Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2020 / 2

Zaman geçer, biz göçerken

31 Aralık 2020

Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’


Yılın bu son uzun gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım neler, neler buldum neler… Bulduklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:

‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’

Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum…

Karacaoğlan’ı aradım sonra;

‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’

Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum…

Veysel’i aradım daha sonra;

‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’

Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum…

Yunus’u aradım daha daha sonra;

‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’

Bu dünyadan gidenken kalanlara selam vermenin ne büyük bir olgunluk olduğunu buldum…

Melih Cevdet Anday’ı aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…

İS 161- 180 yıllarında hükümdar olan Roma imparatoru filozof Marcus Aurelius’u aradım sonra… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…

Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyaloğu buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı.’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız, sonsuz ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün ''Salı'' olmadığını buldum…

Daha başka şeyler de buldum…

Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksisi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş… Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…

Bu koskoca, bu devasa evrende yerimizin sıradan ve çok çok küçük olduğunu, zamanımızın ise çok çok kısa olduğunu buldum... Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğü içerisinde neleri neleri, ne olmaz şeyleri kendimize dert edindiğimizi buldum...

Aslında 31 Aralık'ın dünyamızın güneşin etrafında dönerken, insanoğlu olarak turları saydığımız sıradan bir başlangıçta yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum…

Zamanın geçtiği, bizim göçtüğümüz, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimiz, iki kapılı bir handa gittiğimiz bir andayız bugün... Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafındaki bu yeni turunda ve müteakip bütün turlarında; siz değerli arkadaşlarıma, dostlarıma, büyüklerime, akrabalarıma, bu satırlarımı okuyan sizlere, sizler gibi ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;

Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim… İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim… Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…  Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim… Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim… Süreyi iyi yaşamalarını diledim… Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim… Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…

Yunus’u aradım tekrar… Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;

‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’

Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…

Osman AYDOĞAN


Türkiye’de kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet...

30 Aralık 2020

Günümüzde ülkemizde kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet giderek artan önemli bir toplumsal sorunlardan birisi haline geliyor... Gün geçmiyor ki kadın cinayeti haberi gelmesin. Bugün hemen hemen bütün gazeteler, dün erkekler tarafından öldürülen üç kadın cinayetini manşet yaparak çıktılar.

‘’Kadına Yönelik Şiddet’’ tanımı

Yazılarımda sıkça vurgularım; ‘’Her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye. Bu nedenle ‘’şiddet’’in tanımını iyi yapmak gerekiyor ki mücadele araçları da buna göre olsun…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ‘’şiddet’’in tanımını; “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma ihtimali bulunması” olarak yapıyor…

Fiziksel şiddet içeriğinde; dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedene zarar gelmesine sebep olmak yer alıyor...

Psikolojik şiddet içeriğinde ise; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları bulunuyor…

Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabiliyor… Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabiliyor.

Dolayısıyla kadına yönelik şiddet deyince şiddeti sadece kadını öldürme olarak anlaşılmamalıdır.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet istatistikleri

Günümüzde kadına yönelik her iki şiddetin ülkemizde ne kadar yaygın olduğu konusunda sağlıklı rakamlar ne yazık ki elimizde mevcut bulunmamaktadır. Bunun nedeni psikolojik şiddet çoğunlukla kayıtlara girmezken fiziksel şiddette ise intihar süsü verilerek üstünün kapatılması ve her iki şiddet mağduru kadınların sessiz kalıp kendini kaderine mahkûm etmeleri olarak gösterilmektedir.

2019 yılı ‘’Kadın, Barış ve Güvenlik Endeksi’’ araştırmasına göre; 167 ülke arasından kadınlar için hayat kalitesinin en yüksek olduğu ülke Norveç olurken, Türkiye 114. sırada yer almıştır. ‘’Küresel Cinsiyet Eşitsizliği’’ raporuna göre de Türkiye 153 ülke arasından 130. olmuştur.

Son yıllarda Türkiye’de öldürülen kadınlar:

2008'de 80,
2009'da 109,
2010'da 180,
2011'de 121,
2012'de 210,
2013'te 237,
2014'te 294,
2015'te 303,
2016'da 328,
2017'de 409,
2018'de 440,
2019'da 474 kadın öldürülmüştür. Yılları alt alta yazmamın nedeni yıllara bağlı olarak kadın cinayetlerdeki artışı göstermek içindir.

Ayrıca bu tabloya intihar süsü verilmiş kadın cinayetleri dâhil edilmemiştir. Türkiye'de kadın intiharlarının erkek intiharlarından yüksek olmasının nedeninin kadın intiharlarının çoğunun intihar süsü verilmiş töre cinayeti olduğu değerlendirilmektedir.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan ‘’Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme Raporu’’nda Türkiye’de kadın cinayetlerinin son 10 yılda %1400 arttığı ileri sürülmektedir…

Bu listeye kadın tecavüzleri, seks işçiliğine zorlanma, kadın tacizleri ve kadına yapılan mobbing eklendiğinde ortaya çok korkunç bir tablo çıkmaktadır. Ülkemizde kadın cinayetlerindeki bu artış gibi kadına yönelik olarak yapılan şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing gibi farklı alanlarda da benzer oranlarda kadına şiddet artarak devam etmektedir…

Türkiye’de kadına yönelik artan şiddetin kaynağı

Ülkemizdeki kadına yönelik artan bu şiddetin psikolojik, sosyolojik,  kültürel, geleneksel ve ekonomik nedenleri başta olmak üzere çeşitli sebepleri vardır. Ancak kadına yönelik bu artışın dört nedeni var ki üzerinde önemle durulmalıdır diye değerlendiriyorum.  

Bunlardan birincisi; toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemidir.

Toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemleri ve kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen sözcükler, erkeklerin zihninde her zaman için patlamaya hazır bombalar gibi yer almaktadır.

Türkiye’de siyasal iktidarlar, iktidarı temsil eden yetkililer ve Türk medyası, kadını; “namus” ve “ahlak” gibi son derece kişisel ve muğlak terimler çerçevesinde; “ev kadını”, “vefakâr anne”, “özverili eş”, “cinsel obje”, “seksi güzel”, “güçsüz / itaatkâr”, “kötü kalpli”, “hırslı”, “cüretkâr” gibi sıfat ve rollerin altında ele alarak onu cinsellik, iktidar, aşk, aldatma/aldatılma, intikam, kıskançlık gibi konuların merkezine yerleştirmektedir. Türk medyası ayrıca “annelik” ve “ev kadınlığı” gibi rollerin bir kadının birincil vasıfları ve görevleri olduğu şeklinde sunmaktadır. Daha dün Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, boşanmaları eleştirirken bu durumda suçlu olarak çalışan kadınları göstererek “Hiçbir meslek ya da hedef; aile olmaktan, anne olmaktan daha önemli kabul edilemez” ifadelerini kullanabilmiştir. (Gazeteler, 29 Aralık 2020)

Kadınlar hakkında dilde yer alan ve günlük hayatta kullanılan bu tür sözcüklerin toplumda nasıl bir tahribat yarattığını Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ’nı yazdıklarını örnek olarak verebilirim.  Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ (Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128) isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerinden bahseder...

Selâme Mûsâ’ya göre, dildeki “fosilleşmiş” kelimelerin varlığı toplumda çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan ‘kan’, ’öç’, ‘ırz’ kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.” Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde dil konusunu hiç düşündük mü acaba?

Bunlardan ikincisi kadına ve çocuklara yönelik şiddetin cezasız kalması veya verilen cezaların caydırıcı olmamasıdır…

Mahkemelerde ne yazık ki tecavüzde hâkim karşısında kravat takmak iyi hal indirimi olarak değerlendirilebilmektedir. Değişik kurslarda, yurtlarda ve vakıflarda çocuklara yapılan toplu tecavüz vakalarının üstü örtülüyor… Bir bakan, hem de kadın bir bakan bir vakıftaki 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olarak "Bir kere yaşanmış bir olay" diyebilmiştir.

İşte bu nedenle dün, katledilen üç kadın haberi üzerine ‘’Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’’ şu açıklamayı yapıyor: “Erkekler bu cesareti kadın cinayetlerine karşı net tutum almayan yetkililerden alıyor.”

Bunlardan üçüncüsü ülkenin siyasi atmosferine hâkim olan şiddet kültürüdür…

İktidarı ile muhalefeti ile siyaset meydanlarında, meclis kürsülerinde, TV’lerde, haber kanallarında ve açık oturumlarda sarf edilen kötü ve sert tondaki ağıza alınamayacak sözler, çirkin ifadeler, hakaretler, aşağılamalar ve buralarda sergilenen çatık kaşlar, parmak göstermeler, şiddet ve celâl tüm ülke sathına dalga dalga ve katlanarak yayılarak caddelere, sokaklara, evlere, odalara ve en kuytu yerlere ulaşmakta ve buralarda oluşan şiddet, kim kimi zayıf bulmuşsa onun ve özellikle toplumdaki en savunmasız olan kadınların bedenlerinde somutlaşmaktadır…

Bunlardan dördüncüsü siyasetçilerin kullandığı kadın düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı eril dildir…

Eril dil ve kadın düşmanı açıklamalar her partinin siyasetçilerince yapılıyor. Ancak bu konuda birinciliği iktidar partisinin kimseye kaptırmadığı kesindir… İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dile örnekler vermek istiyorum. Çünkü; medyada sadece iktidar sözcülerinin sözleri yer almakta ve onların iktidarı ve meşru otoriteyi temsil etmeleri nedeniyle toplumda sözlerinin etkileri çok daha yüksel olmaktadır...

