir... Deniz zabiti olur… 1931 yılında vefat eder... Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip Maçka Kabristanına defnedilir. Nûr içinde yatsın...
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cenaze törenine katılan bir yakınından şu ifadeyi dinler: ‘’Mehmet Rauf’un genç karısı (Muazzez) gözleri tabuta dikili olarak tâ önde yürüyordu ve tabutu sanki bu gözlerden çıkıp uzanan bir sevgi bulutu taşıyor gibiydi.’’
Mehmet Rauf, sağ koluna felç gelip yazamaz olduktan sonra bütün yazılarını Muazzez Hanıma yazdırır. Bu nedenle yakın çevresine Muazzez Hanım için; ‘’Bu benim sadece eşim değil, aynı zamanda sağ kolum’’ der.
Mehmet Rauf’un ilk eşi Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’dır... Bu evlilikten olan kızı Fatma Nihâl yazar Selami İzzet Sedes ile evlenir. İkinci eşi; yazılarından etkilenip mektupla kendisine evlenme teklifi yapan ve daha sonra ayrılmayı kendisi isteyip ayrılan Besime Hanım’dır... Muazzez Hanım Mehmet Rauf’un üçüncü eşidir ve ona ‘’Zezi’’ diye hitap eder. Zezi’sine Mehmet Rauf; ‘’Sen benim ilk veya son değil, bütün hayatımın bir tek yıldızısın’’ diye yazar bir kitabını Zezi’sine atfederken...
Bir vakitler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından Rahim Tarım’ın Mehmet Rauf’u tanıtan bir kitabı yayınlanmıştı... (‘’Mehmet Rauf; Hayatı, Sanatı, Eserleri’’, Rahim Tarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1998) Depolarda, vitrinlerde kaldı mı bilmiyorum... Zaten buradaki bilgilerin çoğu da bu kitaptan alınmıştır.
Mehmet Rauf’un kitaplarından ‘’Ferdâ-yı Garam’’ şimdilerde hiçbir yerde bulunmaz... ‘’Siyah İnciler’’i şimdilerde pek bir kimse okumaz... ‘’Eylül’’ ise, çok şükür hâlâ kitapçı vitrinlerini süsler... ‘’Eylül’’ okunmalı diye düşünürüm... ‘’Eylül’’deki Necip’le Suad tanınmalı diye düşünürüm...
Mehmet Rauf’un hemen hemen hiç bilinmeyen diğer romanları: ‘’Genç Kız Kalbi’’, Bir Aşkın Tarihi - Mültehip-‘’, ‘’Menekşe’’, ‘’Böğürtlen’’, ‘’Define’’, ‘’Kan Damlası’’, ‘’Karanfil ve Yasemin’’, ‘’Son Yıldız’’ ve ‘’Halâs’’
Romanlarının isimleri bile Mehmet Rauf’u anlatır.
Mehmet Rauf sadece edebî eser vermekle kalmaz, okur, sever, hisseder, yaşar ve bütün yaşadıklarını edebiyata aktarır ve çoğu zaman da kahramanlarını kendi duygu ve düşüncelerini aktarmak için araç olarak kullanır.
Bu nedenle ‘’Eylül’’deki roman kahramanı Necip’in kendisi olduğu iddia edilir. ‘’Bir Genç Kız Kalbi’’ isimli romanının yazarın ikinci evliliği ile sonuçlanan aşkını anlattığı ileri sürülür. ‘’Ferdâ-yı Garam’’ kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikâyesidir. Kendi aşkını anlattığı söylenir...
Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.
Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır: ‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’
‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçer Mehmet Rauf.
Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıprattıra yıprattıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’
Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.
Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikâyetler başlar.
Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır…
Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’ Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır.
Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybeder. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar. Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:
‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’
Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;
‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’
ifadeleriyle bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.
Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüz otuz iki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.
Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur: ‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.''
Eylül
Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın ''Eylül'', ''Kimsesizliklerim'' ve ''Siyah İnciler'' isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ adında güzel bir yazısı var. Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar;
‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.
Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz!
Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir.
- Madem ki ayrılıyoruz...
Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının - çünkü Eylül de geç gelmiştir - ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır.
Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘mağmum’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.’’
‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum... Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı... Hangi güzel şey kimin kalbinde bir başka yara açmazdı ki?
‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’' diye ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını böyle konuşturuyordu ya Mehmet Rauf... İşte bu hastalığa ilaç niyetine en azından ‘’Eylül’’, Eylül’ün ilk günleri değilse de geçmeden Eylül okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...
Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.
Osman AYDOĞAN
09 Eylül 1922, İzmir’in Kurtuluşu ve Ötesi
31 Ağustos 2021
26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük taarruz neticesinde 30 Ağustos sabahı başlayan Başkomutanlık Meydan Savaşı sonunda Yunan işgal ordusunun beş tümeni tutsak alınıp yok ediliyor. Ardından Başkomutan Mustafa Kemal’in verdiği; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla Kuvayı Milliye Ordusu İzmir’e doğru ilerliyor… 9 Eylül 1922’de Türk birlikleri İzmir’e giriyor. İzmir 3 yıl 4 ay sonra Yunan işgalinden kurtarılıyor…
İşte bu sene bu kurtuluşun 99. yılı oluyor…
Bugünü anlatan tabii ki çok yazar, çok eser var. Ancak ben bu yazarlardan üçünün hatıralarına başvuracağım: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Salih Bozok…
Ruşen Eşref Ünaydın
Gazeteci, siyasetçi ve diplomat Ruşen Eşref Ünaydın, 1920 yılında TBMM Hükümeti’nin çağrısı üzerine Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı’na katılıyor. Ruşen Eşref Ünaydın, ‘’Atatürk’ü Özleyiş (Hatıralar)’’ (Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001) (Kitabın ilk baskısı Türk Tarih Kurumu tarafından 1957 yılında yapılıyor) kitabında Millî Mücadele içinde zafere kadar Atatürk’ü en geniş hatlarıyla ele aldığı hâtıralarını anlatıyor. (R.E. Ünaydın’ın, ne yazık ki Zafer’den sonraki devreyi kaleme almaya başladığı ikinci bölümü tamamlayamaya ömrü yetmiyor.)
Bu kitabında Ruşen Eşref Ünaydın, İzmir’ gidişi şöyle anlatıyor (özetle):
‘’… Yunan’ın ateşe verdiği Kasaba’ya (Turgutlu) varıp burayı ve yanan köyleri geçer. Armutlu’ya gelinir. Burada mola verilir Mustafa Kemal koyu bir güneş gözlüğü taktığı için tanınmaz. Orada bulunan bir ihtiyar, koynundan bir resim çıkarır, bir kaç kere önce resme, sonra Mustafa Kemal’e bakar. Mustafa Kemal gözlüğünü alnına doğru kaldırınca ihtiyar daha yakına yanaşır ve daha dikkatli bakar. Birdenbire yüzünün rengi değişir, her yanı titreyerek, 'Bu sensin, bu!' diye bağırır. Sonra orada bulunanlara dönerek, haykıra haykıra 'Ey ahali koşun, koşun! Bu odur, Kemalimiz geldi' der demez bütün halk otomobile koşar. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı kimi toprağı, kimi tekerlekleri öpüyor, kimi Mustafa Kemal’in boynuna, eline sarılıyor kimi otomobili omuzlarında taşımaya çalışıyordu.’’
Mustafa Kemal 9 Eylül 1922 Cumartesi günü karargâhı ile Belkahve’ye varıyor. Bir incir ağacının altında Kadifekale’de şanlı bayrağımızın dalgalandığı İzmir’i uzun uzun seyrediyor. Düşman devletlerinin karma donanması körfezdedir. Hava kararıncaya kadar burada kalıyor.
Geceyi geçirmek için Nif’e (Kemalpaşa) geliniyor. Ruşen Eşref Ünaydın buradaki manzarayı Mustafa Kemal’e atfen kitabında şöyle anlatıyor:
“Seni, bir iki basamak merdivenle ilk katına çıkılan, zaten sanırım o ev sadece bir katlı idi, o evin kapısından içeri girişte, başları beyaz örtülerle sımsıkı sarılı köy kadınları karşıladılar. Yedi sekiz kadın... Gölgeler gibi çekingendiler. Seni o dar girişte görünce, yerlere doğru eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler; başörtülerinin ucu ile ayaklarından tozlar aldılar, bir ikisi o tozları gözlerine sürdüler! Ve onların gözlerinden senin ayakkabılarına yaşlar damladı. Sen onları ağır başla selamladın. Onlar senin önünde el bağladılar, yaşlı gözlerle sana uzun uzun baktılar. Bu el bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne kadar daha iyi anlatıyordu.”
Atatürk; yanında Mareşal Fevzi (Çakmak) Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve karargâhı ile 10 Eylül 1922 günü İzmir’e giriyor. Burada Fahrettin (Altay) Paşa ile buluşarak doğruca Hükümet Konağına gidiyor. İzmirliler kurtarıcılarını büyük bir törenle, sevinç ve coşkunlukla karşılıyor. İzmir Hükümet Konağı balkonundan, Konak alanını hınca hınç dolduran İzmirlileri, selamlayarak kısa bir konuşma yapıyor:
“Bu zafer milletindir!...”
Falih Rıfkı Atay
Falih Rıfkı Atay ise, milli mücadelenin en önde gelen gazetecilerinden oluyor. Genç gazeteci Falih Rıfkı, Türk ordusunun 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir'i kurtarışının ertesi gün vapurla İzmir'e gelip Gazi ile ilk söyleşiyi yapıyor. Gazi ile gazeteci ve milletvekili olarak her konuda yakınlığı ölümüne kadar sürüyor…
Falih Rıfkı Atay, İzmir kurtulduğunda henüz İstanbul’da bulunuyor. İzmir’in kurtuluşu haberini aldığında defterine şöyle not düşüyor: ‘’Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim...’’
İzmir’in kurtuluşu haberi kısa sürede tüm yurda yayılıyor. İstanbul büyük bir sevinç yaşıyor. Falih Rıfkı Atay, 10 Eylül 1922 günü basılan Akşam gazetesi için şöyle anlatıyor: “Akşam’ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk!’ Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu.”
Falih Rıfkı Atay’ın 1950'li yıllarda yazdığı ‘‘insan Atatürk'ü’’ anlatan bölümleriyle muhteşem bir eser olan ‘‘Çankaya’’’ adlı kitabında Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal ile görüşmek üzere İzmir’e gelişlerini de şöyle anlatıyor:
‘’Yakup Kadri ile beraber Paquet Kumpanyası’nın Lamartine vapurundayız. Ta Kadifekale’de Türk bayrağını görünceye kadar İzmir’e çıkıp çıkmayacağımızı bilmiyorduk. Eğer bir gecikme olmuşsa, vapurda kalacaktık… Limanda derin bir sessizlik. Zırhlıları ile kruvazörleri ile torpidoları ile İngiliz donanması orada... Lamartine vapurunun Akdeniz memleketlerine gidecek bütün yolcuları da içlerinden konuşmakta. Bazılarının sözlerini bakışlarından işitiyorum: ‘Zavallı şehir, yine mi Türklerin eline geçti?’ Bir motorla neşeli birkaç Türk subayı geldi. Güvertede Yakup ile benim vesikalarımıza baktılar. İsimlerimizi de tanımış olmalı idiler. Hemen izin verdiler… Rıhtım boyunda kapı eşiklerine çömelen silahlı askerlerle karşılaştık. Yüzleri güneş yanığı, üstleri başları toz içinde, hepsi taze zafer tütüyor. Fakat bir savaştan değil, bir trenden çıkmış gibi sade ve gösterişsiz bir halleri var.’’
Salih Bozok
Salih Bozok, Mustafa Kemal Atatürk'ün Selânik'ten mahalle ve okuldan arkadaşı ve yaşça da akranı oluyor. Mustafa Kemal ile Harbiye’yi aynı yıl bitiriyor. Mustafa Kemal Paşa, Birinci Dünya Savaşında Suriye Cephesi'nde bulunduğu sırada Salih Bey'i "başyâver" görevine tâyin ederek yanına alıyor. Sürekli beraberlikleri böyle başlıyor. Mustafa Kemal Paşa, meclis başkanı iken "Meclis Başkanlığı Yâverliği", Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da "Cumhurbaşkanlığı Yâveri" olarak görev yapıyor. Atatürk'e en yakın kişi olarak biliniyor.
9 Eylül’de İzmir kurtulmuş ancak İzmir Limanı’nda hala İngiliz ve Fransız savaş gemileri bulunuyor. Bu durum ise çoğu insanda zafer konusunda tereddüt oluşturuyor. Mustafa Kemal’in ise tereddüt konusunda hiç tahammülü bulunmuyor. Mustafa Kemal, limandaki İngiliz donanması komutanı amirale nota göndererek 24 saatte donanmanın karasularımızdan çıkmasını istiyor. Herkes merakla beklerken İngiliz donanması 24 saat dolmadan limandan çıkıp gidiyor.
Bu konuyu Salih Bozok, ‘’Atatürk'ün Yaveri Salih Bozok Anlatıyor’’ (Ataca yayınları, 2019) kitabında şöyle anlatıyor:
‘’Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosuyla konuşuyordu. Biz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa, valiye sordu:
-Konu nedir?
Vali anlattı:
-Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.
Mustafa Kemâl Paşa, konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu. Buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
-Ee, peki daha ne istiyormuş?
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
-Tebaamız için Hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.
Mustafa Kemâl Paşa:
-Ne yani, Yunanlılar zamanında siz, tebaanızı daha mı emniyette görüyordunuz?
Konsolos kasılarak:
-Evet, dedi. Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.
-O halde buyurun tebaanız ile birlikte Yunanistan’a gidin efendim.
Konsolos:
-Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?
Mustafa Kemâl Paşa:
-Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben, Millet Meclisi'nin Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki, siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya!
Konsolos, Mustafa Kemâl Paşa’nın son sözü üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemâl Paşa, adamın arkasından Vali’ye döndü:
-Bunlara yüz vermeyin Vali Bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın, Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki. Bana savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!
Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı hükümet konağının kapısından girerek, Mustafa Kemâl Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
-Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa ile görüşmek istiyorum.
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral:
-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığınızı kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum, diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir sesle:
-'Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin...' dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalıyarak konuya girdi:
-İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir. Güvende midirler?
Paşa:
-Hiç kuşkunuz olmasın amiral, tebaanız ve azınlıklar Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.
-Peki, suç işleyenler?
Paşa:
-Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.
-Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz büyük bir toplumu göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır.
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemâl Paşa 'dünyanın koparacağı gürültü' ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:
-Üstünlük pozunuzu derhal bir yana koyunuz. Tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile. Bunlar memleketin dâhili işleri ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarımızla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.
Amiralin yüzü bembeyaz oldu.
-İngiliz Hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.
Paşa:
-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
-İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?
Paşa:
-Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.
Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemâl Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:
-'Affedersiniz' dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri gidip dışarı çıktı.
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.
09 Eylül 1922 ve ötesi
06 Eylül’de Balıkesir kurtarılıyor. 11 Eylül 1922 günü Türk orduları Bursa’ya giriyor. 16 Eylül 1922’de Çeşme’deki son Yunan birlikleri, 18 Eylül 1922’de de Anadolu’daki son Yunan askerleri Erdek’ten çekiliyor… Ekim 1922’de İngiltere'de Lloyd George başbakanlıktan istifa ediyor. Yunan kralı Konstantin tahttan indiriliyor. Yunanistan’da darbe oluyor. Yunan generalleri kurşuna diziliyor…
Ancak İstanbul halen işgal altında bulunuyor. Mustafa Kemal, bir süre sonra Kuvayı Milliye Ordusu’na İstanbul yönünde hareket emri veriyor. Bunun üzerine İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle acele İzmir’e gelerek Mustafa Kemal’in huzuruna çıkıyor: “Ordularınızı durdurunuz, tarafsız bölgeye girmeyiniz” diyor...
Mustafa Kemal’in cevabı kesin oluyor: “Zafer kazanmış ordularımızı daha uzun süre nasıl tutabilirim? Bunun tek yolu vardır. Bir an önce ateşkes yapılmalıdır.”
Hâlbuki o esnada Kuvayı Milliye Ordusu’nun büyük bir bölümü İzmir önlerinde bulunuyor. Kuvayı Milliye Ordusu’nun sadece bir bölümü de İstanbul’a doğru yöneliyor. İşte Mustafa Kemal’in bu kararlı davranışı emperyalistleri Mudanya ateşkes görüşmelerine götürüyor. Sonuçta 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da İsmet Paşa başkanlığındaki Türk Heyeti ile Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanıyor…
Bu Antlaşma, Kurtuluş Savaşının askerî harekât bölümünü bütünüyle bitiriyor. Bundan sonra artık politik görüşmeler dönemi başlıyor. Bu sayede İstanbul ve Doğu Trakya savaşılmadan kurtarılıyor. İzmir’in kurtarılmasından sonra Türk Ordusu İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya Bölgesine yöneliyor. Doğu Trakya’da hala Yunan, İzmit ve Çanakkale’de İngiliz, İstanbul’da ise İtilaf Devletleri askerleri bulunuyor.
Ardından Lozan görüşmelerine geçiliyor. Görüşmeler Batının kapitülasyonlar için ısrarı yüzünden son derece çetin pazarlıkların sonunda, 24 Temmuz 1923’te bitiriliyor. Lozan barışı ile günümüzde de geçerli Misak-ı Milli sınırları çizilerek Sevr Anlaşması yürürlükten kaldırılıyor ve aynı zamanda da Osmanlının başımıza bela ettiği kapitülasyonlardan bu millet, bu topraklar kurtuluyor…
16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgal eden İngiliz birlikleri 06 Ekim 1923 tarihinde İstanbul’dan ayrılıyor. Fatih’in 1453’te aldığı İstanbul’u son Osmanlı Padişahı İngilizlere teslim ediyor, yeniden kurtaran ise Mustafa Kemal Paşa oluyor…
Lozan Barış Anlaşması ile Türkiye bağımsızlığını ve özgürlüğünü kazanınca dünyaya örnek oluyor. Genç Türkiye Cumhuriyeti başta Cezayir, Tunus ve Hindistan başta olmak üzere ulusal kurtuluş savaşlarına örnek ve umut oluyor. Fransız emperyalizmine karşı dövüşen Cezayirli özgürlük savaşçılarının göğsünde artık Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafları bulunuyor. Tunus ve Cezayir, bağımsızlığını kazandıktan sonra bayraklarında bizimki gibi ay ve yıldıza yer veriyor. Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olmaktan kurtuluş yolunu Atatürk’ün yaktığı ateş aydınlatıyor. Hindistan’ı bağımsızlığa kavuşturan Mahatma Gandhi; “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum” diyor. Küba’nın, Bolivya’nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtulması için yürütülen özgürlük savaşlarında öldürülen Dr. Che Guevera’nın sırt çantasından Mustafa Kemal Paşa’nın Fransızca basılmış ‘’Nutuk’’u çıkıyor. Keza Küba’nın efsane kurucu önderi Fidel Kastro da kurtuluş savaşlarında Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs Samsun stratejisini örnek aldıklarını söylüyor. Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin neden Mustafa Kemal Atatürk’ten hazzetmedikleri böyle daha iyi anlaşılıyor. (*)
Sonuç
9 Eylül 1922 tarihi Türk milleti için yepyeni bir sayfanın açılışının tarihidir. 9 Eylül 1922 tarihinde sadece İzmir’in dağlarında değil tüm bir Anadolu’nun dağlarında çiçekler açıyor.
9 Eylül 1922 tarihi, sadece emperyalist işgal güçlerinin püskürtülmesi değil, yeni ve çağdaş Türk toplumuna ve hür ve bağımsız bir dünyaya doğru giden yolun çok önemli bir sınır taşı oluyor.
‘’Milli Mücadeleye destek olmak için canı pahasına savaşan Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü'ye, Hamza Grubu'ndan Yüzbaşı Seyfettin'e, Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Mehmet Cambaz'a selam olsun. İmalat-ı Harbiye'den Eyüp Bey'e, Berzenci Grubu'ndan Ahmet Berzenci'ye, Ferhat Grubu'ndan Mustafa İzzet' selam olsun. Kuva'cı kahramanlar; Yahya Kaptan'a Ali Çetinkaya'ya, Şahin Bey'e, Sütçü İmam'a ve Ahmet Hulusi Efendi'ye selam olsun. Kadınlarımız Ayşe Çavuş'a, Halime Çavuş'a, Asker Saime'ye, Melek Hanım'a, Tayyar Rahime'ye, Kara Fatma'ya ve Gördesli Makbule'ye bin selam olsun. Daha önce Çanakkale'de, Conkbayırı'nda, Kemalyeri'nde ve daha sonra Adana'da, Maraş'ta, Sakarya'da, Urfa'da, Afyon'da, Antep'te ve İzmir'in dağlarında Mustafa Kemal'lere selam olsun, selam olsun, selam olsun….’’
Bu zaferi sağlayan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve hürmetle anıyorum.
‘’Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa’’
Osman AYDOĞAN
Haluk Levent, İzmir Marşı
https://www.youtube.com/watch?v=7jxuiDKBxg4
(*) Tabii ki dünyada emperyalizme karşı ilk bağımsızlık mücadelesi vermiş bir Cumhuriyetin Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra emperyalizmin yanında yer alması tarihi bir tezat teşkil ediyor.
Türkiye; Mısır’ın Süveyş Kanalını millileştirmesi üzerine, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a müdahalesinde, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Birleşmiş Milletlerde verdiği oylarla emperyalist Fransa’nın yanında yer alıyor…
Yine Türkiye; 13 Aralık 1952’de Birleşmiş Milletlerde Araplar Tunus olayları sebebiyle sömürgeci Fransa’nın kınanmasını istedikleri zaman, teklifin reddi için sömürgeci Fransa lehinde oy kullanıyor…
Yine Türkiye; özellikle Cezayir’in bağımsızlık savaşı döneminde bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e karşı sömürgeci Fransa’yı destekliyor…
Keza Türkiye; ABD emperyalizminin emrinde Kore’ye asker gönderiyor…
Yine Türkiye; günümüzde ise ABD emperyalizminin Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’ya saldırılarında ABD’nin yanında yer alıyor…
Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” muhteşem sözünü ne kendisinden sonraki ne de şimdiki yöneticiler anlayamıyor. Zaten bu sözü kulluktan yurttaşlığa geçemeyen kimsenin de anlama imkân ve ihtimali bulunmuyor…
26 Ağustos’dan 30 Ağustos’a, oradan 9 Eylül’e Büyük Zafer
30 Ağustos 2021
Büyük Atatürk'ün Nutku'nda verdiği bilgiye göre, kendisi taarruz için kesin kararını 1922 yılının Haziran ayında veriyor. Bu kararını sadece Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa ile paylaşıyor. Hazırlıkların süratle tamamlanması konusunda komutanlarla mutabık kalınıyor.
Büyük Zafer'e giden yolda gizlilik ve disiplin çok önemli rol oynuyor. 28 Temmuz günü bir futbol maçı bahane edilerek ordu komutanları Akşehir'e çağrılıyor, burada komutanların görüşleri alınıyor. İsmet Paşa, 6 Ağustos günü ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emri veriyor. Gazi de Ankara'da Bakanlar Kurulu ile bu konuda görüş birliğine varıyor.
13 Ağustos gününden başlamak üzere kolordu ve tümenler, yığınak yerlerine sevk ediliyor. Fevzi Paşa bu sırada cepheye gidiyor. Birlikler, gündüz gizlenip geceleri yol alıyor. Cepheye 50'si ağır, 200'den fazla top yerleştiriliyor.
Mustafa Kemal Paşa, 17 Ağustos günü birkaç kişi hariç kimseye haber vermeden Ankara'dan ayrılıyor. Otomobille Konya'ya, buradan 20 Ağustosta Akşehir'e geçiyor. Harekâtın kamuoyundan gizlenmesi amacıyla 21 Ağustos günü Çankaya Köşkü'nde bir çay davetinin verileceği, ajans ve gazetelere duyuruluyor.
Tarih 25 Ağustos 1922'yi gösterirken, artık her şey hazır hale geliyor. Başkomutan, 26 Ağustos sabaha karşı Fevzi ve İsmet paşalarla birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini alıyor. Mustafa Kemal, yapılan bu hazırlıkları, ''taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın şeklinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu'' ifade ediyor.
Bir ulusu zafere taşıyacak Büyük Taarruz, 26 Ağustos sabaha karşı saat 04.30'da Kocatepe'den başlıyor.
Çoğunlukla süngü hücumları ve insanüstü çabalarla gerçekleşen Büyük Taarruz ile iki gün içinde düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki cepheleri düşürülüyor. Düşman ordusunun bütün kuvvetleri, Aslıhanlar yöresinde kuşatılıyor.
Askerî tarihe ''Başkomutan Meydan Muharebesi'' olarak geçen ve Gazi'nin Dumlupınar'da ateş hatları arasından bizzat idare ettiği savaşta, düşmanın ana kuvvetleri yok ediliyor, düşman ordularının başkomutanı Trikopis dâhil askerleri esir alınıyor.
Türk ordusu, tasarlanan kesin sonuca beş gün içinde ulaşıyor.
Büyük Taarruz’un mimarı Atatürk, Büyük Nutuk’ta 30 Ağustos’u şöyle anlatıyor:
“...30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir’in kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.
Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da 9 Eylül 1922’de Kemalpaşa’da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa’da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.
Saygıdeğer efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi’ni ve ondan sonra düşman ordusunu tamamıyla yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”
Prof. Dr. İlhan Lütem'in ''Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü Kendisi'' (Avrasya Bir Yayınevi, 2002) adlı kitabında yer verdiğine göre; 31 Ağustos günü muharebe meydanını gezen Başkomutan o günü şöyle anlatıyor: ''Sıtların gerisindeki bütün vadiler, bütün dereler, korunan ve örtülü yerler, bırakılmış toplar, otomobiller, sonsuz araç ve gereç ile bu yıkıntılar arasında yığınlar oluşturan ölülerle, toplanıp karargâhımıza yollanan esir kafileleri ile gerçekten bir mahşer yerini andırıyordu…''
Büyük Zafer, Şevket Süreyya Aydemir'in kaleminden ''Tek Adam''da (Remzi Kitapevi, 1997) şöyle özetleniyor: ‘’İşin asıl mucizesi, o sabah (30 Ağustos) o bölgede bulunmayan büyük kuvvetleri, aynı gün ve bazen çok uzun, yorucu yürüyüşlerden sonra muharebe meydanına toplayabilmesidir. Çünkü bu emirler verilirken, asıl büyük muharebenin cereyan edeceği taraflarda ancak ve yalnız 25. Tümen bulunuyordu. Gerçi düşmanın bir çember içine girmekte olduğu seziliyordu ama 30 Ağustos Başkomutanlık Muharebesi, sırf o gece sabaha karşı elde edilen bilgilere göre ve hemen aynı gün tertiplenmiştir. İşte bu şartlar içinde 8. Piyade ve 3. Süvari tümeninin aynı gün ve en kısa bir zamanda aynı sahaya toplanabilmesi sırasında gösterdikleri eşi az görülmüş manzara ve yürüyüş kabiliyeti ve bu arada Başkumandan ve Fevzi Paşa'nın ileri kumanda mevkilerinde yer almaları., Batı Cephesi Kumandanlığının işleyişindeki intizam, bu zaferin sağlanmasındaki diğer etkili şartları teşkil etmiştir.''
Büyük Zafer'i, 1 Eylül 1922 günü ulusa duyuran Başkomutan, kaçan düşmanın takibi için ordulara da tarihi emrini veriyor: ''Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri.''
Türk ordusu, Başkomutanın emrini, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girerek yerine getiriyor…
Büyük taarruz, Türk ulusu için her şeyden önce bir ölüm-kalım savaşı oluyor… Çünkü bu savaşın kaybedilmesi demek, Türk ulusal varlığının tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyor. Ayrıca bu büyük savaş, sadece Türk ulusunun tarihi için değil bütün ulusların tarihi için de önemi bulunuyor. Çünkü bu savaş, emperyalist politikalara ulusal başkaldırının ve antiemperyalist direnişin tarihte yer almış ilk örneği oluyor...
Bu Büyük Zafer'i, zafere inanmış bir liderin ve milletin yanında 15 güne yakın zamanda 450 kilometreyi yaya ve savaşarak kat eden bir ordunun kahramanlığı oluşturuyor…
Falih Rıfkı Atay ise 30 Ağustos zaferi hakkında şunları söylüyor: ‘’Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batının pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. ‘’
Başta Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarına, İstiklal savaşımızın şehitlerine ve gazilerine Allah’tan rahmet diliyor, saygı ve minnetle anıyorum…
Osman AYDOĞAN
Kuvayı Milliye ruhu
28 Ağustos 2021
Toplum olarak tanım ve kavramlarla pek bir ilgimiz yoktur. Bir kavramın, bir konunun adını biliriz de bu konu veya kavramı tanımlamaya gelince doğru bir tanım yapamayız. Bu zaman da kavram karışıklığı ortaya çıkar ki kimse kimseyi anlayamaz. Bu nedenle her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…
Harp, muharebe ve mücadele
‘’Harp’’, ‘’muharebe’’ ve ''mücadele kavramları tamamen farklı kavramlar… ‘’Harp’’ yerine ‘’savaş’’ kullanılabilir. Ancak ‘’muharebe’’ sözcüğü yerine, ‘’mücadele’’ sözcüğü yerine ne kullanacaksınız? İngilizce harp / savaş; ‘’war’’ iken muharebe de ‘’battl’’ kavramları bulunuyor…
Örnek olarak; ‘’Birinci Dünya Harbinde Çanakkale muharebelerindeki Arıburnu mücadelesi’’ diye ifade edildiğinde üç boyuttan bahsediliyor (harp, muharebe ve mücadele). Arapça bir sözcük olan ‘’harp’’ karşılığı Türkçe ‘’savaş’’ iken, yine Arapça bir sözcük olan ‘’muharebe’’ ve ‘’mücadele’’ sözcüklerine Türkçe sözcükler bulunmuyor. Yukarıda verdiğim örneği ‘’Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Savaşı’ndaki Arıburnu Savaşı’’ diye söylendiğinde üç boyutlu bir dünyadan tek boyutlu bir dünyaya inerek düşünce ve anlam yoksulluğu yaratılıyor.
Dolayısıyla ister ‘’Kurtuluş Savaşı’’ deyin, isterseniz ‘’İstiklâl Harbi’’ deyin bu savaşı / harbi belirleyen iki meydan muharebesi bulunuyor: Birincisi ‘’Sakarya Meydan Muharebesi’’, diğeri de ‘’Dumlupınar Meydan Muharebesi’’… Bu meydan muharebelerine ‘’Sakarya Savaşı’’ ve ‘’Dumlupınar savaşı’’ demek bu muharebelerin Kurtuluş Savaşı / Harbi içerisindeki önemini, anlamını ve ağırlığını küçültüyor. Kaldı ki her iki meydan muharebesinin de dünyada eşi benzeri bulunmuyor. Her iki meydan muharebesi bir milletin topyekûn katıldığı bir meydan muharebesi oluyor. Her iki meydan muharebesinde kağnı ile teeee İnebolu'dan Kastamonu ve Çankırı yoluyla Ankara'ya kağnı kollarında mermi taşıyan kadınlar görev alıyor… Bu kadınlardan 1921 kışında soğuktan donarak şehit olanlar oluyor. 12 yaşında kağnı kol komutanı çocuklar görev alıyor. Tekâlifi Milliye Kanunu ile bütün bir millet varı ile yoğu ile seferber oluyor…
Bu yazımda bu muharebeleri anlatmayacağım… Görgü tanıklarından kısa kısa hatıraları nakledeceğim…
Sakarya Meydan Muharebesi ve Dua Tepe
1983 yılında Polatlı’da bulunuyorum. Bana ‘’Sakarya Meydan Muharebesi’’ konulu bir konferansım konusu veriliyor. Konferansım için Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alanı adım adım dolaşıyor ve bölgedeki köylülerle konuşuyorum. Karatepe için bir köylü bana şöyle diyor: ‘’Dedelerimiz bu tepeye aylarca yaklaşamamışlar. Tepe birkaç kez el değiştirmiş. Şehitlerimizi defnetmişiz ama Yunan askerleri kalmış. Yılanlar sarmış her tarafı…’’
Dua Tepe civarında bir çobanla görüşüyorum: Çoban eliyle Dua Tepe istikametini göstererek; ‘’Beyim, her sabah gün doğmadan bu eteklere gökyüzünden nur yağar’’ diyor. O Dua Tepe ki, çobanın; ‘’her sabah gün doğmadan buralara nur yağar’’ dediği o yamaçlarda karşı taarruz esnasında askerlerimiz Yunan makineli tüfeğinin etkisiyle taarruz düzeninde şehit oluyor… O Dua Tepe ki, Sakarya Meydan Muharebesinde Türk genel karşı taarruzunda, düşmandan geri alınan ilk tepe oluyor… O Dua Tepe ki düşmanın Ege Denizi’ne dökülünceye kadar kovalandığı büyük taarruzun başlangıç noktası oluyor…
Turgut Özakman ve Sakarya Meydan Muharebesi
Turgut Özakman, Ankara'da bir radyo kanalında 2 Ekim 2006 tarihinde Devrim Hacısalihoğlu ile yaptığı canlı söyleşide hem Sakarya Meydan Muharebesi hem de Büyük Taarruz ile ilgili hatıralarını aktarıyor:
"1947 yılında henüz 18 yaşında iken bir arkadaşımız 'Yunanlıların en çok ilerlediği Polatlı'dan yürüyerek bu savaşın cereyan ettiği yerleri gezelim, yürüyelim, dolaşalım, insanlar sağ, onlardan anı toplayalım, var mısınız?' dedi. Biz 10 arkadaş, evet dedik. 1948 yılı 20 Ağustos'unda Ankara'dan Polatlı'ya trenle gittik, Polatlı'da indik. Kartaltepe'nin eteğinde henüz daha siperler duruyordu. Doğa ve vefasızlığımız o siperleri henüz silmemişti. Toprağa elinizi daldırsanız şarapnel parçaları geliyordu, onları topladım… Polatlı'da Yıldıztepe'ye çıkıyorsunuz, daha siperlerin izleri duruyor, elinizi toprağa daldırırsanız avucunuza şarapnel parçaları geliyor. Onları da topladım, tüfek parçaları, neler… Benim, o tarihte başlar anı toplamam. Yaşayanlardan anı topladım. Eski dergileri, kitapları topladım, o dönemle ilgili yerli yabancı bütün kitapları topladım. Haritalar, fotoğraflar topladım. Savaş alanlarını dolaştım...
Turgut Özakman ve Büyük Taarruz
Orada duamızı ettik şehitlerimize, yola çıktık. Onuncu gün, 29 Ağustos gecesi, Afyon'da Dumlupınar Abidesi'ne ulaştık. Başımızı o taşa koyup uyuduk. Yolda o dönemi yaşamış tanıklarla konuştuk. Kimi bu savaşlara katılmış, kimi sadece tanık olmuş, kadınlar erkekler gençler yaşlılar. Oradaki bir Anadolu annesinin sözünü de aktarmadan geçmeyeyim. Dedi ki: 'Biz yana kavrula ordumuzun taarruza geçip bizi kurtarmasını bekliyorduk. Sonra bir gün, (gösterdi) şu çeşmenin ardından başı kalpaklı süvariler rüzgâr gibi geçip gittiler, anladım bizimkilerdi. Köye çığlığı bastım: Kemal'in askerleri!' Bu Kemal'in askerleri deyimi benim içimi titretmişti o zaman. Yani çok halktan bir insan, Gazi'nin demiyor, Başkomutan'ın demiyor, Paşa'nın demiyor, Kemal diyor. Canından birinden bahseder gibi. O Kemal'in askerleri deyimini birkaç yerde anlattım. Çok da kullanılır oldu.
Kuvayı Milliye ruhu
O zamanlar şunu gördüm: Bu bir avuç Anadolu insanı, emperyalizme karşı, dünyayı dize getirmiş emperyalizme karşı, belki bilinçsiz bir tepki gibi, belki derinden gelen bir içgüdüyle karşı durmaya başladı. Milli Mücadele'yi yapanlar sağdı, toprak daha barut kokuyordu, anıları dinledim Benim kuşağım Milli Mücadele'yi iyi bilen bir kuşak. Çünkü Milli Mücadele'yi yapanlar henüz sağ idi. Toprak daha barut kokuyordu. Ben İstanbullu, Bakırköylüyüm. Bakırköy'ün işgalini yaşamış bir ailenin çocuğuyum. Onlar da işgal dönemini anlatıyorlardı. Biz bunları öğrenerek geldik. Sonra mesela, benim ilkokuldaki hocalarımdan biri Milli Mücadele'ye gidip silahıyla katılmış bir Gazi'ydi. Bunlar Kuvayı Milliye ruhu nedir, ölüyorduk dirildik, uçuruma gidiyorduk geri döndük. Bunu bize çok güzel anlattılar."
Tarih Bilinci
Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Tarihi herkeslerden çok bilirsiniz, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...
İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ diyor Hegel.
20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl de şöyle diyor: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle Türk Kurtuluş Savaşını, 19 Mayıs’ı, 23 Nisan’ı ve 30 Ağustos’u anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç bulunuyor…
İşte bu nedenle; Tarih bilinci olmayanların, zaten askerî, siyasi ve ekonomik olarak bitmiş Osmanlının Sevr ile beraber tarih sahnesinden silindiğini, başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun neredeyse tamamen İşgal edildiğini görmeyenlerin, Türk milletine ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’, ‘’Kuvayı Milliye’’ ve ''Bağımsızlık'' kavramlarını aşılayan Mustafa Kemal Atatürk’ü, 19 Mayıs'ı, 23 Nisan’ı ve 30 Ağustos Zaferini anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali bulunmuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün adını ağzına almayanların, milli bayramları kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliği oluyor…
Mustafa Kemal Atatürk sayesinde o makamlarda oturup, Mustafa Kemal Atatürk sayesinde o camilerde özgürce ibadet edip de cami minberinde Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuyanlardan, Zafer Haftası nedeniyle verdikleri Cuma hutbesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün adını zikretmeyenlerden, Kurtuluş Savaşı kahramanı Albay Reşat Çiğiltepe’nin adının verildiği okuldan adını silip parayı verenin adını asan bir zihniyetten de zaten böyle bir bilinç beklenmiyor. Böyle bir çiğliği de Afrika kabileleri bile yapmıyor…
Osman AYDOĞAN
Turgut Özakman ile yaptığımız söyleşi
27 Ağustos 2021
Turgut Özakman, 50 yıla yakın bir süre emek verdiği Türk Kurtuluş Savaşı'nı romansı bir dille anlatan ‘’Şu Çılgın Türkler’’ (Bilgi Yayınevi) adlı belgesel-romanını, 2005 yılında yayınlanıyor. Bu kitap haftalarca çok satanlar listelerinde ilk sırada kalarak Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oluyor, Eğer şimdiye kadar okunmamışsa bu günlerde okunması, okunmuşsa da tekrar okunması gereken bir eser olarak değerlendiriyorum…
1982 yılında kurulan TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’ için Mehmetçik Vakfı Basın Uzmanı Medine Sarıoğlu ile beraber, gününü hatırlamamakla beraber 2012 yılı başında Turgut Özakman ile bir söyleşi yapıyoruz…
Söyleşiyi, Turgut Özakman’ın isteği üzerine Ankara Çankaya’daki evinde ve Turgut Özakman rahatsız olduğu için şimdiki gibi yüzlerimizde maskelerle yapıyoruz. Turgut Özakman bu söyleşiden bir yıl sonra 28 Eylül 2013 tarihinde vefat ediyor. Öyle zannediyorum ki bu söyleşi Turgut Özakman’ın yaptığı son söyleşi oluyor. Allah rahmet eylesin...
Ben buraya bu söyleşinin bir kısmını alıyorum.
Sözü Turgut Özakman’a bırakıyorum.
Turgut Özakman anlatıyor
Birinci Dünya Savaşından İstanbul’a dönen Mehmetçikler
İstiklal Savaşı öncesinden bahsedecek olursak, o dönem savaşlardan gazi olarak dönen Mehmetçikler ile İstanbul hükümeti nasıl ilgileniyordu? İstanbul yönetiminin ne olduğunu çok kısa bir örnekle anlatayım size. Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale’de, Suriye’de, İngilizlere esir düşmüş olan askerlerimizi, bir süre sonra götürüldükleri yerlerden toplayıp İstanbul’a getiriyorlardı. Bunların büyük bir çoğunluğu sakattı, hastalıklıydı. Bu insanlara o zamanki İstanbul Hükümeti, sanki bu zavallı Mehmetçik başka bir devlet için savaşmış gibi arkasını döndü. Hiçbir şefkat ve ilgi göstermedi. Bu insanlar, ev ev dolaşıp dilendiler. Asıl benim canımı yakan olayı söyleyeyim. Bu gazileri Rumlar ve Ermeniler ara sokaklarda kıstırıp dövüyorlardı. İstanbul Hükümetinin kılı kıpırdamamıştır. İstanbul Hükümeti nasıl bir hükümetti derseniz ben bu örneği vermekle yetinirim. Bu milletin hükümeti değildi. O, işgalcilerin hükümeti idi ve tarihin çöplüğüne devrilip gitti. Peki, bu Mehmetçikler dilendiler, arada sakatlıklarından ötürü Ermenilerden Rumlardan sokak aralarında çaresiz kalıp dayak yediler. Daha sonra hepsi bir gün çalışıp çabalayıp Anadolu’ya geldiklerinde köylerinde mi kaldılar? Hayır, Milli Mücadeleyi yapan Mehmetçik oldular. Ne milletlerinden soğudular, ne devletlerinden uzaklaştılar. Tam tersine yeni bir devlet kurdular, yeni bir milletin ilk nesli oldular.
Cumhuriyet nasıl bir miras devraldı?
Cumhuriyet kurulduğu zaman halkının yüzde 80’i köylerde yaşayan, sanayiden yoksun bir köylü devleti idi. Öyle bir devlet, öyle bir millet devraldık biz... 42 bin köy vardı ve bunların hiçbirinde ilkokul yoktu. Devletin kadrosunda 337 tane doktor vardı, 200 kadar ebe vardı. 4 bin kilometre demiryolu vardı ama bunun bir kilometresi bile bizim değildi. Bebek ölüm oranı yüzde 60’ın üzerindeydi. Nüfusumuzun dörtte biri trahomdu. Nüfusun yüzde 90’ı sıtmalıydı, bir bölümü frengiliydi, veremdi. Türk doktorları o dönemde öyle müthiş bir sağlık mücadelesi verdiler ki. Türk sağlık mücadelesi, dünyadaki en büyük sağlık mücadelesidir. Sonunda bütün bu salgın hastalıkları bitirdiler. Ne trahom kaldı, ne frengi kaldı geride. Sıtma savaşı biraz daha uzun sürdü, onunla ilgili bir küçücük not vereyim. Sıtma savaş grupları var çeşitli yerlerde. Bunların başında tecrübeli bir doktor bulunuyor. Bu doktorun maaşı, o zamanki Sağlık Bakanının dört katı idi. Bu kanunu teklif eden 141 de o zamanki Sağlık Bakanı Refik Saydam’dı. Bugün bu olur mu? Herhalde olmaz.
O zamanki Devletin öğretmenine bakışı
Devlet aynı bakış açısını diğer memurlara da yansıtıyor muydu? O dönemde doktorun, öğretmenin, subayın, mühendisin çok büyük değeri vardı. Bizim devlet büyüklerimiz bir yere gidince önce öğretmenler lokalini ziyaret ederlerdi. Öğretmenler protokolde mutlaka en önde yer alırlardı. Eğer bir valiyle, bir kaymakamla öğretmen arasında ihtilaf çıkmışsa, vali ya da kaymakam yer değiştirirdi, öğretmen değil. Öğretmeni böyle güçlendirdiler. İşte Türk halkının çağa uyanması o öğretmenler sayesinde oldu.
Ordu, çok büyük bir okuldur. Ordu, pek çok insana yalnız okuma yazma öğretmedi, pratik hayata alıştıracak bilgileri de verdi. İyi yetişmiş onbaşılardan, çavuşlardan eğitmenler yollandı. Bu Atatürk’ün buluşudur köy eğitmenleri… İşte onu da biraz daha geliştirerek köy enstitüsü yaptık.
Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider.
Tabii şartlar değişince kurallar, ilkeler adetler bile değişiyor. Ama Türkiye için değişmeyecek bir şey var: Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider. Bunu kaldırırsanız, geriye Osmanlı İmparatorluğunun son zamanı gelir, o ölüm demektir. Biraz tarih bilen anlar ne demek istediğimi.
Askerlik mesleği
Askerlik ölüme adanmış bir meslektir. Bu bakımdan başka hiçbir meslekle mukayese edilemez. Tarihinde savaş görmüş ciddi devletler, kadir bilir ve vefalı milletler askerlerine çok özel bir değer, onlara çok özel bir yer verirler.
Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten
‘’Millî Mücadeleyi gerektiği gibi anlatamıyoruz. Bu yüzden sadece gençler değil orta yaşlılar da Millî Mücadeleyi iyi bilmiyor. O görkemli olayı eski soluk fotoğraflara benzettik” demiştiniz. Fotoğraf sizce hala soluk mu?
Netleştiğini düşünüyorum. “Şu Çılgın Türkler” 390 küsur baskı oldu, bu kendi türünde dünya rekoru. Bu rekorun benimle ilgisi yok. Okuyanlar adına söylüyorum bunu. Kitabı okutan öğretmenler, subaylar adına söylüyorum. Yakın tarihimize, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kuruluşuna bilgi olarak ne kadar açmışız? Demek ki Millî Eğitim, çocuklarımıza yakın tarihimiz, Cumhuriyetimizin kuruluşu bakımından doyurucu bilgi vermemiş. Zaten bana sorarsanız otuz yıldır bizim Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten. Millî Eğitim, Atatürk ve İnönü zamanından itibaren millîlik vasfını kaybetti. Şu anda hemen hemen hiçbir mililîk vasfı kalmadı.
Niye Cumhuriyeti ilan ettik, niye yüzümüzü çağdaşlığa döndük? Neler yaptık? Atatürk döneminin ilk on beş yılında -hakikaten Batılılar Türkiye’nin o dönemine ‘’Türk mucizesi’’ der- neler başardık? Bunları çocuklarımıza çok iyi anlatmalıyız. Üniversitede ders verirken, birkaç ders sonrasında öğrencilere “kapitülasyonlar nedir” diye soruyordum, son birkaç yıl içerisinde bilen öğrenci çıkmamıştı. Liseden üniversiteye neredeyse sıfıra yakın bir bilgiyle geliyorlar. Biz giderek ilkelleşen bir toplumuz. Atatürk dönemindeki o ileri bakan gururlu insanın yerini bugünkü ilkelleşmiş insan aldı. Bunun birinci temel nedeni halkevlerinin kapatılmış olmasıdır. Biz dört beş nesildir kitle eğitiminden yoksun yetişen bir nesiliz. Onun yerini hiçbir şey tamamlayamadı. Derken köy enstitüleri kapatıldı. Yani sanki halkın yetişmesini istemiyorlar gibi.
Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz
Bunları alt alta koyduğunuzda bir sonuca varmanız kabil. Ama biz çocuklarımıza ne bu bilgiyi veriyoruz ne de toplayıp sonuca ulaşacakları bilinci veriyoruz. Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz Çocuklarımıza tarihimizi doğru anlatmak bizim namus borcumuz. Biz, yeminli tanıklar gibiyiz. Biz doğruyu lehimize ya da aleyhimize değiştiremeyiz. Ne ise öyle anlatmak zorundayız. Öyle sağdan soldan zorlayarak, çarpıtarak, değişik bir gerçek haline getirerek; özellikle gençlerimize, milletimize, tarihini öğrenmek isteyen insanlarımıza çok büyük haksızlık yapıyoruz. Hakikate ihanet ediyoruz. Onun için Eğitim Bakanlığının liseden mezun olmuş çocuklarımızın kültür seviyesini bir kere daha düşünerek bu eğitim yöntemlerimizi gözden geçirmesini dilemek istiyorum. Bu program ve bu yöntemle çocuklarımızın tarihi öğrenmesi hemen hemen imkânsız. Tarih dersinden nefret ediyorlar, neden, bu program ve bu yöntem yüzünden. Tarihi insansız anlatıyoruz.
Gençlere hangi mesajları vermek istersiniz?
Gençler mutlaka bir sanatla ilgilensinler. Sanat insan ruhunu inceltir, daha insan yapar. İkincisi yakın tarihimizi, dürüst, objektif yazmış olan insanların kitaplarından okuyarak öğrensinler. Bir de sahte, uydurma tarih kitapları var. Bunlar niçin yapılır, gençlerin kafasını karıştırmak için. Türkiye’nin doğudan gelip batıya yürüyüşü var. Bunu durdurmak istiyorlar. Atatürk sevgisini, saygısını, cumhuriyete olan bağlılığı, devrimlerin önem vermeyi engellemek için yapıyorlar. Dünyada hiçbir memlekette kendi yakın tarihini bu denli sulandıran çarpıtan, tersine yazan hiçbir ülke yok. Bu bizim ayıbımız. Onun için gençlere yakın tarihimizi dürüst tarihçilerimizin kitaplarından okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Bir iki isim vereyim, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. Sina Akşin, Şevket Süreyya Aydemir… Bu isimleri okurlarsa tarihimizi çok doğru öğrenmiş olurlar. Tarihimizi bilmeyen yurttaş olmaz. Türkiye’nin yurttaşı olabilmek için herhalde tarihimizi doğru bilmemiz lazım. Bunun dışında da spora da önem vermelerini tavsiye ederim.
Bu söyleşi üzerine bugünlerde daha fazla düşünmemiz gerekiyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Söyleşinin tamamı TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’nde 144, 145 ve 146. sayfalarında yer alıyor. Söyleşinin tamamını okumak isteyen okuyucular için albümün bağlantısını veriyorum.
TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’
https://www.mehmetcik.org.tr/site/assets/files/1368/30-yil-ozel-yayini.pdf
Gazikovan
26 Ağustos 2021
Bugün, 26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruzun 99. yıldönümü… İçinde o günün öncesinin ve sonrasının yer aldığı bir hikâye anlatmak istiyorum… Bu Cumhuriyet nasıl kuruldu? Niye bu hallere düştük? Bu sorulara cevap veren bir hikâye olduğunu değerlendiriyorum...
Bu hikâye için önce sizi 1921 yılı Mart ayına İnönü Ovasına götüreyim…
Mart 1921 - İnönü Ovası
İnönü Ovası İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı.
Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı. Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir harmoniği, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı.
Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti.
Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatte erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının '’kalem'’ dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339 İnönü"
İmalat-ı Harbiye Atölyesi – Ankara
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi.
Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!" Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı.
Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu.
Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı.
Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi.
İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı.
Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı.
Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
Eylül 1922 – Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı.
Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
"Bismillahirrahmanirrahim.
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz.
Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.
Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.
Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu:
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın gümüş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.
Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
Ocak 1923 – Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.
29 Ekim 1923 – Ankara
Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. "Evet teğmenim? Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. "Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim."
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu.
O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.
Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti.
"Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim."
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı.
Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.
1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da "Gazikovan" soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. "Kovan" sözcüğü insanlarda "Kovalayan" anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.
Temmuz-2005 İstanbul Gazikovan ailesinin evi
"Alooo! İyidir kanki yaa nolsun! Siz ne ayardasınız? Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma... Taşınıyoruz ya; bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım. Bir sürü ıvır zıvır var. Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim.... Ya! Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor... Tamam baba. Araşırız. Baaay!"
Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı; "Ne var yaa? Ne kaynaşıp duruyon?" "Doğru konuş yırtarım ağzını. Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin." "Tamam yaa! Toplayacağız işte" "Hadi sallanma."
Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu. Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti. Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı. Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı. Bir süre üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı. Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu. Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;
"Evlatlarım, torunlarım! Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür. Üzerinde yazanları yeni alfabemizle bir arka sayfaya not ettim. Bu defterdeki hikâye ve kovan, sizlere intikal ettirdiğim en kıymetli mirâsımdır. Sakın ola ki yitirmeyin ve satmayın. Kıymet bilmezlerin himâyesine vermeyin. Gerekli hürmeti ondan esirgemeyin. Evinizde, vatan kadar kutsal yegâne varlık varsa o da bu emanetimdir. Hakkın rahmeti ve inâyeti üzerlerinize olsun. Babanız, dedeniz, Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953"
Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında vefat etmelerinin üzerine eşyaları, acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet'in evlerine götürülmüştü. İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken, kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış, bodrum katlarda neredeyse çürümeye terk edilmişti. Babasının kovan hakkındaki hikâyesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey, bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş, her aklına geldiğinde bir sonraki sefere ertelemişti. Lâkin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif Bey de Hakkın rahmetine kavuştu. Ardında, hikâyeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak.
Hamdi Vâsıf'ın bu en değerli mirasına elli yıl sonra ilk dokunan, torununun çocuğu Sertan oldu.
Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu. Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti. O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı; "Alooo! ..... '' ''Hadi yaa! Mega fikir!......'' ''Tamam moruk. Geliyorum. Bekleyin.'' ''Kızlardan kimler var?...'' ''Uff! Kadroya bak! Pelin'e dokunanı yakarım bilmiş olun…"
Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu "Ulan başlarım kovanına daaaa, defterine deee!" . Söve saya merdivenleri çıktı. Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı. Âlemlere akmaya gidiyordu.
Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer'deki yeni evlerine indirirken, Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı.
Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar, bir milletin kadir bilmezliğine yakılmış ağıt gibiydi. Çatırdayan, kovanın sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki. Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu. Mustafa Kemal'in tüm kötülükleri, cehaleti, geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu. Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin, yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı. Ve hatta Ertan’ın yaşındayken şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuş'un kemikleriydi.
Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur.
Arz ederim….
Osman AYDOĞAN
Bir not: Bu hazin hikâyenin gerçek kaynağını bulamadım. Hikâye alıntıdır. Hikâyenin Temmuz -2005 tarihinden sonraki kısmı da bir kurgudur. Hikâyenin Temmuz -2005 tarihinden önceki kısmının da Kurtuluş Savaşında yaşanmış gerçek bir olay üzerine hikâye edildiğini değerlendiriyorum. 2006 yılında o zamanki Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Org. Ergun Saygun’un emri ile bu hikâyeye uygun olarak Ankara'daki 1011 Ana Tamir Fabrikasında ‘’Gazikovan’’ın üç adet benzeri yapılıyor. Gerçeğe benzetilmesi için kovanlar eskitiliyor. Bunlardan bir tanesi Kara Kuvvetleri Karargâhı Komuta Katına girişte sağ tarafta camekânlı bir vitrine özenle yerleştiriliyor. Yanına hikâyesi not ediliyor… Bir tanesi Kara Kuvvetleri Komutanlığınca MKE Kurumuna hediye ediliyor. Bu kovan halen MKE müzesinde sergileniyor. Üçüncüsü de adı daha sonra 4. Ana Bakım Fabrikası olarak değiştirilen yapıldığı fabrikada sergileniyor. Bu projeye cüzi de olsa bir katkım oluyor…
Büyük Taarruz Sabahı Afyon Kocatepe'de (26 Ağustos 1922)
26 Ağustos 2021
Fikret Otyam, 4 Aralık 1960 tarihinde Ankara'da yayımlanan Ulus Gazetesinde fotoğrafçı Etem Tem ile yaptığı söyleşide şunları yazıyor:
" O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk. Taarruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11'di... O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate (geri çekilme) başladılar. 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "A be.... Bu bir başkumandan odasına yakışmaz" dedi. Salih (Bozok) odayı halılarla süsleyeceğini söyledi. Zira o gün Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde gezdirdi ve çekti: "Çok güzel, " dedi.
" 9 Eylül'dü... Kadifekale'ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı...Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti...."Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri.." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine...
"Sonra mı?.. Ha, evet... Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya baktım...Hakikaten birer harikaydı...Taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargaha, Bornova'ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkanının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?.. dükkan yanmıştı... Uşak'ta o ahır bozması yerde yıkaya bildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkanıyla birlikte yandı kül oldu..."
Bu fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, 26 Ağustos 1928 günü Milliyet Gazetesinde "Bir 26 Ağustos Yıldönümü" adlı yazısında şöyle diyor:
"Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser bırakmamıştır."
Nâzım Hikmet de saat saat verdiği sekiz bölümlük ''Kuvayi Milliye Destanı''nda Kocatepe'de Mustafa Kemal'i şöyle anlatıyor:
''Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
..
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar : "Üç" , dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.''
Nâzım HİKMET
(939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapisanesi.)
Osman AYDOĞAN
Büyük Taarruz Sabahı Afyon Kocatepe'de (26 Ağustos 1922)
Paul Valéry
25 Ağustos 2021
Aç ve susuz kalmamak için şiirlere devam ediyorum… Tabii ki buradaki ‘’aç ve susuz’’ kalmaması gereken bedenimiz değil, ruhumuz oluyor… Bugün de bir Fransız şairinden ve Fransız şiirinden bahsedeceğim...
Fransız şiiri
Fransız şiiri; okudukça derinleşen, anladıkça genişleyen, içselleştirdikçe içinde kaybolunan sonsuz bir umman oluyor. Zaman zaman bu sitemde Louis Aragon’dan, Arthur Rimbaud’an, Charles Baudelaire’den, Gerard de Nerval’den ve Paul Eluard’dan örnekler verdim. Özellikle Charles Baudelaire’den… Bugün ise Fransa’nın yetiştirdiği en büyük şairlerden ve düşünce insanlarından birisi olan Paul Valéry’den bahsetmek istiyorum…
Paul Valéry
Paul Valéry (1871 - 1945), Fransa’nın, 20. yüzyılın en büyük şairlerinden, en büyük sanatkârlarından, en büyük düşünürlerinden, şiirini musiki üzerine bina etmiş ve onu bir hayal dünyası ile yoğurmuş, Sembolizm akımının en önemli temsilcilerinden biri oluyor. 1894'ten başlayıp ölünceye kadar her gün düşüncelerini defterlerine not ediyor. Valéry, bu şekilde kaleme aldığı 271 adet defterde insanın bilinç tahlilini yapıyor. Söz konusu defterlerin içeriğinde din, siyaset, kültür, sanat, felsefe konularında birçok yazı bulunuyor. Paul Valéry, bilincini kaydettiği ve yazarın kimliğinin aynası sayılan bu defterleri “Cahiers” adıyla yayınlanıyor… Bu kitap ülkemizde ‘’Defterler / Cahiers’’ (Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965) adıyla yayınlanıyor…
Paul Valéry şairliğinin yanında, sanattan bilime, psikolojiden dil konusuna dek pek çok alanda özellikle felsefe ve eğitim üzerine de yazılar yazıyor. Paul Valéry bu düşünce zenginliğini beş kitaplık “Variétés” (Çeşitlemeler) adlı yapıtında topluyor... Ancak ne yazık ki bu kitap ülkemizde yayınlanmıyor… Ne de olsa içinde felsefe vardır, zararlı olabilme ihtimali bulunuyor!...
Hayatının son dönemlerinde College de France’da Şiir Kürsüsü Profesörlüğü ile onurlandırılıyor…
Paul Valéry’nin ülkemizde Türkçe olarak şu kitapları yayınlanıyor: ‘’Monsieur Teste’’ (Everest Yayınları, 2016), ‘’Eupalinos ve Öteki Söyleşimler’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Degas Dans Desen’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Mimar Üzerine Aykırı Düşünceler’’ (Janus Yay. 2018), ‘’Bugünkü Dünyaya Bakış’’ (Çan Yayınları, 1972) ve ‘’Tinsel Kriz’’ (Afa Yayınları, 1996)
Paul Valéry, şiirde sembolizm akımının öncülerinden birisi olarak kabul ediliyor. Paul Valéry, şiirlerindeki anlamı direkt olarak okuyucuya vermiyor… Paul Valéry’nin şiirlerinde okuyucu şiiri anladığı şekilde hayal ediyor. Paul Valéry, şiirdeki anlamı okuyucunun avcuna bırakmayarak, anlamı okuyucunun kendi iç dünyasında aramasını sağlıyor. Paul Valéry’e göre anlam, şiirin sunduğu imgeden, hayalden başka bir şey olmuyor. Bunun için Paul Valéry; "Bir edebi eserin değeri, her kişiye göre ayrı bir yoruma meydan vermesidir" diye düşünüyor…
Bu düşünceyi bizden Ahmet Haşim de savunuyor. (Ahmet Haşim’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) Paul Valéry’e göre şiirler ilerlemezler ve aşılmazlar… Onlar yeniden doğarlar… Bu düşüncesini Valéry şöyle ifade ediyor: "Bir şiir asla bitmez, sadece terkedilir." Paul Valéry'e göre şiir ile düz yazı arasındaki farklılık, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benziyor.
Paul Valéry dil için; "ete saplanmış Tanrı" diyor. Bu şekilde dile hâkim olmanın yabana atılmayacak bir güç ve iktidar kaynağı olduğunu ifade ediyor. (Bu sözü desteklercesine bir Yunan atasözü de bulunuyor: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' (Dil konusundaki düşüncelerimi bu sitemde ''Dil ve Türkçe Üzerine’’ başlığı altında 11 adet seri yazım ile uzun uzun anlatmıştım.)
Paul Valéry, Andre Gide'nin yakın arkadaşı oluyor. Andre Gide’ye adadığı ‘’La jeune Parque’’ (Genç Park) ile ''Le Cimetière marin'' (Deniz Mezarlığı) adındaki şiirleri, Fransız çağdaşlarını olduğu kadar bizden Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairleri de etkiliyor… Ahmet Hamdi Tanpınar kendisinden ‘’üstat’’ diye bahsediyor.
Protest müzik grubu olan ‘’Ezginin Günlüğü’’nün müziği Cüneyt Duru’ya ait ‘’Cin’’ isimli şarkısı Paul Valéry’nin ‘’Le Sylphe’’ isimli şiirinden alınıyor... Şarkıda kullanılan Valéry’nin bu şiirini ve Andre Gide’ye adadığı ''Le Cimetière marin'' (Deniz Mezarlığı) adındaki şiirlerini yazımın sonunda veriyorum…
Çeviri şiiri öldürüyor
Her ne kadar Alman ekolünden de olsam şiir denilince illaki de Fransız şiiri diyorum. Bertolt Brecht'in en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Erinnerung an die Marie A. (Marie A.'nın Anısına) şiiri teee lise yıllarımdan beridir ezberimde bulunuyor… Kim çevirirse çevirsin şiirin hiçbir çevirisi şiirin orijinal dili kadar bana ne tat veriyor ne de anlam veriyor da bu şiir bundan dolayı ezberimde duruyor. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki şiir çevrilemiyor, çevrileceği dilde yeniden yaratılıyor, o dile adapte ediliyor… İşte bu nedenle sırf Fransız şiirlerini Fransızcasından okumak için Fransızca öğrenmek isterdim...
Paul Valéry, bu düşüncemi desteklercesine ‘’çeviri şiiri öldürür’’ diyor ama ben yine de şiir severler için Valéry’nin bahsettiğim iki şiirinin hem Türkçe çevirisini hem de orijinal halini yazımın sonunda veriyorum.
‘’Çevirinin şiiri öldürdüğü’’ konusunu Edip Cansever’in ‘’ Şiiri Şiirle Ölçmek Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar’’ (YKY, 2017) isimli kitabında geçen bir hatırasıyla açıklamak istiyorum:
Edip Cansever, ilk şiir kitabı basıldıktan sonra bir tanıdık sayesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’la buluşmaya gidiyor. Narmanlı Han’da buluşuyorlar ve Tanpınar, Edip Cansever’in şiirlerini okuduktan sonra; "Bunlar muhteşem şeyler ama şiir değiller" diyor. Ve Tanpınar okuması için Edip Cansever’e Paul Valéry'nin bir kitabını veriyor. Edip Cansever, o sıralarda Fransızca dersi almaktadır ancak Fransızcası Valéry okuyacak kadar iyi bulunmuyor. Fransızca dersi aldığı hocasından Valéry’nin bazı şiirleri çevirmesini istiyor.. Ancak hocasının yaptığı çevirileri okuyunca hayal kırıklığına uğruyor. Bu olaydan sonra Edip Cansever uzun süre Paul Valéry'nin şiirleriyle ilgilenmiyor. Sonunda anlattığı bu anısını şu cümlelerle tamamlıyor; "Yıllar sonra anladım ki, hocamın Fransızcası kusursuzdu ama hiç şiirce bilmiyordu. Bu yüzden Valéry'i uzun süre fark edemedim…"
Paul Valéry’nin üzerinde düşünülmeye değer sözleri:
Bir benzetme yapmam gerekirse Paul Valéry, Fransa'nın Attila İlhan'ı oluyor... Paul Valéry, 1945 yılında vefat ettiğinde devlet töreni ile defnediliyor... Ne de olsa Fransa şairlerinin, düşünürlerinin kıymetini biliyor.
Bu nedenle Paul Valéry’yi daha iyi tanımak için üzerinde düşünmeniz dileği ile aşağıda yer verdiğim her birisi aforizma niteliğindeki sözlerini aktarmak istiyorum:
* Savaş, birbirini tanımayan insanların, birbirini tanıyıp gayet iyi geçinen insanların çıkarı için birbirlerini katletmesidir.
* Sertlik, bir çeşit ahmaklıktır.
* Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile, azami şekilde uyanık olmalıdır.
* Bir şey arzu etmek, mutlu olmamak demektir.
* Eğer devlet güçlü olursa, o bizi ezer. Eğer o zayıf olursa biz yok oluruz.
* Politika, insanları kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır.
* Hayatta en hızlı eskiyen şey, yeniliktir.
* Toplumun en büyük kötülükleri seçim ve diplomadır.
* Yoksulluk deyip de geçme; en büyük zenginlik onun zenginliğidir, bir kez olsun sofrasına oturmadan, onun ekmeğini yer herkes; yerler yerler, tüketemezler.
* Düşünür; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kimsedir.
* En önemli düşüncelerimiz, duygularımızla çelişenlerdir.
* Her zaman yazabileceğimi hiçbir zaman yazmam.
* Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.
* Yazmak, geleceği görmektir.
* Yaşamak için unutmak lazımdır.
* Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı tekrar okurken anlarız.
* Başarı, insanın isteğini elde etmesi, mutluluk ise, elde ettiğini istemesidir.
* Kitapların gayesi insanlara dürüst, terbiyeli ve çalışkan olmayı öğretmektir.
* İçimde bir ada yapmıştım; zamanımı onu tanımak, onu tahkim etmek için kullanıyordum.
* Ciddi insanlardan pek az fikir çıkar. Fikirlerle dolu insanlar, asla ciddi olmazlar.
* Bir budalanın aklından neler geçer bilmiyorum ama zeki bir adamın aklı budalalıklarla doludur.
* ... Buradan yola çıkarak, en güçlü zihinlerin, en öngörülü mucitlerin, en bilge düşünce âlimlerinin meçhul yaşamları boyunca cimri davranmış ve sırlarını kimselere açmadan ölüp gitmiş insanlar oldukları kanısına vardım...
* Söylediğin her şey seni anlatıyor. Özellikle başka birinden söz ettiğinde…
* Yüksek seviyede olan hiçbir kültür "saf" değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.
* Ne mutlu kendileri ile barışık olanlara, kendileri ile diyalog içinde olanlara!
* Gördüklerim beni kör ediyor, işittiklerim sağır. Bilginlerimse zır cahil.
* Bulmak bir şey ifade etmez. Zor olan bulunanı tamamlamaktır.
Ve en önemli sözü:
* Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelir.
Zaten yaşayarak görüyüruz değil mi?
Osman AYDOĞAN
''Le Cimetière marin'' (Deniz Mezarlığı) adlı şiiri Paul Valéry’nin şiir sanatının doruklarına çıktığı eseri oluyor. Bu şiirini Paul Valéry, orta yaşlarda iken Cahit Sıtkı Tarancı’nın ifadesiyle ‘’'olgun, kâmil çığlıklarını savurmaya hazırlandığı’' yaşlarda yazıyor. ‘’Deniz Mezarlığı’’ isimli şiiri Valéry’nin şiir hakkındaki görüşlerinin en iyi örneklerinden birisi oluyor…
Deniz Mezarlığı
Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın
Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır
Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi
Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi
Bir düşünceden sonra, ah o ne mükâfattır
İnce pırıltıların o ne saf hüneridir
Bir seçilmez köpükte nice elmas eritir
Nasıl bi sükûn sanki peyda olur o demde
Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur
Ebedi bir davanın saf marifeti budur
Zaman kıvılcım, hülya bilmek olur âlemde
Basit Minerva mabedi tükenmeyen hazine
Yığın halinde sükûn, göz önünde define
Kaşlarını çatan su, bi alev perde altı
Kendine nice uyku saklayan göz, ey bana
Mukadder olan sükût… Ruhta yükselen bina
Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey çatı.
Bir tek ahın içinde belli zaman mabedi
Etrafımda denize bakışlarımın bendi
Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne
Ve bütün tanrılara son adağım olarak
Asude bir meneviş dağıtır kucak kucak
Şahane bir istihkar irtifalar üstüne
Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse
O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse
Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner
Benliğimin ilerde duman olacak özü
Eriyen ruha söyler bir şarkıyla gökyüzü
Nasıl değişmededir ulu sahiller…
Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi
Ne kaldı onca gururumdan, ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinliklerine
Ölülerin evleri üzerinden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.
Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına
Ruhum! Getirmekteyim seni ilk durumuna
Gör kendini! Ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin, donuksun işte yarı yarıya.
Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı
O cılız parmaklıkları yiyen girinti
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler
Hangi ten çekmekte tembel sınırına beni
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım tende anar yitişlerimi.
Örtük kutsal maddesiz bir ateşle
Bağrını vermiş şu toprak köşesine
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındandır, taştan, loş ağaçlardan
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere
Uyur vefalı deniz, mezarlarımın üstünde!
Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım.
Hepsi de o senin iri elmasının kusuru
Ama onların o ağır mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.
Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı, kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerede sözcükleri ölülerin, o senli benli
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere.
Belki tiksinme kendimden, öz sevgisi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N’olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor.
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya.
Rüzgâr çıkıyor… Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çeviriyor.
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular;
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar;
Yıkın dalgalar; şenlikli sularınızı akıtın.
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!
Paul Valéry
Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil
Le Cimetière marin
Ce toit tranquille, où marchent des colombes,
Entre les pins palpite, entre les tombes ;
Midi le juste y compose de feux
La mer, la mer, toujours recommencée !
O récompense après une pensée
Qu'un long regard sur le calme des dieux !
Quel pur travail de fins éclairs consume
Maint diamant d'imperceptible écume,
Et quelle paix semble se concevoir!
Quand sur l'abîme un soleil se repose,
Ouvrages purs d'une éternelle cause,
Le temps scintille et le songe est savoir.
Stable trésor, temple simple à Minerve,
Masse de calme, et visible réserve,
Eau sourcilleuse, Oeil qui gardes en toi
Tant de sommeil sous une voile de flamme,
O mon silence! . . . Édifice dans l'âme,
Mais comble d'or aux mille tuiles, Toit !
Temple du Temps, qu'un seul soupir résume,
À ce point pur je monte et m'accoutume,
Tout entouré de mon regard marin ;
Et comme aux dieux mon offrande suprême,
La scintillation sereine sème
Sur l'altitude un dédain souverain.
Comme le fruit se fond en jouissance,
Comme en délice il change son absence
Dans une bouche où sa forme se meurt,
Je hume ici ma future fumée,
Et le ciel chante à l'âme consumée
Le changement des rives en rumeur.
Beau ciel, vrai ciel, regarde-moi qui change !
Après tant d'orgueil, après tant d'étrange
Oisiveté, mais pleine de pouvoir,
Je m'abandonne à ce brillant espace,
Sur les maisons des morts mon ombre passe
Qui m'apprivoise à son frêle mouvoir.
L'âme exposée aux torches du solstice,
Je te soutiens, admirable justice
De la lumière aux armes sans pitié!
Je te tends pure à ta place première :
Regarde-toi! . . . Mais rendre la lumière
Suppose d'ombre une morne moitié.
O pour moi seul, à moi seul, en moi-même,
Auprès d'un coeur, aux sources du poème,
Entre le vide et l'événement pur,
J'attends l'écho de ma grandeur interne,
Amère, sombre, et sonore citerne,
Sonnant dans l'âme un creux toujours futur !
Sais-tu, fausse captive des feuillages,
Golfe mangeur de ces maigres grillages,
Sur mes yeux clos, secrets éblouissants,
Quel corps me traîne à sa fin paresseuse,
Quel front l'attire à cette terre osseuse ?
Une étincelle y pense à mes absents.
Fermé, sacré, plein d'un feu sans matière,
Fragment terrestre offert à la lumière,
Ce lieu me plaît, dominé de flambeaux,
Composé d'or, de pierre et d'arbres sombres,
Où tant de marbre est tremblant sur tant d'ombres ;
La mer fidèle y dort sur mes tombeaux !
Chienne splendide, écarte l'idolâtre !
Quand solitaire au sourire de pâtre,
Je pais longtemps, moutons mystérieux,
Le blanc troupeau de mes tranquilles tombes,
Éloignes-en les prudentes colombes,
Les songes vains, les anges curieux !
Ici venu, l'avenir est paresse.
L'insecte net gratte la sécheresse ;
Tout est brûlé, défait, reçu dans l'air
A je ne sais quelle sévère essence ...
La vie est vaste, étant ivre d'absence,
Et l'amertume est douce, et l'esprit clair.
Les morts cachés sont bien dans cette terre
Qui les réchauffe et sèche leur mystère.
Midi là-haut, Midi sans mouvement
En soi se pense et convient à soi-même ...
Tête complète et parfait diadème,
Je suis en toi le secret changement.
Tu n'as que moi pour contenir tes craintes !
Mes repentirs, mes doutes, mes contraintes
Sont le défaut de ton grand diamant ...
Mais dans leur nuit toute lourde de marbres,
Un peuple vague aux racines des arbres
A pris déjà ton parti lentement.
Ils ont fondu dans une absence épaisse,
L'argile rouge a bu la blanche espèce,
Le don de vivre a passé dans les fleurs !
Où sont des morts les phrases familières,
L'art personnel, les âmes singulières ?
La larve file où se formaient les pleurs.
Les cris aigus des filles chatouillées,
Les yeux, les dents, les paupières mouillées,
Le sein charmant qui joue avec le feu,
Le sang qui brille aux lèvres qui se rendent,
Les derniers dons, les doigts qui les défendent,
Tout va sous terre et rentre dans le jeu !
Et vous, grande âme, espérez-vous un songe
Qui n'aura plus ces couleurs de mensonge
Qu'aux yeux de chair l'onde et l'or font ici ?
Chanterez-vous quand serez vaporeuse ?
Allez! Tout fuit! Ma présence est poreuse,
La sainte impatience meurt aussi !
Maigre immortalité noire et dorée,
Consolatrice affreusement laurée,
Qui de la mort fais un sein maternel,
Le beau mensonge et la pieuse ruse !
Qui ne connaît, et qui ne les refuse,
Ce crâne vide et ce rire éternel !
Pères profonds, têtes inhabitées,
Qui sous le poids de tant de pelletées,
Êtes la terre et confondez nos pas,
Le vrai rongeur, le ver irréfutable
N'est point pour vous qui dormez sous la table,
Il vit de vie, il ne me quitte pas !
Amour, peut-être, ou de moi-même haine ?
Sa dent secrète est de moi si prochaine
Que tous les noms lui peuvent convenir !
Qu'importe! Il voit, il veut, il songe, il touche !
Ma chair lui plaît, et jusque sur ma couche,
À ce vivant je vis d'appartenir !
Zénon! Cruel Zénon ! Zénon d'Êlée!
M'as-tu percé de cette flèche ailée
Qui vibre, vole, et qui ne vole pas !
Le son m'enfante et la flèche me tue !
Ah ! le soleil . . . Quelle ombre de tortue
Pour l'âme, Achille immobile à grands pas !
Non, non ! .... Debout ! Dans l'ère successive
Brisez, mon corps, cette forme pensive !
Buvez, mon sein, la naissance du vent !
Une fraîcheur, de la mer exhalée,
Me rend mon âme . . . O puissance salée !
Courons à l'onde en rejaillir vivant !
Oui! grande mer de délires douée,
Peau de panthère et chlamyde trouée
De mille et mille idoles du soleil,
Hydre absolue, ivre de ta chair bleue,
Qui te remords l'étincelante queue
Dans un tumulte au silence pareil,
Le vent se lève! . . . il faut tenter de vivre !
L'air immense ouvre et referme mon livre,
La vague en poudre ose jaillir des rocs !
Envolez-vous, pages tout éblouies !
Rompez, vagues! Rompez d'eaux réjouies
Ce toit tranquille où picoraient des focs !
Paul Valéry
Protest müzik grubu olan ‘’Ezginin Günlüğü’’nün müziği Cüneyt Duru’ya ait ‘’Cin’’ isimli şarkısı Paul Valéry’nin ‘’Le Sylphe’’ isimli şiirinden alınıyor...
Cin
Ne gören var ne bilen
Bir kokuyum büyülü
Yelle savrulup gelen
Ne diriyim ne ölü
Ne gören var ne bilen
Bir düş, ya bir düşünce
Düğüm çözülür hemen
Elimi değdirince
Ne okur ne anlarsın
En iyi kafaların
Ne kolay yanılması
Ne gören var ne bilen
Çıplak bir göğüs birden
İki gömlek arası
Le Sylphe
Ni vu ni connu
Je suis le parfum
Vivant et défunt
Dans le vent venu !
Ni vu ni connu
Hasard ou génie ?
À peine venu
La tâche est finie !
Ni lu ni compris ?
Aux meilleurs esprits
Que d’erreurs promises !
Ni vu ni connu,
Le temps d’un sein nu
Entre deux chemises !
Cevap No. 2
24 Ağustos 2021
Aç ve susuz kalmamak için şiirlere devam ediyorum… Şiir, insana, gün içerisinde duyacağınız ve okuyacağınız her türlü haberden sesten daha iyi geliyor… .
Bu sayfada 15 Ağustos 2021 Tarihinde Ahmet Hâşim’in Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’ isimli şiirini anlatmıştım… Mademki söz Ahmet Hâşim’den açıldı, bu yazımda da Nazım Hikmet'in Ahmet Hâşim'e bir taşlama olarak cevaben yazdığı ''Cevap No. 2'' (Nâzım Hikmet: Portreler, Yeni Kitapçı, İstanbul 1935) isimli şiirini anlatmak istiyorum.
Ama her iki şair arasındaki bağlantıyı kurmam için önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor.
Nâzım Hikmet ve yeni bir şiir
Nâzım Hikmet genç bir şairdir. Geçimini sağlamak için Babıâli'de ‘’Resimli Ay’’ dergisinde müsahhih (düzeltici) olarak çalışıyor. Daha sonra dergide şiirler, yazılar yayımlamaya başlıyor. İlk şiiri 1929 Haziranında “Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı” başlığıyla ve “İmzasız adam” adıyla basılıyor. Nâzım bu şiir ve yazılarıyla yeni bir şiir, yeni bir sanat anlayışı, yeni bir edebiyat anlayışı ile bütün gözleri üzerinde topluyor ve edebiyatta yeniliğin sembolü haline geliyor...
Babıâli’de o zamanlar eskiden de olduğu gibi bir ‘’‘yeniler’’ ve ‘’eskiler’’ tartışması bulunuyor. Bu tartışma içinde Türk Ocağı da Hamdullah Suphi’nin liderliğinde eskiyi savunanların merkezi haline geliyor.
Nâzım Hikmet’in ‘’Resimli Ay’’ dergisinde dilden dile dolaşan şiirleri eski edebiyatı savunan edebiyatçıları çileden çıkarmaya başlıyor. Nâzım Hikmet’in ‘’Resimli Ay’’ dergisinde Haziran 1929 sayısında yayınlanan “Putları Yıkıyoruz” isimli yazı dizisi büyük infial yaratıyor. Nâzım Hikmet bu yazı dizisinde en çok yüceltilen şairlerden Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin için yazdığı eleştiriler büyük tepki çekiyor.
Bu yazı üzerine eskilerden Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Hâşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve hatta yenilerden Peyami Safa, Nâzım Hikmet’e açıktan açığa saldırıyor. Gerçekten de Nâzım Hikmet edebiyatta putları yıkıyor. Bu kadar tepki çekmesi de doğal oluyor.
Nâzım Hikmet 1929 yılında ‘’835 Satır’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) adlı şiir kitabını yayınlıyor. Kitap, Türk edebiyat dünyasına bir bomba gibi düşüyor. Biçimiyle olduğu kadar içeriğiyle de edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandırıyor. Aşırı yergilerle övgüler birbirini kovalıyor. O kadar ki, o günlerin en gözde şairlerinden Ahmet Hâşim bile yeni akımına karşı olmasına rağmen Nâzım Hikmet’i alkışlamaktan kendini alamıyor:
“… Şair müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş, cidden tuhaf; fakat ahengi cidden emsalsiz bir garip aletin tellerini söyletiyor. Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor… Bu şiirin eskisine nazaran rüçhanı muhakkak... Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek âlet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş…”
Başlangıçta Nâzım Hikmet için olumlu konuşan, yazılar yazan Ahmet Hâşim, Yakup Kadri eski-yeni kavgası başlatınca eskilerin yanında yer alarak Nâzım'ı alaya alan, suçlayan yazılar yazmaya başlıyor. Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet’e olan karşıtlığının özünde Nâzım Hikmet’in Mehmet Emin’in milli şair olamayacağına dair yazdığı makalesinin yattığı düşünülüyor.