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009)

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: ‘’Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarılıyor!…

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan CB Erdoğan: "Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen ‘’Eşitlik İzleme Kadın Grubu’’ (EŞİTİZ)’ndan avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok…

Siyasetçinin bu eril dilinin sonuçları

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları Claude Julien'in söylediği gibi dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkilemektedir.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşanlar iktidara mensup kişiler ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir...

Şiddete kaynaklık teşkil eden siyasetteki dil sorunu

Siyasetin temelinde ‘’dil’’ kavramı yatmaktadır. Bu nedenle de ‘’siyaset dili’’ büyük önem taşır. İster iktidarda, ister muhalefette olsun siyasetçinin dili, oraya buraya çekilmeyecek, kutuplaşmaya zemin hazırlamayacak ölçüde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır.

Siyasette yanlış anlamalara, alınganlıklara zemin hazırlayan, kutuplaştıran, öfke ve şiddet içeren sözler, davranışlar; yerini, akılcı ve gerçekçi çizgide söylemlere, tutum ve davranışlara bırakmalıdır.

Siyasetçi ‘’insanı merkeze alarak’’ halka anlayış, saygı ve sevgi ile yaklaşmalı, içten ve olumlu sözlerini beden dili ile bütünleştirmelidir. Ağzından çıkacak her sözü yerinde ve zamanında kullanmalı, böylece halk ile sıcak ilişki kurma becerisini gösterebilmelidir. Unutulmamalıdır ki “siyaset”; aklını kullanarak, dil ve beden dili aracılığı ile problemleri zor kullanmadan tatlılıkla çözme sanatıdır…

Politikada tartışma mutlaka olacaktır ama siyasi terbiye ve nezaket sınırlarını aşan, “olumsuz sözler ve davranışlar’’ halk sağlığını fazlasıyla tehdit etmektedir…

Siyasetçi, toplumda ‘’rol-model’’, yani örnek olma görevini üstlenmiş kişi demektir. Bu bakımdan, zaman zaman onun dilinde ifadesini bulan öfke yüklü söylemler ve buna bağlı olarak sergilenen nefret söylemleri, itici, kışkırtıcı jestler, mimikler ve davranışlar anlattığım gibi hiç de olumlu sonuçlar doğurmamaktadır…

Bu bağlamda, hiçbir siyasetçinin olumsuz sözleri, tutum ve davranışları kendisiyle sınırlı kalmamakta, hatta dalga dalga ülke sathına yayılarak bir domino etkisi yaratıp, toplumsal ve sosyal huzuru ve barışı ve ulusal güvenliği bütünüyle tehlikeye düşmektedir... 

Bu nedenle her siyasetçi, önce iyice düşünmeli, sonra dikkatli bir şekilde konuşmalı ve nihayet özenli, olgun, örnek oluşturacak olumlu tavırlar sergilemelidir…

Acil uygulanması gereken yasalar

Kadına yönelik şiddete karşı söylemlerde bulunmak, bu olayları kınamak, ahkâm kesmek kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde artık pek bir anlam ifade etmemektedir… Zaman eyleme geçme zamanıdır.

Bu kapsamda;

* Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 19 Aralık 1979 tarih ve 34/180 sayılı kararıyla kabul edilen ve Türkiye tarafından 1985 yılında çekinceleriyle kabul ettiği, ancak 2008 tarihinde 29. maddenin 1. fıkrasına ilişkin çekince hariç diğer çekincelerini kaldırdığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’’;

* Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun ‘’Kadınların ve erkeklerin insana yakışır işlerde çalışıp insana yakışır kazanç sağlayabilmeleri için gerekli fırsatların artırılması’’ strateji hedefleri;

* Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarında yer alan Kadının Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşmeler;

* 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan, Türkiye’nin de imzaladığı ve 1 Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye’de resmen yürürlüğe giren kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde olan ‘’İstanbul Sözleşmesi’’,

* 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu;

* 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun;

* T.C Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ‘’Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2018 - 2023)’’

Derhal uygulanmalıdır! Zaman mazeret üretme değil, zaman eylem zamanıdır… Bu konuda eyleme geçmeyen sözlerin konuya hiçbir katkısı olmayacaktır…

Sonuç

Öncelikle iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi çatışma ve şiddet kültürünü terk etmelidir. Siyasetçinin dili uzlaşıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı olacak şekilde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır…

İktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi; kadın konusundaki ilkel düşüncesini, eril dilini ve maço davranışlarını düzeltmelidir… Kadın - erkek eşitliği konusunda siyasetçi topluma örnek olmalıdır…

Sözlüklerde yer alan, erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik fosilleşmiş, kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen nefret sözcüklerinin tamamı ayıklanmalı ve bir daha kullanılmamalıdır…

Kadına yönelik şiddette verilen cezalar caydırıcı olmalıdır.

Yukarıda saydığım kadını korumaya dönük olan yasalar derhal uygulanmalıdır!

Türkiye’de her kadın cinayetinin ardında yukarıda saydığım hatalar, kusurlar ve ihmaller bulunmaktadır. Dolayısıyla kadın cinayetlerinin vebali bu saydığım hataları, kusurları ve ihmalleri bulunan siyasetçilerin boynunadır...

Sözün özü: Türkiye'deki kadın cinayetleri politiktir...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 


Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

29 Aralık 2020


Sözlerini, nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (bu lakabı ona Atatürk takmıştı) Diyarbakır Ulu Cami Müezzini Celal Güzelses’in yazdığı, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin derlediği güzel mi güzel bir Diyarbakır türküsü var. Adı ‘’Bahçada yeşil hıyar’’. Ancak türkü TRT arşivine girerken sansüre takılarak ‘’Bahçada yeşil çınar’’ halini alır. 

Bu türkü Kardeş Türküler’in ‘’Bahar’’ isimli albümünde yer alır… Ve diğer şarkıları, türküleri dinlemeden sadece bu türkü için bu albümü dinliyor insan (Bu türkünün bağlantısını yazımın sonunda veriyorum). Kardeş Türküler’de bu türküyü Vedat Yıldırım söyler. Erkan Oğur ise hem saz çalar hem de türkünün sonunda divân edebiyatının en güzel gazellerinden birisini okur:

’Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.’’

(Belâmın sebebi benim gönlümdür; o sevgiliden şikâyetimiz yoktur.
Bizim şi­kâyetimiz gönüldendir, kimseden feryâdımız yoktur.

Bu türküde usul usul söyler Vedat Yıldırım, usul usul çalar Erkan Oğur. Vedat Yıldırım'ın usul usul serzenişi, içten bir feryadı, içini dökmesi; içinizi dağlar, bağrınızı deler... Sizleri uzak uzak farklı diyarlara götürür. Hangi yaşta olursanız olun, ne yaşamışsanız yaşayın bu türkü aslında sizi anlatır, gözleriniz onun için yaşarır:

‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’

‘’Sen bana yar olmazsın,
Gözüme gülme bari’’

Türkünün sonunda mahzun mahzun dudaklarınızdan işte o gazelin sonu dökülür:

"Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur."

Gazel bu kadar değil tabii… Meraklıları için gazelin tamamını ve Türkçesini de yazımın sonunda veriyorum. Ancak bu gazel kime aittir? Kısaca bunu anlatmak istiyorum.

Dîvâne Mehmed Çelebi

Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘’Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’’ (İnkılap Kitabevi, 2009) isimli kitabının 473 ile 493. sayfalarını Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ayırır ve bu gazelin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu ve bu beytin de Türk Divân edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olduğunu yazar…

Dîvâne Mehmed Çelebi, (Semâî Mehmed Çelebi ya da Sultan Dîvânî) 15. yüzyılda (1448 veya 1471 - Nisan 1529) Osmanlı döneminde yaşamış Mevlevî şeyhi ve Divân şairidir. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarikatına önemli hizmetlerde bulunur. Dîvâne Mehmed Çelebi, Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.

Nev’i

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri’nin beraber yazdıkları  ‘’Nev’î - Divân - Tenkidli Basım’’ (İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul 1977) isimli kitaplarında ve Mustafa Nejat Sefercioğlu ‘’Nev’î Divânı'nın Tahlili’’ (Akçağ Yayınları, 2001) isimli kitabında ise ‘’Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur’’ diye başlayan gazelin Malkara doğumlu, 16. yüzyılda yaşamış, asıl adı Yahyâ, babası Pîr Ali Efendi olan bir Halvetî şeyhi Nev’î’ye ait olduğunu yazarlar. Ki Divân içinde Nev’î’nin ismi de geçer.