Ve Ahmet Hâşim
Bu arada Ahmet Hâşim bir mülakatta ("Üç Büyük Üstadla Mülâkat", Kâzım Sevinç, Garba Doğru, 1 Ağustos 1930), Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na Nâzım Hikmet hakkında şunları söylüyor:
‘’….. . Bir edib, diğer bir edibe benzemeyen adam diye tarif edilmelidir. Binaenaleyh, mademki yeni birtakım imzalar var, o kadar da yeni edebiyatların mevcut olduğuna inanmalıyız. İsimlerini yeni işitmeye başladığımız yeni ediblerin en kabiliyetlisi serbest nazımla şiir yazan bir genç imiş. Bazı şiirlerini okudum. Bana öyle geliyor ki, bu zatın yeniliğine vaktiyle Fecr-i Âti'nin yeniliğine yapılan itirazlar yapılabilir. Onlar Régnier ve Samain'i taklit ederlerdi. Bu genç şair de, geçenlerde intihar eden, Bolşevik şairi Mayakovski'yi taklit ediyor. Mayakovski'den haberdar olmayanlar, bizde, yeri göğü sarsan, emsalsiz bir dâhinin, bir mucizenin dünyaya geldiğini zannettiler. Bunda biraz mübalağa olsa gerek. Külhanbeyi lehçesiyle şiir yazmayı ilk düşünüp yapan Mayakovski'dir. Şiire muhatap olarak efendiyi ihmal edip sokak serserisini intihap eden yine odur. O da kundurasından, çizmesinin çivilerinden bahseder, o da Goethe'ye, Shakespeare'e küfürler savurur, filozoflara sövüp sayar. Onun da bazı kitaplarının serlevhaları rakamlıdır. Bu estetik güzel veya çirkinse şeref veya kusuru münhasıran Mayakovskiy'ye aittir.
Taklit eden adam dâhi de olsa, ne yazık ki, dâhi bir mukalitten başka bir şey değildir. Nitekim her gün ‘835 Satır’ın (Nâzım Hikmet'in Mayakovski çizgisine yöneldiği şiir kitabının adı) ne mükemmel taklitlerini, mecmualarda görüyoruz. Esasen bu şiirin de taklit olduğu şundan belli ki, bahsettiği şeylerin hiç birini tanımıyoruz. Burjuva, nasıl şeydir? Proletarya ne cins bir kuştur? Kızıl süvarilerden, beyaz süvarilerden bahsediyor. Müthiş bir ‘duvar’a meydan okunuyor. Hangi süvariler, hangi duvar? Bütün bunlar Merih gibi, dünyamıza tamamen yabancı bir âlemin dedikodusudur.’’
Ve Nâzım’ın cevabı
Nâzım Hikmet de cevap vermede gecikmiyor, cevabını da hemen yapıştırıyor… Tabii ki de şiirle... Nâzım Hikmet’in Ahmet Hâşim’e cevap verdiği şiirinin adı: ‘’Cevap No. 2’’ oluyor. Çünkü Nâzım Hikmet kendisine saldıran edebiyatçılara ‘’Cevap No. 1’’, ‘’Cevap No. 2’’ ve ‘’Cevap No. 3’’ isimleriyle taşlama şiirlerini kaleme alıyor. Nazım Hikmet; Yakup Kadriye ‘’Cevap No. 1’’ şiiri ile Ahmet Hâşim’e ‘’Cevap No. 2’’ şiiri ile Hamdullah Suphi’ye ise ‘’Cevap No. 3’’ şiiri ile cevap veriyor.
Biraz uzuuun bir bilgi oldu ama Nâzım Hikmet’in Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirini anlamak için bunları anlatmam gerekiyor. Nâzım Hikmet “Cevap No. 2” adlı bu şiirinde Ahmet Hâşim’i yerden yere vuruyor, ona hakaretler yağdırıyor ve edebiyat dünyasında Ahmet Hâşim’in kurtulamayacağı bir sıfat olan “Bağdadî Şaklaban” sıfatını Hâşim’e yapıştırıyor. Nâzım Hikmet’in cevabını okumadan önce şunu da bilmemiz gerekiyor: Ahmet Hâşim Bağdatlıdır. Bağdat doğumludur…
Ahmet Hâşim de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden, "Uşak ile kuşağı iyi kullanmış" diye söylenerek gayet olgunca karşılıyor… Kaldı ki şiirinde Nâzım ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini hakaret maksadıyla kullanıyor…
Görüyorsunuz ya; eski insanlar (Ahmet Hâşim) ne engin hoşgörülü insanlarmış, eski şairler de (Nâzım Hikmet) ne ileri görüşlü şairlermiş! Bakın etrafınıza, renkli renkli ekranlara, hatip kürsülerine, mevki makam işgal edenlere, ceridelere; Nazım'ın şiirinde bahsettiği ''İki Serseri'' her yerde görünüyor… Alın bu şiiri günümüzdeki istediğiniz kişiye, istediğiniz şekilde uyarlayın! Şiir sanki günümüze, günümüzdeki uşşaklara, şaklabanlara, madrabazlara, hodbinlere, narsistlere ve serserilere hitaben yazılmış gibi duruyor…
Arz etmek de bana düşüyor…
Osman AYDOĞAN
Cevap No. 2
İki serseri var:
Birinci serseri
köprü altında yatar,
sularda yıldızları sayar geceleri..
İki serseri var:
İkinci serseri
atlas yakalı sarhoş sofralarında
Bağdatlı bir dilencinin çaldığı sazdır.
Fransız emperyalizminin
idare meclisinde ayvazdır.
Ben:
Ne köprü altında yatan,
ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
saz çalıp Arabistan fıstığı satan-
-ların
şairiyim;
topraktan, ateşten ve demirden
hayatı yaratan-
-ların
şairiyim
ben.
İki serseri var:
İkinci serseri
yolumun üstünde duruyor
ve soruyor
bana:
"PROLETER
dediğimin
ne biçim kuş
olduğunu?"
Anlaşılan
Bağdadî şaklaban
unutmuş
Mösyö kimle beraber
Adana-Mersin hattında o kuşu yolduğunu...
İki serseri var:
İkinci serseri
pencerelerden bir gölge gibi girer
geceleri..
İki serseri var:
İkinci serseri
halkın alınterinden altın yapanlara
kendi kafatasında hurma rakısı sunar.
Ben hızımı asırlardan almışım,
Bende her mısra bir yanardağ hatırlatır.
Ben ki halkın ne alınterinden on para çalmışım
ne de bir şairin cebinden bir satır...
İki serseri var:
İkinci serseri
meydana dört topaç gibi saldığım dört eseri
sanmış ki yazmışım kendileri
için.
Halbuki benim
bir serseriye hitap eden
ikinci yazım işte budur:
Atlas yakalı sarhoş sofralarının sazı
Fransız sermayesinin hacı ayvazı
bu yazdığım yazı
örse balyoz salanların şimşekli yumruğudur
katmerli yağ yağ ensende
Ve sen o kemik yaladığın
sofranın altına girsen de
-dostun KARAMAÇABEY gibi-
kaldırıp kaldırıp yere çaaal-
mak için
canını burnundan aaal-
mak için,
bulacağım seni..
Koca göbeklerin Russel kuşağı sen,
sen uşşşak murabbaı,
sen uşşşak mik'abı
satılmış uşşakların uşşşağı sen!!!
Nâzım Hikmet: Portreler, Yeni Kitapçı, İstanbul 1935
Mehlika Sultan
23 Ağustos 2021
Ne diyordu 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire şiir konusunda; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir…’’ Ben de bu hataya düşmemek için, bir gün bile şiirsiz kalmamak için şiirlere devam diyorum. Okuyacağınız her şiir, gün içinde duyacağınız, okuyacağınız her şeyden çok daha güzel oluyor…
Bugün de Yahya Kemal Beyatlı’nın o muhteşem, o harikulade ve o muazzam şiiri olan ‘’Mehlika Sultan’’ı anlatacağım. Ancak bu şiiri anlatabilmem diğer şiirleri anlattığım gibi basit değil… Bu şiiri anlatabilmek başta kendim olmak üzere her babayiğidin harcı değil… Yine de anlatmayı deneyeceğim. Bu şiiri anlatabilmem için önce bazı kavramlardan bahsetmem gerekiyor.
Kaf Dağı
Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağ olarak tasvir ediliyor. Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet ediliyor ama nerede olduğu bilinmiyor. Masallarda oraya gidiliyor ama oraya varılmıyor.
Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratıyor. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyası oluyor Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı mistik ve tasavvuf inanıştaki ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağ oluyor. Âlem-i misal ise; uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlem oluyor. Simgeler, yansımalar âlemi oluyor âlem-i misal. Âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeri oluyor âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yolu oluyor âlem-i misal… Platon (Eflatun)’un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısı, kısmen de olsa karşılığı oluyor âlem-i misal…
Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alıyor. İşte girişte bahsettiğim Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçiyor Kaf Dağı... Şiirde sadece Kaf Dağı geçmiyor. Şiirde; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı gibi masalsı unsurlar da geçiyor… Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benziyor… Birçok araştırmacı ‘’Mehlika Sultan’’’ şiirini Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetiyor…
Fakat ‘’Mehlika Sultan’’ şiiri asıl olarak 10. yüzyılda yaşamış Horasanlı mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ (Ravza Yayınları, 2011) kitabında geçen bir hikâyeye çok benziyor. Denilebilir ki ‘’Mehlika Sultan’’ bu hkâyenin şiirsel halidir...
Bu nedenle ‘’Mehlika Sultan’’ şiirini vermeden önce Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’ kitabında geçen bu hikâyeyi anlatmam gerekiyor. Ancak bu hikâyeyi anlatmadan da önce hikâyede geçen bazı kavramları açıklamam gerekiyor…
Zümrüd-ü Anka Kuşu, Sîmurg
İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da Kaf Dağı'nda yaşıyor. Zümrüd-ü Anka kuşunu İranlılar ‘’Sîmurg’’ diye de adlandırıyor. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılıyor…
Hüdhüd
Arapça bir ad olan ‘’Hüdhüd’’, bizim bildiğimiz ‘’ibibik kuşu’’, bir diğer adıyla ‘’çavuş kuşu’’ oluyor. Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapıyor.
Hüdhüd kuşu Doğu, İslam ve tasavvuf edebiyatında apayrı bir simge oluyor. İslâmî literatürde Hüdhüd kuşunun "ebü'l-ahbâr’’, ‘’ebü'r-rebî'’’, ‘’ebû ibâd’’ ve ‘’ebû seccâd" gibi birçok künyesi bulunuyor. Hüdhüd kuşu toprağın altındaki suyu görüyor. Eşine çok bağlı oluyor, eşi ölünce yeni bir eş aramıyor. Anne babasına karşı çok hürmetkâr oluyor; onlar yaşlandıklarında yiyeceklerini temin ediyor. Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılıyor…
Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresi’nde (Neml 27/16-35) ''Murg-i Süleyman'' olarak karşımıza çıkıyor. Neml Suresi’nde de Hüdhüd, Hazret-i Süleyman ile Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber götürüp getiriyor…
Bir İran efsanesine göre ise Hüdhüd evli bir kadın oluyor. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına giriyor. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olup uçuyor, tarağı da başında kalıyor. Bundan dolayı Hüdhüd, Farsça'da "şâne-ser" (tarak başlı) adıyla biliniyor…
Tasavvufî mânası dışında Hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak da yer alıyor…
Şimdi gelelim Ferîdüddîn-i Attâr’ın girişte bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesine.
Otuz kuş hikâyesi
Tasavvuftaki kesret-vahdet, zuhur-taayyün düşüncelerine dayanan bu sembolik hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işleniyor... Yahya Kemal Beyatlı da o şaheser şiiri ‘’Mehlika Sultan’’ı bu hikâyeden esinlenerek yazıyor…
Bahsi geçen hikâye kitapta özetle şu şekilde veriliyor:
Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını belirtiyorlar. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden, Süleyman peygamberin mahremi ve postacısı Hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söylüyor. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara Hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı'nda Sîmurg’u aramaya karar veriyor.
Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek istiyor. Ancak Hüdhüd, kuşların hepsinin kaygılarına cevap vererek onları ikna ediyor.
Sonunda bütün kuşlar Hüdhüd’ün kılavuzluğunda yola çıkıyor. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş Hüdhüd’den şüphelerinin giderilmesini istiyor.
Hüdhüd her birinin soru ve itirazlarına cevaplar veriyor; önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen ‘’yedi’’ vadinin bulunduğunu, bunları geçince bilginleri olan Sîmurg’a ulaşacaklarını anlatıyor… Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp Kaf Dağındaki yüce bir dergâhın önüne ulaşıyor…
Burada bir postacı gelip onların Sîmurg’u sorduklarını anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyarak okumalarını söylüyor. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının yazılı olduğunu görüp şaşırıyorlar. Bu sırada Sîmurg da onlara tecelli edip görünüyor... Fakat gördükleri Sîmurg kendilerinden başka bir varlık olmuyor. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de Sîmurg’u görüp hayretler içinde kalıyorlar…
Bu arada bir ses duyuluyor: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır”.
Neticede hepsi Sîmurg’da fâni oluyor… Artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz bulunuyor. Gölge güneşte kayboluyor. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları Sîmurg’un kendileri olduğunu anlıyor…
Ol hikâye bu kadar oluyor…
Hikâyede Hüdhüd başında hakikat tacı (Korona!) taşıyan bir kuş olarak gösteriliyor… Kuşların yolculuğu ise tasavvufta ruhun Allah'ı arayışının mistik seferini sembolize ediyor… Zaten hikâyenin yazarı Ferîdüddîn-i Attâr da bir şiirinde sanki bu hikâyeyi özetlercesine şöyle diyor:
“Sırlar âlemine uçan kuş idim,
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”
Hazine aramak
Aslında Hüdhüd, Lâle Devri ruhûnun en önemli temsilcisi olan şair Nedîm'in belirttiği gibi bazen da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu oluyor:
"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar
Vîrânede bûm olmağıla genc bulunmaz."
(Bînâ: Göz, gören, görücü. Bûm: Baykuş. Genc: Define, hazine)
(Hüdhüd gibi gören gerek onu arayanlar
Vîrânede baykuş olmağıla hazine bulunmaz.)
Hiç satıhlarda hazine bulunmuyor… Ancak derine inmeye de kimsenin; ne gücü, ne cesareti, ne kapasitesi, ne çapı, ne gözü, ne sabrı, ne de zamanı bulunuyor… Nalburdan kuyumcu da olmuyor. Hüdhüd de değillerdi, virânede baykuş idiler, sandılar ki virânede olmayınan hazine bulacaklar…
Neyse, taşları bırakıp ben geleyim Yahya Kemal’in şiirine…
Mehlika Sultan
Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ diyor. İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerdeki aşkın somutlaşmış bir hali oluyor Mehlika Sultan… Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayalleri süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olunmayan dünya güzeli bir peri oluyor Mehlika Sultan. Hayal edilen güzellik, sonsuzluğun sembolü oluyor Mehlika Sultan. Zaten Mehlika ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamına geliyor…
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur ‘’yediler’’ oluyor. Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası oluyor. Bu yola düşenler ‘’üçler’’ kadar az değil, ama ‘’kırklar’’ kadar da çok değil, orta sayıda bir grup oluyor.
Mehlika Sultan bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkıyor… Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu oluyor…
Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılıyor, tasvir ediliyor Mehlika Sultan; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’. Şiirde başkaca tasvir edilmiyor Mehlika Sultan.
Ferîdüddîn-i Attâr’ın yukarıda bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesi gibi yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederek yollara düşüyor. Bu yolculuk her gün daha da uzuyor ve daha da ıstırap vermeye başlıyor. Niceleri bu yolda hayatlarını feda ediyor ama Mehlika’nın kara sevdalıları sonunda varıyorlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyu oluyor. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremiyorlar. Suya bakınca gizli bir dünya görüyorlar. Etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yer olduğunu zannediyorlar. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atıyor suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla eriyorlar yolculuğun son demine.
Belki de Mehlika Sultan’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında kalıyor ve geriye hiçbir zaman dönmüyorlar…
”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” diyor Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulunacak tada susamaktan başka bir şey olmuyor Mehlika Sultan…
‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ diyor Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcüğün bulanamadığı bir duygu oluyor Mehlika Sultan…
‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ diyor yine Cibran… İşte ulaşılan değil de ulaşılmak istenilen bir hayal oluyor Mehlika Sultan…
‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ diyor yine Cibran… İşte sevginin Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yol oluyor Mehlika Sultan…
Belki de hayat; Mehlika Sultan’ın uğrunda yapılan, hayallere ve hedeflere uğraşma çabası oluyor. Bir hedef, bir maksat olmuyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı'na giden yol oluyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşılmasa da bu uğurdaki çabanın bir ödülü oluyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı’na ulaşıldığı sanıldığında da aynada görülen bir görüntü oluyor Mehlika Sultan!...
Bu fâni dünyada çok ama çok az kişi biliyor, şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra Mehlika Sultan'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru bir mâverâya gidercesine, Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci gencin de ben olduğumu… İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları...
İşte şimdi Yahya Kemal Beyatlı’nın o muhteşem, o harikulade ve o muazzam şiiri olan ‘’Mehlika Sultan’’ı okuma zamanıdır…
Mehlika Sultan'a âşık sekiz genç, seneler geçti, henüz gelmediler...
Arz ederim….
Osman AYDOĞAN
Mehlika Sultan
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı:
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yâlarına;
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''
Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir ân
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hâzin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayâl âlemi peydâ oldu
Göçtüler hep o hayâl âlemine.
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..
Yahya Kemal BEYATLI
Sevgim acıyor!
22 Ağustos 2021
Mademki söz şiirlerden ve şairlerden açıldı… Mademki ‘’ekmek yemeden üç gün hayatta kalabiliriz ancak şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmemiz imkânsız’’ (Baudelaire)… Bugün de şairlere devam edeyim o zaman… Çünkü bir şairin bir dizesi günümüzde şu veya bu şekilde duyduğunuz her şeyden daha bir naif, daha bir güzel oluyor… Çünkü şiirlerin okunduğu her yerde o güzel şairlerin ruhları dolaşıyor…
Bugün de ‘’İkinci Yeni’’ akımından bir şairimizden bahsedeyim… Bu şairimizi anayım. Çünkü bugün onun vefat yıldönümü (22 Ağustos 1985)…
Önce kısaca ‘’İkinci Yeni’’…
İkinci Yeni
‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluk oluyor. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’' oluyor.
Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık veriyorlar. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işliyorlar. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalışıyorlar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmek oluyor.
İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı, bugün de vefat yıldönümü olan Turgut Uyar oluyor…
Turgut Uyar
Turgut Uyar, (1927-1985) şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesinden mezun oluyor. Harbiye’yi de bitirip subay oluyor. (Demek ki o zamanlar askerî okullardan her şey çıkıyor, arada bir de subay çıkıyormuş!) Ancak Turgut Uyar, subaylıktan istifa ederek ayrılıyor… Hemen hemen her subay gibi şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir Turgut Uyar. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairi oluyor Turgut Uyar. Türk şiirinin belki de en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairi oluyor Turgut Uyar… Belki de Türk şairlerin arasında en içli olan şairi oluyor Turgut Uyar. Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahsediyor: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem: ‘Yapma oğlum’ derdi ona, ‘O, içli bir çocuk’ ”… Turgut Uyar hep o çocuk oluyor ve o çocuk gibi hep içli bir şair oluyor…
Subaylıktan istifa ederek ayrılıyor ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ (*) isimli şiirinde şöyle diyor:
‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’
Hani Hacı Bektaşi Veli’nin bir deyişi bulunuyor:
‘’Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir.’’
İşte Hacı Bektaşi Veli gibi kerameti sırmalarda, apoletlerde görmeyip, omuzlarında görenlerden birisi oluyor Turgut Uyar…
Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söyleniyor. Şiirleri, işte böyle bir birikimin ürünü oluyor…
Cemal Süreya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapıyor Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli seviyor, içerken de içli içiyor. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlayamıyor. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını biliyor. Turgut Uyar, 36 yıl önce bugün, 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle diyor: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.
Bir şiirinde kendi ölümünü anlatıyor:
"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."
Zaten o gidince her şey de eksik kalıyor...
Turgut Uyar, Aşiyan mezarlığına defnediliyor. Mezar taşında ismi dışında tek bir sözcük yazılı bulunuyor: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayı oluyor: 04 Ağustos'ta doğuyor (1927) ve 22 Ağustos'ta da vefat ediyor…
Acıyor
1982 yılında bir şiir kitabı yayınlıyor Turgut Uyar: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da bir şiiri yer alıyor Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’… Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!
Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırıyor: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki? Subaydır ya… Turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştiriyor Turgut Uyar:
‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’ (**)
Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmuyor!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem kim beni sevse..'' Acıyor işte, sevgim acıyor!...
Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey oluyor… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Ağustos’tayız ama zaman çok çabuk geçiyor... Önümüz Eylül… Eylül toparlanacak derken Ekim filan da çabuk gelir gider bu gidişle… Sevgim acıyor… Acıyor işte sevgim acıyor!...
Zaten günümüzü anlatıyor bir şiirinde:
"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar"
Evet, korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta hâlbuki… Artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgimizin acıması da zaten bundan oluyor…
Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye… İşte bu nedenle anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim bu içli şairimizi! Ruhu şâd olsun…
Ama benim sevgim acıyor!
Osman AYDOĞAN
Acıyor
Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
Sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Turgut UYAR
(*) 20. yüzyılın en büyük İspanyol şairi, çağdaş İspanyol şiirinin en önemli temsilcisi olan ve İspanya İç savaşının başında faşistler tarafından 38 yaşındayken, sabahın köründe, sokakta kurşuna dizilen şair Federico Garca Lorca’nın ölüm haberinden sonra Turgut Uyar’ın Lorca için yazdığı şiirdir: ''Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir'' (Ahmet Arif de ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiirinde Lorca’dan bahsediyor: ‘’Garcia Lorca’nın mezarı / Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin / Kar altındadır.’’)
Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir
Sessiz Akan Sulara Gazel
Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı birgün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.
Ben severim omuzlarımı birgün
Göçen bir maden direğinin altında
Su akar kendir tarlalarından
Ah her şeyim ...
Ben severim omuzlarımı birgün
Savaşta bir başka omuzun yanıbaşında
Yatakta bir ince omuzun yanıbaşında
Yol uzun, hava sıcak
Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba'ya...
İndiğini görürsem birgün sığırcıkların
ve sürüler halinde, ovaya
İnsanların dünyayı bölüştüklerini hatırlarım
Bir daha ...
Sevişirim ölürüm, savaşırım ölürüm
Doldururum çantama kara ekmek ve peynir
Varırım Kurtuba'ya...
Saat Beşte
Akşamleyin
Ah ellerim ve kalbim
Herşey orada kaldı.
Keçeler keçeler ve portakallar
Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,
Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum
Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime
Kireç döktüler yere,
Bir duvarın dibinde
Bir deppoy'un önünde
Kiraz ağaçlarına ve sığırcıklara karşı
...............
Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde
Ölüm nasıl söylenirse öyle
İspanyol dilinde
ve her dilde ...
Obra
Completas
Artık kat'iyen biliyoruz;
Halk adına dökülen kan
Sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır.
Dişlerin arasında ...
İspanya' da
ve her yerde ...
(**) Yazımda ''Turnaların peşi sıra... '' diye verdiğim şiirin tamamını da vermesem olmazdı. Bu çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi bir şey olurdu. Bu şiirde Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı bir hayatı anlatır…
Turnam Seninle
Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankara’nın İstanbul’un dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?
Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…
Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…
Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…
Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..
Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafa’nın yanında..
Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..
Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..
Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…
Turgut UYAR
Herkes ve Birkaç Kişi
20 Ağustos 2021
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire şiir konusunda şöyle diyor; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir…’’
Bu kasvetli günlerde ben de sizi ekmeksiz, pardon şiirsiz bırakmak istemiyorum. Boş verin şimdi gündemi, gamı, kederi, kasveti, atın zihninizdeki her şeyi, tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi siz de öylece, zihninizdeki sizin olmayan her şeyi atın... Yalnız önünüzdeki şiir kalsın zihninizde... Ne varsa şiirde var...
Ancak şiir de ideolojiktir...
İdeolojinin şiirle ilişkisine dair bir bağ bulan ilk düşünür Platon (Eflatun) oluyor. Platon şairleri Devlet’in dışında bırakmak istiyor ve şiiri insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikeli buluyor. Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir, ideolojik olarak “muhalif” bir konumda yer alıyor…
Bu anlamda 1980 ihtilâli sonrasında Türkiye’de şairlerin sindikleri, korktukları ya da bezdikleri iddia ediliyor. Bir görüşe göre de, ihtilâl sonrası topluma dayatılan depolitizasyon şiiri de içe dönükleştiriyor. Bu çerçevede Murathan Mungan ise “sistem”in bireye dayattığı rolleri ve bu rollerin bireyler tarafından istemsizce üstlenilmesini şiirlerinde sıklıkla işliyor. Murathan Mungan’ın bu şiirlerinden birisi de ‘’Herkes ve Birkaç Kişi’’ isimli şiiri oluyor…
Murathan Mungan
Murathan Mungan bu şiirde de olduğu gibi Türkçe’yi çok iyi kullanıyor. Bu özelliğini de şöyle anlatıyor: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "
Murathan Mungan, Osmanlı zarafetini günümüze taşıyor… Murathan Mungan, okuyucusunu kendi akrabası olarak görüyor. Bir yazısında şöyle diyor: “Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazıyı evlat edindim, okurları akraba.” “Rüzgâr Kâhini” adlı şiirinde ise 19. yüzyıl Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’in ‘’Şer Çiçekleri’’ne bir gönderme yaparak: “Ey okurum / uzak akraba / bir giz aramızdaki yangın” dizeleri ile okurlarına sesleniyor.
Bu nedenle "ne zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir" diyerek insan ruhunun ne kadar derin olduğunu en güzel şekilde anlatan Murathan Mungan’ın aşağıda verdiğim sözlerini sizi evlat edinen bir akrabanın sözleriymişçesine içinizde hissediyor, ''sanki hayatımı özetlemiş'', ''içimden geçenleri anlatıyor'', ''sanki, sanki beni anlatıyor'' diyorsunuz...
Murathan Mungan'ın veciz sözleri:
"Hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanır, daha fazlasını değil."
"Sessizliğe borcum var, birkaç kelime."
‘’Kabuklarımızı dünyaya çarpa çarpa kırmaya çalışıyoruz.’’
"Can kırıkları, cam kırıkları gibi değildir. Öyle süpürünce gitmez; içinde kalır insanın, aklına geldikçe de batar."
''Hatırladığınız dünler, hayalini kurduğunuz yarınlardan daha fazla olmaya başlıyor.''
"Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil. Hayatı biraz da kendimiz yaparız."
"Dört tane gerçek dost edin, tabutunu taşısın yeter."
"Aşklarım, arkadaşlarım, dostlarım dağılıp gitti herkes... İçimi sızlatacak kimse kalmadı içimde."
"Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir."
''Aşk kapıyı çaldığında hemen açma, bazıları çocuklar gibi zile basıp kaçıyor... ''
‘’Şu meydanlar, caddeler, sokaklar, ölmüş ruhlarıyla yürüyen insanlarla dolu!’’
"Hayatım, içimden geçen cümleler içinde geçti."
"Nüfus arttıkça, insan azalıyor."
‘’Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...'’
“Kader aradığı kişiyi insanın karşısına her zaman kapı komşusu olarak çıkarmaz. Uzakları yakın etmek düşer size. Haritaları seviniz.”
"Aradıkların ya ölmüştür, ya kaybolmuş... Bulsan bile, onların senin bıraktığın insanlar olmadığını göreceksin. En kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının arasından çıkar."
"İnsanların acıları onları çok konuştukları için uzun sürüyor."
"Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler değil ayrıntılardır."
“Yalancı ışıklarla geçici umut vermek değildir doğru olan. Hayatla mücadele azmi, dayanma gücü, karanlığa bakma gücü kazandırmak daha kıymetlidir. Aydınlığı, en iyi karanlığa bakmayı bilenler görür çünkü. Gözü karanlığa alışmamış insan aydınlığın kıymetini bilmez. O gelip geçici çiğ ışığı aydınlık zanneder.’’
"Şu memlekette yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü? Beden yorgunluğu dediğinden ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum..."
Platon'un söylediği gibi şiir insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikeli bulunuyor. Şairler ise daha bir tehlikeli oluyor. Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir ve şair ideolojik olarak “muhalif” bir konumda yer alıyor. Muhalif olmayan şiir, şiir değil, şair de şair olmuyor. Tabii ki muhalif olmayan ''aydın'' da aydın olmuyor. Bu nedenle muktedirler şiirleri, şairleri ve aydınları sevmiyor… Ellerine geçirdi mi diri diri derilerini yüzüyor (Seyyid Nesimî), diri diri yakıyor (Giordano Bruno), olmadı hapsediyor, ülkeden sürüyor (Nâzım Hikmet), olmadı öldürüyor (Sabahattin Ali), daha olmadı topluca diri diri yakıyorlar (Sivas Katliamı)…
Muhalif Şair Murathan Mungan
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün bulunuyor. Bu bütün dünyada her zaman böyle oluyor. Mungan’ın şu sözleri ise şiiri ve şairi ideolojik olarak “muhalif” bir konumda gören Platon’u haklı çıkarıyor.:
'’Yozgat, 1915 öncesi 70 evde piyano olan bir yerdi, şimdiyse milletvekili olarak Bekir Bozdağ çıkıyor.’'
‘’Türkiye'de her şey olabilirsiniz, ama asla rezil olamazsınız."
"Türkiye'nin resmi dini ikiyüzlülüktür."
Ve ben kendim için bu gidişle artık Mungan'ın bahsettiği o dört kişiyi de bulamayacağımdan korkuyorum!...
Ayyyy! Ama ben şairi değil ki, şiirini anlatacaktım!....
‘’Yağmur herkese yağar, ama bazısının içine işler!’’
Bu kadar güzel olmak zorunda mıydı bu dizeler?
Osman AYDOĞAN
Herkes ve Birkaç Kişi
Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman bir kaç kişi
Herkes içindir aşk da ayrılık da
Yalnızca bir kaç kişi ölür acıdan
Eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
Kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan
Her şey, herkes için değildir oysa
Kimi hiç birşey öğrenmez karanlıktan
Yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
Kimi ayrılamaz karanlıktan
Yağmur herkese yağar
Ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
Onca şarkı onca film onca roman
Ama sevmeye yetmez herkesin kalbi
Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikayelerdir geriye kalan
Murathan Mungan
Tevfik Fikret ve ''Sis'' şiiri
19 Ağustos 2021
Tevfik Fikret, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde Servet-i Fünûn topluluğunun lideridir. Şair ve öğretmendir. Devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkiler. Türk edebiyatının Batılılaşmasında öne çıkan isimlerden birisidir. Aralık 1867 tarihinde doğan Tevfik Fikret, 106 yıl önce bugün 19 Ağustos 1915 yılında henüz 48 yaşında iken vefat eder… Tevfik Fikret; sürgünlerle, baskılarla ancak aydınlık fikirleriyle dolu fırtınalı bir hayatı 48 yaşına sığdırır…
Cicero; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’ derdi. Ben de Tevfik Fikret’i, vefatının 106. yılında, onun şaheseri ‘’Sis’’ şiiri ile anmak, hatırlamak, hatırlatmak istiyorum…
Ancak ''Sis Şiiri''ni vermeden önce ‘’Aşiyan’’ı anlatmak istiyorum...
Aşiyan
İstanbul’da Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir ev vardır. İşte bu ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı Tevfik Fikret’in kendi evidir. Adı da ‘’Aşiyan’’dır. ''Aşiyan'' Farsça bir sözcük olup ''kuş yuvası'' anlamındadır. Bu adı Tevfik Fikret bizzat kendisi koymuştur. Bu evden İstanbul'ın ve Boğaz'ın görünümü muhteşemdir.
Bina, Tevfik Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla ziyarete açılır. Şairin Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında müzenin bahçesine nakledilir. Müze bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır.
Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları da sergilenmektedir.
Aşiyan'da ''Sis Tablosu''
Tevfik Fikret’in işte ‘’Aşiyan Müzesi’’ ismini alan bu evinde duvarda asılı belli belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya benzer. Ancak tabloya daha yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi, minareleri, Galata Köprüsünün siluetleriyle İstanbul görülür. Bu tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis: Rübab-ı Şikeste”. Rübab-ı Şikeste; Tevfik Fikret'in şiir kitabının adıdır, ''kırık saz'' anlamına gelir. ''Sis'' şiiri de Rübab-ı Şikeste' de yer alan bir şiirdir. Belli ki Şehzade Abdülmecid Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin resme dökülmüş hali gibidir...
Bu tablonun hemen yanında da Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri yer alır.
Sis Şiiri
''Sis'' şiiri, orijinal hali ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Muhip Dranas'ın hazırladığı Tevfik Fikret'in ''Rübab-ı Şikeste'' (Kapı Yayınları, 2013) isimli kitabında yer almaktadır. ‘’Sis’’ şiirini bu kitaptan alıp Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını ve şiirde geçen Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını şiirde geçiş sırasına göre yazımın sonunda verdim…
Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri dönemin sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan önemli bir edebi eserdir. Namık Kemal ve Ziya Paşa mücerret (soyut) fikirleri vezin ve kafiyeye sokarak sosyal içerikli şiirler yazarken, Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirini aynı zamanda çok sanatkârane bir şekilde kaleme alır. Nedim ve Nâbî gibi şairler İstanbul’u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvir ederken Tevfik Fikret, Abdülhamit’in istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ‘’Sis’’ şiirini yazar.
Tevfik Fikret evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir. İstanbul’da Şubat ayıdır. İstanbul’un üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır. Tevfik Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında sıkışır. Fikret duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.
Rûşen Eşref Unaydın, Tevfik Fikret (Tevfik Fikret, Hayatına Dair Hatıralar, Kitabhâne-i Sûdi, 1919) adlı eserinde bu şiirin yazılmasındaki ortamı şöyle anlatır: "O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş."
Tevfik Fikret şiirine önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine karanlık bir tablo halinde sisi tarif ederek başlar. Şiir ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır. Bu sis tasvirinden sonra Fikret şu dizeleri yazar:
‘’Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim (sütre-i muzlim: kara, uğursuz örtü),
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!’’ (sahn-ı mezâlim: zulümler alanı)
Tevfik Fikret bu dizelerinden sonra sisi değil artık İstanbul’a ve İstanbul'un şahsında istibdat yönetimine olan nefretini yansıtmaya başlar. Bu karanlık ve derin örtü zulümlerin işlendiği bu şehre lâyıktır, müstahaktır. İstanbul'un silueti, kuleleri ve sarayları şahsında da istibdat idaresindeki her türlü gayri meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün yansımaları anlatılır. Fikret bu şiirinde istibdat dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisindedir… Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul şahsında da yönetime lanetler yağdırır.
‘’Sis’’ şiirinde İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler vardır. Ancak İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid idaresindeki dönemine aittir. Fikret, şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür. Bu güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur. Her şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde birer fenalık mekânları gibidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret'in ‘’Sis’’ şiirini Abdülhamid devrinin bir romanı olarak tanımlar ve ''Sis'' şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdî melânkolisini tam lâzım olduğu bir zamanda bir cemiyetin ıstırap ve ümitlerine tercüman yaptığını söyler.
Bütün bu acı manzaraların görünmemesi ve tarihin derinliklerine gömülmesi için şair durmadan lanet okumaya devam eder. O halde bu şehir pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice kapanmalıdır.
''Örtün, evet, ey haile... Örtün, evet, ey şehr;
Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...'' (fâcire-i dehr: dünyanın koca kahbesi)
Tevfik Fikret’in İstanbul’u kaplayan yoğun sisin altında gördüğü şeyler işte bunlardır. Tabiatın sisi dağılacak ancak istibdadın sisi devam edecektir. Fikret’in söylemek istediği de budur. İstanbul’daki sis dağılır ancak ne istibdadın sisi dağılır ne de Fikret’in içindeki sis… Hatta Fikret’in içindeki sis daha da derinleşip yoğunlaşarak Fikret'i ‘’Tarih-i Kadîm’’’i (Kültür Bakanlığı, 1998) yazacak raddeye kadar getirir...
Tevfik Fikret için hayat karanlık mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemiyor. Haluk uğruna her şey feda ediliyor, kimselere yaranılamıyor derken, insan, kesif bir sis içerisinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalıyor...
Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘’Ben inkılap ruhunu Fikret’’ten aldım’’ dediği Tevfik Fikret’i vefatının 106. yıldönümünde kendisini özlemle, minnetle ve saygıyla anıyorum…
Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirinde; yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, bozulmuş olan bir toplumu ve aynı zamanda çürümüş ve yıkılış halinde olan bir yönetimi ve bu yönetimin pisliklerini göstermemek için şehri ağır bir sisle örtüyor… Günümüzde ise bu pisliği göstermemek için doğa şehrin denizini salya ile örtüyor…
Vedat Türkali, ‘’İstanbul’’ (Bekle bizi İstanbul) şiirinin girişinde ‘’ ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir‘’ diye yazıyor. Yani Vedat Türkali, "Sis’’ şairine ithaf ettiği ‘’İstanbul’’ şiirinde, ''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı veriyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Şehzade Abdülmecid’in Aşiyan Müzesi'nde yer alan ''Sis tablosu'':
Sis
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler… - hele sizler...
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET
Şiirde geçen Osmanlıca kelimeler ve Türkçe anlamı (Şiirde geçiş sırasına göre)
âfâk: ufuklar
dûd: duman, sis
muannid: dik başlı, inatçı
dûd-ı muannid: inatçı sis
zulmet: karanlık
beyzâ: ak, çok beyaz
zulmet-i beyzâ: ak karanlık
peyâpey: birbiri arkasından, durmadan, gitgide
mütezâyid: artan, birikerek çoğalan, çoğalan
tazyik: basınç, sıkıştırma
eşbâh: cisimler, gövdeler, vücutlar
kesâfet: yoğunluk
ibâret: meydana gelen, oluşan
elvâh: levhalar, tablolar
heybetli: korku uyandıracak irilikte, korkunç, ulu
nazar: bakış
nüfûz eylemek: içine geçmek, içine işlemek
gavr: derinlik, dip
lâkin: ama
sürte: perde, örtü
muzlim: kara, karanlık, uğursuz
sürte-i muzlim: kara örtü, uğursuz örtü
tesettür: örtünme
sahn: alan, sahne
mezâlim: haksızlıklar, zulümler
sahn-ı mezâlim: haksızlıklar alanı, zulümler alanı
garrâ: ak, parlak, gösterişli aklık, gösterişli parlaklık
sahne-i garrâ: parlak sahne
zî-şa'şaa: gösterişli, parlak, süslü, şatafatlı, yaldızlı
hâile: facia, trajedi
pîrâ: donatan, süsleyen
hâile-pîrâ: facia süsleyen
sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ: facia süsleyen şatafatlı sahne
şa'şaa: gösteriş, parlaklık, şatafat
kevkebe: gösteriş
mehd: beşik
şark: doğu
ezelî: başlangıcı olmayan, çok eskiden beri, öncesiz
hâkime: ece, kadın hükümdar, kraliçe
câzibedâr: alımlı, cazibeli, çekici
hâkime-i câzibedâr: alımlı kraliçe, çekici ece
mahabbet: aşk, sevgi, sevme
bî-lerziş: titremeden, titreyişsiz
bî-lerziş-i nefret: nefretle titremeden
perverde eden: besleyen, büyüten
sîne: göğüs
meshûf: susamış
sefâhet: aşırı derecede eğlence ve zevk düşkünlüğü
sîne-i meshûf-ı sefâhet: zevk ve eğlence düşkünü göğüs
mâi: mavi, su renginde
der-âguuş: kucakta, kucağında
tûde: küme, öbek, yığın
zinde: canlı, diri
tûde-i zinde: canlı yığın
fertût: bunak, çok yaşlı, kocamış
müsahhir: büyüleyen, büyücü, sihir yapan
fertût-ı müsahhir: büyücü kocakarı
bîve: dul
bâkir: el değmemiş, erden
bîve-i dul: el değmemiş dul
hüsn: güzellik
sihr: büyü, sihir
hüveydâ: açık, belli, ortada
enzâr: bakışlar
temâşâ: bakıp seyretme, izleme
enzâr-ı temâşâ: seyreden bakışlar
hâriç: dış, dışarı, dışında
çeşmân: gözler
kebûd: gök rengi, mavi
çeşmân-ı kebûd: mavi gözler
mûnis: cana yakın, sıcak kanlı, uysal
girye: ağlama, dökülen gözyaşı
bî-his: duygusuz, hissiz
te'sis olunurken: kurulurken
dest: el
hıyânet: güveni kötüye kullanma, hainlik, ihanet
dest-i hıyânet: hainlik eli
bünyân: yapı
zehr: zehir
zehr-âbe: acı su, kötü su, zehir gibi su
lânet: kargıma, kargış
zehr-âbe-i lânet: zehir gibi kargış suyu
levs: kir, pislik
riyâ: iki yüzlülük
levs-i riyâ: iki yüzlülük kiri
zerre: çok küçük parça, parçacık
safvet: arılık, saflık, temizlik
zerre-i safvet: temizlik zerresi
hased: kıskançlık
levs-i hased: kıskançlık kiri
teneffu': çıkarcılık, faydalanma, fayda sağlama
levs-i teneffu': çıkarcılık kiri
tereffu': terfi, yükselme
ümmîd-i tereffu': yükselme umudu
ecsâd: cesetler, cisimler, gövdeler
nâsiye: alın, cephe
pâk: temiz
ü: ve
dirahşan: parıldayan, parıltılı, parlak
şehr: kent, şehir
müebbed: sonsuza kadar, sonsuzca
fâcire: erkeğe düşkün kadın, günah işleyen kadın, kötü kadın
dehr: çağ, dünya, evren
fâcire-i dehr: dünya orospusu, evrensel orospu
debdebe: görkemli gürültülü patırtılı gösteriş
tantana: gürültülü parıltılı şatafatlı gösteriş
kal'a: kale
dahme: mezar, türbe
mersûs: dayanıklı, direngen, sağlam
havâtır: anılar, hatıralar
dahme-i mersûs-ı havâtır: anıların sağlam mezarı
ma'bed: tapınak
gırre: yok yere övünen, gafil, gereksiz gurura kapılan, övüngen
dîv: cin, dev, ifrit, şeytan, kötülüğü temsil eden varlık
mukayyed: bağlanmış, bağlı
mâzî: geçmiş
âtî: gelecek
nakletmek: anlatmak, bir başkasına anlatmak
me'mûr: görevlendirilmiş, görevli
sûr: sur, kentleri çeviren yüksek duvarlar
kafile-i sûr: sur kafilesi, sur silsilesi
mebânî: binalar, yapılar
münâcât: Tanrı'ya dua etme, yakarma
mebânî-i münâcât: Tanrı'ya yakarma yapıları, tapınaklar
mahmil: sepetli yüklük, sepetli eyer, yük taşıyan, yüklü armağan
ezkâr: sözler, yinelenen yakarılar
mahmil-i ezkârı: sözlerini taşıyan, yakarılarını yineleyip duyuran
minârât: minareler
sakf: çatı, dam
medrese: din eğitimi verilen okul
zıll: gölge
zıll-ı siyâh: kara gölge
te'mîn etmek: elde etmek, sağlamak
sâil: dilenci, dilenen
sâbir: sabreden, sabırlı
sâil-i sâbir: sabırlı dilenci
rahmet: Tanrı'dan bağışlama, esirgeme dileme
mekaabir: mezar taşları
elvah-ı mekaabir: mezar taşları tabloları, mezar yazıtları
pür-velvele: gürültü patırtı dolu, şamata dolu, şamatalı
yâd: anma, anı, anış
iykâz etmek: aklına getirmek, uyandırmak
sâmit: konuşmayan, sessiz, suskun
sâkin: durgun
ecdâd: atalar, dedeler
ma'reke: cenk yeri, savaş alanı, savaşılan yer
tîn: balçık, çamur
gubâr: toz
ma'reke-i tîn ü gubâr: çamur ve tozun savaş alanı
rahne: bozulan, bozuk yer, gedik, yıkık
vak'a: olay
vîrâne: yıkık yapı kalıntısı, yıkıntı
mekmen: pusu kurulan yer, pusu yeri
hâb: ölüm, uyku, son uyku
eşirrâ: kötüler, it kopuk sürüsü
mekmen- i pür-hâb-ı eşirrâ: uykulu it kopuğun pusu yeri
ber-pâ: ayakta, ayakta duran, yıkılmamış
mâtem-i ber-pâ: yıkılmamış yas
temsîl etmek: örneği olmak, simgelemek
âsûde: huzurlu, rahat, sessiz
fersûde: eskimiş, yıpranmış
mesâkin: konutlar, meskenler
mavtın: oturulan, yaşamın sürdürüldüğü yer, vatan
gam-dîde: gamlı, kaygılı, tasalı
merâret: acılık, tatsızlık
mi'de: mide
tekâza: çekişme, çıkışma, kakma, sıkıştırma, takaza
zehr-i tekâzâ: sıkıştırmanın zehri
zillet: alçaklık, aşağılık, aşağılık davranışlar
bel'eyleyen: içine alan, yutan
efvâh: ağızlar
kadîd: bir deri bir kemik kalmış, kurumuş, sıska, sıskası çıkmış
efvâh-ı kadîde: kurumuş ağızlar
fazl: bağış, kerem
fazl-ı tabîat: doğanın bağışı, doğanın bağışladığı
âmâde: hazır
mün'im: bakıp besleyen, nimet veren, yediren içiren
fıtrat: yaradılış
makrûn: kavuşmuş, ulaşmış
âtıl: devinimsiz, duran, tembel
âkim: dölü olmayan, kısır, verimsiz
ni'met: Tanrı'nın sunduğu yiyecek, içecek; yaşam için gerekli şeyler
esbâb: nedenler, sebepler
rehâ: kurtuluş
esbâb-ı rehâ: kurtuluş nedenleri
züll: alçalma, düşkünlük, horluk
tevekkül: işi Tanrı'ya bırakıp yazgıya katlanma
züll-i tevekkül: yazgıya katlanma düşkünlüğü
mürâyi: iki yüzlü
savt: ses, ün
kilâb: köpekler
savt-ı kilâb: köpeklerin sesi
şeref: onur
nutk: insanoğlunun konuşma, söz söyleme yetisi
şeref-i nutk: konuşma onuru
mümtâz: seçkin, başkalarına göre üstün tutulmuş
tel'in eden: lanetleyen, kargıyan, kargışlayan
âvâz: bağırtı, çığlıkça, yüksek ses
girye-i bî-fâide: yararsız gözyaşı, boş yere akıtılan gözyaşı
hande: gülme, gülüş
zehrîn: acı, zehir gibi
hande-i zehrîn: acı gülüş, zehir gibi gülüş
nâtıka: insanoğlunun düşünüp söyleme yetisi, düzgün konuşma;
dirayetli, dokunaklı düzgün söz söyleme, doğru düzgün sözler
acz: güçsüzlük, zor durumda olma
nâtıka-i acz ü elem: güçsüzlük ve elem bildiren sözler
nazra: bakış
nefrîn: kargıyan, lanet okuyan
nazra-i nefrîn: kargıyan bakış, lanetleyen bakış
cevf: iç, içine yönelen, oyuk, oyulmuş
esâtîr: efsaneler, mitolojik masallar
cevf-i esâtîre: efsanelerin içine
kıble: zor durumda kalınınca başvurulan kapı, Müslümanların namazda yöneldiği yan
ikbâl: baht açıklığı, yüksek onura ulaşma durumu
kıble-i ikbâl: yükselme kapısı
reh: yol
pâ-bûs: ayak öpme, ayak öpen
reh-i pâ-bûs: ayak öpme yolu
havf: korku, ürkü
müsellâh: silah kuşanmış, silahlı
havf-1 müsellâh: silahlı korku
hasârât: hasarlar, zararlar
râci': -den dolayı, ilgili, o yüzden
şekve: şikayet, yakınma
tâli': kısmet, talih
şekve-i tâli': talihten yakınış, talihten yakınma
masûniyet: dokunulmazlık, korunma
makrûn: ulaşmış, yakın, yaklaşmış
hakk-ı teneffüs: soluk alma hakkı, yaşama hakkı
efsâne-i kanûn: yasa efsanesi, (şiirde, anayasa masalı)
va'd: söz, vaad
muhâl: olmayacak, olanaksız
vad'i muhâl: gerçekleşmeyecek vaad, olmayacak vaad, olmayacak söz
ebedî: sonsuza dek sürecek
kizb: yalan
muhakkak: belli olmuş, gerçekliği araştırılmış, kesin
kizb-i muhakkak: bilinen yalan
mütemâdî: aralıksız, her zaman
savlet: saldırma
evhâm: kuruntular
savlet-i evhâm: kuruntuların saldırısı
bîtâb: bitkin, güçsüz kalma, halsizlik
tahassüs: duygulanma, etkilenme, içlenme
bî-tâb-ı tahassüs: duygulanmaktan bitkin
temdîd edilen: süresi uzatılan, uzatılmış
gûş: kulak
tecessüs: anlama merakı, gizlice öğrenmeye çalışma
bîm: korku
bîm-i tecessüs: dinlenme, gözlenme, izlenme korkusu
gayret-i milliye: ulusal çaba
mebgûz: nefret edilmiş
muhakkar: hakaret edilmiş, hakir görülen, hor görülmüş
seyf: kılıç
mahkûm-ı siyâsî: siyasal mahkum
behre: kısmet, nasip, pay, üleş
fazl: erdem, kerem, üstünlük
behre-i fazl ü edeb: erdem ve edebin payı
mensî: bellekten gitmiş, unutulmuş
çehre-i mensî: unutulmuş yüz
bâr: ağırlık, yük
hazer: çekinme, korku, sakınma
bâr-ı hazer: korku yükü
me'lûf: alışkın, alışmış, huy edinmiş
eşrâf: ileri gelenler
tevâbi': uşaklar, yardakçılar
unsur: öğe, bir bütünü oluşturan her bir parça
ma'rûf: herkesçe bilinen, ünlü
unsur-ı ma'rûf: ünlü parça, ünlü öbek
re's: baş
fürûberde: aşağı eğilmiş
re'si fürûberde: eğilmiş baş
ta'kîb: izleme
mâder: ana, anne
hicranzede: ayrılık acısı çeken
mâder-i hicranzede: ayrılık acısı çeken ana
hemser: arkadaş, aynı kafada, eş, eşlik eden
muğber: dargın, gücenik, kırgın
hemser-i muğber: gücenik eş
âvâre: başı boş
hâile: facia
Tevfik Fikret
Asaf Hâled Çelebi
18 Ağustos 2021
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazıyor: ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Türk toplumundaki felsefe eksikliğini şiirleriyle gideren, ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası bir nitelik taşıyan şiirleriyle Türk şiirinde “modern gelenekçi” tavrın temsilcisi olan sezgi şairi Asaf Hâled Çelebi unutulmasın istiyorum. Ruhu şâd olsun... Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ben de bu kaygıyla Asaf Hâled Çelebi’yi şiirleriyle anmak istiyorum…
Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde bir garip kalmış şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Cumhuriyet devri Türk şiirinde kendine özel bir yer edinen, özgün, eskilerin deyimiyle ‘’nevi şahsına münhasır’’ nadir bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Benim de en çok sevdiğim bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Madem en çok sevdiğim şairdir de neden şimdiye kadar kendisini yazmadım?
Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.'' Ben de kendimin Asaf Hâled Çelebi’yi yazacak kadar yetkin olmadığını düşünüyorum. Asaf Hâled Çelebi’yi anlamak zordur, çünkü belli bir tarihi ve tasavvufi bilgi olmadan onun şiirlerini okumak güçtür ama hele hele onu yazmak daha da bir güçtür. Yine de deniyorum. Çok sayıda değişik kaynaklardan derlediğim Asaf Hâled Çelebi ve bazı şiirleri hakkındaki bu yazımı beğeneceğinizi umuyorum.
Ama önce şair hakkında kısa bir bilgi…
Asaf Hâled Çelebi
Asaf Hâled Çelebi İmparatorluğun en uzun kışını yaşadığı 1907’de İstanbul’da doğar ve 1958 yılında hayata gözlerini yumar. Babasından Fransızca ve Farsça, tanınmış bir Mevlevi şeyhi Ahmet Remzi Dede ve asıl adı Mehmet Rauf olan besteci ve müzik bilgini Rauf Yekta Bey’den de musiki ve nota dersleri alır.
Mevlâna soyundan geldiği için de ‘’Çelebi’’ soyadını alır. Nüfustaki adı; Mehmet Ali Asaf’tır. Bir süre Fransa’da kalır… Fransa dönüşünde üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim görür.
Şiirlerinde; Doğu ve Batı kültürlerini bağdaştırır, Doğu kültürüne özgü motif ve sembolleri ustalıkla kullanır, ilhamını tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, eski doğu medeniyet ve masallarından alır…
Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kurar… İslam ve tasavvuf edebiyatı yanında Fars ve Hint edebiyatına hâkimdir. İran edebiyatına vâkıftır ve şiir yazacak kadar da Farsça bilir.
Türk Edebiyatında ‘’soyut şiirin’’ ilk tanımını yapmış, şiirlerinde hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem yaratmıştır. (Kendi deyişiyle; ‘’Mesela esasen müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir.’’)
Özel hayatında ise tam bir İstanbul beyefendisidir Asaf Hâled Çelebi… Haldun Taner bir yazısında Asaf Hâled’i şöyle anlatır: ‘’Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’yi anımsatıyordu.’’
Eserleri
Sadece şair değil, yazardır da aynı zamanda Asaf Hâled Çelebi…
‘’Mevlânâ’’ (1939), ‘’Molla Câmî’’ (1940), ‘’Konuşulan Fransızca’’ (1942), ‘’Eşref oğlu Dîvânı’’ (1943), ‘’Pali Metinlerine Göre Gotama Buddha’’ (1946), ‘’Dîvan Şiirinde İstanbul’’ (1953), ‘’Nâimâ’’ (1953) ve ‘’Mevlânâ ve Mevlevîlik’’ (1957) eserlerinin yazarıdır Asaf Hâled Çelebi...
‘’Mevlânâ’nın Rubaileri’’ (1939), ‘’Seçme Rubailer’’ (1945), ‘’Ömer Havyam’’ (1954) ve ‘’Roubayat de Mevlânâ Djelal-cMIn Roumi’’ (Paris, 1950) eserlerinin tercümanıdır Asaf Hâled Çelebi...
Ayrıca çeşitli dergilerde kalan ve kitap hâline getirilemeyen makaleleri de vardır. İlk şiir kitabı ‘’He’’yi 1942 yılında, ‘’Lamelif’’i 1945 yılında ve bütün şiirlerinin topladığı ‘’Om Mani Padme Hum‘’u ise 1953 yılında yayımlar. ‘’Om Mani Padme Hum‘’; Sanskritçede Budistler’in kullandığı bir mantradır; ‘’nilüferin içindeki cevher’’ demektir.
Her bir şiiri üzerine akademik çalışmalar yapılır, onlarca makale yazılır…
Asaf Hâled Çelebi'nin şiirleri
Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerinin iki konusu vardır: Birincisi; dini motifler, tasavvuf ve mistisizm, ikincisi ise; masallardır… ‘‘Semâ-ı Mevlâna”, “Cüneyd”, “İbrahim”, “Mârâ” gibi şiirleri Asaf Hâled’in mistik şiirleri; “Nûrusiyâh” ve “He” gibi şiirleri de Asaf Hâled Çelebi’nin masal motiflerini kullandığı şiirleridir.
Asaf Hâled’in bazı şiirlerini ve açıklamalarını vereceğim… Çünkü Asaf Hâled'in şiirlerinin açıklanması gerekiyor. Aslında Asaf Hâled’in her bir şiiri ayrı bir yazı konusudur. Burada birçok şiirine yer vermemin yazımı uzatacağının farkındayım ama böylesine derli toplu bir Asaf Hâled çalışmasını da bir başka yerde bulamayacağınız için bu mahsuru göze alıyorum… Anlayış göstereceğinizi umuyorum. Asaf Hâled şiirlerinde hiç büyük harf kullanmaz, hep küçük harf kullanır. Burada verdiğim Asaf Hâled’in şiirlerini kendisinin yazdığı şekliyle alıyorum.
ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
Asaf Hâled Çelebi’nin “İbrahim” şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene gönderme yapılarak “gönlü put sanıp da kırandan” şikâyet edilir.
Bu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil’de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır.
Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.
Bu olay kutsal kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71)
Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562). Onun üç kişiyi Bâbil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir.
Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis’in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil’in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur.
Şiirde mitolojiden faydalanılarak “zamansız bahçeleri kucaklamak” ifadesiyle Hz. İbrahim’in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır’ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.
cüneyd
Şiirin başında Arapça karakterlerle şu ifade yer alır: Leyse fi cübbet-i sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
‘’Cüneyd’’ Asaf Hâled’in Türk şiirine kazandırdığı Türk şiirinin yüzakı mümtaz bir şiirdir. Âsaf Hâled’in ‘’Cüneyd’’ şiiri, tasavvufun mühim simâlarından, Cüneyd-i Bağdadi’nin “Leyse fî cübbeti sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)” tarihî sözünün Arap harfleriyle epigraf olarak verilmesiyle başlar. Bu söz Cüneyd-i Bağdadi’nin idam edilmesine yol açar. Böylelikle Cüneyd-i Bağdadi tasavvuftaki “bilen söylemez, söyleyen bilmez” düsturuna aykırı hareket ederek sırrını ifşa etmiş olur. Asaf Hâled bu şiiri ile tasavvuftaki ‘’Vahdetü’l-Vücûd’’ kavramını Cüneyd-i Bağdadi’ye (ve de Hallac-ı Mansûr’a) atfederek anlatır...
Nirvana
karanlığa geçelim
karanlığı geçelim
ne uyku
ne ölüm
hem uyku
hem ölüm
düs içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi
beni
ve seni
ve geceyi yuttu
Nirvana
Asaf Hâled Çelebi ‘’Nirvana’’ isimli bu şiirinde Buda felsefesini yansıtır… Buda’nın Hint felsefesinde Nirvana’nın çok önemli bir yeri vardır. Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. Nirvana; istek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dâhil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez.
Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar yaratmaması da imkânsızdır. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi için eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor… Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.
Buda’nın öğretisi; bir yandan ben’i yok sayarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. Buda, insanın, toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kimlikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.
Buda, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amalini falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.
Buda, öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varoluşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.
İşte Asaf Hâled bu şiirinde, ruhî huzura ve saadete ulaşmak için tasavvuf düşüncesinden Budizm’deki Nirvana’dan yararlanır. Fakat, onun Nirvana’sı kendine mahsus bir şekle bürünerek ayrı bir nitelik kazanır. Asaf Hâled, kendi Nirvanasını şöyle tanımlar; “Benim Nirvana’m Budistlerinkinden ve Tagor’unkinden şu noktada ayrılır ki, Nirvana’da saadet zirvesine erebildiğim anda bile içim rahat değildir.”
Nirvana şiirindeki ‘’karanlık’’, ‘’uyku’’ ve ‘’ölüm’’ şairin bu rahatsızlığını anlatır.
mâra
bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın
tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım mâra
başım omuzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık
Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.
Asaf Hâled şöyle tanımlamış Mâra’yı: “zihnin safvete (sâfilik, temizlik, pâklık, hâlislik), huzura ve kurtuluşa kavuşması için yapılan bir cihad manzarası gibi görünmüştür. İnsanların bağlarından kurtulmasını reddeden bu kudret mâra papima (habis mâra) Budizmin şeytanıdır. En büyük kurtuluş timsali olan Buddha’nın tamamı ile aksi olan evsafa maliktir.”
15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda...
Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Mehmed’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. Bu kitapta Mâra’nın soluk kesici hayat öyküsünün ekseninde, iç çekişmeler, romantik ya da zorlu aşklar, kanlı savaşlar, tüyler ürpertici katliamlar, karanlık entrikalar, azılı egemenlik çatışmaları yer alır... 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olmuş, Fatih ondan anamız diye söz etmiştir. Bazı kaynaklarda Mâra sultan diye geçmiştir.
he
vurma kazmayı
ferhâaad
he’nin iki gözü iki çeşme
âaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâd
ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad
Asaf Hâled, “He” şiirinde Allah’ı simgeleyen Arapçadaki “ﻫ” harfinden yola çıkarak beşeri aşktan ilâhî aşka kavuşmayı şiirleştirir. Ayrıca Arapçadaki “ﻫ” harfi Allah kelimesinin son harfi ve “O” manasına gelen Hüve’nin baş harfidir.
Şiir, Ferhad ile Şirin’in hikâyesiyle benzerlik gösterir… “He”nin iki gözünden iki çeşme şeklinde akan gözyaşları, Şirin’ine kavuşmak için dağı delen Ferhad’ın gözyaşlarıdır. Şiirde ifade edilen gözyaşı damlaları da şekil itibariyle “he”ye benzer.
Bu şiirde ‘’ferhâaad’’, ‘’âaahhh’’ ve ‘’ejderhâ’’ sözcüklerinin Arap harfleriyle yazımı da göz önüne alındığında, elif’in -“ve ayaklar altında yamyassı” dizesinde- he’ye vurulan bir kazma olduğu görülür... “Ferhâd öyküsü’’ ile “He” sözcüğü arasında da bir bağlantı kurulur. Bu şekilde Ferhâd ile Tanrı arasında birlik kurmaktadır şiir; daha doğrusu insanla Tanrı arasında.
Ayrıca Arapçadaki hâ/he kelimeleri Divan şairlerince sevgilinin gözüne de benzetilir.
semâ-ı mevlânâ
tennûre giymiş ağaçlar
aşk niyâz eder
mevlânâ
içimdeki nigâr
başka bir nigârdır
içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar
güneşli bahçelerde ağaçlar
halaka’s-semâvati-vel’ard’h
yılanlar ney havalarını dinler
tennure giymiş ağaçlarda
çemen çocukları mahmur
câaan
seni çağırıyorlar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar.
Şiir, Mevlevilikte önemli olan “Semâ” kavramı etrafında kurgulanır. Şiirin temelinde tasavvuftaki ‘’devir’’ öğretisi oluşturur. Bilindiği gibi varlıkların Hakk’tan zuhur edip tekrar Hakk’a ulaşmasını izah eden mistik görüş “devir” kavramıyla anlatılagelmiştir. Tasavvuftaki inanışa göre ‘‘âlem-i gayb’’dan (görünmeyen varlıklardan), ‘‘âlem-i şuhud’’a (görünen varlıklara) inen varlık, önce cemâd (cansızlar), sonra nebât (bitkiler), sonra hayvan, en sonra da insan suretinde oluşur.
‘’Devir’’, varlığın maddeden insan mertebesine ve oradan Allah’a ulaşması; ‘’devriyye’’ de bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.
Devir anlayışı, İslâm mutasavvıflarının ledünnî (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmi) anlamını verdikleri şu ayetlerde dayanak bulmaktadır; “sizi topraktan yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız” (Tâhâ suresi, 55), “oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır” (Nuh suresi, 14), “onlar Allah’tan geldiler ve yine Allah’a dönerler” (Bakara suresi, 156).
Bu anlayışa göre, Hakk’ın zatından oluşan ilahî nûr, madenlerden bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak, yine ilk zuhur ettiği aslına, yani Hakk’a geri dönecektir..
İnsan hâlihazırdaki suretine bürünmeden önce âlemde dağınık bir halde idi. Onlardan önce de, dört unsurda (anasır-ı erba’a), toprak, hava, su ve ateşte ve dört tabiatta (soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk) halinde idi. Bu dört unsur ve dört tabiat ise göklerin dönmesinden meydana gelmektedir. İnsan bütün bu evrelerden geçtikten, insan mertebesine yükseldikten sonra, ‘‘asıl hakikatinden haberdar olmak ve aslına dönmek’’ gereksinmesini duyar. Ondan sonra da derece derece yükselerek, Hakkâ ulaşır. Semâ, bu devri anlatır. Devir kelimesi anlatıldığı gibi varlıkların Hakk’tan gelişini ve tekrâr ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir kavramdır.
Esasen semâ ve devrân da Hakk’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devrân kavramıyla ifade edilmektedir.
Asaf Hâled bu şiirinde Mevlevî bir semâzenin semâ ederken yaşadığı hâlleri devir öğretisiyle örtüştürerek “mutlak hakikate” ulaşmayı istemektedir.
Asaf Hâled Çelebi, şiiri kurgularken Kurân’dan da alıntı yapar. Şiirde geçen, ‘’halâka’s-semâvati-ve’l-ard’h” ibaresi ise semâ esnasında ilâhiler arasında okunan ayetlerin kulaklarda çınlaması için yerleştirilmiştir.
Âsaf Hâled’in şiirde kullandığı “cân” kelimesini Mevlânâ’nın gazellerinden almıştır ve bütün varlıkların üstünde, asıl sahip olan mutlak hakikati işaret eder…
Semâ-ı Mevlânâ şiirinde kâinattaki her şey, semazen/şairle birlikte semâ dönmektedir. Şair, kâinattaki her şeyle birlikte döndüğü / kaybolduğu âlemde göğe yükselir.
‘’yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar’’
Bu bir anlamda tasavvuftaki vecd hâlidir.
‘’içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner’’.
nûrusiyâh
bir vardım
bir yoktum
ben doğdum
selimi sâlısin köşkünde
sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım
nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem sustu
babam küstü
ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh
Arapçada ‘’sâlisin’’ ‘’üçüncü’’ demek. Şiirde ismi geçen ‘’selimi sâlisin’’; ‘’Osmanlı padişahı Üçüncü Selim’’dir.
‘’Süzudilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır.
Selimi Sâlisin (III. Selim) köşkünde doğan da –anlatan- padişah çocuğudur.
Şiirde ‘’kara sevda’’dan bahsedilir. Bahsedilen ‘’kara sevda’’; III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından bestekâr Sadullah Ağa arasındaki aşktır. Başlangıçta III. Selim âşıkları idam etmek istese de sonra affeder.
Şiirde geçen ‘’annem sustu’’, ‘’babam küstü’’ vurgusu yaşadığımız çağa dönük her türlü değer yargısından, insani değerlerden ve mistik duygulardan uzak bir yaşama karşı yapılan sitem gibidir.
‘’Nûrusiyâh’’; Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ isimli eserinde geçen ‘’Aşk’’ın ‘’Hüsn’’e (iyiye, güzele) ulaşmak için ‘’Kalp Kalesi’’ne yaptığı zorlu yolculuktur. ‘’Nûrusiyâh’’ bu anlamıyla bahsedilen bu aşk hikâyesini anlatır.
‘’Nûrusiyâh’’ ayrıca tasavvufi anlamda da kullanılır; ‘‘Nûrusiyâh’’; tasavvufî anlamda bir ilahi varlığa ulaşabilmek için gelinmesi gereken son noktadır.
‘’Nûrusiyâh’’; ‘’nokta-i süveydâ’’dır. ‘’Nokta-i süveydâ’’; kalbin ortasında var olduğu tasavvur edilen siyah noktadır, insan kalbindeki ilahi mazhardır.
‘’Nûrusiyâh’’; insanı kâmil olmak için kat edilmesi gereken aşamalar ve ulaşılması gereken son aşamadır.
Ancak şiirin sonunsa Asaf Hâled bir feryat halinde çığlık çığlığa ‘’nûrusiyâh’’a erişemediğini ifade eder:
‘’ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh’’
Osman AYDOĞAN
İki ayrı depremin ardından!
17 Ağustos 2021
Deprem bölgesi ülkemizde Türkiye en son büyük depremi 22 yıl önce yaşıyor. 17 Ağustos 1999 günü gece saat 03.02'de Türkiye’nin kuzey batısında 7.4 şiddetinde bir deprem meydana geliyor, neredeyse bütün Türkiye sallanıyor, bir dakikaya yakın süren inanılmaz şiddetteki bu deprem ağırlıklı olarak Marmara Bölgesini etkiliyor ve İzmit, Yalova, Gölcük, Adapazarı ve İstanbul'un bazı bölümleri yerle bir oluyor. Bu depremde resmi olarak 17.480, resmi olmayan rakamlara göre de 40-50 bin arası insanın öldüğü söyleniyor…
Bu depremin ardından o zamanki ebedi sorumsuz yetkililer basında, TV’lerde mebzul miktarda ‘’….ceeeekkk‘’li, ‘’…..caaaakkkk!’’lı demeçler veriyor, sonra da verilen bu sözler havada uçuşup kayboluyor, geriye vergileri kalıyor, ancak sorumlular vergilerin de nerelere harcandığı bir türlü açıklayamıyor… TV’lere çıkan herbokologlar da akla ziyan abuk sabuk tartışmalar yapıyor…
Bu yazımda; önce 1999 Marmara depreminden sonra yapılan bu akla ziyan, abuk sabuk tartışmaları anlatacağım… Sonra da bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi ve ardından yaşanılan tartışmaları ve sonuçlarını anlatacağım… Sonra da sizlere bu iki tartışmayı mukayese etme görevi vereceğim!... Bu iki depremi mukayese edelim ki bizler hangi çağda yaşıyoruz bir anlayalım!...
Gerçi bu yazımı daha önce 1999 Marmara depreminin 21. yıldönümü vesilesi ile yazmıştım... Şimdi güncelleyerek tekrar yazıyorum...
1999 Marmara depremi ve deprem nedeniyle yapılan tartışmalar.
Bu depremden sonra çok tartışma yapılıyor... Belki çok şey unutuluyor ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kalıyor. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman oluyor. Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getiriyorlar…
Bunların iddiasına göre: ''Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.'' Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can veriyor. Onlar için de aynı şeyleri yazıyorlar: ''Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.''
Mesela kamuoyunda ‘’Cübbeli Ahmet’’ diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü 17 Temmuz 1999 Marmara depremini hemen ardından şu konuşmayı yapıyor; “Mevlam zina yuvalarını vurdu”, ‘’Deprem fuhuş ve faiz yuvalarını vurdu…”
Sonra üniversite kapısına sevk ettikleri türbanlı bir militan kadına pankart açtırıyorlar: ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ Gazeteci Fatih Altaylı, Radyo D'de ‘’Bab-ı Ali’’ isimli programda bu kadına "fahişe" dedi diye tazminat ödüyor… Ancak bu kadına arka çıkanlar Fatih Altaylı'ya olmadık hakaretler yağdırıyorlar... Hatta Hasan Karakaya, Fatih Altaylı'ya küfür ve hakaretler içeren bir yazısında resmen ''or... çocuğu'' (Ayna, 10 Ekiim 1999) diye hitap ediyor. Hatta 28 Şubat süreci nedeniyle TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından ifadesi alınan Fatih Altaylı bu komisyona sarf ettiği bu ''fahişe'' sözü nedeniyle açıklama yapmak zorunda kalıyor!...
Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak'ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri oluyor: "Güven Erkaya'nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu."
Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlatıyorlar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri geliyor: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’ Gerçekten de artık nerede bu tür bir Müslüman görsek, şeytan görmüş gibi şerrinden korkup Allah’a sığınır hale geliyoruz…
17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmıyor. Sadece birkaç müteahhit suçlanıyor, göstermelik olarak tutuklanıyor sonra da serbest bırakılıyorlar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmuyor. Ve sorumsuz yetkililer tarafından deprem fıtrattır deniliyor, kaderdir deniliyor, takdiri ilahidir deniliyor ve sorumluluklarının üzeri örtülüp geçiliyor… Ve ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmıyor…
1755 Büyük Lizbon Depremi
Bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi anlatmak istiyorum…
1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölüyor. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip ediyor. O dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale geliyor. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılıyor. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip ediyor.
Bu deprem Portekiz'i son derece olumsuz bir şekilde etkiliyor. Portekiz'de politik tansiyon yükseliyor, ekonomi çöküyor ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açıyor. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu'nda Cabo de São Vicente'den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin ediyorlar…
1755 Büyük Lizbon Depremi'nden sonra yapılan tartışmalar ve düşün dünyasına etkileri
Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade ediyor. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi'' inancı (Leibniz’in optimizmi) büyük yara alıyor. Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşiyor. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile topluyorlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ diyorlar… Ve devam ediyorlar; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükâfatımız büyük olacak.”
Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesi gerektiğini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklıyor. Ve diyor ki Voltaire: "Bu yaşadıklarımızın Tanrı’sal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır." Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırıyor her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunuyor depremin fiziksel nedenlerini...
Bu fikirler Avrupa'nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştiriyor. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul ediliyor…
Voltaire bu Büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazıyor: "Poeme sur le desastre de Lisbonne" (Lizbon Felaketi Şiiri) Ve bu şiir; Voltaire’nin, Leibnitz’in felsefesini eleştirdiği ‘’Candide’’ (Oda Yayınları, 2010) isimli eserinin girişi diye adlandırılıyor…
Konu dışı ama Voltaire’nin Candide’’sinde bizimle ilgili şöyle bir bölüm bulunuyor: Romanın kahramanı çıktığı uzun yolculuğun son demlerinde İstanbul'a varıyor ve bilge bir dervişe hayatın anlamını soruyor. Şu cevabı alıyor dervişten: "Sana ne be adam? Bu senin işin mi ki?" Roman kahramanız pes etmiyor, üsteliyor: "Ama efendim… Dünyada bu kadar acı ve sefalet var. Bütün bunlar neden oluyor?" Ancak bilge dervişin cevabı umut vermiyor: "İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır'a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?" Bizde de zaten hep böyle oluyor. En uzak tarihten en yakın tarihe kadar, Padişahımız ne zaman Mısır'a kutsal amaçla bir gemi yollasa içindeki sıçanların rahatını hiç mi hiç düşünmüyor! Doğu siyasetinin özü oluyor bu söz aslında… Aklıma Gülten Akın geliyor... Gülten Akın ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ diyordu ‘’İlk Yaz’’ adlı şiirinde...
Neyse, konuyu dağıtmadan gelelim Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’’ne: (şiir uzun ama burada bir bölümünü veriyorum)
“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”
Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılıyor ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söylüyor: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”
Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söylüyor: "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor". Çünkü depremde ölenler sadece yoksullar oluyor. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o "başka şey", insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de "Sosyoloji"de aranmalıydı.
İşte böyle ortaya çıkıyor Jean-Jacques Rousseau’nun ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001) adlı eseri…
Rousseau'nun; insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal bir olgu olup olmadığını, uygarlaşmanın bir insan topluluğu için zorunlu olup olmadığını sorguladığı ve ilkel topluluklardan devletli topluluklara, hukuk düzenine geçişi ve dolayısıyla insanlar arasında ortaya çıkmış olan eşitsizliğin kaynağı üzerine önemli fikirler içeren bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitabı doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açıyor.
Rousseau, bu kitabında; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "iş bölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını ve bütün bunların insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğunu iddia ediyor. Kendisini "anarşist" olarak adlandıran Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865) da daha da ileri giderek “Mülkiyet hırsızlıktır” (La propriété, c’est le vol!) diye sorunun kaynağını temelden tespit ediyor. Rousseau’ya göre uygarlık alanında atılan her adım, eşitsizlik alanında atılan bir adım oluyor. Ona göre uygarlık gelişiyor, uygarlığın gelişmesine paralel olarak mülkiyet anlayışı değişiyor. Mülkiyet anlayışının değişimi, insanların doğal durumdan kopmasına neden oluyor ve neticesinde eşitsizlik doğuyor.
Rousseau’ya göre insanlar arasında var olan iki tür eşitsizlik söz konusu oluyor: Birincisi, doğuştan gelen yaş, sağlık, beden gücü, zekâ ve ruh nitelikleri arasındaki farklılıklar. Diğeri ise siyasetin doğurduğu eşitsizlik. Rousseau, eşitsizliğin ortaya çıkışında, doğal durumdan uygar topluma geçişte kaybedilen bazı değerlerden bahsediyor. Bu değerler; acıma duygusu ve merhamet oluyor. Uygarlığın öne sürdüğü akıl yürütmenin, bu değerleri yok ettiğini vurguluyor.
Eşitsizliğin en büyük nedeni olarak öne sürdüğü özel mülkiyet kavramına gelince; Rousseau, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, geleneklerin ve alışkanlıkların çeşitliliğine bağlı olarak gerçekleştiğini söylüyor. Özel mülkiyet, toplumdaki ahlaksal çöküntünün başlıca nedeni oluyor. Bu çöküntüye, mülkiyet edinme hırsı neden oluyor. Bu hırs ve tutkunun körüklediği yozlaşmanın, yoksulu zengine bağımlı hale getirerek onu köleleştirdiğini savunuyor.
Jean Jacques Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ (Bulut Yayınları, 2007) adlı kitabında bu kitabına oranla bu düşüncelerini biraz daha yumuşak bir şekilde ifade etmeyi tercih ediyor. Özgürlükten vazgeçmenin, insan olmaktan çıkmak anlamına geldiğini vurgulayan Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ adlı kitabında insanın ancak toplum içinde özgür olabileceğini savunuyor.
Rousseau’ya göre her şeyden önce insan, Thomas Hobbes’un tam aksine (zira Hobbes’a göre insan doğuştan bencil bir varlık olarak doğmuştur) doğuştan iyi bir birey olarak doğuyor. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda kötü değildir. Toplumsal hayata geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği kötü yönetimlerin insanı kötüleştirdiğini savunuyor. Rousseau’ya göre kötülük toplumun kurumsallaşmasının bir sonucu oluyor…
Rousseau bu kitabında ayrıca şunları da söylüyor:
‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir. O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanaati altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli hem de en çirkinidir.’’
Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazıyor:
‘’İnsanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.'’ (Dikkat edin yıl 1700'lü yıllardır. Rousseau 1712-1778)
Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan haz oluyor…
Rousseau kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia ediyor. Ben de dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur diye düşünüyorum; insan vazgeçebildiği oranda zengindir diye biliyorum...
Zaten Voltaire de bu kitabı okuduktan sonra Rousseau ile olan mutat atışmalarının bir parçası olarak Rousseau’ya yolladığı mektubunda kitapla ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyor: ‘’Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.’’
Ve sonuç…
Biraz uzun yazdım ama şunu vurgulamak istiyorum: 17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalıyor…
Marmara Depremi'nin ardından 21 yıl geçtikten sonra bile 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde yine 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılıyor, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememekten bahsediliyor, yine bol miktarda ''....ceeekkk''li, ''.... caaaaakkk''lı konuşmalar yapılıyor....
İzmir'in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51'de 6.9 büyüklüğünde bir deprem meydana geliyor... Bu depremle ilgili olarak da sorumsuz yetkililer tarafından her depremden sonra olduğu gibi yine mebzul miktarda ‘’……ceeeeeek!’’li, ‘’….caaaak!’’lı konuşmalar yapılıyor…
Değişen bir şey olmuyor. Ancak gerçek olan bir şey varsa, o da; deprem için alınan vergilerin ilgisiz yerlere harcanmaya devam edileceği ve deprem fikrinin yine unutulmaya bırakılacağı oluyor…
Türkiye'nin yetkili sorumsuzları hiçbir doğal felakete karşı tedbir almıyor; ne depreme ne yangına ne de sele karşı... Türkiye’nin en büyük bekâ ve en büyük güvenlik sorunu; cehalet, sahtekârlık, ilgisizlik ve yetkililerin sorumsuzluğu oluyor…
17 Ağustos 1999 depreminde, Elazığ ve İzmir depremlerinde hayatını kaybeden insanlarımızı rahmetle anıyorum…
Arz ederim
Osman AYDOĞAN
O Belde
15 Ağustos 2021
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire, Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi olarak biliniyor. Baudelaire, "Uzak İklimlerin Kokusu" adlı şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." diyor… Bu şiirden alınmış bir dörtlük:
"Doğanın bahşettiği görülmemiş ağaçlar
Ve tatlı meyvelerle bu bir uyuşuk ada
İnce, güçlü kuvvetli erkekler var orada
Temiz kalpliliğiyle şaşırtıcı kadınlar"
Baudelaire bu şiirinde temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahsediyor…
20. yüzyılın en büyük Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de ‘’çeviri şiiri öldürür’’ diyor. Ben de bu nedenle hep şiirleri kendi lisanından okumayı seviyorum. Almancam nedeniyle Alman şairlerinden bu konuda sıkıntım bulunmuyor. Arapçam nedeniyle de Osmanlıca yazılmış şiirlerde de Divan edebiyatını okurken de bir sorun yaşamıyorum. Ancak sırf Baudelaire’ni anlamak için Fransızca öğrenmek isterdim…
Bugün de, Attila İlhan'ın ‘’Böyle Bir Sevmek'' adlı şiiriyle hemen hemen aynı konuyu işleyen, aynı anlamı veren bir başka şairimizin -benim çok ama çok sevdiğim- bir başka şiirini anlatmak istiyorum. Bu şiir, hem Baudelaire gibi temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahsediyor hem de bu şiir Thomas More'un ‘’Utopia’’ adlı eserini hatırlatıyor…
Bahsettiğim şiir Ahmet Haşim’in ‘’O Belde’’ adlı şiiri oluyor…
Ahmet Haşim de Baudelaire gibi melankolik olup, yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları hiç eksik olmuyor… Ahmet Haşim, Türk şiirinde bir şaheser olan "O Belde" adlı şiirinde, Baudelaire’nin temiz kalpli kadınlarla dolu adası gibi temiz kalpli kadınların olduğu ‘’O Belde’’yi anlatıyor. ‘’O Belde’’de; o belde, kadın ve şair anlatılıyor... ‘’O Belde’’de; sadece hüzün, akşam ve kadın bulunuyor… ‘’O Belde’’ de Baudelaire’nin adası gibi, Thomas More’un ülkesi gibi ütopya olarak, hayal olarak tasvir ediliyor. Bu hayal ürünü beldede masum, ince, huzur veren kadınlar anlatılıyor. “O Belde” kadınları; güzel, ince, saf ve leylî olarak tasvir ediliyor. Hepsinin gözlerinde hüzün ve sükûn bulunuyor:
''Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!''
Kadınların hepsi de kız kardeş ya da sevgili ya da anne olarak tasvir ediliyor. Şair daha yedi yaşında çocukken annesini Bağdat’ta kaybediyor. Şiirde geçen akşamlar ile Bağdat’ta Dicle kenarındaki akşamlar arasında benzerlikler bulunuyor…
Şair yaşadığı hayattan mutlu değildir ve ‘’O Belde’’de hayale sığınıyor. Şair, “O Belde” ile daha mutlu olacağı düşsel bir dünya kuruyor. Şair, ‘’O Belde’’de her şeyi yerli yerinde görüyor, ‘’O Belde’’ de kendisini daha mutlu hissediyor… ‘’O Belde’’, şaire ideal bir liman, eşsiz bir sığınak oluyor… Ama ‘’O Belde’’de yine de bir hüzün bulunuyor. Kadınların leylî olması, kamerin hüzünlü, denizin hasta olması şairin iç dünyasını da yansıtıyor. Deniz için kullanılan “hasta” sıfatı üzüntü hâlini gösteriyor.
Şiirde akşam, çirkinliklerden, ikiyüzlülüklerden ve kötülüklerden arınmış bir dünyanın başlangıcı oluyor. Bu nedenle "O Belde"de şair de kadın da özlemle akşam ufuklarına bakıyor…
Şiirde kadın güzeldir. Ancak bu güzellik maddi olmuyor. Kadın güzeldir; kadın, akşam ufuklarına gözleri özlemle bakıyor. Kadın güzeldir; çünkü yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyor:
''Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var.''
Şiirde, akşamla kadın bütünleşiyor, özdeşleşiyor. Bu bütünleşmenin, bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak akşam, kadının güzelliğinde toplanıyor.
Akşamın ilerleyen saatlerinde, acılara sığınak olan, düşüncelere liman olan mavi bir deniz, sevimli yüzünü bize gösteriyor.
Ancak bütün bu kavramlar; kadın, akşam, deniz ve şair, hüzünden anlamayan, yalnızca maddeyle ilgilenen insana yabancı kalıyor:
“Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.”
Çünkü bu tür insanlar, şairi böyle hayalleri için "budala", kadını ise yalnızca genç bir kadın olarak, maddi olarak değerlendiriyor. Oysa anlam gözlüğünden bakıldığında, kadın gençliği için değil, içinde taşıdığı hüzün için güzel kabul ediliyor:
“Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir mânâ”
Denizin ve akşamın da bir ruhu bulunuyor. Onlar da insan gibi acı çekiyor, kıskanıyor ve güceniyor. Onlardaki bu duygulanmayı, ancak hüzünden anlayanlar bilebiliyor. Somut hayat görüşü taşıyan insanlar, ne denizde, ne akşamda, ne kadında, ne de şairde bir anlam bulabiliyor. Bu insanlar, akşamdaki hüznü, denizdeki gücenikliği ve isteksizliği ise hiç göremiyor…
Şair ve kadın için, akşamla başlayan ve mavi gölgeli bu beldeden uzak ve ayrı yaşamak bir gurbet halini alıyor… Bu ideal beldeye ulaşmak mümkün bulunmuyor. Hayal edilen bu belde, dünya üzerinde bulunmuyor. O beldenin yanı başında duran deniz ruhlara sürgit huzur veriyor:
''Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.''
‘’O Belde’’deki kadınlar hep güzel oluyor, çünkü geceye ait oluyorlar. Akşam, yüzümüzdeki bütün ayrıntıları ortadan kaldırdığı için, akşamla birlikte her şey güzel oluyor. Geceye karışan, geceyle bütünleşen bütün kadınlar da o beldede güzel oluyor. Çünkü hepsinin gözlerinde hüzün bulunuyor.
Hissetmesini bilen kadın güzeldir.
Attila İlhan, ''Böyle Bir Sevmek'' isimli şiirinde ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' diyerek hayalindeki kadını aradığını söylüyor. ''O Belde'' isimli bu şiirinde de Ahmet Haşim hayalindeki ülkeyi ve bu hayal ülkesinde hayalindeki kadınları arıyor, ancak bu arayışın sonu yine hüsran oluyor. Sonunda şair, gerçeğe teslim oluyor ve evrensel bir gerçeği anlatıyor:
“Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz.”
(Ve uzak mavi bir ülkeden ayrı kalarak
bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz.)
Evet...
Eyyyy ''O Belde''nin hissetmesini bilen, yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyan, güzel, ince, sâf ve leylî kadınları! Bizler, bizler, bizler bu yerde, bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûm bulunuyoruz!
Gerçek hayat; karanlık, mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemiyor. Aşk uğruna her şey feda ediliyor, kimselere yaranılamıyor derken, şair, ''O Belde''de ve ''O Belde''nin gözlerinde hüzün ve sükûn olan, güzel, ince, sâf, leylî kadınlarının özlemi içinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalıyor:
‘’Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...’’
Osman AYDOĞAN
Şiirin aslını vermeden önce genç arkadaşlarım için küçük bir sözlük ve sonra da şiirin aslını ve Mehmet Fuat'ın düzeltmesiyle günümüz Türkçesini veriyorum:
Melâl-i hasret ü gurbet: Hasret ve gurbet üzüntüsü
Ufk-ı şâm: Akşam ufku
Mesâ: Akşam
Âlâm-ı fikir: Acılı, hüzünlü düşünceler
Mersi: Liman, sığınak
Melal: Hüzün, keder
Âşinâ: Tanık
Gam-ı nermîn: Hafif üzüntü
Muğber: Gücenmek
Lerze-î Istitâr: Gizli dalgalanma
Menâtık-ı dûşîze-yi tahayyül: El değmemiş hayal bölgeleri
Ârâm: Durmak, dinlenmek
Sükûn-ı menâm: Uykusuz gece
Nefy ü hicre: Sürgün ve ayrılık
İşte şimdi Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...
Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’
denizlerden
esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
bilsen
özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
ne sen
ne ben,
ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
ne de düşünce acılarına bir liman
olan bu mavi deniz
iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
sana yalnız bir ince genç kadın,
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü insan,
bu düşük açlık, bu kirli bakış,
bulamaz sende bende bir anlam,
ne bu akşamda ince bir kaygı,
ne de durgun denizde bir gücenik
içine kapanma ve isteksizlik titreyişi.
sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
topluyor ruhunun kokusunu sanki,
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...
o belde?
durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
mavi bir akşam
hep dinlenir üstünde;
eteklenir deniz
döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
hepsinin gözlerinde hüznün var,
hepsi kızkardeştir veya sevgili;
gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
onların ruhu gücenik akşamdan
yoğunlaşmış menekşelerdir ki
durmadan durgunluk ve susmayı arar;
ayın hüznünün ışıksız alevi
sığınmış sanki yalnız ellerine.
o kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
sonra dalgın akşam, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine...
o belde
hangi bir hayal anakarasında?
hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
bir yalan yer midir, veya var olan,
ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
bilmem ... yalnız,
bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
bende hüzün ve ilham tellerini.
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...
Olvido
15 Ağustos 2021
Sitemi takip edenler bilirler; sitemde bir ‘’şiir’’ bölümü bulunuyor… Bu bölümde Turgut Uyar’dan Muhyiddin Abdal’a, Hayyam’dan Tevfik Fikret’e, Vedat Türkali’den Nâzım Hikmet’e, Attila İlhan’den Ahmet Hâşim’e ve tabii ki çok daha fazla şairlerin şiirlerini paylaşıyorum… Daha yenilerde Halide Nusret’in ‘’Git Bahâr’’ ve Can Yücel’in ‘’Buluşmak Üzere’’ isimli şiirlerini paylaşmıştım… Tabii ki de uzun uzun da şiirleri anlatıyorum…
Şiir üzerine
Çünkü şiirin ufuklar açtığını, ufkun bilinmedik gerçeklerinin alanına yelken açtığını, şiirdeki anlamın da şiirin sunduğu imgeden, hayalden kaynaklandığını, şiirin yaşamın anlamını aradığını, araştırdığını düşünüyorum. Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi olduğunu değerlendiriyorum. Aslında, söz konusu "anlam"ın da felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak ve anlamak olduğunu değerlendiriyorum. Bu nedenle şiir felsefeye ve metafiziğe yakın duruyor diye kıymetlendiriyorum. Tüm bu çerçevede ise şair; kendi ruhunu bulan insan, şiir okuyan ise kendi ruhunu arayan insandır diye düşünüyorum. Şiiri; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygudur diye kabul ediyorum… Ve şiirin her okunuşunda yeniden yeni bir anlamla yazıldığını, okuyanın ona her okuyuşunda yeni ve farklı anlamlar yüklediğine inanıyorum...
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire şiir konusunda şöyle diyor; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir…’’
Mademki şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmemiz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir, o zaman ben de bugüne şiirle devam edeyim istiyorum… Bugün de şiirlerin en güzellerinden birisini anlatacağım…
Olvido
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazıyor; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına ‘’Fahriye Abla’’sıyla tanıdığımız Ahmet Muhip Dıranas’ın felsefi derinliği olan harika bir şiiri bulunuyor: ‘’Olvido’’... Aynı zamanda benim şiir hakkındaki düşüncelerimin tamamını içinde somutlaştırmış bir şiirdir ‘’Olvido’’…
‘’Olvido’’ olarak yazıldığında "unuturum", ‘’olvidó’’ olarak yazıldığında ise "o unuttu", isim olarak ‘’el Ovido’’ kullanıldığında ise unutulmuşluk, meçhullük, yitiklik anlamına gelen bir İspanyolca sözcüktür ‘’Olvido’’...
Cemal Süreya'ya göre, Dıranas'ın şiirleri arasında 19. yüzyılın önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire karamsarlığının ve iç sıkıntısının en çok hissedildiği şiirdir ‘’Olvido’’...
Edip Cansever'in en sevdiği şiirlerden birisidir ‘’Olvido’’… Edip Cansever’e göre şiirimizin klasiklerinden, köşe taşlarından birisi, en başlarda gelenidir ‘’Olvido’’… Edip Cansever'in; ''Bildiğim tek şey, yaşlanmayan bir şiirdir 'Olvido', Türk şiirinin başyapıtlarından biridir'' diye tanımladığı şiirdir ‘’Olvido’’...
Edip Cansever ‘’Şiiri Şiirle Ölçmek’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı kitabında şunları yazıyor ‘’Olvido’’ için: “ 'İşte böyle kendime hayatımı anlatıyorum' diyen Nietzsche, ekler gibidir. 'Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.' Bu sözleri bir an için şiire uygulayabilirsek, karşımıza sık sık çıkacak şiirlerden biri de 'Olvido'dur diyebilirim. Gerçekten de bütün dizeler güvercin ayaklarıyla doluşuyor şiire: Usul usul, sokulgan, biraz da ürkek. Ama bir toz ve tüy karışımını havalandırıyor gene de. Sessizliğin katılığı, sessizliğin yumuşaklığı bu... Sonra? Başlıyor yaşamını anlatmaya. Kime? Kime olacak, kendi yaşamını kendine. Dış dünya ile bir diyalog kurmuyor Dıranas. Kurmasın! Nasıl olsa fısıltılarla gelen o ürpertili monoloğu duyuyoruz biz. Ölüsüne iç çeken, yasını içine akıtan bir tragedya kişisi gibi konuşuyor kendi kendisiyle. Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz…''
Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz bir şiirdir ‘’Olvido’’... Türkçenin en kederli, en hüzünlü, en duygusal, en yumuşak ve en güzel bir şiiridir ‘’Olvido’’… Unutmanın sanki gamları, kederleri alacakmışçasına unutuşa en güzel seslenen bir şiiridir ‘’Olvido’’… Hava kararınca çöken aşk acısını, yalnızlığı, gamı, kederi, endişeyi ve bunlardan kurtulma çabasını en güzel anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... Yalnızlığın başka hiçbir şiir tarafından bu kadar güzel anlatılamadığı bir şiirdir ‘’Olvido’’… Freud'un; ''Gerçeğin sesi yavaş çıkar'' sözünü haykırırcasına sizi rahatsız etmeden gerçekleri usul usul, sessiz sessiz, için için anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... İçinizdeki o ince ve o derin hüznünüzün en somut yansımasıdır ‘’Olvido’’…
Kızarmış, sararmış, solmuş sonbahar yapraklarının dallarından kopup salına salına düşüşü gibi içinizdeki karamsarlığı, kasveti, kederi, hüznü, yalnızlığı alıp salına salına yok oluşa gönderen bir şiirdir ‘’Olvido’’...
‘’Olvido’’da akşamüstüler hoyrat oluyor… ‘’Olvido’’da gün, yalnızlığımızla doldurup her tarafı, gitti mi saltanatıyla gidiyor… ‘’Olvido’'da pişmanlıklar insanın ruhuna dalga dalga hücum ediyor… ‘’Olvido’’da ruh atılan oklarla delik deşik oluyor... ‘’Olvido'’da aşkın güzelliği söylenmeyişinde ifade ediliyor… ''Olvido''da şiirler kâğıtlarda yarım bırakılıyor... ‘’Olvido'’da bir gülüşü olsun görülmemiş kadın aşkın aynasında ölümsüzleşiyor… ‘’Olvido'’da unutuşun, bizi gamlardan, kederlerden kurtarması isteniyor...
Her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bir şiir oluyor ‘’Olvido’’…
Sizlere sağlıklı, sıhhatli, mutlu, huzurlu ve şiirli güzel bir Olvido, pardon, güzel bir Pazar günü diliyorum…
Osman AYDOĞAN
Olvido
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
Ahmet Muhip DIRANAS
Git Bahâr
13 Ağustos 2021
Epeydir şiir paylaşımlarıma ara vermiştim. Dün Can Yücel’i anmak maksadıyla onun ‘’Buluşmak Üzere’’ adlı şiirini paylaşınca epeydir şiir paylaşmadığım aklıma geldi. Hâlbuki 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire (1821-1867); “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir’’ derdi… Ve ben günlerdir şiir paylaşmıyorum…
Öyleyse şiire devam…
Hâlide Nusret Zorlutuna
Hâlide Nusret Zorlutuna, "Kadın yazarların annesi" (ümmül muharrirat) olarak anılıyor… Hâlide Nusret Zorlutuna, romancı Emine Işınsu'nun annesi ve yazar Pınar Kür'ün teyzesi oluyor…
Hâlide Nusret ipek kalpli bir şair olarak tanınıyor. Zaten hangi şair ipek kalpli değildir ki? Hâlide Nusret, sevdiği gençle nişanlanıyor fakat ailelerin anlaşmazlıkları sonucu nişan yüzüğünü iade etmek zorunda kalıyor. Bu kadar narin ve nahif ruhlu olan sanatkâr ve şair Hâlide Nusret; yıkılışlar, devrilişler ve savaşların eşliğinde şahsiyetini inşa ediyor. 1926 yılında Süvari Yarbay (sonra da General) Aziz Vecihi Zorlutuna ile evleniyor…
Hâlide Nusret Zorlutuna’nın güzel bir şiiri bulunuyor: ''Git Bahâr''...
Önce şiiri okuyalım:
Git Bahâr
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.
Mâbettir orası, meyhane değil!
Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün!
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.
Gerçekten güzelsin, efsane değil.
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için
Diz çöken kızları ürkütme sakın!
Kalbime girme, o kâşane değil!..
Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül,
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,
Gördüklerin kandil… Peymâne değil!
(‘’Peymâne’’: Osmanlıca bir sözcük ‘’Kadeh’’ demek, ‘’Kâşane’’ ise ‘’süslü köşk’’, ‘’saray’’ demek.)
Hâlide Nusret Zorlutuna’nın bu şiirle beraber, bu şiir başlangıç olarak birbirinin devamı dört şiiri bulunuyor: ‘’Git Bahâr’’ (1919); ‘’Ağla Bahâr’’ (1921), ‘’Gel Bahâr’’ (1936) ve ‘’Bahâr Geldi’’ (1949) isimli şiirleri bir birinin devamı niteliğinde oluyor…
Şiiri okuduğumuzda akla ilk gelen buruk bir ‘’aşk şiiri’’ oluyor… Ama öyle olmuyor…
Şair, birbirinin devamı bu şiirleriyle Mondros mütarekesiyle başlayan makûs kaderi, tedrici olarak esaretten kazanımlara, kurtuluşa uzanan ulusal başarıları anlatıyor… Bu şiirler; “Esaret’’ (Git Bahâr), ‘’Yas’’ (Ağla Bahâr), ‘’Çağrı’’ (Gel Bahâr) ve ‘’Muştu” (Bahâr Geldi) olarak sıralanıyor.
Hâlide Nusret Zorlutuna , yukarıda verdiğim ‘’Git Bahâr’’ isimli şiirinde, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesiyle memleketin içine düştüğü karanlık halini anlatıyor… Bahârın saadet duygusunu yok eden, vatanın esareti oluyor… Şair, burada bahârı mevsim olarak, ilkbaharı değil, sonbahar mevsimini kastediyor…
‘’Kapısı kilitli, mihrabı bomboş
Mâbettir orası, meyhane değil.’’
Şair bu dizeleriyle Türk yurdunu, kutsiyetiyle bir mabede benzetiyor… Şaire göre mâbed ehli, uyanıyor, gaflet perdesini aralıyor… Şaire göre mâbet, miskinlerin, sarhoşların pineklediği bir mekân, yani meyhane olarak görülmüyor…
‘’Kalbime girme, o kâşane değil!..’’ derken şair yurdun işgaliyle kalbinin, kırık, karanlık ve harap olduğunu anlatıyor... O kalbinin kâşane olabilmesi için ülke üzerindeki kara esaret bulutunun kalkması gerektiğini dile getiriyor.
‘’Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş.’’
Şair bu şiiriyle (Git Bahâr) sanki günümüzdeki; ülkenin o karanlık günlerini ve o karanlık günlerden nasıl kurtulduğunu, bu yüce Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlamayan, tarihini bilmeyen, bilmeden ahkâm kesen, tarihini çarpıtan, olmadı yalan söyleyen, Arap hayranı, bu çağdaş Cumhuriyeti bir çiftliğe, bu köklü devleti bir aşirete, bu milleti bir ümmete dönüştürmek isteyenlere sesleniyor gibidir: ''Tamam.. Git artık!''
Şair bu seslenişte, ''Mâbeddir orası, meyhane değil!'' diyor… ''Cumhuriyettir burası, çiftlik değil!'' diyor…''Devlettir burası, aşiret değildir’’ diyor… ''Meclistir burası, saray değil!'' diyor… ''Millettir burası, ümmet değil!'' diyor… Ve ardından cesurca haykır haykır haykırıyor: ''Tamam... Git artık!''
Bunları dedikten sonra da kara kışın habercisi o ‘’sonbahâr’'a isyan ediyor şair; ''Tamam... Çekil bu gölgeli yolda gezinme!'' artık diyor şair...
Sanki şair günümüzdeki hoyratlığa, kabalığa, sığlığa, kumpaslara, yalana, dolana, riyaya, iftiralara, sahtekârlıklara, kof bir gurura, fır döndülere, ilkesizliklere, betona, ranta, çıkara, haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere, vefasızlıklara, yeteneksizlere, beceriksizlere, ham ervaha hepsine birden sesleniyor: ''Tamam!... Git artık git!...'' diyor şair... ‘’Tamam git artık git!...’’
Osman AYDOĞAN
''Git Bahâr'' şiirinin orijinal Osmanlıca yazılmış hali:
Buluşmak Üzere…
12 Ağustos 2021
Hem yaz tatilindeyiz… Daha yeni Bayram tatilini de geride bıraktık…
Salgına rağmen kiminiz büyükleriyle, kiminiz küçükleriyle, kiminiz sevdiğiyle ‘’buluşmak üzere’’ yollara düştünüz… Muhtemel ki çoğunluğunuz da denizde, Ege Denizi’ndesinizdir…
‘’Buluşmak üzere’’ öylesine basit bir söz terkibi değil… Ne derin anlamları vardır… ‘’Buluşmak üzere’’ diye kimi zaman yollara çıkarken, bir veda anında söyleriz… Kimi zaman özlemin bitip de kavuşma anına yakın zamanda söyleriz… Kimi zaman bir özlemi, bir hasreti gidermek için söyleriz…
Ve de en çok ‘’buluşmak üzere’’ diye şiirlerde söyleriz…
Şiir, bu özlemde bize ufuklar açar… Şiirdeki anlam da, şiirin bize sunduğu imgeden, hayalden kaynaklanır… Şiir, yaşamın anlamını arar… Şiir, her okunuşunda yeniden doğar… Ve şiir, okuyanın her okuyuşunda ona yeni ve farklı anlamlar yükler…
İşte bugün yaptığım tanıma uygun bir şiir paylaşacağım: Can Yücel'in bir şiiri: ''Buluşmak Üzere'' (Can Yücel, ''Sevgi Duvarı'', Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015)
Mutat olduğu üzere önce açıklama sonra şiiri değil de bu defa önce şiiri veriyorum, sonra ‘’buluşmak üzere’’, pardon sonra da açıklaması...
Buluşmak Üzere…
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Görüldüğü gibi şiir üç bölümden oluşur.
Birinci bölümde ‘’aşk’’ anlatılır.. Evinin kadınına olan aşk, yaşanan mutlu bir evlilik ve beraberlik anlatılır: ''Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın, dar attın kendini karşı evin sundurmasına, işte o evin kapısında bulacaksın beni…''
İkinci bölümde ayrılık ve cennet tasviri vardır: Erkek yaşlanmıştır... Ölümü beklemektedir... Ayrılık vakti gelmiştir... O çok sevdiği kadınından ayrılacaktır artık... Şairin kadınıyla cennette buluşma arzusu vardır. Ama bu cennet gökyüzünde değil, cennet olan Ege Denizinin altındadır: ''Çil çil koşuşan balıklar, lapinalar, gümüşler, eylim eylim salınan yosunlar, onların arasında bulacaksın beni…''
Üçüncü bölümde ise Cumhuriyet değerlerinin ve kazanımlarının savunulduğu meydanlara vurgu yapılarak daha özgür ve mutlu bir dünya için mücadele anlatılır. Bir anlamda bir vasiyet gibidir: ''Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı, herkes orda sen de ordasın, herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından, yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi diyor.'' Belki de bu nedenledir meydanları, özellikle Taksim meydanını harab ederler, tarümar ederler, darmadağın ederler, şairi de mezarında bile rahat bırakmazlar, habire mezarını yıkarlar, tahrip ederler...
İşte bu nedenle yürek çağrısı bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İşte bu nedenle yürek burkan bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İnsana defalarca ama defalarca, bıkmadan, usanmadan, doymadan okuma arzusu veren bir şiirdir Can Baba'nın bu şiiri.
Şimdi bu şiiri yüreğiniz burkula burkula bir daha bir daha okuyunuz…
Ağustos ayı Can Yücel’in ayı idi. Doğdu 21 Ağustos 1926, göçtü bu dünyadan 12 Ağustos 1999. Oruç Aruoba, Cemal Süreya'nın vefatından sonra, "bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır" demişti... Öyle de oldu, Can Yücel de kapatınca gözlerini bu dünyada görülecek şeyler şimdi çok daha fazla azaldı…
Cicero; ‘’Ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’ derdi… Ben de Can Yücel’i bu şiiri ile anmak istedim…
Ruhu şâd olsun…
Osman AYDOĞAN
Türkiye’nin Nietzsche’si: Oruç Aruoba
22 Haziran 2020
Avusturyalı filozof Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889 - 1951) dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunur…
Türkiye’de Wittgenstein’ı tanıyan herkes büyük bir çoğunlukla çevirmen, yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba vasıtasıyla tanımıştır. Çünkü Wittgenstein’in tek eseri ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’ (YKY, 1996) Oruç Aruoba tarafından çevrilmiştir. Oruç Aruoba aynı zamanda ülkemizdeki nadir Wittgenstein uzmanlarından birisidir… Ben ise Oruç Aruoba’yı tersten tanıdım… Avusturya’da tanıdığım Wittgenstein’ı Türkçesini okumak için ararken, malum ki felsefi kitapları aslından okumak oldukça zordur, çevirmen Oruç Oruoba’yı tanıdım…
Bu yazımda sizlere kısaca; Türkiye’de felsefe yapan, felsefi metinleri okuyan, üzerinde düşünen ve onları anlayan Türkiye’nin önemli ve ender düşünce insanlarından birisi olan Oruç Aruoba’yı tanıtmak istiyorum…
Hayatı
Oruç Aruoba, 1948 yılında Karamürsel'de doğar… TED Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesinde psikoloji lisans ve yüksek lisansını tamamlar. Yine Hacettepe Üniversitesi'nde felsefe bilim uzmanı olur ve felsefe bölümünde doktorasını yapar. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ve Bilge Karasu’nun öğrencilerinden birisi olur. Aynı üniversitede öğretim üyeliği yapar (1972-1983). Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği (1976-1977) ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington - Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulunur. Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar, şair ve felsefeci olarak devam eder. Çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yapar. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlanır… Felsefe kitaplarının yanı sıra şiir ve şiirsel metinlerinden oluşan kitaplar yazar… Aruoba, Felsefe Sanat Bilim Derneği'nin her yıl düzenlediği "Assos’ta Felsefe" etkinliklerine de konuşmacı olarak katılır…
Oruç Aruoba, uzun yıllar öğretim görevlisi olarak çalıştığı Hacettepe Üniversites'nden genç denebilecek bir yaşta 1983 yılında 12 Eylül kurumu olan YÖK'ü protesto ederek ayrılır… Ankara'dan İstanbul'a taşınır. Ancak felsefeden kopmaz... Yazar ve çevirmen olarak hayatına devam eder.. Aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme alarak Türkiye'de pek çok okura ulaşır. Yıllar sonra İstanbul'u da terk edip İzmir'e yerleşir vefat edene kadar orada yaşar.
Çevirileri
Oruç Aruoba; Hume, Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rainer Maria Rilke, Hartmut von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashō gibi düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini Türkçeye kazandırır. Bunlar içerisinde David Hume’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (Say Yayınları, 2020), Friedrich Nietzsche’nin “Deccal” (İthaki, 2008) ve girişte bahsettiğim Ludwig Wittgenstein’ın “Tractatus Logico-Philosophicus” (YKY, 1996) eserleri en bilinen tercüme eserleridir. Felsefi eserlerin tercüme zorluğundan bahsetmiştim. Felsefi eserleri tercüme etmek bir yana yine Avusturya’da tanıdığım 20. yüzyılın başında Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke’nin şiirlerini tercüme etmek bugün Almanca biliyorum diyen her babayiğidin harcı değildir…
Aruoba hem Türkiye’de bir Nietzsche ve Wittgenstein uzmanıdır hem de Türkiye’nin Nietzsche’sidir. Türkiye’de Wittengstein, Rilke ve Nietzsche uzmanı tek felsefecidir dense yeridir…
Şair Oruç Aruoba
Aruoba, aynı zamanda Japon edebiyatı kökenli bir şiir türü olan ‘’haiku'’nun (kısa şiir), Türk edebiyatındaki temsilcilerinden de birisidir… Aruoba şiirlerinde kendine özgü olarak üslup ve noktalama işaretleri kullanır…
Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Murathan Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir düşünürümüzdür Oruç Aruoba…
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir aynı zamanda Oruç Aruoba…
12 Eylül’ün eğitim ve düşün dünyasına olan etkisi üzerine
12 Eylül ile başlayıp, 1982 Anayasası ile desteklenen ülkenin depolitizasyonu sürecinde felce uğratılan, daha sonra iktidara gelen yönetimlerce de düzeltilmeyip daha da kötürüm hale getirilen eğitim sistemimizin ve düşün dünyamızın ne hale geldiğini, düşünen beyinler yerine bir nasıl uyuyan ve uyudukça da uyuşan beyinler yetiştirildiğini ‘’Plan-pr.com'’ İnternet sitesinden İpet Altınay ile yaptığı söyleşide şöyle anlatıyordu Oruç Aruoba:
"Ben üniversitede hoca iken (12 Eylül öncesi) çok başka bir süreç vardı. Liseden yollarını bulmuş olarak geliyorlardı. Bulduklarını sanarak geliyorlardı. Tek yol devrim, tek yol İslam, tek yol bilmem ne, diye geliyorlardı. Bizim üniversitedeki işimiz de büyük çapta kafaları temizlemek oluyordu. Tek yol yoktur, diye uğraşıyorduk. 12 Eylül'den sonra bomboş kafalar geliyor. Bence Türk toplumu 12 Eylül'den şöyle bir sonuç çıkardı: Bunlar ne yaptılar? Düşündüler. Düşününce ne yaptılar? Bir ideolojiye sahip oldular. Bir ideolojiye sahip olunca ne yaptılar? Başka türlü düşünenleri öldürmeye başladılar. O zaman geriye dönelim. Düşünme. Düşünürsen ideolojin olur, ideolojin olursa öteki ideolojiden olanları öldürürsün. Bu da çıkar yol değil. Sonu yok. Vazgeç. Böylece düşünmekten vazgeçtik."
Günümüz anlamak için bu tespit üzerinde iyice düşünülmelidir diye değerlendiriyorum.
Eserleri
Oruç Aruoba’nın eserleri ağırlıklı olarak Metis yayınlarınca yayınlanır. Aruoba’nın eserleri şunlardır: ‘’Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar’’ (1990), ‘’De ki İşte’’ (1990), ‘’Yürüme’’ (1992), ‘’Hani’’ (1993), ‘’Ol/An’’ (1994), ‘’Kesik Esin/tiler’’ (1994), ‘’Geç Gelen Ağıtlar’’ (1994), ‘’Sayıklamalar’’ (1994), ‘’Uzak’’ (1995), , ‘’Yakın’’ (1997), ‘’Ne Ki Hiç’’ (1997), , ‘’İle’’ (1998), ‘’Çengelköy Defteri’’ (2001), ‘’Zilif’’ (2002), ‘’Olmayalı’’ (2003), ‘’Doğançay'ın Çınarları’’ (2004), ‘’Benlik’’ (2005) ve ‘’Meşe Fısıltıları’’ (2007)
Oruç Aruoba’nın kitaplarından alıntılar
Oruç Aruoba’nın bahsettiğim bu kitaplarından bazı alıntılar veriyorum… Ancak bu alıntılar Aruoba’nın şiirlerinden kısa bölümlerdir… Bu alıntıları okuyunca kendi kendinize soracaksınızdır muhtemelen: ‘’Ben mi Oruç Aruoba’yı okudum yoksa oruç Aruoba beni mi yazdı?’’
Sözü Oruç Aruoba’ya bırakıyorum…
Çengelköy Defteri
‘’İki çakmağım var: birisinin gazı bitmiş ama hâlâ çakıyor; ötekinin taşı bitmiş ama hâlâ gazı var: Çakanıyla gazı olanını yakıyor; sigaramı öyle yakıyorum.
— hep bir ayarlama ve uyarlama değil mi ki zaten, yaşam?’’
Zilif
"Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum,
uyuşamadık.
Hepsi bu."
‘’Her şeyden vazgeçerim, ne isem o olmaktan vazgeçmem. Uyuşmazlığımı mazur görün ya da görmeyin..’’
"...İnsan olan insan çok az, bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: İnsan insan oldu mu, acı çeker..."
‘’Garip işte: Beni tanımaya en çok o ‘tanımayanlar’ yaklaştı...”
“Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan onlar oldular.” –
Benlik
''Yengeç, suda yaşar; ama yüzme bilmez – suyun içinde, yürür.''
Yakın
"Ateş
yakabileceği her şeyi
yakana dek
yanar-
ancak o zaman
söner..."
"Ateş yakan, yeri ve zamanı gelince,
ateşini söndürme koşullarını da düşünmeli ve bilmelidir.
Ateş yakmayı bilmek,
ateş söndürmeyi bilmeyi de
gerektirir."
Tümceler
“Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluk'tur...”
‘’Ne çok yol, ne az varış.’’
Olmayalı
“Yaşamın anlamını arayıp arayıp –hep bulduğunu sanıp, hep bulamadığını anlayıp– hep yeniden araman, doğrudur: yaşamın anlamı tam da odur işte: hep arayıp arayıp —-bulduğunu sanıp, bulamadığını anlayıp– hep yeniden aramak zorunda olduğun..
o'dur, anlamı, yaşamının.”
Hani
"Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
o, işte..."
‘’İşte, bak:
Gidiyor o tekne-
Kimseyi getirmemişken.’’
“Ayırd edemiyorum
İçimdeki kıpırtılarla
Dışımdaki tangırtıları;
Yaptıklarımsa, hep yanılgılardan;
Yanılgılar.”
‘’Birleştiremiyorum
içimdeki kopukluklarla
dışımdaki bozuklukları;
yazdıklarımsa, hep yansılardan;
Yansılar.’’
‘’Hayal ile gerçeklik ilişkisi, bir güçlülük ilişkisidir: Hangisi daha güçlüyse, öteki, ona boyun eğer.’’
‘’Gerçeklerin bilinmesinin acı payını, hep hayaller öder.’’
"Gerçeklerle baş etmenin en iyi yolu, hayal kurmaktır."
‘’Felsefe, kişinin baş edemediğiyle boğuşmasıdır.’’
"Felsefe direnmektir, dünyaya."
"Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
-ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamını, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu, aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da, bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini...
Ama anlatamayacaksın ki..
- Çünkü, daha kendini bile gereğince anlamamış olacaksın bunu.."
Uzak
"Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür.
Kişi ne yaparsa yapsın, hep, ya bir şeylere birilerine yaklaşıyor, ya da bir şeylerden birilerinden uzaklaşıyordur. -hiçbir zaman, bir yerde- birileri ile birlikte duruyor değil: hep yürüyor..."
‘’Sevgi, özleminin kaynağı değil;
özlem; sevginin ölçüsüdür.
Sevdiğini bilmen, özleyebilmendir.
Ancak özlediğini bildiğin, sevebildiğindir. Sevdiğindir.
Özlem, sevgi değil;
Sevgi, özlemdir.’’
"Tavşan besleyen, havuç da yetiştirmelidir."
"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısındaki boşluk gibi.’’
‘’Özlem, örneğin işitmeyeceğini bildiğin birine-yalnızca ona; ama kendi kendine-neredesin? diye seslenmendir.’’
‘’Özlem her şeyi yakandır. Ancak da her şeyi yaktığında özlemdir.’’
"Özlem, görememenin yorgunluğudur..."
‘’Özlem, uzaklığın ayıramadığıdır.
Özlem, uzaklıkta ayrılmamışlıktır.
Özlem, ayrılmamış uzaklıktır.
Özlem, ayrılamayan uzaktalıktır.’’
"Özlem, dilektir.
Lütfen bu gece üşümesin.
Lütfen bu gece acılanmasın.
Lütfen bu gece rahat uyusun."
‘’Özlem ile acı arasında da garip bir ilişki vardır:-
Özlem, fazlaca güçlü olunca da acı payı yükselir, azalmaya
yüztutunca da — özleyen,
çoğalan özleminin acısını da çeker;
özleminin azalmakta olmasının da…
Özlem, çok da olsa, az da;
hep, acılıdır.’’
"Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin.’’
“Yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak.’’
İle
"İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır; insanca özlemler değil."
"Sevgi, iki insanın birbirlerinin yüzlerine bakmaları değil, birlikte aynı yöne bakmalarıdır."
‘’Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (...) delik deşik eder ilişkiyi.’’
"Sen
karanlık beynimin aydınlık köşesi
siyah düşüncelerimin beyaz döşeği
pırılpırılsın
burada.
Ben
ışıklı yolunun karanlık köşesi
beyaz düşlerinin siyah döşeği
kapkarayım
orada."
"Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir…"
‘’Hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın —— ‘Kaçtım’ dedin...’’
‘’Her insan bir uçurumdur.’’
'' Uçurumun karşılıklı iki yakasından, aynı anda, atlamak; dibi boylarken de, ortada, bir kısa an, elele tutuşmak...
Kim bilir, belki de her ilişki, zaten, böyledir...''
Yürüme
"Kişinin kendi üzerine soruları arttıkça, yanıtları azalır. (-zaten tersi doğru değil mi: kendi üzerine bütün yanıtları 'bilen' kişi, kendini hiç sorgulamamış kişi değil mi -yani insanların çoğunluğu...)"
“Yapmadıklarımız, yapmak istemediklerimizdir, yapamadıklarımız da, yapmak istediklerimiz.”
"Bütün dert; ötekilerle bir arada yaşamak zorunda olup, bir arada yaşamaya dayanamamızdadır."
“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir.”
"Yol iki yer arası değildir; yer iki yol arasıdır."
‘’Yalnızlık, en içimizdedir.’’
"Ancak kendi yerini yerinden eden, yeni bir yola çıkabilir."
"Yolu yapan, yola çıkma edimidir.’’
‘’Yolu,
yürüyen bilmez;
açan bilir."
“Yeri yalnız kendi yeri,
yolu yalnız kendi yolu
olan kişi, ne yerinde ne yolunda,
başka kişilere rastlamayacaktır.
- rastladıkları da, hep, onun
ne yerini ne yolunu anlayanlar
olacaktır.”
“Kişi kendi yerini bir kez yitirmeyegörsün -
artık, her yer, girip çıkabileceği
-çıkmak üzere girebileceği -
bir yer haline gelir.”
“Kişiyi yapan, bilinçtir;
ama kişi bilinçle yaşayamaz
—onunla, ancak, ölür...”
‘’Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.
Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.’’
‘’Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.’’
‘’Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
‘...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...’)’’
‘’— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...’’
‘’Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...
Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...’’
Ol / An
‘’Sözcükler gelip geçiyor içimden
anlamsızlığa doğru,
eylemler geçip gidiyor elimden
çaresizliğe doğru.’’
‘’Buradayım:
Yüzyıl oldu.
Önümden geçen yol
tıkandı,
Çevremdeki bahçeler
daraldı,
içimde yaşayan insanlar
azaldı:
Yalnızlaştım.’’
‘’Gidiyorsun:
Bütün kendimi göndersem seninle
Götürür müsün?’’
De Ki İşte:
"Yaşamında, en çok yakınlaşma isteği duyacağın kişiler,
senden uzaklaşma gereksinimini en çok duyan kişiler
olacaklar. "
‘’Yaşam geçiştirdiğin bir şey olacak
-içinden geçtiğin; geçtikçe geciktirdiğin;
sonra da, geçip gitmesine izin verdiğin bir şey...’’
"Felsefe, çalkantılardan çıkan dinginlik umudu;
huzursuzluklardan çıkan huzur umududur. "
"Ne beklediğini bilerek -ama, beklemeden- yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün, hiç bir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek...
Yaşamın bir bekleme olacak -ama, beklemeden yaşayacaksın.
Yaşamın, beklediğinin gelmemesi - ki, işte :
senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen
olacak.”
"Yalnızca neyi aradığını bilmeden yaşamakla kalmayacaksın,
bulduğunda, aradığının o olup olmadığını da bilmeyeceksin."
‘’Yaşamında genel çizgilerinde, üç tür 'şey'le karşılaşacaksın:-
1. Gelip geçmiş şeyler
2. Gelip geçmemiş şeyler
3. Gelmeyip geçmiş şeyler.’’
“Yaşam; sürekli bir yolunu yitirmişlik.”
Oruç Aruoba bu kitabında ölüm hakkında şunları yazar:
‘’Yaşamın sana açıkça söyleyebileceği tek şey ölümdür. Öyleyse, yaşamın tek açık anlamı, ölümdür."
"Ölüm ters anıdır; yani anı olmayacak şeydir - ölüm, anımsanamayacak tek yaşantıdır.."
"Yaşamakta olmanın bilincini sağlayan,
ölüm bilincidir.
Ölümü bilmeyen yaşam,
yaşam değildir.
İnsanı yaşatan ölümdür.
Ölüm kişiyi yaşatır."
‘’İnsanların çoğunluğu, yaşamlarını anlamsız yaşıyorsa,
pek ender bir azınlığı, ölümlerini yaşayarak,
yaşamlarını da anlamlı yaşıyor.’’
‘’Kişi, ölümden sonra geri kalandır.’’
"İnsanı yaşatan ölümdür."
"Yol bitmez.
insan ölür,
o yolun bir yerinde kalır.."
"Olgunluğun muştucusudur ölüm :
o gelince olgunlaşma sonra erer
—olgunluk gerçekleşir."
"Yaşam ne denli gecikirse geciksin,
ölüm hep zamanında gelir.
ölüm gecikmez."
Olgunluğun muştucusuydu ölüm
Öyle oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Yaşam ne denli gecikirse geciksin, ölüm hep zamanında gelirdi, ölüm gecikmezdi… Olgunluğun muştucusuydu ölüm: o gelince olgunlaşma sonra ererdi, olgunluk gerçekleşirdi…
Öyle de oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Olgunluk gerçekleşti, ölüm gecikmedi… 31 Mayıs 2020 günü ajanslara bir haber düştü: ‘’Oruç Aruoba vefat etti’’ diye… Öyle de oldu, yol bitmedi, Aruoba öldü, o yolun bir yerinde kaldı…
Cemal Süreya'nın vefatından sonra, "bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır" demişti Oruç Aruoba... Öyle de oldu, dünyada görülecek şeyler şimdi biraz daha azaldı…
‘'Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir’’ derdi Halil Cibran… Öyle de oldu, sanırım Oruç Aruoba da hayatın bütün esrarını çözüp ölümü arzuladı…
Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış…Öyle de oldu, kaybettiğimiz her bir şairimiz / yazarımız / bilim insanımız için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…
Bir şiirinde şöyle derdi Oruç Aruoba:
"Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam -
o yazar çünkü
beni.’’
Öyle de oldu, Oruç Aruoba bir tek zamanı yazamamıştı. Şimdi zaman onu yazıyor…
Oruç Aruoba yine bir şiirinde şöyle derdi:
"Nedendir
bilemiyorum;
sana bakınca
kendimi görüyorum,
sana gelirken
kendimden gidiyorum
senden giderken
kendime gelemiyorum..."
Öyle de oldu Oruç Aruoba, Türkiye’nin Nietzsche’si, senden giderken biz kendimize gelemiyoruz…
Allah rahmet eylesin…
Bir iyi insan daha bir iyi ata binip gitti…
Osman AYDOĞAN
İnsan Yetiştirme Düzenimiz
27 Eylül 2020
Halil Cibran’ın şöyle bir sözü vardı: "Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar..." Tıpkı Halil Cibran’ın sözlerindeki gibi; evrensel eğitim sistemi gökyüzünü, yıldızları, güneşi işaret eder… Bizim kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ ise gökyüzüne, yıldızlara, güneşe değil de parmaklara bakar.
İşte bu nedenle de bizim kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ işin bilimsel esası gözden kaçırılıp şimdi olduğu gibi geçmişte de siyasete ve ideolojik düşüncelere alet edilerek yıllardır hangi parmağa bakacağını da şaşırarak yazboz tahtasına çevrilmiştir.
Daha ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’; ‘’eğitim’’ nedir, ‘’öğretim’’ nedir, ‘’talim’’ nedir, aralarındaki fark nedir, nerede eğitim, öğretim yapılır, nerede talim yapılır ayırdında bile değildir. Hal böyleyken eğitim; ‘’yakından’’ olsa ne olur, ‘’uzaktan’’ olsa ne olur? EBA çökse ne olur çökmese ne olur?
Eğitim nedir, ne değildir?
Eğitimde; bir akıl yürütme vardır, neden sonuç ilişkisi vardır, durmadan sorgulama vardır, araştırma vardır. Ama biz eğitim yapmadık; öğretim yaptık. Eğitilmiş zihnin, öğretim görmüş zihinden daha farklı olduğunu anlayamadık. Hep ‘’nasıl’’ sorusuna cevap aradık, hiç ‘’niçin’’ sorusuna yönelmedik.
‘’Şüphe aklın yarısıdır’’ derler (Sokrat'ın sözü), eğitim işte bunu vermeliydi, veremedik. Eğitim almış insan; şüphe etmeli, soru sormalı, eleştirmeli, analiz etmeli, sorgulamalıdır. Ama biz her şeyi sorgulamadan ya kabul, ya da ret ediyoruz.
En önemli Alman edebiyatçısı, şair, yazar, politikacı ve doğa bilimcisi olan Goethe; ‘’üç bin yıllık geçmişin hesabını yapmayan insan günü birlik yaşayan insandır’’ der. Sokrat’ın sözü idi; ‘’sorgulanmamış hayat, yaşanmamış bir hayattır.’’ Bu sözleri hiç ama hiç anlamadık, anlayamadık.
Aynı zamanda felsefe ve edebiyat öğretmeni olan Norveçli yazar Jostein Gaarder’in çok güzel bir kitabı var; ‘’Sofi’nin Dünyası’’ ‘’Sen kimsin?’’ diye başlıyor ilk cümle. (Sofi, Sophia’da geliyor, Türkçesi ‘’gerçek’’ demek) Felsefede sorular önemlidir, cevaplar değil... Gaarder kitabında sorgulama yapıyor, düşünmeyi, yaratıcılığı öğretiyor. Sorgulama beyin hücrelerini, zihni çalıştırıyor...
Alman felsefesinin kurucu isimlerinden olan Immanuel Kant’ın üç kitabının da adı ne ilginçtir; ‘’Saf aklın eleştirisi’’, ‘’Pratik aklın eleştirisi’’ ve ‘’Yargı gücünün eleştirisi’’dir. Eleştiriden, analizden ve yorumdan yoksun bir eğitim, eğitim değildir, anlamadık. Ama bizde eleştiri ‘’övgü’’ ile ‘’yergi’’ arasındadır. Eleştiri yok itaat vardır, sadakat vardır. Eleştiri için; bilgi gereklidir, anlama gereklidir, yorumlamak gereklidir, bilmedik, bilemedik…
Eğitim felsefi olmalıdır, anlamadık... Felsefe; insan düşüncesini (tutuklu olan insan düşüncesini) özgürlüğe kavuşturmak içindir, bilmedik… Eğitimin amacı insanı düşündürmektir, kişinin analiz ve sorgulama kabiliyetini artırmaktır. Eğitimin işlevi nesilden nesile kültürün aktarılması da değildir. Eğitimde, kültürü analiz edecek, geliştirecek, yeni sentezlere ulaştıracak bireylerin yetiştirilmesi söz konusudur.
Güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur. İyi bir eğitim sistemi, bireyler arası farklılıkları korumalıdır. Oysaki bugünkü eğitim sistemimiz bireyleri birbirine benzetmektedir. Bireyler arası farklılıkları dikkate almayan bir eğitim sistemine sahip toplumun gelişme ve değişme imkânı oldukça sınırlıdır... Eğitimde herkesi bir kabul ediyoruz. Öğrenciyi şekil verilecek bir ‘’balmumuna’’, ‘’yontulmamış bir mermere’’ benzetiyoruz. Öğrencinin bir ‘’özerkliği’’ olduğunu, bir ‘’kişiliği’’ olduğunu unutuyoruz. Eğitim yapalım derken öğrencinin kişiliğini ve özerkliğini yontarak ona zarar veriyoruz.
Antropologlar insanın evrim basamaklarında ellerin çok önemli olduğunu belirtiyorlar. Onlara göre; zekânın artması, büyük ölçüde serbest hale gelen ellerde yatan olağan üstü üretim potansiyeline cevap olarak ortaya çıkmıştır. Eller serbest hale gelince işlevi artmış ve bedenin özgürlüğüne paralel olarak beyni de özgür hale gelmiştir. Eğitim süreci bireyi hem fiziksel hem de zihinsel açıdan özgür bırakması gerekmektedir.
Ama bizim kültürümüze, yapılan eğitimimize bakalım; sadece düşüncemiz değil, bedenimiz de hapis, ellerimiz hapis, bacaklarımız hapis, rahat hareket ettiremeyiz, toplum olarak jimnastiği, halk oyunlarını, dansı bilmeyiz. Bedenimiz hapis, bedenimizi rahat hareket ettiremeyiz. Davranışlarında özgür olamayanlar düşüncelerinde de özgür olamazlar.
Sokrat’ın sözüdür; ‘’doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.’’ Sokrat’ın amacı ders vermek değil, öğretmek değil, amacı; aynı konuyu paylaşan insanlarla konuşmaktır. Bu bizim aile yapımızda, eğitim sistemimizde, insan yetiştirme sistemimizde olmayan bir şeydir; konuşmak... Bizde dersler sadece anlatılır; konferans verir gibi... Aslında ‘’Sofi’nin dünyası’’ hepimizin dünyasıdır. Sorgulanması gerekir. Ama anlamadık.
ABD'li yazar ve gazeteci Nancy Horowitz (N.H.) Kleinbaum’un eseri; ‘’Ölü Ozanlar Derneği’’ ince bir kitap... Robin Williams başrolu oynamıştı aynı isimle filmi yapılırken... Eğitim, sanat ve sorgulama üzerine yazılmış bir kitap... Romanda öğretmen ‘’her zaman eğitimin amacı özgür düşünebilmeyi aşılamaktır’’ der. Filmi daha etkileyici idi..
Bizde eğitim ''talim'' zihniyeti ile ele alınmıştır. Talim davranış değişikliği yapmaz. Talim edilmiş zihin özel bir beceriyi kazanmış zihindir. Talim ‘’nasıl’’ sorusunu sorar; arabayı nasıl kullanabilirim, piyanoyu nasıl çalabilirim, dil’i nasıl öğrenebilirim. Malum askerlerin eğitimidir talim; ‘’tüfek şu şekilde çatılacaktır!’’ Bunun alternatifi, sorgulaması, ‘’niçin’’i, üzerinde düşünülmesi yoktur. Ama eğitim ‘’niçin’’ sorusunu cevaplar. Eğitim talim etmek değildir, anlamadık, anlayamadık…
Çocuğa terbiyeyi evde ailesi verir. Devlet terbiye vermez. Devlet terbiye vermeye kalkarsa bu eğitim olmaz, başka şey olur. Milli Eğitim Bakanlığında eğitim sistemimize yön veren kuruluşun adının da ‘’Talim ve Terbiye Kurulu’’ olması ne
ilginçtir.
Eğitimde eksik olan bir konu da ‘’sevgi’’ konusudur. Alman kökenli ABD'li ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof olan Erich From ‘’Sevme Sanatı’’ isimli kitabının giriş kısmında yazardı; ‘’insanın eğitim düzeyi ne olursa olsun ‘’sevmek’’ her insanın kolayca ulaşabileceği bir edim değildir.’’
Sandık ki, ana lisan gibi ‘’sevme duygusu’’ da insanda birden bire gelişecek. Eğitim sistemimizde hiç ‘’sevgi eğitiminin’’ yeri olmadı. Bisiklete binerken bile bir öğrenme sürecinden geçiyoruz. Zaten ‘’sevgi’’ kavramının da içini boşalttık. Sevgi deyince; sadece annemizi, eşimizi, çocuklarımızı sevmeyi anladık. Bu çerçevede sınırladık, başka insanları sevmedik veya başka kavramlarla karıştırdık. Bu dar anlamda bile hep sevilmeyi bekledik, hiç sevmek için çaba göstermedik. Zaten kendimizi bile sevmedik. Kendini tanıyıp seven kişi tutarlı bilgi elde ettikçe başkalarını da sever. Bunu anlamadık bir türlü…
ABD'li yazar Russel W. Gough’un ‘’Karakteriniz Kaderimizdir’’ (Orjinali: ''Character is Everything'') isimli güzel bir kitabı var. Gough der ki kitabında; ‘’karakter gelişimi, okulların yeni ve teknik açıdan mükemmel bir müfredat uygulamaya başlamasıyla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Genç bir insanın iyi davranış alışkanlıkları edinmesinin en iyi yolu bu davranışlara sahip yetişkinlerde kendini özdeşleştirmesi ve onları taklit etmesidir.’’
Öğrencilerin eğitim sürecinde birinci derecede ihtiyaç duyacakları şey; ne en ileri eğitim teknolojileridir, ne en ileri eğitim yöntemleridir, ne de bilgisayar tabletleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duyacağı tek şey model alacakları örnek insandır.
Einstein’ın bir sözü; (biraz kaba, özür dileyerek aktarıyorum) ‘’Hangi mesleğe sahip olursa olsun, felsefeden, sanattan ve edebiyattan nasip almadan yetişen bir insanın Pavlov’un köpeğinden pek bir farkı yoktur.’’ Eğitimden, insan yetiştirme düzenimizden sorumlu olanlara duyurulur…
Eğitimin asıl hedefi de kendisi ile barışık, toplumu ile barışık, gülen, tebessüm eden, yaşamının nihai hedefi mutlu olmak ve mutlu kılmak olan bir insan yetiştirmek olmalıdır. Eğitim (ve de disiplin ) adı altında insanlarımızın yaşama sevinci budandı. (Hala da buduyorlar) Kültür olarak ne varsa hepsi insana hüzün şırınga ediyor... Yüzlerimizde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var... Giysilerimiz kara, yüzlerimiz kara, gözlerimiz kara, içlerimiz kara... Yeryüzü aslında Tanrı’nın kutsal kitaplarında vaadettiği cennet ama biz bunun farkında olmadığımız gibi içimizde bir cehennem yaşatıyoruz alev alev...
Ve eksik olan çok önemli bir şey daha: Özgüven. Aslında sona bıraktım ama en önemlisi öğesidir eğitimin özgüven. Özellikle eğiticilerin davranışlarında yargılayıcı, denetleyici ve müdahaleci bir tavır hâkimdir. Aslında yargılayıcı, denetleyici ve müdahaleci bir tavır da heves kırar, hedef küçültür ve özgüven sarsar… En büyük eğitici olarak başta anne ve baba olarak bu tavrı sergiliyoruz. Sanki insanlarımızın doğuştan Tanrı’nın bahşettiği özgüvenini yok etmek için çaba harcıyoruz. Çocuk evde, öğrenci okulda, birey işyerinde bir kusur mu işledi, hemen olumsuz hitaplarla yargılar itham edilir.
Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık…
Eğitimbilimciler ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler, ‘‘kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler... Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur. Hâlbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…
Hâlbuki olması gereken onore ederek, değer vererek, yücelterek eğitmektir. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz… İnsan yetiştirme düzenimiz eğitim adına insanlarımıza hükmetmeye çalışıyor. İnsanlara hükmetmeye kalktığınızda onları kaybedeceğinizi bilmedik. İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’nin sözüydü: ‘‘Otorite ve hiyerarşi insan doğasına aykırıdır. Nerede otorite var orada isyan vardır.’’ Zaten daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine eğitim adını verdik.
Eğitimin İngilizce karşılığı Education... Education; İngilizceye Latinceden “educatum” kelimesinden geliyor. “E” içten dışa, “duco” gelişme-ilerleme anlamında... Bizim dilimiz Türkçe’mizde ise eğitim; “eğmek-bükmek” kökünden türeme...
Biz çocuklarımızı, gençlerimizi, insanlarımızı eğiyoruz, büküyoruz... Onlar ise geliştiriyor, gelecek inşa ediyor...
Başta da ifade etmiştim ya ''güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur'' diye... Ezilen, eğilen, bükülen, üzülen hatta örselenen zayıf insanlarla nasıl bir güçlü toplum olacağız ki?
İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco’ya atfen bir söz vardır; ‘’Bütün kitaplar (Kutsal Kitapları kasteder) iman etmek için değil, anlamak ve araştırmak içindir.’’ Kutsal Kitabımız Kur’an’da yüce Allah der ki ‘’Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.’’ (Yusuf Suresi 2’inci Ayet)
Ama dinimizi bizden de çok iyi bildiklerini iddia eden mevcut iktidarın bir vakitlerdeki Maarif Nazırı okullardaki Kur’an eğitimi için diyorlardı ki: ‘’öğrencilerimiz Arapça okuyacaklar ancak anlamayacaklar’’!!!…
Özet olarak eğitim insana analitik düşünce, soyut düşünce, özgüven, insan sevgisi, yaşama sevinci, özgürlük duygusu ve mutlu olmak ve mutlu kılmak isteği vermelidir. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamaz, bir devlet yücelemez.
Eğitim belleğe bilgi doldurmak değildir. Eğitim; irdeleme, sorgulama, analiz etme, çözümleme ile düşünme yeteneğinin ve kişiliğin geliştirilme sürecidir. Eğitim, hele hele günümüzde olduğu gibi ‘‘talim‘‘ hiç değildir.
Böyle bir eğitimin sonunda da öğrenciye; ''eleştirel düşünme'', ''işbirliği'', ''zihinsel çeviklik ve esneklik'', ''inisiyatif alma'', ''sözlü ve yazılı iletişim'', ''veri analizi'' ve ''hayal kurma'' alanlarında küresel beceriler kazandırılmalıdır.
Bir yandan; "Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben açıkçası korkuyorum, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum" diyen profesör olmuş, rektör yardımcısı olmuş sözde eğitimciler, diğer yandan "Eğitim seviyesi arttıkça bizim oy oranımız düşüyor. Bunu anketlerde doğruluyor" diyen nazırlar! Ne diyeyim, ne yazayım, insan yetiştirme düzenimiz kimlere emanet!
Platon; ''Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır'' derdi. Böylesine aydınlıktan korkan bir zihniyete emanet edilen bir eğitim sistemiyle vardığımız noktayı uluslararası bir ölçme ve değerlendirme projesi şu şeklide ortaya koyuyor…
OECD’nin PISA testi
Açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin matematik okuryazarlığı, fen bilimleri okuryazarlığı ve okuma becerileri konu alanlarının dışında, öğrencilerin motivasyonları, kendileri hakkındaki görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplayan ve değerlendiren bir araştırma projesidir. Burada geçen “okuryazarlık” kavramı, öğrencinin yazılı kaynakları bulma, kullanma, kabul etme ve değerlendirmesi olarak tanımlanmaktadır.
PISA’nın her üç yılda bir yaptığı ve son olarak 2018 yılında yapılan ve 3 Aralık 2019 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda OECD üyesi 37 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 39, okuma becerilerinde 40, matematikte ise 42. sırada yer aldığı belirtiliyor. Bu sıralamada Türkiye, üç ders alanında da OECD ortalamasının oldukça gerisinde kalarak 37 OECD ülkesi içerisinde 31. sırada bulunuyor… Bu şekilde Türkiye eğitim haritasında Güney Amerika, bazı Afrika ülkeleri ve doğu Avrupa ülkeleri ile birlikte en düşük seviye olan kırmızı renkli ülkeler arasında yer alıyor…
Ayrıca OECD, PISA 2015 kapsamında yayınladığı üçüncü raporu olan ‘’Öğrenci Refahı’’ sıralamasında, 15 yaş düzeyindeki öğrencilere yapılan yaşam memnuniyeti anketine göre Türkiye 72 ülke arasında son sırada yer alıyor...
Türk Eğitim Sisteminin son beş PISA sonucu
* 2003 yılında 41 ülke arasında; fende 33, matematikte 35, okuduğunu anlamada 35'inci sırada.
* 2006 yılında 57 ülke arasında; fende 43, matematikte 43, okuduğunu anlamada 37'inci sırada.
* 2009 yılında 65 ülke arasında; fende 43, matematikte 43, okuduğunu anlamada 41'inci sırada.
* 2012 yılında 65 ülke arasında; fende 43, matematikte 44, okuduğunu anlamada 41'inci sırada.
* 2015 yılında 72 ülke arasında; fende 51, matematikte 48, okuduğunu anlamada 49'uncu sırada.
Sonuç
Rıfat Ilgaz söylerdi zaten: ‘’Kötü öğretmen, kötü öğrenci, kötü veli yoktur. Kötü eğitim sistemi vardır.‘’ Bu kötü eğitim sitemimizi düzeltmediğimiz takdirde sonumuz cehalettir, felakettir, karanlıktır…
Böylesine bir eğitim uzaktan olsa ne yazar yakından olsa ne yazar… EBA’ları çökse ne yazar, çökmese ne yazar, eğitim; gökyüzüne, güneşe, yıldızlara değil de parmaklara baktıktan sonra…
Osman AYDOĞAN
Bir not: Yazının başlığı ‘‘İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’… Bu başlığı Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi eğitim bilimcilerden olan değerli hocam merhum Prof. Dr. Yahya Kemal Kaya’nın yayınlanmış olan doktora tezinin ismiydi. Burada kendisini rahmetle anıyorum. Nur içinde yatsın.
Muharrem Ayı
09 Ağustos 2021
Muharrem Ayı’nın İslam tarihinde belli başlı üç önemli özelliği bulunuyor: Birincisi; bu ay Hicrî Takvim başlıyor. İkincisi; Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin ve evladı Kerbelâ'da bu ay şehit ediliyor. Üçüncüsü de bu ay Muharrem orucu tutuluyor…
Hicri Yılbaşı
Muharrem ayının 1. günü, bugün, 09 Ağustos 2021 Pazartesi gününe denk geliyor. 07 Eylül 2021 Salı günü de sona eriyor. 8 Eylül 2021 Salı günü de Safer ayı başlıyor…
Bugün, aynı zamanda Hz. Peygamber (sas)’in Mekke’den Medine’ye hicretinin 1443‘inci yılına giriliyor. Bu gün, Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı kabul ediliyor ve 1 Muharrem Hicri yılbaşı oluyor. (Hz. Peygamberimiz zamanında hicret, yılbaşı ilan edilmiyor.)
Kerbelâ ve Hz. Hüseyin’in katledilmesi
Muharrem Ayı’nın 10. günü (10 Muharrem 61) (10 Ekim 680) Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi, bugün Irak sınırları içerisinde bulunan Kerbelâ’ şehrinde Yezid’in ordusu tarafından katlediliyor…
Yezid'in 30 bin kişilik ordusu 01 Muharrem günü Hz. Hüseyin'in etrafını sarıyor. Hz. Hüseyin’e Yezid’e biat etmesini teklif ediyorlar. Hz. Hüseyin teklifi kabul etmiyor. Muharrem ayının 7'inci günü Yezid’in Komutanı Ömer bin Sa'd çemberi daraltıyor ve kampın suyollarını kesiyor. Muharrem ayının 9'uncu günü kampın su kaynakları tükeniyor. Muharrem ayının 10. günü ise Yezid’in orduları tarafından Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi katlediliyor…
Genellikle bütün kaynaklarda basitçe böyle geçse de Kerbelâ’da şehit edilenler 72 kişi olmuyor.. Bu 72 kişiden 14'ü daha önce şehit ediliyor. Örneğin Hz. Hüseyin, amcası Akıyl oğlu Müslim’i önceden ‘’Durumu yerine görmesi'' için Küfe’ye gönderiyor. Müslim, orada Yezid’in askerleri tarafından tespit edilip katlediliyor. Ayrıca Müslim’in 6 ve 7 yaşlarında (bazılarına göre ise 7 ve 8 yaşlarında) olan çocukları da Küfe’de tespit edilerek katlediliyor. Hz. Hüseyin’in en küçüğü 6 aylık Ali Asgar isimli bebek olan iki oğlu da Kerbelâ dışında katlediliyor. Kerbelâ dışında bu şekilde katledilen toplam 14 kişi de Kerbelâ şehitleri içinde sayılıyor. Bu 14 şehide de ''14 Masum’u Pak'' adı veriliyor.
Ayrıca Kerbelâ vakası sonrası çıplak vaziyette develere bindirilerek Yezid’e götürülen Ehli Beyt ailesinden Hz. Hüseyin’in bekâr ve yetişkin olan kızı Sakine ise üzüntüsünden Küfe’de vefat ediyor. Bu kız da Kerbelâ şehitleri içinde sayılan tek kadın oluyor… Ayrıca, Şia inancının çeşitli kesimleri tarafından, Şam'da Yezid'e karşı çok etkili bir konuşma yaptıktan sonra orada muhtemelen eceli ile aniden vefat eden Hz. Hüseyin'in kız kardeşi Hz. Zeynep de Kerbelâ şehitleri içinde sayılıyor.
Bu 72 Kerbela şehidi içinde Yezid’in ordusunda komutan sıfatında görev yapan ancak Hz. Hüseyin safına katılan Hür isimli bir komutan ve iki oğlu da bulunuyor… Dolayısıyla Yezid ordusu içinden de üç kişi Kerbelâ şehitleri içinde sayılıyor…
Kerbelâ vakasında şehit edilenlerin Ehli Beyt hanesinden olanlar pek çok kaynağa göre toplam 17 kişi olarak biliniyor. Diğerleri ise Hz. Hüseyin’in yakınları ve onu yalnız bırakmayanlar olarak biliniyor…
Muharrem orucu ve Muharrem yası
Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı gün ve katledildiği gün arası Muharrem orucu tutuluyor. Muharrem orucu aslında bir yas orucu oluyor. Muharrem orucu, Kerbelâ’ya yakılan bir ağıt oluyor…
Muharrem yasının süresi bölgelere göre farklılık gösteriyor. 10 günlük matem oruçları (susuzluk orucu) bazı bölgelerde 12 gün olarak tutuluyor. Bazı bölgelerde ise Muharrem ayı öncesi üç gün ‘’Masum Paklar’’ için, bir gün de Fatma Ana ismine atfen oruç tutuluyor. Ancak yas sonrası 10 veya 12 gün sonra Aşure pişirilmesi ile yas sona ermiyor. Hz. Hüseyin kafilesinin Mekke’den Kerbelâ, Küfe, Şam ve tekrar Mekke yolculukları 40 gün sürdüğünden bu süre de yas dahilinde kabul ediliyor. Eskiler bu zaman dilimi içinde düğün, nişan, eğlence yapmıyor. Bektaşiler gibi bu yasa halen devam eden kesimler bulunuyor…
Muharrem yası da Ali taraftarları olan Şia içinde farklı farklı tutuluyor. Muharrem yası, Türklerde (Alevi / Bektaşilerde) başka, Caferi’lerde başka, Şii’lerde başka, İsmaili’lerde daha başka, Zeydi ve benzeri diğer Şia kollarında başka başka tutuluyor… Örneğin Şii’ler Anadolu Alevi Bektaşileri gibi oruç değil, kendini kırbaçlama ve kanatarak bu yası tutuyorlar…
“Aşûra” Arapça’da onuncu gün anlamına geliyor… Bu yıl, 18 Ağustos 2021 Çarşamba günü, Muharrem ayının 10 gününe denk geliyor. Bu gün aynı zamanda aşure günü oluyor…
Kerbelâdan sonra İslam
Kerbelâ’dan sonra Emeviler, İslam’ı Emevi Arap kültürüne büründürüyor. Kerbelâ’dan sonra Emevi Arap kültürü Müslümanlara din olarak sunuluyor. Yezid; Müslümanlar Kerbelâ’yı anmasın, hatırlamasın, oradaki haksızlığı, hukuksuzluğu, Emevilerin kisrâ yaşantısını, şatafatını, lüksünü ve ihanetinin sorgulamasın diye Müslümanları İslam’dan uzaklaştırıyor… Ve o günden sonra İslam dünyası bir daha Emevi Arap kültüründen kurtulamıyor.
Bundan dolayı şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanan, kısaca Muhammed Hüseyin Şehriyar olarak tanınan Azeri Türkü şair, İslam’ın binlerce yıllık kaderini ‘’Heyder Baba’ya Selam’’ şiirinde şu iki dizede özetliyor:
‘’Behiştimiz cehennem olmakdadır,
Zilheccemiz meherrem olmakdadır.’’
‘’Behişt’’, Azerice cennet anlamına geliyor. Zilhicce ile de Muharrem ayındaki matem ve sevinç günlerine atıf yapılıyor. İmam Hüseyin’in şehadeti (sonsuz matem) Muharrem ayında vuku buluyor. Büyük usta Şehriyar’ın, Zilhicce aynının Muharrem olmasından kastı, normalde güzel olması gereken günlerin hep matem havası içinde geçmesinden kaynaklanıyor. O günden sonra zaten hep öyle oluyor… Normalde güzel olması gereken günlerimiz hep matem havası içinde geçiyor… Behiştimiz hep cehennem oluyor…
Yezid ile Hz. Hüseyin arasındaki mücadele neyin mücadelesidir?
Sanılanın aksine Yezid ile Hz. Hüseyin arasındaki mücadele bir “iktidar mücadelesi” olarak yapılmıyor. Kerbelâ, İslam’ı; bir egemenlik, yayılma, güç, iktidar ve zenginlik vasıtası yapan ve İslam’ı; Arap bedevî kültürü haline getiren Emevilerin zulmüne, diktatörlüğüne ve kötülüğüne karşı Hz. Hüseyin’in biat etmeyişi, direnişi, karşı duruşu ve dik duruşu oluyor…
Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmesi gerektiğini söyleyen Yezid’in komutanlarından Ömer bin Sa'd’e, hak, adalet, iyilik ve doğruluk değerleri için evrensel yaşama duruşunu ve zulme karşı direnen bütün mazlumların ilham kaynağı ve manevi gücünü ifade eden şu sözünü söylüyor:
“...Nedir ki biat etmek? Eğilirsin olur biter. Her isteyen istediğine boyun eğdirirse, boyun eğmeyenlerin hali nice olur? Sanılmasın ki boyun eğmemek bir kibir işidir. Ben de boyun eğerim. Ama bilirim ki, Yezid’in önünde eğilirsem eğer, zalimlik azalmaz, çoğalır. Bana ‘inat etme’ dersiniz. Peki, Yezid biat etmem için neden bu kadar inat etmektedir? Çünkü o güçlüdür. Gücünü de senin gibi kumandanların ordularından almaktadır. Sanılmasın ki kibrimden dolayı boyun eğmiyorum Yezid’e. Ben, benden sonra gelecekleri düşünerek, bir insanın ne kadar güçlü olursa olsun, yine de gücünü kıracak birilerinin şu dünyada var olabileceğini göstermek istiyorum.”
Sonra, sonra Yezid’in ordusuna döner ve “Düşünün!” diye seslenir Hz. Hüseyin; “Düşünün! Ben neden buradayım?”
Hz. Hüseyin’in verdiği mesaj, halen günümüzde de geçerliliği koruyor. Ancak günümüzün Yezid’leri Hz. Hüseyin’in hak ve hukuk mücadelesinin bu evrensel mesajını bir türlü anlayamıyor…
İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in bir sözü bulunuyor. Diyor ki Berger; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.'' O zaman Yezid, kendisini galip zannediyordu. Ancak bugün Yezid, lanetle, Hz. Hüseyin ise dualarla anılıyor…
Kerbelâ, günümüzde evrensel bir hak ve hukuk direnişinin bir sembolü oluyor…
Muharrem ayı tüm İslam âlemine kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN
TCG Muavenet
02 Ekim 2020
Bundan tam 28 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde Ege Denizi Saroz Körfezi’nde ‘’Display Determination - 92 (Kararlılık Gösterisi - 92) isimli bir NATO tatbikatı yapılıyor… NATO tatbikatı olduğu için Türkiye ve ABD’de bu tatbikata katılıyor…
Bu tatbikata katılan ABD uçak gemisi USS Saratoga tarafından gece saat 23.00 civarında, peş peşe iki adet Sea Sparrow füzesi fırlatılıyor…
USS Saratoga Uçak Gemisi tarafından peş peşe atılan iki adet Sea Sparrow füzesi hedeflerine doğru bir yılan gibi havada sessizce süzüle süzüle gidiyor… USS Saratoga Uçak Gemisi tarafından peş peşe atılan iki adet Sea Sparrow füzesi havada hedeflerine doğru gide dursunlar… Ben de bu arada Sea Sparrow füzeleri hangi hedefe doğru nasıl gittikleri hakkında şu bilgiyi aktarayım:
Sea Sparrow füzesi
Sea Sparrow füzesi bir Hava Savunma Sistemidir. RIM-7 Sea Sparrow diye biliniyor. AIM-7 Hava-Hava Füzesinin savaş gemilerinde hava savunma maksatlı kullanılmak için uyarlanmış bir sürümü oluyor. Artık günümüzde kullanılmıyor. Artık günümüzde birçok donanma Sea Sparrow üzerinden geliştirilen ESSM sistemini kullanıyor. ESSM, Evolved Sea Sparrow Missile (Geliştirilmiş Deniz Zıpkını Füzesi)’nin kısaltılmış adı oluyor…
Sea Sparrow füzesinin güdüm sistemi ‘’Yarı Aktif Radar Güdümlü’’ sitemdir. Bu şu demek oluyor: Füze gemiden fırlatıldıktan sonra gemi üzerindeki atış kontrol radarıyla hedef üzerine mutlaka nişan alınmalı ve alınan nişanın hedef vurulana kadar sürdürülmesi gerekiyor…
Sea Sparrow füzesinin aktif olarak ateşlenebilmesi için yedi ayrı emniyet safhasının geçilmesi ve nihayetinde asıl hedefleri hava hedefleri olan bu füzelerin satıh hedeflerine karşı kullanılması için de SASS moduna getirilmesi gerekiyor…
Sea Sparrow füzesinin aktif olarak ateşlenebilmesi için de gemideki en az beş personelin ortak kararı ve beraber fiili çalışması gerekiyor…
USS Saratoga Uçak Gemisi’nin, kendisinden peş peşe füzelerin fırlatıldığı andaki durumu
Ayrıca Amerikan USS Saratoga Uçak Gemisi, kendisinden peş peşe füzelerin fırlatıldığı anda, hiçbir muharebe durumuna ve hazırlığına ihtiyaç duyulmayan tatbikatın 2. ve 3. safhaları arasına denk düşen tatbikat dışı bölümde bulunuyor…
Zaten bu tatbikatın fiili atış bölümü de bulunmuyor…
USS Saratoga Uçak Gemisi’nden peş peşe fırlatılan füzelerin hedefi
İşte bundan tam 28 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde gece saat 23.00 civarında tatbikat dışı bölgede bulunan USS Saratoga Uçak Gemisi tarafından peş peşe atılan iki adet Sea Sparrow füzesi, gidiyor gidiyor, süzülüyor süzülüyor ve nihayetinde TCG Muavenet'i vuruyor… Hem de geminin tam da kaptan köşkünü vuruyor…
Bu olayda TCG Muavenet Gemisinde görev yapan Gemi Komutanı Deniz Kurmay Yarbay Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Haktepe, İkmal Çavuş Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak şehit oluyor. 22 personel ise yaralanıyor…
ABD tarafı olayı şöyle açıklıyor:
USS Saratoga Uçak Gemisi Adriyatik’te görevli bulunduğu esnada Yugoslavya uçaklarının taarruzlarına karşı sürekli tetikte görev yaparken NATO tatbikatı nedeniyle kısa süreliğine Ege Denizi’ne intikal ediyor. Olay da bu esnada meydana geliyor. ABD’ye göre yaşanan olay, tatbikattaki bir taktik oyun gerçek zannedilerek meydana geliyor…
ABD USS Saratoga Uçak Gemisi tarafından hazırlanan raporda ise olay ‘’Ege’ye çıktığının farkında olmayan Harekât Bölümü personelinin eğitimsizliğinden ve bilgisizliğinden kaynaklanmıştır’’ deniliyor…
Saldırıdan sonra ABD’nin tutumu
Sonuçta USS Saratoga’nın Komutanı Albay James M. Drager ile saldırıdan sorumlu yedi subay mahkemeye bile sevk edilmiyor. Sadece disiplin cezası alıyorlar. ABD tarafından şehit ve gazilerimize cüzi miktarda bir tazminat ödeniyor…
Bu olay nedeniyle de ABD Türkiye’den diplomatik olarak özür bile dilemiyor. Sadece dönemin ABD Dışişleri Bakanı Lawrence Eagleburger, haberi TC Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir’e “Geminizi batırdık, özür dileriz” diye iletiyor…
TCG Muavenet Gemisi karşılığı Türkiye’ye verilen Knox sınıfı firkateynler
Ayrıca ABD, sözde kendi yasaları gereği TCG Muavenet’te oluşan hasarı ödeyemediğinden, bunun karşılığında Türkiye’ye sekiz adet Knox sınıfı firkateynini önce ucuz fiyata kiralıyor sonra da bu sekiz adet Knox sınıfı firkateynleri Türkiye’ye satıyor.
İşin vahim tarafı şu ki Knox sınıfı firkateynler daha önce de (bu olaydan önce de) Türkiye'ye teklif ediliyor. Ancak uçak gemilerine refakat etmek üzere yapılmış olan ve Türk karasularına uygun olmayan bu gemiler bakım masraflarının yüksekliği ve ömürlerinin dolmuş olması nedeniyle Türkiye tarafından kabul edilmiyor…
Bu olaydan sonra Türkiye tarafından kabul edilen bu Knox sınıfı sekiz adet gemi, içleri boş olarak Türkiye geliyor… Türkiye, bu hurda gemileri, denizde tekrar hizmete alabilmek için bolca para harcayarak içlerini düzenliyor… İhtiyacımız olmayan bu hantal gemiler içleri yığınla para harcanarak düzenlendikten sadece beş yıl sonra hurdaya ayrılıyor…
Cehaletin bu kadarı görüldüğü gibi ancak tahsil ile mümkün oluyor…
TCG Muavenet’in akıbeti
TCG Muavenet, olaydan sonra, köprüsünden hasarlı olmasına rağmen, kendi gücü ve iradesiyle, Çanakkale boğazından geçerek, Gölcük Donanma Komutanlığı tesislerine ulaşıyor. Ancak TCG Muavenet, onarılamayacak derecede hasar gördüğünden hurdaya çıkarılıyor. Olaydan sonra USS Saratoga Uçak Gemisi de apar-topar hizmet dışı ediliyor.
Saygın dış politika
Türkiye Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra saygın, onurlu ve kişilikli dış politikasını ve onurlu ve saygın devlet kimliğini adım adım kaybediyor… Bir devletin uluslararası diplomaside saygınlığı, bu tür olaylarda gösterdiği onurlu, kişilikli, dengeli ve ölçülü tepkilerle oluşuyor… Bu olaydan 11 yıl sonra, 04 Temmuz 2003 günü, Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince, Türk Ordusunun seçme birlikleri derdest edilip başına çuval geçiriliyor. Türkiye Cumhuriyetini yönetenler bu olayı da sineye çekiyor, hukuk terimi notayı müzik terimi nota ile mukayase ederek ABD’ye nota bile veremiyor. Türkiye Cumhuriyeti, ABD karşısında artan bir şekilde hep edilgen davranıyor…
TCG Muavenet şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi saygıyla anıyorum...
Osman AYDOĞAN
TCG Anadolu
23 Ağustos 2020
Bugünkü (23 Ağustos 2020) ajanslara şöyle bir haber düşüyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tuzla'daki Desan Tersanesi'nde düzenlenen Yeni Deniz Sistemleri Teslim Töreni'nde yaptığı konuşmasının bir bölümünde şöyle konuşuyor; ‘’Buradan sesleniyorum, diyorum ki, Anadolu'yu inşa ettik, gelin bir de artık şöyle bir, iki veya daha fazla uçak gemisi de inşa edelim. Herhalde yaparız değil mi? Çünkü denizlerde bu caydırıcılığa ihtiyacımız var. Sadece Anadolu yetmez, bu adımı da atmamız lazım’’...
Yazılarımda hep söylerim ya ‘’her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye... Bu konuşmada bir tanım sorunu var. O da: ‘’Uçak Gemisi’’
Önce şu bilgiyi vermem gerekiyor; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterine 2021’de girmesi planlanan ve halen Sedef Tersanesinde yapımı devam eden ‘’TCG Anadolu’’ bir ‘’Uçak Gemisi’’ olmayıp ‘’Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi LHD (Landing Helicopter Dock)’dir. (Tam adı: TCG ANADOLU Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi LHD ) Türk Deniz Kuvvetlerinin ilk LHD’si olacak ’'TCG Anadolu’’’un “İlk Sac Kesim Töreni” 30 Nisan 2016 tarihinde Sedef Tersanesi’nde icra ediliyor.…
Bahsi geçen bu gemi görünüm itibarıyla bir uçak gemisini andırsa da, uçak ve helikopter taşısa da bir uçak gemisi değildir…
Önce ‘’Uçak Gemisi’’ (İngilizce: Aircraft Carrier) tanımını açık yapmamız gerekiyor. Uçak gemisi; bir veya daha fazla filodan oluşan savaş uçaklarını, ufak boyutlardaki nakliye uçaklarını, savaş helikopterlerini ve genel maksat – nakliye helikopterlerini deniz üzerinde taşıyan “Yüzen Bir Hava Üssü’’dür… Yani ‘’Uçak Gemisi’’ aslında askerî bir üstür. Uçak gemileri; savaş uçaklarının menzillerini ve harekât yarıçaplarını artırmak, operasyon bölgelerine yakın mesafede bulunarak, araçların havada kalış süresini artırmak ve dolayısıyla düzenlenen operasyonun daha etkili olmasını sağlayan deniz platformlarıdır.
Bir gemiye uçak gemisi diyebilmemiz için geminin filo bazında uçak ve helikopter taşıyabilmesi ve askerî bir üs olarak kullanılabilmesi gerekiyor…
Ayrıca uçak gemileri, okyanus ötesi stratejik hedefleri olan emperyal devletlerin ihtiyacı olan ve bu mesafede askerî bir üs olarak kullanabileceği gemilerdir ki işletme, ikmal, idame ve koruması ancak bir emperyal güç tarafından karşılanabiliyor... Türkiye’nin değil iki – üç tane uçak gemisi sahibi olması, bir tane bile uçak gemisi olsa, bu geminin seyrüseferi, bakım, ikmal ve idamesi ülke ekonomisini iflasa sürükler… Hani derlerdi ya ‘’kontrolsüz güç, güç değildir’’ diye…
İşte bu nedenle ‘’TCG Anadolu’’ bir uçak gemisi olmayıp ülkenin stratejik ihtiyaçları için geliştirilmiş en doğru bir çözüm olan bir ‘’Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi’’ oluyor. ‘’TCG Anadolu’’; kıtalar arası görevlere çıkabilecek ve tam teşekküllü bir muharip taburu istenilen bölgeye sevkini sağlayabilecek kapasiteye sahip oluyor. ''TCG Aandolu'', üzerindeki hava araçları hariç ayrıca sekiz deniz çıkarma aracını bulundurabilecek ve içinde, ayrıca ameliyathane, diş tedavi üniteleri ve yoğun bakım ile enfeksiyon odalarının da bulunduğu en az 30 yatak kapasiteli askerî hastaneye sahip oluyor…
'’TCG Anadolu’’ gemisi bahsettiğim gibi üzerinde filo değil uçak taşıyacaktır. Ancak bu uçaklar da uçak gemilerindeki gibi gemi üstündeki pistten yatay havalanan değil dikey havalanan uçaklardan olacaktır. Bu nedenle ‘’TCG Anadolu’’ gemisi 12 derecelik eğimi ile üzerinden kısa kalkış, dikey iniş yapabilen savaş uçaklarının kalkışını kolaylaştıracak platformu olacak ve bu sayede helikopterler dışında uçakların da kullanımını sağlayacaktır...