Nev’î, ilköğrenimini, babasının yanında tamamlayıp İstanbul’a gider. Medrese öğrenimi görür. Karamânî Ahmed ve Mehmed adlı dönemin iki önemli  müderrisinden, Şâir Bâkî, Hoca Saadeddîn Efendi gibi ünlülerle birlikte ders alır.. 1566’da tahsilini bitirir ve müderrislik (hocalık, profesörlük) görevine başlar. III. Murad’ın şehzâdesi Mustafa’nın hocalığı görevine getirilir. Diğer şehzâdeler olan Osman, Bâyezîd ve Abdullah ile de ilgilenir. Kazasker rütbesiyle tekâüde (emekliye) ayrılır. 

Nev’î, çok güçlü bir şâirdir. Ama yakınında Bâkî gibi bir ustanın bulunuşu, onu daima gölgede bırakır.

Gazelin kaynağı

Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı, eserinde bu gazelin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu yazsa da Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri ve Mustafa Nejat kitaplarında yazdığı gibi ve gazel içinde ‘’Nev’î isminin geçmesi nedeniyle bu gazelin Nev’î’ye ait olduğu değerlendirilmektedir.

Sonuç

Bu gazel kime ait olursa olsun, kim yazarsa yazsın, benim demek istediğim o ki; ‘’Belâ dildendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur.’’

Bir de fazladan ‘’Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâd’ımız –da- yoktur.’’

Osman AYDOĞAN

Kardeş Türküler’den ‘’Bahçede yeşil çınar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NPLjgd4euEs

Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı:

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur

Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Gazelin günümüz Türkçesi

Şimdi bu kadar güzel bir gazeli böyle bırakıp günümüz Türkçesiyle açıklamasını da yapmasam olmazdı! İsterseniz Dîvâne Mehmed Çelebi’nin gazelinden beyit beyit gidelim: (Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç’ın açıklamasıyla)

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şi­kâyetimiz gönüldendir, kimseden şikâyetimiz yoktur.

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

O İsa gibi dudakları olan sevgili, ölüler âlemindeki ruhlardan daha da ölü olduğumuzu bilir de âşıkları niye hatırlamaz? (Hz. İsa, edebiyatımızda sık sık ölülere hayat verme mucizesiyle geçer. Burada da sevgili Hz. İsa’ya benzetil­mekte, ölü hükmündeki âşığa öpüşüyle can vermesi isten­mektedir.)

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Meyhanede oturup kalkanlara (İlâhi aşk sahiple­rine) kıyametteki hesap gününü açma ey zahid! Bizim asla bu varlık defterinde adımız geçmez (bundan dolayı bizim için hesap yoktur).

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Biz kumru kuşu gibi anamızdan aşk halkasıyla doğmuşuz. Bunun için dert ve üzüntü bağının tutsağı ol­muşuz, artık hürriyetimize kavuşma umudu kalmamıştır.

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Ey Nev’î! Şüphesiz biz tatlı dilli bir şairiz. Faka bu devirde bizi üne kavuşturacak Ferhadımız yoktur. (İlk mısrada geçen ‘’şirin’’ kelimesi tatlı anlamına gelmekle birlikte ikinci mısradaki Ferhâd ismiyle birlikte Ferhâd’ın sevgilisi Şirin’i de çağrıştırmaktadır. Şair Şirin’i tanıtanın aslında Ferhâd olduğunu söylemektedir.)

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri ile Mustafa Nejat Sefercioğlu tarafından Nev’î’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı: (Birkaç kelime hariç hemen hemen aynıdır zaten)

Cefâ dildendür ol dildâr elinden dâdumuz yokdur
Gönüldendür şikâyet gayriden feryâdumuz yokdur

Niçün ‘aşk ehlini yâd itmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilür hod ‘âlem-i ervâha nisbet yâdumuz yokdur

Harâbât ehline rûz-ı hisâbı anma ey vâ’iz
Bizüm hergiz bu varlık defterinde adumuz yokdur

Togup kumrî-sıfat biz  anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetüz âzâdumuz yokdur

Mukarrer şâ’ir-i şîrîn-zebânuz Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret virür Ferhâdumuz yokdur. 


Dindar, Dinbaz ve Düzenbaz

 
28 Aralık 2020


Diyanet İşleri Başkanlığı ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ açıklamasını yapmıştı. Bu açıklama üzerine yazdığım yazılarımın bir devamı olarak bugün de güzel Türkçemizde yer alan ’’dindar’’,‘’dinbaz’’ ve ‘’düzenbaz’’ sözcüklerini açıklamak istiyorum. Ancak aslen Farsça olan bu sözcükleri açıklamadan önce Türkçemizde yer alan yabancı ve Farsça sözcükleri örnekler vererek anlatıp bu konudaki yazı dizime de son vermek istiyorum… Ki uslu uslu yazmakta olduğum divân edebiyatı örneklerime devam edeyim!...

Dilde yabancı sözcükler

Bütün dillerin temelinde ve dillerin alt katmanlarında eski diller yatmaktadır. Örneğin Roma İmparatorluğu’nun dili olan Lâtince, günümüzde Fransızca ve İspanyolca ve diğer Batı dillerinde yaşamaya hâlâ devam ediyor. Türkçe’de de eski Anadolu’daki eski uygarlıklarından kalma sözcükler de bulunmaktadır.

Dile bu şekilde yabancı kelimelerin girmesi ve eklenmesi genellikle tutucu çevreler tarafından sürekli ‘’bozulma’’ olarak değerlendiriliyor. Örneğin Alman dil biliminin kurucusu sayılan 19. yüzyılın en büyük dilbilimcilerden Jacob Grimm ‘’Geschichte Der Deutschen Sprache’’ (BiblioLife, 2009) isimli eserinde bin yıllık Alman dil tarihini  “bozulmanın tarihi’’ olarak tanımlıyor…

Ancak günümüz dilbilimcileri dildeki “yabancı” kökenli kelimeleri artık dilin zenginliği olarak görüyorlar… Örneğin çağımız Alman dil bilimcisi Peter von Polenz ‘’Geschichte der deutschen Sprache’’ (Walter de Gruyter, 1970) kitabında bir dilin kelime hazinesinin sadece o dilin öz kaynaklarından oluşmasının gerçekçi bir düşünce olmadığını, dil hazinesinin ekleme yapılarak ve diğer dillerden de kelimeler devşirerek zenginleştiğini ifade ediyor. Peter von Polenz’in deyişiyle, “kelimelere pasaport sorulması” artık eskilerde kalmıştır.

Bugün için gelişmiş bir kültür ve bilim dili olan Almancada toplamda 40 binden fazla sadece İngilizce sözcük bulunuyor.  Zaten Almanca’da ‘’Yabancı Kelimeler Sözlüğü’’ (Fremdwörtebuch) diye bizim TDK Türkçe Sözlük kalınlığında ayrı bir sözlük vardır. Bu durum diğer Avrupa dilleri için de geçerlidir. Bu durumu dil konusunda en büyük bilimci olan Alman düşünür Goethe şöyle dile getiriyor: ‘’Bir dilin gücü, yabancı olanı reddetmesinde değil, özümsemesindedir.’’ (Die Gewalt einer Sprache ist nicht, daß sie das Fremde abweist, sondern daß sie es verschlingt.) 20. yüzyılın en büyük şair ve düşünürlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de bu konuda şöyle düşünüyor: ‘’Yüksek seviyede olan hiçbir kültür ‘saf’ değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Aslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.’’

Türkçede yabancı sözcükler

Bu anlamda Türkçemiz de gerçekten dillerin aslanı gibidir. Ve aslan gibi güçlü ve aziz bir dildir… Türkçemiz başta Farsça ve Arapça olmak üzere Rumcadan, Fransızcadan; İtalyancadan ve İngilizceden oldukça etkilenmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu yukarıda anlattığım çerçevede bir zenginlik olarak değerlendiriyorum…

Örnek olarak ‘’Şampiyon Fenerbahçe’’ dediğimizde bir tane bile Türkçe kelime kullanmıyoruz… Çünkü; ‘’Şampiyon’’; Fransızca, ‘’Fener’’; Rumca, ‘’Bahçe’’ ise Farsça kökenlidir… Şimdi yabancı sözcük diye örneğin ‘’Bahçe’’yi Türkçeden attınız mı Türk edebiyatı düşer, yok olur…

Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atın!... Ortada Türkçe kalır mı?

Gelin isterseniz şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor değil mi? Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şimdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı? Yani bu Koronalı tecrit günlerinde hanım ile balkonda oturup, çay içip, sandviç de yemeyelim mi?