‘’TCG Anadolu’’ gemisinin yapım aşamasından itibaren Türkiye’nin de kuruluşunda ve yapımında ortak olduğu kısa kalkış, dikey iniş yapabilen Lockheed Martin F-35B modeli uçaklar düşünülüyor…
‘’TCG Anadolu’’ üzerinde; 6 adet F-35B savaş uçağı, 4 adet T-129 Atak taarruz helikopteri, 8 adet Skorsky nakliye, 2 adet Seahawk helikopterleri ile 2 adet İnsansız hava aracı kapasitesi bulundurması öngörülüyor…
İşte sorun da burada başlıyor… Çünkü S-400’ler nedeniyle ABD, Türkiye’ye F-35 teslimini durdurunca ‘’TCG Anadolu’’ gemisinde düşünülen F-35B modeli uçakların tedariki de belirsizliğe düşüyor. Dünyada F-35B’ler dışında dikey iniş yapabilen başka uçaklar da bulunuyor ancak bir başka uçak sisteminin Türk Deniz Kuvvetlerine ve TSK’ne entegrasyon, standardizasyon, eğitim, kullanım, bakım, ikmal ve idamesinin devasa problemler çıkaracağı da ortada duruyor…
TCG Anadolu, 2021 yılı sonunda Deniz Kuvvetlerine teslimi planlanıyor. Ancak geminin ana muharip unsuru olan gemiden dikey kalkabilecek olan 6 adet savaş uçağı henüz bulunmuyor... Bulunacağına dair bir emare de gözükmüyor… ''Yanlış hesap Bağdat'tan dönüyor'' diyeceğim ama S-400'ler alınırken yanlış da olsa bir hesabın yapılmadığı gözüküyor...
Hemen her yazımda yazıyorum ya biz satranç oyununu pek bilmeyiz, biz tavlacı bir milletiz diye. Ya düşeş gelirse? Değil mi?
Osman AYDOĞAN
Mavi Vatan
19 Ağustos 2020
Son günlerde sıkça duyduğumuz bir kavram var: ‘’Mavi Vatan’’... Mavi Vatan’ın, kısaca Türkiye’nin Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz’deki sınırlarını belirleyen bir kavram olduğu, Türkiye'nin farklı hak ve egemenliğini içeren deniz alanlarının bütünü olduğu iddia ediliyor… Mavi Vatan, 2015 sonrası Türkiye'nin deniz alanlarındaki aktif ve askeri güce dayalı stratejisinin temelini oluşturuyormuş…
Ben denizci değilim, denizle, denizcilikle ilgili hiçbir bilgim, ilgi ve alakam da yoktur ama bu kavram üzerine de yazmadan duramadım… Her konuda yazan ben, bu konuda da yazmasam olmaz!... Malum; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak toplumsal hastalığımızdır… Korona’dan beter bu hastalık… Bana da bulaşmaması mümkün mü?
Ancak, lütfen yazdıklarıma hemen kızıp da beni yargılamayın… Gelin önce bir dinleyin!...
Mutat olduğu üzre önce her zamanki gibi kısa bir tarih turu yapalım…
Çaka Bey
Çaka Bey, 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesinde Alpaslan’ın sol cenah komutanıdır. Alpaslan’ın sağ cenah komutanları da Hamur Bey ve Tutak Bey’dirler… Bugün Malazgirt Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alandan Ağrı’ya doğru giderseniz ilk ilçe Tutak, ikinci ilçe de Hamur’dur...
Çaka Bey, 1081’de İzmir’de bir Türk Beyliği kurar… Aynı yıl, İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyetini sağlar… daha sonra Çaka Bey, Çeşme’de bir donanma kurar ve denize açılır… Bir müddet sonra sınırlarını genişleterek Ege Denizi'ndeki bazı adalar ile denizin kıyı şeridindeki bazı yerlerde hâkimiyet kurar. Böylece Çaka Bey, tarihteki ilk Türk amirali unvanını alır.. Bugün Çeşme limanı yakınında Çaka Bey’in bir heykeli vardır… Tabii Çaka Bey’in bu hizmeti de Selçuklular tarafından karşılıksız bırakılmaz!... Çaka Bey, 1092 yılında Bizans ile ittifaka giren Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan tarafından davet edilip, merasimle karşılanıp, ziyafet sırasında bizzat Sultan I. Kılıçaslan tarafından kılıçla öldürülür…
Çaka Bey, Türklerin denizde fiilen savaşan ilk, tek ve son denizci komutanıdır, Çaka Bey’in Akdeniz’deki faaliyeti de Türklerin ilk ve son deniz faaliyetidir… Çünkü ne Selçuklu, ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman ama hiçbir zaman denizci bir devlet, Türkler de hiçbir zaman ama hiçbir zaman denizci bir millet olamamışlardır...
Dedim ya, lütfen bana kızmadan beni bir dinleyin, sonra kızarsınız…
Haçlı Seferleri ve Moğol istilası
Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyetinin bir denizci devlet, Türklerin de bir denizci millet olamayışı hakkında Fransız tarihçi Frenand Braudel şöyle bir açıklamada bulunur:
Braudel’e göre, 13. yüzyılda Moğol istilasında İslam’ın bütün şehir medeniyeti yıkılmış, kütüphaneleri yakılmış, milyonları öldürülmüş ve bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülmüştür… Braudel’e göre Haçlı Seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatmıştır. Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlamış ve zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşmiştir…
Braudel’in bahsettiği bu süreçten de en çok Selçuklu ve Osmanlı etkilenmiştir… Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı bu sürecin ve başka nedenlerin de etkisiyle karaya hapsolmuşlar ve hiçbir zaman denizci bir devlet ve denizci bir millet olamamışlardır…. Türkiye Cumhuriyeti de bu sürecin bir devamıdır…
Barbaros Hayrettin, Turgut Reis ve Piri Reis…
Şimdi bu iddiam karşısında muhtemeldir ki içinizden bu isimleri saymışınızdır… Barbaros Hayrettin’in kardeşleri; Oruç Reis, İlyas Reis, İshak Reis.. Ardından da Turgut Reis, Piri Reis.. Sadece şu kadarını söyleyeyim bu dahi ve kahraman denizciler Osmanlının yetiştirdiği denizciler değildi… Akdeniz’de korsanlık yaparak kendilerini geliştiren ve güçlendiren bu denizcileri Osmanlı hizmetine almıştı… Bu denizcilerin kökenlerini de saymıyorum… 1513 tarihinde ilk dünya haritasını çizen Piri Reis’in Osmanlı denizciliğine yaptığı hizmetleri de karşılıksız kalmamış, Kanûnî Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1553'te Kahire'de boynu vurularak idam edilmiştir…
Yavuz Sultan Selim ve Turgut Reis
Rivayet olunur ki Yavuz Sultan Selim Mısır için sefere çıktığında yolda Konya Ovasında konaklar… Bu seferi Akdeniz ortasında haber alan Turgut Reis, hızlı bir kadırga ile hareket ederek Marmaris civarında karaya çıkar.. Hanlarda at değiştire değiştire uyumadan Konya ovasında Yavuz Sultan Selim’e yetişir. Turgut Reis, destursuz bir şekilde Yavuz Sultan Selim’in çadırına girerek padişaha şöyle söyler: ‘’Padişahım! Duydum ki Mısır’a sefer gidermişiniz… Vazgeçin bu seferden. Bizim gemilerimiz Portekiz ve İspanyol kefere gemilerinin yanında zayıf kalıyor. Bize imkân verin, onlardan daha iyi gemiler yapalım. Değil Mısır’ı size tüm Akdeniz’i fethedeyim!’’
Tabii ki Yavuz Sultan Selim, Turgut Reis’i dinlemez… Dedim ya, Osmanlı ne denizci bir devletti ne de Osmanlı denizci bir milletti… Ve Akdeniz ne yazık ki Turgut Reis’in söylediği gibi hiçbir zaman bir Osmanlı gölü olamadı…
Preveze Deniz Muharebesi
Preveze Deniz Muharebesi, 28 Eylül 1538 tarihinde Yunanistan'ın kuzeybatısındaki Preveze'de Barbaros Hayreddin Paşa, Amiral Andrea Doria’yı mağlup etmişti…
Bu zaferden sonra idi ezberimdeki bu türkü:
‘’Deniz üstünde yürür
Düşmanı arar buluruz
Öcümüz komaz alırız
Bize Hayrettinli derler’’
Türküye dikkat ediniz, ‘’Bize Hayrettinli derler’’ diyor, ‘’Bize Osmanlı derler’’ demiyor… Anlıyorsunuz değil mi? Başka bir şey söylemiyorum…
İnebahtı Deniz Muharebesi
İnebahtı Deniz Muharebesi, Preveze zaferinden tam 33 yıl sonra 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesidir. II. Selim dönemindeki bu muharebede Osmanlı donanması büyük hasar görür. Bu muharebe Osmanlı Devleti'nin yükselme dönemindeki en büyük deniz mağlubiyeti olarak addedilir.
Ancak bu mağlubiyet göz göre göre gelmiştir. Turgut Reis’in Yavuz Sultan Selim’e söylediği gemilerin yenilenme işi hiçbir zaman yapılmamıştır.
Sokollu Mehmed Paşa, bu mağlubiyetten sonra yeni bir donanma hazırlamasını istediğinde bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu, kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olacağını söyleyen Uluç Ali Paşa'ya, "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" dese de, Tersane Baş Mimarı Mustafa Ağa idaresinde altı ay içerisinde 150 tane kadırga inşa edilse de bu kadırgalar teknolojik olarak gelişen İspanyol ve Venedik gemileri karşısında yine zayıf kalırlar… Çünkü özellikle İspanyollar Amerika gibi Ümit Burnu gibi uzak diyarların keşfi için daha büyük, daha teknolojik gemiler yapmakta ve bunları kullanmaktadırlar…
Fakat daha vahimi İnebahtı’nda kaybedilen denizci insan kaynağıdır. Bir daha asla bu denizciler yerine konamaz…
Çeşme Deniz Muharebesi
Rus donaması Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşıp gelerek 5-7 Temmuz 1770 tarihleri arasında Çeşme Körfezi açıklarında Osmanlı Donanmasını imha eder… 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı'nın bir parçası olan bu çatışmanın sonucunda Osmanlı Donanması Ruslar tarafından tamamen yok edilir… Bir Osmanlı düşünün ki, Rus donaması teee Kuzey Denizinden kalkıp Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşarak Osmanlının burnunun dibine kadar gelir de Osmanlının ruhu bile duymaz ve tüm donanması imha edilir… Bana yazımın başında kızmış mıydınız Osmanlı ne denizci bir devlet ne de denizci bir millet değildi dediğimde? İsterseniz henüz kızmayın…
Navarin Baskını
Yunanistan’ın Navarin Limanı’nda bulunan Osmanlı ve Mısır donanması 20 Ekim 1827 tarihinde, İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının ortak harekâtıyla baskına uğratılarak yok edilir. Osmanlı donanmasının imha edilmesiyle Yunanistan bağımsızlığını kazanır. Osmanlı Devleti bu baskınla hem donamasını kaybeder hem de en seçkin denizcileri… İnebahtı ve Çeşme yenilgilerine bir de Navarin yenilgisi eklenince ard arda gelen bu üç büyük yenilgi ile Osmanlı hem kaybettiği usta denizcilerinin yerine yenisini koyamaz hem de Osmanlı psikolojik olarak denizlerden soğur.
Sinop Baskını
Kırım Savaşı esnasında Ana üssü Sivastopol olan Rus Karadeniz donanması, 30 Kasım 1853 tarihinde Sinop'ta Osmanlı donanmasına ağır bir darbe indirir. Bu baskın, Dünya deniz savaşları tarihinde yelkenli ahşap gemilerin rol aldığı son çarpışma ve gülle yerine patlayıcı mermilerin (humbara) kullanıldığı ilk çarpışma olarak tarihteki yerini alır.
Bu dört yenilgi ile Osmanlının artık deniz ile hiçbir ilgisi kalmaz... Bu tarihlerden sonra da Osmanlının belki daha güçlü gemileri olur ancak denizcileri olmaz, bu güçlü gemiler bir araya gelseler de artık donanma olamazlar.
Sanayi devrimi
Sanayi devriminin de Avrupa’da başlamasıyla gemilere yelken yerine makine yerleştirilir. Bu ise Osmanlı denizciliğinin tamamen ölmesine sebep olur… Artık Osmanlı gemi için Avrupa’ya özellikle İngiltere’ye gemi siparişinde bulunmak zorunda kalır… Ancak siparişi verilen gemilerin de ne bir amacı, ne bir konsepti, ne de bir stratejisi vardır… Rastgele gemi siparişi verilir… Alınan gemilerin de işletecek personeli yoktur.. İngiltere’den alınan gemiler uzmanları ve çarkçıbaşısı ile beraber alınır…
Haliç’e hapsedilen donanma…
Mademki denizdeki her savaşı Osmanlı donanması kaybetmektedir, o zaman da çözüm basittir: Donamayı Haliç’ hapsetmek! Hem de "sömürgemiz mi var ne donanması?’’ diye, değil mi?
Sultan Abdülhamit anılarında şunları söylüyor: "İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han'ın orduyu ve donanmayı güçlendirme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana başkaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek orduya verilen emekler boşa gitmemişti.
Buna karşılık bu muharebe, donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur. Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşılar vardı. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere'ye itimadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti. Öyleyse, bir donanma yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan fakat mazarratı (zararı) olan bir şeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Haliç'e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz'de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur".
Mantığı görüyor musunuz?
Donanmanın Haliç'e tıkılışının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra Yunan isyanı (1897) çıkar… Ardında yaşanan Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı'nda donanmanın içler acısı durumu ortaya koyar…
Ertuğrul Fırkateyni
Burada Ertuğrul Firkateynine uzun uzun yer vermemin nedeni koca Osmanlı’da böylesi bir sefere çıkacak bir başka gemisinin olmayışıdır…
Japon İmparatorunu ziyaret için 14 Temmuz 1889'da İstanbul'dan hareket eden Ertuğrul Firkateyninde 56'sı subay olmak üzere mürettebatla birlikte 609 bahriyeli bulunuyordu.
Ertuğrul Fırkateyni'nin 79 metre boyunda, 15,5 metre eninde bir yelkenli olarak 1874'de İstanbul Tersanesi'nde inşa edilmişti. Gemiye İngiltere’de 600 beygir gücünde bir kazan monte edilmişti.
Seyir için tahsisi gündeme geldiğinde adı geçen gemide başçarkçı olarak görev yapan İngiliz Binbaşı Harty bir rapor hazırlayarak Bahriye Nezareti'ne sunar. İngiliz Binbaşı Harty bu raporunda; bu geminin köhne olduğunu, bilhassa kazanının eski olduğunu ve kazan altının hiçbir zaman tamire tabi tutulmadığını, geminin makinesinin harap ve kuvvetsiz olduğunu, bu sebeple gemiyi 8-9 milden fazla götüremeyeceğini, yelkenler ne kadar elverişli olursa olsun Ertuğrul'un bu seferi yapmaya muktedir olamayacağını ifade eder. Ayrıca Şura-yı Bahriye azasından Şükrü Paşa ve Bahriye Erkan-ı Harp Dairesi'nde görevli Ferik Woods Paşa da Ertuğrul Fırkateyni'nin Uzak Doğu seferi için uygun olmadığına dair görüş bildirirler…
Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, raporlardan padişaha bahsetmez… İngiliz Binbaşı Harty'i de başka bir gemiye atanır.
Ertuğrul Fırkateyni bu rapora ve görüşlere rağmen bile bile sefere çıkarılır. Gemi Süveyş Kanalı'ndan geçerken, 28 Temmuz 1889'da kanalın sığ sularında kuma saplanır, kanal idaresinin yardımıyla kurtarılır…
Altı ay sürmesi planlanan bu seyir, yaşanan aksaklıklar sebebiyle yolda Hindistan gibi İngiliz sömürgelerine uğraya uğraya 10 ay 3 hafta sürerek, Fırkateyn, 7 Haziran 1890'da ise Yokohama Limanı'na demir atar…
Üç ay kadar Japonya'nın Yokohama Limanı'nda kalan firkateynin Japon yetkililerin tayfun mevsimi uyarılarına rağmen İstanbul'dan gelen hareket emrini geciktirmemek için gemi yola çıkar…
Firkateynin hareketinden kısa bir süre sonra fırtınaya yakalanır… Açıktan gidemediği için kıyıya yakın giden gemi Oşima Burnu'nun kayalıklarına çarparak 16 Eylül 1890 saat 21.00 sıralarında batar. Gemi Komutanı, Gemi Süvarisi ve 54 subayın da içinde bulunduğu 526 mürettebat şehit olur. Sadece 69 kişi kurtulur.
Bu ziyaretin, yaklaşan Cihan Harbi için, geminin İngiliz sömürgelerinde bayrak göstermesi için Almaya tarafından empoze edildiği rivayet edilir.
Hani yazı girişimde bahsetmiştim ya Osmanlı ne denizci bir devletti ne de denizci bir milletti diye… Bana kızmıyorsunuz değil mi?
İngiltere’de gemi yapımı esnasında gözlemciler
İngiltere’ye verilen gemi siparişlerinde anlaşma gereği tersanede gemi yapımı süresince iki Osmanlı personeli gözetim görevinde bulunacaktır. Bu maksatla da Osmanlı İmparatorluğu iki Osmanlı paşasını görevlendirir. O zaman Osmanlıda amiral unvanı yoktur, amiral yerine paşa unvanı kullanılır.
Bu iki paşa gemi inşa süresi olan iki yıl boyunca elde tespih tersane içindeki yolda volta atarak süreyi tamamlarlar…
Aynı tersanede Japon İmparatorluğu da gemi siparişi vermiştir. Aynı anlaşma Japonlar için de geçerlidir. İki Japon personeli gemi inşasına nezaret edecektir. Japonlar tersaneye yakın bir oteli komple kiralarlar, otelde otuz kişi kalırlar... Ancak her gün anlaşma gereği farklı iki kişi gemi yapımına nezaret ederler. Bu farklı iki kişi ihtiyaca göre; elektrik mühendisidir, makine mühendisidir, çarkçıdır, gemi tesisatçısıdır, gemi topçusudur, gemi tasarımcısıdır… Akşam otelde bir araya gelip gemi yapım planının sürecini çıkarırlar… Sonuç ortada, bugün Japonya gemi inşa alanında dünyada bir numaradır…
Değişen bir şey var mıdır? Yoktur!... Gözlerimle, yerinde gördüm ki yoktur… 1995-1997 yılları arasında Yüksek Lisans eğitimi için Almanya’da Hamburg’dayım. Türk Deniz Kuvvetleri’nin Almanya’ya gemi siparişi var. Gemiler Hamburg’da Blohm + Voss tersanelerinde yapılıyor. Yine anlaşma gereği tersanede bir Türk irtibat (gözetim- nezaret) timi bulunuyor. Sadece bulunuyor!...
Ege’de adaların kaybı
Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce ada 1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakılır….
Ege’deki 12 Ada, Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakılır. Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, 12 Ada İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan'a verilir… Bu anlaşmaya göre Osmanlı’nın elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adası kalır… I. Dünya Savaşı'nda da Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adalar İtalya'da kalır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da 1947'deki Paris Barışı ile İtalya 12 Ada'yı Yunanistan'a bırakır.
Donanmanız olmazsa Ege’de Meis adasını bile kaybedersiniz… Ki öyle oldu… Bazı aklı evveller ki onlar tarihi bilmezler, Osmanlıyı Boğazın hasta adamı değil de sanki dünyanın en kudretli devleti zannederler, Osmanlıyı bir denizci devlet Osmanlı milletini de bir denizci millet zannederler, Oniki Adayı, Ege adalarını hatta Kıbrıs’ı hatta hatta Mora’yı, Epir’i, Selanik’i, Filibe’yi niye kaybettik diye hayıflanırlar.
Niye kaybettik bu adaları? Osmanlı Devleti denizci bir devlet, Osmanlı milleti de denizci bir millet değildi de ondan… Donama yoktu donanma!...
Ve günümüz
Burada yazılacak çok şey vardır... Ama ben yine de özetlemeye çalışayım…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin bir Denizcilik Bakanlığı yoktur… Bir garipler ülkesiyizdir zaten; Kültür Bakanlığı vardır da Denizcilik Bakanlığı yoktur işte…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin yolcu ve yük taşımacılığında deniz taşımacılığının payı neredeyse sıfırdır… Dünyada sahile paralel otoyolu yapan tek millet biziz (Karadeniz Otoyolu) Ülkenin en büyük şehri İstanbul’dan ne Ege ve Akdeniz kıyılarına ne de Karadeniz kıyılarını yük ve yolcu taşımacılığı yapılır.
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak denizci bir devlet ve denizci bir millet olmadığımız için iç şehirlerin deniz bağlantısının varlığının ne anlama geldiğini hiç mi hiç idrak edemedik... İdrak edemediğimiz gibi var olan bağlantıları da kopardık… Zamanında DPT; Ankara – Sivas – Erzincan - Erzurum – Otoyolunu, Erzurum’dan bir hat Kars – Gümrü – Azebaycan – Hazar Gölü, bir hat da Ağrı – Doğubayazıt – İran güzergâhını, Samsun, Giresun, Trabzon ve Rize limanlarını da tünellerle bu hatta bağlanması planlamış, bu şekilde Hazar Gölü üzerinden Orta Asya, Ağrı üzerinden İran, Erzurum – Ağrı üzerinden Doğu Anadolu, Giresun, Trabzon Rize bağlantıları ile Karadeniz limanlarına bağlanması öngörülmüştü... Ancak bunun yerine Karadeniz Otoyolu yaparak Orta Asya, Doğu Anadolu ve Orta Anadolu Karadeniz limanlarına bağlanmadığı gibi bütün Karadeniz şehirleri de denizden koparılmıştır.
Sanırım 1990’lı yıllar, STFA grubu Pakistan’da bir otoyol ihalesi almıştı. Bu Pakistan’ın kuzeyini Hint Okyanusuna birleştirecek 600 Km.lik bir otoyoldu. Bir başka şekilde de bu otoyol Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Hint Okyanusuna çıkış sağlayacaktı. Rusya bastırdı ve proje iptal edildi. STFA tazminatını alarak Pakistan’dan geri döndü… Karaların bir denize açılması ne demek? Anlıyorsunuz değil mi?
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkede doğru dürüst Denizcilik Meslek Liseleri yoktur... Ülkede hala Denizcilik Üniversitesi yoktur… Ülke üniversitelerinde hala yeteri kadar Denizcilik Fakülteleri yoktur… Ülkede hala Deniz Ürünleri Lisesi yoktur.. Ülkede hala Deniz Ürünleri Fakülteleri yoktur… Şimdi bana numune olarak bir iki tane deniz mektebi gösterirseniz ben de bunların ihtiyacın yüzde biri bile olmadığını söylerim…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkede doğru dürüst Yelkencilik Kulüpleri, Kürek Kulüpleri, Bot Kulüpleri, Denizcilik Sporları Klüpleri yoktur… Marmara bir iç deniz... Orada bir tane bile –ilaç niyetine- yelkenli gören yoktur…
Dünyada yelken sporuna uygun üç tane deniz vardır. Bunlardan birincisi ve en uygunu Ege Denizi'dir... İkincisi ABD'nin Kaloforniya Bölgesidir. Üçüncüsü ise Avustralya'nın Güneybatı Bölgesidir. Bunlardan ilk ikisini gördüm... Birincisinde (Ege'de) denizde yelkenli gözükmezken, ikincisinde (Kaliforniya) yelkenliden deniz gözükmez...
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin sahillerinde bir tane bile Deniz Sporları Merkezi yoktur… Ülkenin insanları denize, suda ıslanmak ve güneşte yanmak için sahillere gelirler… Sahiller, bot ve yelkenli limanları ile değil, beton yazlıklarla doludur…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülke insanı yüzme bile bilmediği için her yıl denizlerinde, göllerinde ve nehirlerinde yüzlerce vatandaşı boğulur…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak şehirlerinde, şehirlerinin semtlerinde yüzme havuzları yoktur…
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak neredeyse ülkenin bütün deniz komşularıyla arası kötüdür…
Bir mezhep aşkına, İhvan uğruna Suriye, İsrail ve Mısır ile aynı anda büyükelçimiz yoktur… Bu ülkelerle neredeyse düşman halindeyiz.. Libya’nın yarısı ile dost yarısı ile düşman halindeyiz… AB ile, Fransa ile Almanya ile aramız yoktur… ABD’yi düşman, Rusya’yı dost belledik… Yunanistan’la zaten FIR Hattı, Kıta Sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge sorunları vardır…
Akdeniz’de sular her zaman sıcaktır… Yunanistan ile yüzyıllık bu sorunlar vardır.
Ülkenin üç tarafı derya deniz… 1992 yılında Karadeniz’i çevreleyen ülkeler için Türkiye’nin önderliğinde Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİÖ) kuruldu… Denizci bir devlet ve denizci bir millet olmadığımız için biz kurduk ama unuttuuuk gitti… Şimdi hiç hatırlayan var mı Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünü?
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Neden Türkiye’nin liderliğinde bir ‘’Doğu Akdeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’’ kurulmaz! Kavga, döğüş, savaş, hır, gür, İhvan aşkı dururken ‘’işbirliği’’ de neymiş, değil mi?
Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ülkenin güçlü bir Deniz Gücüne ihtiyacı vardır… Ama Deniz Kuvvetlerinin daha Deniz Lisesi bile yoktur, kapatılmıştır… Deniz Astsubay Hazırlama Okulu yoktur, kapatılmıştır… Deniz Kuvvetlerinin kırk yılda yetiştirebildiği pırıl pırıl denizci subayları, amiralleri Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanmıştır… Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanan sadece Deniz Kuvvetlerinin subayları ve amiralleri değildi, Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanan aslında Mavi Vatan’dı, bu ülkenin deniz geleceği idi…
Neyse… Bu satırlar daha uzaaaar gider… Devam etsem ülkenin içi, doğusu dağ, dağcılığı bilmediğimizi söyleyeceğim… Tarım ülkesiyiz, tarımı, hayvancılığı bilmediğimizi, bilmediğimiz gibi tarımı ve hayvancılığı yok ettiğimizi söyleyeceğim…
Orman ülkesiyiz, ormancılığı da bilmediğimizi söyleyeceğim ama ormanlarımızı koruyamadığımızı, yaka yaka, kese kese yok ettiğimizi, elde kalan son ormanlarımızı da Allah’a emanet edip bakamadığımızı söyleyeceğim…1402 yılında Ankara Savaşı'nda Timur’un fillerini Ankara ormanlarında sakladığını, savaş esnasında ormandan fırlayan aslanlar yüzünden savaşa ara vermek zorunda kaldığını, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi'nde "Van'dan yola çıkan bir sincap, ayağı yere değmeden bir meşe ağacından diğerine atlayarak İskenderun Körfezi'ne ulaşır" diye yazdığını hatırlatacağım ama bugün ne Ankara civarında ne de Van’dan İskenderun’a orman bulunuyor… Ben daha çok şey söyleyeceğim ama… En iyi ben burada bırakayım…
Mavi Vatan demeniz için önce Mavi Vatan’ı hak etmeniz lazımdır. Tıpkı denizde yüzmek isteyenin yüzmeyi çok iyi bilmesi gibi… Tıpkı uçmak isteyenin uçmayı çok iyi bilmesi gibi… Öyle Mavi Vatan durduk yerde olmaz!
Bu topraklarda Likyalılar, Frikyalılar, Kayralılar yaşamıştır. Hemen hepsi denizci millettir. Daha yakınlarda anlattım Karya’nın iki kadın kraliçesinin (I. ve II. Artemis) tarihteki ilk kadın amiraller olduğunu… Ancak hiçbir kavim Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti gibi denize bu denli uzak, denize bu denli yabancı, denize bu denli ilgisiz kalmamıştır… Yazımın başında belirttiğim gibi Çaka Bey, bu milletin gördüğü denizde fiilen savaşan ilk, tek ve son amiralidir.
Mavi Vatan, Mavi Vatan derken denizden bu kadar uzak bir yaşamla, değil Mavi Vatan’a sahip çıkmak, korkum o ki, ana vatandan da olacağız… Çünkü gidiş hiç de hayra alamet değildir!...
Allah sonumuzu hayreyleye!
Arz ederim…
Osman Aydoğan
Bir not: Yazımın girişinde denizcilikle ilgili hiçbir bilgi, ilgi ve alakam yok demiştim ama kendime haksızlık da etmeyeyim… 1995 -1997 yılları arasında Hamburg’da yüksek lisans eğitimim esnasında iki yıl boyunca Bot ve Yelken Kursuna katıldığımı, bir yıl süresince dershanede navigasyon ve denizcilik temel bilgisi eğitimi aldığımı, sonraki yılın ilk altı ayında Elbe Nehri'nde, ikinci altı ayında da Kuzey Denizi'nde yelken kullandığımı arz etmek istiyorum… Bir nebze de olsa deniz havası almışımdır. Denize olan sevgim bundandır…
Kaçış (4): Thomas More ve Ütopya
21 Aralık 2020
‘’Kaçış’’ serisindeki yazılarıma Thomas More ve onun ‘’Ütopya’’ isimli eseri ile son vermek istiyorum… Ancak Thomas More’un ‘’Ütopya’’ eserini anlayabilmek için yazarın kendisi hakkında ve ‘’Ütopya’’ ve ‘’Distopya’’ kavramları hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor…
Önce yazarın kendisi…
Thomas More
Thomas More (1478 - 1535), hümanist bilgin unvanına sahip İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur... Lordlar Kamarası Başkanlığını yapar. Üst düzey görevlerde bulunur. 1516 yılında yazdığı ‘’Ütopya’’ adlı eserinde ideal hayalî bir ada ülkenin siyasi sistemini üzerinden tarif eder.
Thomas More'un Kral VIII. Henry'nin İngiliz Kilisesi'nin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması üzerine önce mallarına en konulur. Ardından göstermelik nedenlerle sorgulanır… Hemen ardından yalan davalar ve dedikodular başlar… Thomas More, 1534 yılı Mart ayında, İngiliz kralını kilisenin de başı yapan kanun olan ‘’Act of Supremacy'’yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlanır. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklanarak Londra Kalesi'ne hapsedilir.
Aynı yıl yargılanmaya başlanan Thomas More, yargılanması esnasında ‘’Act of Supremacy’’'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi Kilise'nin başı olarak ilân edemeyeceğini söylemesi üzerine ölüm cezasına çarptırılır…
Kral VIII. Henry’nin düşüncesinden vazgeçtiğinde bağışlanacağı teklifi üzerine; “Her dürüst yurttaş her şeyden önce kendi ruhuna kendi vicdanına saygı göstermelidir” diyerek bağışlanma teklifini reddeder. Ardından da şunu söyler: ‘’Suç, düşünceyi başkalarına yaymakla olur. Oysa ben sustum sadece. Böyle sustum diye hiçbir yasa beni, adalete göre, haklı olarak cezalandıramaz." Ancak More bu konuşmadan beş gün sonra, 6 Temmuz 1535 tarihinde idam edilir…
Thomas More, idama giderken bile insanlığa ders vermeye devam eder:
İdam için idam sehpasına çıkarken tahtaların zayıf ve gevşek olduğunu görünce görevlilere şunu söyler: 'Rica ederim beni sağ salim çıkarın yukarıya yeter, aşağıya ben kendim inerim zaten''.
İdamını beklediği hücrede hapis kaldığı sürede beyaz sakalı çok uzamıştır. İdam için kafasını kütüğe koyduğunda sakalını yukarı kaldırır ve şu sözü söyler: "Sakalım vatana ihanet etmedi, kafamla kesilmeyi hak etmiyor."
İdam kütüğüne kafasını yerleştirirken gözlerinin bağlanmasına izin vermez. Son sözü şu olur: “Kellesinin uçması, insanın başına büyük bir felaket geldiği anlamına gelmez.“
Ölümünden 400 yıl sonra, 1935'te Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edilir…
‘’Ütopya’’ ve ‘’Distopya’’ kavramları
‘’Ütopya’’ sözcüğü ilk olarak Thomas More'un ‘’Utopia’’ kitabında kullanılmıştı… Thomas More’un para ve bireysel mülkiyetin yer almadığı, mutlak eşitliğe bağlı bir düzen tasarladığı "Utopya’’ adlı eserine geçmeden önce kısaca ‘’ütopya’’ ve ‘’distopya’’ kavramlarını açıklamak istiyorum.
‘’Ütopya’’ sözcüğü, iki Yunanca kelimenin karışımından oluşmaktadır... ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılmaktadır. Yunanca ‘’eutopia’’; güzel yer (‘’eu’’ öntakısı "iyi, güzel" anlamı katar), ‘’outopia’’ ise hiçbir yer anlamındadır. Ancak ‘’ütopya’’; hayal edilen, düşlenen ama mümkün olmayan mekân olarak kullanılmaktadır.
Bir de bu kavram ile ilişkili bir başka kavram daha vardır: ‘’Distopya’’. Yunanca bir ön-takı olan ‘’dys’’ (dis); "kötü", "hastalıklı" ya da "anormal" anlamını taşır. ‘’Ou’’ takısı ise "yok", "değil" anlamını taşır. Bahsettiğim gibi ‘’ütopya’’ (outopia) Yunanca‘da "olmayan yer" demek iken ‘’ütopya’’, "güzel yer" anlamına gelen ‘’eutopia’'ya bir gönderme yapar. Ancak ‘’ütopya’’ ile ‘’distopya’’; ‘’dysphoria’’ ile ‘’euphoria’'nın birbiriyle karşıt olduğu gibi karşıt değildir.
Dolayısıyla ‘’distopya’’, ‘’ütopya’’nın tam tersi değildir. Çünkü distopya, ütopyanın zıttı olamaz. Zira ütopya ‘’ou’’ve ‘’topos’’ sözcüklerinden oluşması hasebiyle, köken anlamı itibariyle ‘’olmayan ülke’.’ Dolayısıyla olmayan bir şeyin zıttı da olmaz.
Distopya, ütopik bir toplum anlayışının anti-tezi olarak gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum; otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa İngiliz filozof, politik ekonomist ve devlet adamı John Stuart Mill tarafından kullanılır… Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell'ın ‘’Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘’ve Aldous Huxley'in ‘’Cesur Yeni Dünya’’ adlı romanlarıdır.
Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar güzel ve ideal olan toplum biçimini tanımlarken; distopya ise baskıcı toplumu ifade eder. Distopya, insanların özel hayatlarının ortadan kalktığı, sadece devlete ve düzene karşılıksız bir itaat durumu vardır. Ütopyada ise bu durumun tam tersi geçerlidir.
Baskı altında tutulan beyinlerin üretkenliklerine devam edebilmek için kurguladıkları, tasarladıkları, düşledikleri mekândı ütopya… Sıradan insanlar için ise her şeyin kendi istekleri doğrultusunda daha güzel olduğu bir yer idi ütopya… Kendinde dünyayı değiştirebilme gücü bulan cesur insanlar için ideal bir geleceğin öngörüsüydü ütopya… İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesiydi ütopya... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldız’ıydı ütopya…
Ancak ütopya unutuldu gitti.. Ütopya az kullanılır oldu artık, sanki küresel lügatten silindi gitti. Çünkü artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…
Artık ülkeleri bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Ağaçların, doğanın, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı bir distopya var… Her daim savaşların olduğu, insanların birbirlerini boğazladıkları, birbirlerini öldürdükleri bir distopya var…
Kapitalist dünyanın değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…
İlkyazımda da bahsettiğim gibi ütopya işte bu distopyadan bir kaçıştır, distopyadan kaçarak iç kaleye bir sığınıştır. İnsanların kabullenemedikleri distopyadan kaçarak yaşama sarılmalarını sağlayan bir yerdir ütopya…
Yasaların var olduğu ama adaletin olmadığı bir yerken distopya, yasaların olmadığı ama adaletin var olduğu bir yerdir ütopya…
Ütopya
Thomas More’un 1516’da bir roman olarak yayımladığı ‘’Ütopia’’(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) (*) nerede olduğu bilinmeyen bir adadır. Adadaki adaletli, eşitlikçi bir düzen tasarımıdır anlatılan. Ütopya’da hiç kimsenin malı mülkü, parası yoktur, ama geçim derdi de yoktur. Kendisinin ve gelecek kuşakların kaygısını duymadan mutludur insanlar. Ütopya’da acılar ve haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar eşit ve özgür yaşarlar. Kralın baskıları, soyluların lüks tutkusu, savaş naraları atan dinsel baskılar yapan yöneticiler yoktur.
Kitaptan alıntılar
Bu bölümde Thomas More’nin ‘’Üttopya’’sında yer alan ve geçerliliği hiçbir zaman değişmeyen sözlerine yer vermek istiyorum:
“Barış Avrupa krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece. Kralların danışmanları ise daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen beş para etmeyen dalkavuklardır.”
"Silahla kazanılan şeref, şerefsizliklerin en büyüğüdür."
"Farz edelim ki beni yakalamak için ormandaki tüm ağaçları kestin ve bu sefer şeytan senin peşine düştü. Tüm o ağaçları kestiğine yani bütün o yasaları yerle bir ettiğine göre neyin arkasına saklanabilirsin."
"Çağımızın en büyük sorunlarından biri, çok fazla tahsilli insan olmasına rağmen az sayıda aydın olmasıdır."
‘’…. Aaslında kral için tebaasının olabildiğince az malı olması evladır çünkü kendi güvenliği için bunun böyle olması gerekir, aksi halde halk servet ve özgürlükten arsızlaşır. Servetin ve özgürlüğün olduğu yerde insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zül sayar. Buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkâr ruhları eze eze öğütür."
"Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz."
''Ütopialılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız parıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yükün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de şuna şaşırıyorlardı: nasıl oluyor da bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu?''
‘’Az bulunduğundan ötürü değerli sayılmaları insanoğlunun çılgınlığına verilmeli. Tabiat, o eşsiz ana, altın ve gümüşü yararsız, boş nesneler olarak çok derinlere gömmüş; oysa havayı, suyu, toprağı, iyi ve gerçekten yararlı olan her şeyi gözler önüne sermiştir.’’
"Ve açlıktan ölen, soğukta titreyen, hastane kapılarında can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa; doğanın güzelliğinden, düşünceden, şiirden, müzikten haz duyamayan bir insanın yazgısı da o denli acıdır."
"Tanrım, bu bildiğimiz en iyi din olduğu için, bu şekilde ibadet etmek bildiğimiz tek yol olduğu için sana bu şekilde yakarıyoruz. Yanılıyorsak bizi affet…"
“Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamalıdır... Kralın en kutsal görevi kendinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Zorba kralın tahtta oturmaya hakkı yoktur. Halkın acıları iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil zindan bekçiliği demektir.”
(Bu söz bana Behlül Dânâ’nın bir hikâyesini hatırlatır: Bir gün Hârûn Reşit, Behlül Dânâ’ya sorar: ”Hırsızlık etmenin cezası nedir?” Behlül cevap verir: ”Eğer hırsız, hırsızlık etmeyi kendine iş edinmişse eli kesilmelidir. Yok eğer aç kaldığı için yapıyorsa, Halife’nin eli kesilmelidir.”)
‘’Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.’’
‘’Kralların sarayında felsefeye yer yoktur.’’
"Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir.’’
‘’Hükümdarlar kendilerini barışın faydalarından çok savaş meselelerine adamışlardır.’’
‘’Halkın yararından söz edenler, aslında kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmezler.’’
‘’Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir. Kanunları yazanın aklı o kadar hatasız, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin?’’
‘’Paranın insana işletmeyeceği suç yoktur.’’
"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır."
‘’İyi bir kral nedir? Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir çoban köpeği. Peki, kötü bir kral nedir? Kurdun ta kendisi.’’
‘’İnsan ne denli yükselirse, o denli kötü olur düşüşü.’’
‘’Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi boğazlayabiliyoruz!’’
‘’Hayatta hiçbir şey insan hayatı kadar değerli değildir.’’
‘’Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı için bu kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?’’
‘’Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bulunur, ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır.’’
‘’Bütün zenginliğin bir avuç açgözlü insanın elinde bulunduğu ve çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir toplumda kimse mutlu olamaz.’’
‘’Her şeyin parayla ölçüldüğü yerlerde, lükse ve ahlaksızlığa hizmet eden çok sayıda gereksiz zanaat ortaya çıkmıştır.’’
‘’Çiğnenip geçilir kralların çizdiği bütün sınırlar, krallar ölür, ütopyalar değil.’’
‘’Saygınlık, dilenciler üzerinde otoritesini uygulamakla değil, zengin ve mutlu insanları yönetebilmekle sağlanır.’’
Ve Thomas More’un Utopia’sı bir özlemiyle biter:
“Ütopya devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu.” Kim özlemez ki değil mi?
Yazı serimin başındaki slogana tekrar geri dönüyorum: Kaçış bir kurtuluştur... Thomas More'den bugüne aradan beş yüzyıl geçti. Değişen ne? Krallar aynı krallar... İnsanlar aynı insanlar.... Yaşadığımız distopya o günlere göre daha vahşi bir distopya... Sağlıklı kalabilmek için yaşadığımız bu vahşi distopyadan kendi ütopyalarımıza kaçış bir kurtuluştur...
"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır" derdi Thomas More Ütopya’sında…
Osman Aydoğan
(*) ‘’Ütopia’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) Bu kitabın içinde kendisi de ayrı bir kitap olan Mina Urgan’ın Thomas More’u ve ütopyasını incelediği bir bölüm var. Bu bölüm hem Thomas More’u hem de onun ütopyasını anlamayı kolaylaştırıyor.
Kaçış (3): Montaigne ve Denemeler
20 Aralık 2020
16. yüzyıl Fransız aydını Michel de Montaigne’in (1533 -1592) ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp da yazdığını daha önce yazmıştım. ‘’Denemeler’’ Türkiye’de, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle yayınlanır.
Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle yazar: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.”
Bu kaygı nedeniyle aradan çekilip ben de doğrudan kitaba gidiyorum…
“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” ifadesi düsturu olan ve bir de bu ifadeye ekleme yaparak “Ama bundan bile emin değilim” diyen Montaigne bakalım kitabında neler yazmış…
Kitaptan alıntılar
‘’Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’’
‘’Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz, zararı yok. Bütün ahlak felsefesi alelade ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.’’
‘’Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir.’’
‘’Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gizlemek onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırt edip yazmak zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir.’’
‘’Kendini olduğundan az göstermek, tevazu değil budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkalıktır, pısırıklıktır.’’
‘’Gamlı ve buz gibi bir yüz içimizde felsefenin barınamadığına alamettir.’’
‘’Bilgeliğin en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir.’’
‘’Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzeli bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu.’’
‘’En büyük en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.’’
‘’Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.’’
‘’İki temel taşımızı (ruh ve beden) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil, ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten koca olmaktır.’’
‘’Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyleyse en mağruru da odur.’’
‘’Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstündeyiz ne altındayız. Bilge der ki göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve aynı kaderin buyruğundadır.’’
‘’Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir.’’
‘’Ruhumuz yapacağını gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur, çocuklarımızı, dostlarımızı, servetimizi kaybetmeye dayanacak ve gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir hale getirir.’’
‘’Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişi seçmeyi akıl ediyoruz, sonra en ehemmiyetli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve karasızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl karı mıdır?’’
‘’Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?’’ (Cicero)
‘’Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden bambaşka bir hale geçiverir.’’
‘’İnsan kötü şeyleri bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı…’’
‘’İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle görürler: Fikir ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir millet bir yüzüne, bir millet başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur.’’
‘’Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.’’
‘’Ev mal, mülk, yığınla tunç ve altın;
Yarasına merhem olmaz
Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.
Eldeki nimetleri tadabilmesi için
Keyfi yerinde olmalı insanın.
Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana
Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,
Damlalı hasta neden gitsin hamama.’’
Horatius
‘’Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim olsa rahatımız kaçar.’’
‘’Bütün dertlerin biteceği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!’’
‘’Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyleyse, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır.’’
‘’Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun zaman ile kısa zamanın arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur.’’
‘’Ölmek, yaradılışınızın şartıdır; ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.’’
‘’Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.’’
‘’Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de kötülüğü de katan sizsiniz.’’
‘’Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.’’
‘’Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Hayatınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.’’
‘’Bunca şehir temelinden yıkılıyor, bunca milletin kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor… Niçin? İnciler, biberler alıp satacağız, diye. aşağılık makine zaferleri bunlar!.."
''İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır.''
“Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf tesadüflerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerede, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerede!''
"Her ulus layık olduğu yönetim biçimiyle yönetilir."
"En çok inandığımız şeyler, en az bildiklerimizdir."
''Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayaller kuruyorsun…''
"Bir sinek yaratamayan insan yüzlerce tanrı yarattı…"
‘’Şu dünyadaki görevimiz, kitaplar dolusu bilgiyi yutmak değil, kendimiz için sağlam bir ahlak oluşturmaktır; savaşıp ülkeler fethetmek değil, doğru dürüst, insanca yaşanmaktır.’’
Montaigne, kitabında Türklerden de bahsetmiş… Türklerin savaş disiplininden bahsetmiş, Türklerin hayvan yurtları ve hastaneleri açtığını yazmış… Tabii o günlerden bu günlere köprülerin altından çoooook sular aktı ve biz Türkler de çok geliştik; şimdilerde şehirlerde topluca hayvan zehirliyoruz, sokaklarda hayvan tekmeliyoruz, arabaların arkasına hayvanları bağlayarak yerlerde süründürüyoruz…
Kitaptan seçtiğim Montaigne’in cümleleri bunlar… Beğeneceğinizi umuyorum.. Ancak daha önce Zweg’in Montaigne’in biyografisinde söylediği gibi Montaigne’i anlamak için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız…
Osman AYDOĞAN
Kaçış (2): Montaigne ve iç kalesi
18 Aralık 2020
Dünkü yazımda hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’den ve onun eseri ‘’Denemeler’’den bahsetmiştim…
Bugün Montaigne'i anlatacağım ancak Montaigne’i anlatmak hiç de o kadar kolay değil. Gerçi bu işi geçmişte Nietzsche bir cümleyle başarmış. Nietzsche şöyle demiş Montaigne için: “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.”
Michel de Montaigne bahsettiğim ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp öyle yazar. Montaigne bu sürede hem bedenini bu kuleye hem de kendisini kendi iç dünyasına (iç kale) hapseder… Daha doğrusu kendi iç dünyasına kaçar…
Montaigne’nin ‘’Denemeler’’ini anlatmayı yazı uzamasın diye ayrı bir yazı konusu olarak yarına bırakıyorum… Bu yazıdan maksadım ise Montaigne’in biyografisini ve iç kalesini Stephan Zweig’in kaleminden anlatmaktır.
Stephan Zweig ve Montaigne
Zweig, hümanist düşünür Erasmus'la başladığı kendi içsel yolculuğuna yine bir hümanistle, Montaigne'le noktayı koyar. Zweig, 20’li yaşlarında karşısına çıkan Montaigne’inin “Denemeler” adlı kitabına ilk başlarda büyük bir önyargı ile yaklaşır. Ancak Zweig, Montaigne’i okudukça onu kendisiyle özdeşleştirir ve benimser… Ve Zweig, "En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir" diyen Montaigne'de kendini bulur. Sonunda Zweig, Montaigne’in biyografisini yazar. (Stephan Zweig, ‘’Montaigne’’, Can Yayınları, 2012) (*)
Stefan Zweig’ın yazdığı Montaigne’in bu biyografisi okuyanı Montaigne’in iç dünyasına doğru kısa bir yolcuğa çıkarır…
Zweig’ı en çok etkileyen ise Montaigne’inin benliğini bulma yolundaki uğraşıdır. Hayatı boyunca benlik üzerine ve kişinin kendi iç savaşını kazanıp özgürleşmesine dair arayışını sürdürmüş olan Montaigne ile tanışan Zweig, onun her sözünde kendi arayışına dair yeni bir anlam bulmanın sevincini yaşar…
Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını kitabı Almancasından çeviren Ahmet Cemal önsözde şöyle özetliyor: “...Her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir? ...”
İç kale
Ancak Montaigne’nin ‘’iç kale’’sinin bir özelliği vardır… Bu ‘’iç kale’’ ancak ve ancak iyi bir eğitim ve kültür temeline oturursa fayda sağlar... Bu şekilde iyi bir eğitim ve kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle kendi ‘’iç kale’’sinde insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…
‘’İç Kale’’ aynı zamanda insanın kendisiyle böylesi bir kültür temelinde diyaloğu demektir. Bu diyalog için de Montaigne şöyle der: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’
Michel de Montaigne
Şimdi gelelim Zweig’in kitabında anlattığı Montaigne’ye…
Zweig’in Montaigne’i anlattığı kitabında giriş cümlesi şöyle başlıyor: ‘’Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac ve Tolstoy gibi bazı seçkin yazarlar vardır; bunlar, hangi yaşta ve hayatlarının hangi evresinde olurlarsa olsun herkese hitap ederler. Bir de belirli bir anı yaşayana dek ne kadar önemli olduğu iyi bir şekilde anlaşılmayan yazarlar vardır. Montaigne bunlardan biridir. Gerçek değerinin farkına varabilmeniz için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız.’’
Montaigne’in kökleri tüccar olan bir aileden gelir. Babasının dedesi Bordeaux başpiskoposundan bir şato satın alarak asalet sahibi olur. Montaigne’in babası da ticareti bırakıp “şövalye” olur ve ailesine unvan kazandırır… Montaigne, 1533 yılında doğduğunda artık zengin ve asil kabul edilen bir ailenin çocuğudur. Montaigne’in babası oğlunu bir sütanne yerine bir orman köylüsüne verir. Montaigne çocukluğunu burada geçirir. Montaigne’in babasının amacı oğlunun çocukluğundan itibaren üst sınıftan, unvan taşıyan elitlerden biri olduğunu hissetmesini önlemek, konforsuz yaşamaya alışmasını sağlamak ve ‘’kendisine sırtını dönenlere değil, el verenlere yakın hissetmesini’’ sağlamaktır.
Okul çağına geldiğinde Montaigne, Fransızca’dan çok Latince konuşulan, sabahları ruh sağlığı iyi olsun diye başucunda keman ve flüt çalınarak uyandırıldığı evine geri alınır. Montaigne döneminin iyi bir okuluna gönderilir. Fakat Montaigne okuldan, öğretilenlerden, öğretilme şekillerinden hiç mi hiç hoşlanmaz. Bunun üzerine ailesi onun evde iyi bir eğitim almasını sağlar. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirilir. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrenir. Daha sonra da Montaigne, Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okur.
1568’de babası ölür; şato ve yönetimi Montaigne’e kalır. Aile mirası olarak yürüttüğü yüksek mahkeme üyeliği, belediye meclisi üyeliği gibi resmi görevler ve unvanları da vardır. O zaman öyledir; 1570’te bu görevleri satış yoluyla devredilmektedir.
Montaigne, şatoda kullanılmayan bir kulenin ilk katını yatak odası ikinci katını kütüphaneye çevirir. Sonra gövdesini bu kuleye ve kendisini de Goethe’nin “İç Kale” dediği kendi içine kapatır. Montaigne içindeki “ben”i, içindeki “özgür insan”ı arama işine bu kulede ve kendi içinde aramaya başlar. Aradığı tek şey vardır; “içindeki özgür insan”... Montaigne’in aradığı aslında kendisidir…
Montaigne, bu kuledeki günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirir. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren yazılar yayınlar. Avrupalıların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine ve bu yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' nitelemelerine karşı çıkar… Bu çalışmaların sonucu olarak daha insancıl bir dünyayı hayal ederek ünlü ‘’Denemeler ‘’adlı kitabı ortaya çıkar.
Montaigne, 1570 ile 1580 arası tam on yıl bu kulede kalır. Nadir zamanlarda dışarı çıkar. Tavan kirişlerine, kafasını kaldırdığında kılavuzu olacak yıldızlar misali (zaten kubbe şeklindeki tavana da Montaigne gökyüzü gibi yıldızlar işletmiştir) hepsi de Latince 54 özdeyiş yazar... Bir tanesi hariç o da kendi dilinde Fransızcadır; “Ne biliyorum?”
Montaigne için görkemli şatosunun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kulesi…
Montaigne’nin bu kendini arama süreci (1570 -1580) Fransız dini savaşlarına (1562 ile 1598 arasındaki sekiz iç savaş dönemi) ve isyanlar dönemine denk gelir. İsyanlar ise zayıf bir krallığın ve Katolikler ile Fransız Protestan grubu olan Huguenotlar arasındaki dini çatışmaların sonucuydu…
Montaigne, ailesinden ve insanlardan kendisini soyutlayıp, kaçıp, kendisini şatosuna hapsettiğinde 38 yaşındadır. Bu yolculuk kendisi ile birlikte “insanoğlu”nu arama yolculuğudur... On yılın sonunda anlar ki Montaigne, insanı tanımak ve anlamak insanla iç içe olmaktan geçer. Bundan sonra da soyut yolculuğu bırakıp gerçek yolculuklara başlar... Ülke ülke, coğrafya coğrafya gezerek insanı keşfe çıkar. Bu yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; çünkü farklı olan her şey, ona göre görülmeye değerdir. Tersine herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı zaten çok kişi görmüş ve anlatmıştır.
22 Haziran 1580 tarihinde başladığı yolculuğu 30 Kasım 1581 günü sona erer… Bu yolculuğu kendi ifadesiyle on yedi ay sekiz gün sürer…
Yolculuğundan sonra 7 Eylül 1581 tarihinde oybirliği ile seçildiği Bordeaux Belediye Başkanlığı görevini istemeye istemeye yerine getirir.
Montaigne için tüm yaşamı ve deneyimleri çalışıp bitirdikten sonra geriye öğrenilecek tek şey kalmıştır: Ölüm… Ve Montaigne bilgece yaşadığı gibi bilgece ölür. Montaigne için son dini ayinler yapıldığında takvimler 13 Eylül 1592 tarihini göstermektedir.
Kitaptan bazı bölümler
Şimdi de bu kitaptan, Zweig’in kaleminden Montaigne’in anlatıldığı bazı bölümler:
"İnsanın imkân varsa karısı, çocuğu, parası hele sağlığı olmalı; ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada hiçbir konuğa yer vermeksizin kendimizle dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın."
‘’Bütün bu curcunayı neden bu kadar ciddiye alıyorsun? Yaşamak zorunda olduğun çağın saçmalıklarının ve fesatlıklarının seni bu kadar etkilemesine neden izin veriyorsun? Bunlar ancak bedeninin sıyırıp geçebilir, iç dünyana erişemezler. Dış dünya, sen buna izin vermediğin sürece, senden bir şey alamaz, sinirini bozamaz. Yaşadığın çağın olayları bunlara dâhil olmayı reddettiğin sürece etkisizdirler, benliğini saf tuttukça dönemin delilikleri gerçek tehlike oluşturmayacaklardır. Hatta ilişkilerinden en moral bozucu şeyler, aşağılamalar, talihsizlikler; tüm bunları, ancak onlar karşısında zayıflık gösterirsen hissedersin, olgulara değer, önem, neşe ve acı yükleyen senden başka kim var? Dışarıdan hiçbir şey moralini bozamaz ve yükseltemez; iç dünya özgür ve samimi kalabildiği sürece dışarıdan gelen en güçlü baskıyı dahi kolaylıkla def eder.’’
‘’Dünyayı sadece kendinize bakarak tanımlayamazsınız. Bu nedenle tarih okur, felsefe çalışırız; dersler ve hükümler çıkarmak için değil, geçmişte başka insanların nasıl davrandıklarını anlamak için.’’
‘’Özgürlüğün gerçek esası, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamaktır.’’
“Kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki bütün özgürlükleri de onurlandırmış olur.”
“Ben, Montaigne, dünyadaki her homme libre’in, yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi sayıyorum.”
‘’Dünyadaki hiçbir konum ne ait olduğu ırk ne de yetenek seviyesi, insanın asaletini belirlemez. Bunu sadece kendi kişiliğini koruma ve hayatını yaşama seviyesi belirler. Bu nedenle Montaigne’e göre insanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur: ‘Sanatın özgürleşmesinden bahsederken, öncelikle bizi özgür kılan sanattan başlamalı.’ ’’
“Özgür olabilmesi için insanın borçlu ve birtakım bağlantılar içinde olmaması gerekir; oysa hepimizin devletle, toplumla, aileyle aramızda bağlar bulunmaktadır: Düşünceler, konuştuğumuz dilin egemenliği altındadır; mutlak anlamda özgür insan düşüncesi hayalden başka bir şey değildir. Hepimiz bilincine vararak ya da varmaksızın, aldığımız eğitim sonucu ahlakın, dinin, dünya görüşlerinin kölelerine dönüşürüz; soluduğumuz, zamanın havasıdır.”
‘’Montaigne için doğada gereksiz bir şey yoktur, gereksizliğin kendisi bile gereksiz değildir. Evrende var olan her şeyin kendisine ayrılmış bir yeri vardır. Montaigne güzelliği daha görünür kıldığı için çirkinliği sever, iyiliğin altını çizdiği için kötülüğü sever, aptallığı ve işlenen suçları da sever. Bunların hepsi iyidir, Tanrı çeşitliliği kutsamıştır.’’
‘’Dünyanın çeşitliliğini doktrinler ve sistemler içine hapsetmek düpedüz yalan ve suçtur. İnsanları kendi özgür yargılarından, iradelerinden ayırmak, onlara dışarıdan bir şeyler dayatmak da sahteciliktir.’’
‘’Herkes; Sorbonne profesörleri, danışmanlar, sefirler, Zwingli’ler, Calvin’ler ‘Gerçeği biliyoruz’ diye iddia ederlerken; Montaigne, ‘Ne biliyorum?’ diye karşılık vermiştir. Sürgünlerle, işkencelerle onlar ‘Böyle yaşamalısınız!’ diye dayatmak isterlerken; Montaigne, ‘Kendi fikirlerinize sahip çıkın, benimkilere değil! Kendi hayatınızı yaşayın! Beni kör gibi takip etmeyin, özgür kalın!’ diyordu.’’
‘’Kitlesel delilik anlarında hepimizin kendimize telkin ettiğini o da kendisine söylemektedir: Dünyayı umursama! Dünyayı değiştiremezsin, bir şeyleri iyileştiremezsin. Kendine odaklan, kendinde kurtarılabilecek bir şey varsa onu sağlama al. Başkaları imha ederken sen inşa et. Kendini kapat, dünyanı inşa et. ‘’
‘’Yaşadığımız çağda genellikle kadınlar kocaları hakkında olumlu düşünce ve duygularını onlar ölene kadar ifade etmiyorlar. Yaşarken münakaşalardan çekerken öldüğümüzde sevgi ve ihtimam görüyoruz. Dul kaldıktan sonra sağlığı daha iyiye gitmeyen çok az kadın bulunur. Sağlık pek de yalan söylemeyen bir özelliktir.’’ (Bu cümleleri Montaigne evlendikten birkaç ay sonra söylüyor!) (Günümüzde bir araştırma, bir şekilde dul kalmış kadınların kendilerini daha özgür hissettiklerini söylüyor. Montaigne ise bunu dört asır önceden söylüyor!)
’’Ruhumun derinliklerine inebildikleri takdirde onun hiçbir zaman herhangi birine fazla yaklaşabilecek, zarar verebilecek, öç alabilecek ya da kıskançlık duyabilecek, herkesi öfkelendirecek ya da sözünü tutmayacak biri olamayacağını göreceklerdir. Ve içinde yaşadığımız zamanın herkese olduğu gibi bana da fırsatlar sunmasına rağmen, ellerimi hiçbir zaman bir başka Fransız’ın malına ya da servetine uzatarak kirletmedim. Savaşta ve barışta yalnızca benim olanla yaşadım; hiç kimseden karşılığını yeterince vermeksizin bir hizmet istemedim… Çünkü benim, yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var.’’
Bu kitabın; yaşadığı çağdan ve dünyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir kitap olduğunu düşünüyorum…
Kaçış bir kurtuluştur...
Osman AYDOĞAN
(*) Stephan Zweig’in ‘’Montaigne’’ kitabının Türkçesini iki yayınevi yayınlar: Birincisi ve ilk olarak Can Yayınları Ahmet Cemal’in çevirisi ile yayınlar (2012). Diğerini ise Zeplin Yayınları Çağatay Duruk’un çevirisi ile yayınlar (2019). Tercüme eserler ne yazık ki orijinal dilin verdiği anlamdan oldukça uzak oluyorlar. Buna rağmen Ahmet Cemal’in çevirisi kusursuz olarak niteleyebilirim…
Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…
17 Aralık 2020
‘’Bir gün herkes kaçar… Çünkü bazen kaçış bir kurtuluştur’’ derdi Şehriyar… Ve devam ederdi Şehriyar: ‘’İşte bu nedenle kimisi bir başka ülkeye, bir başka diyara, bir başka mekâna kaçar kurtulur, kimisi de kendi içine kaçar; kendi ülkesinde sürgün olup, kendi içine sürgün edilir kurtulur... Ancak, kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve daha acımasızdır.’’
İnsan ister bir başka ülkeye, diyara veya mekâna kaçsın, isterse de kendi içine kaçsın, oraya sürgün edilsin her zaman zordur bu kaçışlar… Tarih bunun örnekleriyle doludur… ‘’Türkler geliyor’’ diye Balkanlardan Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar ve daha niceleri Avusturya’ya doğru kaçmışlar… Sonra tersine dönmüş bu kaçış… Ruslar, Avusturyalılar, Bulgarlar, Yunanlar geliyor diye insanlar Balkanlardan, Kafkasya’dan Anadolu’ya kaçmış… Bugün Adana’da hala ‘’Kaç kaç olayı’’ hafızalardadır; Fransız ve işbirlikçisi Ermeniler geliyor diye Adana halkı Toroslara doğru kaçmış. (10 Temmuz 1920) (Daha önceleri yazmıştım bu ‘Kaç Kaç Olayı’nı bu sayfalarda) Hitler’den Yahudiler, aydınlar kaçmış dünyanın dört bir yanına… Günümüzde de Suriye’den kaçanlar var, Irak’tan, Afganistan’dan kaçanlar var… Ülkesinden kaçanlar var…
Bunların dışında, Şehriyar’ın söylediği gibi, bu sürgünlerden, bu kaçışlardan her zaman daha zor, daha acımasız olan kendi ülkesinde sürgün olup da kendi içine kaçanlar, kendi içine sürgün olanlar var… Genellikle bu kaçışlar, bu sürgünler sessiz sedasızdırlar, pek bilinmezler…
Böylesi kendi içine sürgün edilenleri hatırlıyorum... Bunlardan hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine (‘’İç Kale’’ deyimi Goethe’ye ait) kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’i hatırlıyorum… Onun bu kaçışı esnasında yazdığı meşhur eseri ‘’Denemeler’’ini ve Stephan Zweig’in Montaigne’inin üzerine yazdığı biyografisini hatırlıyorum…
Zweig denince, Zweig’in kendisinin de kaçanlardan olduğunu hatırlıyorum… Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelen Zweig, çağının vahşetine ve dehşetine daha fazla dayanamaz: 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Zweig ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu ve sonsuz bir uykuda bulurlar.
Zweig’ın son yazısının “Montaigne”in biyoğrafisi üzerine olması da tesadüf değildir… Mezhep savaşlarından, büyük katliamlardan, bağnazlıklardan kaçan Montaigne’in benzer nedenlerle çağının vahşetinden kaçan Zweig’in ilgisini çekmemesi mümkün değildir…
Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi Charles Baudelaire’i ve onun "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirini hatırlıyorum... Ahmet Hâşim’i ve onun en güzel eseri ‘’O Belde’’yi ve ‘’O Belde’’nin hayal ürünü güzel, ince, saf, leylî, masum, ince, huzur veren ve gözlerinde hüzün ve sükûn olan kadınlarını hatırlıyorum… ‘’Ütopya’’nın yazarı Thomas More’u hatırlıyorum… Bunları hatırladıkça ütopyadan distopyaya geçişin dehşetini ve hüznünü ben de ayrı ayrı yaşıyorum…
Ancak bu saydığım isimlerin içe kaçışlardan da ortaya bir sanat, bir edebiyat, bir felsefe ve bir aydınlanma çıkıyor… Çünkü kendi içine sürgün olanlar, kendi iç kalelerinde yaşayanlar da hep kendileri ile diyalog halinde oldukları için bu diyaloglar da edebi, felsefi ve sanatsal oluyor… Bu diyalog için Montaigne şöyle diyor: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’
Bu iç kale de kişinin, sanatı ile edebiyatı ile felsefesi ile aydınlanması ile vahşi dış dünyanın etkilerinden korunduğu gerçek bir kale haline geliyor. Böylesi bir iç kale ise Ahmet Cemal’in kaleminden, Stefan Zweig’ın Montaigne’ye yönelik yorumunda şöyle veriliyor:
‘’Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür ‘iç kale’ inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.’’
Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…
Bu insanlar, dış dünyanın vahşetinden kaçarken iç dünyalarıyla, iç kaleleriyle, ütopyalarla daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyayı ararlar... İnsanı insan yapan arayışlar işte bu iç kalelerde, bu ütopyalarla zenginleşir, anlam kazanır… Bu konuda klasik geleneğin önde gelen temsilcileri arasında kabul edilen Nobel ödüllü Fransız yazar Anatole France şunu söyler; “eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı...”
İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesidir bu iç kaleler, bu ütopyalar... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldızı’dır iç kale ve ütopyalar…
Ancak unutuldu gitti iç kaleler, ütopyalar... Şimdi ‘’ütopik’’ diye alay konusu edilir oldu ütopyalar… Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…
Artık bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Doğanın, ağaçların, hayvanların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı hatta teşvik ettiği bir distopya var…
Tevfik Fikret’in “Kanun kanun diye kanun tepelendi” dizelerindeki gibi, “demokrasi, demokrasi, demokrasi’’” diye diye insanların ve insanlığın tepelendiği bir yerdir distopya… Kapitalist dünyanın; değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede de lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…
İşte kaçış, içe kapanış, iç kale, ütopya işte bu distopyadan bir kurtuluştur…
Dışa kaçışları, sürgünleri, tehcirleri, göçleri herkesler biliyor… Ancak sessiz sedasız yaşanılan içe kaçışlar, içe kapanışlar pek bilinmiyor… Ard arda dört günlük ‘’Kaçış’’ yazı serisi ile bu içe kaçışları, bu içe kapanışları anlatmak istiyorum… Daha önceki yazılarımda Baudelaire’i ve Ahmet Hâşim’i ve onun ‘’O Belde’’sini bu sitemde anlatmıştım. Şimdi de önce kendi ‘’İç Kale’’sine kapanan Montaigne’yi, sonra da ‘’Ütopya’’sı ile Thomas More’u birer örnek olarak anlatmak istiyorum…
Bu yazılarımın; yaşadığı çağdan, dünyadan ve bu distopyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir yazı serisi olduğunu düşünüyorum…
Kaçış bir kurtuluştur...
Osman AYDOĞAN
TEMA Vakfı’na dair
01 Ağustos 2021
Türkiye’de ağaçlandırma ve çevre koruma denince akla hemen TEMA Vakfı geliyor. (TEMA Vakfı: “Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı”)
Toplumdaki çevre, yeşil ve orman duyarlılığı hemen hemen bu vakıfta simgeleşiyor. Bu vakfa karşı da halkın büyük bir teveccühü bulunuyor…du...
Ta ki 30 Temmuz 2021 tarihine kadar…
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın açıklamaları
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, 30 Temmuz 2021 tarihinde değişik medya kuruluşlarına (Kafa Radyo) (1), (Habertürk TV) (2) ‘’Orman yangınları için toplanan bağışların Orman Genel Müdürlüğü'ne aktarılacağını’’ açıklıyor…
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın Kafa Radyo’daki konuşması kelime kelimesine şöyle cereyan ediyor:
Sunucu: ‘’TEMA’nın şu anda yaptığı diğer fidan bağışları gibi olacak değil mi?’’
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç: ‘’Evet, ama bunun şöyle bir farkı var. Buradaki fon, Orman Genel Müdürlüğünün ilgili bölge müdürlüğüne aktarılıyor. Yani şu anda hangi bölgedeyse yangın, oraya aktarılıyor. Normalde hatıra ormanlarında koordinata kadar veririz ve üç yıl izleriz, fakat burada Orman Genel Müdürlüğünün inisiyatifinde yanan alanlar. Ama biz tabii ki alanı izliyoruz, genel bilgileri veriyoruz.’’
Yani, bu konuşmada basitçe TEMA Vakfı’nın, işin kolayına kaçarak kendisine yapılan bağışları doğrudan Orman Müdürlüğüne aktardığı ifade ediliyor.
TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın bu açıklaması sosyal medyada büyük tepki topluyor. (3) Şu ana kadar da bu bilgi yalanlanmıyor…
Vakıflar Kanunu ve Vakıf Senedi ne diyor?
TEMA Vakfı'nın resmî Vakıf Senedi’nin 3. e Maddesi: (Vakfın amacı ve hizmet konuları) şöyle veriliyor:
‘’Amacının gerçekleşmesi için yakın konularda faaliyet gösteren özel veya resmi kurum, merkez, enstitü, dernek ve vakıflar ile amacına dönük işbirliği yapabilir.’’
İşbirliği düzenlemesi Vakıf Senedi’nin 4. Maddede (Vakfın amacına ulaşmak için yapabileceği tasarruflar) de yer alıyor.
Ancak Vakıflar Kanununda vakıfların amaçlarını esas olarak kendilerinin gerçekleştirmesini öngörüyor. Vakıflar Kanunu, vakıfların kendi amaçlarını gerçekleştirmek için diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliğini öngörüyor. TEMA Vakıf senedinde yer alan bu işbirliği, vakfın amacını gerçekleştirmek için diğer kurum ve kuruluşlardan yardım almasını kastediyor…
TEMA Vakfı’nın, kendisi amacını gerçekleştirebilecekken, bu amacı gerçekleştirmesi için başka bir birime, hele hele kamu kuruluşuna para aktarması Vakıflar Kanununun ve TEMA Vakfı Senedi’nin ruhuna uygun bulunmuyor.
Eğer TEMA Vakfı, amaçlarını gerçekleştirsin diye bağışçının kendisine yapacağı/yaptığı bağışları kamu kuruluşuna aktaracaksa ayrıca böyle bir vakfa da gerek bulunmuyor… Kamu kurum ve kuruluşlarının zaten bağış alma yetkisi bulunuyor. Bu kamu kuruluşu bağışları kendisi toplayıp, harcayabiliyor. Ayrıca bir aracıya gerek kalmıyor…
Bu durum Vakıflar Kanunu açısından bağışçı iradesine de uygun bulunmuyor. Bağışçı, bağış yaptığı konu her ne ise vakıf tarafından gerçekleştirilmesi için yapıyor bu bağışı.
Sonuçta yapılan işlem hukuki bir işlem olarak gözükmüyor...
Aslında bu uygulama TEMA Vakfı’nın da Vakıflar Kanunu açısından tüzel kişiliğin varlığını tartışmalı hale getiriyor…
TEMA Vakfı tarafından, Orman Bakanlığına Orman Genel Müdürlüğüne, aktarılan veya aktarılacak bağış paralarının akıbeti konusunda da kimse güven duymuyor…
Orman Bakanlığı ve Orman Genel Müdürlüğü kaynaklarını nasıl harcıyor?
Bu konuda iki canlı örnek Orman Bakanlığının veya Orman Genel Müdürlüğününüm bu bağış paralarıyla ne yapabileceği konusunda fikir veriyor…
Orman Genel Müdürlüğünün envanterinde yangın gözetleme aracı olarak 1 tane jet uçağı, iki tane helikopter bulunmasına rağmen jet uçağı ve helikopterlerin tamamen Tarım Bakanı Pakdemirli’nin emrine tahsis edilerek asli işlerin dışında kullanılıyor… Yangın gözetleme helikopterleri genellikle Ankara’da hangarda bekletilirken, ihtiyaca göre Bakan Pakdemirli tarafından kullanılıyor. Yangın gözetleme uçağı da şehirlerarası programlar için Bakan Pakdemirli tarafından kullanılıyor. (4)
Orman Genel Müdürlüğü, Türkiye’de bulunan 28 Bölge Müdürlerinin tamamına makam aracı olarak 2021 model Toyota Land Cruiser Prado Jeep aracı alıyor. Bu Jeeplerin bayii satış fiyatı 2.156.000.-TL olarak biliniyor. Orman Genel Müdürlüğü Bölge Müdürleri için 28 adet aldığı bu araçların piyasa değeri toplamda 60 milyon 368 bin lirayı buluyor. (5)
Yani TEMA Vakfı, halkın kendisine fidan diksin diye bağışladığı paraları Orman Genel Müdürlüğüne aktararak bu araçların finansmanına bir şekilde katkı sağlamış oluyor…
Ülkedeki bütün dinci vakıflar devletten fon alırken, ülkenin nadir seküler bir vakfı olan TEMA ise devlete fon aktarıyor...
Bu uygulama, ülkede çürüyen her şey gibi, TEMA Vakfı’nın da çürüdüğünü gösteriyor…
Dün, sosyal medyamdan paylaştığım TEMA Vakfı ile ilgili yukarıdaki bilgiye müspet ve menfi çok sayıda tepki gelince TEMA Vakfı’nı mercek altına almam gerekiyor…
TEMA Vakfı Yönetimi
TEMA Vakfı İnternet sitesinde 01 Ağustos 2021 tarihi itibarıyla yer alan bilgiye göre TEMA Vakfı Mütevelli Heyeti şu isimlerden oluşuyor: (Alfabatik sıraya göre)
A. Doğan Arıkan (Başkan), Prof. Dr. A. Çelik Kurtoğlu, Ahmet Fikret Evyap, Ahmet Rona Yırcalı, A. Nihat Gökyiğit, A. Metin Duruk, A. Safa Bölükbaşı, Ali Yıldırım Koç, Aydın Doğan, Prof. Dr. Aynur Aydın, Canan Barut, Cem Boyner, Cengiz Solakoğlu, Demir Karamancı, Deniz Ataç, Prof. Dr. Doğan Altınbilek, Emel Anıl, Erdal Şafak, Erdal Yıldırım, Esra Öztürk, Dr. Ersin Arıoğlu, Ersin Özince, Faruk Eczacıbaşı, Fatih Öztürk, Füsun Tümsavaş, Prof. Dr. Gelengül Haktanır, Prof. Dr. Gülsün Sağlamer, Av. Gün Han Başik, Halis Komili, H. Ayduk Koray, Hüseyin Özdilek, İbrahim Halil Çiftçi, Prof. Dr. İsmail Duman, Prof. Dr. Koray Haktanır, Prof. Dr. Lütfü Baş, Mahir Gürbüz, Mehmet Osman Kavala, Prof. Dr. Mehmet Pala, Meral Gezgin, Prof. Dr. Murat Altın, Murat Gigin, Prof. Dr. Murat Türkeş, Mustafa Akın, Mustafa Balbay, Nezih Öztüre, Nihat Gündüz, Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, Orhan Turan, Orhan Yavuz, Ozan Diren, Özen Altıparmak, Özgür Bolat, Doç. Dr. Pervin Olgun, Rahmi Koç, Doç. Dr. Sevim Budak, Şadi Gücüm, Şafak Birkiye, Tezcan Yaramancı, Turan Demiraslan, Turan Sürücü, Ümit Y. Gürses, Prof. Dr. Vahap Katkat, Vahide Gigin, Yeşne İren ve Yiğit Özşener…
Bu isimler tabii ki Türkiye’nin en saygın isimleri… Ve hemen hemen hepsi de sanayici, iş adamı…
TEMA Vakfı’nın tam olarak ne olduğunu anlamamız için bu isimlerden bazılarını mercek altına almamız gerekiyor. Mesela Orhan Yavuz…
Bu isim şimdilik burada kalsın…
Kastamonu’daki Loç Vadisi’ne ORYA Enerji Şirketi tarafından bir hidroelektrik santrali (HES) yapılıyor. Yaşamı yok eden enerji politikalarına karşı yaptıkları eylemlerle adını duyuran ‘’Karadeniz İsyandadır Platformu’’ yaptığı açıklamada ORYA Enerji Şirketi’nin Loç Vadisine HES yapılırken doğa talanı yapıldığını, ağaçların kesildiğini, dere ve doğaya zarar verildiğini açıklıyor.
Loç Vadisi’ndeki köylüler bu konuda TEMA’dan yardım istiyor. Ancak TEMA’dan bir dönüş olmuyor. Köylüler, Karaköy’de bir oturma eylemi yapıyorlar. TEMA’nın bu konuda köylülere verdiği tek destek, eylemin son günlerinde internet sitelerine ‘‘Loç Vadisi’ndeki HES katliamına karşıyız’’ başlıklı bir açıklama oluyor…
Şimdi gelelim yukarıda bıraktığımız isme: Orhan Yavuz.
Kastamonu’daki Loç Vadisi’ne HES yapan ve bu maksatla doğa talanı yapan, ağaçları kesen, dere ve doğaya zarar veren ORYA Enerji Şirketinin adı şirket sahibi Orhan Yavuz’un adı ve soyadının ilk hecelerinden oluşuyor: ORYA. Orhan Yavuz da TEMA Vakfının Mütevelli Heyeti’nde yer alıyor. (6)
Bir diğer isim Asım Kocabıyık...
Asım Kocabıyık vefat ettiği 17 Ocak 2013 tarihine kadar TEMA Vakfı kurucu üyesi ve Mütevelli Heyeti üyesi idi…
Borusan Holding tarafından Erzurum İspir Aksu, Ağrı, Tunceli ve Ordu vadilerinde HES’ler yapılıyor. Sadece İspir Aksu vadisinde HES yapılırken 19 köyün yaşam alanı katlediliyor.
Borusan Holding’in sahibi de TEMA Vakfı kurucusu ve Mütevelli Heyeti üyesi Asım Kocabıyık oluyor. (7)
Bir başka isim de Rahmi Koç...
Koç Üniversitesi, bir vakıf üniversitesi olarak 1993 yılında İstanbul İstinye’de eğitime başlıyor. Koç Üniversitesi, 2000 yılında, Rumelifeneri yolu üzerinde inşa edilen kampüsüne taşınıyor. Koç Üniversitesi Rumelifeneri Kampüsü inşa edilirken binlerce ağaç kesiliyor.
Koç Üniversitesi Rumelifeneri Kampüsü inşasından önce Mimarlar Odası Koç Üniversitesi Rumelifeneri Kampüsünün inşasını binlerce ağaç kesimine neden olacağını söyleyip dava açıyor. Bu dava karşısına iki dilekçe veriliyor; Bu dilekçelerden birisi TEMA Vakfı’na, diğeri de bir mimara ait… TEMA Vakfı dilekçesinde özetle; ‘’Koç Üniversitesi Kampüsünün ormana zarar vermediğini, tam tersine koruma kullanma dengesi içinde koruyucu yanının olduğunu’’ söylüyor. (8) Rahmi Koç da TEMA Vakfı Mütevelli Heyeti üyesi oluyor...
Bir fıkra
Bütün bu olup bitenler, anlattıklarım bana bir fıkrayı hatırlatıyor:
Günün birinde, bir kilisenin kapısında, iki dilenci peydah oluyor. Biri temiz - pak, nur yüzlü, diğeri pasaklı, karanlık suratlı, insanların yüzüne bakmaktan kaçındıkları cinsten. Temiz, pak olanının önünde bir yazı bulunuyor: ‘’Ben yoksul bir Hristiyan’ım. Lütfen yardım edin’’. Karanlık suratlı olanın da önünde bir yazı bulunuyor: ‘’Bütün varlığını kumarda ve zinada kaybetmiş bir Yahudi'yim. Paraya ihtiyacım var.’’
Pazar ayininden çıkanların hepsi, Öfkeyle Yahudi dilencinin önünden geçip, nur yüzlü Hristiyan dilenciye sadaka veriyor. Haftalarca böyle bir süre gidiyor bu iş. Sonunda papaz Yahudi dilenciye acıyor, yanına yaklaşıp diyor ki; ''Bak haftalardır avuç açıyorsun burada, tek kuruş sadaka toplayabilmiş değilsin. Seni gören hiddetleniyor, parayı diğer dilenciye veriyor. Şu önündeki yazıyı kaldırsan, Yahudi olduğunu söylemesen, kumarı ve zinayı falan işe karıştırmasan, üç beş de sen kazanırsın, karnın doyar.''
Yahudi dilenci gülümsüyor, diğer dilenciye dönüp şöyle diyor: "Vre, işittin mi Salomon? Papaz bize ticaret öğretiyor."
Sonuç
Hiçbir şey göründüğü gibi olmuyor. İlk bakışta size taban tabana zıt gelen seçenekler arasında, hayal bile edemediğiniz bağlar ve ilişkiler olabiliyor. Sivil Toplum Örgütlerinin Mısır’ın ‘’Yarı Resmî El Ahram Gazetesi’’ gibi olmaması gerekiyor… Türkiye’de son yıllarda her şey; birbirinin zıddı, absürt, paradoks ve oksimoron olarak iç içe yaşıyor... Tıpkı ‘’Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’’ gibi… ‘’Çevre’’ ve ‘’Şehircilik’’ nasıl birbirinin zıddı, birbirine tersi ise ‘’Sanayici’’ ve ‘’Çevre’’ de bir arada olmuyor… Sivil Toplum Örgütlerilerinin devletle hiçbir bağının olmaması gerekiyor... Olursa da işte böyle absürt manzaralar ortaya çıkıyor... ‘’Truva Atı’’ deyimi de zaten bu topraklardan çıkıyor…
Türkiye Cumhuriyeti’ne son yıllarda yapılan en büyük ihanet ülkenin kurumlarına yaşatılan ‘’güven erozyonu'' oluyor… Çöken, yıkılan sadece devletin kurumları olmuyor, Sivil Toplum Örgütleri de bu yıkıntının altında kalıyor…
Tuz kokuyor tuz…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
(1) https://www.webtekno.com/tema-bagislar-ogm-aktarilacak-h112992.html
(2) https://www.youtube.com/watch?v=OgXHq8dHNR8
(3) https://haberinkalemi.com/2021/07/30/tema-vakfinda-fidanlar-icin-toplanan-bagislar-bakanliga-gidecek-sosyal-medyada-buyuk-tepki/
(4) https://www.tarimdanhaber.com/tarim/orman-yanginlari-icin-alinan-1-jet-ucagi-ve-2-helikopter-tarim-h16181.html
(5) http://www.halkinsesi.com.tr/genel/orman-mudurlerine-2156-milyonluk-makam-araci-itibarda-tasarruf-h62244.html#:~:text=Orman%20Genel%20M%C3%BCd%C3%BCr%C3%BC%20Karacabey
%20de,M%C3%BCd%C3%BCrleri%20i%C3%A7in%2028%20adet%20ald%C4%B1.
(6) https://www.habervesaire.com/karadeniz-in-isyani-tema-ya/
(7) https://ekolojiagi.wordpress.com/2011/02/08/ve-tema-vakfi%E2%80%99nin-ipligi-pazara-cikti-sermayenin-halki-uyutmak-icin-kurdugu-%E2%80%98cevre%E2%80%99-tezgahi/
(8) https://www.taylankara.com/post/%C3%A7evreyi-ki-rletenleri-n-tema-da-i-%C5%9Fi-nedi-r?fbclid=IwAR2FXaIs3631ZAl6x3dcRTK2VbnzJ-1CBMtD3Crou9zp0_QR2naIMf9SBkE
Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye
28 Kasım 2020
İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur. Bu yazıda bu dönüşüm çok özet olarak günümüze kadar incelenmiş ve sonunda da yeni güvenlik ihtiyaçları ortaya konmuştur…
Her daim güncel olan bu konunun ilginizi çekeceğini düşünüyorum.
İlkel insanın güvenlik ihtiyacı
İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.
Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.
Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.
İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.
Vestfalya Anlaşması
Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin ve güvenlik konusunun paradigması değişmiştir.
Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal ‘’Self Determinasyon’’ (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirmiştir. Revizyonistler, bu antlaşmanın Avrupa’da statükoyu sürdürmeye hizmet ettiğini savunurlar.
Vestfalya Barışı; Avrupa’da artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını ve dini devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağladılar.
Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.
Vestfalya Anlaşmasını çoğu tarihçiler bu nedenlerle modern çağın başlangıcı olarak kabul ederler…
1815 Viyana Kongresi
1789 Fransız İhtilali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.
Viyana Kongresinden sonra Avrupa’da oluşan statüko nedeniyle Rusya yönünü Osmanlı İmparatorluğuna çevirir. Bu tarihten sonra Rusya, Osmanlının Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’daki topraklarına yönelir. Ancak Osmanlı Avrupa'daki bu değişimi göremez...
1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, sanayi devrimi, devletlerin pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.
1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.
Dünya Savaşına doğru
Bu tarihten sonra dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri yer alır…
İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.
Dönemin Güvenlik Anlayışı ve teorisyenleri
Bu dönemde güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel, ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…
Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askeri bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu
Avrupa’yı burada bırakıp Osmanlı İmparatorluğuna kısaca bir göz atalım:
1299 kuruluş, 1453 İstanbul’un fethi ve 1529 Viyana kuşatması ile 16. yüzyılda üç kıtaya hükmeder. 1606 Zitvatorok Anlaşması ile prestij kaybeder. 1683’de Viyana önlerinde yenilir, 1699 Karlofça Anlaşması ile gerilemeye başlar. 1718 Pasarofça Anlaşması ile toprak kaybeder, 1792 Yaş Anlaşması ile çöküş sürecine girer. 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamıdır. 1828-1908 yılları Osmanlının ıstıraplı en uzun yüzyılıdır. 1839 Baltalimanı Anlaşması ile Kapütülasyonlar ile mali çöküş başlar. 1839 Tanzimat hareketi ile cumhuriyet fikri doğar, 1876 I. Meşrutiyet ile anayasal yönetime geçilir. Askeriyede, mülkiyede ve tıbbiyede yenilikler ve reformlar yapılır. 20 yüzyıl başında eğitimin, yeniliklerin ve Avrupa’daki fikir hareketlerinin zemin bulduğu Osmanlının anayurdu olan Balkanlar kaybedilir ve 1. Dünya savaşının sonunda da 1918’de Sevr Anlaşması ile Osmanlı devleti sona erer.
18. yüzyılda üç ülke yenilenme hareketinin içine girdi. Rusya, Büyük Petro ile, Japonya Meiji Restorasyonu ile bunu başarır… Ancak Osmanlının bütün yenileşme hareketleri hüsranla sonuçlanır...
Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sebepleri:
Osmanlı İmparatorluğunun yenilenme hareketinde başarısızlığının ve çöküşünün çok sebepleri vardır. Bunlardan önemli olanlarını kısaca öyle sıralayabiliriz:
1. Devlet yönetimimin Doğu Roma geleneği olan fetih – ganimet - vergi - baskı sistemi üzerine oluşması,
2. Timur istilasının Anadolu şehirlerini birer kasabaya dönüştürmesi, Haçlı serelerinin şehirleri kıyılardan uzak iç bölgeler taşıması ve bu iki konunun yarattığı travma nedeniyle insanların mistik yöne sığınması, (Bu görüşü Fransız tarihçi Fernand Braudel savunur: A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92)
3. Gazali etkisinin Fatih’ten sonra devlet yönetimine egemen olması, bilimi dışlaması (1453 ‘de sur önlerinde top dökebilen teknolojiden, 1529’da Viyana önlerine sürüyerek öküzlerle top taşınması),
4. Abbasi aydınlanmasını takip edememesi,
5. Avrupa Rönesans’ını görememesi,
6. Sanayi devrimini kaçırması,
7. Tarım ve din toplumu olarak kalması,
8. Sağlıklı ittifak ilişkilerinin olmaması…
9. Eğitimde bilimi ihmal edip fıkıh ve tefsir eğitimine ağırlık vermesi… (İbn-i Haldun’un ‘’Akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ sözü aslında Osmanlının neden battığının en açık ifadesidir.)
Türkiye Cumhuriyeti
1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün derin tarih bilinci ve dehasıyla genç Cumhuriyet güvenlik kurgusunu Selçuklu geleneği üzerine oturtarak ‘’arazi’ ile değil ‘’ittifak’’larla güvenlik sağladı. Bu maksatla Türkiye’yi çevreleyen Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya ile 1934), Ortadoğu ülkeleriyle Sadabat Paktı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan, 1937) ve Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (1921) imzaladı. Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti güvenliğini komşularıyla yaptığı ittifaklarda buldu.
Dışarıda güvenliği bu şekilde sağlayan genç Türkiye Cumhuriyeti İbn-i Rüşt’ün manevi öğrencisi sayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bütün enerjisini içeride devrimlerin yerleşmesine, sanayileşmesine, bilime ve aydınlanma hareketine ayırdı.
Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında atları ve katırları için içeride yapamadığı nal mıhını İsveç’ten ithal ederken 1937 yılında Danimarka, Hollanda ve Polonya’ya yerli savaş uçağı ihraç eder hale gelmiştir.
Soğuk Savaş dönemi
Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılarak 1870 Sedan savaşından sonra başladığı kutuplaşmalar kurumsal hale gelir: Batı, ABD liderliğinde NATO’yu, Doğu, Sovyet Rusya liderliğinde Varşova Paktı’nı oluşturur…
Türkiye NATO’da ve ABD güdümünde
Türkiye 1952 yılında NATO’ya girer… Türkiye NATO’ya girmesiyle kendi uçak, top, tüfek, silah ve teçhizat üretim hattını ve fabrikalarını kapatarak ABD’den silah ve teçhizat alır… Alman yazar Jehuda Wallach’ın bir kitabında (Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1985) şu tezi öne sürer: ‘’Askerî yardım politik bağımlılık getirir.’’
Bu şekilde Türkiye Mustafa Kemal Atatürk’ün kurguladığı güvenlik politikasından uzaklaşarak komşularına sırtını dönüp güvenlik için teee uzaklardaki ABD’nin bacaklarına sarılır… Türkiye kendinin (milli) olmayan ABD’nin güvenlik politikalarının bir aracı haline gelir. Küba krizi, Kıbrıs krizi, Yeşil Kuşak projesi, bizim oğlanlar, sol hareketler üzerine baskı bu politikaların sonucudur…
Küreselleşme
20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır… Tek kutuplu dünyaya dönülür. Küreselleşme başlar…
1990’lı yılların güvenlik kuramları
1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’
Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.
Ancak burada kitabın adına bir eleştiri getirmek istiyorum: Uygarlık, medeniyet tekdir. Bu uygarlık, medeniyet içerisinde farklı kültürler vardır. Dolaysıyla kitabın adı ‘’Kültürler Çatışması’’ olsaydı daha uygun olurdu diye düşünüyorum…
Jeoekonomi ve Jeokültür
Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç) güç ve ağırlık kazanmıştır.
1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşmüştür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2019 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır. Bu dönemde sanayi kapitalizmi yerini finans kapitalizmime bırakmış, sanayi kapitalizminin ana unsuru olan ağır sanayi, işçiler ve sendikalar önemini kaybetmiştir.
Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir.
Burada ‘’Jeokültür’’ kavramı içinde geçen her bir olgu ayrı ayrı açıklanmalıdır anacak ben en sonda geçen ‘’uzlaşma kültürü’’ ‘’dil’’ ve ‘’hukuk’’ konularını örnek olarak açıklamak istiyorum…
Jeokültür kavramından üç örnek: ''Uzlaşma kültürü'', ''dil'', ''hukuk ve adalet''
Uzlaşma Kültürü
1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.
Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar ‘’Die Kultur des Kerieges’’ (Savaşın Kültürü) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’ Bir başka deyişle ‘’uzlaşma kültürü’’nün olmadığı toplumlarda çatışmalar kaçınılmazdır…
İşte böylesine önemlidir uzlaşı kültürü!... Toplumda uzlaşı kültürü olmayınca çatışma kültürü topluma savaşa sürüklüyor!....
Dil
Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)
Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951) Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur… Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıp 1928 yılında tamamlanan ancak hemen hemen her yıl güncellenen Oxford sözlüğü her yıl eklene eklene 20 cilt haline gelmiş. Toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşmış… Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük her ne kadar arka sayfasına 104.481 sözcükten bahsetse de en ekleri, deyimleri ve yabancı kökenleri sözcükleri çıkarırsak en fazla 30.000 kelime içeriyor... Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz veya yerine koyamadıklarımız; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Bunun neticesi ne mi olmuştur?
Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 82.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.
OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?
Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş. Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?
Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına (Red Fish) bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazardı… Bu kadar kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusanız da anlayamazsınız... Hoş biz de Shakespeare’i okumuyoruz ki zaten!...
Shakespeare'i okumuyoruz ama başka bir kitap da okumuyoruz. Yazar Orhan Tüleylioğlu “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 2014) isimli eserinde şu istatistiki bilgileri veriyor:
* Türkiye’de son 5 yıl içinde (2009 -2014 arası) 10 binin üzerinde kitapçı kapandı.
* Türkiye’de günde ortalama televizyon karşısında geçirilen zaman 5 saat, kitaba ayrılan zaman ise yılda sadece 6 saat.
* Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, Fransız 7, Türk ise 10 yılda ancak bir kitap okuyor.
* Almanya’da 14.372, İngiltere’de 5.183 kütüphaneye karşın Türkiye’de 310 kütüphane bulunuyor.
* Almanya kütüphanelerinde 150 milyon kitap bulunurken Türkiye’de 13 milyon kitap yer alıyor.
* Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap, 235. sırada yer alıyor.
Bu kadar az okumayla, bu kadar az kelimeyle siyaset yapamazsınız, strateji oluşturamazsınız, güvenlik politikaları kurgulayamazsınız, sanat, edebiyat yapamazsınız, kültür oluşturamazsınız, ittifak yapamazsınız, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz… Vazgeçtim tüm bunları çağınızı kavrayamazsınız… Hoş bizim de zaten siyaset falan da yaptığımız yok… Ülkede siyaset de tıkanmıştır. Arapça kökenli bir sözcük olan ‘’siyaset’’; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Artık neyi güç kullanmadan çözmüyoruz ki?
Hukuk ve Adalet
Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…
Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’
Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir...
Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria’nın 1763 yılında 25 yaşında iken yazdığı bir kitap var: ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene)
Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar. Kendisi idamı hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"
Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç gelmiştir.
Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:
”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.”... (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)
"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."
‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)
"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’
”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”
”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “
Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:
"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."
Bu kısımda son olarak hep birbiri ile karıştırılan ‘’hukuk devleti’’ ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ kavramlarına değinmek istiyorum.
"Hukuk devleti" kavramı Kara Avrupası ülkelerinde geçerli bir kavramdır. Bu ülkelerde ‘’yazılı hukuk’’ devletin tekelindedir. Bu yüzden de hukuk; vatandaştan yana değil devletten yanadır. Anglo-Sakson hukukun egemen olduğu ülkelerde ise "hukukun üstünlüğü" ilkesi bulunmaktadır. Bu ülkelerde bireyle devlet hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Bu devletlerde egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür... Bu şekilde "hukukun üstünlüğü" ilkesi sonucu gerçek demokrasi de Anglo-Sakson ülkelerinde boy verirken Kara Avrupası ülkelerinde "üstünlerin hukuku" hâkim olmuştur.
‘’Hukukun üstünlüğü’’ ilkesi çağdaş bir devletin en büyük güvencesidir.
Değişen güvenlik paradigmaları
Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Tarih bize değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğinizi kurgulayamayan ve ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen toplumların sonunun hüsran olduğunu göstermiştir.
Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı
Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.
Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.
Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.
Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.
Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.
Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde büyük bir askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse bir kolordu kuvvetlerine eşit güçtedirler.
Günümüzde Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditleri
Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.
Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra veya beş yıl sonra büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.
Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.
Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…
Veya bu konularda ülkenin, biyolojik ve kimyasal veya komşu bir ülkedeki nükleer santraldaki bir sızıntının (Çernobil gibi) Türkiye’yi etkilemesi de her zaman mümkündür.
Veya ülkenin ormanlık alanlarında büyük çaplı yangınlarla karşılaşmak her zaman için mümkündür.
Ülkede bir kuraklık neticede özellikle büyük şehirlerde su kıtlığının ve gıda arzında büyük bir azalmanın olması her zaman mümkündür…
Ülkede sayısı beş milyonu geçtiği söylenen sığınmacıların varlığı gelecek için ülke güvenliğinde zaten büyük bir tehdittir.
Bu tehditlere karşı kullanılacak araçlar
Ülkede büyük bir deprem olduğunda, İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler mi?
İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?
İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?
İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak? Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?
Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?
Ülkenin Ege ve Akdeniz bölgelerinde büyük bir orman yangını çıktığında bu yangını ne ile söndüreceksiniz? Böylesi bir yangını söndürmek için hangarlarda bekleyen F-16’ları mı kullanacaksınız, yoksa deponuzda çürümeye terk ettiğiniz S-400 füzelerini mi böylesi bir yangını söndürmede kullanacaksınız? O çok övündüğünüz İHA’lar ve SİHA’larla mı söndüreceksiniz?. Henüz yapamadığınız Altay Tankı ile mi söndüreceksiniz? Nerede sizin orman yangını söndürme filolarınız?
Beş milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Fransa’nın, Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?
Yeni güvenlik paradigmaları ve günümüzün güvenlik ihtiyacı
Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.
Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık gelişmiş silahlarla sağlanmamaktadır.
Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.
Bir yandan güvenlik politikaları; deprem, sel, yangın, orman yangını, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı güvenlik birimlerinin yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.
Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, demokrasi, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…
Dilinizdeki kelime, sözcük sayısı ülkenin korunmasında ve güvenliğinde depolarınızdaki mermi sayısından daha etkilidir. Doğru güvenlik kurgulamaları doğru stratejilerle, doğru stratejiler de ülkeyi, dünyayı ve çağı algılayan doğru ve yeterli kelimelerle yapılır.
Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, ‘’refah’’ gibi sağlayamaz hale gelmiştir…
Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce ve şiddete başvurursunuz…
Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Depreme, sele, yangına, orman yangınına, salgına, kuraklığa karşı afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?…
İbn’i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’Coğrafya kaderinizdir’’ derdi. Yani coğrafya kaderinizdir; yaşadığınız coğrafya ile etrafınızdaki coğrafya ile barışık olun derdi…
Tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü söylerdi: ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''
Zaman;coğrafya ile barışık olma ve dost edinme, dostları artırma zamanıdır…
Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri
Ülke refahını artırmayan, hakkı, hukuku ve adaleti tesis etmeyen, evrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan her türlü siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...
Ülkede siyasetin tıkanması ve siyasetin sorunlara çözüm üretememesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...
Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...
Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren, çarpık kentleşmeye göz yuman bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.
Her an yaşanması muhtemel; deprem, sel, yangın, orman yangını, salgın hastalık, kuraklık vb. doğal afetlere karşı güvenlik birimlerinin yeniden teşkil, teçhiz ve eğitimlerinin yapılıp hazır bulundurulmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.
Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.
Ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Kamu yönetiminde şeffaflığın olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Coğrafya ile barışık olunmaması, komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...
Siyasetteki kapsayıcı ve kucaklayıcı olmayan, ötekileştirici ve şiddet içeren dil ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Sağlıklı ittifak ilişkilerinin bulunmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Gıda arzı ve su güvenliğinin olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Ülke varlıklarının yabancıların eline geçmesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Ülkede denizcilik kültürünün eksikliği ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Kültür alanındaki eksiklik ve yetersizlik ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…
Sonuç
Değişen güvenlik paradigmalarına ve tehditlerine göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…
Tarih Baba bir de şunu göstermiştir: Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Tunus’ta neler oluyor?
29 Temmuz 2021
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, 25 Temmuz 2021 Pazar günü Tunus Anayasasının 80. maddesine dayanarak meclisi kapatarak Başbakan Hişam el-Meşişi'yi görevden alıyor. Cumhurbaşkanı Kays Said Meclisin tüm yetkilerini donduruyor, milletvekillerinin dokunulmazlığını askıya alıyor, Başbakan Hişam el-Meşişi'nin dışında Savunma ve Adalet Bakanlarını da görevden alıyor. Cumhurbaşkanı Kays Said, bunların dışında çok sayıda üst düzey devlet yetkililerini de görevden alıyor…
Bu görevden almaların ardından Cumhurbaşkanı Kays Said, yasa dışı yabancı fon temin ettikleri iddiasıyla ülkedeki iki büyük siyasi hareket olan "Ennahda" (El-Nahda, Nahda) ve "Tunus'un Kalbi" hakkında soruşturma başlatıyor…
Bütün bu olanlar, İhvancı Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi tarafından “devrime darbe” diye niteleniyor. AKP hükümetinin tüm sözcüleri ile Gelecek Partisi ve DEVA Partisi de olayı darbe olarak niteliyor…
Tunus’ta neler oluyor? Tunus’ta İhvancı Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi’nin söylediği gibi “devrime darbe” mi oluyor? Kafa karışıklığı olmasın diye Tunus’ta ne olduğunu anlatmak da bana kalıyor…
Ama her zaman olduğu gibi, bugünü anlamak için kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor…
Tarihte Tunus
Kartaca ve Roma dönemi
Tunus’un yerli halkı göçebe Berberiler oluyor. Ancak coğrafi konumu nedeniyle daha çok deniz yoluyla gelen çeşitli etnik topluluklar ülkeye yerleşiyor. MÖ 12. yüzyılda Fenikeliler bölgeye yerleşiyor. Fenikeliler MÖ 9. yüzyılda bölgede Kartaca’yı kuruyor. Kartacalılar, Sicilya ve İspanya'ya kadar koloniler oluşturuyor. Bu şekilde Kartacalılar o dönemde yeni kurulmakta olan Roma İmparatorluğu için tehdit oluşturuyor. Ancak Pön Savaşları’nda Kartacalılar Romalılara yenilip Tunus'tan sürülüyorlar (Pön Savaşlarını detaylı bir şekilde bu sayfada anlatmıştım.) O tarihten sonra Tunus, Roma egemenliğinde bir Afrika Eyaleti olarak yönetiliyor.
Osmanlı dönemi
Tunus 1574 yılına kadar Hafsi Hanedanlığının elinde kalıyor. Bu dönemde Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis 1556 yılında Gafsa’yı, 1558 yılında Kayrevan’ı ele geçiriyor. Bu şekilde Tunus’un doğu ve güney sahilleri Osmanlı toprağı haline geliyor. Bu dönemde Cerbe Adası Osmanlı deniz üssü olarak kullanılıyor. Barbaros Hayreddin Paşa, İspanya’daki Endülüslü Müslümanlardan 100.000 kadarını kurtararak Kuzey Afrika’ya getiriyor. 1574 yılında Uluç Ali Reis ile Sinan Paşa, Tunus şehrini (Halkul-Vad Kalesini) ele geçiriyor. Bu şekilde bütün Tunus, Osmanlı Devletinin bir eyaleti haline geliyor.
Fransa sömürge dönemi
Osmanlı İmparatorluğunun Rusya ile yaptığı 93 Harbi (1877-1878 Harbi) neticesinde harbin çöküntüsü içerisinde iken Fransa, bazı Tunuslu aşiretlerin Cezayir’e yaptıkları akınları ve bazı toprak taleplerini bahane ederek 1881 yılında Tunus’a asker çıkarıyor. Aynı yıl yapılan Bardo Antlaşması’yla Tunus Beyi, dış hükümranlığı, siyasi ve ordu işlerini bir Fransız Genel valisine bırakıyor.
Ancak Tunus’un Muher ve güney kesiminde başlayan ayaklanmaları Fransızlar güçlükle bastırıyor. Vali Paul Cambon, yeni Bey Ali bin Hüseyin’e (1882-1902) Marsa Sözleşmesini kabul ettiriyor. (1883) Bu sözleşme ile Fransız himayesi resmen kurulmuş oluyor. Bütün bu olanları Osmanlı İmparatorluğu protesto ederek kabul etmediğini bildiriyor. Resmi padişah fermanlarında Tunus, Osmanlı Eyaleti olarak anılmaya devam ediyor. Fransız himaye rejimi Tunus’un bağımsızlığını kazanmasına kadar (1956) 78 yıl sürüyor…
Bağımsızlık dönemi
Burgiba dönemi
Sorbonne Üniversitesinde hukuk ve siyaset bilimi okuyan Habib Burgiba önderliğinde 1930’lu yıllarda Fransızlara karşı Tunuslular bağımsızlık mücadelesine başlıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde Tunus bir savaş alanı haline geliyor… Savaşın ardından Burgiba yeni Destur Partisi’ni kurarak bağımsızlık mücadelesine devam ediyor. . İyi bir hatip olan Burgiba halkları ve kalabalığı meydanlara toplamasını biliyor. 1956 yılında Tunus, Fransızlara karşı bağımsızlığını kazanıyor. Bağımsızlığını kazandıktan sonra Tunus Cumhuriyeti’ni ilan eden Burgiba, ilk Tunus Cumhurbaşkanı oluyor. Atatürk’ün izinden giden ve Nasırcı Arap sosyalizmini savunan Burgiba, Tunus’ta birçok reformlar yaparak laik eğilimli bir rejim kuruyor. Ölünceye kadar Devlet Başkanı seçilen Burgiba, 1987 yılında sağlık durumu gerekçe gösterilerek Zeynel Abidin bin Ali tarafından devriliyor.
Zeynel Abidin bin Ali dönemi
Burgiba, 1987 yılında devlet başkanlığı görevinden alınarak yerine General Zeynel Abidin bin Ali geçiyor… 1994 yılında yapılan parlamento ve devlet başkanlığı seçimlerinde Zeynel Abidin bin Ali ve partisi oyların yüzde 99’unu alarak devlet başkanlığına yeniden seçiliyor…
Tunus’ta, 2011 yılının başında yaşanan “Yasemin Devrimi” ile 22 yıldır ülkeyi yöneten General Zeynel Abidin bin Ali devriliyor. General Zeynel Abidin bin Ali ülke dışına gitmek zorunda kalıyor. “Yasemin Devrimi”, bölgede yaşanan ayaklanma ve otoriter rejimlerin halk hareketiyle devrilmesi sürecinin ilk başarılı halkasını oluşturuyor. Tunus’taki ayaklanmanın, Zeynel Abidin bin Ali rejimini değiştirmeyi başarmasının ardından Mısır ve Libya’da ayaklanmalar başlıyor…
Ennahta dönemi
Zeynel Abidin bin Ali’in devrilmesinden sonra 2011 yılında yapılan serbest seçimlerde Ennahda (Yeniden Doğuş) Hareketi 217 sandalyeli mecliste 89 vekil kazanıyor ve hükümet ortağı oluyor. Ennehta Hareketi lideri Raşid el-Gannuşi Türkiye’yi ve AKP’yi örnek aldıklarını, hâlihazırda iyi olan ilişkilerin gelecekte de daha da gelişmesini sağlayacak ortamın oluşmasını arzu ettiklerini ifade ediyor…
Ennahda Hareketi, 2014 yılında hükümetten çekiliyor. Aynı yıl Ekim 2014’te yapılan seçimlerde oy kaybedip 69 milletvekili kazanan Ennahda seçimden ikinci parti olarak çıkıyor. Nida Tunus Partisi liderliğinde kurulan koalisyon hükümetine Ennahda, Afek Tunus’un içerisinde yer aldığı bir koalisyon hükümetine giriyor…
Bu koalisyon döneminde Enahda Hareketi siyasal yörüngesini yeni politik konjonktürün de etkisiyle, siyasal İslamcı ideolojik duruşunda revizyona gittiğini ilan ediyor… Ennahda Hareketinin lideri El-Gannuşi, 2016 yılı Mayıs ayında yapılan 10. Kongresinde Ennahda’nın hala İslami ilkelerden ilham aldığını ve söz konusu ilkelerin partinin değerlerinin belirlenmesinde rehberlik rolü oynamaya devam edeceğini vurgulayarak parti ideolojisinin artık siyasal İslamcılıkla tanımlanamayacağı, bunun yerine “Müslüman demokratlar” kavramının kullanılacağını ve seküler ilkeler temelinde siyaset yürütüleceği vurguluyor…
Tunus'ta Ekim 2019 yılında yapılan ve seçime katılımın yüzde 41 olduğu parlamento seçimlerinde Ennahda Hareketi yüzde 17,5 oy oranı ile birinci, Tunus'un Kalbi Partisi ise yüzde 15,6 ile ikinci sırada yer alıyor. Seçimlerin ardından yine koalisyon hükümeti kuruluyor…
Her ne kadar Ennahda Hareketi 2016 yılı Mayıs ayında yapılan 10. Kongresinde siyasal konjonktür gereği parti ideolojisinin artık siyasal İslamcılıkla tanımlanamayacağı ilan etse de İhvancı politikalarından asla vazgeçmiyor…
Tunus Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi'nin Türkiye ziyareti
Şu ayrıntının da gözlerden kaçmaması gerekiyor:
Tunus Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi, 2020 yılı Ocak ayında Türkiye’yi ziyaret ediyor. Gannuşi, Türkiye ziyaretinde kapalı ve özel bir oturumda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşüyor.
Ancak Gannuşi’nin bu Türkiye ziyareti Tunus'ta büyük bir tartışmaya yol açıyor. Bu ziyaret nedeniyle Gannuşi’nin, üyesi olduğu Ulusal Güvenlik Konseyi huzurunda soruşturulması isteniyor… Çünkü Gannuşi bu Türkiye ziyaretini Tunus devletinden resmi bir talimat almadan yapıyor…
Bazı Tunus milletvekilleri, Libya krizinin taraflarından kabul edilen bir devletin başkanıyla görüşmek için Tunus devletinden resmi bir talimat almayan Gannuşi’nin bu hareketini ulusal egemenliğin ihlali olarak niteliyorlar…
Bu milletvekillerinden Munci er-Rahvi, Gannuşi’nin Erdoğan ile yüzlerce Tunuslu gencin gerilim odaklarına yollanması hakkında konuşup konuşmadığını sorguluyor. Ravhi’ye göre, Tunus’ta son dönemde yakalanan silahın kaynağı Türkiye’ydi ve Ankara’nın aşamalı olarak Tunus’a ve bölgeye yönelen ilişkisi ile ilgiliydi ve bu ilişki, bölge güvenliği üzerinde ciddi bir tehdit oluşturuyordu.
Rahvi, bu ziyaretin Tunus'un Libya'daki mevcut kriz hakkında takındığı resmi tarafsız tutumla çeliştiğine değiniyor. Rahvi, aynı zamanda şu ifadeleri kullanıyor: ‘’Müslüman Kardeşler'in merkez karargâhı Erdoğan liderliğindeki Türkiye'dir. Nahda Hareketi ise bu örgütün bir koludur. Bu durum, Tunus ve Tunuslular için tehdit oluşturuyor.”
Ennahda döneminin sonu
Tunus’ta Siyasal İslamcı olarak Ennahta Hareketi iktidara geldiği 2011 yılından beri hükumetler içerisinde yer alarak her siyasal İslamcı hareket gibi izlediği politikalarla ülke refahını artırmak için ekonomik yatırımlara değil ideolojisi doğrultusunda siyasal yatırımlara gidiyor, ülkede rüşvet ve yolsuzlukları kurumsallaştırıyor, ülkeyi ve ekonomiyi bir kriz içerisine sokuyor, ülkede sosyal kutuplaşmayı derinleştiriyor, kurucu Burgiba’nın ulus devlet anlayışını tahrip ediyor... Bunların sonucu olarak da ülkede siyaset kurumu iflas ediyor…
Ülke içindeki bu gelişmelerin dışında Arap dünyasında da İhvancı politikaların sonuna geliniyor. İhvan, Mısır’da, Suriye’de kaybediyor. Son olarak İhvan’a yakınlığı ile bilenen Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanı Serrac’ın görevi sona ererek 10 Mart 2021 tarihinde Libya’da Ulusal Birlik Hükümeti kuruluyor.
Hem BM hem AB hem de yeni kurulan Libya Ulusal Birlik Hükümeti Libya’daki yabancı askerî güçlerin ve paralı askerlerin Libya’dan ayrılmalarını istiyor.. Libya’da paralı asker olarak çok sayıda radikal cihatçı İslami örgütlerin varlığı biliniyor… Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi'nin de İhvan hareketine sempatisi biliniyor. Muhtemel ki Cumhurbaşkanı Kays Said, komşu ülkede bulunan bu radikal cihatçı İslami örgütlerin Tunus’ta İhvancı Ennahta ile ilişkiye girmesinden ve bu örgütlerin Tunus'a gelmelerinden, getirilmelerinden çekiniyor…
Bütün bunlardan dolayı Cumhurbaşkanı Kays Said’ın yazımın girişinde verdiğim kararları alıyor ve bu kararlar Ennahda Hareketini Tunus’ta toplumsal huzursuzluğun nedeni olarak gören Tunus halkının büyük çoğunluğu tarafından destekleniyor…
Türkiye'de, Başbakan Davutoğlu, Başbakanlıktan ve AKP Genel Başkanlığından istifaya ettirildiğinde (Mayıs 2016) ve OHAL şartlarında, mühürsüz oylarla 2017 Anayasa referandumu ile TBMM işlevsiz hale getirildiğinde ‘’ileri demokrasi’’ diye alkışlayanlar, o zaman sus pus olanlar, Tunus’ta Cumhurbaşkanı anayasanın kendisine verdiği yetki ile başbakanı görevden alıp meclisi kapattığında ‘’darbe’’ çığırtkanlığı yapıyorlar… Burada en ironi içeren durum ise kendisi başbakanlıktan istifaya zorlandığında gıkı çıkmayan Davutoğlu’nun Tunus’ta başbakanın Cumhurbaşkanı tarafından anayasal yetkileri içeresinde görevden alınmasına feveran ederek ‘’darbe’’ diye suçlaması oluyor…
Sonuçta Cumhurbaşkanı Kays Said, Tunus anayasasının kendisine verdiği yetkiyi kullanıyor… Türkiye’de ise her siyasi oluşum kendi meşrebine göre Cumhurbaşkanı Kays Said’in bu kararlarını değerlendiriyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Matteotti Cinayeti
11 Nisan 2020
Önce bir film: ’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti)
İtalyan yönetmen Florestano Vancini'nin yönettiği 1973 tarihli tarihi drama bir İtalyan filmi var: ‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Film, İtalyan parlamentosundaki sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti'nin öldürülmesini ve bu cinayetin sonucu olarak İtalya'da Benito Mussolini'nin diktatörlüğünün kurulmasına yol açan olayları anlatıyor.
Filmde Matteotti'yi Franco Nero, Mussolini'yi de Mario Adorf canlandırıyor… Film 8. Moskova Uluslararası Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü ile ödüllendirilmişti… Bu film ne yazık ki Türkiye’de gösterime girmedi... Filmin tamamını içeren bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Bu karantina günlerinde bu filmi izleyin diyeceğim ama filmin seslendirilmesi orijinal diliyle yapılmış, yani İtalyanca…
Ben de bugün bu filmin konu aldığı cinayeti ve sonrasını anlatayım istedim... Mademki evlere hapsolduk… Bu yazımı okuduktan sonra yine de İtalyanca da olsa film izlenilebilir hale gelir diye düşünüyorum…
Matteotti cinayetine girmeden önce kısa bir bilgi:
Diktatörlüğe giden yol
Bu sayfalarda değişik yazılarla Almanya’da Hitler’in yükselişini anlattım. Bu yazılarımdan birkaç tanesi: ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichtag Yangını’’ ve‘’ ‘’Operasyon Valkyrie’’ idi… Bu konuda daha çok yazım var ama bunlar önemlileri… Nasıl ki ‘’Reichtag Yangını’’ Hitler’in diktatörlüğünü sağlamış ise Mussolini için de İtalya’da diktatörlüğünü bu cinayet sağlamıştı. Ne de olsa; ‘’sonuca giden her yol mubahtır” diyen de bir İtalyan’dı değil mi? (Machiavelli) Ki bu düsturu kullanan da çooook diktatör vardır dünyada!
Şimdi gelelim konumuza… Önce Giacomo Matteotti kimdi onu tanıtayım:
Giacomo Matteotti
Giacomo Matteotti 1920’lerin geleceği parlak bir politikacısıdır. Bologna Üniversitesi’inde hukuk okur. Sosyalist düşüncededir… Bologna Üniversitesi'nde hukuk okuduğu dönemde ‘’Sosyalist Birlik Partisi’’ (Partito Socialista Unitario) (PSU)’ne girer. Askere gitmek istemeyince Sicilya’ya bir çalışma kampına gönderilir…
Matteotti, PSU içinde üyelerin kibirli davranışlarını aşırı eleştirdiği için parti içinde fazla sevilmez. Ancak iyi bir hatiptir. Bu nedenle de oldukça fazla sayıda taraftarı vardır.
Matteotti, Ferrara bölgesinden 1919, 1921 ve 1924 yıllarında milletvekili seçilir. Partinin genel sekreterliğine kadar yükselir…1924’te “Faşist Tahakkümün İlk Yılı” isimli bir kitap yayınlayarak, başta faşist iktidarın işlediği 150 cinayet olmak üzere iktidarın, hırsızlıklarını yolsuzluklarını anlatır...
1924 yılında İtalya
İtalya’da yapılan 1924 yılı parlamento seçimleri iktidardaki Mussoli’nin baskısı, terörü ve hilekarlığı altında yapılır… Mussolini ve partisi seçim öncesi açık açık yasaları çiğner, gazetelere el koyar, basımevleri yağmalar, sendikalar ateşe verilir, her gün sokaklarda muhalifler faili meçhule kurban gider…
6 Nisan 1924 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde seçime katılım % 63’dür… Mussolini’nin seçim öncesi baskı ve hilelerine rağmen Mussolini ve partisi toplam 535 sandalyeli mecliste ancak 355 sandalye kazanır... Seçim kanunu gereği paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dâhil edildiğinde, Mussolini 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda ezici çoğunluğa sahip olur. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarıdır bu…
Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, anayasaya aykırı davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçlarlar.
29 Mayıs 1924 tarihinde sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti mecliste yaptığı coşkulu konuşmada seçim sonuçlarına itiraz ederek seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklar… Oyların çalındığını, sandıkların yok edildiğini söyler… Matteotti, meclisteki bu iki saat süren konuşmasında seçimlerdeki hileleri bizzat Mussolini’nin yaptığını söyleyerek meclisin yasadışı olduğunu ilan ederek seçimlerin yenilenmesini talep eder… Matteotti’nin konuşmasına Mussolini taraftarı milletvekilleri küfürlerle, hakaretlerle ve tehditlerle müdahale ederler… Meclisten çıkarken, Matteotti, arkadaşı Giovanni Cosattini’ye şunları söyler: “İşte şimdi cenazemde yapacağın konuşmayı hazırlayabilirsin.” Yazımın girişinde bahsettiğim film Matteotti’nin işte bu konuşması ile başlar… Filmin tamamını izlemeye vaktiniz yoksa da en azından filmin bu başlangıç sahnesini izlemenizi arzu ederim...
Daha sonra yapılan oylamada 07 Haziran 1924 tarihinde Mussolini hükumeti güvenoyu alır…
Matteotti’nin öldürülmesi
Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te Roma’nın merkezindeki evinden çıkan Matteotti evinin önünden kaçırılır. Görgü tanıklarının ifadeleriyle, Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Mussolini’nin partisine ait olduğunu belirler. Araçta kan izleri vardır ama ortada bir ceset yoktur.
Matteotti’nin cesedi iki ay bulunamaz. Bu dönemde Matteotti’nin kaçırılmasından ve kaybolmasından Mussolini sorumlu tutulduğundan muhalefet tarafından faşist iktidarın safça her an düşmesi beklenir… Bunalımlı ve gerilimli bir bekleyiş olur… Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulunur. Bu bunalımlı döneme bu nedenle de ‘’Ouartarella’’ adı verilir… Matteotti’nin cesedi Roma dışında, Riano Flamino yakınlarında defnedilir…
Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının yayılmasına yol açar. İtalyan parlamentosunda cinayetten, hükümet ve Mussolini sorumlu tutulur. Mussolini ise, cinayeti düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürer…
Kamuoyunun tepkisi dindikten sonra Mussolini karşı atağa geçerek 3 Ocak 1925'te mecliste bir konuşma yapar. Bu konuşmasında Mussolini, Faşist Parti'nin lideri sıfatıyla cinayetin bütün sorumluluğunu üstlendiğini açıklayarak muhalefeti cinayet suçlamasıyla hakkında dava açmaya çağırır. Ama muhalefet bunu yapacak güçte olmadığından söz konusu dava hiçbir zaman açılmaz…
Matteotti’nin yakalanan katillerinin duruşması 1926 yılında sonuçlanır: Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktur! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştür! Sonunda Mussolini temize çıkartılır. Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller beş yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardır. Ardından katiller iki ay hapis yattıktan sonra İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkarılırlar… Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte bu dava 1947'de tekrar görülür ve henüz hayatta olan üç katil 30'ar yıla mahkûm edilir…
Antifaşist cephenin basiretsiz politikaları
Matteotti cinayetinde zayıflayan Mussolini parlamentodaki iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirir. Ve parlamentodan tekrar güvenoyu alarak iktidarda kalır.
İtalyan sosyalistleri her fırsatta romantik bir şekilde anayasaya ve yasalara bağlı kaldıklarını tekrarlayarak hükümetin istifasını, milislerin kaldırılmasını ve yeni seçimlere gidilmesini isterler… Ancak bölünmüş muhalefetin tepkisi örgütlü ve sürekli değildir. Sosyalistler, Mussolini yanlısı krala hala güven duyarlar, kralı Mussolini’den uzak tutmaya çalışırlar… Kralı ve kamuoyunu aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazı yazarlar… Amaçları, kralı Mussolini’yi görevden almaya ikna emektir…
Bu sırada komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem de meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak olur… Ayrıca Milano gibi şehirlerde faşizm karşıtı parlak gösteriler yapılır. Ancak bu gösteriler faşistlerin müdahalesi neticesinde çok sayıda insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanır…
Sonuçta muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemez… Muhalefet güçlü bir antifaşist bir cephe oluşturamaz... Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelir… Bu şekilde faşizm kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme imkânı kazanır...
Diktatörlüğe giden yol
Artık Mussolini için diktatörlüğe gitmenin tam zamanıdır…
3 Ocak 1925’te Mussolini mecliste verdiği ünlü söylevinde gerçek niyetini açığa vurur… Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastlar (!) düzenler… Mussolini de bu suikast girişimlerine dayanarak “olağanüstü durum” yasası çıkarır… Mussolini bu yasaya dayanarak da ‘’kanun gücünde kararname’’ler çıkarma imkânı elde eder. Sonunda da bu kararnamelerle muhaliflerini ezer, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatır, bütün özgürlükleri ortadan kaldırır…
22 Haziran 1925’te Mussolini, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlar: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”
1925-1926 yıllarında çıkarılan faşist yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçer… Yeni yasalar ile örgütlenme özgürlüğü, siyasi partiler ve basın özgürlüğü ortadan kaldırılır… İtalyan ‘’Ulusal Faşist Partisi’’ tek yasal parti yapılır… Mussolini’nin gizli polis teşkilatı OVRA kurulur… Faşist olmayan ya da anti-faşist olan tüm gazetelerin idarecileri işten çıkarılır… Siyasi suçları yargılamak için özel bir mahkeme kurulur…
1926 yılında aralarında İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı, İtalyan Komünist Partisi kurucu üyesi Antonio Gramsci’nin de bulunduğu 2000 komünist tutuklanır…
1927 yılında yandaş gazeteler birleşerek ‘’Faşist Gazeteciler Birliği’’ kurulur... 1928’de ‘’Ulusal İtalyan Gazeteciler listesi’’ oluşturulur…
1928 yılında 37 komünist önder ömür boyu hapis cezasına çarptırılır… Matteotti Krizi sırasında muhalefet eden bazı burjuva politikacılar da kovuşturmaya uğrar, tutuklanır, öldürülür veya başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalırlar…
1928 yılına gelindiğinde İtalya’da artık parlamenter görünümlü faşizm sona erer!. Bu tarihten sonra artık Mussolini’nin açık terör diktatörlüğü resmen kurulmuş olur…
Sonuç
Haziran 1924 tarihinde Matteotti’nin öldürülmesi sonrasında gelişen olaylar, muhalefetin basiretsizliği, dağınıklığı ve romantikliğinin de katkısıyla İtalya’da Mussolini’nin mutlak bir terör diktatörlüğüne yol açar…
Hep söylerim ya: Tarih, ders almak isteyenlere laboratuvar gibidir. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir… Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır...
Sahi Fransızcada ‘’déjà vu’’ diye bilinen bir deyim vardı değil mi? Neyse biz şimdi aklımıza takmayalım ’'déjà vu’’yu da yazıma Matteotti’nin bir sözü ile son vereyim. Bu söz üzerine, ''yaklaşmakta olan yaklaşıyorken'', hâlâ ''armudun sapı, üzümün çöpü'' diyenler başta olmak üzere hep beraber kafa yoralım:
"Özgürlük içinde yanlışlık yapılabilir, ancak tutsaklık bir ulusu ölüme sürükler."
Arz ederim
Osman AYDOĞAN
‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Filmi (Tamamı):
https://www.youtube.com/watch?v=UY_POy2laiU
Türklerde ve Araplarda kadın
27 Temmuz 2021
Türkiye Kadın Millî Voleybol Takımı, ‘’Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları’’nda 25 Temmuz 2021 günü yaptığı müsabakada son olimpiyat şampiyonu Çin'i 3-0 mağlup ediyor…
Ancak kadınlarımızın bu başarısı, içimizde yaşayan Arap Emevi kültürüne asimile olmuş bir kısım insanları rahatsız ediyor. Bu Arap Emevi kültürün temsilcilerinden bir tanesi kadınlarımıza ‘’İslam’ın kızı’’ (Adam daha imla kurallarından habersiz yazarken de bu kısmı ‘’İslamın’’ şeklinde yazıyor) diye hitap ederek ‘’Sen ‘burnunu göstermekten utanan’ anaların evladısın’’ diye mesaj veriyor… Zavallı, kadınlarımızın analarını da kendisi gibi Arap Emevi kültürüne asimile olduğunu zannediyor… Tabii bu adama da kendisi gibi Arap Emevi kültürüne asimile olanlardan da destek esirgenmiyor…
Hal böyle olunca da bana, Türk kadınının tarihteki yerini, Arap kadınının günümüzdeki halini ve Arap Emevi kültürünü ve akıbetini anlatmak kalıyor…
Eski Türklerde kadın ve toplumdaki yeri
Türklerde kadının sosyal hayattaki statüsü tarihte şimdikinden çok daha ileri idi… Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan (1930) iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (Milli Eğitim Basımevi, 1963) isimli bir eseri bulunuyor.
Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde şunları yazıyor:
“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”
“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”
“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.”
“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”
Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğini bulunuyor.
Selçuklu İmparatorluğunda kadının yeri
Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvan olarak kullanılıyor. Selçuklu İmparatorluğunda şehir yöneticileri (belediye başkanları) kadınlardan oluşuyor ve bu kadın yöneticiler ‘’Hatun’’ unvanını kullanıyor. Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi de buradan geliyor. Gevher Nesibe Hatun, Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetiyor, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımlar yapıyor. Gevher Nesibe Hatun, döneminde Kayseri'de han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) gibi birçok eserler yaptırıyor. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin adı da buradan geliyor.
Müslüman olup da Arap tesirinin az olduğu ülkelerde kadın
Ayrıca Müslüman olup da Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çok sayıda yer alıyor. Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür ve İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun bunların arasında yer alıyor…
Osmanlı’da kadın ve eğitimi
Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Araplaşan Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanıyor. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlıyor, Osmanlı çöküşün nedenini anlayıp Osmanlı da kız çocuklarının eğitimine ve kadınlarına önem vermeye başlıyor. Bu şekilde Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlıyor. 1858’de kız rüşdiyeleri açılıyor. 1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılıyor. 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak bu okul kızlar için en yüksek eğitim kurumu haline geliyor. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izliyor. 1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılıyor.
Arap kültüründe kadın
Girişte bahsettiğim gibi Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statüsü farkı bulunmuyor, Arap kültüründe kadının kendisi de bulunmuyor, ‘’adı’’ da bulunmuyor… Arap kültüründe kadın numaralanıyor, sıralanıyor. Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına veya fizyolojik görünümlerine göre veriliyor.
Doğum sırasına göre örnekler:
Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade ediyor. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor. Ancak Araplarda fazla kullanılmıyor, daha çok Anadolu'da kullanılıyor. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı verilmiyor… Bazen de Ayşe adı veriliyor (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konuluyor), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı veriliyor. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı veriliyor. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamına geliyor. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamına geliyor. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılıyor.
Saniye: ‘’Sani’’ Arapça iki anlamına geliyor ve doğan ikinci kıza Saniye adı veriliyor (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut').
Tilte: ‘’Telat’’ veya ‘’selaseden’’ kelimelerinden türüyor, üçüncü anlamına geliyor. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor.
Raba: Arapçada dört, ‘’Rabia’’ ise dördüncü anlamına geliyor. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor...
Hamse: Arapça beş anlamına geliyor. Beşinci doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor.
Sitte: Arapça altı anlamına geliyor. Altıncı doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor.
Sabe: Arapça yedi anlamına geliyor. Bu kelime çok değişiklik geçirerek Sabiha (Sabuha) oluyor. Yedinci doğan kız çocuğuna bu ad veriliyor.
Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanıyor. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini veriliyor…
Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı veriliyorr. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına geliyor. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı veriliyor, ‘’fatm’’ Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına geliyor. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen ‘’Semra’’, biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen ‘’Zehra’’, iyice beyaz ise ‘’Beyza’’ adı veriliyor.
‘’Kezzibân’’ adı İslam âleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara veriliyor. Bu ayetin manası şöyle veriliyor: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen ‘’Kezziban’’ kelimesi yalanlayan, yalancı manasına geliyor. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu ad Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu adı veriyor. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu adı kullanmıyor. Ayrıca bazı dil bilimcileri Kezban adının Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' adından türediğini söylüyor.
Türklerde kadının adı
Türklerde, Anadolu’da ise kadın Araplar gibi numaralandırılmıyor ve sıfatla adlandırılmıyor. Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyet taşıyor, bir kimliğe sahibi oluyor. Türk kadını Hanım ağa, hanım efendi, Hatun olarak sıfatlandırılıyor. Türk kadını ‘’Derya’’, ‘’Deniz'' olarak ''Engin''lere açılıyor. Türk kadını ''Nergiz'', ''Çiğdem'', ''Çiçek'', ''Gül'', ''Gülseren'' olarak ''Doğa''ya ''Serpil''iyor. Türk kadını ''Sevim'', ''Sevigen'', ''Sevgi'' olarak ''Sevda''dalarda ''Sevi''liyor... Türk kadını ''Sevinç'', ''Sevin'', ''Neşe'' olarak insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürüyor... Türk kadını ''Canan'', ''Candan'' olarak çevresine, sevdiklerine ''Can'' veriyor...
Mitolojide sözcük
Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanıyor.
Kadına sıra numarası vererek veya fizyolojik görünümüne göre sıfatlandırarak ona isim veren bir kültür doğal olarak kadını bir nesne gibi görüyor, onu sıradanlaştırıyor, onu yok sayıyor, onu kullanıyor ve onun üzerinde egemenlik kuruyor… Bu şekilde onu sosyal hayattan dışlıyor, evlere kapatıyor, dışarıda burkalara bürüyor, burnunu dahi göstermesine izin vermiyor…
Arap Emevi kültürü sanıldığından daha karmaşık ve daha tehlikelidir...
Ne yazık ki Müslümanlar, Emevilerden beridir İslam’sız bir Müslümanlık yaşıyorlar… Emeviler; vahşiliklerini, gaddarlıklarını, haramiliklerini, yabaniliklerini, kisrâlıklarını, şaşaalarını, saltanatlarını İslam’a yükleyerek İslam’ın özü olan ‘’adalet’’, ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kavramlarını Müslümanlara unutturuyorlar. Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşıyor…
Arap Emevi kültürüne asimile olanlar; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs ediyorlar… Arap Emevi kültürüne asimile olanlar; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adaleti katlederek İslam’ın ahlâk boyutunu unutup İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürüyorlar. Arap Emevi kültürüne asimile olanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi yaşıyorlar…
Arap Emevi kültürüne asimile olanlar; daha dün ülkemizde, 15 Temmuz 2016 günü, Boğazköprüsü’nde, teslim olmuş erlerin ve askerî lise öğrencilerinin kafaları kesiyorlar… Arap Emevi kültürüne asimile olanlar; daha dün ülkemizde TV’ler çıkıp komşular nasıl fişlenip öldürülür, komşuların eşleri kızları nasıl sahiplenilir ballandıra ballandıra anlatıyorlar…
Bugün Türk kadınına ‘’Sen ‘burnunu göstermekten utanan’ anaların evladısın’’ diye itiraz eden Arap Emevi kültürüne asimile olanlar, yarın ellerine güç geçtiğinde, Türk kadınının burnunun dahi gözükmesine izin vermeyecek olanlardır. Çünkü Arap Emevi kültürüne asimile olanların sonu Taliban oluyor, İŞİD oluyor, Boko Haram oluyor…
İçine tekrar tepe taklak ve bilinçsizce yuvarlanmakta olduğumuz Arap kültürünün sanıldığından daha karmaşık ve çok daha tehlikeli olduğu pek bilinmiyor... Bu toplum gitgide Araplaşan kültürüyle kendi kendisini hasta eden bir toplum haline geliyor…
Tarihte Araplaşarak iflah olmuş bir toplum örneği bulunmadığı gibi tarihin çöplüğü Araplaşarak yok olmuş toplumlarla dolu bulunuyor…
Ve tarihin sarkacı geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savruluyor….
Bana da bu tehlikeyi arz etmek kalıyor...
Osman AYDOĞAN
Halil İnalcık
26 Temmuz 2021
Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra en büyük tarihçimiz olan Halil İnalcık’ı da beş yıl önce, 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik…
Halil İnalcık’ı anmayı bilerek bugüne bırakıyorum basında anan oldu mu diye emin olmak için. Boyalı boyalı cerideleri, ciddi ciddi gazeteleri taradım, renkli renkli TV kanallarını dolaştım Halil İnalcık hakkında bir anma yazısı, bir anma programı olacak mı diye… Heyhat… Pop şarkıcısının anma yazısı vardı da Halil İnalcık’ın yoktu…. (Tabii ki pop şarkıcısının anılmasına karşı değilim. Amacım sadece bir eksikliği vurgulamak....) Fesli şarlatanlardan da değil ki geçen sene olduğu gibi Ayasofya açılışındaki Cuma hutbesinde Diyanet İşleri Başkanı tarafından fikirleri zikredilsin!
Ama bu büyük tarihçi Halil İnalcık’ı ben anmasam olmaz!...
Hayatı
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu zamanında 7 Eylül 1916 tarihinde İstanbul’da dünyaya geliyor. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye Hanım oluyor… 1923-1930 yılları arasında Ankara Gazi Mektebi’nde, bir yıl da Sivas Muallim Mektebi’nde eğitimine devam ediyor. Ortaöğrenimini Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamladıktan sonra, liseyi Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde bitiriyor. (Şimdiki Balıkesir Üniversitesi, Necatibey Eğitim Fakültesi bu okul oluyor) 1936 senesinde Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde yükseköğrenimine başlıyor… 1940 senesinde mezun olup aynı fakültede asistanlığa başlıyor. Bu asistanlık, değil Türkiye’nin, dünyanın en büyük tarihçisi olmasının yolunu açıyor…
Hakkında söylenenler
Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:
“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein
“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.” Prof. İlber Ortaylı
“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hâkimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.” Prof. Suraiya Faroqhi
“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ” Prof. Howard Reed
“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.” Prof. Victor Ostapchuk
"Zamanın büyük âlimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir." Bernard Lewis
“Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir tarihçi olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir. Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur. Kitapları, sayısız makale ve ansiklopedi maddeleri, sosyal bilimciler için göz kamaştırıcı bir hazine mahiyetindedir. Halil İnalcık, bu sahanın en seçkin uygulayıcılarından biri. Dünya bilimine katkıları su götürmez. Çabalarının hedefi haline gelmiş konu üzerinde bize sadece tefekkür etmek düşer.” Immanuel Wallerstein (Dünyaca tanınan Amerikalı sosyal bilimci)
Eserleri ve makaleleri
20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösteriyor.
Halil İnalcık’ın Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve sosyal tarihinin toplumsal–ekonomik altyapısını incelediği dört ciltlik ‘’Devlet-i Aliyye’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017) isimli kitabı en önemli kitabı oluyor. Eserlerini okumak tarihçi olmayan birisi için zor gelse de bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005) mutlaka okunması gereken bir eser olarak değerlendiriyorum.
Halil İnalcık; Fuad Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan ile beraber dünyaca ünlü Fransız tarihçi Fernand Braudel ile aynı tarih görüşünü paylaşıyor. F. Braudel ve çevresinin bağlı olduğu ‘’Annales” okulunun temsil ettiği tarih görüşü; ‘’bütüncül tarih’’ (histoire totale) ve ‘’uzun süredeki dönüşümler’’ (longue durée) fikirleri üzerine çalışıyor… Bu sayfada Braudel'i anlatırken bu fikirleri de detaylıca anlatmıştım.
Halil İnalcık, Emine Çaykara'nın “Nehir söyleşi”sinde “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım, ama doktriner değilim” diye sosyoloji olmadan tarihin tam anlaşılamaz olduğunu ifade ediyor. Halil İnalcık, 75 yaşında iken de Max Weber’i okuyor... Zaten sosyoloji, antropoloji, etnoprafya, coğrafya ve felsefe olmadan da tarih anlaşılmıyor...
Halil İnalcık, bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer veriyor: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’
Bir makalesinde de şunu yazıyor: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."
Bir yazısında da şu uyarıda bulunuyor: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."
Halil İnalcık, ‘’Atatürk ve Demokratik Türkiye’’ (Kırmızı Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘’demokrasi’’yi; ‘’toplumda barışı güvence altına almak için bir uzlaşma ve denge zemini’’ olarak görüyor…
Halil İnalcık, Osmanlı ve Atatürk
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahsediyor. Halil İnalcık, Mustafa Kemal Atatürk’ü Osmanlı’nın modernleşme ve Batılılaşma çabaları içerisinde konumlandırıyor. Liboşlar ve neo - Osmanlıcılar gibi Osmanlı’yı Mustafa Kemal Atatürk’ün karşısına oturtmuyor… Halil İnalcık, Cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve tam anlamıyla gerçek bir Mustafa Kemal Atatürk sevdalısı olarak yaşıyor… Yukarıda bahsettiğim Emine Çaykara’nın kitap haline getirdiği söyleyişinde adı en çok geçen devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk oluyor…
Halil İnalcık, bir yazısında “Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Biz milli bir devletiz. Osmanlı bir imparatorluktu. Sultanın hâkimiyetini kim tanırsa, tebaası oluyordu. Bu bunalım (Neo - Osmanlıcılık) çok kötü neticeler verebilir” diye Neo - Osmanlıcıları uyarıyor…
Halil İnalcık, Osmanlı’nın yıkılış nedenleri arasında birinci neden olarak padişahın kimseye hesap vermeyen sorumsuz otorite sahibi olmasını gösteriyor. Bunu Osmanlı’nın yıkılma nedenlerinin başında sayıyor…
Vefatı, cenazesi ve kabri
İşte, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bu büyük tarihçiyi de ‘’ağaçlar ayakta ölür’’ sözünü kanıtlarcasına, 100 yaşında iken berrak bir zihinle beş yıl önce, 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybediyoruz…
Halil İnalcık’ın cenazesi, Bakanlar Kurulu kararıyla, çok sevdiği, gönül verdiği, hayranı olduğu ve hakkında da çok makale yazdığı Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet'in de türbesinin bulunduğu Fatih Camisi Haziresine defnediliyor… Ancak cenaze töreni vefatından on gün önce yapılan 15 Temmuz darbe girişiminin gölgesinde kalıyor…
Halil İnalcık, Fatih Cami Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanına defnediliyor… Halil İnalcık’ın kabri de Osmanlı tarihçisi olması hasebiyle geleneksel Osmanlı ulemâsı kabri şeklinde yapılıyor…
Halil İnalcık'ın mezar taşı kitabesi de Osmanlı tarih düşürme geleneğine uygun olarak Murat Bardakçı tarafından kaleme alınıyor. Bu kitabe de bir dönem kendisi ile beraber çalıştığım ve kendisini tanımaktan ve kendisiyle çalışmaktan mutlu olduğum felsefe öğretmeni, ney sanatçısı ve hattat Sabri Mandıracı tarafından Osmanlıca olarak yazılıyor…
Kitabede şunlar yazıyor:
"Kutb-ı aktâb-ı müverrîhîn idi
Cümle âsârı buna muhkem delil
Rıhletiyle artık öksüzdür ilim
Böyle emretti bunu nazm-ı celîl
Şimdi mutlak Fatih’in bağrındadır
Fethi ondan dinliyorken biz melîl
Hüzn içinde söyledim tarih-i tâm
Kalbi yıkdı hicr göçdü Mîr Halîl-1437"
(O, tarihçilerin kutuplarının kutbu, hepsinden yüksek mertebede idi ve yazdığı bütün eserler bunun böyle olduğunun delilidir. Vefatıyla ilim artık öksüz kalmıştır, herkesin günü geldiğinde öleceğinin bir emir olduğu da Kur’an’da zaten geçmektedir. Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama biz üzgün ve boynu bükük haldeyiz. Böyle bir hüzün içerisinde tarih düşürdüm ve hicrî 1437’ye karşılık gelen ‘Ayrılık kalbi yıktı, Halil Bey göçtü gitti’ sözü vefatının tarihi oldu.)
Ancak Halil İnalcık'ın bu şekilde bir mezar taşı, kitabe ve defin hakkında bir vasiyetinin olup olmadığı konusunda bir bilgi bulunmuyor… Ancak kendisinin Mustafa Kemal Atatürk sevdalısı, Osmanlı uzmanı bir Cumhuriyet aydını olduğu biliniyor…
O çağımızın İbn-i Haldun’u idi
İşte Halil İnalcık bu kavruk ve çorak coğrafyanın yetiştirdiği zamanımızın en büyük tarihçisi oluyor… Kendisine “Şeyh-ûl Müverrihîn” (Tarihçilerin Şeyhi), ''Kutb-ûl Müverrihîn” (Tarihçilerin Kutbu) ve hocaların hocası deniliyor… Kendisi asaletin, bilginin ve kültürün vücut bulmuş hali olarak gösteriliyor… Türk tarihinin kartalı, şahini oluyor… Çağımızın İbn-i Haldun’u olarak biliniyor… Vefatından bu yana Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalıyor…
Bu büyük tarihçiyi rahmetle anıyorum...
Osman AYDOĞAN
Halil İnalcık'ın Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındaki kabri:
Afganistan (4): Bataklığa doğru
25 Temmuz 2021
Yazılarımda hep vurgularım ya ‘’Her şey önce tanımla başlar, sonra araçlarla devam eder’’ diye... Ne yazık ki toplum olarak en büyük eksikliğimiz ‘’tanım’’ ve ‘’kavram’’larla aramızın pekiyi olmamasıdır. ‘’Tanım’’ ve ‘’kavram’’lar ile aramız pekiyi olmayınca da tanımlar, kavramlar ve olgular arasındaki ilişkileri de kavrayıp anlayamıyoruz… Aslında hayatın özü de bu ilişkileri kavrayıp anlamaktan geçiyor. Bu ilişkileri kavrayıp anlamak da felsefeden geçiyor. Bizde de felsefe olmayınca hiçbir şeyi kavrayıp anlayamıyoruz. Yaptıklarımızı da kavramadan, anlamadan yapıyoruz…
Neyse bu konu uzun hikâye... Fazla da uzatmadan, Afganistan konusuna gelmeden önce en azından şu iki kavramın açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum: ''Verimlilik'' ve ''Etkinlik''
‘’Verimlilik’’ ve ‘’Etkinlik’’
‘’Verimlilik’’ (efficiency) ve ‘’etkinlik’’ (effectiveness) kavramlarını toplum olarak hem yeterince tanımıyoruz hem de birbirine karıştırırıyoruz. Toplum olarak verimliliğin en önemli ve en öncelikli kavram olduğunu düşünürüz. Oysa ‘’etkinlik’’, verimlilikten çok daha önemli, çok daha öncelikli bir kavramdır…
Bu iki konuda kafa yoran Avusturyalı Yönetim Bilimci Peter F. Drucker, ‘’Etkin Yöneticinin Seyir Defteri’’ (Optimist Yayınları, 2007) adlı kitabında bu iki kavramı basitçe şöyle açıklıyor: ‘’Verimlilik; işleri doğru yapmak, etkinlik ise doğru işi yapmaktır.’’ (Efficiency is doing things right; effectiveness is doing the right things.)
Peter F. Drucker, aynı kitabında şunu da söylüyor: ‘’Hiç yapılmaması gerekenin verimli bir şekilde yapılması kadar işe yaramaz bir şey yoktur." Peter F. Drucker bu hususu biraz kibarca ifade ediyor. Ben bu hususu o kadar kibarca ifade edemiyorum: ''Hiç yapılmaması gerekenin verimli bir şekilde yapılması kadar ahmakça bir şey yoktur."
Liderlik otoritesi olan ABD’li Yazar Stephen R. Covey de ‘’Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı’’ (Varlık Yayınları, 1999) adlı kitabında Peter F. Drucker’den de alıntı yaparak bu iki kavramı liderlik özelliklerine oturtuyor: “Yönetici işleri doğru yapar, lider ise doğru işleri yapar.” Bu sözü Covey kitabında şöyle örnekliyor: ‘’Yöneticilik, başarı merdivenini tırmanma becerisidir, liderlik ise merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığı ile ilgilidir.’’
Merdiven, yanlış duvara dayandığında
Covey, kitabında ‘’merdiven’’ konusunu hapishane ile ilişkilendirerek şöyle açıklıyor: Bir hapishanenin avlusundan kaçmak istiyorsunuz. Avlu duvarı yüksek ve sürekli gözetleniyor… Gözetlenmeyen çok kısa bir an var. Ve bu andan istifa ederek; avlu duvarına hızla merdiven dayayıp ve merdivenden de hızla tırmanmanız gerekiyor. Bu maksatla güzel bir plan yapıp, duvara hızla merdiven dayama ve merdiveni hızla çıkma konusunda aylarca çalışıyorsunuz, kol kaslarınızı, bacak kaslarınız geliştiriyorsunuz. Yaptığınız provalarla da bu iş size gerekli o kısa anın da altında yapıyorsunuz. Yani çok verimli bir iş çıkarıyorsunuz, yani ‘’işi doğru yapıyorsunuz’’. Ancak hapishaneden kaçma günü merdiveni yanlış bir duvara dayayıp da hapishanenin dışına değil de hapishanenin bir başka avlusuna atlıyorsanız eğer o zaman ''işi doğru yapıyor'' ancak ‘’doğru iş yapmamış’’ oluyorsunuz...
Bataklığa çıkan yol!
Covey’in kitabında benzer şekilde bir de çangıl ormanından çıkış konusunu örnekliyor: Ormanda kaybolan ekip ormandan çıkabilmek için çok iyi organize edilerek, ormandan hızlı bir şekilde ağaç kesilip çıkış yolu açılıyor (iş doğru yapılıyor) . Ancak bu iş doğru bir şekilde yapılırken ilerisi görülmediği için bu yol bir bataklığa çıkıyor (doğru iş yapılmıyor)…
Aslında Peter F. Drucker’in ‘’Verimlilik; işleri doğru yapmak, etkinlik ise doğru işi yapmaktır’’ sözü benim anlattığım gibi hiç de hapishaneden ve ormandan çıkış örnekleri gibi basit örneklendirilecek gibi durmuyor… Günümüzde ve Türk tarihinde bu ilkenin çok ama çok acı örnekleri yaşanıyor…
Ulaştırma politikalarında ‘’işin doğru yapılması’’ ve ‘’doğru iş yapılmaması’’
Örneğin günümüzde Türkiye’nin ulaşım politikalarında; AB standardında duble yollar, otoyollar, kamyon, otobüs ve otomobil fabrikaları gibi ‘’işler doğru yapılıyor''. Ancak bütün bunlar ‘’doğru iş olarak yapılmıyor’’… Üç tarafı denizlerle çevrili ülkenin dünyanın en ucuz taşıma aracı olan deniz yolarını ve ikinci ucuz taşıma aracı olan demiryollarını kullanmaması, bu alanlara yatırım yapmaması nedeniyle ‘’doğru iş yapmamış’’ oluyor. Türkiye'de, mevcut ulaştırma politikalarının ülkeyi bataklığa çıkardığı hâlâ görülmüyor…
Bu örnek çoğaltılabilinir… Tarihten de örnek verecek olursam:
Galiçya örneği
Bu sayfalarda Galiçya muharebelerini anlatmıştım. Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçası; kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunuyor, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırıyor. Birinci Dünya Harbinde Enver Paşa, Almanlara yaranmak için Çanakkale muharebelerinden muzafferle çıkmış orduyu yeniden teçhiz ve teşkilatlandırarak Ruslara karşı Almanlar safında savaşmak üzere Galiçya’ya gönderiyor… Türk ordusu Galiçya’da destan yazıyor. Yani Türk ordusu orada ‘’işini doğru yapıyor’’. Ancak o tarihlerde Ruslar Sivas’a merdiven dayamışken, Irak cephesinde, Filistin cephesinde İngilizlere karşı askere ihtiyaç varken Galiçya’ya asker göndermek (doğru iş yapmamak) felaketlere yol açıyor… Enver Paşa, Almanlara yaranacağım derken Filistin'i kaybediyor, Suriye'yi kaybediyor, Musul'u, Kerkük'ü kaybediyor, koskoca bir imparatorluğu kaybediyor...
Yine tarihten bir başka örnek vermek istiyorum…
Medine Kaplanı Fahrettin Paşa!
Ömer Fahreddin Türkkan… Biz kendisini bu şekilde değil de I. Dünya Harbi sırasında çıkan Şerif Hüseyin İsyanı'nda zor şartlar altında Medine'de yönettiği iki yıl yedi ay süren Medine müdafaası ile tanıyoruz. Bu nedenle Fahrettin Paşa; "Medine Müdâfii", "Türk Kaplanı", "Çöl Kaplanı", "Medine Kahramanı" lakaplarıyla da anılıyor. Gerçekten de Fahrettin Paşa zor şartlarda, ikmal yolları Arap aşiretler tarafından kesildiği için askerlerine çekirge yedirerek Medine’yi savunuyor… Hasılı Fahrettin Paşa İslam’ın kutsal şehri Medine’yi çok iyi savunuyor. Yani Fahrettin Paşa ‘’işini doğru yapıyor’’…
Ancak Fahrettin Paşa ‘’doğru iş mi yapıyor?’’ Ne yazık ki bu sorunun cevabı koskocaman bir ‘’hayır’’dır. Fahrettin Paşa ‘’işi doğru yapıyor’’ (Medine’nin müdafaası) ancak ‘’doğru iş yapmıyor’’…
Başkomutan Vekili Enver Paşa, Diyarbakır’dan gelen Mustafa Kemal Paşa ve Cemal Paşa’nın katılımıyla 28 Şubat 1917 tarihinde, Şam’da iki gün süren bir toplantı yapıyor. Bu toplantı sonunda ‘’Medine’nin boşaltılması ve Hicaz’daki kuvvetlerin Filistin’de kullanılmak üzere geri çekilmesi kararı’’ alınıyor. Başkomutan Vekili Enver Paşa, Suriye’den döndükten sonra 02 Mart 1917 tarihinde bu kararını kesinleştirerek emre döküyor. (Hikmet Özdemir, ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’, Doğan Kitap, 2019, s. 136) Fakat Fahrettin Paşa, ''kutsal yerler'' gerekçesiyle bu emri dinlemiyor, Medine’yi savunmaya devam ediyor. Medine’de kuşatanlar da İngilizlerin kurduğu Bedevi milislerden oluşan Müslüman Haşimi ordusu oluyor... Bu savunma esnasında binlerce Anadolu evladı çekirge de yiyerek Arap çölünde kırılıyor, şehit oluyor. Sonunda hem Medine düşüyor hem de savunmasız kaldığı için Filistin düşüyor, Şam düşüyor, o zamanlar Antep kadar Türk olan Halep düşüyor… Yani Fahrettin Paşa, savunma ‘’işini doğru yapıyor’’ ancak ‘’doğru iş yapmıyor’’...
Türk tarihinde buna benzer daha çooook örnek var. Şimdi ben tarihteki bu örnekleri yazmaya kalksam ‘’burdan köye yol olur’’…
Şimdi gelelim Afganistan’a….
Türkiye’nin ABD’den Afganistan’da görev talebi
14 Haziran 2021 tarihinde yapılan NATO Zirvesi’nde Türkiye, NATO güçlerinin çekilmesinin ardından ABD’ye, Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı'nın güvenliğini üstlenmeye devam etme teklifinde bulunuyor… Bu konuda halen ABD ile olan görüşmeler devam ediyor.
Taliban ise yaptığı açıklamada, Türkiye'nin, başkent Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenme yönünde attığı adımları "menfur" olarak nitelendiriyor. Taliban'dan yapılan açıklamada, "Karar ihtiyatsız bir karar ve egemenliğimizin, toprak bütünlüğümüzün ihlali ve ulusal çıkarlarımıza aykırı" ifadeleri kullanılıyor… Rusya ve İran da Türkiye’nin bu talebine karşı çıkıyor…
Ancak Taliban’ın bu tehditleri AKP tarafından görülmek istenmiyor. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Taliban'ın Türkiye tehdidini "İletişim kazası’’ olarak değerlendiriyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise 20 Temmuz 2021 tarihinde KKTC ziyaretinde yaptığı açıklamada “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” diyor. Ancak; Vahhabî / Selefî kökenli, hak, hukuk ve adalet tanımayan, Afganistan’da teokratik bir devlet kurma hayali içinde bir terör örgütü olan Taliban ile laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ve Anadolu insanı arasında hiçbir alanda hiçbir bir ilgi ve alaka bulunmuyor...
Tarih tekerrür ediyor…
Ancak tarih hep tekerrür ediyor…
Türkiye’nin Afganistan’da görev alma talebi, Birinci Dünya Harbi’nde, Ruslar, Sivas’a merdiven dayamışken, Suriye ve Irak cephelerinde asker ihtiyacı varken Enver Paşa’nın Almanlara yaranmak için Galiçya’ya asker göndermesi ve Fahrettin Paşa’nın Medine savunması harekâtı ile birebir benzeşiyor.
Ancak arada iki fark bulunuyor;
Birincisi; o zaman Almanlara yaranmak için Galiçya’ya asker gönderiliyor, şimdiyse Amerikalılara yaranmak için Afganistan’a asker gönderiliyor… İkincisi fark ise; Fahrettin Paşa, Medine’yi, İngilizlerin kurduğu Bedevi milislerden oluşan Müslüman Haşimi ordusuna karşı savunuyor, eğer Türkiye’nin talebi gerçekleşirse Türkiye Kabil Havaalanı'nı, ABD’nin kurup, besleyip, büyüttüğü Taliban’a karşı savunması gerekiyor…
Ülkenin ekonomik durumu, ülke içinde hala devam eden PKK tehdidi, ülkenin Suriye'de İdlib'de ve Libya'daki durumu, Afganistan'ın %85'ine hâkim olan Taliban'ın ve AKP’nin Suriye'de işbirliği yaptığı Rusya ve İran'ın Türkiye'yi Afganistan'da istememesi dikkate alındığında, Afganistan’da göreve talip olmanın ‘’doğru iş olmadığı’’ ayan beyan ortada gözüküyor…
Çok iyi organize olarak ormandan hızlı bir şekilde ağaç kesip çıkış yolu açmak yeterli olmuyor... İleriyi görmeksizin açılan bütün yolların, doğru olmayan bütün işlerin sonunun çıktığı gibi bu yolun sonu da bataklık olarak gözüküyor…
Ve tarih, ilerisini göremeyenler için çok acımasız davranıyor!... (*)
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
(*) 1896 yılında İtalya Dışişleri Bakanı Don Onorato Caetani'ın oğlu, Antikçağ edebiyatı ve İslam tarihi uzmanı ünlü bir bilim adamı olan Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ (Tanin Matbaası, İstanbul, 1924) adlı güzel bir eseri bulunuyor. Mustafa Kemal Atatürk, Leone Caetani’nin bu dokuz ciltlik ‘’İslâm Tarihi’’ adlı eserini okurken, eserin 5. Cilt, 68. sayfasındaki “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır” sözünün altını mavi kalemle çiziyor ve yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyuyor. (Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1986, s. 47) (Bu bilgi ve kaynak Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Harp Akademileri 2008-2009 Eğitim ve Öğretim Yılı açılışı nedeniyle verdiği “Atatürk’ün liderlik sırları” isimli konferansından alınıyor.)
Lozan’ı anlamayanlar…
24 Temmuz 2021
Bugün, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasının 98. yıldönümü… Hani bazıları bu anlaşmayı anlamıyorlar ya… Ben de anlaşmayı anlamayanların neden anlayamadıklarını biraz tarihte geriye giderek anlatmaya çalışacağım…
Çünkü tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenenler, tarihçi diye şarlatanları referans alanlar, sanki Osmanlı İmparatorluğu 1600’lü yıllardaki gibi bütün görkemi ve ihtişamı ile beraber ayaktayken Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ile bu imparatorluğu yıkarak Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunu sanıyorlar… Ondan sonra da Osmanlının kaybettiği toprakların hesabını Mustafa Kemal Atatürk’ten, Lozan’dan ve Cumhuriyet'ten sormaya kalkıyorlar…
Lozan’ı anlamayanlar; 19. yüzyıl Osmanlının Avrupa’da ‘’Hasta Adam’’ olarak tanımlandığını, Avrupa Rönesans ve reformlarla, icatlar, keşifler, eğitim ve sanayileşme ile kalkınırken Osmanlının sanayileşememesini, eğitimde geri kalmasını, mistisizmin dipsiz kuyularında debelenmesini görmezden gelirler…
Osmanlının kaybettiği Balkanlar, Afrika, Mısır ve Sudan
Lozan’ı anlamayanlar; vazgeçtim Orta Avrupa’nın, Osmanlının anayurdu Balkanların, Kafkasya’nın, tüm bir Akdeniz’in, Karadeniz’in nasıl kaybedildiğini bilmediklerini, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu, Osmanlının bu oldubittiye ses çıkaramadığını, Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler.
Lozan’ı anlamayanlar; o çok sevdikleri II. Abdülhamit tarafından Kıbrıs'ın bir tek mermi atmadan, bir tek şehit verilmeden 1878 yılında, Mısır’ın ve Sudan'ın Osmanlının borçlarına mahsuben bir tek mermi bile atmadan 1882 yılında İngilizlere verildiğini hatırlamazlar. (Mısır arazisi parsel parsel satılsaydı Osmanlı borçları milyon kez ödenirdi.)
Lozan’ı anlamayanlar, Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının 19. yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; Balkan Savaşında Osmanlının anayurdunu kaybettiğini, Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.
Osmanlının kaybettiği Ege adaları
Lozan’ı anlamayanlar; Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce adanın, 1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakıldığını hiç mi hiç hatırlamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; Ege’deki 12 Ada'nın Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakıldığını, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adaların İtalya'da kaldığını hiç mi hiç akıllarına bile getirmezler… Tabi bu durumu bilmeyenler II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1947'deki Paris Barışı ile İtalya’nın 12 Ada'yı Yunanistan'a bıraktığını da bilmezler...
Lozan’ı anlamayanlar; Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, Meis Adası hariç 12 Ada’nın İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adalarının Yunanistan'a verildiğini nedense bir türlü hatırlamazlar… Yine Lozan’ı bilmeyenler bu anlaşmaya göre Türkiye'nin elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasının kaldığını da bilmezden gelirler…
Hal böyleyken; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenenler, tarihçi diye şarlatanları referans alanlar Ege adalarının Lozan Antlaşmasıyla Yunanistan'a verildiğini sanıyorlar.... Ve utanmadan, ve arlanmadan da bunun hesabını Mustafa Kemal Atatürk’ten, İsmet İnönü'den, Lozan’dan ve Cumhuriyet'ten sormaya kalkıyorlar…
Sykes-Picot anlaşması ve paylaşılan Osmanlı Ortadoğusu
Lozan’ı anlamayanlar aynı zamanda Birinci Dünya Harbindeki Kût Muharebesini, Kût-ül Ammara’yı dizilerde öğrenmeye çalışıyorlar…
29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı, Kût Muharebesinde İngilizlere tarihi bir mağlubiyet tattırmıştı. Bu zaferden sadece ve sadece 17 gün geçmiştir. Tarihler 16 Mayıs 1916’yı göstermektedir. Henüz Birinci Dünya Harbi devam etmektedir. İşte bu tarihte, 16 Mayıs 1916’da, yani Kût Zaferinden sadece 17 gün sonra İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu, Osmanlı topraklarının paylaşıldığı Sykes-Picot anlaşmasını imzalarlar...
Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre Osmanlı toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.
Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini – öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak - “Sykes-Picot” anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor. “Sykes-Picot” anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.
Mondros ateşkes antlaşması ve sonrası
Osmanlı Devleti açısından I. Dünya Savaşını bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros ateşkes antlaşması olur. Mondros ateşkesi ile Osmanlı’nın egemenliği kısıtlanır ve Osmanlının toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlanır... Lozan’ı anlamayanlar bunu da anlamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Boğazlar’ın İngilizlerin ve Fransızların kontrolüne verildiğini, Osmanlı ordularının dağıtıldığını, Toros tünellerinden telgraf hatlarına kadar tüm stratejik alanların Müttefik ülkelerce denetim altına alındığını ve hatta Payitaht İstanbul’un işgal edildiğini görmezden gelirler…
Lozan’ı anlamayanlar; mütarekenin imzalanmasının üzerinden bir ay bile geçmeden; İngilizlerin, İskenderun’a asker çıkarma kararı aldıklarını, Venizelos’un, Anadolu’nun batı kısmının Yunanistan’a ait olduğunu ilan ettiğini, bir Fransız tümeninin Trakya’ya yerleştiğini, İngiliz askerlerinin İstanbul’u işgale başladığını, İngilizler ve Fransızların Çanakkale’yi işgal ettiğini nedense bilmezler…
Sevr Antlaşması ve sonrası
Lozan’ı anlamayanlar; 10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’nin bırakıldığını, Osmanlının kalan topraklarının da işgal edildiği ve Türklerin tarihten silinmeye çalışıldığını ne hikmetse hep görmezden gelirler…
Lozan’ı anlamayanlar; Sevr Antlaşması’nın Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun bir belgesi olduğunu bir türlü anlamazlar.