Neyse, uzatmayayım, demek istediğim o ki; Türkçemiz aslan gibi güçlü ve aziz bir dil… Her dilden etkilenmiş ve sonunda dillerin aslanı haline gelmiş…

Türkçeye Farsçadan geçen kelimeleri aktararak örnekler vermeye devam edeyim...

Türkçede yer alan Farsça sözcükler

Örneğin; tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak onlara Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsam bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir (veya hefte). Yedi günlük, ''hafta'' ismi de buradan gelir. 

Halen Türkçede kullandığımız Farsça gün isimleri de şunlardır: Ba (yemek), zar (yer), Bazar: Pazar. Pazar'ın ertesi; Pazartesi.Ceharşenbe (dördüncü gün): Çarşamba. Pençşenbe (beşinci gün): Perşembe.

Bu örneklerden yola çıkarak Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden bir kısmını açıklamak istiyorum:

''Bâd''; hava. ‘'Cah'’; çıkış yeri. ‘’Bâdcah'': Baca

''Bâd''; hava.  '’Heva'’; hava (Arapça). '’Bâdheva'': Bedava

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Tag'’; kemer. ‘’Cehartag’’: Çardak (dört kemerli) (Tag: Kemer. Zafer tagı; Zafer kemeri de buradan gelir)

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Mıh’'; çivi. ‘’Ceharmıh’’; Çarmıh (dört çivili)

'’Cehar‘’ (çar); dört. ‘’Su’’; köşe, duvar. ‘’Ceharsu: Çarşı  

'’Cehar‘’ (çar); dört.  ‘'Yek’'; tek, bir. '’Çaryek’’: Çeyrek (dörte bir)

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Cube’’: sopa.  ‘’Çarcube’’: Çerçeve (dört sopalı)

‘'Çep'’; sol. ‘'Rast'; sağ. ‘’Ceprast’’: Çapraz

'’Çadur'’; örtü. '’Şeb'’; gece. '’Çadurşeb’': Çarşaf  

‘’Şeb'’; gece. ‘’Nem’’; nem.  ‘’Şebnem’’: Şebnem  (gecenin nemi)

'’Hem’'; aynı.  ‘'Şir'’; süt. '’Hemşire'’: Hemşire (aynı sütü emen anlamında. Kız kardeşe de hemşire dendiğini hatırlatırım) Aynı şekilde: ‘'Hemşehri'’; aynı şehirli. '’Hemhal'’; aynı halde bulunan.  '’Hemzemin’'; aynı zeminde.

‘’Ab’’; su, ‘’dest’’; el. ‘'Ab-u dest'’: Abdest (el suyu, avuç suyu)

‘’Erre’’; ‘’bıçkı’’, ‘’dest’’; el. ''Dest-erre'’: ’Testere (el bıçkısı)

‘’Şeft’’; semiz. ‘'Alu’'; erik. ‘’Şeft-alu'’: Şeftali (semiz erik)

‘’Zerd’’; sarı. ‘'Alu’'; erik. ‘'Zerd-alu’': Zerdali (sarı erik)

'’Emir-ul ahr'’; padişah ahırının üst düzey görevlisi olan '’ahır emiri'’: İmrahor

‘’Se-pa'’’; üç ayak: Sehpa

'’Şûr'’; tuz. '’Bâ'; yiyecek. ‘’Şûrbâ’’: Çorba

Bu liste daha çooook uzar ama ben burada keseyim….

Türkçedeki Farsça kökenli dini sözcükler

Ayrıca biz Türkler İslam’ı Farslar yoluyla kabul ettiğimiz için Türkçedeki dini terimlerin çoğu da Farsça kökenlidir. ''Peygamber'' kelimesi Farsçadır, Arapçası ''resul'', Türkçesi ise ''elçi''dir. ''Namaz'' kelimesi Farsçadır (Farsçaya da Hint kökenli bir yoga türü olan ''Namas'' sözcüğünden geçmiştir), Arapçası ise ''Selah''dır. ''Bayram'' kelimesi Farsça kökenlidir; ''badram'', ''beyrem'' kelimelerinden dönüşmüştür.


İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerden olan; Huda, Rabbena, sahabe, Mevla, hoca, molla, derviş, pir, dergâh, çile, türbe-tür­bedar, ney, niyaz,  gü­nah-günahkâr, kâ­fir, dua, beddua, şakirt, külah, postnişin, keramet, tespih, kehribar, çarşaf, tülbent, kaftan, takke, muska, kalender, münzevi, hur­ma, ebru, güllaç, destur, rayiha, kerime, sancak, cihan, destan, kervan, hattat, aşk, meşk ve şa­dırvan sözcüklerinin tamamı Arapça değil Farsçadır… Ve daha niceleri…

Bu liste uzayabilir ama ben yine devam etmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim Türkçe’de İslam ile ilgili, din ile ilgili, ibadet ile ilgili peygamber gibi, namaz gibi, oruç gibi, abdest gibi, bayram gibi İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerin nerdeyse tamamı Arapça değil Farsçadır!...

Türkçedeki Farsça kelime sonu ekleri

Farsçadan Türkçemize giren sadece sözcükler değildir. Kelime sonlarına gelen Farsça bazı ekler vardır ki kelimelere başka anlamlar yüklerler. Bunlardan en çok kullandığımız üç tanesini örnek olarak vermek istiyorum.


Farsça ’kâr’’ eki…

Bunlardan birincisi Farsça ‘’kâr’’ ekidir. Farsça ‘’kâr’’ eki isimleri sıfat yapar, ‘’eden, edici, yapan’’ anlamına gelir ve -li, -lı, -cı, -ci gibi eklerin de karşılığıdır. Hilekâr (hile yapan, hileci), sahtekâr (sahte yapan, sahteci), riyakâr (riya; dünyevî çıkarlar elde etmek için dindar gibi görünmek veya ibadetleri yerine getirmektir. Örneğin mal, mevki, saygı, şöhret vb. kazanmak için yapılan ibadetler riya kabul edilir. Riyakâr ise riya yapan, riyacı anlamındadır), hizmetkâr (hizmet den, hizmetçi), kanaatkâr, itaatkâr, tamahkâr vb. kelimeler işte bu şekilde türemiştir. 


Farsça ‘’baz’’ eki

Bunlardan ikincisi Farsça ‘’baz’’ (bâz) ekidir.   “Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gellen “bâz” eki hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir... Türkçemizde sonu ''baz'' ile biten o kadar çok Farsça kelime var ki! İşte bunlardan bazıları:

Kumarbaz: Kumar oynayan. Canbaz: Canı ile oynayan. Sihirbaz: Sihir ile oynayan. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan. Madrabaz: İnsanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci. Dilbaz: Dili ile oynayan. (Bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan) Dinbaz: Din ile oynayan. Dini siyasetine alt eden…

Düzenbaz

Ancak “Düzenbaz” sözcüğünün anlamı ilk aklımıza geldiği şekilde değil… Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü buradaki “düzen” Türkçe bir sözcük… ‘’Baz’’ eki ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil Farsça ve ‘’dü-zen’’ şeklinde…

Farsçadaki bu “düzenbaz” (dü-zen-baz) sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…

Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil elbet... Türkçede, ilk aklımıza geldiği anlamda “düzenbaz” sözcüğü daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. Bunlar; işrete, kadına düşkün, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Bunlar; sahtekârdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar... Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar tam anlamıyla ''düzenbaz''dırlar...

Farsça ‘’dar’’ eki

Bunlardan üçüncüsü Farsça ‘’dar’’ (dâr) ekidir. Farsça “dâşten” fiilinden gelen “dar” eki de sonuna geldiği kelimenin ‘’sahiplenen’’i olarak tanımlar. Örneğin:

Mühürdar: Mühür sahibi. Alemdar: Bayrağı veya sancağı sahiplenen, (taşıyan)... Serdar: ‘’Ser’’ kafa, baş demek, Serdar; kafayı, başı sahiplenen, yani askerin başı, başkomutan... Hükümdar: Hükmün sahibi, sultan, padişah… Dindar: Dine sahip olan, dine sahip çıkan, dini koruyan, dini hakkıyla yaşayan...

Sonuna ‘’baz’’ ve ‘’dar’’ ekini alan bütün kelimeler de ayrıca Farsçadırlar. Dolaysıyla ‘’din’’ kelimesi de Farsçadır. Bir örnek olarak ‘’din’’ kelimesinin sonuna ‘’dar’’ ve ‘’baz’’ ekleri aldığında ne anlama geldiğini açıklamak istiyorum:

Dindar

Dindar demek; din inancı güçlü, din kurallarına bağlı, mütedeyyin kimse demektir. Dindar insanlar, Allahü teâlânın öyle kullarıdır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar iyi insanlara. Onlar adsız şansız Allah dostlarıdırlar, onların bir seher vakti gözyaşıyla yaptıkları dua binlerce topun yapamadığını yapar, kralları, sultanlıkları yıkar, kaleleri paralar. Dindar insanlar toplumun sessiz çoğunluğudurlar.