Lozan'ı anlamayanlar arkalarına İngiliz imparatoluğunun maddi manevi her türlü desteğini alan Yunanistan'ın işgal orduları ile Polatlı'ya, Haymana'ya, Ankara önlerine kadar geldiklerini hiç mi hiç anlamazlar.
Gazi Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı
Lozan’ı anlamayanlar; ancak ve ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin Sevr antlaşmasını kabul etmemesi ve ulusal bir direnişe başlamasıyla bu Sevr Antlaşması’nın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini nedense bir türlü anlamazlar…
Lozan Barış Antlaşması
Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans, 98 yıl önce bugün, 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve Osmanlının içine düştüğü bir bataklık olan kapitülasyonlardan da kurtularak iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet Batı'nın eline düşeceksiniz’’ diyordu. Lozan’ı anlamayanlar bunları da anlamazlar…
İşte Lozan budur. Lozan Antlaşması; ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir. Lozan’ı anlamayanların anlamadıkları, anlamak istemedikleri işte budur!...
Tabii ki Lozan'daki kazanımları Batı bize durduk yere vermemiştir. Lozan'ın ardında anlatıldığı gibi Gazi Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan bir kurtuluş savaşı ve onu taçlandıran bir 30 Ağustos Zaferi vardır...
İşte bugün bu belgenin imzalanmasının 98. yıldönümüdür... Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu Cumhuriyeti kuranları rahmet ve minnetle anıyorum...
Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir
Varlıklarını, mevkii ve makamlarını 30 Ağustos Zaferine, Lozan Anlaşmasına ve Mustafa Kemal Atatürk'e borçlu olup da milli duygudan ve tarih bilincinden yoksun kalıp, Kurtuluş Savaşını, 30 Ağustos'u ve Lozan'ı anlamayanları da Alman Filozof Edmund Hussler'in bir sözüne havale ediyorum:
“Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler."
Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların ve tarihçi diye şarlatanları referans alanların Lozan’ı anlayıp anlamlandırmalarını beklemek de beyhude bir hayal olurdu… Zaten derdi Giordano Bruno: ‘’Anlamak zordur!’’ Hadi ben bu sözün devamını aktarmayayım!...
Lozan’ı anlasalar da anlamasalar da Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur:
D E Ğ İ Ş T İ R İ LE M E Z !
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (6): Sürgün Edebiyatı ve ‘’’Hannah Arendt’’
19 Temmuz 2020
Son iki yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini ve despot bir iktidarın bir ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsettim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını ve ikinci olarak da Klaus Mann’ın ‘’Mephisto’’ romanını anlattım…
Bugün de Alman Sürgün Edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan, 20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen ve sıra dışı bir yazar ve siyaset bilimcisi olan Hannah Arendt’i anlatarak bu yazı dizime son vereceğim...
Hannah Arendt
Hannah Arendt 1906 tarihinde Almanya’da Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… Çocukluğu Königsberg (bugünkü adı: Kaliningrad) ile Berlin'de geçer.
Hannah Arendt, Nazi sempatizanı ve kendisiyle romantik bir ilişkisinin olan varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe üzerine çalışır. Burada teolog Rudolf Bultmann’dan da ders alır. Marburg'dan ayrılarak Heidelberg'e taşınır ve orada felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist Karl Jaspers'in danışmanlığında ‘’Aziz Augustinus (*)'un düşüncesinde aşk kavramı’’ (der Liebesbegriff bei Augustin) üstüne tez yazar… Freiburg’da da Alman filozof Edmund Husserl’den ders alır…
Hannah Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlanır. Ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenir… Yahudiler üzerindeki baskılar da artınca Paris'e kaçan Arendt orada Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.
Hannah Arendt, 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir… Almanların Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi ve sonucunda Fransa’da da Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi nedeniyle Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır. Hannah Arendt, 1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte ABD'ye kaçar.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra da Heidegger ile ilişkisini sürdürür. Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık eder. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'nde profesör olur.
Hannah Arendt, 1975 yılında, 69 yaşında iken hayata gözlerini yumar...
20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen Hannah Arendt’i anlatmak, sınıflandırmak ve tanımlamak oldukça zordur. Çünkü Hannah Arendt bilinen hiçbir kalıba sığmaz…
Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına rağmen kendisini ‘’felsefeci’’ olarak görmez… Arendt kendisini ‘’siyaset bilimcisi’’ olarak tanımlar…
Arendt'in eserlerini iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik üzerine yazar.
Hannah Arendt’in başlıca kitapları: ‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ (Üç cilt: Antisemitizm, Emperyalizm ve Totalirizm), ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’, ‘’İnsanlık Durumu’’, ‘’Sivil İtaatsizlik’’, ‘’Siyasette Yalan’’, ‘’Sorumluluk ve Yargı’’, ‘’Devrim Üzerine’’, ‘’Şiddet Üzerine’’, ‘’Geçmişle Gelecek Arasında’’, ‘’Eichmann in Jerusalem’’, ‘’Men in Dark Times’’, ve ‘’Crises of the Republic’’..
Bu kitaplarından dördü üzerine özet bilgi vermek istiyorum:
Totalitarizmin Kaynakları
Hannah Arendt’in ilk büyük eseri olan ‘’Totaliterizmin Kaynakları’’ isimli kitapta Komünizm ve Nazizm’in kökenleri ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları inceler…
‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ birinci cildi ‘’Antisemitizm’’ (İletişim Yayınları, 2009), ikinci cildi ‘’Emperyalizm’’ (İletişim Yayınları, 2009) ve üçüncü cildi ise ‘’Totalitarizm’’ (İletişim Yayınları, 2014) olan üç ciltlik bir kitaptır…
Hannah Arendt, esere doğrudan adını veren üçüncü cilt olan ‘’Totalirizm’’de, totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçlarını anlatır… Arendt bu kitabında totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine ve antisemitist bir eksende anlatmaz… Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu Despotizmi”ni de inceler… Arendt, bu kitabında okuyucularını totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.
Kitaptan bazı bölümler:
‘’Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde gönüllü olarak çalışan Batılı komünist mühendisleri ülkeye ihanetten yargılamak istiyorlar. Tabii adamlar hiçbir şey yapmamışlar yani bir delil mevcut değil. Gerisini yabancı mühendisten dinleyelim: ‘Hiçbir zaman girişmediğim sabotaj eylemlerinin faili olduğumu kabul etmem konusunda yetkililer sürekli ısrar ediyordu. Reddettim. Bana denen şuydu: Sovyet Hükümeti’nden yanaysan ki öyle olduğunu öne sürüyorsun, bunu eylemlerinle kanıtla: Hükümet senin itiraflarına gereksinim duyuyor." (s 39)
"Kitleler ile ayaktakımının paylaştığı tek bir nitelik vardır o da şudur: Her ikisi de tüm toplumsal odakların ve olağan siyasal temsillerin dışındadır." (s. 49)
“Totaliter rejim için ideal kişi kendisini davaya kalpten adamış bir nazi ya da komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayırımı ve doğruyla yanlış arasındaki farkı artık önemsemeyen kişidir.”
Şiddet Üzerine
‘’Şiddet Üzerine’’ (İletişim Yayınları, 2017), Hannah Arendt'in hacimce en küçük ama en çarpıcı kitaplarından birisidir. Arendt bu eserinde, şiddeti, sözle yan yana gelemeyecek, sözün / konuşmanın karşısına çıktığında onu çaresiz bırakacak bir olgu olarak konu ediyor: Bu özelliğiyle şiddet, politika dışıdır, politikayı dışlayıcıdır.
Beri yandan, 20. yüzyılda şiddet en ağırlıklı politik olgu olma eğilimi içindedir ona göre. Tarihin en eski fenomenlerinden biri olan savaşın ve modern çağın bir ürünü olan devrimin güncelliği, şiddeti her zamankinden daha '’şiddetle'’ hissedilir kılıyor. Arendt, işte bu paradoksu tartışıyor kitabında. Arendt'in temel vargısı şu: "Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur." "Terör", "terörizm", "şiddet" kavramlarının büyük bir yaygınlıkla ve tehditkârlıkla kullanıldığı günümüzde, Arendt'in bu geniş ufuklu eserinin özel bir değeri vardır.
Arendt, bu kitabında ‘’iktidar’’ (power), ‘’zor’’ (force), ‘’kuvvet’’ (strength), ‘’otorite’’ (authority) ve ‘’şiddet’’ (violence) kavramlarının çoğu zaman eşanlamlıymış gibi kullanılmasından yakınır. Bu terimler arasında ciddi bir ayrım yaparken şöyle demeyi de ihmal etmez: "Hiçbir şey iktidarla şiddetin iç içe geçmesinden daha yaygın; hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir." (s. 59)
Ve kitabında şu tespiti yapar Arendt:
‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’
Bu sözü başka bir şekilde formüle edebilirsem; ‘’Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları çözmek için güç kullanıyorsanız eğer iktidarınız bitmeye başlamış ve siyasetiniz iflas etmiş demektir.’’
Siyasette Yalan
Hannah Arendt, ‘’Siyasette Yalan’’ (Sel Yayıncılık, 2018) isimli kitabını Pentagon Belgeleri’nin 1971’de ifşa edilmesinden kısa süre sonra yazar. Arendt, bu kitabında, tarih boyunca siyasette bir araç olarak kullanımı meşru görülen yalanların yirminci yüzyılda yepyeni bir çehreye bürünüp hangi mekanizmalarla hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçekliği egemenliği altına aldığını anlatıyor. Demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu hayati tehdidin bertaraf edilmesinde ise özgür basının ve özgürlükleri için baskılara boyun eğmeden mücadele eden insanların önemine vurgu yapıyor.
Bu kitabında şunları söylüyor Arendt:
"Totaliter ya da başka başka türden diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar doğaları gereği değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."
‘’Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar.‘’
‘’İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.’’
‘’Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı haline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacaktır.’’
Kötülüğün Sıradanlığı
Hannah Arendt’in Nazi subayı Otto Adolf Eichmann'ın Kudüs’te yargılanmasından yola çıkarak ‘’Eichmann in Jerusalem’’ olarak yayınladığı kitap Türkçe’de ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ (Metis Yayıncılık, 2014) ismiyle yayınlanır… Bence Hannah Arendt’in en güzel eseridir bu kitap…
Nazi Almanyası'nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde önemli katkıları olan ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan ve Yahudilerin soykırımın sorumlularından biri olan Alman subayı Otto Adolf Eichmann savaştan sonra Kudus’te idam cezası ile yargılanır.
Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır.
Mahkeme esnasında Eichmann, savunmasında ısrarla sadece kurallara, kendisine emredilenlere uyduğunu söyler…
Hannah Arendt, mahkeme gözlemlerini daha sonra ‘’Eichmann in Jerusalem’’ adıyla kitaba dönüştürür… Hannah Arendt, Eichmann davasını, basitçe insanların kötülüğünün; sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarır… Adolf Eichman'ın suçunun keyfisizliğini emir almasıyla izah ederek ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kuramını geliştirir…
Arendt’e göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar “düşünme ve muhakeme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler.
Hannah Arendt’in düşünce hayatımıza soktuğu ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramını sıradan bir kavram değildir. Bu kavram, insanların ''sadece işimin bir parçası'' diyerek yaptığı o masum eylemlerin nasıl da büyük bir kötülüğün bir parçası haline geldiğini gösteriyor… Arendt bunu kitabında şöyle formüle eder: "Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir." Bu kavram, aynı zamanda bunun da ötesinde kötülük karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce durmanın da bizzat o kötülüğü besleyip güçlendirdiğini söyler… Daha da ileri giderek şunu söyler Arendt: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’
Arendt, Eichmann duruşmasından yola çıkarak bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü de gözler önüne serer… Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söyler… Arendt’e göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çöküntüye sebep olmuştur… Arendt bu nedenle kendi halkı tarafından neredeyse dışlanır...
Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”
Arendt’in ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Arendt’e göre dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Arendt’e göre Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.
Hannah Arendt’in diğer düşünceleri
Yeni Alman Sineması hareketinin "öncü gücü" olarak anılan Alman film yönetmeni Margarethe von Trotta'nın yönettiği 2012 yapımı ve Arendt’i anlattığı biyografik bir filmi var. Bu filmde Arendt, daha önce Rosa Luxemburg’u da canlandıran Alman oyuncu Barbara Sukowa tarafından canlandırılır. Bu filmin en ilginç yönü, mahkeme sahnelerinde o günlerde mahkemede çekilmiş gerçek filmlerin kullanılmasıdır. Bu filmde şöyle bir sahne geçer:
Hannah Arendt’e sorarlar: ‘’İsrail’e karşı hiç mi sevgin yok? Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?’’ Arendt cevap veriri: ‘’Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektif bir sınıfı bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne Yahudileri, ne de işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum, besleyebildiğim tek sevgi de bu. Sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok.’’
Arendt, Yahudi olmakla birlikte Yahudileri bir cemaat olarak görmeyi reddeder. Gençliğinde yaşadığı 18 yıllık devletsizliği ve mültecilik tecrübesinden sonra insanların "ne" olduklarıyla yani ırk, din, dil, cinsiyet vb. gibi kendilerinin iradi olarak değiştiremeyecekleri nitelikleri ile değil "kim" olduklarıyla yani yapıp ettikleriyle, söz ve edimleriyle değerlendirilmeleri gerektiğine inandığı için kendini Yahudi kimliğiyle öne çıkartmaktan imtina eder…
Hannah Arendt İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkması nedeniyle İsrail’de kitaplarının hiçbirisi İbranice ‘ye çevrilmez…
Hannah Arendt, siyaset kuramında siyaseti, dünyada evsiz olduğumuz düşüncesinden yola çıkarak, dünyayı birlikte yasayabileceğimiz ortak bir alanın yaratımı olarak tasarlar. Burada da Arendt, Heidegger’in; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ düşüncesinin izlerini taşır. (Heidegger, ‘’Varlık ve Zaman’’, Agora Kitaplığı, 2011) Ayrıca Hannah Arendt siyaset kuramında hayranı olduğu Immanuel Kant’ın ve Aristoteles’in izleri vardır. Arendt, siyaset kuramında Marksizmi ve liberalizm öğretilerini eleştirir…
Arendt, Amerikan devrimini Fransız devrimine tercih eder ve eylemi bir siyasal edim olarak yüceltirken siyah hareketi eleştirir… Burada da Hannah Arendt’i Amerikan ideolojisi safında görürüz. ‘’Şiddet Üzerine’’ isimli kitabında altmışlardaki beyaz öğrenci hareketini siyahların bozup şiddete yönelttiğinden şikâyet eder. Girişte de yazdım ya, sıra dışı bir siyaset bilimcisidir Hannah Arendt…
Sonuç
Bu sayfalarda Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ adıyla yazdım… Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlardı. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilmişlerdi...
Bu çerçevede ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu yazdım… Şimdi de Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i ve kitaplarını ve fikirlerini yazdım, anlattım…
Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, daha önceleri yazdığım Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olacağını anlatmışlardı…
Bütün yazılarımda hep söylüyorum ya: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye, ‘’geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye…
Günümüz Dünyasını ve geleceğini anlamak istiyorsanız eğer önümüzde müthiş bir tarih var… Bu yazı dizime burada son verirken şimdilik bu kadarı ile yetineyim... Yazıma da Hannah Arendt'in ''Şiddet Üzerine'' isimli kitabında geçen şu söz ile son vereyim:
‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
*Augustinus (354 - 430), diğer adıyla Aurelius Augustinus, Hristiyan bir aziz düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar... Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları Tanrı bilimi olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. İşte Hannah Arendt’in doktora tezi ’’Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı’’ üzerinedir.
I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (5): Sürgün Edebiyatı ve ‘’Mephisto’’
18 Temmuz 2020
Dünkü yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini ve despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsetmiştim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını anlatmıştım.
Friedrich Engels, Fransa’da ve Almanya’daki köylü sorunu hakkındaki düşüncelerinden yola çıkarak kısaca şunu söylerdi: ‘’Diktatörlerin en büyük destekçileri köylüler olmuştur…’’ Alman Sürgün Edebiyatından vereceğim ikinci örnek Klaus Mann’ın eseri ‘’Mephisto’’ ile Engels’e karşı bir tez getirdiğini düşünüyorum: Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar, yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur…
Mephisto
Bu girişten sonra artık Alman Sürgün Edebiyatının en güçlü temsilcilerinden birisi olan Klaus Mann’ın 1936 yılında yayınladığı ve 20. yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Mephisto: Bir Kariyer Romanı” isimli romanını anlatabilirim.
Daha önce Klaus Mann’ın bu romanından uyarlanan aynı isimli oyunu Türkçeye çevrilmesine ve Türkiye’de sahnelenmesine karşın ne yazık ki bu romanın Türkçe yayınlanması ancak günümüze, 2019 yılına nasip olur (!): Mephisto (Everest Yayınları, 2019)
Mephisto, diğer adıyla Mephistopheles; şeytan, iblis, hain anlamına gelir… Mephisto, Hristiyan mitolojisinin Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan birisidir. Avrupa’da Rönesansta yaygın olarak kullanılır. Bir Hristiyan miti olmasına rağmen İncil'de adına rastlanmaz…
Mephisto sözcüğü ile ilk olarak Goethe’nin ünlü kitabı Faust’ta yer alır… Mephisto, Faust’ta akıl ve kudret karşılığında Faust'un ruhunu satın alan şeytan olarak karakterize edilir…
Günümüz dünyasını anlamak için okunması mutlaka elzem olan bu romanı tanıtmadan önce kitabın yazarı Kalus Mann’ı ve romanda Hendrik Höfgen karakteri olarak anlatılan Gustav Gründgens’i kısaca tanıtmam gerekiyor… Klaus Mann ve Gustav Gründgens’i tanımadan kitap anlaşılmaz diye değerlendiriyorum…
Klaus Mann
Klaus Mann, 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından birisi olan ve 1929 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın (1875 -1955) oğludur… Thomas Mann'ın altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann ve Golo Mann da yazardır…
Klaus Mann (1906 -1949), henüz on dokuz yaşındayken Paris’te Hemingway ve James Joyce gibi önemli yazarlarla tanışır. Edebiyat çalışmalarına Weimar Cumhuriyeti'nde, o zamana göre tabu sayılacak konular üzerinde başlar… Hitler’in iktidara gelmesiyle 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalır… Bu kaçıştan sonra Klaus Mann, nasyonal sosyalizme karşı cesur yazılar yazar… Sürgünde iken 1943 yılında ABD vatandaşlığına geçer… Eserleri Almanya'da ölümünden çok sonra keşfedilir... Bugün 1933 yılı sonrası Alman Sürgün Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak kabul görür… Zaten yazı konusu Mephisto’yu da sürgünde iken yazar…
Klaus Mann, romanları, öyküleri, günlükleri, anı-mektup kitaplarıyla dönemin ruhunu, Nazilerin icraatlarını, etkilerini, tepkilerini tüm çıplaklığıyla anlatır…
Klaus Mann, yaşamı boyunca yaşadığı hem kişisel hem de politik hayal kırıklıklarını artık taşıyamamasından dolayı 21 Mayıs 1949 yılında 43 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak intihar eder…
Gustav Gründgens
Gustav Gründgens (1899 -1963), 20. yüzyılın en ünlü ve etkili aktörlerinden birisidir. Berlin, Düsseldorf ve Hamburg'daki tiyatro sanat yönetmenliği yapar… Gründgens, Hamburg Kammerspiele Tiyatrosu’nda ilk yönetmenlik deneyimini yaşarken, Klaus Mann ve kız kardeşi Erika ile birlikte çalışır… 24 Temmuz 1926'da Gustav Gründgens, her ikisi de eşcinsel olmasına rağmen Erika Mann ile evlenir… Ancak bu evlilik üç yıl sürer…
Bu süre zarfında Erika ve Klaus gibi Gründgens de sol kanat aktivistlerden ve Alman Komünist Partisi (KPD) üyesidirler… Aynı zamanda Gründgens, Adolf Hitler ve Nazi Partisi'ne duyduğu nefreti de gizlemez…
Gründgens, 1932’de Prusya Devlet Tiyatrosu’na girer… Gründgens’in oynadığı ilk rol de Goethe’den uyarlanan Mephistopheles’tir.
Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e hükumeti kurma görevini verir ve Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanya’sına dönüştürecek süreç başlar… 1933’te Klaus ve Erika Mann katıldıkları politik bir kabare nedeniyle Nazi rejimi tarafından kovuşturmaya uğrayınca yurtdışına çıkmak zorunda kalırlar… 1934’te de Klaus Mann Alman vatandaşlığından atılır…
Gründgens ise Almanya’da Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring'in himayesine girer… 1934’te Gründgens Prusya Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğine getirilir... Daha sonra da Göring tarafından Prusya Devlet Konseyi’ne de atanır… Ayrıca Berlin'in başlıca tiyatrosu Staatstheater'ın da direktörlüğünü yapar… Gründgens, 1934'te, ülkeden kaçan bir Yahudi bankacının sahip olduğu Berlin’deki lüks bir villaya taşınır…
Sayısız sanatçı, aydın, düşünür Nazi döneminde çeşitli baskılarla karşılaşır, Klaus ve Erika Mann gibi pek çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kalır, bazıları da hayatlarını kaybederken, Gustav Gründgens’in kariyeri ise hiç sekteye uğramaz…
Gustav Gründgens, 1936 yılında Joseph Goebbels ile tanışır… Joseph Goebbels, tüm eşcinsellere açıkça düşman olmasına rağmen, Gründgens; Hitler, Göring ve Goebbels tarafından koruma altına alınır… 1936'da Gründgens, Alman Devleti ile yıllık ortalama 200.000 Reichsmark geliri elde eden bir anlaşmayı imzalar…
Gründgens, bu süre zarfında birçok propaganda filminde başrol oynar ve film başına ortalama 80.000 Reichsmark kazanır… Bir eleştirmen, "Gründgens ilke olarak canavarların hizmetinde bile ego ve kariyer seçen entelektüellerin sembolü olduğunu" iddia eder…
Eylül 1944'te Goebbels, tüm Alman tiyatrolarını savaşın sonuna kadar kapatır… Ancak, Gründgens’in Berlin’deki evinde oturmasına izin verilir... Nisan 1945'te Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilir... Ancak Gründgens serbest bırakılır ve tiyatro yeteneklerini Doğu Almanya'da kullanmasına izin verilir… Gründgens 1946 yılında Batı Almanya'ya taşınmayı başarır ve birkaç yıl içinde kendisini ülkenin en iyi bilinen yönetmenlerden birisi haline getirir...
Gustav Gründgens, 7 Ekim 1963’te Manila’da tatildeyken aşırı dozda aldığı bir tabletten ölene dek bir oyuncu-yönetmen olarak büyük rağbet görmeye devam eder…
Mephisto'nun yazılma hikâyesi
Klaus Mann, sürgünde iken yayıncısı Fritz Helmut Landshoff tarafından bir roman yazmak için aylık maaş alacağı cömert bir teklif alır… Klaus başlangıçta, 22. yüzyılda Avrupa hakkında ütopik bir roman yazmayı hedefler... Ancak yazar Hermann Kesten, kendisine Nazi Almanya’sında başarılı bir kariyere sahip olmak için ideallerinden ödün veren eşcinsellerle ilgili bir roman yazmasını önerir…
Klaus Mann, Hermann Kesten’in tavsiyesini kabul eder ve romanını bir zamanlar kaynı olan Gustav Gründgens'e dayandırır... Roman 1936 yılında yayınlanır… Romanda, (Mephisto) gençliğinde komünist olan bir oyuncu olan Hendrik Höfgen roman kahramanıdır… Ancak Höfgen’in şahsında anlatılan Gustav Gründgens’dir…
Kalus Mann, kitabını Almanya’da yayınlamaya çalışır... 1949 yılının Nisan ayında, yayıncısından Gustav Gründgens'in itirazları nedeniyle romanının ülkede yayınlanamayacağını söyleyen bir mektup alır… Roman, Gustav Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalır... Roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen kült eser haline gelir ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam eder…
Mephisto Romanı
Spiegel dergisi kitap hakkında; ‘’Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman” diye yazar… Almanya’nın bir numaralı edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki de kitap hakkında; “İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı” diye konuşur…
Kitap tanıtım bülteninde de ‘’Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, Nazilerle işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatır… Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil eder…’’ diye yazar…
Klaus Mann, romanında Hendrik Höfgen karakterinin kariyer yolculuğunun geri planında 1920’lerden 1936’ya kadar Almanya’daki dönüşümü anlatır… Roman kahramanı Hendrik Höfgen sosyalist bir tiyatro oyuncusudur. Liberal görüşlü bir müsteşarın kızıyla evlenmiştir… Hitler iktidara gelmiş, faşizme sürüklenen ülkede çok sayıda sanatçı mahpuslara tıkılmış, kimi işkenceden geçmiş, kimi öldürülmüş, 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır.
Almanya’daki bu dikta rejiminde bir dolu arkadaşı Nazilerin şiddetine ve yıldırma politikalarına maruz kalmışken Höfgen, yalnızca kendi kişisel kariyerini ve ikbalini düşünerek siyasi bir tavır alır sanki hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumar, ağzını kapatır, üç maymunu oynar. Höfgen, tutkuları uğruna faşizme tutsak olur, iktidarla uzlaşır ve yeni sistemin yıldızlığına yükselen bir aktörü olur… Bu süreçte tüm insani ilişkilerini şöhret basamaklarından tırmanmak için kullanır…
Romanda zenci sevgilisi Juliette, Hendrik Höfgen’e sonunda şöyle hitap eder: “Senin kendinden ve kariyerinden başka bir şey umurunda mı? Pis mesleğinin dışında her şey sana vız geliyor! Başka nasıl çalışabilirdin komünistleri öldürten insanlarla? Sokağa çık biraz Hendrik! Tiyatrodan dışarı çık biraz! Dostlarını sokaklarda öldürüyorlar Hendrik! Çuvallara doldurulan cesetleri göllerin, ırmakların dibinde şimdi…’’
Klaus Mann, romanında sadece Höfgen’e odaklanmış gibi gözükse de bahsettiğim gibi romanın arka planında da iktidarı ele geçiren Nazi rejiminin yaptıklarını açık bir şekilde de anlatır…
Klaus Mann Höfgen’i anlattığı romanının ismini “Mephisto” vermesi de tesadüf değildir… Yazımın girişinde Mephisto isminin ilk olarak Goethe’nin Faus’tunda geçtiğini söylemiştim. Goethe’de Faust, yaşamını belirli idealler üzerine kuran ve onlardan şaşmayan bir karakterdir. Karşısına çıkan Mephisto ise onu bütünlüklü bilgiye ulaştırabileceğini söyleyerek Faust’un yaşadıkları ideallerinden uzaklaşmasını sağlar… Faust’un ruhuna karşılık şeytanla yaptığı bu anlaşma onun insani özelliklerini kaybetmesine yol açar…
Orta çağdaki Goethe’nin Faust’un ruhunu ele geçiren Mephisto ile Höfgen’in ruhunu kontrol altına alan despot Nazi rejimi aslında aynı özellikler sahiptir.
Klaus Mann, Höfgen karakterinin şahsında evrensel bir gerçeği işaret eder: Baskı ve despot dönemleri bir yandan dalga dalga korku kültürü yayarken diğer yandan da halka halka fırsatçılar ve çıkarcılar yaratır… Baskı dönemlerinde, iktidarın ideolojisi dâhil ideolojilerin bir anlamı kalmaz… Çıkar karşısında iktidarlar da muhalifler de ideolojilerini bir gömlek gibi değiştirilebilirler…
Romanın sonunda kötülük sıradanlaşır…
Mephisto Filmi
Mephisto, Macar yönetmen István Szábo tarafından filme alınır ve film 1981 yılında tamamlanır… Film aynı yıl ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar ödülünü alır… Szábo’nun ‘’Mephisto’’ filmi sinema sanatının ve tarihinin önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir…
Filmde, Hendrik Höfgen karakterini meşhur Avusturyalı oyuncu Klaus Maria Brandauer canlandırır… Romanda da olduğu gibi Nazilerin iktidara geliş sürecinde Berlin Devlet Tiyatrosunda Faust oyununda ki Mephisto karakteriyle ünlü olmuş Klaus Maria Brandauer’in bir sosyalistken Nazi işbirlikçisine dönüşmesi, ruhunu şeytana satması ve Faşizm in bir dişlisi haline gelme sürecini anlatılır… Filmde ayrıca Faşist bir yönetim iktidardayken sanatın nasıl baskı altına alındığını çok güzel bir şekilde verilir…
Sonuç ve günümüz…
Yazımın başında Engels’e olan Kalus Mann’ın itirazını (benim tespitim) bir daha tekrarlamak istiyorum: ''Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur… ''
Faşist rejim öylesine cezbedici zehirli bir mıknatıs halindedir ki, bu sayfalarda daha önceleri anlattığım gibi Birinci Dünya Savaşı'nın Almanlara karşı savaşan Fransız milli kahramanı Maraşel Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşında bir Hendrik Höfgen karakterine bürünüp Mephisto'laşarak Faşizm yanlısı, Nazi işbirlikçisi bir hain haline gelir...
Kalus Mann’ın itirazını şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi?
TV ekranlarına, kürsülere, medyaya, sosyal medyaya, bürokrasideki basamaklara, iş hayatına, üniversitelere, yargıya, siyasete, ticarete, mafyaya, yazara, yazmayana, çizere, çizmeyene, sokağa ve çevrenize dikkatlice bakarsanız eğer ülkede bir değil onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce ve yüzbinlerce kişinin Hendrik Höfgen karakterine bürünerek bir nasıl Mephisto’laştığını görürsünüz...
Yazımı yine Alman Sürgün Edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi olan Hannah Arendt’in bir sözü ile bitireyim: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’
Hannah Arendt’i de yarın anlatayım…
Osman AYDOĞAN
I ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (4): Sürgün Edebiyatı ve ''Körleşme''
17 Temmuz 2020
I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya’yı ve bu süreçteki Hitler’in iktidara gelişini ve yükselişini şimdiye kadar ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ olarak siyasi ve askerî yönleriyle anlattım.
Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçtir ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler…
Alman edebiyatında ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) (*)
İşte bu sürgündeki Alman edebiyatçılar tarafından ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) akımı oluşturulur... Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi… Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalır…
İşte bu sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar. Bu edebiyatçıların belli başlıcaları ve verdikleri eserlerden önemlileri şunlardır:
Elias Canetti; ‘’Körleşme’’ (Die Blendung), ‘’Kitle ve İktidar’’ (Masse und Macht) (**),
Hermann Broch; ‘’Vergilius’un Ölümü’’ (Der Tod des Vergil), ‘’Büyülenme’’ (Die Verzauberung),
Alfred Döblin; ‘’Berlin Aleksander Meydanı’’ (Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil; ‘’Niteliksiz Adam’’ (Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth; ‘’Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları’’ (Beichte eines Mörders),
Thomas Mann; ‘’Doctor Faustus’’
Hannah Arendt; ‘’Kötülüğün Sıranlığı’’ ve
Klaus Mann; ‘’Mephisto, Bir Kariyer Romanı’’ (Mephisto, Roman einer Karriere)
Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla ortak özellikleri; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini, despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarıyor olmalarıdır…
Bugünden itibaren bu edebiyat türünden örnekler vererek Hitler’in Almanya’da nasıl bir toplumsal atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü anlatmaya çalışacağım...
Körleşme
Yazı dizimin bu bölümüne Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ (Payel Yayınları, 2012, sekizinci baskı) kitabı ile başlamak istiyorum…
‘’Körleşme’’ (Orijinal adı: ‘’Die Blendung’’… ‘’Blendung’’un tam Türkçe karşılığı aslında ‘’parıldamak’’ ve ‘’göz kamaştıracak bir şekilde parlamak’’ anlamına gelir. Ancak Türkiye’nin en iyi Almanca çevirmeni Ahmet Cemal ‘’Körleşme’’ olarak çevirmiş) eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Avusturyalı sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin yazdığı ilk ve tek romanıdır.
Elias Canetti “Körleşme”yi 1931’de 26 yaşındayken yazar. Roman 1935’de Viyana’da basılır, 1943’de İngilizceye çevrilir ancak roman İngiltere’de 1946’da basılır. “Körleşme”nin Dünya çapında üne kavuşması da Canetti’nin en büyük eseri olan “Kitle ve İktidar” (Ayrıntı Yayınları, 2014)’ın 1960’da yayımlanmasından sonra olur.
‘’Körleşme’’, ülkemizde ise Ahmet Cemal tarafından yedi yıllık bir çalışmasının sonucu olarak 1981’de yayınlanır... Ahmet Cemal’e de çeviri için fikir veren kişi Oğuz Atay’dır. Ancak Oğuz Atay 1977 yılında vefat ettiği için önayak olduğu romanın basımını göremez…
Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen ‘’Körleşme’’, Almanya'da politikanın kirlenmeye başladığı bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen ‘’Körleşme’’, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.
Canetti, insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…
Roman aslında Hegel’ci bir bakış açısıyla kendi içinde tezi, karşı tezi ve sentezi içerir. Roman, toplumun senteze erişememe sancılarını birey üzerinden (Prof. Peter Kien) anlatır. Bu anlamda roman, kendi sentezini kuramamış toplumların eleştirisi niteliğini taşır…
Romanın konusu
Roman üç bölüm halindedir; ‘’Dünyasız Bir Kafa’’, ‘’Kafasız Bir Dünya’’ ve ‘’Kafadaki Dünya’’.
Romanın başkahramanı Prof. Peter Kien, evinde sayısı 25.000 kadar olan kitaplarıyla yaşayan ancak kendini kendi iç dünyasına sürgün etmiş bir entelektüeldir. Bu kitaplar ve içinde bulundukları kütüphane, Peter Kien için gelişimin sembolüdür. Prof. Peter Kien’in yaşam biçimi fildişi kulesindeki bir aydının nasıl yaşadığını simgeler. Prof. Peter Kien evdeki hizmetçisi ile evlenir.
Ancak Prof. Kien’in Therese ile evliliği felaketi olur. Hizmetçi Therese evin hanımefendisi olarak yavaş yavaş evin hâkimi olur. Therese açgözlü, para hırsına bürünmüş ve kendinden başkasını düşünmeyen bir karakterdir. Sonunda Prof. Kien kendi evinde sığıntı durumuna düşer. Bu durum karşısında Prof. Kien “körlük”ğe sığınır: “Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır… (….) Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunmalarına olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir” (s. 95).
Sonunda hizmetçi Prof. Kien’i evden kovar. Prof. Peter Kien dış dünyaya çıkmak zorunda kalır. Bu şekilde fildişi kulesinden dışarı çıkan Prof. Kien dışındaki dünyanın gerçeği ile karşılaşarak cahil insanların elinde oyuncak olur. Prof. Kien’in körleşme yoluyla kendini kapaması sorunu çözmez… Sonunda Prof. Kien yarı deli bir halde kapıcısına sığınır.
Son bölümde Prof. Peter Kien’in Paris’te yaşayan kardeşi Georges Kien Viyana’ya gelir. Ağabeyinin durumunu kavrayan Georges Kien, Therese’yi işgal ettiği evden çıkarır, kapıcıyı uzaklaştırır ve ağabeyinin kitaplarını kurtarır. Kitabın sonunda da iki kardeşin hesaplaşır.
Romanın verdiği mesaj
Bu sayfalarda José Saramago’yu anlatırken de yazmıştım: ‘’Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor...’’ diye… “Körleşme”nin öneminden söz eden eleştirmenler de romanın gelmekte olan Nazizm’in ve kitlelerde meydana gelecek değişiklerin habercisi olabilecek bir içerikte olmasına dikkati çekerler… Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır…
Politikanın kirli ortamında aydının; aymazlaştığı, ödlekleştiği ve körleştiği dönemler toplumun faşizme gebe kaldığı dönemlerdir… Kısaca Canetti kitabında bunu anlatır…
‘’Doğru yolu görüp de oradan gitmemek, yüreksizliktir.’’ (Körleşme, s. 64)
Osman AYDOĞAN
(*) Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)
Almanya’da bu anlattığım ‘’Sürgün Edebiyatı’’nın dışında II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü daha vardır: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)
Bu sayfalarda daha önceleri bu ''Trümmerliteratur'’un Heinrich Böll’ ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür) (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…
(**) Elias Canetti “Körleşme”yi sürgünde yazmamışsa da eserin verdiği mesaj açısından bu grupta değerlendirilir.
Kurban Bayramı, Kurban ve Kur'an
19 Temmuz 2021
Toplumumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman diye biliyoruz. Ancak Müslümanlığın temel kavramları hakkında doğru bilgilere sahip bulunmuyoruz. Toplumun en cahil bırakıldığı alan din ve İslamiyet alanı olarak gözüküyor…
Bu konuda çok örnek verebilirim ama yarın Kurban Bayramı olduğu için en cahil bırakıldığımız kurban konusuna ve İslam’daki temel bazı kavramlara değinmek istiyorum... Toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman ama bu kitlenin de yüzde doksan dokuzu kurban konusu başta olmak üzere bu temel kavramları yanlış biliyor.
Örneğin Müslümanların yüzde doksan dokuzu kurban kesmeyi sanki farzdan da öte bir zorunluluk gibi algılayıp en zor koşullarda kurban kesmeye çalışıyor. Almanya’da kaldığım yıllarda apartman bahçesinde kurban kesip ceza alan, sonraki sene de cezadan kaçınmak için evin banyo küvetinde kurban kesen, bu nedenle de apartmanda oturan tüm Almanların taşındığı saf mümin insanlarla tanıştım…
Toplumdaki; başta kurban konusu olmak üzere İslam’daki temel kavramlardaki bu cehaletin baş sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığı oluyor. Bu konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı ısrarla toplumu doğru bilgilerle aydınlatmaktan geri duruyor. Örneğin Diyanet hocaları her Kurban Bayramı namazı hutbelerinde sahih (doğru) olmayan ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsünden geçirecek’’ hadisini söylüyorlar da kurban ibadetinin gerçekte farz mı, sünnet mi, vacip mi olduğu konusuna hiç mi hiç değinmiyorlar, gerçeği söylemiyorlar…
O zaman buyurun Kur’an’da yazdığı şekliyle gerçeklere:
Kurban Bayramı
Kurban Bayramı Hicri Takvim'e göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün boyunca kutlanıyor ve aynı zamanda da Mekke'de hac farizası ifa ediliyor... Miladi takvime göre ise 2021 yılı için Kurban Bayramı; 20, 21, 22 ve 23 Temmuz,2021 günleri oluyor…
Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde farklı isimlerle anılıyor. Arapça ‘’İyd-el Adha’’ şeklinde, Türkçede ve Farsçada Kurban Bayramı olarak, Hindistan ve Pakistan'da genellikle ‘’Bakra Eid’’ olarak anılıyor… (Bakra Eid’in anlamı "Keçi Bayramı"dır. Bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçi olduğundan) Türkçe ismine benzer bir şekilde Bosna-Hersek, Bulgaristan da Koç bayramı, Arnavutluk'ta Kurban Bajram şeklinde anılıyor.
“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçiyor. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler), 5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)de geçiyor. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçiyor. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi oluyor. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kelime yanlış yorumlanarak yer aldığı iddia ediliyor…
Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetliyor: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."
En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not bulunuyor: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”
Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresi ve Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden birisi oluyor. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim veriliyor. Aynı zamanda "Nahr Suresi" olarak da biliniyor. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülüyor. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye iniyor…
Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” deniliyor, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve Hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumluyorlar. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekiyor. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’ olarak yorumlamak gerekiyor. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluk oluyor. Eskilerin sık sık sözünü ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “Boğazın altındaki çukurluk’’ oluyor… Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu yapmak zorlama bir yorum olarak değerlendiriliyor…
Kurban kesmek farz olmadığı gibi (çünkü Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu yoktur) sünnet de olmuyor…
İslâm âlim ve müçtehitleri de kurban hakkında farklı içtihatlarda bulunuyorlar:
İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vacip oluyor. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkede oluyor… (Sünnet-i müekkede: Peygamber efendimizin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.) Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman kesiyorlar… Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunuyor…
Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediği şeklinde oluyor. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)
Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumluyorlar. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamında yer alıyor…
Kurban sözcüğü, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçiyor. Kurban, Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türüyor ve sözlükte "yaklaşmak" anlamına, ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamına geliyor… ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türüyor…
Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "(Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."
Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.
Kur’an’da geçen temel kavramlar
Kur'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılıyor… Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka yorumlanması gerekiyor… ‘’Yorum’’un Arapça karşılığı ise ‘’meal’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’yorum’’ değil ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meal’’ kullanılıyor…
İşte sorun da burada başlıyor… Kur’an ‘’meal’’ adı altında temel kavramlar yorumlanırken devreye yorumlayan kişilerin ait olduğu kültürü, algısı ve değer yargıları giriyor ve bu yorumu yapan kişilerin ait olduğu kültür, algı ve değer yargıları bize ‘’Kur’an meali’’ veya İslam diye sunuluyor… Bu nedenle kendisini yetkin hisseden her din bilgini her ayeti farklı farklı yorumluyor… Örneğin herhangi bir ayetin adını vererek İnternette arandığında, başta Diyanet’in kendi içinde bile onlarca farklı yorumu olmak üzere çok sayıda ‘’meal’’ adı altında farklı yorumlarla karşılaşılıyor… .
Örnek olarak bu kavramlardan ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’nı anlatacağım.
Huri
Kur’an’da geçen ‘’huri’’ kelimesi de ‘’kurban’’ gibi yanlış yorumlanan bu kavramlardan birisi oluyor… Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşı’’ oluyor. Cennet’te cinsiyet bulunmuyor. Kur'an'da, Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade, hiçbir ayet bulunmuyor… Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’ (78. Nebe, 33: ‘’ve kevâıbe etrâben’’ - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duyuyor?... Ayette geçen '’ve kevâıbe etrâben’’ ifadesi ''bahçe içerisinde toprak tepeler'' anlamına yakın bir anlamı ifade ediyor. Her şeye cinsellikle bakan kültür bu '’ve kevâıbe etrâben’’ (bahçe içerisinde toprak tepeler) anlamını ''göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar'' olarak yorumluyor. Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceği mi düşünülüyor? O kültürün bilinçaltı ne ise yorum (meal) olarak da ne yazık ki onu veriyor…
Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumluyor. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )
1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an'ın Mesajı’’ (The Message of the Qur’an) isimli Kur'an tefsiri ile tanınan ve 20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed’in de bu konuda çok güzel açıklanmış bir tefsirî bulunuyor. Bu tefsirde konu şu şekilde veriliyor:
‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.
Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.
Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.’’
Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.’’
Cihat
Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış yorumlanıyor. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına geliyor. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında veriliyor, bugünkü şeytanların yorumladığı anlamında verilmiyor…
Başörtüsü
Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusunda da yanlış yorumlarda bulunuluyor… Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir. Ancak ‘’başörtüsü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılıyor. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”; “o kadınların humuru ile” anlamında veriliyor. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden geliyor. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamak oluyor. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer buluyor: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.
Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmuyor… Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmüyor. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamında veriliyor. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında veriliyor…
İslam'ın beş şartı
Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden geliyorlar. Din adına ahkam kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar da ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar… Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet bulunmuyor. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesi oluyor. ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleri sıralanıyor. Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle: Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanması gerekiyor. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar da Müslümanlara yabancı kalıyor. Çünkü Müslümanlar İslam’ı bilmiyorlar. Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşıyor…
Diyanet İşleri Başkanlığına çağrı
Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar kendi kültürlerine göre yorumluyor ve bu yorumlarında aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları ekliyorlar. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunuluyor…
Buradan Diyanet İşleri Başkanlığına çağrımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi toplumu dini açıdan aydınlatmaktır. Diyanet İşleri Başkanı; üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine, bir ham ervah gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’beddua’’ okuyacağına (*) İslam'ı, topluma Kur'an'ı esas alarak açıklamalı ve bu çerçevede de başta ‘’kurban’’ konusu olmak üzere ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konularında toplumu aydınlatmalıdır.
En azından Kurban Bayramı namazında Diyanetin hocaları; her Kurban Bayramı namazı hutbesinde söyledikleri ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsü’nden geçirecek’’ (**) diye sahih (doğru) olmayan hadisi yerine; ‘’Ey Müslümanlar! Kurban kesmek farz değildir… Kurban kesmek sünnet de değildir… Kurban kesmek vaciptir, o da eğer kısmet olursa hacca giderseniz orada kesmek vaciptir!’’ diye hutbe okumalıdır… Tabi maksat toplumu dini açıdan aydınlatmaksa!
Şimdiye kadar, tüm bir ömrümce, Diyanet İşleri Başkanlığından ne ‘’kurban’’ konusunda ne de ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konusunda doğru bilgiyi almadım, alamadım, duymadım, duyamadım… Kur’an açık ve sarih değil mi? Diyanetin aydınlatmadığı bu konularda da din tacirleri, yobazlar ve şarlatanlar devreye giriyorlar… Ki zaten bunlardan da onlarcası hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görünüyor…
Artık açık açık adının konulması gerekiyor: Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllardaki söylem ve eylemleri ile topluma barış dini İslam'ı, İslam’ın temel kavramlarını Kur’an’a göre tanıtmak, anlatmak ve açıklamak yerine sanki radikal İslam’i örgütlerin sözcülüğünü yapar gibi fetvalar veriyor…
İslam dini, Diyanet İşleri Başkanlığına ve bu Müslümanlara bırakılmayacak kadar yüce bir dindir!
Bayram kutlaması
Bu anlamda siz saygıdeğer büyüklerimin, sevgili arkadaşlarımın ‘’Bayramı’’nı kutluyor, yaptığınız eylemlerinizin (amellerinizin) Yüce Allah’a yaklaşmanıza ve hayırlara vesile olmasını diliyor, selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Bir not: Ramazan Bayramı namazı gibi Kurban Bayramı namazı da vacip ve Cuma namazının şartlarına tabi oluyor. Yani Cuma namazını kılmakla yükümlü olanlar, bayram namazını kılmakla da yükümlü oluyorlar. Ancak Cuma namazı farz, bayram namazı ise vacip bulunuyor.
Bir sonraki not: Bu satırları, daha Latin alfabesini öğrenmeden Arap harfleriyle Kur'an’ı hatmeden ve Arapçası sayesinde de Kur'an’ı anlayarak okuyan birisi kaleme alıyor…
(*) Kaldı ki Allah Rasûlü (asv) Efendimiz "ölülerinizin hayırla anın" (üzkürû mevtâküm bi'l-hayr) diye buyuruyor. Buradaki incelik ''mevtâküm'' kelimesi oluyor. Yani Hz. Peygamber tüm ölüleri kastetmiyor, ''ölülerinizi'' diyor. Diyanet İşleri Başkanı bu inceliği benden daha iyi biliyor. Yani Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye Cumhuriyetinin banisi Mustafa Kemal Atatürk'ü kendilerinden saymıyor! Vahim olan budur!...
(**) Kurban konusunda Kur’an bu kadar açık ve net olmasına karşın, Hz. Peygamber kurban kesmemiş olmasına karşın, Hz. Peygamber’den yüzlerce yıl sonra yaşayanlar din bilgini sıfatı ile sahih (doğru) olmayan hadis rivayet ediyorlar...
İslam’da birinci öncelik Allah’ın kelamı Kur’an oluyor. İkinci sırada hadisler (Hz. Peygamberin sözleri) geliyor. Hadisler Hz. Ömer tarafından sistemli bir şekilde, titizlikle araştırılıp sahih (doğru) hadisler ortaya çıkarılıyor. Hz. Ömer’den sonra ileri sürülen, rivayet edilen hadislere şüpheyle yaklaşılması gerekiyor. Hz. Ömer, birinci elden, Hz. Peygamberin en yakınlarından, şahit olanlardan hadisleri derliyorken Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelip de hadis rivayet edenlere şüpheyle yaklaşılması gerekiyor…
Kaldı ki Hz. Ömer bile derlediği, doğruluğundan emin olduğu hadisleri kitap haline getirmiyor. Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer’in bu konuda çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terketmişlerdi. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet ediliyor. Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabelere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini isiyor…
Hz. Ömer döneminde hadisler çoğalınca Hz. Ömer halktan beraberlerinde bulunan hadis sayfalarını getirmelerini istiyor. Sonra bunların yakılmasını emrederek şunu söylüyor: “Kitap Ehli’nin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır bunlar.”
Hz. Ömer; Musevilerin, dinlerini yozlaştırmalarında, Tevrat dışında Mişna adlı kitapları dini kaynak edinmelerinin etkisini görüyor ve Peygamber’e fatura edilerek dinin kaynağı kılınmak istenen hadislerin, bu Mişnaların fonksiyonunu kazanacağını anlıyor. Buna karşı hem diliyle, hem eliyle mücadele ediyor ve bu “Mişnaları” yakıyor…
Hz. Ömer, Irak’a yolculuğa giden arkadaşlarına şöyle söylüyor: “Siz öyle bir ülkeye gidiyorsunuz ki halkı arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız.”
Hz. Ömer şöyle diyor: “Ancak sizden önceki kavimleri hatırladım, onlar da kitaplar yazmışlar ve Allah’ın Kitabı’nı bırakarak onlara sarılmışlardı. Allah’ın Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmam.” Diğer bir rivayette “Allah’ın Kitabı’nı asla başka bir şeyle değiştirmem.” Başka bir rivayette; “Ben yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’nı hiçbir şeyle gölgelemem.”
Görüldüğü gibi Hz. Ömer, Hz. Peygamber yakınında olan, hadislere tanıklık, şahitlik yapan kişilerin rivayetleri hariç bunun dışındaki hadislere itibar etmeyip Kur’an’ı esas alıyor…
Uzun anlattım ama kurban konusunda Kur’an’da ‘’kurban kesin’’ diyen hiçbir ayet bulunmuyor. Dolayısıyla kurban kesmek farz olmuyor. Hz. Peygamber’in kendisi kurban kesmiyor. Dolayısıyla sünnet de olmuyor. Kurban kesmek sadece hacc farizası esnasında haccda kesmek vacip buyuruluyor. Bunun dışında rivayet edilen hadisler anlattığım gibi Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra gelen sözde din âlimlerinin rivayetlerine dayanıyor ki anlattığım gibi bunlar da sahih (doğru) bulunmuyor…
Afganistan (3): Büyük Oyun
18 Temmuz 2021
Afganistan tarihinde dün anlattığım gibi Afganistan’dan İskender geçiyor, Afganistan’dan Cengiz Han geçiyor, Afganistan’dan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçiyor, son olarak da Afganistan’dan günümüzüm Amerikan İmparatorluğu geçiyor… Onların hepsi Afganistan’da sözde galipler olarak bulunuyor… Ancak hepsi de Afganistan’da boylarının ölçülerini alıp gidiyor… Bunun nedeni olarak; işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması olarak gösterilmiyor. Bunun nedeni, sadece ve sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan bir coğrafyaya sahip olması olarak biliniyor…
Ancak her imparatorluk bir önceki imparatorluğun bölgedeki akıbetini bilmesine rağmen bu bölgede bu büyük oyunu ısrarla oynamak istiyor…
1815 Viyana Kongrenden sonra Avrupa’da bir statüko oluşturuluyor. Bu statüko gereği Avrupa’da hayat sahası bulamayan Rusya gözünü iki yere dikiyor. Bunlar; birincisi Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları diğeri de Orta Asya toprakları oluyor. Bu maksatla Ruslar bir yandan Balkanlar ve Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da Afganistan sınırına doğru yaklaşıyor.
İngilizler de Afganistan’a yaklaşan Rusya’nın Hindistan’ı işgal edeceğinden korkuyor. Bu maksatla da Afganistan’ı elde tutarak Hindistan’ı Ruslara karşı korumak istiyor… İngilizler bu maksatla 1838-42, 1878-80 ve 1919 yıllarında Afganlılarla üç kez savaşıyor…
Büyük Oyun
‘’Büyük Oyun’’ nitelemesini de bu İngiliz – Afgan savaşlarının birincisine katılan İngiliz imparatorluğunun bir istihbarat subayı yapıyor…
İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin 6. Bengal Hafif Süvari Birliği'nin bir istihbarat subayı olan Yüzbaşı Arthur Conolly (1807-1842), bir arkadaşına yazdığı mektupta Afganistan için ‘’Büyük Oyun’’ (The Great Game) nitelemesini kullanıyor… Yüzbaşı Arthur Conolly Haziran 1842 tarihinde kafasını Buhara Emiri’nin cellatlarına kaptırıyor. Yüzbaşı Arthur Conolly’nin hayatı 1901 yılında imparatorluk şairi ve yazarı Rudyard Kipling tarafından ‘’Kim’’ (Nesin Yayınevi, 2013) adıyla romanlaştırılıyor. Rudyard Kipling, Arthur Conolly’nin mektubunda kullandığı ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesini işte bu ‘’Kim’’ adlı eserinde kullanmak suretiyle jeopolitik bir kavram olarak dünya siyaset tarihine hediye ediyor.
O günlerden bu yana, ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesi, Orta Asya’ya doğru genişleyen Rus Çarlığıyla, sömürgeleri olan Hindistan’ı korumaya çalışan İngilizlerin aralarında, bugünkü; Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan toprakları üzerinde Çin ve İran’ı da kapsayacak biçimde yaşanan rekabeti anlatmak için kullanılıyor… Ancak Afganistan üzerinde asıl oyun ve asıl rekabet 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başında İngiltere ve Rusya arasında yaşanıyor…
Büyük Oyun başlıyor
İngiltere ve Rusya arasında yaşanan bu büyük oyunun başlangıç tarihi olarak Rusya ile İran arasında 1813 yılında imzalanan ‘’Türkmençay Anlaşması’’ gösteriliyor. Bu anlaşma ile Erivan Rusya’nın kontrolüne geçiyor…
Ancak yazımın girişinde verdiğim gibi esas olarak büyük oyun 1815 Viyana Kongresi'nden sonra başlıyor. 1815 Viyana Kongrenden sonra Rusya gözünü Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları ile Orta Asya coğrafyasına dikiyor. Ancak 1815 Viyana Konfgresi’nin getirdiği bu değişimi ve Rusya’nın bu yönelişini Osmanlı İmparatorluğu bir türlü analiz edip anlayamıyor.
Ve büyük oyun şöyle devam ediyor:
Balkan ve Kafkas cephesinde;
Rusya’nın Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı topraklarına yönelmesinin bir sonucu olarak Yunanistan 1821 yılında bağımsızlığını kazanıyor. 1839 yılında Rusya ile Baltalimanı Anlaşması yapılıyor. 1853-1856 yılları arasında Kırım Savaşı yapılıyor. 1856 yılında Kars, Rusya’nın kontrolüne geçiyor. 1864 yılında Rusya tarafından büyük Çerkez tehciri yapılıyor. 1877-78 Türk-Rus savaşı yapılıyor ve Rusya ancak İngiltere’nin ültimatomuyla, İstanbul’un kapısında, Yeşilköy’de durdurulabiliyor. Bu savaşta Romanya ve Bulgaristan Osmanlı idaresinden ayrılıyor…
Doğu cephesinde;
Büyük oyunun Doğu cephesi denilince ilk akla gelen İngiltere ve Hindistan oluyor. Ancak Hindistan konusunda bir yanlış bilginin düzeltilmesi gerekiyor: Hindistan hiçbir zaman İngiltere’nin bir sömürgesi olmuyor!... Batı’da demokrasinin beşiği bir ülke nasıl sömürgeci olabilir ki!? Değil mi?... Hindistan, İngiltere'nin sömürgesi değil, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (The east India Company)’nin bir sömürgesi oluyor… Her şey işte bu şirkete 1640 yılında Hindistan tarafından yapılan bir karış toprak satışıyla başlıyor. (Yani yabancılara toprak satışıyla!...) İngilizlerin hindistan'da satın aldığı ilk toprak Hindistan’ın güneydoğusunda bulunan ‘’Chennai’’ (eski adı: Madras) olan yer oluyor. İngilizler burada toprak satın aldıktan sonra buraya bir ticaret limanı ve St George Kalesi'ni inşa ediyor…
İlerleyen yıllarda İngiliz Doğu Hint Kumpanyası, Hindistan’ın neredeyse bütün kaynaklarını ele geçiriyor. 1815 Viyana Kongresinden sonra Rısya’nın Orta Asya ve Afganistan’a doğru ilerlemesi İngilizleri kaygılandırıyor ve İngilizler Hindistan’ı ileriden korumak için Afganistan’a ilerliyorlar.. Afganistan aşıldığında da bu sefer Orta Asya İngiliz İmparatorluğu’na açılmış oluyor. Ancak bu ihtimal de Orta Asya’yı arka bahçesi olarak gören Rusya’nın hoşuna hiç gitmiyor… Böylece Rus ve İngiliz ilerleyişi Afganistan dağlarında kilitleniyor…
Bu safhada bu büyük oyunun hedefi olan Osmanlı da bu büyük oyuna katılmak istiyor. Osmanlı 1877 yılında Kabil’e bir heyet gönderiyor. Osmanlı, o sırada devam eden 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi dolayısıyla Afgan Emiri Şir Ali’den yardım talep ediyor. Ancak Afgan Emiri Şir Ali, uzun bir süre Osmanlı heyetini Kabil’de beklettikten sonra bu talebi reddediyor… Aynı denemeyi Birinci Dünya Harbi’nde İttihatçılar da yapıyor… İttihatçılar, Afganistan’dan yapacakları saldırılarla İngilizlerle Rusları yıpratma hayalleri içerisinde beyhude, ümitsiz girişimlerde bulunuyor… Ancak Osmanlının artık böyle bir oyunu oynayacak kapasiteleri bulunmuyor… Enver Paşa gibi gücünün sınırlarını kestiremeyenler de oralarda kaybolup, yitip gidiyor…
20. yy’da Büyük Oyun
Büyük Oyun, 20. yy’da da devam ediyor.
Hindistan, Mahatma Gandhi hareketinin başarıya ulaşmasıyla 1947 yılında bağımsızlığına kavuşuyor. Aynı yıl, Hint Müslümanları Muhammed Ali Cinnah önderliğinde Hindistan’dan ayrılarak, Sovyetlere yakın duran Hindistan ile Afganistan arasında geniş bir toprak parçası olarak Pakistan'ı ortaya çıkarıyor. Pakistan’ın ortaya çıkmasıyla Hindistan ve Pakistan arasında bugün de ciddi çatışma konusu olan Keşmir sorunu ortaya çıkıyor…
II. Dünya Savaşından sonra Afganistan Sovyetlere yakın duruyor. Ancak 1979 yılında Sovyetler Afganistan’ı işgal ediyor. Bu işgalin iki sonucu oluyor: Birincisi, bu işgalle beraber Sovyetler’in yıkılışı hızlanıyor. İkincisi ise ABD’nin de Pakistan üzerinden Afganistan’daki Sovyetlere karşı kullanmak için büyük destek verdiği, büyüttüğü başta Taliban olmak üzere radikal İslamcı hareketler dünya çapında yükselişe geçiyor…
ABD’ne yapılan, 11 Eylül 2001 tarihinde New York’daki ikiz kulelere yöneltilen terör olayları Taliban ile işbirliği halindeki Osama bin Ladin’e bağlanıyor ve bu bağlantı Afganistan’a saldırının gerekçesi olarak sunuluyor… Ve 2001 yılı sonlarına doğru 19. yy.’daki İngiltere’nin yerine geçen ABD, Afganistan’ı işgal ediyor…
Bu esnada Orta Doğu’da ABD’nin BOP projesi yürürlüğe konuluyor. Bu proje kapsamında Irak ABD tarafından işgal ediliyor, Libya ve Suriye’de iç savaş yaşanıyor. Bölgeye İŞİD ve radikal İslami gruplar hâkim oluyor.
Yirmi yıl süren Afganistan’daki işgalden sonra ABD, 2021 yılı içerisinde Afganistan’ı apar topar terk ediyor…
ABD, Afganistan’dan apar topar çıkarken, Taliban, ülkenin yüzde 85’inin elinde olduğunu iddia ediyor. ABD kuklası Afgan rejiminin çöküşü hızlanıyor.
21. yy’da Büyük Oyunun sahneleri
Birinci sahne: ABD, Afganistan’dan çekiliyor
ABD’nin apar topar Afganistan’dan neden çekildiği gündemin sorusunu oluşturuyor.
Bunun için ABD yönetimin yeni stratejik önceliklerine bakmak gerekiyor. ABD, Rusya ve Çin’i kendisine en büyük stratejik rakip ve tehdit olarak görüyor. Dolayısıyla ABD’nin, kendisine stratejik rakip olarak gördüğü Çin ve Rusya’yı büyük ekonomik ve askeri kaynak harcamaya zorlayacak jeopolitik istikrarsızlıklara yol açacak bir politika izlemesi akla yakın gözüküyor…
Taliban’ın ve radikal İslami grupların ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği 2001 yılından daha güçlü olduğunu geçen süre içerisinde bu grupların çok daha güçlendiğini bütün istihbarat raporları vurguluyor…
ABD’nin bilerek ve isteyerek geçici olarak bu büyük oyun sahasını terk ederek oyunu Taliban’a bıraktığı değerlendiriliyor…
Bu noktada biraz geriye gitmem gerekiyor…
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı var; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir.’’ (Goldmann Verlag, April 1998) (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası, Peter Scholl-Latour 2014 yılında vefat ediyor. Yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de yayınlanmıyor.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; ''İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen İran ve Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.''
Gerçekten de araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmıyor, Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplıyor...
Şimdi tekrar dönelim konumuza…
ABD’nin, çekilmesinden sonra muhtemel yönlendirmesiyle bölgeye hâkim olacak olan Taliban rejimini, tıpkı Peter Scholl-Latour’ın Batı’ya doğru olan Taliban etkisi öngörüsü gibi, bu sefer de Taliban etkisini Doğu’ya doğru yönlendirip başta Sincan problemi olmak üzere diğer nedenlerle Çin’i ve Rusya’yı ve müttefiklerini etkileyecek, rahatsız edecek ve istikrarsızlaştıracak şekilde kurgulayacağı değerlendiriliyor... Çünkü dünyada radikal İslam’ı en iyi kullanan ABD oluyor... Bu işi ABD çok iyi biliyor...
Bu çekilip tekrar dönme stratejisi ABD’nin ilk ve yeni bir stratejisi olmuyor.
II. Dünya Savaşı esnasında General Douglas MacArthur, 11 Mart 1942 tarihinde Japon işgal gücünün baskısı sonucu Filipinler’i terk ederek Avustralya’ya çekilmek zorunda kalıyor. MacArthur, Avustralya’ya çekildiğinde şu açıklamayı yapıyor: “Geldim ve geri döneceğim…” MacArthur’un bu sözü yerine getirmesi 20 Ekim 1944 tarihinde mümkün oluyor…
Muhtemel ki ABD, geri dönmek üzere bölgeden çekliliyor...
İkinci sahne: Yeni dünya ve Çin
Dünya ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği zamandaki dünya olarak durmuyor. O günden bugüne çok değişiyor. Rusya, Ortadoğu’ya iniyor. Çin, uzay çalışmaları be bilgisayar teknolojileri konusunda dünya liderliğine oynuyor. Çin, küresel liderlikte ABD’yi zorluyor… ABD hegemonyasının ifadesi olan neo-liberal küreselleşme çözülüyor…
Çin, Doğuda Pasifik Okyanusundan batıda Atlas okyanusuna ulaşan ‘’Yeni/Modern İpek Yolu Projesi’’ olarak adlandırılan ‘’Bir Kuşak/ Bir Yol projesi’’ ile hem Rusya, AB ülkeleri, Hindistan, Pakistan ve hem de Ortadoğu ülkeleri olan; Bahreyn, Mısır, İran, Irak, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Umman, Katar, Suudi Arabistan, Filistin, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen i ile iş birliğini geliştiriyor. Ayrıca Çin bu proje kapsamında “Çin Pakistan Ekonomik Koridoru” olarak adlandırdığı bir başka projeyi daha yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu projelerin yanı sıra Çin, Peşaver-Kâbil karayolu projesini de gerçekleştirmeye çalışıyor. Bütün bu projelerin merkezinde de büyük oyun sahası olan Afganistan bulunuyor… Ve Afganistan’dan ABD çıkarken Çin buraya girmeye hazırlanıyor…
Üçüncü sahne: Afganistan’daki muhtemel Taliban rejimine karşı işbirlikleri ve ittifaklar
Bölgede yer alan Pakistan ekonomik diplomatik alanda giderek Çin’e daha fazla bağımlı hale geliyor… Rusya ile Çin yakınlaşıyor gözükseler de aralarında ideolojik ve tarihi rekabet ve yaklaşık 600 km’yi bulan sınır sorunları bulunuyor. Rusya’nın ayrıca Hindistan, Pakistan ve Afganistan ile tarihi bağları bulunuyor. Şii İran, Afganistan’da kurulacak radikal Sünni bir İslam devletine karşı önlem olarak Rusya ve Hindistan ile işbirliğine yaklaşıyor. Afganistan’ın kuzey komşuları Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın Afganistan ile etnik bağları bulunuyor… Ve bütün bu ülkeler Taliban rejiminin İslamcı terörist gruplara ev sahipliği yapmasından da korkuyor, bu korkuları paylaşan Rusya’dan liderlik bekliyor.
Bu arada pragmatik bir şekilde Çin, Rusya, İran ve Hindistan, Taliban’ın kendileriyle yakın olan kesimleriyle irtibata geçiyor. Taliban da Pakistan yönetimine hazırlanırcasına Hazara ve Tacik grupları da bünyelerine katıyor...
Dördüncü sahne: ABD sonrası Afganistan formülleri
16 Temmuz 2021 tarihinde Özbekistan, Afganistan, Pakistan dışişleri bakanları ile ABD'nin Afganistan Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad Taşkent'te bir araya geliyor. Yapılan açıklamada Afganistan'da barış sürecini ve çatışma sonrası çözümü desteklemek için ABD, Özbekistan, Afganistan ve Pakistan dörtlü formatının oluşturulması kararlaştırıldığı ifade ediliyor. Açıklamada, "etkin uluslararası ticaret yollarını daha da geliştirmek için tarafların ticareti genişletmek, yeni transit yollarını oluşturmak ve ticari bağları güçlendirmek için birlikte çalışmayı amaçladığı" kaydedilirken, tarafların bu iş birliğinin şartlarını birlikte belirlemek için önümüzdeki aylarda bir araya gelme konusunda mutabık kaldıkları vurgulanıyor.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te düzenlenen "Orta ve Güney Asya: Bölgesel ilişkiler, Tehditler ve İmkânlar" konulu yüksek düzeyli uluslararası konferansın ardından basının sorularını yanıtlıyor. Lavrov, ABD'nin Afganistan'daki misyonunun "çöktüğünü" söyleyerek basına şu açıklamalarda bulunuyor:
Terör örgütleri İŞİD ve El Kaide'nin Afganistan'da kendi pozisyonlarını güçlendirdiğine dikkati çeken Lavrov, ülkede uyuşturucu üretiminin rekor seviyeye ulaştığını ifade ediyor. Bakan Lavrov, "Şimdi dünyadaki tüm uyuşturucuların yüzde 90'ı Afganistan'da üretiliyor ve bununla mücadele edilmesi konusunda hiçbir şey yapılmıyor" diyor..
Lavrov, "İstatistiklere göre, Afganistan yönetiminin hizmetinde 300 bin asker var. Taliban sayısı üç dört kat daha azdır. Ancak buna rağmen sonucu görüyorsunuz." yorumunda bulunuyor…
ABD ve Orta Asya'daki ortaklarıyla Afganistan meselesine ilişkin Rusya, ABD, Çin'in oluşan genişletilmiş formatta çalışmaya devam edeceklerini dile getiren Lavrov, Afganlar arasındaki diyaloğun Taliban dahil ülkedeki tüm siyasi etnik grupların katılımıyla gerçekleşmesi gerektiğini belirtiyor…
Görüldüğü gibi bu sahnelerin hiçbirisinde Türkiye’nin adı geçmiyor…
Beşinci sahne: Türkiye oyuna dâhil olmak istiyor..
ABD işgalinden sonra Türkiye’yi yönetenler Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmek istiyor. Türkiye’nin böylesi bir görev üstlenmesini ne Afgan Hükumeti ne Taliban yetkilileri ne İran ne de Rusya tarafı istiyor.
Altıncı sahne: Türkiye’ye yönelik Afgan göçü
Son günlerde basında ve sosyal medyada bol miktarda Türkiye’ye giriş yapan Afgan mültecilerden söz ediliyor. Niğde-Ankara yolunda tırdan inerken, Samsun'da bir tırın dorsesinde uzatılan hortumdan su içerken, Türkiye-İran sınırında ise yüzlercesi Türkiye'ye geçerken görüntülenen mülteciler, sıcak gündem olmaya devam ediyor...
Türkiye’ye yönelik bu Afgan göçünü Türk Hükumet yetkilileri yalanlarken dünya basını ise "Türkiye'ye yaklaşan büyük mülteci dalgası" olarak gündeme getiriyor. Örneğin Çin resmi haber ajansı Xinhua'da çıkan "Türkiye, kargaşadan kaçan Afgan mülteci akını ile karşı karşıya" başlıklı haberde, "İran sınırından Türkiye'ye geçen Afganların sayısı Mayıs ortasından bu yana önemli ölçüde arttı ve sayının düşeceğine dair bir işaret yok" ifadelerine yer veriliyor… Xinhua'nın yerel kaynaklara dayandırdığı haberine göre, gelen gruplardaki Afganların %99'u 16-30 yaş aralığındaki genç erkekler. (Milliyet, 18 Temmuz 2021) İngiliz Guardian gazetesi, İran üzerinden gelen 1,900 Afgan göçmenin Van üzerinden Türkiye'ye giriş yaptığına şahit olduklarını, sınır görevlilerinin bu geçişlere göz yumduklarını bildiriyor. (Cumhuriyet, 16 Temmuz 2021)
Yedinci sahne: Enver Paşa’nın hayaleti
Afganistan’dan gelen tamamı erkek ve 16-30 yaş gurubunda olan bu mültecileri eğer Türk Hükumeti Afganistan’da alacağı görev için bunları eğitip ÖSO benzeri bir yapı içerisinde Afganistan’da Taliban’a karşı kullanmayı düşünüyorsa aklını peynir ekmek ile yemiş anlamına geliyor...
Benzer politikayı Afganistan’da ABD yapıyor, başına bela sarıyor, Pakistan yapıyor, başına bela sarıyor. Tarihin değişmez, şaşmaz dersi olarak biliniyor: Gün geliyor beslediğin karga gözünü oyuyor, gün geliyor koynunda beslediğin yılan, sırtında taşıdığın akrep seni sokuyor. ÖSO’dan hiç mi ders alınmıyor? Besleyip, büyütüp, palazlandırdıkları FETÖ’dan hiç mi ders alınmıyor?
Sonuç
Sonuç hep aynı yere çıkıyor…
Bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oyun oynamak gerçek bir devlet gücü ve devlet kapasitesi gerektiriyor. Böylesi bir kapasitesi olanlara bile bu büyük oyun sahası onlara mezarlığa dönüşüyor. Türkiye’yi yönetenlerin; ülkenin doğası, güç ve kapasitesi, ekonomisi, dış ilişkileri ve Suriye ve Libya’daki durumu ortadayken bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oynama istekleri insanı ürkütüyor…
Ve benim aklıma hep Cevdet Paşa’nın bir sözü geliyor:
‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur…’’
Doğru sözler nazik olmuyor, zarif sözler de doğru olmuyor… Doğru sözler eğri görünüyor... Dost olan acı söylüyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Çin'in ‘’Bir Kuşak/ Bir Yol projesi’’
Afganistan (2): Afganistan tarihi ve günümüz…
17 Temmuz 2021
Tarih konusunda; ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ deniliyor… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ deniliyor… Bu nedenle Afganistan’ın bugünkü halini anlamamız için biraz uzuuun bir tarih yolculuğu yapmamız gerekiyor… Yazının uzunluğu sizi aldatmasın. Bu kadar karmaşık bir tarihi; daha basit, daha sade ve daha anlaşılır olarak başka bir yerde bulamayacağınız düşünüyorum…
Afganistan’ın tarih sahnesine çıkışı
Afganistan tarih sahasında ilk olarak MÖ 500 yıllarında ortaya çıkıyor. Ülke o dönemde Pers İmparatorluğu’nun doğu bölgesini oluşturuyor. Afganistan’ın bugünkü Pakistan kuzeybatısında ve ülkenin doğusundaki bazı bölgeleri bir zamanlar kadim Hindistan krallığı Gandhara’nın sınırları içerisinde bulunuyor… Güney ve doğu Afganistan Peştu’ların ataları tarafından yurt ediniliyor. Milâttan önce 500'de İran Hükümdarı Dârâ'nın (I. Darius) orduları Afganistan'ı işgal ederek güneydeki İndus vadisine inmeye çalışıyor.. Afganistan iki yüzyıla yakın İranlıların hâkimiyetinde kalıyor.
İskender
Batıdan gelen Büyük İskender, İranlıları yendikten sonra Afganistan'ı işgal ediyor. İskender, Hindukuş dağlarını aşarak MÖ 331 tarihinde Soğdlar ülkesine kadar ulaşıyor. İskender İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra kuzey Afganistan’ın Balkh (Balktria) bölgesinde Yunan bir krallık ortaya çıkıyor. Hindistan’daki Maurya İmparatorluğu Afganistan’ın büyük bölümünü kontrol altına alıyor. Ancak Maurya İmparatorluğu'nun çökmesinin ve Orta Asya’dan gelen işgallerin ardından Afganistan dağları “dolmaya” başlıyor. Bölgeyi işgale gelenlerin birçoğu Afganların kabile sistemini benimseyerek asimile oluyor ve dillerini Peştuca’ya çeviriyor….
Örneğin bugün Pakistan'ın kuzey batı Afganistan sınırındaki 3 bin metre yüksekliğindeki dağların arasındaki Bumburet, Rumbur ve Biriu adlı derin vadilerde yaşayan Kalaş topluluğu inanışları ve yaşam tarzları ile bölgede yaşayan diğer halklardan farklılık gösteriyor... Kalaşların, MÖ 3. yüzyılda Asya'yı fethetmek için Makedonya'dan yola çıkan Büyük İskender'in Afganistan'da iki yıl kaldıktan sonra Çin'e geçmek isterken Hindikuş Dağları'nda ölümüyle sonuçlanan son seferinde ülkelerine dönmeyen ve bölgede kalan ordusunun soyundan geldiklerine inanılıyor.
İslamlaşma
Afganistan içinde bulunan çeşitli kabileler kısa süreli imparatorluklar kurduysa da bunlar daha sonra küçük devletçiklere bölünüyor... Müslüman Araplar 8. yüzyılda bölgeye vardıklarında, bölge küçük ancak zorlu şehirlerden oluşuyor. Fetihler bir süre sorunsuz şekilde devam ediyor ancak Kandaharlı Zunbil’leri fethetme girişimleri büyük bir başarısızlıkla sonuçlanıyor. Zunbil kabilesine karşı gönderilen 20.000 askerden ancak 5.000’i geri dönebiliyor. Afganistan’ın batısından doğusuna İslam’a girmesi yaklaşık 200 sene sürüyor. İslamiyet’in yayılmasıyla burada Samani, Gazneli, Büyük Selçuklu Devleti ve Harzemşahlar gibi Müslüman-Türk devletlerinin hâkimiyetleri görülüyor…
Moğollar
Moğollar, Afganistan’a vardıklarında ve 1221 senesinde Bamiya vadisini kuşatmaya alıyorlar, ancak o kadar şiddetli bir savunmayla karşılaşıyorlar ki bu savaşın sonunda Cengiz Han’ın torunu ölüyor… Öfkelenen Moğollar vadide yaşayanların çoğunu katlediyor. Günümüzde bölgede yaşayan Hazara kabilesinin soyu bölgede konuşlandırılan ve Tacik kadınları eş alan bir Moğol askeri birliğine dayanıyor. Moğollar bölgeyi istilâ ederek ülkeyi yüz elli yıl kadar ellerinde tutuyor… Moğol hâkimiyeti, Afganistan’da yaşayan Türk boylarını Anadolu’ya göçe zorluyor…
Bölgedeki Moğol egemenliği, 14. yy sonlarında Timur ordularınca sona erdiriliyor…
Moğollar Timur tarafından yıkıldıktan sonra onun torunlarından Bâbür (1483-1530), Afganistan'da uzun zaman devam edecek yeni bir devlet kurmayı başarıyor.
İlk Babür imparatoru olan Zahiruddin Muhammed Babür, Hindistan’ı fethetmeden 20 sene öncesinde kendisine Kabil’de bir krallık kuruyor. Hindikuş bölgesinin çoğunluğu zayıf olarak da olsa 1738’e kadar Babür kontrolünde kalıyor. Bölge Babür hâkimiyetinin üzerinden 10 yıl kadar geçtikten, Nadir Şah’ın ölümünden sonra modern Afganistan’ın kurucusu Ahmed Şah Durani tarafından alınıyor…
Şiiliği yayma çabalarına karşı isyan bayrağı
Babür imparatorluğunun sınırları batıda Gazne ve Bamiyan ile orta Afganistan’ı içine alacak şekilde genişliyor… 1709 yılında Safevilerin Peştu kabilelerini kontrol altına alma ve Şiiliği yayma politikaları sebebiyle Kandahar’da isyan bayrağı açılıyor. Bu isyan Safevi devletinin sonunu getiriyor. Nadir Şah’ın yükselişi ile sıkıntı yaşanmasına rağmen en sonunda 1747 yılında modern Afganistan Ahmed Şah Durani tarafından, Peştun aşiretlerini birleştirmesiyle, Nadir Şah’ın torunlarından Fars topraklarının bir kısmı, Babür toprakları ve kuzeyde Özbeklerin bazı toprakları alınarak kuruluyor…
İngiliz – Afgan savaşları
1815 Viyana Kongrenden sonra Avrupa’da bir statüko oluşturuluyor. Bu statüko gereği Avrupa’da hayat sahası bulamayan Rusya gözünü iki yere dikiyor. Bunlar; birincisi Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları diğeri de Orta Asya toprakları oluyor. Bu maksatla Ruslar bir yandan Balkanlar ve Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da Afganistan sınırına doğru yaklaşıyor.
İngilizler de Afganistan’a yaklaşan Rusya’nın Hindistan’ı işgal edeceğinden korkuyor. Bu maksatla da Afganistan’ı elde tutarak Hindistan’ı Ruslara karşı korumak istiyor… 1836-1842 yılları arasında Hindistan'ın genel valisi olan Lord Auckland, Ekim 1838 tarihinde ‘’Simla Manifestosu’’ olarak bilinen bir manifesto yayınlıyor. Bu manifesto; İngilizlerin Hindistan'ı güvence altına almak maksadıyla Afganistan'a müdahalesi için gerekli nedenleri ortaya koyuyor… İngilizler bu maksatla 1838-42, 1878-80 ve 1919 yıllarında Afganlılarla üç kez savaşıyor… Tabi bu düşüncenin sonu hüsran olunca da bu manifesto “Auckland’ın Budalalığı” olarak tarihe geçiyor...
1836-1842 yıllarındaki Birinci İngiliz – Afgan savaşları
Bu esnada Ruslar da bu tarihlerde bir yandan Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da Afganistan sınırına yaklaşıyor.. İngilizler 1838’de Afganistan’a girerek burada mevzileniyor… Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetimindeki 16.500 kişilik toplam karma İngiliz – Hint ordusunu 38.000 kişilik bir hizmetçiler ve kamp takipçileri topluluğu izliyor. Balan geçidini aşan istilacılar Kandehar’ı aldıktan sonra Kabil’e giriyor.. Kasım 1840’da büyük çatışmalar başlıyor. Kuşatılan İngilizlerin 6 Ocak 1842 tarihinde Kabil’den çekilmekten başka çareleri kalmıyor. Karakışta ve sürekli saldırı altında takip edilen 700 İngiliz, 3800 Hintli asker ile 12.000 kamp hizmetçisi Gandarmak geçidinde Afgan direnişçiler tarafından neredeyse tümüyle imha ediliyor. Sadece bir kişi, Dr. William Brydon topallayan bir at üzerinde Celâlâbât’taki İngiliz garnizonuna ulaşıyor. Bu kişinin hayatta kalan tek asker olduğu söylenirse de, muhtemelen sağda solda hayatta kalan birkaç kişi daha oluyor… İngilizleri imha eden Afganlıların komutanı Dost Muhammed Han’ın oğlu Ekber Han oluyor…
İngilizler bu yenilgiden sonra toparlanıp takviye alıp 1842 yazında iki koldan ilerleyip Kabil’i tekrar ele geçiriyor. Ancak burada tutunamayacaklarını anlayıp geri çekiliyorlar. Bu savaş İngilizlerin Afganistan’da barınamayacaklarını gösteriyor. İngilizlerin Afganistan’daki bu yenilgileri, Hintlilere İngilizlerin yenilmez olmadıklarını gösteriyor. Bu ise 1857 yılında başlayan büyük Hint isyanının (Sepoy ayaklanması) ana fikrini teşkil ediyor…
1878-1880 yıllarındaki İkinci İngiliz – Afgan savaşları
Ruslar 1868’de Buhara, 1873 yılında da Hive’yi ele geçiriyor. 1878 yılında bir Rus heyeti Afganlıların istememesine rağmen emrivaki yaparak gelip Kabil’e yerleşiyor. İngilizler de onlara karşı burada bir heyet bulundurmak istiyor. Dost Muhammed’in yerine yeni geçmiş olan Afgan Emiri Şir Ali’nin bunu reddetmesini İngilizler bir savaş nedeni sayıyor. Bu dönemde Hindistan Genel Valisi olan Lord Lytton’un politikası da Hindistan’ı ileriden savunmak oluyor. Ayrıca İngilizlerin eski yenilginin intikamını almak gibi bir amaçları da bulunuyor.
1878 sonbaharında İngilizler Lord Roberts komutasındaki 37.500 askerle Afganistan’a girerek Kabil’e kadar ilerliyor. Emir Şir Ali, Mazar-ı Şerif’e kaçmak zorunda kalıyor. Hapisten çıkartılarak tahta geçirilen Yakup Han İngilizlerle barış imzalıyor. Ancak Kabil’de bulunan İngilizler 2-3 Eylül 1879 tarihinde Afganlılarca katlediliyor. Bunun üzerine Hayber’deki İngiliz kuvvetleri Kabil’e kadar ilerlerlerse de burada kuşatılıyor. Cihat ilan eden Afganlılar çok sayıda asker toplayarak Eyüp Han komutasında saldırıya geçiyor. Meyvand’da bir Hint-İngiliz gücü imha ediliyor. Eyüp Han birliklerine de çok kayıp veriyor. İngilizler toparlanıp, takviye alıp, tekrar ilerleyip 1 Eylül 1880 tarihinde Kandehar’ı ele geçiriyor. İki taraf arasında bir barış antlaşması yapılmadan İngilizler 1881 yılında Afganistan’ı terk ediyor. Bu ikinci savaşta da İngilizler kuvvetlerini topladıkları zaman ülkenin herhangi bir yerini işgal edebiliyor ancak hiçbir yere gerçek anlamda bölgeye hâkim olamayıp, sonunda çekilmek zorunda kalıyor. Aynı şey ileride diğer istilacıların da başlarına geliyor…
1877 yılında Afganistan’da Osmanlı heyeti
İkinci Afgan Savaşı’nın hemen öncesinde, 1877 yılında Kabil’e bir Osmanlı Heyeti geliyor. Heyet o sırada devam eden 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı dolayısıyla Afgan Emiri Şir Ali’ye Padişahın bazı taleplerini iletmek istiyor. Sefir Kazasker Şirvanizade Ahmet Hulusi Efendi ile sır katibi Mektubi-zade Ahmet Bahai Molla’dan oluşan heyet, Emir Şir Ali’ye kabul için uzun süre bekletiliyor. Emir, heyetin taleplerini tahmin ettiği için onları mümkün olduğu kadar oyalıyor. Heyet, Afganlardan Rusların yeni işgal ettikleri Hive ve Buhara gibi İslam ülkelerini kurtarmak üzere harekete geçerek Osmanlılara yardım edilmesini istiyor. Nihayet görüşme gerçekleştiği zaman Emir İngilizlere güvenmediğini, ayrıca Hive ve Buhara halkının dönek olduklarını ve öyle kolay kolay kurtarılamayacaklarını, zaten Rus ordusu ile boy ölçüşebilecek bir güce de sahip olmadıklarını söylüyor. Ancak Osmanlı, İran ile savaşa girdikleri takdirde derhal Osmanlıların yanında çatışmalara katılacaklarını söyleyerek elçileri uğurluyor.
Aynı denemeyi daha sonra beyhude yere Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılar da yaparak İngilizlerle Rusları Afganistan’dan yapacakları saldırılarla yıpratma hayalleri içerisinde ümitsiz girişimlerde bulunuyor… Ancak Osmanlının ne o zaman ne de bu zamanda hiç de böyle bir oyunu oynayacak kapasiteleri olmuyor... Enver Paşa gibi gücünün sınırlarını kestiremeyenler de oralarda kaybolup, yitip gidiyor…
1919 yılındaki Üçüncü İngiliz – Afgan savaşları
Üçüncü Afgan Savaşı olarak da anılan savaşta olaylar 1919 yılında, o sıradaki Emir Habibullah Han’ın av sırasında bir suikaste kurban giderek yerine oğullarından Emanullah Han’ın geçmesi üzerine başlıyor. Reformcu bir kişi olan Emanullah Han ordu ve kabile liderlerinin çoğunun desteğini aldıktan sonra İngilizlerin Afganistan üzerindeki etkilerini kırmak ve 19. yüzyılın sonlarında İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’a terkedilen bazı toprakları geri almak üzere harekete geçiyor.
Emanullah Han İngiltere’nin etkisini Sovyetler Birliği ile dengelemek istiyor. Bu nedenle Sovyetler Birliği ile bir antlaşma yapıyor. Bu durum İngilizlerin hoşuna gitmiyor ancak eski felaketleri hatırlayıp Afganistan’a doğrudan müdahalede bulunmuyorlar.
06 Mayıs 1919 tarihinde küçük bir Afgan gücü Hint-İngiliz arazisine giriyor. Çatışmalar daha çok sınır bölgelerinde kalıyor ve kesin sonuçlu muharebelere girilmiyor. Ancak İngilizler 50.000 kişilik bir güç toplayarak kapsamlı bir karşılık verince Emanullah Han mütareke istiyor. İngiltere ile Afganistan arasında 08 Ağustos 1919 tarihinde Rawalpindi Antlaşması yapılıyor. Bu antlaşma ile İngiltere, Afganistan'ın tam bağımsızlığını tanıyarak bu ülkeden çekilme kararı alıyor. Böylece bağımsızlığına kavuşan Afganistan 1920’lerde büyük ülkelerin çoğu ile diplomatik ilişkiler kurmaya başlıyor…
Mustafa Kemal Atatürk ve Afganistan
Sovyetler Birliği ve Afganistan birbirini ilk tanıyan ülkeler oluyor. Sovyet-Afgan anlaşması imzalanıyor. Bu anlaşmanın imzalanmasından üç gün sonra, 1 Mart 1921 tarihinde Afgan heyeti ile Türk elçilik heyeti arasında da ilk Türk-Afgan ittifakı Moskova’da imzalanıyor. Bu anlaşmaya göre Türkiye Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyor. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, kültürel yardım çerçevesinde Afganistan’a öğretmen ve subaylar göndermeyi, eğitim ve idari alanda da modernleşmesi hususunda destek sağlamayı taahhüt ediyor.
Bu anlaşmanın Ankara ve Kabil hükümetlerince onaylanmasından sonra, eski Medine muhafızı Fahreddin Paşa, Kabil’e ilk Türk sefiri olarak atanıyor… 1921 yılında Malta’dan hapisten döndükten sonra Büyük Taarruz’a katılan Fahreddin Paşa’nın daha 1922 yılı bitmeden Kabil’e ilk Türk sefiri olarak gönderilmesi Mustafa Kemal Atatürk’ün Afganistan’a verdiği önemi gösteriyor… Mustafa Kemal Atatürk, daha sonra da bu ülkedeki reform çabalarını yakından izliyor…
1 Mart 1921 tarihinde Türkiye ile Afganistan arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde, Türkiye’den gelen uzmanlar ile bir taraftan Afganistan’da modernleşme çabaları hızlandırılıyor diğer taraftan da Avrupa ve özellikle Türkiye’ye tahsil için yüzlerce Afgan gencini gönderiliyor…
Emanullah Han, Afganistan’ın eğitim ve modernleşme çalışmalarına katkı ve destek için diğer ülkelerdeki yenilikleri yerinde görmek ve yetişmiş eleman temin amacıyla Aralık 1927’de bir dış geziye çıkıyor. Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İngiltere ve Rusya’yı ziyaret ediyor. Emanullah Han, son olarak Mayıs 1928 tarihinde Türkiye’ye geliyor.
Mustafa Kemal Atatürk, Emanullah Han ve onun şahsında Afgan milletine ilgi ve dostluk gösteriyor… Bu ziyaret esnasında, 1 Mart 1921 tarihinde imzalanan Türk-Afgan Anlaşmasına ek olarak, “Türkiye ve Afganistan arasında dostluk ve teşrik-i mesai muahedenamesi” adıyla yeni bir anlaşma daha imzalanıyor… Bu anlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti; ilmi, hukuki, askerî alanlardaki uzmanlarından bir kısmını Afganistan’da görevlendirmeyi taahhüt ediyor…
Ancak Emanullah Han’ın Afganistan’daki modernleşme çabası ülkedeki baş gösteren iç isyanlar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanıyor… Türkiye’den Kazım Orbay başkanlığındaki heyet Afganistan’a gittiğinde isyanlar çoktan kontrolden çıkmış oluyor. Emanullah Han, bu yenilik çabalarından sonuç alamadan yönetimden ayrılıyor ve İtalya’ya gitmek zorunda kalıyor. Yerine kardeşi İnayetullah Han geçiyor…
Ülkedeki karışıklıkların önlenememesi üzerine ise yönetim, Habibullah Han’a geçiyor. Bu yönetim, Afganistan’da bulunan Türk askerî heyetini geri gönderiyor. Bu arada Fransa’da sürgünde bulunan Nadir Şah, ülkesine dönerek Afganistan’da büyükelçi olarak bulunan Yusuf Hikmet Bayur’un da tasvibini alarak Afganistan hükümdarı oluyor… Nadir Şah’ın özellikle Türk büyükelçisinin tasvibini alması, Türk dostluğuna verdiği önem bakımından dikkat çekiyor. Ancak Nadir Şah zamanında reform hareketleri duraklıyor…
Nadir Şah, Afganistan dış politikasında İngiltere ve Rusya arasında bir denge kurmaya çalışıyor… Nadir Şah’ın yerine geçen oğlu Muhammed Zahir Şah da, aynı dış politikayı izliyor… Ancak bu durum, Afganistan’ı uluslararası alanda yalnızlığa itiyor. İran’la olan sınır anlaşmazlığı da bu dönemde Afganistan’ın bir başka sıkıntısı oluyor… Bu zor günlerinde Afganistan’ın yardımına hep Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’si koşuyor…
Afganistan ile İran arasında 1903 yılından beri devam eden sınır sorununda Türkiye’nin 1934’de hakem olması isteniyor. Türkiye, Kazım Orbay başkanlığında bir heyet göndererek sorunu çözüyor. Ayrıca Türkiye, Afganistan’ı uluslararası alanda düştüğü yalnızlıktan kurtarmak için Milletler Cemiyetine girmesini sağlıyor. Yine aynı yıllarda Türkiye, çeşitli ülkelerdeki büyükelçilikleri vasıtası ile Afgan çıkarlarını korumaya çalışıyor…
1930’lu yıllarda Kabil’de Türk büyükelçisi olan Mahmut Şevket Esendal, Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri ve sempatik kişiliği ile Afgan kralı ve hükümetiyle yakın ilişkiler kurarak hükümetin başdanışmanı haline geliyor. Türkiye’den giden doktor ve uzmanlar da Afganistan’da üstün hizmetler veriyor…
Türkiye, 8 Temmuz 1937 tarihinde İran, Afganistan ve daha sonra Irak’ın katılmasıyla Sadabat Paktı’nı kurarak Afganistan’ı diplomatik alanda yalnızlıktan kurtarıyor… Böylece bu dört ülke, II. Dünya Savaşı öncesi zor günlerde birlikte hareket edip birbirlerine destek oluyor…
Afganistan’da Sovyet etkisi (1945 – 1979):
II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda bölgede Sovyet etkinliği artıyor. Afganistan ise dünyada artık savaş öncesi İngiltere rolünü üstlenmiş olan Amerika ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor…
Bu yıllarda bazı Afgan kabileleri, Cinnah liderliğinde bağımsızlık mücadelesi veren ve daha sonra da Pakistan’ı kuran Hindistan Müslümanlarına büyük destek veriyor... Pakistan’ın da Afgan kabileleri ile aynı duyguları paylaşması, buna karşılık Afganistan’ın bu kabilelere yarı bağımsızlık vermeyi kabulü, Afganistan ve Pakistan arasında anlaşmazlığa sebep oluyor…
Afganistan ve Pakistan arasındaki sorunların çözülememesi, ABD’nin 1953 yılından sonra Afganistan’ı dışlayarak İran ve Pakistan’a yaptığı büyük askerî yardımlar üzerine Afganistan, Pakistan’ın hasmı olan Hindistan’la yakın ilişkiler kuruyor. Daha sonra da Pakistan Sovyetlere yaklaşıyor…
1954 yılında Sovyetlerle Afganistan arasında kredi anlaşması imzalanıyor, karşılıklı ziyaretler gerçekleşiyor, Sovyet danışmanlar Afganistan’a gelmeye başlıyor, 1956 yılından itibaren Sovyetlere askerî ve eğitim amaçlı öğrenciler gönderiliyor… 1960’dan sonra ise Sovyet uzmanlar, askerî akademilerde görev yapmak için Kabil’e geliyor… Sovyet-Afgan işbirliği çerçevesinde eğitim dışında projeler de gerçekleştiriliyor… Ancak Sovyetlerin de Afganistan’da hakimiyetlerini artırmaları sonucu iç çalkantılar ortaya çıkıyor…
Bu ortamdan faydalanan Davut Han, 1973 yılında Genelal Abdülkadir liderliğinde solcu subayların ve Muhammet Tereki önderliğindeki sivil Marksistlerin yardımı ile Zahir Şah’ı kansız bir şekilde devirerek iktidarı ele geçiriyor… Davut Han, meşruti krallık idaresini kaldırıp kendisinin de başkanı olduğu Cumhuriyeti ilan ediyor.
Marksistlerin desteği ile gerçekleşen 1973 darbesinden sonra Davut Han, 1975 sonrası ilginç bir şekilde Sovyetler Birliği’nden uzaklaşmaya ve Batı ile iyi geçinme politikası izlemeye başlıyor…
Davut Han, 1976’da İran’a, 1977’de Mısır, Pakistan ve Suudi Arabistan’ı ziyaret ediyor... Mayıs 1978’de Kabil’de toplanacak Bağlantısız Ülkeler Bakanlar Konferansı’nda Davut Han’ın politikasının ele alınması bekleniyor. Aynı yılın Nisan ayında Kabil’e gelen Küba heyetine karşı Afgan yönetiminin umursamaz tavrı ve daha önce sergilediği Küba aleyhtarı faaliyetler, sosyalist ülkeler arasında Afgan yönetimi karşıtı bir cephe oluşturuyor…
Diğer taraftan komünistlerin Davut Han’a karşı başlattıkları muhalefet, 17 Nisan 1978 tarihindeki hükümet darbesinin başlangıcı oluyor… 27 Nisan 1978 tarihinde Davut Han ve ailesi darbeciler tarafından öldürülüyor…
Yönetime gelen komünistler, muhalefete baskı ve işkenceler uyguluyor, toplu infazlar yapıyor. Şubat 1979 tarihinde ABD Büyükelçisi Adolph Dubs, önce rehin alınıyor, sonra da öldürülüyor.
İlerleyen günlerde yönetime gelen komünistler arası siyasi rekabetten ötürü çözülmeler başlıyor. Bu durumda Sovyetler Babrak Karmal’ı yönetimden uzaklaştırıyor. Perçem taraftarları, liberaller, üniversite profesörleri, muhafazakârlar ve milliyetçiler tutuklanıyor. Bu tutuklanmaları takip eden infazlar, toplu katliamlar ve İran Şah’ının devrilmesi, Afganistan’da yaşanan genel huzursuzluğu daha da artırıyor…
Nihayet 24 Aralık 1979 tarihinde Sovyetler Afganistan’ı işgal ediyor, Babrak Karmal başbakan oluyor. Afgan halkı, Rus birliklerinin ülkelerine girmelerine büyük tepki gösteriyor. Bunun üzerine Sovyetler, Karmal’ı savunmak ve idaresini desteklemek için Afganistan’a takviye askerî birlikler sevk ediyor. Bu işgalden sonra Afganistan tamamen Sovyet hâkimiyetine giriyor…
Afganistan’da iç savaş ve Sovyet işgali
Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Afgan direnişi de aynı hızla yayılıyor. Pakistan’ın Peşevar Vadisi Afgan mültecilerle doluyor... Bir ara Peşevar’daki mülteci sayısı 3.5 milyona ulaşıyor. Pakistan, buradaki mültecileri kabilelerine göre kamplara yerleştiriyor. Daha sonra bu mülteci kamplarına iskân edilen Afgan kabileleri, çeşitli “Mücahidin Grupları” oluşturuyor… ABD’nin özellikle 1984’ten itibaren Pakistan üzerinden yaptığı yardımlar ile bu ‘’Mücahidin grupları’’ vasıtasıyla gerilla mücadelesi Ruslara büyük kayıplar verdiriyor. Bu çatışmalarda resmi açıklamalara göre 15 bin Sovyet askeri hayatını kaybediyor ancak gerçek kayıpların 50 binin üzerinde olduğu ileri sürülüyor.
Bu sırada başkan olan Babrak Karmal, Rusların kuklası olarak görüldüğü için itibarını yitiriyor. 1886 yılında Muhammet Necibullah’ın başkan olması da durumda bir değişiklik yaratmıyor. Sovyet destekli hükümet ülkenin ancak % 10-15’ine hâkim olabiliyor.
1988 yılında BM’in öncülüğünde yapılan bir antlaşma ile Sovyet birliklerinin çekilmesi, tarafsız bir Afgan devletinin oluşturulması ve sayıları milyonları bulan mültecilerin ülkeye iadesi öngörülüyor.
Sovyetler, Afganistan’dan çekiliyor
Sonunda Sovyetler 1989 Şubatında çekilmelerini tamamlıyor. Ancak hükümet güçleri ile mücahitler arasındaki savaş devam ediyor. Kabil’deki rejim Sovyetlerin dışarıdan desteği ile bir süre daha ayakta duruyor. Necibullah 1992 yılında istifa etmek durumunda kalıyor.
On dört yıldır süregelen savaşın faturası olarak yıkıma uğramış bir ülke, iki milyona yakın katledilmiş Afgan vatandaşı ve altı milyon mülteci oluyor. Bu rejim çökerken ılımlılar ile radikal güçler arasında çatışmalar her daim sürüyor. Gerilla lideri Burhaneddin Rabbani, 28 Haziran 1992 tarihinde başkan olurken çoğunluğu Peştun göçmenlerden oluşan Taliban güçleri etkilerini artırıyor. 1992 yılında Kabil’e giren Ahmet Dostum ve Ahmet Şah Mesut güçleri kuzeye, Özbek ve Tacik sınırlarına çekilmek zorunda kalıyor…
ABD işgali
ABD, Sovyetlere karşı mücadele eden grupları “yeşil kuşak” girişimi çerçevesinde destekliyor… Ancak bu gerillaların ve örgütlerin bir kısmı bir süre sonra kendi güçlerini bağımsız bir şekilde kullanmaya başlıyor… Özellikle bu gruplardan Lübnan ve Filistin’e yerleşenler İsrail’e karşı sürekli saldırılara geçiyor…
1995 yılında Taliban, ipleri tamamen eline geçiriyor. İran’dan sonra Afganistan’da da ABD’nin etkisi dışında radikal bir İslami rejim kuruluyor... ABD’ne yapılan, 11 Eylül 2001 tarihinde New York’daki ikiz kulelere yöneltilen terör olayları Taliban ile işbirliği halindeki Osama bin Ladin’e bağlanıyor ve bu bağlantı Afganistan’a saldırının gerekçesi olarak sunuluyor… 2001 yılı sonlarına doğru Afganistan’a saldırıda önce özel birliklerle sızma yapılıyor, sonra da onların yönlendirmesiyle Tomahawk, B-1, B-2 ve B-52 uçakları ile Afganistan bombalanıyor. Sonunda da ABD ordu birlikleri Afganistan’da belli bölgelere giriyor… Afganistan’da Taliban rejimi devriliyor…
ABD tarafından, 2001 yılındaki müdahalesiyle devrilen Taliban rejimi sonrasında Afganistan’da doğabilecek bir otorite boşluğuna karşı güvenliği sağlamak ve ülkenin askerî, idari ve hukuki alanda yeniden yapılanmasına destek olmak amacıyla ABD tarafından ‘’Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’’ (ISAF) oluşturuluyor. NATO komutasındaki ISAF’ın kuruluşu, BM Güvenlik Konseyi'nin Bonn Anlaşması'na dayanarak 20 Aralık 2001 tarihinde aldığı 1386 sayılı karara dayanıyor.
Başlangıçta sadece başkent Kabil ve çevresinde Taliban ve El Kaide bağlantılığı silahlı örgütlere karşı mücadele eden ISAF kuvvetlerinin görev alanını, 2003 yılının Ekim ayında Afganistan’da Hamid Karzai liderliğindeki geçiş hükümetinin kurulmasıyla, ülke geneline yayılmasına karar veriliyor. Bu kararla ISAF 2006 yılına kadar belirli aşamalarla yeniden yapılanarak ülkedeki görev ve yetki alanını genişletiyor. Bu tarihten itibaren askerî operasyonlarına ağırlık veren ISAF’a toplam 49 ülke askerî güç ve idari personel olarak katkı sağlıyor. Bu ülkelerin, Türkiye dâhil 27’si NATO üyesi, 11’i ise NATO partneri oluyor…
ISAF’ın 130 bin kişilik askerî gücünün büyük bir kısmını, 90 bin civarındaki askeriyle ABD oluşturuyor. Bu ülkeyi yaklaşık 9 bin 500 askerle İngiltere, 5 bin askerle Almanya ve yaklaşık 4'er bin askerle İtalya ve Fansa takip ediyor. ISAF’a 2003 yılından beri katkı sağlayan Türkiye 1840 askeriyle Afganistan’da Kabil ve Vardak’ta görev yapıyor… Türk askeri, Kabil’de sorumlu olduğu bölgede iç güvenliği sağlıyor ve Vardak’ta ise Afgan güvenlik güçlerinin eğitimine destek veriyor… Ancak Türkiye, Afganistan’da NATO şemsiyesi altında görev yaparken muharip bir görev üstlenmiyor…
ABD’nin 2003 yılında yönetime getirdiği Karzai rejimi de dışarıdan zorlanan tüm öncekiler gibi Kabil’in dışında fazla bir etkiye sahip olamıyor… NATO güçlerinin ülkedeki varlığı da Afgan direnişini sona erdiremiyor… İşgal güçleri çoğu bölgede tahkimli kışlalarından dışarıya ancak silahlı helikopter ve zırhlı araçların desteğinde çıkabiliyor…
Ve ABD Afganistan’dan çekiliyor…
ABD, 29 Şubat 2020 tarihinde Taliban ile Doha'da bir barış anlaşması imzalıyor. Bu anlaşmada ABD, Taliban'a tüm yabancı güçlerin 1 Mayıs 2021 tarihine kadar çekileceği sözünü veriyor…
Taliban'ın taahhütleri arasında ise ‘’El Kaide ve diğer militan grupların kontrolleri altındaki bölgede faaliyet göstermesine izin vermemek’’ ve ‘’ulusal barış görüşmelerine devam etmek’’ bulunuyor.
Bu tarihten sonra ABD aşama aşama Afganistan’ı terk etmeye başlıyor… ABD Başkanı Joe Biden, 14 Nisan 2021 tarihinde Afganistan'da kalan 2 bin 500 ABD askerinin tamamının 11 Eylül 2021 tarihine kadar geri çekileceğini duyuruyor. Ancak Taliban ABD'yi Doha Anlaşması'nı çiğnemekle suçluyor.
Bu arada Taliban, 2021 yılı Haziran ayının son haftasında başlattığı saldırılarda Özbekistan ve Tacikistan sınırındaki ilçelerin tamamına yakınını ele geçiriyor. Taliban, Özbekistan'a açılan en önemli ticaret güzergâhı olan Hayratan sınır kapısını iki yönden kuşatıyor. Taliban, güneybatıda ise Gazni vilayetine yöneliyor. Taliban; Badahşan, Tahar, Gazni, Herat ve Badgis vilayetlerinde şiddetli saldırılarla baskısını artırıyor…
ABD çekilirken Türkiye Afganistan’da görev talep ediyor
14 Haziran 2021 tarihinde yapılan NATO Zirvesi’nde Türkiye, NATO güçlerinin çekilmesinin ardından Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı'nın güvenliğini üstlenmeye devam etme teklifinde bulunuyor… Bu konuda halen ABD ile olan görüşmeler devam ediyor.
ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, 13 Temmuz 2021 günü yaptığı günlük basın toplantısında, "Kabil Havalimanı'nda güvenliğin nasıl olacağı konusunda Türklerle hala görüşme halindeyiz, bu çabaya öncülük etmeye istekli oldukları için onlara minnettarız" ifadelerini kullanıyor. Bu basın toplantısında ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, ‘’Kabil Hamid Karzai Havaalanı'nın güvenli bir şekilde işletilmesine destek verme konusunda Türkiye'ye minnettar olduklarını’’ söylüyor. Kirby, ayrıca "Havaalanında güvenliğin nasıl olacağı konusunda Türklerle hala görüşme halindeyiz, bu çabaya öncülük etmeye istekli oldukları için onlara minnettarız." diye konuşuyor…
Dışişleri Bakanlığının günlük basın toplantısında da Türkiye'nin vereceği destek gündeme gelirken, ABD Dışişleri Sözcüsü Ned Price ise "Geri çekilme ve Afganistan'daki daha geniş güvenlik durumuna ilişkin, Türkiye'nin yapıcı rolünü ve ayrıca diplomatik sürece desteğini kesinlikle memnuniyetle karşılıyoruz." ifadelerini kullanıyor…
Taliban, Türkiye’yi Afganistan’da istemiyor…
Taliban 5 Temmuz 2021 tarihinde 'da BBC'ye yaptığı açıklamada, ‘’Eylül'den sonra ülkede kalacak tüm yabancı askerlerin işgal gücü muamelesi göreceği’’ uyarısında bulunuyor. Bu uyarıda doğrudan ve ismen Türkiye işaret edilmiyor… .
Ancak 13 Temmuz 2021 günü Ankara-Washington hattında Türkiye'nin Afganistan'ın başkenti Kabil'deki Hamid Karzai Havalimanı'nın güvenliğini sağlaması yönündeki görüşmeler devam ederken, Taliban Sözcüsü Süheyl Şahin bir açıklama yaparak doğrudan Türkiye'yi tehdit ediyor...
Yapılan açıklamada Taliban, Türkiye'nin, başkent Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenme yönünde attığı adımları "menfur" olarak nitelendiriyor. Taliban'dan yapılan açıklamada, "Karar ihtiyatsız bir karar ve egemenliğimizin, toprak bütünlüğümüzün ihlali ve ulusal çıkarlarımıza aykırı" ifadeleri kullanılıyor…
Taliban, ABD çekildikten sonra Türk askerinin ülkede kalması durumunda "işgalci" olarak nitelendirileceğini ve tüm "işgal güçlerine" karşı Taliban'ın "cihat politikasını" uygulamaya devam edeceğini belirtiyor. Açıklamada, "Afganistan İslam Emirliği ve Afgan halkının Müslüman Türkiye halkı ile tarihi, kültürel ve dini bağları vardır. İşgalin uzatılması ülkemizde Türk yetkililere karşı düşmanlık ve kızgınlık yaratacak, ikili ilişkilere zarar verecektir" deniliyor. .Açıklamada, "Ülkemizde kalan herhangi bir işgalci güç ile 2001 yılında 15 önemli âlim tarafından hazırlanan fetva kapsamında ilgilenilecektir. 20 yıldır yürütülen cihat bu fetvaya dayanmaktadır" deniliyor… Taliban, açıklamasında Türkiye'nin "kararı üzerine tekrar düşünmemesi durumunda" Türkiye'ye karşı "bir duruş sergileyeceklerini" ifade ediyor…
Ancak Taliban’ın bu tehditleri AKP tarafından görülmek istenmiyor. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Taliban'ın Türkiye tehdidini "İletişim kazası’’ olarak değerlendiriyor…
Sonuç
Uzun bir anlatım oldu ama Afganistan’ı hakkıyla anlayabilmek için bu bilgilerin verilmesi zorunlu hale geliyor. Bu uzun anlatımdan çıkarılacak sonuçları kısaca şöyle özetlemek mümkün oluyor:
1. Görüldüğü gibi hem Afgan halkının direniş kabiliyeti hem de arazi yapış nedeniyle bu bölgede hiçbir gücün bölge üzerinde işgalini ve istilasını sürdürebilme kabiliyeti bulunmuyor. Bu nedenle Afganistan’a ‘’imparatorluklar mezarlığı’’ deniliyor. Bu durum hem Peter Ustinov’un (‘’Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’) ve John Berger’in (‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’) sözlerini haklı çıkartıyor hem de bölge üzerine yapılan hesapları ve planları da “Auckland’ın Budalalığı” olarak tarihe geçiriyor...
2. Aslında bölgede Afganistan diye bir ülke ve Afgan diye bir halk bulunmuyor. Afgan ve Afganistan sözcüğü tıpkı ‘’Türkistan’’ sözcüğü yerine üretilmiş ‘’Orta Asya’’ sözcüğü gibi yaklaşık yüzyıl önce İngilizler tarafından üretiliyor. Afganistan'ındaki en büyük grubu toplumun %42'sini oluşturan Peştunlar oluşturuyor. Tacikler toplumun %27'sini, Özbekler %9'unu, Hazaralar %9'unu, Aymaklar %4'ünü, Türkmenler %3'ünü, Beluçlar ise %2'sini oluşturuyor. İran halkları Afganistan'daki salt çoğunluğu oluşturmakta olup, Peştular, Tacikler, Hazaralar, Aymaklar ve Beluçlar İran dilleri konuşuyor... Afganistan Özbekleri ve Afganistan Türkmenleri de Afganistan’daki Türk halklarını oluşturuyor… Pamir bölgesinde da az da olsa Kırgızlar bulunuyor. Rus savaşı esnasında Pamir bölgesindeki Kırgızlardan bir köy Van ili Erciş ilçesinin kırsalına yerleştiriliyor. Bu köye de Ulupamir adı veriliyor.
Bu kadar etnik yapı aynı zamanda dini açıdan da homojenlik göstermiyor. Halkın %99'u Müslüman, bunların %80'i Sünni, %19'u Şii inancına sahip bulunuyor. Ancak her mezhep de kendi içinde farklı farklı inancalara bölünüyor.
Bu etnik ve dini grupların aralarında uyum, ahenk ve işbirliği yeteneği bulunmuyor. ‘’Ulus devlet’’ bilincinin olmaması da bu etnik ve dini dağınık durum ise bu grupların birbiriyle rekabetine yol açıyor.
Bu durum iki sonuç çıkarıyor:
Birincisi; bu durum farklı etnik yapıdaki halkların bir işgal karşısında birleşip mücadele etmelerine imkân sağlıyor ancak işgal sona erdiğinde bu sefer kendi aralarında mücadele edip iç savaşa yol açıyor. Bu durum bize demokrasi ile taçlandırılmış ulus devlet modelinin önemini öne çıkarıyor…
İkincisi ise; ABD işgalinden sonra Türkiye Afganistan’da görev aldığında, tarihte her işgalden sonra iç savaş yaşayan Afganistan’da Türkiye’nin iç savaşın tarafları arasında kalma riskini taşıyor…
3. Mustafa Kemal Atatürk’ün Afganistan ile olan ilgisi tamamen antiemperyalist temel üzerine iki bağımsız ülkenin işbirliğine ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Afganistan üzerinden Türkistan’a verdiği öneme dayanıyor. Ancak Türkiye, 2003 yılında, NATO komutasında, ISAF adı altında, ABD ile beraber bölgeye işgalci olarak katılıyor… Hiç kimsenin, ABD işgalinin bir parçası olarak Afganistan’da bulunmak ile Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni kurulmuş bağımsız bir ülkeyi emperyalistlere yem olmasın diye desteklemek amacıyla eğitim maksatlı asker bulundurmasını bir tutmaya hakkı bulunmuyor…
4. Türkiye’nin ABD işgalinden sonra Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmekten dolayı hiçbir ulusal çıkarı ve faydası bulunmuyor. Türkiye’nin böylesi bir görev üstlenmesini ne Afgan Hükumeti ne Taliban yetkilileri ne İran ne de Rusya tarafı istiyor. Türkiye’nin böylesi bir göreve talip olmasına sadece ellerini ovuşturarak ABD istiyor. Böylesine bir görevin olsa olsa Afgan Hükumeti ve Taliban’ın Türkiye’ye cephe almasına ve Türkiye’nin İran ve Rusya ile arasını açmasına yol açacağı tahmin ediliyor… Rusya ve İran ile Afganistan nedeniyle bozulacak ilişkilerin Suriye’den Libya’ya, ekonomik ilişiklerden diplomatik ilişkilere Türkiye’nin güvenliğini olumsuz olarak etkileyeceği değerlendiriliyor…
5. Bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oyun oynamak gerçek bir devlet gücü ve devlet kapasitesi gerektiriyor. Böylesi bir kapasitesi olanlara bile bu büyük oyun sahası onlara mezarlığa dönüşüyor. Türkiye’yi yönetenlerin; ülkenin doğası, güç ve kapasitesi, ekonomisi, dış ilişkileri ve Suriye ve Libya’daki durumu ortadayken bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oynama istekleri insanı ürkütüyor…
5. Ve son olarak da benim aklıma Cevdet Paşa’nın bir sözü geliyor:
‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur…’’
Doğru sözler nazik olmuyor, zarif sözler de doğru olmuyor… Doğru sözler eğri görünüyor... Dost olan acı söylüyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Bir not: Ülkemizde ne yazık ki Afganistan tarihi ile ilgili olarak yeterli bir kaynak ve uzman tarihçi pek bulunmuyor. Bu konuda yazılmış şu iki eseri önerebilirim:
* Töre Sivrioğlu ve Ahmad Jawid Türkoğlu, ‘’Başlangıçtan Günümüze Afganistan Tarihi’’ (Kalkedon Yayınları, 2017)
* İzzetullah Zeki ‘’Afganistan'da Hâkimiyet Mücadelesi, Doğu ve Batı Çatışması 1809 – 2019’’, (Çizgi Kitapevi, 2019)
Afganistan (1): İmparatorluklar mezarı
16 Temmuz 2021
Madem gündemde Afganistan var, Türkiye’nin ABD’den Afganistan’da görev alma talebi var… Ben de Afganistan’ı gündemime almasam olmaz… Tekrardan verdiğim Almanya ile ilgili yazı serime ara vererek Afganistan’ı anlatacağım. Ancak Afganistan ile ilgili bu yazımı dört bölüm halinde sunacağım.
Bu ilk bölümde anlatacağım Afganistan için kısa bir giriş yapacağım… İkinci bölümde; tarihi geçmişiyle günümüze kadar olan Afganistan’ı, üçüncü bölümde; ‘’Büyük Oyun’’ (The Great Game) tanımlamasını, dördüncü ve son bölümde ise Şehriyar’ın gözlemiyle sosyal ve politik dokusuyla tekrar Afganistan’ı anlatacağım…
İmparatorluklar mezarı
Afganistan hakkında yazan bütün tarihçiler Afganistan’ı bir ‘’imparatorluklar mezarı’’ olarak tanımlıyor… Tarihi süreç içerisinde Afganistan’dan İskender geçiyor, Afganistan’dan Cengiz Han geçiyor, Afganistan’dan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçiyor, son olarak da Afganistan’dan günümüzüm Amerikan İmparatorluğu geçiyor… Onların hepsi Afganistan’da sözde galipler olarak bulunuyor… Ancak hepsi de Afganistan’da boylarının ölçülerini alıp gidiyor… Bunun nedeni olarak; işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması olarak gösterilmiyor. Bunun nedeni, sadece ve sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan bir coğrafyaya sahip olması olarak biliniyor…
Örneğin 06 Ocak 1842 tarihinde Kabil ile Celâlâbâd arasındaki Gandarmak geçidinde İngilizler Afganlar karşısında tarihlerinin en büyük mağlubiyetlerini alıyor… Gandarmak geçidinde İngiliz İmparatorluk ordusunun 18.500 askeri ilkel silahlara sahip Afgan kabilelerince yok ediliyor… Bu imhadan sadece bir İngiliz askeri kurtuluyor… Bu mağlubiyetin anısına, İngilizlerin 1907 Nobel Edebiyat Ödüllü imparatorluk şairi ve yazarı Rudyard Kipling ‘’ The Young British Soldier’’ (Genç İngiliz Askeri) adlı uzun bir şiir yazıyor. Bu şiirin son kıtası şu şekilde bitiyor:
''When you're wounded and left on Afghanistan's plains,
And the women come out to cut up what remains,
Jest roll to your rifle and blow out your brains
An' go to your Gawd like a soldier.
Go, go, go like a soldier,
Go, go, go like a soldier,
Go, go, go like a soldier,
So-oldier of the Queen!''
(Yaralanıp da Afgan ovasında kaldığında
Kadınlar kesmek için bıçaklarıyla geldiğinde
Tüfeğini al ve beynini patlat
Tanrına bir asker gibi git … Kraliçenin askeri'...''
Afganistan'ın merkezinden başlayıp Pakistan'ın kuzeyi boyunca Pamir'den Kuhibaba'ya kadar uzanan ve yükseklikleri 6.000 ile 7.500 metre arasında değişen, 800 km uzunluğundaki dağ silsilesine Farsça ‘’Hintli öldüren dağlar’’ anlamına gelen ‘’Hindikuş Dağları’’, burada öldürülen İngiliz emrindeki Hintlileri anlatıyor…
Simla Manifestosu ve Auckland’ın Budalalığı
1815 Viyana Kongrenden sonra Avrupa’da bir statüko oluşturuluyor. Bu statüko gereği Avrupa’da hayat sahası bulamayan Rusya gözünü iki yere dikiyor. Bunlar; birincisi Balkanlar ve Kafkasya’daki Osmanlı toprakları diğeri de Orta Asya toprakları oluyor. Bu maksatla Ruslar bir yandan Balkanlar ve Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da Afganistan sınırına doğru yaklaşıyor.
İngilizler de Afganistan’a yaklaşan Rusya’nın Hindistan’ı işgal edeceğinden korkuyor. Bu maksatla da Afganistan’ı elde tutarak Hindistan’ı Ruslara karşı korumak istiyor… 1836-1842 yılları arasında Hindistan'ın genel valisi olan Lord Auckland, Ekim 1838 tarihinde ‘’Simla Manifestosu’’ olarak bilinen bir manifesto yayınlıyor. Bu manifesto; İngilizlerin Hindistan'ı güvence altına almak maksadıyla Afganistan'a müdahalesi için gerekli nedenleri ortaya koyuyor… İngilizler bu maksatla 1838-42, 1878-80 ve 1919 yıllarında Afganlılarla üç kez savaşıyor… Tabi bu düşüncenin sonu hüsran olunca da bu manifesto “Auckland’ın Budalalığı” olarak tarihe geçiyor...
Büyük Oyun
İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin 6. Bengal Hafif Süvari Birliği'nin bir istihbarat subayı olan Yüzbaşı Arthur Conolly (1807-1842), Haziran 1842 tarihinde kafasını Buhara Emiri’nin cellatlarına kaptırıyor. Yüzbaşı Arthur Conolly, bir arkadaşına yazdığı mektupta Afganistan için ‘’Büyük Oyun’’ (The Great Game) nitelemesini kullanıyor… Yüzbaşı Arthur Conolly’nin hayatı 1901 yılında imparatorluk şairi ve yazarı Rudyard Kipling tarafından ‘’Kim’’ (Nesin Yayınevi, 2013) adıyla romanlaştırılıyor. Rudyard Kipling, Arthur Conolly’nin mektubunda kullandığı ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesini işte bu ‘’Kim’’ adlı eserinde kullanmak suretiyle jeopolitik bir kavram olarak dünya siyaset tarihine hediye ediyor.
O günlerden bu yana, ‘’Büyük Oyun’’ nitelemesi, Orta Asya’ya doğru genişleyen Rus Çarlığıyla, sömürgeleri olan Hindistan’ı korumaya çalışan İngilizlerin aralarında, bugünkü; Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan toprakları üzerinde Çin ve İran’ı da kapsayacak biçimde yaşanan rekabeti anlatmak için kullanılıyor…
Bu ‘’Büyük Oyun’’a katılan şahların, vezirlerin ve fillerin hepsine Afganistan hep mezar oluyor…
Bu büyük oyuna Osmanlı da katılmak istiyor. Osmanlı 1877 yılında Kabil’e bir heyet gönderiyor. Osmanlı, o sırada devam eden 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi dolayısıyla Afgan Emiri Şir Ali’den yardım talep ediyor. Ancak Afgan Emiri Şir Ali, uzun bir süre Osmanlı heyetini Kabil’de beklettikten sonra bu talebi reddediyor… Aynı denemeyi Birinci Dünya Harbi’nde İttihatçılar da yapıyor… İttihatçılar, Afganistan’dan yapacakları saldırılarla İngilizlerle Rusları yıpratma hayalleri içerisinde beyhude, ümitsiz girişimlerde bulunuyor… Ancak Osmanlının artık böyle bir oyunu oynayacak kapasiteleri bulunmuyor… Enver Paşa gibi gücünün sınırlarını kestiremeyenler de oralarda kaybolup, yitip gidiyor…
Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.
Bu büyük oyun sahası aslında İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov’un şu sözünü doğrulayan bir deney sahası haline geliyor: ‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Bu büyük oyun sahasında; İskender’den Cengiz Han’a, İngiliz ve Rus imparatorluklarından günümüz Amerikan imparatorluklarına kadar imparatorluklar ‘’savaş’’ adı altında yerli Afgan halkına ‘’terör’’ icra eylerken, yerli Afgan halkı da onlara karşı, istilacıların ‘’terör’’ diye tanımladıkları kendi savaşlarını veriyor…
Ve bu büyük oyun sahasındaki her mücadele aynı zamanda, sanat eleştirmeni, senaryo ve belgesel yazarı ve romancı John Berger’in şu tespitini de doğruluyor: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’ Gerçekten de Berger’in söylediği gibi bu büyük oyun sahasında galiplerin devri her zaman için kısa, mağlupların devri ise anlatılamayacak kadar uzun oluyor...
Günümüz
Tarihte Ruslar; Afganistan’a hayat sahası için, İngilizler; Hindistan’ı korumak için, ABD, ‘’Yeşil kuşak’’ projesi çerçevesinde Rusları ve son olarak yine ABD, 2001 yılında radikal İslam’ı sınırlamak için Afganistan’a giriyor. Türkiye, 2003 yılından beri 1840 askeriyle NATO şemsiyesi altında ISAF’a katkı sağlıyor. Ancak Türkiye, Afganistan’da muharip bir görev üstlenmiyor…
ABD de, hep tarihte diğer imparatorlukların da yaptığı gibi, geride, yüzlerce milyar dolarlık harcama, binlerce ABD askeri ölüsü ve yüzbinlerce katlettikleri Afgan halkı bırakarak, işgalinden 20 yıl sonra Afganistan’ı terk ediyor.
ABD işgalinden sonra Türkiye’yi yönetenler Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmek istiyor. Taliban ise Türkiye'nin bu yönünde attığı adımları "menfur" olarak nitelendiriyor.
Türkiye’yi yönetenlerin, ABD işgalinden sonra Afganistan’da kalarak Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nın güvenliğini üstlenmekten neyi murad eyledikleri ise hiç mi hiç anlaşılmıyor…
Bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oyun oynamak gerçek bir devlet gücü ve devlet kapasitesi gerektiriyor. Böylesi bir kapasitesi olanlara bile bu büyük oyun sahası mezarlığa dönüşüyor. Türkiye’yi yönetenlerin; ülkenin doğası, güç ve kapasitesi, ekonomisi, dış ilişkileri ve Suriye ve Libya’daki durumu ortadayken bu ‘’Büyük Oyun’’ sahasında oynama istekleri insanı ürkütüyor…
Çünkü tarihin çöplüğü, ulusunun güç ve doğasıyla tamamen çelişen güvenlik politikası kurgulayan, hırsları ülke kapasitelerinin çok çok üstünde olan liderlerin kendileri ile beraber ülkelerini de harcadıklarının örnekleriyle dolu bulunuyor…
Dilerim Tanrı'dan ki “Auckland’ın Budalalığı” bir başka isimle tarihteki yerini almaz...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (3): Operasyon Valkyrie
16 Temmuz 2020
Bir film: ''Valkyrie''
Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Tom Cruise'nin başrolde oynadığı, 2008 ABD-Almanya ortak yapımı politik gerilim ve savaş filmi var: ‘’Valkyrie’’ Bu filminde Almanya’da Hitler’e karşı 15 Temmuz 1944 tarihinde planlanan ancak 20 Temmuz 1944 tarihine ertelenip icra edilen bir suikast anlatılıyor… Bu film gerçek olaylara dayanıyor. Bu anlamda bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor... . Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.
Bu yazımda bu filmi anlatacağım. Ancak filmi anlatmaya başlamadan önce filmi daha kolay anlaşılır kılmak için mûtad olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor...
Almanya'da Hitler'e karşı direniş...
Aslında Almanya’da Almanların Hitler’e karşı tam bir teslimiyeti yoktur… Filmde anlatılan Nazi yönetimindeki Almanya’da Hitler’e düzenlenen bu suikast girişimi muhalefetin ne ilk organize olma çabası ne de ilk suikast girişimidir. Almanya’da Hitler’e karşı muhalifler tarafından tamamı başarısızlıkla sonuçlanan 15 suikast girişimi yapılıyor. Bu film bu son girişimi anlatıyor.
Berlin merkezinde bulunan ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) isimli müzede 1933 -1945 yılları arasında Alman nasyonal sosyalizmine karşı direnişin (Widerstand gegen den Nationalsozialismus) bütün safhaları sergileniyor. Almanya’dan getirdiğim en önemli kaynaklardan birisi de bu müzeden aldığım tıpkıbasım belgelerden oluşan bu safhaların tamamını belgeleriyle anlatan direniş dosyasıdır. Bu müzede, 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin yıldönümü vesilesiyle her yıl özel bir sergi ve etkinlikler düzenleniyor. (Ancak bu sene 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin 76. yıldönümü vesilesiyle yapılacak etkinliklere Corona salgını nedeniyle ziyaretçi kabul edilmeyecek. Ancak bu etkinlikler 19 ve 20 Temmuz 2020 günlerinde saat 19.00’dan itibaren www.gdw-berlin.de/livestream bağlantısından online olarak izlenilebilecek. Müzedeki sergi ise 19 ve 20 Temmuz 2020 günleri belirli saatlerde ziyaretçilere açık olacak.)
Ordu içindeki ve bürokrasideki muhalefet daha ilk günden Hitler’e direnmeye çalışıyor. Ancak Hitler’in iktidarda henüz ikinci senesi dolmadan ülkenin tartışılamaz diktatörü haline gelmesi üzerine yeraltına çekiliyorlar… 1938-39 yıllarında Hitler’in çıkaracağı yeni bir dünya savaşını engellemeye çalışan ordu içindeki ve dışındaki muhalifler, generallerin tereddüt etmesi ve dünya ülkelerinin Hitler’in saldırgan politikalarına kayıtsız kalmaları yüzünden başarılı olamıyor…
Savaşın ilk yıllarında alınan başarılı sonuçlar, özellikle de Fransa’nın kolay teslim alınması ve Hitler’in Alman halkı üzerindeki popülaritesinin gitgide artması üzerine muhalifler beklemeye başlıyorlar… 1943 senesinde rüzgârın tersine esmeye başlaması üzerine Mart 1943, Kasım 1943, Şubat 1944, Mart 1944 ve en son da 20 Temmuz 1944’te art arda suikast girişimleri yapılıyor. Ancak artan güvenlik önlemleri ve Hitler’in artık halk arasına çıkmaması yüzünden girişimler başarılı olamıyorlar…
Alman ordusunda Hitler zamanında da hala çok kuvvetli bir Prusya askerî geleneği devam etmektedir... Prusya'da askerlik asilzâdelere ait sınıfsal bir yaşam tarzıdır ve çoğu zaman aile ismi ile birlikte en büyük oğul tarafından devam ettirilir. Prusyalı isimlerindeki ‘’von’’ bağlacı bir soyluluk belirtisidir ve Türkçe’deki ‘’…..oğlu’’ anlamında kullanılır. Günümüzde Alman isimlerinde artık bu bağlaç pek kullanılmamaktadır.
Alman ordusunun yeminlerinde 1934'e kadar sadakat sadece "vatan’’a (Vaterland) sunulurdu. Son büyük Prusyalı Hindenburg'un ölümü (1934) sonrasında kullanılmaya başlanan ve "Hitler andı" olarak anılan metinde ise sadakat "halk (Volk), devlet (Reich), başkomutan ve lidere (Führer)'e" sunulmaya başlanıyor. Zaten bahsettiğim film de bu yemin ile başlıyor… Ayrıca ''Wehrmacht'' adı ile Alman Ordusunun kimliği değiştirilerek siyasal iktidarın kontrolü altına alınmaya çalışılıyor… Ne Hitler Prusyalı subaylardan hazzediyor ne de Prusyalı subaylar Hitler'den hazzediyorlar… Bu nedenle onbaşı Hitler’in ve büro askeri Goebbels'in içten içe Prusya geleneğine olan güvensizliği, temelde bir yarı milis kuvveti ve siyasal güç olan SS'lerin yaratılmasına ve güçlendirilmesine vesile oluyor…
Prusya ve Prusyalıyı subayları anlatmak ayrı bir yazı konusudur. Köklü bir devlet geleneği ve köklü bir askerî geleneği olan Prusyalı subayların Hitler ile Hitler'in de onlarla uyuşması zaten mümkün olmuyor... Ancak Fransız Devrimi’ne katılan Fransız aristokrat, siyasetçi ve iktisatçı Comte de Mirabeau’ya ait Prusya geleneği konusunda şu alıntıyı vermek istiyorum: ‘‘Bazı devletlerin ordusu vardır, ancak Prusya ordusunun devleti vardır.’’
Valküre Planı...
Hitler kendisine karşı yapılan, yapılacak suikastların ve direnişin farkındadır. Bu nedenle Hitler tarafından hazırlanmış bir plan vardır: Valküre Planı… Bu planın amacı Alman Hükümeti'ne ve Hitler’e karşı gerçekleştirilecek herhangi bir isyan veya ihtilal girişimini önlemek, başlamışsa bastırmak ve bu girişim başarılı olmuşsa da Nazi Hükumetini korumaktır... Bu planın içeriğindeki en önemli nokta Berlin'de bulunan ‘’Ersatzheer’’ (Yedek Ordu)nun harekete geçerek isyanı bastırması ve asayişi sağlamasıdır… Ancak Alman ordusu içerisindeki Hitler karşıtı bir ekip bu planı tam aksine Nazileri bitirebilmek için kullanmayı düşünürler. Hitler karşıtı bu ekip ağırlıklı olarak asilzadelerden oluşan yüksek rütbeli Prusyalı generaller ve aydın kesimden kişilerden oluşuyor...
15 Temmuz 1944
Plan ana hatlarıyla iki aşamadan oluşuyor. İlk aşamada Hitler, yapılacak bombalı bir suikastla öldürülecek, ikinci aşama da ise yedek askerler devreye sokularak Hitler’e karşı bir darbe yapılıyor bahanesiyle SS’ler ve üst düzey ordu mensupları tutuklanarak devre dışı bırakılacaktır.
Planın başarılı olmasındaki en büyük sorumluluk yedek askerlerin başında olduğu için Hitler ile birlikte toplantıya katılacak ve bombayı ayarlayacak, daha sonra da yedek askerleri devreye sokacak Albay Claus von Stauffenberg’e ait oluyor.... Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokmayı ve kendi dışarıdayken bombayı patlatmayı daha sonra ise Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçirmeyi planlıyor… Bu plan 15 Temmuz 1944 tarihinde tam uygulanacakken Hitler’in yanında Himmler’in ve Göring'in olmaması nedeniyle plan iptal ediliyor. Ancak yedek orduya hareket emri verilmiştir. Plan iptal edilince harekete geçen yedek ordu ‘’tatbikat’’ diye geri çekiliyor.
20 Temmuz 1944
Plan 20 Temmuz 1944 günü planlandığı şekilde icra ediliyor. Albay Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokuyor, kendisi dışarıdayken bombayı patlatıyor ve sonrasında Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçiriyor… Askerî ve kamu binaları ele geçirilerek SS'ler tutuklanmaya başlanılıyor...
Her şey yolunda gibi gözükürken planın en hayati kısmı olan Hitler’in öldürülmesinde başarısız olunduğu haberi geliyor. Bomba patlatılmış fakat şansın da yardımıyla Adolf Hitler patlamadan ufak sıyrıklarla kurtulmayı başarmıştır. Akşam saatlerine doğru çatışmaların yoğunlaştığı anda darbe başarıya ulaşacakken Hitler’in yaşadığı anlaşılıyor. Bunun üzerine darbe yanlısı olmayan fakat sesini de çıkarmayan generallerin ve subayların hepsi canlarını kurtarmak için darbecilere karşı savaşmaya başlıyor… Böylece Hitler’e karşı yapılan bir suikast ve darbe girişimi daha başarısızlıkla sonlanıyor… Bu suikast girişiminden sağ kurtulan Hitler 3-5 saat sonra planlı misafiri Mussollini'yi karşılamaya gidiyor…
General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Generaloberst Ludwig Beck'i o gece yargısız kurşuna dizdiriyor… Albay Stauffenberg’in kurşunlanırken: “Kutsal Almanyamız çok yaşa!” (Es lebe unser heiliges Deutschland!) diye bağırıyor…
Albay Stauffenberg tam bir Prusyalı subaydır. Tunus'ta aracının mayın tarlasına girip hasar alması, ardından müttefik uçaklarınca saldırıya uğraması sonucu ağır yaralanmış ve bu yaralanma sonucu sol gözünü, sağ kolunu ve kısmen işitme duyusunu kaybetmiştir... Bu hadise filmin girişinde veriliyor…
20 Temmuz 1944 sonrası
Başarısız darbe girişimi sonrası her yerde insan avı başlatılıyor. Darbe sonrası 7.000 civarında kişi tutuklanıyor… Mahkemeler sırasında sanıkları aşağılamak için sanıkların pantolon kemerleri takmalarına izin verilmiyor, sanıklar pantolonlarını elleriyle tutup ayakta durmaya zorlanıyor... Sonucu belli olan mahkemelerden sonra tutuklananların 4.980’i idam ediliyor. Bu idamlarda Hitler'in isteğiyle piyano teli ve et kancaları kullanılıyor. Amaç ise faillerin yavaş yavaş ölmesini sağlamaktır. Hitler, bu idam sahnelerini görüntületiyor ve bir brifing esnasında önemli SS subaylarına göstererek onlara bir nevi gözdağı veriyor.
Almanya’da bu suikast ve Stauffenberg üzerine onlarca kitap yazılıyor. Hala da yazılmaya devam ediliyor... Türkçede ise ne yazık ki bir tanendir. O da Talip Doğan Karlıbel’in, ‘’Stauffenberg ve Operasyon Valkyrie’’, (Siyah Beyaz Yayınevi, 2009) isimli kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap da oldukça yetersiz kalıyor… Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabı bu konuyu çok güzel ve detaylı bir şekilde anlatıyor…
Film: ''Valkyrie''
Bu konu üzerinde çok da film çekiliyor. Ancak bu filmlerin en önemlisi ve etkileyicisi işte girişte bahsettiğim 2008 ABD-Almanya ortak yapımı olan ‘’Valkyrie’’ filmidir. Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.
Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Albay Claus von Satffenberg’i canlandıran Tom Cruise'nin başrolde oynadığı bu film girişte anlattığım gibi gerçek olaylara dayanıyor ve bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor…
Film için belgesel niteliğinde demiştim ya... Olayları anlatınca bana filmden anlatacak bir şey kalmıyor. Hal böyle olunca, film senaryosunda gerçeklerden zaman zaman sarkarak bazı değişiklikler yapılmış, bana da ağırlıklı olarak bu değişiklikleri anlatmak kalıyor..
Gerçekler ile fillm ile arasındaki farklar
Filmin sonlarına doğru General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Ludwig Beck'i bir odada topluyor. Bu sahnede, Ludwig Beck silah istiyor ve intihar ediyor. Ancak gerçek farklıdır. Gerçekte General Friedrich Fromm, Ludwig Beck'e intihar etmesini istiyor ve silahı masaya koyuyor. Beck silahı önce şakağına dayıyor… Ancak Beck kendisini öldüremeyeceğini söylüyor. Daha sonra tüm subaylar odadan çıkıyorlar. Bir müddet sonra silah sesi geliyor. İçeri girdiklerinde Beck'in silahı ağzına dayayarak ateşlediğini fakat ölmediğini görüyorlar. Askerlerden biri Beck'in ensesine tek kurşun sıkarak daha fazla acı çekmesini engelliyor.
Filmde, Valkürü Planını Hitler’e Albay Stauffenberg imzalatıyor. Ancak gerçekte Albay Stauffenberg, Hitler'i ilk kez suikast denemesinde görüyor. O imzalatmayı yapan kişi bir başkasıdır.
Filmde, Hitler ile birlikte sadece Himmler'in aynı operasyonda öldürülmesi istendiği söyleniyor ve Himmler olmayınca operasyon 15 Temmuz’dan 20 Temmuz’a erteleniyor… Ancak gerçekte Hitler ile birlikte Himmler ve Göring'in de aynı operasyonda öldürülmesi isteniyor.
Filmde Rommel'den hiç bahsedilmemiş. Rommel de Hitler karşıtıydı ve Hitler'in yaptıklarını pek onaylamıyordu. Ancak Rommel, diğerlerinden farklı olarak Hitler'in öldürülmesinin onu halkın gözünde bir kahraman haline getireceğini düşündüğünden, darbe yapılacaksa suikasttan ziyade tutuklanması gerektiğini savunuyordu. Ancak Rommel de Hitler'in gazabından kurtulamıyor... Rommel zorla intihar ettiriliyor ve bir çarpışmada öldüğü söylenerek görkemli bir cenaze töreni yapılıyor...
Film ile gerçek arasındaki en büyük fark; filmde Stauffenberg darbenin planlayıcısı olarak gözüküyor ve suikasttan sonra ekibin başına geçip resmen darbeyi yönetiyor. Gerçekte ise Stauffenberg darbenin planlayıcısı ve yöneticisi değil sadece tetikçisidir. Ancak Stauffenberg’in torunu Sophie von Bechtolsheim daha yenilerde ‘’Stauffenberg - Mein Großvater war kein Attentäter’’ (Stauffenberg – Büyükbabam suikastçı değildi) (Herder Verlag, 2019) isminde yazdığı kitapta bu görüşe karşı çıkıyor...
Filmde Stauffenberg, kesik kolundaki olmayan eli ile Hitler selamı vermeye zorlanıyor. Staffenberg’e bu selamı vermesi için zorlayan kişi de muhaliflerin suikast planından haberdar olduğu halde buna göz yuman, sonradan suikastçılar başarısız olunca kraldan da kralcı olup suikastçıları kendi avlusunda kurşuna dizdiren adam General Friedrich Fromm’dur...
Filmin Stauffenberg'in kesik kolla Hitler selamı vermesinden sonra en çarpıcı karesi de, sonunda ekrana yansıyan dört satırdır. Bu dört satır, sadece bu dört satır en az film kadar etkileyici oluyor:
‘’You did not bear the shame
you resisted
sacrificing your life
for freedom, justice and honor’’
Film ne yazık ki İngilizce olduğu için olduğu gibi aldım. Almancası şu şekildedir ve halen yazımın girişinde bahsettiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin duvarında gömülü haldedir:
‘’Ihr trugt die Schande nicht.
Ihr wehrtet euch.
Ihr gabt das große ewig wache Zeichen der Umkehr,
opfernd Euer heißes Leben für Freiheit, Recht, und Ehre.’’
(Utanç vermediniz.
Kendinizi savundunuz.
Tam aksine uyanıklığın en büyük yumuşak işaretini siz verdiniz.
Özgürlük, adalet ve onur için sıcak hayatınızı feda ettiniz.)
Filmin sonunda kahramanlar şu şekilde tanımlanıyor:
‘’In the world's darkest hour
while others followed orders
they followed their conscience’’
(Dünyanın en karanlık saatinde
diğerleri emirleri takip ederken
vicdanlarını takip ettiler.)
Yine küçük bir bilgi daha aktarmam gerekiyor. O da Albay Claus von Stauffenberg’in karısı olan Nina von Stauffenberg'e ne olduğu hakkında... Filmde Nina suikastten önce Stauffenberg'e veda edip çocuklarıyla beraber Bamberg'e gidiyor. Filmin sonunda da Nina'nın 06 Nisan 2006 tarihine kadar yaşadığı söyleniyor. Başka bilgi verilmiyor. Gerçekte ise Nina SS subayları tarafından Bamberg'de bulunuyor ve tutuklanıyor. O günkü kanuna göre, vatana ihanet eden subayların tüm yakın akrabaları da vatana ihanet suçundan yargılanıp idamı gerekiyor. Ancak Nina hamile olmasından dolayı cezası erteleniyor... Çocuğu doğmadan önce de müttefikler çoktan Berlin'e giriyor ve Nina bu sayede kurtuluyor…
Bu suikasttan dokuz ay sonra da Hitler intihar ediyor…
Ben bu filmi üç defa izledim... Her defasında film bittiğinde ben bomboş, bön bön simsiyah hale gelmiş ekrana uzuuuun uzuuuun baktım kaldım... Her defasında da Gülten Akın’ın ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizeleri kulağımda çın çın çınladı hep: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
Meraklısına notlar:
Fazladan birkaç konuya değinmek istiyorum. Konuyu dağıtmamak amacıyla meraklıları için buraya alıyorum…
Yazımın girişinde verdiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin bulunduğu caddenin adı ‘’Stauffenbergstraße’’dir. Buraya da şeref avlusundan giriliyor (Eingang über den Ehrenhof) Alman Harp Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr)’nin tam karşısındaki sokağın adı da ‘’Stauffenberggasse’’dir.
Bazı isimlerden ayrıca bahsetmem gerekiyor.
General Friedrich Fromm
Friedrich Fromm, Wehrmacht içindeki Nazi karşıtı hareketlerden başından beri haberdar oluyor... Ancak "Walküre Operasyonu"nun başlatılmasına karşı çıkıyor... 20 Temmuz suikast girişiminde Wilhelm Keitel'i telefonla arayarak Adolf Hitler'in öldürülmediğini öğrenince, Albay Stauffenberg’in Ersatzheer (Yedek Ordusu)'i harekete geçirme talebini reddederek intihar etmesini emrediyor… O yüzden Stauffenberg tarafından kendi çalışma odasında hapsediliyor… Fakat Joseph Goebbels'in emriyle Bendlerblock'a yollanan Binbaşı (hemen Albaylığa terfi ediyor) Otto Ernst Remer komutasındaki birlik tarafından kurtarılıyor. Fromm, suikast ekibi olan Friedrich Olbricht, Olbricht'in Kurmay Başkanı Albay Albrecht Mertz von Quirnheim, Claus von Stauffenberg, Stauffenberg'in yaveri Teğmen Werner Karl von Haeften'i iaynı günün gecesi Bendlerblock'un avlusunda yargısız kurşuna dizidiryor... Ludwig Beck intihar etmeyi istediği için kendini vurmayı iki kez deniyor ancak intiharı başaramayınca onu da vurdurtuyor…
Ancak Hitler, Friedrich Fromm'un Stauffenberg ve arkadaşlarını çabucak idam ettirmesinden dolayı öfkeleniyor… Çünkü Fromm aylardan beri Hitler'i öldürmek için hazırlanan komployu bildiği halde komploculara yataklık ediyor ve planlarını Hitler’e haber vermiyor… İşlediği bu suçun izlerini böylece örtmek, isyanı bastıran adam olarak Hitler'in gözüne girmek istiyor. Ama bunlar için artık çok geç kalıyor…
Fromm'un suikastçilerle iş birliği yaptığı tespit ediliyor, 22 Temmuz 1944 sabahı, Nazi yetkilileri tarafından tutuklanıyor. Fromm, 14 Eylül 1944 tarihinde Alman Ordusundan çıkarılıyor. Artık sivil olan Fromm, 7 Mart 1945 tarihinde Volksgerichtshof (Halk Mahkemesi) tarafından askerî görev için değersiz kabul edilerek idama mahkûm ediliyor ve 12 Mart 1945'te Brandenburg an der Havel'deki Brandenburg-Gorden Cezaevi'nde idam ediliyor… İdam mangası önündeki son sözleri: ‘’Öldürülmem rapor edildi çünkü ben her zaman Almanya için sadece en iyisini istemiştim’’ sözleri oluyor…
Ludwig Beck
Ludwig Beck, 1938'de savaş riskini azaltmak için toplu istifaları destekleyerek Orgeneral olarak ordudan ayrılıyor ve çeşitli direniş hareketlerine katılıyor… Ludwig Beck, 2. Dünya Savaşından bir yıl önce Hitler'e ve generallerine bir muhtıra veriyor. Bu muhtırada Beck, Hitler'den şunları talep ediyor: ‘’Ordunun siyasetle ilgisi kesilmelidir. Ordu ve bürokrasinin işleyişinde yeniden Prusya geleneklerine dönülmelidir. Masraflar azaltılmalı, gösterişten uzak durulmalıdır. Agresif dış politikan vazgeçilmeli, dış politika dünyayla uyumlu hale getirilmelidir. Düşünce özgürlüğü sağlanmalıdır. Adalet yeniden tesis edilmelidir. NSDAP (''Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei'', -Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi- Nazi Partisi)’ne yapılan devlet yardımı azaltılmalıdır...’’
Ludwig Beck, 1943 yılında, bir bomba ile Hitler'i öldürmek için iki başarısız girişim planlıyor… 1944 yılında Carl Goerdeler ve Albay Claus von Stauffenberg ile 20 Temmuz suikast girişiminin itici güçlerinden biri oluyor. 1944'te Hitler'e düzenlenen ve başarısız olunan 20 Temmuz suikast girişiminde yer aldığı için General Friedrich Fromm tarafından tabancayla intihar etmesi isteniyor. Son sözleri "Daha önceki zamanları düşünüyorum" oluyor… Beck, ardından kendisini vuruyor fakat yaralanıyor ve General Fromm'un emriyle bir astsubay tarafından vurularak öldürülüyor. Eğer 20 Temmuz suikastı başarılı olsaydı Almanya'nın Cumhurbaşkanı olması öngörülüyor…
Ludwig Beck, Alman Nazi Generaloberst'idir. Hitler’e karşı yapılan suikasta katılmış en üst rütbeli asker olarak anılıyor… Beck, Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat tarafından verilen Osmanlı Harp Madalyası sahibidir… Demek ki Osmanlı kime madalya vereceğini çok iyi biliyor!
Valküre
Bu suikastta kullanılan Valküre Planı’nda adı geçen ‘’Valküre’’ (Almancası ‘’die Walküre’’, İngilizcesi ''Valkyrie''); İskandinav mitolojisinde savaşta, sadece ölmek üzere olan savaşçılara görünüp ölen kahramanların ruhunu alıp ‘’Valhalla’’ denen yere götüren kanatlı genç, güzel savaşçı kadınlardır. Valkyrie’ler bir nevi meleksi atlı Amazonlardır. Bu nedenle Valkyrie'ler İskandinav Mitolojisinde savaş alanlarının üstünde yırtıcı kuşlar gibi süzülür şeklinde tasvir edilmişlerdir. Valkyrie’lerin İskandinav mitolojisindeki amaçları en büyük tanrı olan ‘’Odin’'e bu şekilde savaşçı toplamaktır.
‘’Die Walküre’’ aynı zamanda Richard Wagner’in 1869'da yazdığı eseri ‘’der ring des Nibelungen'' dörtlemesinin ikinci ayağıdır. Filmde bu eser bir plakta çalınırken görüntüleniyor. Wagner, Hitler'in en çok sevdiği sanatçıdır. Plana da zaten bu nedenle bu isim veriliyor. Filmde Hitler ''Wagner'i anlamayan bizi anlayamaz'' diyor... ‘’Walküre’’ günümüz Almancasında sarışın, uzun boylu ve balıketi kadınlara takılan bir sıfat olarak kullanılıyor… Halide Edib Adıvar da ‘’Harap Mabetler’’ isimli kitabında bu ismi kullanıyor: ‘’Saçlarının aynı olan bal rengindeki gözlerinde bir valkiri’nin korkunç sırları saklıydı.’’
Gedenkstätte Deutscher Widerstand (Alman Direniş Anıtı) isimli müze
Yazımda ismi geçen bu müze Generaloberst Ludwig Beck, General Friedrich Olbricht, Albay Claus von Stauffenberg, Albay Albrecht Mertz von Quirnheim ve Teğmen Werner Karl von Haeften'i idam edildiği yerde kuruluyor… Bu husus müzenin duvarlarına yansıtılıyor:
I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (2): Reichstag Yangını
15 Temmuz 2020
Reichstag; Almanya’da parlamentonun adıydı, ‘’Alman Parlamentosu’’ demekti… Reichstag yangını Hitler'in diktatörlüğünü adım adım inşa ederken çok istifade ettiği vakıalardan birisi olarak kabul edilir…
Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında Almanya’daki komünist, sosyalist, sosyal demokrat ya da demokratik sol partiler ve kişiler kendi aralarında bitmek, dinmek bilmeyen bölünmelerin, kavgaların, çatışmaların, kamplaşmaların, düşmanlıkların içindedirler. Bu bölünmenin sonucu olarak da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) kurucusu Başkanı Adolf Hitler 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini alarak 28 Ocak 1933 tarihinde Başbakanlığa atanır. Ancak Hitler, azınlık hükümetindedir.
5 Mart 1933 tarihinde genel seçim vardır ve Hitler, iktidar olmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Almanya Parlamentosu (Reichstag) 27 Şubat 1933 gecesi yakılır. Yangının, kundaklama olduğu ortadadır. Yangın, Hitler’e sadece tek başına iktidar değil sonsuz bir güç de verir… Bu olay, Hitler’in iktidara bütünüyle el koymasının ve Komünist Partisi başta olmak üzere her türlü muhalefeti kısa süre içinde yok etmesinin de başlangıcıdır…
Olayın detayları
Berlin’de olay yerinde Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van der Lubbe yakalanır. Komünist olduğunu söyleyen Marinus, polisin söylediğine göre, kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatır.
Reichstag yangını binanın çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkar. Oysa Marinus van der Lubbe, ne binayı tanır ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek yeteneğe sahiptir. Kaldı ki, Almanya’da veya Berlin’de yaşamıyordur ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de yoktur. Eylemci sanık olarak aynı gece gözaltına alınan Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ve yine gözaltına alınan Bulgar Komünistler Georgi Dimitrow, Blagoi Popow ve Wassil Tanew’i de tanımıyordur…
Olay gecesine bakıldığında Hitler ve ekibinin hazırlıklı olduğu görülür. Adolf Hitler ve ağır topları Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick yangın yerine gelmekte ve orayı miting alanına çevirmede gecikmezler. Hitler o akşam suçluyu tespit eder: Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!
Hitler şöyle devam eder: ''Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerede görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok.“
Göring de bir çift laf eder: ''Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz…“
Yangının ardından
Göring doğru söylüyordur. Bir gün bile beklemezler ve yangının ertesi sabahı 28 Şubat 1933 tarihinde Cumhurbaşkanı adına Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi çıkarılır: (Ne çabuk hazırlanmışsa!) ‘’Die Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat –Reichstagsbrandverordnung’’. Bu kararname kısaca ‘’Yetki Yasası’’ olarak tanımlanır.
Bu kararnameyle birlikte; yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırılır ve Alman Meclisinin tüm yetkileri dört yıl süre ile kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler'e devredilir, Meclisin çalışmalarına bu süre için ara verilir. Hitler, Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı olur ve böylece Hitler, Alman Silahlı Kuvvetlerini kullanma yetkisini eline alır. Demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya alınır. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verilir. İzleyen günlerde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) ve Alman Ulusal Halk Partisi dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulduğu gibi Almanya Komünist Partisi'nin parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklanır.
Reichstag Yangını Almanya’na Nazi faşizmine geçisin en önemli adımı olur. Toplama kamplarının ilk nüveleri burada atılır. Kısa sürede 100 bin Alman Komünist Partisi üyesi ve sosyal demokrat tutuklanır. Almanya’nın dünya çapındaki entelektüelleri, gazeteci ve yazarları da tutuklanır.
Bu ortam ve bu kararname ile ilan edilen olağanüstü bu durumda 05 Mart 1933 tarihinde yapılan seçimlerde Hitler büyük üstünlük sağlar. Artık Hitler bir diktatördür.
Reichstag Yangını yargılamaları
Reichstag Yangını yargılamaları Leipzig kentinde gerçekleşir ve bir yıl kadar sürer… Marinus van der Lubbe, Reichstag’ı yaktığını kabul etse de kundaklamayı kimin yaptırdığı aydınlığa kavuşmaz. Çünkü Alman sol çevrelerde ve uluslararası kamuoyunda Marinus’a kundaklamayı yaptıranların aynı zamanda Marinus’u yargılayanlar olduğu imajı hiç silinmez. Marinus van der Lubbe ise sonu belli bu yargılama neticesinde suçlu bulunup 10 Ocak 1934 günü başı kesilerek idam edilir.
Reichstag Yangını nedeniyle gözaltına alınan Bulgar Komünistlerinden Georgi Dimitrow da yargılananlar arasındadır. Dimitrov’un savunması, hem yangın provokasyonunu açığa çıkaran hem de faşizmi yargılayan niteliktedir: (''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, 1994)
“(…) Odamda bulunan kâğıtlara gelince, benim olduğum sırada yapılan arama dışındakileri kabul etmiyorum. Odamın aranması benim yokluğumda yapılmıştır.” (20 Mart 1933)
‘’Sayın yargıçlar, sayın suçlayıcı üyeler, sayın avukatlar! (…) Mahkeme boyunca kaba ve sert bir dille konuştuğumu kabul ediyorum. Hayatım ve sürdürdüğüm mücadele de aynı niteliktedir. Fakat dilim samimi ve açık yüreklidir. Şeyleri gerçek adları ile anmak âdetimdir. Müşterisini savunmak zorunda olan bir avukat değilim. Komünist bir sanık olarak kendimi savunuyorum. Komünist devrimci şerefimi savunuyorum. Komünist fikirlerimi ve inançlarımı savunuyorum. Hayatımın anlamını ve içeriğini savunuyorum. Bu nedenle mahkeme önünde söylediğim her söz deyim yerinde ise kanımdan bir damla, etimden bir parçadır. Komünistlere anti-komünist bir suç yüklendiğinden dolayı, bütün sözlerim bu haksız yere suçlamaya karşı duyduğum öfkenin belirtisidir. (…)
Alman hükümetinin 28 Şubat tarihli olağanüstü kanun hükmündeki kararname, aynı zamanda bir delil niteliğindedir. Bu kararname hemen yangından sonra yayınlanmıştır. Anayasanın örgütlenme hürriyeti, basın hürriyeti, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı vb. ile ilgili maddelerdir. Yalnız komünistlere değil, aynı zamanda diğer muhalefet parti ve gruplarına karşı da yöneltildiğini belirtmek zorundayım. Bu kanun olağanüstü bir rejimi yerleştirmek için Reichstag yangınını bahane etmiştir. Delil yetersizliğinden değil, bu anti-komünist eylemlerle bir komünist olarak ilgimizin olamayacağı için serbest bırakılmamızı talep ediyoruz.’’ (16 Aralık 1933)
Mahkeme sonunda Dimitrov ve yoldaşları serbest bırakılırlar.
Cumhurbaşkanı Hitler
Cumhurbaşkanı Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinde vefat edince Hitler, Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenir. Bu "fiili durum", referanduma sunulur. Alman halkının yüzde 89,93 "evet" oyu ile Hitler Cumhurbaşkanı olur. Bu referandumla birlikte Hitler’e Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine onay verilir.
Gerçeğin peşinde
Birinci Dünya Savaşında sonra kurulan Nürnberg mahkemeleri sırasında General Franz Halder, 1942 yılında Hitler'in doğum günü kutlaması sırasında, Hermann Göring’in '’Reichstag yangını hakkında gerçeği bilen tek kişi benim çünkü Reichstag’ı ben ateşe verdim'’ dediğine şahitlik eder ancak Göring kendi savunmasında bunu yalanlar.
Ancak hep yazılarımda kendisine atıfta bulunduğum tarihçi Eric Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı'' adlı eserinde (Everest Yayınları/Siyaset Dizisi, 2006) ise ‘’günümüz tarihçiliği bu olayın bir Nazi provokasyonu olduğu iddiasını desteklemez" der.
Yıllar sonra Marinus’un kardeşi Jan van der Lubbe, kardeşinin yeniden yargılanması için mahkemeye başvurur. 1980 yılında Berlin Mahkemesi faşist dönemdeki yargılamaların tümünün zaten hukuk dışılığına hükmedildiğini hatırlatır ve ayrıca Marinus’un beraatine karar verir. Alman Komünist Partisi olayı araştıran komite kurar ve partiden kimsenin Marinus ile bir ilişkisinin olmadığını saptar. Ayrıca, Marinus’un akli dengesinin bu suçu işlemeye uygun olup olmadığına dair o zaman hazırlanan doktor raporu hala kayıptır. Yangını başlattığına dair ilk ifadesi dışında kanıtlar da yoktur.
Yıllar sonra Hollanda‘da birçok meydana Marinus van der Lubbe adı verilir. 27 Şubat 2008’de olaydan 75 yıl sonra Marinus van der Lubbe'nin Hollanda’da yaşadığı şehir Leiden’e heykeli dikilir ve adı verilen bir sitenin duvarına fotoğrafı afiş olarak asılır.
Ancak tarihi bilmeyenler tarihin cilvesinden de habersizdirler. Reichstag’ın yangını ile diktatörlüğünü pekiştiren bir rejim yine Reichstag’ın tepesine Sovyet askerinin elleriyle diktiği kızıl bir bayrakla son bulur (2 Mayıs 1945)...
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
Kaynaklar
Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur. Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik kitabı olan ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) kitabı: ''Reichstag Yangını''na geniş olarak ve sağlıklı bir şekilde yer verir…
Yazımın içinde verdiğim Georgi Dimitrov’un ''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', (Evrensel Basım Yayın, 1994) eseri ise Reichstag Yangını nedeniyle sadece yargılama sürecini anlatır.
Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur ama Reichstag yangını hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra arşivlerde ortaya çıkan yeni kaynaklarla konu Almanya’da hep canlı tutulur. Bütün Alman kaynaklarında olduğu gibi bu yeni kitaplar da bu olayın Nazilerin diktatörlüklerini inşa etmek için bir kaldıraç olarak kullandıklarını, Reichstag yangınının "Üçüncü Reich" in gerçek başlangıcı olduğunu ve Hollandalı Marinus van der Lubbe'nin tek suçlu olarak görünmemesi gerektiğinden bahsederler. Bu yeni kitaplardan şu örnekleri verebilirim:
‘’Der Reichstagsbrand: Wiederaufnahme eines Verfahrens’’' (Reichstag Yangını: Bir sürecin yeniden başlatılması) Benjamin Carter Hett und Karin Hielscher, Rowohlt Verlag, Juni 2016.
‘’Der Reichstagsbrand: Geschichte einer Provokation’’ (Reichstag Yangını: Bir provokasyonun tarihi), Alexander Bahar und Wilfried Kugel, Papy Rossa Verlag, 2013.
‘’Der Reichstagsbrand: Die Karriere eines Kriminalfalls’’ (Reichstag Yangını: Bir ceza davası kariyeri), Sven Felix Kellerhoff, be.bra Verlag, 2008.
Dikkat edilirse bu kitapların yayın tarihleri hep yenidir. Çünkü Almanya’da bu konu her an ve hala tazeliğini korumaktadır.
Reichstag Yangını, Berlin, 27 Şubat 1933: Nazilerin uşağı olarak Reichstag'ı ateşe vermekten hüküm giyen Marinus van der Lubbe'nin Sovyet karikatürü:
I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya (1): Weimar Cumhuriyeti
14 Temmuz 2020
Ah tarih ah!...
Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir.
Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye... Şu sözlerimi sanırım artık ezbere biliyorsunuzdur: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’… “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” (İbn-i Haldun)… ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)
‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin -ders alınmadığı için- tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’
Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar, ders alınmadığı için tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir? Ah tarih ah!...
Bizler genellikle Almanya’yı I. Dünya Savaşı ile ve II. Dünya Savaşı ile biliriz… Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında iki savaş arasındaki Almanya’yı pek bilmeyiz. Bana göre I. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya, dünya tarihi açısından dünyaya her iki savaştan daha fazla ders verir.
Altı bölümlük bu yazı dizimde, I. Dünya Savaşı sonrasında Hitler'in nasıl iktidara geldiğini, Hitler'in nasıl bir diktatörlük kurduğunu ve bu dönemde Almanya’da yaşanan askerî, politik olayları ve bu süreçte üretilen edebi eserleri anlatacağım...
Bu kapsamda ilk olarak, Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ başlığı adı altında, ardından ‘’Reichstag Yangını’’nı ve ‘’Valkyrie Operasyon’’unu anlatacağım.
Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlardı. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilmişlerdi... Bu çerçevede de bu konuların ardından ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi, Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu ve son olarak da Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i, kitaplarını ve fikirlerini anlatacağım…
Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, daha önceleri yazdığım Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olduğunu anlatmışlardı…
Bu yazı dizimin günümüzü daha iyi anlamamızı sağlayacağını ve günümüze dair çok değerli ve önemli dersler vereceğine inanıyorum. Alman tarihine meraklı iseniz bu yazı dizimi kaçırmamanızı arzu ederim.
Weimar Cumhuriyeti
Weimar Cumhuriyeti, İmparatorluk döneminin sonu (1918) ile Nazi Almanya’sının başlangıcı (1933) arasında Alman cumhuriyet rejimine verilen addır. 1920’lerin Almanya’sı ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ olarak tanımlanır…
11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İmparator olan II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine yeni bir cumhuriyet kurulur. Bu yeni kurulan cumhuriyet ismini Alman milli meclisinin 1919 yılında toplanarak yeni anayasa oluşturduğu Orta Almanya’da yer alan ‘’Weimar’’ şehrinden alır… Weimar Cumhuriyeti, 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in Şansölye olarak görevlendirilerek hükümeti kurma yetkisinin verilmesine kadar yani Nazi rejiminin başlangıcına kadar devam eder.