Dinbaz

Dinbaz insanlar ise dini iyi bilirler ancak bu özelliklerini masivaya (dünya, kâinat, Allah’tan başka her şey) tamah ve tenezzül doğrultusunda seferber ederler. Dinbaz insanlarda din, amaç değil araçtır, özne değil nesnedir. Dinbaz, dini iyi bilse de onunla oynayan, onu oyuncak yapandır. Din, dindarın seciyesi, dinbazın ise sermayesidir. Dinbaz insanlar dini siyasete alet ederler, kutsal kitapları ellerinde araç haline getirirler, kutsal mekânları siyaset meydanına çevirirler. Dinbaz insanlar Hz. Peygamber'in bile kimseye Ruz-i Mahşer (Kıyamet Günü) için berat (Kurtuluş) vermediği bir dinde, kendilerini Ruz-i Mahşer için berat belgesi vermekle yetkilendirirler... Bu insanlar Giordano Bruno’nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diye bahsettiği kötü insanlardır.

Türkçedeki ‘’düzenbaz’’ kelimesi ile ‘’dinbaz’’ kelimesi arasında bir anlam korelasyonu vardır: Bütün dinbazlar aynı zamanda da düzenbazdırlar… Yani dinbazlar Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz adamdırlar. Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar tam anlamıyla ''düzenbaz''dırlar...

En başta da söyledim ya; Türkçemiz aslan gibi güçlü ve aziz bir dil…

İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ derdi. Ben de ilave edeyim; Müslümanlık bu dinbaz adamlar yüzünden de zelil hale düşmüştür. Bunlar en çok da hulûs-u kalp ile dua eden Allah dostu dindar insanlara ve dine zarar veriyorlar… 

Anlıyorsunuz değil mi ‘’dindar’’ kim, ‘’dinbaz’’ kim, ‘’düzenbaz’’ kim? Son iki tanımdan etrafımızda o kadar çok var ki bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz zaten… Çünkü dinbaz insanlar, toplumdaki sayıları az olmalarına rağmen şirrettirler, sesleri gür ve çok çıkar. Zaten söylerdi Freud: ‘’Aklın sesi yavaş çıkar’’ (Die Stimme der Vernunft ist leise.) 

Allah bu devleti, bu milleti ve bu kutsal dini; bu dinbaz ve bu düzenbazların şerrinden korusun. Âmin...

Osman AYDOĞAN


İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimlerdir?

27 Aralık 2020


Dünkü yazımda İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenlerini yazmıştım. Genel olarak ‘’hata kimde?’’ diye değil de ‘’hata nerede?’’ diye araştırılır… Ben bu kuralı bozarak İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimler? Bugün de kronolojik bir sıraya bağlı kalmaksızın onları ifşa edeyim...

İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelenlerdir. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmeyenler, öğretemeyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; toplumlarını kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yalanı, dolanı, iftirayı, hileyi, hurdayı, haramı, hırsızlığı, arsızlığı, yüzsüzlüğü, hukuksuzluğu, kumpası, hoşgörüsüzlüğü, kof bir gururu, cehaleti, karanlığı, kini ve nefreti kendisine rehber edinenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarıni, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok görenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarının yaşama sevincini budayanlardır, ciddiyet adına insanlarına suratlarını asanlardır, kadınlarını gelenek adına aşağılayanlardır, onları cinsel obje olarak görenlerdir, onları baskı altına alanlar, tekmeleyenler, hor görenler, yetmedi onları katledenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yaşamı ve hayatı değil de ölümü yüceltenlerdir, sevgiyi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil de güce biat ettirenlerdir, güçlü olup da her zaman için ve her yerde haklı çıkanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yetersizliklerinin, yeteneksizliklerinin ve kötü yönetimlerinin nedenlerini kendilerinde aramayıp hep dış mihraklarda ve komplo teorilerinde arayanlardır... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi kavramları geliştirip toplum bilincine yerleştirmeyenlerdir… Bu kavramları yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller haline getirmeyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmayanlardır, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmayanlardır...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dini hurafelerle beslenip sığlaştırarak sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak; kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarına ezber, itaat ve biat kültürünü hâkim kılarak, bunan yerine tartışma ve sorgulama kültürünü oluşturmayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; politikalarını, ilkeler ve ülküler için değil, çıkarlarının ve güçlerinin mücadele aracı olarak kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; zekâ yerine şark kurnazlığını, dürüstlük ve liyakat yerine sadakati, görev yerine itaati, hak yerine gücü kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarının inandıkları yerleşik atalar dinini sorgulanıp yerine Allah’ın dinini ikame etmeyenlerdir. İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışmayanlardır, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmayanlardır. 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; domuz eti yemeyip ama çok rahatça kul hakkı yiyenlerdir, çok kolayca haram yiyenlerdir… 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını dinleyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunup, asılsız mucizeler ve kutsallıklar üreterek aslında kendi din ticaretleri için müşteri ve kendi siyasetleri için oy artırımı peşinde olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi çıkarları için toplumlarının feodal yapılarını, orijininden sapmış dini inanışlarını, mezhep kavgalarını, kadına bakış açılarını, otoriter eğilimlerini, güce olan sevgi ve biat anlayışlarını koruyarak, toplumun sosyal hayatını, insanlarının uzlaşma ve işbirliği yeteneğini geliştirmeyenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarını cehennem, zebani ve cahim ile korkutup, akılcı ve insancıl değerler, zihin özgürlüğü ve insan onuru, yaşama sevinci gibi kavramlar ile beslenmeyenlerdir.   

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; çocuklarının beyinlerine; Allah sevgisi yerine, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramlarını şırınga edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri koymayanlardır, bilimsel gelişmeleri takip etmeyenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik gibi kavramlarını rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaştıramayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; din adına söz söylemeye yasal yetkili olup dinin gereklerini vaaz etme yerine iktidarın sözcülüğünü ve dalkavukluğunu yapanlardır, günümüzde Ortaçağ papaları gibi dini kurumlara bağış karşılığı cennet vaat edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dünya hayatını  sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürenlerdir. Erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarındadır…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Hz. Muhammed’i yaşadığı toplumun örf ve adetlerine göre taklit edilmesi gereken bir tarihsel kişi olarak ve Hz. Peygamberi Kur’an ahlakını örnekleyen bir insan olarak anlayıp onu günümüze taşıyıp anlatmayanlardır… İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anlayıp, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmeyenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dışarıda, Papaz Pierre L’Ermite’nin, Gautier’in, Louis’in, Konrad’ın, Friedrich Barbarossa’nın, Philippe Auguste’nin, Richard’ın, Heinrich’in, Andrias’ın, Frederich’in, St. Louis’in, Bush’un ve Obama’nın müttefikleri olup içeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerdir…

Kısacası İslam Dünyası’nın geri kalmasının asıl müsebbipleri; aklını kullanmayanlardır. Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu dünyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Bugünkü İslam Dünyası’nın geri kalması bir sonuçtur ve müsebbipleri de tüm yukarıda anlattıklarımdır…

Sebepler değişmeden sonuçlar da değişmezdi zaten…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


İslam Dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenleri...


26 Aralık 2020


Ben ne güzel dîvân edebiyatından verdiğim örneklerle sitemde sessiz sessiz yazılarıma devam ediyordum… Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ‘’Kur’an ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ diye fetva verince ben de bu yazılarıma ara verip ‘’Türkçe Kur’an okumak’’ ve ‘’Kur’an ve İslam’’ başlıklı iki yazı yazdım…. Bu yazılarım üzerine en azından benim sayfamda tartışmalar alevlenince ben de bu konuya devam edeyim istedim…

Bu yazımda, İslam dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenlerini anlatarak Avrupa beş yüz yıl önce kutsal kitaplarının hangi dilde okunacağını çözmüşken, DİB neden böyle bir fetva verdi sorusunun tarihsel kökenine inmeye çalışacağım.

Diyar-ı küfür

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:

‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’

(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
 İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.)

Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.

Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfürde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yıllarca yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm…

Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur… İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur… Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır. Tabii bir de ayrıca DİB’nın bir de böylesine bir fetvası vardır…

Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır? Neden DİB’nın bir de böylesine bir fetva vermiştir?

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede eskiden Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım...

Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu ve neden DİB’nın böylesine bir fetva verdiğini anlatmak istiyorum…

Braudel

Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) İslam dünyasının geri kalması hakkında bir tez geliştirir. Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, bu da zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Braudel'in tezi yabana atılmaması ve ayrıca incelenmesi gereken bir konudur diye değerlendiriyorum... 