1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur. Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur. Bu dönemde yaşanan zorlukların çoğu, Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlar.
Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olayları
Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olaylarını tarihsel sırayla çok kısa olarak şu şekilde anlatabilirim:
1. Ayaklanmalar
11 Kasım 1918’de sabah saat 05.00’te Almanya’da ateşkes imzalanır. Altı saat sonra bütün silahlar susar ve Almanya için I. Dünya Savaşı sona erer… Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan çoktan 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz üssünden devrim kıvılcımı başlar. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçrar. Nisan 1919 tarihinde Bavyera'da komünist devrimi başarıya ulaşır. ‘’Münih Sovyet Cumhuriyeti’’ ilan edilir.
Sonrasında ayaklanmaların ardı kesilmez… Ocak 1919 ayaklanmasında Spartakistlerin önderleri olan Rosa Luxemburg ve Kurt Liebknecht, işçilere genel grev ve silahlı ayaklanma çağrısı yaparlar. Bunalımın giderek arttığını gören Şansölye Ebert, dönemin Genelkurmay Başkanı Groener’i ayaklanmayı bastırması için görevlendirir. Groener işçi ayaklanmalarını kanlı bir saldırı ile 10 Ocak’ta bastırır… Gösterilerde ele geçirilen ayaklanmacıların hepsi kurşuna dizilirler. Spartakist önderler olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner ayaklanma bastırılırken öldürülürler. Komünist ayaklanmaları bu şekilde başarısız olur.
Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Kaiser çoktan tahttan indirilmiş, Alman tarihinde artık yeni bir sayfa açılmıştır...
2. Yeni Anayasa
Ülkedeki anarşi ortamının giderilmesi için 19 Ocak 1919 tarihinde anayasa meclisi seçimi sonucunda sol eğilimli SPD %38 oy alarak kazanır. 6 Şubat 1919 tarihinde bütün halkın söz sahibi olduğu bir kurucu meclis toplanır. 13 Şubat 1919 tarihinde ilk parlamenter hükümet kurulur. Kurucu meclis, Friedrich Ebert’i başkanlığa getirir. 24 Şubat-31 Temmuz tarihleri arasında hazırlanan Anayasa tasarısı, 11 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girer. Yeni kabul edilen anayasa Yasama organı olarak İmparatorluk Meclisi (Reichstrat) ve Yasama Meclisi (Reichstag) adlı iki meclisten oluşur. Yeni kurulan sistemde devlet başkanı, başbakan ve bakanları seçmesinin yanı sıra yasaları onaylama ve silahlı kuvvetleri komuta etme gibi önemli yetkilerinden sahibidir. Yapılan seçimlerin ardından 9 Kasım 1919 tarihinde sosyal demokrat Friedrich Ebert devlet başkanlığına seçilir, Schidermann ise başbakanlığa atanır...
3. Kargaşa zamanı, iç savaş ve isyanlar
28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması imzalanır. Versay Antlaşmasının ağır mali ve askerî yükü Almanya’nın siyasi otoritesini de kısa sürede yozlaştırır. Antlaşmanın içerdiği ağır hükümler, savaşın ülkede yarattığı yıkım ve ekonomik bunalım ile birlikte işsizlik ülkeyi sarar… 1920 ve 1923 yılları arasında bunalımlar hiç bitmez. Nisan 1920 tarihinde Ruhr bölgesinde iç savaş çıkar. Mart 1920 tarihinde Wolfgang Kapp Berlin'de darbe girişiminde bulunur.
6 Haziran 1920 tarihinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler güçlenerek %15 oy alır. Bağımsızlar yüzünden oy kaybeden SPD güçten düşer.
Bu arada sürüp giden yüksek enflasyon karşısında Alman parası (Mark) inanılmaz derecede değer yitirir. Haziran 1923 tarihinde 4.2 trilyon Mark 1 ABD dolarına eşit haline gelir. Ekonomik sorunların devam etmesi ve Versay Antlaşması’nda belirtilen Alman halkının da savaş suçuyla yargılanması ülkenin Adolf Hitler’e daha da yakınlaşmasına neden olur.
1920-21 yılları arasında Polonya, yukarı Silezya'yı işgal etmeye çalışır. Temmuz 1921 tarihinde Adolf Hitler, NSDAP’ın (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) başına geçer. 11 Ocak 1923 tarihinde Fransa, Ruhr bölgesini işgal eder. 100.000 civarında alman memur bölgeden sürülür. Almanya bu oldubittiye boyun eğmek zorunda kalır.
Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı Nazi Partisi Yahudilerin ekonomiyi sömürdüğünü ileri sürerek alt ve orta tabaka halkın ayaklanmasına neden oldular. 24-25 Ekim 1923 tarihinde Hamburg’da komünist isyanı başlar ancak kısa sürede bastırılır. Kasım 1923 tarihinde Saksonya ve Thuringia'da sol koalisyonlar yönetime gelir. Bavyera ordusu, Ruhr olayları yüzünden isyan edip Berlin'e yürüme tehdidinde bulunur...
4. Hitler ve Birahane Darbesi
Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler'in ordu tarafından bastırılan ‘’Birahane Darbesi’’ (Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch) girişimiyle zirve yapar. 1923 yılında Bavyera'da üçlü bir diktatör yönetimi hâkimdir: Devlet komiseri Gustav von Kahr, Reichswehr komutanı General Otto von Lossow ve Devlet Polisi Başkanı Albay Hans von Seisser. 8 Kasım 1923 akşamı Münih ticaret örgütlerinin, Bürgerbräukeller isimli bir birahanede düzenlediği gecede konuşma yapmakta olan von Kahr ve orada bulunan yönetim ekibi, Adolf Hitler ve ona bağlı 600 silahlı adamının müdahalesiyle rehin alınırlar. Hitler bu üçlünün kendisiyle iş birliği yapmasını talep eder.
Hitler'in amacı burada bulunan silahlı Weimar Cumhuriyeti karşıtlarını kendi önderliği altında toplayarak, ordunun da (o zamanki adıyla Reichswehr) desteğiyle Bavyera hükümetini ele geçirip Berlin'e karşı yürüyüşe geçmek ve Weimar Cumhuriyeti'ni yıkmaktır. Ancak üçü de bu konuda isteksizdir. Bu aşamada Hitler'e Almanların I. Dünya Savaşı'ndaki efsanevi komutanı Erich Ludendorff yardımcı olur ve görünüşte Hitler ile uzlaşır.
Birahane çıkışında oluşan kargaşada bu üçlü Hitler'in elinden kurtularak görevlerinin başına dönerler. Hitler, Ludendorf'la baş başa kalır. 9 Kasım sabahı, Hitler ve Ludendorff bir hücum taburunun önünde Münih şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. Şehrin merkezine giden yolları kapatan polis taburlarıyla çıkan çatışma Hitler için başarısızlıkla sonuçlanır ve hücum taburu dağılır. Olayda 16 Nazi ve 3 polis ölür. Ludendorff olay yerinde tutuklanır. Adolf Hitler oradan kaçar ancak iki gün sonra o da yakalanır. 1 Nisan 1924 tarihinde Adolf Hitler 5 yıl hapis cezasına çarptırılır...
5. Ekonomik kriz ve Hitler’in yükselişi
Ekim 1924 tarihinde Dawes Planı uygulamaya konulur. Hükümetin Maliye Bakanı ve Reichbank’ın Müdürü olan Dr. Schacht, bu planı uygulayarak 1924-1929 yılları arasında bir dizi ekonomik çalışmalar hazırlayarak Almanya’nın kötü ekonomisini düzeltmeye çalışır. Yapılan çalışmalar sonucunda ekonomi canlanır, toplumsal düzen yeniden sağlanır...
Ancak siyasal sistemde ise sağcılar giderek güçlenmeye başlar… 20 Aralık 1924 tarihinde Adolf Hitler dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Hapisten çıkan Hitler Nasyonal Sosyalist Partinin başına geçer. 28 Şubat 1925 tarihinde SPD lideri ve cumhurbaşkanı Friedrich Ebert ölür. 1925 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde büyük saygınlığa sahip olan ve monarşiyi açıkça destekleyen Paul von Hindenburg devlet başkanlığına getirilir.
Mayıs 1928 tarihinde yapılan Reichstag seçimlerinde sol güçlenirken sağcı ve ılımlı partiler zayıflar. NSDAP mecliste 12 sandalye ile yer alır. Herman Müller SPD önderliğinde bir koalisyon kurar. Ekonomi seçimden sonra yeni bir yavaşlama dönemine girer... Adolf Hitler bu dönemlerde sağ kesimin geneli üzerinde söz sahibi olacak kadar güçlenmeye başlar…
1929 yılında Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım Almanya’ya da sıçrar. Ekonomik kriz sonucunda Alman ekonomisi %50 üretimini kaybeder ve 1931 yılında bankaların çoğu iflas eder. Ülkedeki ekonomik kriz ve işsizliğin milyonları bulmasıyla birlikte 1930 yılında yapılan seçimlerde işçiler komünist partiye yakınlaşırlar.
27 Mart 1930 tarihinde Müller kabinesi ekonomik sorunlar yüzünden istifa eder. Sonrasında Brünning yeni bir hükümet kurar fakat anayasayı ihlal ederek ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlar. Ekonomik sorunlar klasik tasarruf önlemleri ve Versailles borçlarının ertelenmesi yoluyla aşılmaya çalışılır. Haziran 1930 tarihinde Brünning kabinesi güven oylaması sonucu düşer.
Bu çalkantılı ortamda Ekim 1930 tarihinde yenilenen seçimlerde liberaller tamamen yenilgiye uğrar; NSDAP mecliste 108 sandalyeyle girer… Devlet Başkanı Hindenburg’un başkanlığa atadığı Heinrich Brüning bir koalisyon hükümeti kurar.
4 Haziran 1932 tarihinde düzenlenen Başkanlık seçimleri sonucunda tekrar Hindenburg cumhurbaşkanlığına seçilir. Bu seçimlerde NSDAP %37 oy almıştır. 13 Ağustos 1932 tarihinde Adolf Hitler şansölyeliğe aday gösterilir fakat Hindenburg tarafından reddedilir… Franz von Papen şansölye olur… Ancak Reichstag dağıtılıp aşırı sağ politikalar uygulamaya konulur. Başta NSDAP ve KDP olmak üzere çeşitli partiler arasında sokak çatışmaları yaşanır… Ülkenin birçok yerinde anarşi başlar. Çatışmalar yaz boyu sürer ve arkasında yüzlerce ölü bırakır.
1932 seçimlerinde oyların %37’lik kısmını almasına rağmen Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler iktidara gelemez… 3 Aralık 1932 tarihinde Kurt von Schleicher şansölyeliğe atanır ancak Adolf Hitler kabinede yer almayı reddeder. 28 Ocak 1933 tarihinde Kurt von Schleicher istifa eder, Adolf Hitler şansölyeliğe atanarak Hindenburg tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir...
6. Reichstag Yangını
27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag kundaklanarak yakılır… 28 Şubat 1933 tarihinde yangın bahane edilerek Adolf Hitler’e olağanüstü yetkiler verilir. Bu sıralarda ilk toplama kampı Ornienburg'da kurulur. 5 Mart 1933 tarihinde Reichstag seçim yapılır. NSDAP ezici çoğunluğu ele geçirir. Sol kanat komünistler dâhil meclisten dışlanır.
8 Mart 1933 tarihinde Alman Sendikalar Federasyonu merkezi, başını Herman Göring ve Franz von Papen'in çektiği Naziler tarafından basılıp üyeleri pasifize edilir. Bu olaydan sonra sendikalar NSDAP ile bağlarını koparıp SPD'ye yaklaşır. 31 Mart 1933 tarihinde Alman eyaletleri otonomilerini kaybeder. 26 Nisan 1933 tarihinde GESTAPO kurulur… Mayıs 1933 tarihinde birçok sendika lideri tutuklanır, bağımsız sendikaların mallarına el konulur, Reich toprak mirası yasası çıkarılır, işçi kayyumlukları kurulur, KDP’nin mal varlıklarına el konulur. 22 Haziran 1933 tarihinde SPD kapatılır. (Bu bölümü ayrı bir yazıda ele alacağım için kısa geçiyorum.)..
7. Uzun Bıçaklar Gecesi ve SA'ların ortadan kaldırılması
30 Haziran 1934 tarihinde Hitler’in kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA liderlerini ve iktidarı önünde engel olabileceğini düşündüğü devlet içinde etkili tüm rakiplerini bir toplantı duyurusuyla bir araya getirerek öldürtür. Hitler’in bahanesi bu grubun kendisine darbe yapacakları iddiasıdır. Olay toplam üç gün sürer… Olayda SA’nın başı Ernst Röhm ve yardımcıları Heinrich Himmler SS tarafından öldürülür… Bu olayda resmi kayıtlara göre 85, tahminlere 200 kişi kurşuna dizilir. Bu olaya Alman tarihinde ‘’die Nacht der langen Messer’’ (Uzun bıçaklar gecesi) olarak anılır. "Es wird eine Nacht der langen Messer geben" deyimi ‘’bazı kafaların uçacağı’’nı anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Bu şekilde SA önderleri öldürülerek SA bir gecede tasfiye edilir. Hitler SA’ları ortadan kaldırır, çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon kahverengi gömlekli ile Ernst Röhm, Hitler'den bile daha güçlü konuma gelmiştir.
Ernst Röhm; gece baskını sırasında tutuklanıp Münih’te cezaevine kapatılır. 1 Temmuz 1934 tarihinde Hitler'in kurmayları tarafından hapishanede kendini öldürmesi için, hücre masasına, SA’ların Hitler’e sözde darbe yapacağını haber veren bir gazete kupürü ile birlikte bırakılan silaha dokunmaz… Ancak 10 dakika sonra ellerinde birer silahla gelen iki askerin çıplak göğsüne açtıkları ateş sonucu öldürülür…
Bu olayda, Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr gibi SA üyesi olmayan birçok kişi de öldürülür… Bu kişilerin öldürülmelerin sebebi ise bu kişilerin 1923 yılında Hitler'in ’’Birahane Darbesi’’nin başarısız olmasını sağlamalarıdır. Hitler bu olayı unutmaz ve eline geçen ilk fırsatta onlardan intikamını alır…
8. Weimar Cumhuriyetinin sonu
Temmuz 1933 tarihinde yeni partilerin kurulması yasaklanır.
2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölür… Adolf Hitler bir oldubittiyle Hindenburg’un yerine geçer ve bütün yasama yürütme ve yargı güçlerini elinde toplar. Hitler'in Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) düzenlenir. Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkar. Bu referandumla Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilir...
Bu son damla da ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin sonunu getirir… Bundan sonra artık Almanya’da ‘’Nazi Rejimi’’ vardır…
Weimar Cumhuriyeti neyin tarihidir?
Weimar Cumhuriyeti; Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında kurulan taze bir demokrasinin ve genç bir cumhuriyetin; komünist, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol ya da liberal ve muhafazakâr partiler ve kişilerin kendi aralarında bitmek dinmek bilmeyen egoları, kamplaşmaları, bölünmeleri, kavgaları, çatışmaları, ve düşmanlıkları neticesinde Nazi Partisine ve Adolf Hitler’e adım adım bir nasıl teslim edildiğinin tarihidir.
Weimar Cumhuriyeti; cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin ve yetersizliklerinin nelere mal olduğunun tarihidir…
Weimar Cumhuriyeti; sahte iktidar yapılarının, demokrasi için değil de sanki demokrasiye karşı işlemek için kurulmuş olan ülkenin sözde demokratik kurumlarının, demokratik olmayan sosyal ve ekonomik yapıların nelere mal olduğunun tarihidir…
Weimar Cumhuryeti; ülkedeki demokratik kurumların sahtekârlığının ve iktidarsızlığının nelere mal olduğunun tarihidir…
Weimar Cumhuriyeti; sahipsiz bir cumhuriyetin, hükumet olan ancak yönetemeyen bir demokrasinin Nazi Rejimine ve Hitler’e bir nasıl kuluçka ve beşiklik görevi yaptığının tarihidir…
Weimar Cumhuriyeti; düşünen herkes için alınması gereken bir dersin tarihidir…
Osman AYDOĞAN
Kaynaklar
Ne yazık ki ülkemizde bu ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ dönemi anlatan çok az kaynak vardır. Bunlardan birisi genç İngiliz tarihçilerden Dr. Colin Storer’in ‘’Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi’’ (İletişim Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu dönemi merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Bir diğer kaynak ise 1933 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yapan Prof. Ernst E. Hirsch'in ''Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi'' (TÜBİTAK Yayınları, 1997) isimli kitabıdır... Bir diğer kitap ise ABD’li tarihçi Benjamin Carter Hett’in ‘’Demokrasinin Ölümü; Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü’’ (Profil Yayıncılık, 2019) isimli kitabıdır. Ayrıca İngiliz gazeteci William L. Shirer üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabında Weimar Cumhuriyeti’ne ayrı bir bölüm olarak yer verir…
İki kısa not:
Birinci not:
Yazımın başında ‘’1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur’’ diye yazmış ve ‘’bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur.’’ diye bahsetmiştim… ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin kültürel yapısı da ayrı bir yazı konusudur. Bu kültürel yapıdan kısaca bahsetmek istiyorum:
Bu dönemde şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla filizlenerek canlı bir kent hayatına zemin hazırlar. Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa'nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir. Berlin'de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı vardır… Ancak bu durum muhafazakâr elitlerin fazlasıyla canını sıkar…
Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler sağlanır. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir... Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlükler dönemi yaşar…
Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurur. Tarihçi Peter Gay bu dönem için şöyle yazar: "Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi." Almanya’da ilk sanat filmleri bu dönemde çekilir... Weimar Cumhuriyeti; Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W. H. Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar… Berthol Brecht'in oyunları Alman sahnelerinde bu dönem boy gösterir... Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir…
Weimar, ayrıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler de yetiştirir... Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein'ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918'den 1933'e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır…
İkinci not:
Girişte ülkemizde yayınlanan kaynaklardan bahsettim. Ancak Weimar Cumhuriyeti konusu Almanya’da çok detaylı işlenen bir konudur. Yine yazımın girişinde Weimar Cumhuriyetinin karakteristiği olarak bahsettim savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık, sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketliliklerin her birisi hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Bunlara bir örnek verecek olursam Ocak 1919 ayaklanmasında öldürülen Spartakistlerin önderleri olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner hakkında sayısız kitap yayınlanır.Sadece Rosa Lüxenburg hakkında sayısız kitap vardır.
Ve hâlâ öğrenmem gerekenler!...
12 Temmuz 2021
Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdi Şirâzî ''Bostan'' isimli eserinde kendine hitaben şöyle söylerdi: “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti.” (Elâ ey ki omert be heftad reft, meğer hofte budi ki berbad reft) Şeyh Sâdî Şirâzî, ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” diyordu.
Ve bu sözler de beni geçip giden ömür konusunda düşüncelere sevk etti... Edebiyat dünyasında şöyle bir tur atayım istdim:
Otuz Beş Yaş
Cahit Sıtkı Tarancı’nın güzel bir şiiriydi ‘‘Otuz Beş Yaş'' şiiri... Şiir şöyle başlardı:
‘’Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’’
Burada geçen "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinde yer alan ‘’Dante’’ ismi için Cahit Sıtkı; Hristiyanlığa göre insan ömrü 70 yıl olduğundan, 35 yaşındayken yazdığı, ‘’İlahi Komedya’’nın ‘’Cehennem’' bölümünün ilk dizesine "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum" diye yazan Dante Alighieri'nin isminden esinlenir…
‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’nde hayatın anlamı anlatılır ve şiir; yaşarken fark edilmeyen, algılanamayan gerçekleri söyler; iş işten geçtikten, sert taşta yaralandıktan, suda boğulduktan ve ateşte yandıktan sonra:
‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.’’
Cahit Sıtkı bu öğrenmeyi otuz beş yaşında yaşıyor.. (Kaderin cilvesidir herhalde, 46 yaşında da vefat ediyor.)
Görünüş ve Zaman
Özdemir Asaf da ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli şiirinde farklı bir hayıflanmayı yaşar:
‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu.
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’
52 Yıl
Celal Sahir Erozan da benzer hayıflanmayı yaşar ''52 Yıl'' isimli şiirinde:
''Hala yaşım genç ama, vücudum ölgün gibi;
Bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi!
İçimde hayata küskün, dış yüzüm düğün gibi;
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi! ...
Doğmayan hülyaların saçlarını taradım,
Ezop gibi fenerle gündüz insan aradım
Ne kendime yar oldum, ne kimseye yaradım,
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi...''
Konfüçyüs (Seçmeler)
Konfüçyüs de benzer süreci anlatıyor:
“On beş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...
Otuzumda duruşumu belirledim...
Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...
Elli yaşımda gökyüzü katını anladım...
Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...
Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”
Ve benim ömrüm!…
Bu kısa edebiyat turu ve Sâdî Şirâzî’nin, girişte bahsettiğim ‘’Bostan’’ adlı eserinde kendine hitaben söylediği; “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti” ve ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” sözleri bir film şeridi gibi benim de ömrümü gözler önüne serdi…
Cahit Sıtkı’nın söylediği gibi; ateşin yaktığını, suyun boğduğunu, taşın sert olduğunu daha ilkokul yıllarında öğretmişlerdi bize (!) de ama asıl başka şeyleri hâlâ öğrenmek gerektiğini öğrendim…
Özdemir Asaf’ın söylediği gibi; benim de çocukluğumda her şey büyük, gençliğimde her şey önemli görünüyordu. Şimdi yaşlı sayılmasam da her şey gülünç görünüyor bana.
Celal Sahir Erozan'ın ''52 Yıl'' isimli şiirinde olduğu gibi bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi, her yılım bir gün gibi geçti, yaşım gibi!...
Konfüçyüs gibi yetmiş yaşına gelemesem de yaşım ilerleyince çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrenmem gerektiğini öğrendim.
Ve hâlâ öğrenmem gerekenler!...
Şeyh Şâdi-i Şirazi gibi yetmiş yaşını beklemeden seslendim kendime; “Ey ömrü yetmişlere varan, uyuyor mu idin ki uyan!’’
Düşüncelere dair:
* İnsanın yaşadığı dışsal gerçeklik, aslında kendi içsel psikolojisinin somutlaşmış haliymiş...
* İnsanlar, gördükleri dünyayı tanımlamazlarmış, tanımladıkları dünyayı görürlermiş...
* Evrende her şey iki kez yaşanırmış, önce zihinde yaşanır, sonra gerçekleşirmiş...
* Zihinde yaşanmayan hiçbir şey gerçekleşmezmiş...
* Düşünceler insanın evrene saldığı manyetik frekanslarmış...
* İnsanoğlu evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içinde yaşarmış...
* İnsan beyni anda yedi trilyon frekans yayarmış, bu frekanslar da kendisiyle eşdeğer frekanslarla rezonansa girermiş, dolayısıyla insan ne düşünürse etrafında o düşünceden halkalar oluşurmuş...
* Düşünceler insanın evrene ektiği tohumlarmış, zamanla filizlenip karşılarına gerçek olarak çıkarlarmış...
* Düşünülebilir olan olanaklıymış… (Ludwig Wittgenstein)
* İnsan gözlerden ibaretmiş, geri kalan et ve kemikmiş, gül düşünürmüş gülistan olurmuş, diken düşünür dikenlik olurmuş... (Mevlânâ)
Kelimelere dair:
* Evrende her şey bir algılama üzerine inşa edilirmiş...
* Gerçek; bellek ve algıdan ibaretmiş...
* Kafasını geçmişin acı ve kötü hatıralarına sürekli takan insanlar gelecekte de aynı acı ve kötü olayları yaşamak için dua etmiş olurlarmış...
* Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşitmiş, insanoğlu bilseymiş kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklının ucundan bile geçirmezmiş... (Yunan atasözü)
* Kelimeler doğanın titreşimiymiş, güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratırmış... (Japon atasözü)
* İnsan tenini besleyip geliştirmeye bakmamalıymış, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbanmış, insan gönlünü beslemeye bakmalıymış, çünkü yücelere gidecek, şereflenecek oymuş... (Mevlânâ)
* İnsanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemliymiş, hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurmuş, kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanıverirmişiz...
* Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir söz ibadethanede verilen vaazdan ve ibadetten daha değerliymiş... (Cibran)
Davranışlara dair;
* Yaklaşmadığım her şeyin benden uzaklaşırmış…
* Ötekileştirdiğim her şey önce bana yabancılaşır, sonra da düşman olurmuş..
* Nerede ve kiminle olduğum önemli değilmiş, ''nasıl'' olduğum, kendimi ''nasıl hissettiğim'' önemli imiş…
* Bu dünyada iyi olmak herkesin iyiliğini istemekle mümkünmüş…
* Sevmek ve tutkuyla bağlanmak, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdemmiş…
* Hayatta haklı olmak değil, haklı kalabilmek önemliymiş…
* Yeryüzünde hiçbir şey başkasının hakkından daha kutsal değilmiş... (Kant)
* Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlışmış...
* Yaşamımızdaki en zarif güzellikler görülmeyen ve duyulmayanlarmış…
* Fırtınalar çiçekleri mahvedebilirmiş, fakat tohumlara zarar veremezmiş...
* Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değermiş... (Cibran)
* İnsan her koşulda yaşayıp çalışabilir, kendi karakteriyle kendi yaşam çizgisini çizebilirmiş...
* Kazanmak değilmiş, yetinmekmiş önemli olan…
* İyi ile iyi, kötü ile o iyi olana kadar iyi olmak gerekirmiş... (Lao Tzu)
* İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretirmiş... (Laı Tzu)
* İnsana asıl zarar veren, zehirli yılanın sokması değilmiş, zehri kalbe taşıyan o yılanın peşine düşmekmiş... (Budha)
Kadere dair:
* Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyarmış. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder, ektiğini biçermiş. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmazmış. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz, önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilirmiş... (Epiktetos)
Hayata dair:
* Aslında yaşadığım her zorluk ve kendime düşman bildiğim her şey, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçasıymış...
* Kant’ın söylediği gibi; dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değilmiş...
* Haksızlık yapmak haksızlığa uğramaktan daha acıymış... (Sokrates)
* Bir insanın yüreğindeki merhamet, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlıymış... (Cibran)
* Istırap, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemizmiş… (Budha)
* Bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktaymışız, bildiğimiz hiçbir şey yokmuş, bildiğimizi sandığımız sadece olaylarmış, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuşmuş… (Kant)
Mutluluğa dair:
* En büyük mutluluk nedensiz mutlulukmuş…
* En mutlu insan sevilen değil seven insanmış...
* En büyük insan kendisiyle ve çevresiyle barışık insanmış…
* En bedbaht insan başkasında kusur bulan insanmış…
* En güzel insan başkalarında güzellikler gören insanmış...
* En zengin insan hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insanmış…
* En mükemmel insan kendisini değerli hisseden insanmış…
Aşka dair:
* İhmal, şiddetten daha tahripkârmış…
* Aşk asla eceliyle ölmezmiş. Aşk; bıçak gibi kesilerek ölmezmiş. Aşk; bir tohum ekip de filizlenmesini bekler gibi olumsuzlukları ekilerek ölürmüş. Aşk; kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölürmüş. Aşk; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölürmüş. Aşk; hastalanarak ve yaralanarak ölürmüş; yorularak, solarak, matlaşarak ölürmüş... (Anais Nin)
Vatana dair:
* Vatan, uğruna ölen varsa değil, içinde yaşamaktan mutlu olunan yermiş…
* Bayrağımızın rengi kan rengi değil de, keşke gelincik kırmızısı olsaymış…
* Asıl övünülecek olanın bu topraklardan şüheda fışkırması değil, sadece herkese yetecek kadar hasat fışkırmasını sağlamakmış...
* Şühedayı övenler hep konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde yaşarlarmış ve hiç şehit olmazlarmış... Şehitler ise konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde değil kırık dökük evlerde yaşarlarmış...
* Keşke her Türk asker değil de tüccar doğsaymış…
* Önemli olan bir dava uğruna seve seve can vermek değil, önemli olan bu dava uğruna seve seve yaşamakmış… (Salinger)
* Düşünce ufku geniş olup edebiyat, felsefe, sosyoloji, hukuk, tarih eğitimi alanlar İslam’ı daha iyi özümsüyorlar, yüceltiyorlarmış… İslam’a en büyük zararı da din adına konuşup bu nitelikleri olmayanlar veriyormuş…
Ve bütün bunları bana öğretmek için üstümdeki açık gökyüzü, yüce dağlar ve Şehriyar çooook ama çok çabalamışlardı da ben tembel bir öğrenci olarak bir türlü öğrenememiştim… Hele hele bu öğrenme konusunda Şehriyar’dan ben ne fırçalar yemiştim ne fırçalar… .
Keşke bunları öğrenebilseydim!...
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Gölge, Varlık ve Simülasyon
11 Temmuz 2021
Yıllar yıllaaaar öncesiydi. Daha yirmili yaşların başındaydım… Kavramları, olguları ve kavramlar ve olgular arasındaki ilişkileri anlamaya çalışıyordum… Ben ki, daha o zaman nesneler, fiiller ve failler arasındaki ilişkiyi dahi kuramamışken kavramlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracaktım?
Bu sorunu aşmak için ilk denemem Orhan Hançerlioğlu’nun, “Düşünce Tarihi” (Remzi Kitapevi) isimli eseri oldu… Onu ardından yine Orhan Hançerlioğlu’nun dokuz ciltlik “Felsefe Ansiklopedisi’’ (Remzi Kitapevi) oldu... Toplam on ciltlik bu iki eserin neredeyse altını çizmediğim, notunu almadığım sayfası kalmadı…
Bu merakımı yüksek lisans için Almanya’ya gittiğimde de ‘’Atlas Philosophie’’ (Peter Kunzmann, dtv Verlagsgesellschaft) kitabı ile devam ettirdim. Almanya’dan ayrıldığımda da Almanların arkamdan söylediklerini de reklam olmasın diye yazmayayım!...
Gölge
Orhan Hançerlioğlu, bahsettiğim “Düşünce Tarihi” isimli eserinde; Platon’un Politeia adlı yapıtının VII. kitabında geçen ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:
“…Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?
Demek ki bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?
Dahası kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.
İşte sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren bilgedir.”
Varlık
Çoook sonraları da tasavvufa merak saldım… Belki bu merakımı yazılarımdan da fark ediyorsunuzdur… Mevlana, Şems, Nesimî derken Arabî’nin ülkemizdeki en derli toplu anlatımını sanırım bu sitemde ben yaptım…
Ama bakmayın böyle yazdığıma… Bir büyüğüm editörlüğünü yaptığı bir dergide yayınlanmak üzere benden ‘’Hallac-ı Mansur’’ hakkında bir yazı yazmamı istemişti de bu sitemde bine yakın makale olmasına rağmen aylarca bocalamış, bocalamış, bocalamış ve sonunda da o büyüğüme bu yazıyı yazamayacağımı arz etmiştim. Çünkü bir türlü ‘’en-el Hak’’ sözünü açıklayamamıştım. Bu sözü açıklamaya kelimelerin yetersiz, söz dağarcığım kifayetsiz kalmıştı…
Neyse… Gelelim konumuza...
Hayal, tasavvufta Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah Teâlâ’nın varlığı karşısında mükevvenatın (kâinat) gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa Allah Teâlâ’nın aksi’nden nişane verirler. Esas olan Sevgili’nin zihindeki hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” deniliyor..
Âlem-i hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya zilli (gölge) ile varlık bulmuştur… Varlık, göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.
İbn’ül Arabî Hakk ve kâinat ilişkisini şöyle açıklar: “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı meselâ, bir adamın güneşin ışığından gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir. Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.
Futuhat-ı Mekkiye’de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbn’ül Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Adem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Adem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”
İbn’ül Arabî deyince onun sözleri ile devam edeyim:
"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’
"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."
"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."
"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."
"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."
Hazreti Mevlânâ’nın ‘‘sureti hemi zillest’’ (Görünen her şey gölgedir) diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar.
Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bir düsturdur bu. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.
Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.
Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.
Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.
Berât gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.
Simülasyon
Ve her zaman tabii ki bilimi de takip ettim.
2003 yılında Philosophical Quarterly adlı akademik bir dergide Nick Bostrom imzalı yayınlanan makalenin ilginç bir başlığı vardı. “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?”
Bu makaledeki varsayıma göre dünya, güneş sistemi, evren dediğimiz şeyin tamamı, bir başka gerçekliğin simülasyonudur. Eğer bizim yaşadığımız dünya bir simülasyon ise bu demektir ki bir başka uygarlık bizden daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. Öyle ki acaba bu gelişmiş halimizden (mesela binlerce, milyonlarca yıl) önce atalarımız nasıl bir hayat yaşıyordu diye bir simülasyon ortamı yaratmışlardır. O ortam, bizim evren dediğimiz şey. O halde bu dünya, galaksi, evren; aslında o gelişmiş uygarlığın bir bilgisayar ortamı; başka bir şey değil. O halde bu simülasyonu yaratanlar gözlemekte oldukları simülasyon ortamını (bizim dünyamız) bir gün kapatmayı tercih edebilirler – yani kıyamet!
İnsanın aklına bu noktada NASA da bilim adamı olarak çalışan Dr. Rich Terrile, yaptığı araştırmalar sonucu ortaya attığı bir iddia geliyor. İddiasında gerçekliğimizin detaylı bir hologram olduğunu savunan Dr. Terrile, bunun üst bir aklın sonucu olduğunu söylüyor.
Dr. Rich Terrile’nin açıklaması da şu şekilde:
‘’Şu anda bizler kozmik bir bilgisayar yazılımı içinde bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada tek bir bilinci farklı şekillerde yaşıyoruz ölüm, diye bir şey yok, hayat sadece bir rüyadır. Bizler sadece kendilerimizin hayalleriyiz.’’
Aslında bu teori daha öncede ‘’simülasyon teorisi’’ adı ile ortaya atılmıştı. Dr. Terrile aynen Matrix gibi bir dünyada yaşadığımızı bunu da yeni yeni anlamaya başladığımız kuantum fiziği ile açıklayabileceğimizi belirtiyor. “Kuantum fiziğinde maddeyi oluşturan parçacıklar gözlenmedikleri sürece kendilerini tanımlamazlar. Öyle bir simülasyon dünyada yaşıyoruz ki neyi gördüğümüz neyi görmeye ihtiyacımız olduğu ile ilgilidir.” Ve Dr. Terrile ekliyor; ‘’bir üst akıl bizim gerçekliğimiz ile oynuyor’’.
Dr. Rich Terrile, “Gelecekte dijital insanlar çoğalacaksa, neden biz de şimdiden öyle olmayalım?” diye soruyor. Görüşü destekleyenler ise insanların gelecekte yaşayan evrilmiş benliklerimiz, kendilerini ilerletmek gibi özel bir maksatla atalarının yaşayacağı farklı bir gerçekliği tasarlamış olabileceğini savunuyor.
Dr. Terrile’ye göre bizim tutarlı işleyen bir evrende yaşamamız, bu görüşü daha savunulabilir bir hale getiriyor. Ayrıca evrenin yapıtaşları atom altı parçacıklara bölünebiliyor ve bunlar da pikselleri çağrıştırıyor. Haliyle evrenin bu yapısı onu teoride programlanabilir kılıyor.
Birkaç paragraf önce anlattığım Levh-i Mahfuz bu anlamda neydi acaba?
Ve gelin Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’de bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Adem sorusuna verdiği cevabını düşünelim: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”
Şehriyar
Ve kader beni, beni ben yapan, her şeyimi, ama her şeyimi borçlu olduğum Şehriyar ile tanıştırmıştı...
Şehriyar’ın bana söylediklerini hiç unutmamıştım. Şehriyar’ın sözleri takılmış bir plak gibi zihnimde dönüp duruyordu zaten:
‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’
Ve anlatırdı Şehriyar;
‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Hatta bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız. Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz.
Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’
Keşke
Keşke filozof olsaydım, keşke düşünür olsaydım, keşke teolog olsaydım ve keşke elim de kalem tutsaydı da bir virüs belasından korkup evlere tıkılıp tıkılıp kaldığımız bu günlerde düşündüklerimi düzgün düzgün yazabilseydim de bu kadar dağıtıp, eveleyip, geveleyip karmaşık hale getirmeseydim…
Keşke bu kadar uzun uzun ve karmaşık yazımı Şehriyar'ın şu beş kelimesi ile özetleyebilseydim: ''Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…''
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
İbn-i Haldun, Mukaddime ve devletin çöküşü
10 Temmuz 2021
İbn-i Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden, 14. yüzyıl çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınır.
İbn-i Haldun’un en ünlü eseri ‘’Mukaddime’’ (Dergah Yayınları, 2013) adlı eseridir. İbn-i Haldun, Mukaddime’yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ (Önsöz) adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser. İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri bu eserinde yer alır.
İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapar... Coğrafya ile kültür arasında bağ kurar. Devlet yapılarını inceler. Devletlerin çöküşü üzerine de bir tez geliştirir..
Bu yazımda özet olarak İbn-i Haldun’u, onun o muazzam eseri Mukaddime’sini ve Mukaddime’de yer alan devletlerin çöküşü üzerine İbn-i Haldun’un tezini anlatacağım…
Önce İbn- Haldun…
İbn-i Haldun
Asıl adı; Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî’dir. Kısa adıyla ‘’İbn-i Haldun’’ diye tanınır. Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için ‘’Veliyüddin’’, ailesi Yemen’in Hadramut ilinden olduğu için ‘’Hadramî’’, kendisi Tunus'ta doğduğu için ‘’Tunusî’’, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırt edilmek için ‘’Malikî’’, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de ‘’Mağribî’’ gibi lakaplarla da anılır. 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğar, 19 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat eder… Mezarı Kahire’deki Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’ndadır.
İbn-i Haldun’un hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi olan ‘’Et- tarif bi İbni Haldun ve rihletuhu garben ve şarkan’’ (Lesnetü Telif vel Terceme, 1951) isimli kitabıdır. İbn-i Haldun bu kitabında, kökeninin Hz. Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden ancak 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç ettiğinden bahseder.
Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim alır. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata’da danışmanlık yapar. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışmanı olur. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı nedeniyle iki yıl hapiste yatar. Mısır’a gelerek burada kadılık ve müderrislik (üniversite hocalığı) yapar. Şam'ı işgal eden Timur ile 1400 yılı Aralık ayında ve 1401 yılı başında iki hafta süre ile görüşür. Bu görüşmelerinin otobiyografisinde detaylıca anlatır. Bu görüşme bir ‘’fatih’’ ile bir ‘’bilgin’’in ilginç buluşması olarak tarihe geçer…
İbn-i Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden, 14. yüzyıl çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olarak kabul edilir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınır.
İbn-i Haldun, tarihin objektif ve mantıksal bir temelde ele alınması gerektiğini söyleyerek tarihin düz ve çizgisel bir kalıba mahkûm edilmeden, döngüsel bir biçimde ve nedensellik ilişkisi üzerinde durarak olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bir bağlantıya işaret eder. Bu ise İbn-i Haldun’un birçok yazar tarafından onun determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar ile anılmalarına yol açar…
İbn-i Haldun’un bu döngüsel tarih görüşünü kendisinden 500 yıl sonra Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) savunur. İbn-i Haldun’un, maddi üretim ilişkilerinin; toplumsal yaşam ve düşünme tarzlarını, manevi, siyasi, fikirsel, kurumsal yapılanmayı etkilediğini yani alt yapının üst yapıyı belirlediği fikrini yine kendisinden yaklaşık 500 yıl sonra Karl Marks savunur.
Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra ‘’A Study of History’’ (Oxford University Press) isimli eserinde ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi" (a philosophy of history which is undoubtedly the greatest work of its kind that has ever yet been created by any mind in any time or place) diye söz eder…
Düşünür Cemil Meriç de "Umrandan Uygarlığa" (İletişim Yayınları, 2004) isimli kitabında İbn-i Haldun’u şöyle tanımlar: “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir; girdapları, mağaraları, zirveleriyle…” Cemil Meriç kitabında ayrıca Mukaddime için şu ifadeyi kullanır: "Mukaddime ise bir beşeri ilimler ansiklopedisi" (s. 154)
Mukaddime
‘’Mukaddime’’, İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. İbn-i Haldun, Mukaddime’yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser.
İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri bu eserinde yer alır. İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapar...
İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde; faize karşı olduğunu ifade ederek emeğe endeksli bir gelir ilişkilerini doğru olduğunu söyler… Çok ve karmaşık vergiler yerine az miktarda, basit vergi toplamanın ülkenin vergi gelirlerini arttıracağını, sultanın ticaretle meşgul olmasının tebaa için zararlı olduğunu, bunun da vergi düzenini bozacağını, baskı ve zülüm zamanlarında toplumsal ve ekonomik durumun yıkıntıya uğrayacağını ifade eder… Refah seviyesi artan toplumların tüketim toplumuna kayacaklarını, kıtlık zamanlarında insanları açlığın değil, alışmış oldukları tokluğun öldürdüğünü söyler…
Mağlubun, ebedi olarak galibin şiarına, kıyafetlerine, mesleğine, sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkün olduğunu, insanın kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad ederek ona boyun eğeceğini ifade eder…
İslam’ın ne bir çağa, ne bir soya, ne bir ulusa özel ahkâm tahsis etmediğini, ayrıcalık vermediğini, ayrıcalığın sadece ehliyetten kaynaklandığını ifade eder…
Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların le geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığı yazar.
Bir toplumun çöküşünün belirtileri olarak; toplumda dayanışmanın yok olmasını, üretimin zayıflamasını, fiyat ve vergilerin artmasını, devlet yönetiminde liyakatin kaybolmasını, adaletsizliğin ve kayırmacılığın artmasını, umutların kırılmasını, karamsarlığın hâkim olmasını ve göçün hızlanmasını gösterir…
Abbasi halifesi Memun'un büyük paralar harcayarak Yunanların eserlerinden çeviriler yaptırdığından bahsederken Fars (İran) fethedildiğinde Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yok olup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan da dert yanar.
Mukaddime’de coğrafya kavramı
İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde ana fikir olarak ‘’coğrafya kaderdir’’ fikrini ileri sürer. İbn-i Haldun kitabının herhangi bir yerinde doğrudan ‘’coğrafya kaderdir’’ ifadesini kullanmaz. Ancak İbn-i Haldun’un kitabından yapılacak çıkarım budur: ‘’Coğrafya kaderdir.’’ Tıpkı ‘’bana her türlü günah ile gelin, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’ ayetinin Kur’an’da doğrudan yazmadığı, ancak Kur’an’ın bütününün bu anlamı verdiği gibi… Tıpkı “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” vecizesinin doğrudan Voltaire’e ait olmayıp Voltaire’nin biyografisini yazan Evelyn Beatrice Hall’in Voltaire’nin bütün kitaplarından bu vecizeyi oluşturduğu gibi…
İbn-i Haldun’un burada kastettiği ‘’kader’’ anlamı, inzivadaki bir derviş gibi, bir ermiş, bir tasavvufçu gibi söylenmiş mistik anlamda bir boyun büküş, bir kabullenme, bir razı geliş anlamı değildir. Hayatı Berberi ve Arap kabileleri arasındaki kavgalarla geçmiş olan İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ sözünden kastettiği ‘’kendi coğrafyanızla ve komşu coğrafyalarla uzlaşarak barışık olun’’ mesajıdır.
Siyasî coğrafyanın kurucusu sayılan alman coğrafyacı Friedrich Ratzel bu düsturu İbn- Haldun’dan 400 yıl sonra 1807 yılında yazdığı ‘’Siyasi Coğrafya’’ isimli kitabında ‘’coğrafya, itaat edilmesi gereken amir ve temel bir kategoridir’’ şeklinde özetler.
‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü bizde ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar kullanır… Ahmet Hamdi Tanpınar bu sözü II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi münasebetiyle Ülkü Dergisinin 16 Mayıs 1945 tarihli nüshasında ''Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler'' başlıklı yazısında kullanır. Bu söz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ülkü Dergisindeki bu makalenin de yer aldığı çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen ‘’Yaşadığım Bibi’’ (Dergâh Yayınları, 2015) adlı kitabında da yer alır..
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bahsi geçen bu sözü şu şekildedir:
“Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki, bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir. Almanya öyle bir coğrafyada yaşıyordu ki bu millette uyanacak herhangi bir saldırganlık arzusu ister istemez karşısında Avrupa milletlerini çıkaracaktı. Almanya için yapılacak şey, onları bir ârıza gibi değil, ihmali doğru olmayan bir realite gibi tanımaktı.” (‘’Yaşadığım Gibi’’, Dergâh Yayınları, 2015, s. 88)
Mukaddime’de ‘’devlet’’ kavramı
İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul eder. Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun devlet üzerinde görüşlerini ‘’Mukaddime’’sinde şu şekilde açıklar:
“Devlet, insan tabiatının bir gereğidir. Çünkü ona göre insan tabiatı hem toplu yaşamaya hem de bir hâkimiyet altında bulunmaya muhtaçtır. Devlet ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişki felsefedeki madde ile şeklin münasebeti gibidir. Bundan dolayıdır ki, birindeki çözülme diğerinin de çözülmesini etkiler. Devletin olmadığı yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde hayat olmaz.’’
İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde devletin unsurlarını şu şekilde belirler: Irk, vergi toplama, hudutları koruma, hâkimiyet ve kanun koymadır. İbn-i Haldun’un ırktan kastettiği nüfus ve kültürdür. İbn-i Haldun’a göre devlet bu unsur üzerine kurulur. Bu unsuru onda “asabiyet” temsil eder. İbn-i Haldun ‘’Mukaddime’’sinde devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırır. Bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi ‘asabiyettir’ ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder. İkincisi ‘mal ve para’dır. Aksaklık ve bozulma da önce bu iki esasa arız olur.’’ İbn-i Haldun’un devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırmasından yaklaşık 600 yıl sonra 1990’larda dünya siyasetine ‘’Jeoekonomi’’ ve ‘’Jeokültür’’ kavramlarının hükmettiği ileri sürülür…
Mukaddime’de devletlerin çöküşü üzerine bir tez
Devleti bu şekilde tanımlayan İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde devletlerin çöküşü üzerine şöyle bir tez ortaya atar:
''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''
Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) devletin yıkılmasını, çöküşünü şöyle anlatır:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.
Devletlerin çöküşünün beş aşaması
İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:
1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.
2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.
3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.
4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmektedir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alışkanlık ve yaşam biçimi olmuştur. Hükümdar ve yakınları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.
5. İsraf döneminde ise devlet bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlar… Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar… Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar. Kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde başlangıçta sağlanan yaşamsal güçlerin, hısımlığın (asabiyet) tahrip edildiği dönemdir. Konfor ve lüksün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayılmasına neden olmaktadır. Devlet kendi içinde çözülmeye başlar. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir grubun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider...
İbn-i Haldun’a göre devlet, bu aşamalarında toplumsal ve siyasal koşullarda bir takım değişiklikler yapabilse bile sonucu değiştirmez… Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Braudel de bahsettiğim gibi benzer tezi tekrarlar.. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır...
Ancak İbn-i Haldun’a göre bu devletin bu yok olması sanıldığı gibi bir ''hiç olması'' anlamında değildir. Bu yok olma bir ‘’denize dökülmedir’’. İbn-i Haldun’a göre fiziksel bir yenilgi hiçbir zaman bir ulusun sonunu getirmemiştir. Her denize dökülüşte yenileşen bir toplum vardır... Böylesi bir yenilenmenin çözümü Hegel’e, Karl Marks’a kadar gider…
İşte İbn-i Haldun devletlerin çöküşünü ''Mukaddime''sinde işte böyle anlatıyor...
Mukaddime'den günümüze dair çıkarımlar
İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde geçen bu görüşlerinden günümüze dair çok sayıda çıkarım yapılabilir. Ancak ben bu çıkarımlardan önemli gördüğüm üç çıkarımdan bahsetmek istiyorum:…
Birinci çıkarım İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ fikri ile ilgili.
İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ fikrini kendisinden 400 yıl sonra Friedrich Ratzel ‘’coğrafya, itaat edilmesi gereken amir ve temel bir kategoridir’’ şeklinde özetlerdi. İbn-i Haldun’un bu sözünü Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ olarak ifade eder… Bu düsturun dışında hareket eden bir siyasetin sonunun hüsranla bittiğini Tarih Baba bize hep göstermiştir.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesinden ayrılarak hem kendi coğrafyası ile hem Irak’tan Suriye’ye, İsrail’den Mısır’a, Rusya’dan Libya’ya komşu coğrafyası ile hem de ABD’den AB’ye dünya coğrafyası ile barışık olmayan bir siyaseti Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir bekâ sorununu oluşturmaktadır.
İkinci çıkarım Türkiye Cumhuriyeti devletinin yaşadığı devlet krizidir.
İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların le geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığı yazardı.
Günümüzde; batıda Atlantik Okyanusundan doğuda Umman Denizine, kuzeyinde Akdeniz’den, güneydoğusunda Afrika Boynuzu ve Hint Okyanusuna kadar uzanan, Arapça konuşulan yaklaşık 360 milyon kişinin yaşadığı bu çok büyük bir coğrafyada toplamda 22 Arap devleti bulunmaktadır. Ancak bunların içerisinde ciddi bir devlet kapasitesine sahip olan bir tane bile Arap devleti yoktur. Ayrıca Irak’tan Suriye, Yemen’den Libya’ya Arap devletlerinin de hâl-i pür melâli de ortadadır.
Osmanlı İmparatorluğu da Yavuz Sultan Selim ile başlayan devletin Araplaşma politikası sonucu önce duraklama devrine girer, sonra da gerileme ve çöküş sürecini yaşayarak bir Arap devleti gibi yıkılır gider…
Türkiye Cumhuriyeti ise 1980’lerden sonra başlayan ve gittikçe artan Araplaşma politikaları sonucu ciddi bir devlet krizine girer… Öyle ki devletin Araplaşması sonucu, devletin sivil ve askerî kilit noktalarına özenle yerleştirilen Arap kültürüne asimile olmuş FETÖ terör örgütü 15 Temmuz 2016 tarihinde devleti ele geçirmeye kalkar… Ne yazık ki bu FETÖ terör örgütünden temizlenen devlet kadrolarına da yine Arap kültürüne asimile olmuş başka cemaatler yerleştirilir. Ayrıca FETÖ’nün siyasi ayağı devlet kadrolarından temizlenmediği için de halen devletin kilit noktalarında bu terör örgütü üyeleri görev başında bulunur…
Son yıllarda devlette ve TSK’da yapılan düzenlemelerin devlet kapasitesini sınırlaması, son yirmi yılda İbn-i Haldun’un bir devletin çöküşü ile ilgili olarak açıkladığı beş safhanın birebir yaşanması, devlette bozulan adalet duygusu, bozulan ekonomi, Osmanlı’nın batarken yaptırdığı gibi yapılan yazlık, kışlık saraylar, devlet katında lüks, israf ve tüketimin artması, hesapsız yatırımlar, palazlandırılan milis örgütler, devletin kayıp yüzbinleri bulan uzun namlulu silahları, günümüzde ortay çıkan siyasetin mafya ile olan işbirliği ise var olan devlet krizini iyice derinleştirir…
Üçüncü çıkarım ise Türkiye Cumhuriyetinin, İbn-i Haldun’un tezine uygun olarak yaşadığı döngüsel değişimlerle ilgilidir.
İbn-i Haldun’un devletin çöküşünü anlattığı beş safha, döngüsel olarak tekrarlanan 20 - 25 yıllık süre için geçerlidir. İbn-i Haldun, 20 -25 yıldan sonra gelen müteakip yeni yönetimin de benzer süreçleri yaşadığını, bu döngünün dört ila beş kez tekrarlanmasından sonra da devletin çöktüğünü ifade eder.
Bu noktada isterseniz yazımda bahsettiğim Thomas Hobbes’in ‘’Leviathan’’nında dile getirdiği tezini bir daha okuyun. Sonra da İbn-i Haldun’un tezini bir daha düşünün. En sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923, 1950, 1960, 1980, 2002 ve 2023 yıllarını tarihin diyalektik sarkacı ve İbn-i Haldun’un bu döngüsel süreci içerisinde değerlendirin. 2023 yılının ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlayın. Bu noktada İbn-i Haldun’un tezini bir daha anımsayın. Sonra da tehlike neredeymiş, bekâ sorunu neymiş bir üzerinde düşünün…
Sonuç
Bu yazı aynı zamanda Türk devlet yapısının, siyaset sosyolojisinin ve demokrasinin kronik hastalığından bahseder ve bu nedenle de önündeki bekleyen tehlikeden haber verir. Bana da sadece bu tehlikeyi ‘’arz etmek’’ düşer… Çünkü tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Antik bir hüzün
09 Temmuz 2021
Bu haftaya müzikle başlamıştım... Pazartesi günü: Sıdkı Baba’nın ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’ dizesiyle başlayan gazeli, ardından Salı günü: Yine Sıdkı Baba’nın ‘’Nura Düş Oldum’’ adlı devriye şiirinden Ali Ekber Çiçek’in oluşturduğu ‘’Haydar Haydar’’ türküsü, Çarşamba günü: İranlı sanatçı olan Mamak Khadem’in Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşan ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkısı ve son olarak da dün Perşembe günü: Mehmet Güreli’nin yine Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşan ‘’Kimse Bilmez’’ şarkısını anlatmıştım…
Mademki haftaya müzikle başladım, müzikle devam ettim, haftayı müzikle bitireyim istiyorum… Ancak bugünkü müziğimi vermeden önce kısaca bir tarih (!) turu yapıp iki kavramı aktarmam gerekiyor…
‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ kavramları
‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ kavramları coğrafi birer ad olmakla beraber bu kavramlar coğrafi anlamda kullanılmıyor….
‘’Sefarad’’ sözcüğü İbrani dilinde İspanya’ya ad olarak veriliyor… 1492'de İspanya'dan kovulan Museviler İspanya kökenli oldukları için kendilerine "Sefarad" adını veriyor. İspanya dışında ayrıca Portekiz, İtalya, Kuzey Afrika, Türkiye, Ege Adaları ve Balkan ülkelerinde yaşayan Musevilerin büyük bölümü de bu adla anılıyor. 16. yüzyılda bütün bu gruplar, ‘’Judeo-Espegnol’’ veya "Ladino" denen bir dil konuşuyor… Bu dil İspanyolca'nın Kastilya lehçesine ilave ediliyor ve Türkçe, İbranice hatta Rumcadan gelen kelimelerden oluşuyor. ‘’Sefarad’’ ifadesi, günümüzde ‘’Aşkenaz’’ olmayan tüm Yahudilere verilen ad olarak kullanılıyor…
‘’Aşkenaz’’ sözcüğü ise Ortaçağ İbranicesinde bugünkü Almanya topraklarını tanımlıyor… . ‘’Aşkenaz’’ tanımı ise Doğu Avrupa'da yaşayan Musevileri tanımlamak için kullanılıyor... Aşkenaz Musevilerinin geleneksel dili olan ‘’Yidiş'’ dili Almanca ile benzerlik gösteriyor… II. Dünya Savaşı sırasındaki Holokost kurbanlarının büyük çoğunluğu Aşkenaz Musevileri oluşturuyor… Günümüzde dünya Yahudi nüfusunun çoğunluğunu Aşkenaz topluluğu oluşturuyor.
Yahudilerin bu ‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ ayırımı kendi aralarında bir sınıf ayırımına yol açıyor… Bugünkü İsrail’i Eşkenaz Yahudileri olan Orta ve Doğu Avrupalı Yahudiler kuruyor…. İsrail bölgesine ilk yerleşmeleri, İsrail devletinin kurulmasına öncülük etmeleri, iyi eğitim görmüş ve varlıklı kesim olmaları nedeniyle Eşkenaz Yahudileri İsrail’de daha ayrıcalıklı bir sınıf olarak görülüyor…
Sefarad ve Aşkenaz müzikleri
Yahudilerin bu ‘’Sefarad’’ ve ‘’Aşkenaz’’ ayırımları kültürlerine ve müziklerine de yansıyor… 1492'de ispanya ve Portekiz’de engizisyon sonucu dinlerini değiştirmeye zorlanan ya da vatanlarını terk etmek zorunda bırakılarak Akdeniz ülkelerine göç eden Sefarad Yahudilerinin hem yaşadıkları sürgün ve katliamlardan dolayı hem de farklı kültürlerle olan etkileşimleri sonucu ortaya çıkan Sefarad müzikleri inceden inceye, derinden derine bir hüzün taşıyor... Hâlbuki Aşkenaz müzikleri Sefarad müzikleri aksine daha coşkulu, daha neşeli oluyor… Sefarad müzikleri ayrıca Latin, Yunan, Balkan ve Türk kültürleriyle etkileşim içerisinde oldukları için hepsinden de esintiler taşıyor.
Günümüz Sefarad müziği
Günümüzde ise Sefarad müziklerini İstanbul’da Janet ve Jak Esim çifti yaşatıyor… Janet ve Jak Esim çifti Erkan Oğur ve Bülent Ortaçgil ile ortaklaşa albümler hazırlıyor ve konserler veriyor… İkilinin en bilinen albümleri ilk çalışmaları da olan "Antik bir hüzün" oluyor… Janet ve Jak Esim çifti 1992'de "German Critics Award" (Alman Eleştirmenler Ödülü)nü bu albümle kazanıyor… Böylece Zülfü Livaneli'den sonra bu ödülü alan ikinci Türk grup oluyor…İkili, Avrupa'da en çok konser veren Türk grup olarak kabul ediliyor…
Günümüzde Sefarad müziğini Avrupa’da da Londra merkezli bir müzik grubu olan ‘’Los Desterrados’’ grubu yaşatıyor… Bu grubun ‘’Por dos Levanim’’, ‘’Tu’’ ve ‘’Miradores’’ isimli üç albümü bulunuyor…. Bu albümlerde yer alan şarkıların çoğu bizlere tanıdık geliyor, bizden, Türk müziğinden esintiler taşıyor. Bu şarkılardan ‘’Tres Klavinas En Un Tiesto’’ isimli şarkı bizim ‘’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) diye bildiğimiz şarkı oluyor….
Ayrıca eski gelenekler ve kültürler üzerine araştırmalar yapan İspanyol bir sanatçı, besteci ve müzik yapımcısı olan Ana Alcaide (D. 1976)’nin ikinci albümü ‘’Como la luna y el sol’’ geleneksel Sefarad müziğinin yorumlarını içeriyor… Bu albüm, Ana Alcaide’nin ‘’Malmö Academy of Music’’ (Malmö Müzik Akademisi)'nde öğrenimini tamamladığı bitirme projesi oluyor… Ana Alcaide, ‘'La Cantiga del Fuego’' albümünde de 'Luna Sefardita'’ şarkısıyla Seferad müziğine yer veriyor…
Antik bir hüzün
Bu yaz günü aşağıda bağlantılarını verdiğim artık antik bir hüzün olan Sefarad müziklerini dinlediğinizde Korona, saray, kanal, ülkenin her daim berbat gündemi ve mafya babasının açıklamaları hep geride kalıyor…
Bakın artık; süzüle süzüle, yavaş yavaş, ağır ağır, usul usul, sessiz sessiz Temmuz da çekip gidiyor…
Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Janet & Jak Esim ikilisinin ‘’Antik bir hüzün’’ albümünde de yer alan bazı şarkılar…
Janet & Jak Esim: Tres Klavinas En Un Tiesto. Bu şarkı bizim bildiğimiz ‘’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) şarkısıdır. Ancak Janet kadife sesiyle bu şarkıyı çok güzel yorumluyor… Bu şarkı Los Desterrados grubunun ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde de aynı isimle yer alır..
https://www.youtube.com/watch?v=MyRt5dCRMt8
Janet & Jak Esim: Durme Durme Kerido ijiko
https://www.youtube.com/watch?v=PqzK6XGeSRg
Janet & Jak Esim: Los Bilbilikos
https://www.youtube.com/watch?v=GQBizZYR8Mc
Janet & Jak Esim: Alta Alta Es La Luna (Bu şarkı Los Desterrados grubunun ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde de yer alır),
https://www.youtube.com/watch?v=GUDLwynoDwM
Los Desterrados grubunun şarkıları
Los Desterrados grubunun ‘’Por dos Levanim’’ isimli albümünde yer alan bizim bildiğimiz ’Amanın Minnoş’’ (Minnuş) şarkısı: Tres Klavinas En Un Tiesto (Minnush)
https://www.youtube.com/watch?v=j6vmHGEDv_s
Los Desterrados grubundan Alta es la Luna:
https://www.youtube.com/watch?v=NGVVAj0ESl0
Bir başka Sefarad müzik grubu olan Nabil Akbib & Ensembl
Samira Kadiri: ‘’Alta es la Luna’’:
https://www.youtube.com/watch?v=f6uWmoFw_M0
İspanyol bir sanatçı, besteci ve müzik yapımcısı olan Ana Alcaide
Ana Alcaide, ‘’Como la luna y el sol’’ albümünden albüme adını veren şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=3nDXWbnHA90
Ana Alcaide, ‘'La Cantiga del Fuego’' albümünde yer alan 'Luna Sefardita'’ şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=KSM8K0yC_Lw
Kimse bilmez…
08 Temmuz 2021
Evvelsi gün, Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünün sözlerinin Sıdkı Baba’ya ait olan ‘’Nura Düş Oldum’’ adlı devriye şiirinden oluşturulduğunu, dün de İranlı sanatçı Mamak Khadem’in de ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkısının sözlerinin Ömer Hayyam'ın rubailerinden oluşturulduğunu anlatmıştım…
Bu yöntem müzikte sıkça başvurulan bir yöntemdir. Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli de Ömer Hayyam’ın sözlerini kullanarak güzel mi güzel bir şarkı besteler: ‘’Kimse bilmez''
Önce şarkının sözlerini vereyim:
''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...''
Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Mehmet Güreli’nin ‘’Kimse Bilmez’’ adlı şarkısı için sözlerini aldığı Hayyam'ın rubaileri ise şu şekildedir:
329.
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.
331.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.
361.
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.
Önce Hayyam’ın rubailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği bir görün…
‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar da astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…
‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…
‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de bir gelip geçenlerin, geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş ve kimseciklerin görmediği çiğler gibi kaldığını görün…
Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?'' Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten. ‘’Kimse bilmez’’ sözlerinin bilenlere çığlık çığlığa bir sitem, bilmeyenlere de çığlık çığlığa bir haykırış, bir kutsal isyan olduğunu görün...
Mehmet Güreli de müziğinde bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir…
Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…
Bugünler kasvet günleri ya… Bir yandan Korona salgını, bir yandan kısır iç siyasi tartışmalar, diğer yandan dış siyasetteki sıkıntılar, ABD, AB, Suriye, Libya, bir de Afganistan… Zaten bugünlerde de hava da yağışlı, kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, günlük telaşın hay huyunu, Koronayı, ABD’yi, kısır iç siyasi çekişmeleri gelin Mehmet Güreli’nin bu şarkısını dinleyin…
Mehmet Güreli'yi dinlerken de Hayyam'ın rübaisini düşünün:
''Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?''
''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende.''
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN
Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=h_GbtBt9pag
Doğu’nun sesi…
07 Temmuz 2021
Dün, sözleri Sıdkı Baba’ya ait olan Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünü anlatırken bu türkünün, bir İranlı sanatçı olan Mamak Khadem’in ‘’Heydar’’ adlı yorumuna da yer vermiştim…
Bugün de bu İranlı sanatçı Mamak Khadem’in bir başka şarkısına yer vermek istiyorum…
1992 yılında kurulan İranlı bir müzik grubu var: “Axiom of Choice” Bu grup İranlı müzisyen Ramin Tolkian ve Mammad Mohsenzadeh tarafından kuruluyor. ABD’de yaşayan kadın ses sanatçısı Mamak Khadem de grubun vokalistliğini yapıyor… Bu neo-etnik müzik grubunun müzik stili Fars klasik müziği ile batı müziklerinden bir sentezinden oluşuyor… Ne yazık ki bu grup sadece üç albüm yaparak dağılıyor… Bu albümlerin isimleri; ‘’Beyond Denial’’ (Faray-e Enkaar) (1996), Niya Yesh (2000) ve ''Unfolding'' (Goshayesh) (2002)
Grubun yaptıkları bu üç albümden sonuncusu olan ‘’Unfolding’’ (Goshayesh) adlı albümlerinde Ömer Hayyam'ın rubaileri şarkı sözü olarak kullanılıyor… Grubun bu albümünde yer alan ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkı da sözleri Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşuyor:
''Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi.
İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ (lamba) bil, âlemi de fânus. ,
İçinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek..
Aslında şaşkın bir şekilde.
Ey kalbim,
Ey aşığın yüreği,
Ey kalbin fedaisi…''
Bu dörtlükler Ömer Hayyam’ın ‘’Dörtlükler’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019) adlı eserinde iki farklı bölümde yer alıyor… Ancak son dörtlüğün sonunda yer alan ‘’Aslında şaşkın bir şekilde’’ ve şarkının son bölümü olan ‘’Ey kalbim, Ey aşığın yüreği, Ey kalbin fedaisi’’ Hayyam’a ait değil, bunlar rubailerde yer almıyor… Şarkıcı, sözleri Hayyam’dan alıp bu şarkıya uyarlarken bunları kendisi ekliyor tıpkı dün anlattığım gibi Ali Ekber Çiçek’in Sıdkı Baba’nın ‘’Nura Düş Oldum’’ şiirini alıp bestelerken şiirde yer almayan ‘’Haydar Haydar’’ sözcüklerini türküsüne eklediği gibi….
Şarkıdaki müzik, hançeredeki ses, hançeredeki feryâd, figân, ağıt, sözlerindeki anlam bize ait, Ortasya'dan Balkanlara, Kafkasya'dan Ortadoğu'ya bizim coğrafyamıza ait, bizim kültürümüze ait…
Belki bu Koronalı sürecin son günlerinde bu şarkı bizlerin halet-i ruhiyemizi mi anlatır bilemem artık... Zira güneş bir lamba, âlem de bir fânus... Ve fânusun İçinde ateş böcekleri gibi dönmekteyiz şekil şekil, benek benek, kelebek kelebek... Ve tıpkı da şarkıda da olduğu gibi şaşkın bir şekilde...
‘’İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ (lamba) bil, âlemi de fânus. ,
İçinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek..
Aslında şaşkın bir şekilde’’
Kâniat dediğimiz bir hayal fânus aslında… Ama biz ona gerçeklik atfederiz. Bütün acılarımız ve şaşkınlığımız ondandır… Bir bilsek; bizlerin bu kâinatın içinde olmadığımızı, bu kâinatın bizim içimizde olduğunu!…Dışımızda gördüğümüz her şeyin bir prodüksiyon, bir yansıma olduğunu, içimizin bir yansıması olduğunu!…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Axiom of Choice, “Unfolding” isimli albümünden: ‘’Color of Dreams’’:
https://www.youtube.com/watch?v=tu4bz2M2i1Q
BMC
21 Nisan 2021
İki gün önce Tosyalı Holding'in, Ethem Sancak'ın Katar ortaklığı olan BMC'deki yüzde 25 oranındaki hissesinin alımı için görüşmeler yaptığı haberi basına yansıyor… Bu haber bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı, 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatıyor:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Peki, mazi benim kalbimde neden bir yaradır? Bunu açmak için kısa bir yakın tarih turu yapmam gerekiyor…
British Motor Corporation
BMC, 1964 yılında British Motor Corporation (Britanya Motor Kuruluşu) adı altında %74 yerli sermaye ve yerli bir ortakla İzmir'de kuruluyor. Fabrikanın açılışına İngiltere Kraliçesi de geliyor…
BMC, İlk yıllarında Austin ve Morris markalı ticari araçları üreterek işe başlıyor. BMC, 1966 yılından itibaren kamyon, kamyonet, traktör ve motor üretmeye başlıyor...
BMC, 1976 yılında, Türkiye'de ilk dizel motor üretimini ve benzinli motorların dizel adaptasyonunu gerçekleştiriyor. BMC, motorlu araçların yanı sıra, endüstriyel motorları, jeneratörleri, deniz motorlarını ve askerî amaçlı ürünleri de üretmeye başlıyor. Yine bu yıllarda, ‘’Leyland’’ serisine ait ilk hafif ticari araç olan ‘’Leyland 30’’ kamyoneti piyasaya sunuyor. 1983 yılında Volvo Truck Corporation ile ortaklık kuran BMC, Türkiye'nin ilk turbo motorlu ticari araçları olan ‘’Yavuz’’ serisini üretiyor. 1985 yılında anlaşma yaptığı Cummins Engine Company ile Cummins motorlu ‘’Fatih’’ serisi kamyonları üretmeye başlıyor…
Yüzde yüz yerli ve milli BMC
1989 yılında şirketin bütün hisseleri Çukurova Holding tarafından satın alınıyor. Böylece BMC'nin başlangıçta %74 olan yerli sermaye oranı 1989 yılında %100 yerli sermayeye ulaşmış oluyor. Bu şu anlama geliyor: Artık Türkiye’nin motorlu araç üreten ve geliştiren %100 yerli bir şirketi vardır.
BMC, 1990 yılında ünlü İtalyan tasarım kuruluşu Pininfarina ile iş birliği anlaşması imzalayarak, altı yıl süren yoğun çalışma ve 120 milyon ABD Doları'nı aşan yatırımın sonucunda, 1996 yılının Haziran ayında sınai ve ticari mülkiyeti BMC'ye ait olan ‘’Profesyonel'i üreterek piyasaya sürüyor…
Böylece BMC 2,8 tondan 40 tona kadar yük ve yolcu taşımacılığının tüm sınıflarında özel araç üretimi yapan Türkiye'nin tek Dünyanın ise dört üreticisinden birisi haline geliyor…
Ayrıca BMC fabrikaları bünyesinde, müşteri isteğine göre 6 ay gibi kısa bir sürede araç tasarlayıp üretebilen bir firma haline geliyor.
BMC, 2004 yılında 40 milyon dolarlık yatırımla tüm mühendislik çalışmaları BMC’ye ait, 74 mühendis ve 159 teknik elemanın 5 yıl süren zorlu çalışmasının ürünü olan, üstün teknolojisi ve modern tasarımıyla hafif ticari araç pazarında yepyeni bir sayfa açan, farklı sektörlerin her tür ihtiyacını karşılayabilecek vanlar, kombiler, kombi vanlar, minibüsler ve kamyonetlerden oluşan 19 modeli olan ‘’Megastar’’ı yaratıyor…
BMC, Türkiye’de bazı ilklerin de sahibi oluyor: BMC; Türkiye’deki yerli ve milli olarak ilk dökümhane, ilk dizel motor üretimi, ilk çıraklık eğitim merkezi, ilk turbo motorlu araç, ilk yerli hafif ticari araç, ilk çevreye duyarlı doğal gazlı otobüs, ilk tam alçak tabanlı otobüs ve ilk yerli taktik tekerlekli zırhlı araç üretimi gibi sektöre yön veren ilkleri gerçekleştiriyor...
Hiçbir başarı cezasız bırakılmıyor!
Ancak burası Türkiye’dir ve hiçbir başarı cezasız bırakılmıyor…
18 Mayıs 2013 tarihinde Çukurova Holdinginin en büyük hissedarı olan Mehmet Emin Karamehmet'in, Cavit Çağlar ile İnterbank ile ilgili kredi ilişkilerinden kaynaklanan 440 milyon dolar borçtan kalan 75 milyon doların ödenmemesi nedeniyle TMSF tarafından holdingin Skyturk 360, Show TV, Akşam Gazetesi ve BMC şirketlerine el konuluyor. Hâlbuki Türkiye’nin ilk yerli ve milli motorunu da üretebilen ticari araç şirketi olan, TSK’ne Kirpi gibi zırhlı taktik tekerlekli ve diğer askerî araçları ve kamu birimlerine ve belediyelere ihtiyacı olan araçları üretip satan, yani pazarı hazır olan BMC’nin 75 milyon doları bulan borcu ödeme gücü bulunuyor. Ancak buna fırsat tanınmıyor…
BMC, 30 Nisan 2014 tarihinde TMSF tarafından yapılan ihalede tek katılımcı olarak teklif veren iş adamı Ethem Sancak'a ait olan "Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ"ne 200 milyon Dolar’a (o zamanki TL karşılığı 751 milyon TL’ye) satılıyor. Etik olan, ihalede tek katılımcı olması nedeniyle satılan şirketin değerini bulması için ihalenin tekrarlanmasıdır. Ancak zaten maksat da şirketin değerini bulması değildir. BMC, 751 milyon TL’ye satıldığında şirketin sadece arsa değeri 1.5 milyar TL’yi buluyor…
Rekabet Kurumu 21 Mayıs 2014 tarihinde internet sitesinden yaptığı açıklamayla BMC'nin Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ.'ne devredilmesi işlemine izin verilmesinde sakınca bulunmadığını duyuruyor.
Üç ay içerisinde alınıp satılanlar
Ethem Sancak, BMC’yi aldıktan hemen üç ay sonra BMC’nin % 25 hissesini 100 milyon Dolara Öztreyler Şirketine, % 49.9 hissesini de 300 milyon Dolara Katar Ordusuna satıyor.
Katar'ın BMC'ye ortak olması ihale yoluyla değil, Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’ne ortak olmasıyla gerçekleşiyor. Haziran 2014’de Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’nin sermayesinin yüzde 191 artırıyor. Bu artırımda Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi %49.9 pay ile iştirak ediyor. Böylelikle Katar'ın Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’ndeki ve BMC'deki payı yüzde 49.9 oluyor… Hemen ardından Ticaret Sicil Gazetesi'nde şirketin yönetim kuruluna yedi Katar vatandaşı atandığı yazıyor…
Yani Ethem Sancak 2014 yılı Nisan ayında %100’nü 200 milyon dolara satın aldığı BMC’nin %75’ini, BMC’yi satın aldıktan sadece üç ay sonra, 2014 yılı Haziran ayında 400 milyon dolara satıyor.
Yüzde 49.9’u Katar’ın olan BMC’ye verilenler
2015 yılında Sakarya Karasu'da 2.2 milyon metrekarelik arazi, bu arazi üzerinde savunma sanayi ürünleri, tren ekipmanı üretimi yapması için BMC’ye tahsis ediliyor…
Bu sırada BMC, Otokar'ın 2009'da prototip üretimi ihalesini aldığı, 2012-2014 arasında 5 prototipini ürettiği Altay Tankı'yla ilgilenmeye başlıyor. Yapılan seri üretim ihalesine Otokar ile beraber BMC ve FNSS de giriyor. SSB, bu ihalede Otokar'ın teklifini yüksek bulduğunu gerekçe göstererek süreci iptal ediyor. SSB, Nisan 2018'de yeniden seri üretim ihalesine çıkıyor. BMC o ihalede sürpriz bir şekilde Otokar ve FNSS'i geride bırakarak Altay Tankı seri üretimi için SSB ile sözleşme imzalıyor.
BMC, SSB’den Nisan 2018’de Altay Tankı’nın seri üretim ihalesini aldıktan hemen sonra Mayıs 2018'de Cumhurbaşkanlığı kararı ile BMC’ye karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler veriliyor… Bir yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı kararı ile 31 Aralık 2019 tarihine kadar devir işlemleri tamamlanmak üzere Arifiye Tank-Palet Fabrikası 25 yıllığına BMC'ye kiralanıyor.
SSB’de değerlendirmeler yapılırken O zamanki Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli 11 Ocak 2018 tarihinde şu açıklamayı yapıyor: “Teklifler verildi. Şu anda değerlendirilmesi yapılıyor. Birçok kriter var. O çerçevede en uygun teklifi kim vermişse ihaleyi o alacak. Öyle herhangi bir kişinin, grubun dışlanması diye bir şey söz konusu olamaz. Bunlar zaten açık yapılıyor, tankın seri üretimine 2019 yılının sonu, 2020’nin başında geçeceğiz.”
SSB tarafından yayımlanan 2017-2021 yılı stratejik planında, ilk 15 ALTAY ana muharebe tankının 2020 yılında hizmete gireceği, 2021’de ise 20 tankın teslim edileceği bilgisi yer alıyor.
Bu işlemler yapılırken 2016’da İSO 500 listesine 137. sıradan giren BMC, 2017’de 79., 2018’de 61., 2019’da 51. sıraya ulaşıyor. Şirketin 2016 yılında 783 milyon TL olan cirosu, 2018’de 2 milyar 676 milyon TL’ye, 2019’da 3 milyar 386 milyon TL’ye yükseliyor…
İki gün önce ajanslara bir haber düşüyor… Ajanslar çelik üreticisi Tosyalı Holding'in, BMC’nin yüzde 25'ini kontrol eden işadamı Ethem Sancak ile hisseleri satın almak için masaya oturduğunu yazıyor…
Tosyalı Holding'in, Ethem Sancak'ın BMC'deki yüzde 25 oranındaki hissesinin alımı gerçekleşirse Ethem Sancak tamamen BMC’den çekilmiş oluyor… Böylece Ethem Sancak BMC’deki aracılık misyonu tamamlamış oluyor. Böylece BMC; ortakları %49.9 Katar, %25 Öztreyler Şirketi ve %25.1 Tosyalı Holdingin olan bir şirkete dönüşüyor…
Tosyalı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Tosyalı’dır. Fuat Tosyalı, halen Tosyalı Holding bünyesindeki görevinin yanı sıra; Türkiye Cumhuriyeti Varlık Fonu Yönetim Kurulu Üyeliği, Türkiye Çelik Üreticileri Derneği (TÇÜD) Yönetim Kurulu Başkanlığı, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) İcra Kurulu Üyeliği yapıyor. Fuat Tosyalı aynı zamanda Türkiye-Cezayir İş Konseyi Başkanlığı görevini de yürütüyor…
Olmayan tanklar
İşte böyle; ajanslarda Sancak’ın, %49 Katar ortaklığı BMC’deki hisselerinin Tosyalı Holding’e devrederek BMC’den çıkacağı haberi yer alıyor. Ancak sözleşme gereği TSK'ya 2019 sonu veya 2020 başında teslim edilmesi gerekirken hala bir tanesi bile teslim edilmeyen tanklardan kimsecikler bahsetmiyor…
M1 Abrams ABD tankını ABD milli şirketi Chrysler Defense firması tasarlayıp ABD milli şirketi General Dynamics Corp. üretiyor. Leopar Alman tankını Alam milli şirketi Kraus-Maffei üretiyor. Leclerc Fransız tankını Fransız milli firması Nexter üretiyor. Challenger İngiliz tankını, İngiliz milli firması Alvis Vickers, BAE Systems üretiyor. T-84 Ukrayna tankını Ukrayna milli şirketi Malyshev Factory üretiyor. T-14 Armata Rus tankını Rus milli şirketi Uralvagonzavod üretiyor. K2 Black Panther Güney Kore tankını Güney Kore milli şirketi Hyundai-Kia Automotive Group şirketinin bünyesinde bulunan ROTEM üretiyor. Merkeva İsrail tankını İsrail milli şirketi MANTAK, IDF Ordnance üretiyor. Bu liste uzar da uzar. İstisnası yoktur. Pardon, unutmuşum. Bu listenin tek bir istisnası vardır: Türkiye’nin milli tankı olan Altay Tankı’nı üretmesi görevini %49.9 hissesi Arap Katar şirketinin olan BMC'ye veriliyor...
Mazi kalbimde bir yaradır
1989 yılından beri, ürün tasarım, geliştirme ve mühendislik çalışmalarını dışa bağımlı olmadan sürdüren, %100 milli ve yerli ilk ve tek Türk otomotiv kuruluşu olan BMC, artık 2014 yılından beri %49.9’u yabacı olan bir şirkettir. Hani şimdilerde Türkiye’nin ilk yerli ve milli TOGG diye bir otomobili üretmeye çalışıyorlar ya. Biz elimizdeki %100 yerli ve milli bir otomotiv şirketini Arap Katar’a altın tepside sunuyoruz. Bir de üstelik ondan bize tank yapmasını bekliyoruz… Godot'yu beklesek daha iyi sanki...
BMC, bir milli şirket olarak öylesine benimseniyordu ki Şanlıurfa’nın Ceylanpınar İlçesi’nde kamyon sürücüsü Mehmet Yıldız isimli bir vatandaş, yıllarca hayalini kurup alamadığı BMC kamyonun markasını kızına ad olarak veriyor. Şimdi merhum Mehmet Yıldız kızı doğduğunda nüfus müdürüne kızının ad olarak ‘’BMC’’ adını vermek istediğini söylüyor... Ancak nüfus müdürü, kızın nüfus kâğıdına BMC yerine ‘’Bemece’’ diye yazıyor... (Hürriyet Gazetesi 16.11.2004)
Sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı, 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu neden hatırladığımı anlıyorsunuz değil mi?
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Osman AYDOĞAN
''Haydar Haydar'' türküsü
06 Temmuz 2021
Gündemin sıkıcı ve boğucu havasından uzaklaşmak için dün Sıdkı Baba’yı ve onun ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’ dizeleriyle başlayan bir şiirini anlatmıştım. Gündem aynı gündem; sıkıcı ve boğucu... Bu sıkıcı ve boğucu atmosferden kurtulmak için hazır Sıdkı Baba’yı anmışken burada bırakmayayım, bugün de Sıdkı Baba’nın hepimizin severek dinlediği, Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsüne kaynaklık eden ‘’Nura Düş Oldum’’ adlı devriye şiirini ve Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsüne anlatmak istedim...
Ali Ekber Çiçek'in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünde söylediği dizeler ile bu türküye kaynak olan Sıdkı Baba’nın ş