Gazalî

Ancak bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebi olarak; genel kanı, İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olması olarak değerlendiriliyor…


Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak)  “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışır…

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”  

Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar…

Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

İbn-i Rüşd 

İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)  (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’


Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilir. Ancak İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybeder. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi destekleyerek İbn-i Rüşd’ü ihmal ederler… İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklerler çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilir ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

İslam, bilim ve akıl

Gerçekte ise İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”  “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”  “Bir saatlik  tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen  ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

İslam dünyasındaki bu aklın dışlanma sürecinde de bu süreç İslam dünyasında çeşitli alanlarda da desteklenir... Bu alanlar; hukuk (fıkıh), kelam (ilahiyat) ve tasavvuf alanlarıydı. ''Fıkıh''ta İbn-i Hanbel, ''Kelam''da Eşari ve ''Tasavvuf''da da İbn-i Hallaç bu alnalara öncülük ederler. Bu alanların ve bu öncülerin ortak noktaları imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıydı...

İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilir…

Emeviler


İslam en büyük dönüşümünü Emeviler zamanında geçirir. Müslümanlık, Emeviler zamanında; kisrâyla, sarayla, saltanatla, şatafatla, lüksle, gösterişle, yalanla, dolanla, haramla, nepotizmle, zulümle, zorbalıkla ve şiddetle özdeşleşir. Emevilerin bu özellikleri de zamanla Müslümanlar içinde kurumsalllaşır. Günümüzdeki Müslümanların; saraya, saltanata, lükse, gösterişe, harama, yalana, kumpasa ve nepotizme olan yatkınlığının kökeninde Emevilerin bu özellikleri bulunmaktadır... Ayrıca Emeviler zamanında İslam Araplaşır. Emeviler zamanında diğer toplumlara Arap ve Emevi kültürü İslam olarak dayatılır. Yine günümüz Müslümanlardaki Arap hayranlığının ve Arap seviciliğinin kökeninde Emevilerin o zamanki politikaları yatmaktadır.

Nasıl ki Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığı olan  entegrizm de İslama Emeviler tarafından bulaştırılmıştır. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005) Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…


Abbasi dönemi

Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması gerçi Moğol istilası ile sona erer ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle yeni bir aydınlanma dönemi başlayamaz…

Abbasi döneminden sonra da Araplar, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin katkısıyla, etkisi günümüze kadar gelen Selefiliğin girdabına kapılırlar... 


Osmanlı Devleti

Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olur… Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalır. (1683’de de aynısı tekrarlanır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulur, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilir ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelir…

İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlatıldığı gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilir ne de 14. yüzyılda başlayan Avrupa Rönesansını yakalayabilir. Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kuramaz. Osmanlı ne Abbasi döneminde İslam’ın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden bir tanesini bile yetiştirebilir ne de çağında Avrupa Rönesans’ını yaşarken bu Rönesans’ın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilir…

Mustafa Kemal Atatürk

Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gider… Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki devrimlerin tamamlanamaması, cehalet, taassup, bölgede Batı'nın jandarması rolüne soyunmak ve ABD’nin ‘’Yeşil Kuşak’’ politikasına ve ‘’Siyasal İslam Projesi (BOP)’’ne alet olmak nedeniyle kesintiye uğrarmıştır. 

Günümüzde İslam dünyası

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD,  Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.


2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etmiştir:  “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)

O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanlış anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramaz…

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcilerini de çıkaramaz... Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının; Thomas Hobbes, Baruch Spinoza,  Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich  Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron ve Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmaz… Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulmuştur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerin ve eşbaşkanların desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilmiştir. Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta  El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi radikal dinci çeteler ve terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışmışlardır. Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girmişler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilmiştir. . Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Yine yaratılan bu ortamda İsrail'e çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulmuştur. 

Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını ve İsrail’in Golan tepelerini neden şimdi ilhak ettiğini sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir. 

Bir değerlendirme

İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.

Gazalî’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazalî’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazalî düşüncesinin hâkim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, imkân ve ihtimali de yoktur.

Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelmiştir.

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz...

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olduğu, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulmadığı, bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir...

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir.

Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir. 

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur.  Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.   

Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim ya! Yazımın sonunda da yine ondan bahsedeyim... Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.

1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz.  Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’

Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor...

İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi… Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ derdi… Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir!

Sonuç

Diyanet İşleri Başkanının ‘’Kur’an ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ fetvası işte böylesi bir tarihsel sürecin sonucudur. Sebepler değişmeden sonuçlar da değişmezdi…. Papa’nın Ortaçağ’da cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadedebilen (Gazeteler, 10 Şubat 2020), Korona salgınının zina, LGBTİ ve belli bir inanca sahip insanlardan çıktığını iddia eden (Gazeteler, 24 Nisan 2020) ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’lanet’’ okuyan DİB’ından başka bir şey beklenilmezdi…

Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Arz ederim

Osman AYDOĞAN


Kur’an ve İslam

25 Aralık 2020

Dünkü ‘’Kur’an’ı Türkçe okumak’’ başlıklı yazıma müspet ve menfi epeyce bir tepki gelince, ‘’Dîvân Edebiyatı’’ konusundaki seri yazıma ara verip Kur’an ve İslam konusuna devam edeyim istedim…

Toplumumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman diye biliriz ama İslam’ın temel kavramları hakkında doğru bilgi sahibi değilizdir. Toplumun en cahil bırakıldığı alan din ve İslamiyet alanıdır… Dünkü yazımın konusu olan Kur’an’ın Türkçe okunup okunmayacağı konusunu Avrupa’nın beş yüzyıl gerisinden gelerek tartışıyoruz… Tabii ki Kur’an’ı anlayıp okumadan sanırım bu gidişle bir beş yüzyıl daha din ve İslam konusunda cahil kalacağız demektir…

Bu yazımda günlük hayatımızda sıkça kullandığımız Kur’an’da geçen bazı kavramları ve ibadetleri Kur’an’a göre açıklamak istiyorum... Bakalım biz bu konuları nasıl biliyoruz ve Yüce Allah Kur’an’da bu konular hakkında neler buyuruyor?…

Ancak konuya geçmeden önce Kur’an’ın dili ve meâl hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor…

Kur’an dili ve meâl

Kur'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka anlamlandırılması gerekmektedir. Bu anlamlandırmanın Arapça karşılığı ise ‘’meâl’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’anlam’’ değil de  ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meâl’’ kullanılmaktadır...

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde ‘’meal’’ özetle şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Meal; Osmanlı Türkçesi’nde “mâna ve mefhum” karşılığında kullanılmış, bununla bir sözün lafzan veya harfiyen değil mâna ve mefhum itibariyle başka bir dile aktarılması kastedilmiştir. Buna göre meâl kelimesi sözün aktarım keyfiyetini ifade eden örfî bir anlam kazanmış, daha sonra ‘Kur’an’ın harfiyen değil mâna ve mefhum bakımından tercümesi’ anlamında terimleşmiştir.’’

İşte sorun da burada başlamaktadır. Kur’an ‘’meâl’’ adı altında temel kavramlar anlamlandırılırken devreye bu kavramları anlamlandıran kişilerin ait olduğu kültürü, algısı ve değer yarıları girmekte ve bu anlamlandırmayı yapan kişilerin ait olduğu kültür, algı ve değer yarıları bize ‘’Kur’an meali’’ veya İslam diye sunulmaktadır. Bu nedenle kendisini yetkin hisseden her din bilgini her ayeti farklı farklı anlamlandırmıştır. Örneğin herhangi bir ayetin adını vererek İnternette arayın, başta Diyanet’in kendi içinde bile onlarca farklı ‘’meâl’’ adı altında çok faklı anlamlandırmalarla karşılaşırsınız…

Kur’an’da geçen temel kavramlar

Örnek olarak bu kavramlardan ‘’kurban’’, ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ce ‘’hadis’’ kavramlarını anlatacağım. Toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman ama bu kitlenin de yüzde doksan dokuzu kurban konusu başta olmak üzere bu temel kavramları yanlış bilir. Daha doğrusu kendilerine yanlış aktarılır…

Örneğin Müslümanların yüzde doksan dokuzu kurban kesmeyi sanki farzdan da öte bir zorunluluk gibi algılayıp en zor koşullarda kurban kesmeye çalışırlar. Almanya’da kaldığım yıllarda apartman bahçesinde kurban kesip ceza alan, sonraki sene de cezadan kaçınmak için evin banyo küvetinde kurban kesen, bu nedenle de apartmanda oturan tüm Almanların taşındığı saf mümin bir aile ile tanışmıştım…

Toplumdaki; başta kurban konusu olmak üzere İslam’daki temel kavramlardaki bu cehaletin baş sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığıdır… Bu konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı ısrarla toplumu doğru bilgilerle aydınlatmaktan geri durur. Örneğin Diyanet hocaları her Kurban Bayramı namazı hutbelerinde sahih (doğru) olmayan ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsünden geçirecek’’ hadisini söylerler de kurban ibadetinin gerçekte farz mı, sünnet mi, vacip mi olduğu konusuna hiç mi hiç değinmezler, gerçeği söylemezler…

O zaman buyurun bu konularda Kur’an ne yazıyor onu görelim…

Kurban

“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler),  5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)’de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.

Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”

Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.

Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’  olarak yorum­lamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur…

Sonuç olarak; Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu olmadığı için kurban kesmek farz değildir…

Hz. Peygamber de kurban kesmemiştir. Bu nedenle kurban kesmek sünnet de değildir. Ancak kurban ibadetinin sünnet olup olmadığı konusunda İslâm âlim ve müçtehitleri de farklı içtihatlarda bulunmuşlardır:

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkededir. Sünnet-i müekkede ise Hz. Peygamberin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna da, Sünnet-i hüdâ da denir. Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)

Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.

Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.  

Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "(Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."

Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.

Huri

Kur’an’da geçen ‘’huri’’ kelimesi de ‘’kurban’’ gibi yanlış anlamlandırılan kavramlardan bir tanesidir. Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’.

Cennet’te cinsiyet yoktur. Kur'an'da Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur… Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’  (78. Nebe, 33: ‘’ve kevâıbe etrâben’’  - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Ayette geçen '’ve kevâıbe etrâben’’ ifadesi ''bahçe içerisinde toprak tepeler'' anlamına yakın bir anlamı ifade eder. Her şeye cinsellikle bakan kültür bu '’ve kevâıbe etrâben’’ (bahçe içerisinde toprak tepeler) ifadesini ''göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar'' olarak anlamlandırmıştır... Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? O kültürün bilinçaltı ne ise anlam (meal) olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...

Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )

20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed, 1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an Mesajı’’ (İşaret Yayınları, 2020) isimli eserinde bu konudaki tefsiri şu şekildedir:

‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.

Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.

Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.

Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.’’

Cihat

Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış anlamlandırılmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir. Bugünkü şeytanların yorumladığı anlamında değil…

Başörtüsü

Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusu da yanlış anlamlandırılmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’örtü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.

Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

İslam'ın beş şartı

Dün bu konuyu anlatmıştım. Buraya tekrar almamın nedeni, bu konuda beni eleştirenlerin yazımı iyi okumamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Dün aynen şöyle yazmıştım:

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adına ahkâm kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar… Ancak başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlarımıza bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… Başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar…

Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. İslam’ın beş şartının Kur’an’da geçmiyor ama hadis olduğu rivayet edilir. İslam’ın yüce Peygamberi, Müslümanlara, İslam’ın özü olan ve Kur’an’da çok sık vurgulanan; hak, hukuk, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat kavramları dururken, şart olarak; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı mı öne sürmüştür? Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenlere ve bu Müslümanlara yabancıdır. Çünkü bu Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Zaten Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

Burada ben; kelime-i şehadet, namaz, hac, zekât ve oruç Kur’an’da geçmiyor demiyorum. Benim yazdığım bu beş ibadet Kur’an’da ‘’İslam’ın beş şartı’’ olarak geçmiyor…

Hadis

İslam’da birinci öncelik Allah’ın kelamı Kur’an’dır (nakil). İkinci sırada hadisler (Hz. Peygamberin sözleri) gelir. Hadis Kur’an’ın yerini tutmaz. Kur’an’ı açıklar. Yahut Kur’an’da olmayan bir konuda hüküm verir bize. Genel kabul budur.

Hz. Peygamber Kur’an ile karıştırılır diye hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Sahabeler ve dört halife de bu geleneği devam ettirmiştir. Ancak Hadisler Hz. Ömer tarafından sistemli bir şekilde, titizlikle araştırılıp sahih (doğru) hadisler ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle de Hz. Ömer’den sonra ileri sürülen, rivayet edilen hadislere şüpheyle yaklaşılmaktadır. Yani Hz. Ömer, birinci elden, Hz. Peygamberin en yakınlarından, şahit olanlardan hadisleri derlemişken Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelip de hadis rivayet edenlere şüpheyle bakılmaktadır…

Kaldı ki Hz. Ömer bile derlediği, doğruluğundan emin olduğu hadisleri kitap haline getirmemiştir.  Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer’in bu konuda çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terketmişlerdi. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabelere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini ister…

Hz. Ömer döneminde hadisler çoğalınca Hz. Ömer halktan beraberlerinde bulunan hadis sayfalarını getirmelerini ister. Sonra bunların yakılmasını emrederek şunu söyler: “Kitap Ehli’nin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır bunlar.”

Hz. Ömer; Musevilerin, dinlerini yozlaştırmalarında, Tevrat dışında Mişna adlı kitapları dini kaynak edinmelerinin etkisini görmüş ve Peygamber’e fatura edilerek dinin kaynağı kılınmak istenen hadislerin, bu Mişnaların fonksiyonunu kazanacağını anlamıştır. Buna karşı hem diliyle, hem eliyle mücadele etmiş ve bu “Mişnaları” yakmıştır.

Hz. Ömer, Irak’a yolculuğa giden arkadaşlarına şöyle der: “Siz öyle bir ülkeye gidiyorsunuz ki halkı arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız.”

Hz. Ömer şöyle der: “Ancak sizden önceki kavimleri hatırladım, onlar da kitaplar yazmışlar ve Allah’ın Kitabı’nı bırakarak onlara sarılmışlardı. Allah’ın Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmam.” Diğer bir rivayette “Allah’ın Kitabı’nı asla başka bir şeyle değiştirmem.” Başka bir rivayette; “Ben yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’nı hiçbir şeyle gölgelemem.”

Görüldüğü gibi Hz. Ömer, Hz. Peygamber yakınında olan, hadislere tanıklık, şahitlik yapan kişilerin rivayetleri hariç bunun dışındaki hadislere itibar etmeyip Kur’an’ı esas almıştır…

Hz. peygamberin vefat tarihi 8 Haziran 632 tarihidir. En çok hadis rivayet edenlerden Tirmizî  (824 – 892) ve Buhâri (810 – 869) Hz. Peygamberden yaklaşık iki yüzyıl sonra doğmuşlardır. Hal böyleyken hangi güvenilir kaynağa dayanarak Tirmizî ve Buhâri’nin rivayet ettiği hadisler sahih (doğru) olarak kabul edilecektir?

Diyanet İşleri Başkanlığına çağrı

Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar kendi kültürlerine göre anlamlandırmaya çalışmışlar ve bu çalışmalarında da aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.

Buradan Diyanet İşleri Başkanlığına çağrımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi toplumu dini açıdan aydınlatmaktır. Diyanet İşleri Başkanı; üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine, İslam'ı, topluma Kur'an'ı esas alarak açıklamalı ve bu çerçevede de başta ‘’kurban’’ konusu olmak üzere ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konularında toplumu aydınlatmalıdır.

En azından Kurban Bayramı namazında Diyanetin hocaları; her Kurban Bayramı namazı hutbesinde söyledikleri ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsü’nden geçirecek’’ sahih (doğru) olmayan hadisi yerine; ‘’Ey Müslümanlar! Kurban kesmek farz değildir… Kurban kesmek sünnet de değildir… Kurban kesmek vaciptir, o da eğer kısmet olursa hacca giderseniz orada kesmek vaciptir!’’ diye hutbe okumalıdır… Tabi maksat toplumu dini açıdan aydınlatmaksa! 

Diyanetin aydınlatmadığı bu konularda da meydan; erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren, sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarına, dinbâzlara, din tacirlerine, yobazlara, şarlatanlara ve devletin altını oymaya çalışan ve meri kanunlara göre yasak olan ancak devlet katında cirit atan tarikatlara kalmıştır… Ki zaten bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz…

‘’Aydınların aydınlatmadığı toplumları, şarlatanlar aldatır’’ derdi düşünürler…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Kur’an’ı Türkçe okumak!

24 Aralık 2020

Diyanet İşleri Başkanlığı, 23 Aralık 2020 Çarşamba günü kendi İnternet sitelerinde ‘’Türkçe ibadet ve ezanla ilgili açıklama’’ başlığı altında bir duyuru yayınlayarak kısaca Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunmasının doğru olmadığını ifade etti…

Önce bu açıklama neden yapıldı onu anlatayım..

Şeb-i Arus

‘’Şeb-i Arus’’ kelimesi Farsça; Şeb ve Arapça; Arus kelimelerinden oluşan bir isim tamlaması olup “Düğün Gecesi” anlamına gelir.

Mevlânâ, ölümün aslen bir cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçması anlamına geldiğini düşündüğünden, ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Yaratana Kavuşma” ve ‘’Düğün Gecesi’’ olarak adlandırır. Mevlânâ için ölüm, kişinin aslına dönüşü olması nedeniyle ölümü “Allah’a dönüş” olarak yorumlar. ‘’Şeb-i Arus’’ kelimesi bizzat Mevlânâ’nın şiirinde geçer: “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyen Mevlânâ ‘’Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür’’ der…

Mevlânâ Celaleddin Rumi, 17 Aralık 1273 tarihinde gece vefat eder. Bu nedenle Şeb-i Arus, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin vefat ettiği gece olarak anılır. Her yıl  7-17 Aralık tarihleri Mevlânâ Haftası olarak kabul edilir ve bu maksatla yapılan anma törenleri halk arasında "Şeb-i Arus" olarak anılır…

Bu çerçevede Hz. Mevlânâ'nın vuslata erişmesinin 745. yıl dönümü olan 17 Aralık 2020 tarihinde Mevlânâ Haftası etkinlikleri kapsamında, başta Konya olmak üzere birçok ilde düzenlenen törenlerle Mevlânâ anıldı…

İBB’nın Şeb-i Arus töreni

İşte bu etkinlikler kapsamında İBB ve Evrensel Mevlânâ Âşıkları Vakfı (EMAV) tarafından Mevlânâ’nın 747. vuslat yıldönümünde 17 Aralık 2020 Perşembe günü Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Şeb-i Arus töreni düzenlenir… Salgın hastalık nedeniyle seyircisiz düzenlenen törende Kur'an-ı Kerim tilaveti, Ezan ve Naat-ı Şerif Türkçe okunur…


İBB’nın Şeb-i Arus törenine DİB’nın tepkisi

Ancak bu törene bazı kurum ve kişiler tepki gösterirler. Bu törene tepki gösteren kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gelir… 23 Aralık 2020 Çarşamba günü Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan kendi İnternet sitelerinde ‘’Türkçe ibadet ve ezanla ilgili açıklama’’ başlığı altında bir duyuru yayınlar.

DİB bu duyurusunda kısaca ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunmasının doğru olmadığı’’ ifade edilir.

DİB’nın açıklamasında "Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirlerini okumak gerekli olmakla birlikte okunan bu tercümelerin Kuran olarak isimlendirilmesi caiz olmadığı gibi mealin Kuran yerine okunması da doğru değildir." denilir. Ayrıca bu duyuruda ezanın Türkçe okunmasıyla ilgili de açıklama yapılarak ezanın asli halinin dışında herhangi bir dil ile okunacak çağrının, uygun olmadığı belirtilir. Duyuru metni uzun ama kısaca verilen mesaj şu şekildedir: ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunması doğru değildir.’’

Bu duyuru şimdilik burada kalsın…

DİB’nın yayını bir kitap: ’’Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’’

Diyanet İşleri Başkanlığı, daha yeni, bu yıl, 2020 yılı Ağustos ayında kendisinin daha önce yayınladığı bir kitabı gözden geçirerek beş cilt halinde yeniden yayınlar: ‘’Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’’ (Gözden Geçirilmiş Baskı ) (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ağustos 2020)

DİB’nın yayınladığı bu kitap; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağırıcı, Prof. Dr. İ. Kafi Dönmez ve Prof. Dr. Sadrettin Gümüş gibi alanlarında uzman bir heyet tarafından hazırlanır… Kur'an’ı ibadet olarak okumanın yanında anlamayı hedefleyen bu eser ayetler hakkında özlü bilgiler içerir…

Bu kitabın 3. cildinin 211 ve 212. sayfalarında Yusuf Suresi’nin 2. Ayetinin tefsiri yapılır. Bu ayet meali şu şekildedir: ‘’Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik’’ Bu tefsirde özetle şunlar yazılır:

‘’Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur’an’ın Arabistan’da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile ilgili sebepleri vardır… (…..) Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın (İbrâhim 14/4). Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar’a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; Sebe’ 34/28; ayrıca bk. Ra‘d 13/37). Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur’an yalnız Araplar’ın kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi zorunludur.’’

Özetle DİB’nın Ağustos 2020 tarihinde gözden geçirerek yayınladığı bu eserinde İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmek için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesinin zorunlu olduğunu söylüyor.

Şimdi tekrar dönelim DİB’nın dün yaptığı açıklamaya: ‘’Kur’an’ın Türkçe okunması doğru değildir.’’ Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi yayınladıkları kitapları da okumuyorlar.

Diyorlar ki Kur’an bir mucizedir. Bir başka dile çevrilemez. Anlaşılmayan hiçbir şey mucize değildir. Asıl anladığınızda mucize olduğuna inanacaksınız. Hz. Allah Kur’an’da buyuruyor: “Biz size Kur’an’ı indirdik anlayasınız diye.” (Yusuf suresi ikinci, Fussilet suresi 44. âyeti) Türkçeye çevirip anlamıyorsanız anlamadan niye okuyorsunuz ki o zaman?

Siyasete bulaşmış DİB

Siyasete bulaşmak, siyasetin bir aracısı haline gelmek demek ki böyle bir şey: Kendi yazdığın kitapları bile inkâr etmek…


Mademki DİB’na göre Kur’an’ın Türkçe okunması doğru değildir, o zaman onlarca yabancı dilde binlerce Kur’an basılıp dağıtılırken neredelerdi? Binlerce Kürtçe Kur’an basılıp dağıtılırken, miting kürsülerinde CB elde Kürtçe Kur’an sallarken neredelerdi?

Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığının siyasete bulaşması bununla sınırlı değildir.

Daha dün, Diyanet İşleri Başkanı elde kılıç bir ham ervah gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’lanet’’ okuyabilmiştir.

Yine daha dün Diyanet İşleri Başkanı, Papa’nın Ortaçağ’da cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadedebilmiştir. (Gazeteler, 10 Şubat 2020)

Bu liste uzayabilir…

İslam’ın beş şartı var mıdır?

Diyanet İşleri Başkanı; siyasetin bir parçası olarak üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine toplumu dini açıdan aydınlatmak olan görevlerini yerine getirmek zorunda değil midir?

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adına ahkâm kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar… Ancak başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlarımıza bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… Başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar…

Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. İslam’ın beş şartının Kur’an’da geçmiyor ama hadis olduğu rivayet edilir. İslam’ın yüce Peygamberi, Müslümanlara, İslam’ın özü olan ve Kur’an’da çok sık vurgulanan; hak, hukuk, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat kavramları dururken, şart olarak; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı mı öne sürmüştür? Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenlere ve bu Müslümanlara yabancıdır. Çünkü bu Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Zaten Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

İlk Türkçe Kur’an

Kutsal kitapları her milletin kendi dilinden okuması tartışmalarını Batı dünyası Ortaçağ’da kanlı bir biçimde yaşadı. Hristiyanların kutsal kitabı İncil, Latince idi. Başka bir dile çevrilmesine Vatikan izin vermiyordu. Ancak 1530 yılında İncil; I. Fransuva (François) tarafından Fransızcaya, VIII. Henri tarafından İngilizceye ve Martin Luther tarafından Almancaya çevrildi. Bu yıllardan sonra bu ülkelerin insanları kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamışlardır.

Türkler ise Muhammet Peygamberin 632’de ölümünden 1300 yıl sonra ancak Kuran’ı Türkçe okuyabildi. Mustafa Kemal Atatürk parasını (on bin TL) da cebinden ödeyerek aydın din bilgini Antalya Elmalı’lı Hamdi Yazır‘a Kuran’ın Türkçe tefsirini yaptırdı. Bu şekilde Elmalı’lı Hamdi Yazır’ın hazırladığı çalışma dokuz ciltlik “Hak Dini Kuran Dili” adıyla 1935 yılında bastırıldı. Bu şekilde Kuran’ı anlamadan okuma ayıbı bitti.

Aslında Elmalı’lı Hamdi Yazır‘ın çevirdiği Kur’an ilk Türkçe Kur’an değildir. İlk Türkçe Kur’an, 961-976 yıllarında bir komisyon tarafından yapılmıştır. Bundan başka 11. asrın ilk yarısında Türkçe'ye çevrilmiş Kur'an nüshaları Anadolu kütüphanelerinde bulunmaktadır. (Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ''Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk'', Doğan Kitap 2019, s. 525) Ayrıca 1333 yılında Şair Devletşah’ın Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazdığı Kur’an’da vardır. Bu el yazması Kur’an bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kur’an da İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır… Yavuz’la beraber Emevileşen Osmanlı bu Türkçe Kur’an’ları unutup gitmiştir.  

Kur’an’ın Türkçe okunmasını neden istenmezler?


Eğer Türkler kutsal kitapları kendi dilleri olan Türkçe ile okuyup anlarlarsa sözde din adamlarının İslam’ın ‘’beş şartı’’ diye öğrettikleri; kelime-i şehadetin, namazın, zekâtın, orucun ve haccın Kur’an’da hiçbir şekilde şart olarak geçmediğini görecekler. Eğer Türkler kutsal kitapları kendi dilleri olan Türkçe ile okuyup anlarlarsa Kur’an’da çok sık olarak; ‘’adalet’’, ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kavramlarının geçtiğini görecekler ve kendilerinden çok daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenlerin bu kavramlarla yakından uzaktan hiçbir ilgilerinin olmadığını göreceklerdir. Türkçe Kur’an’ı istemeyenlerin bilinçaltlarında yatan esas kaygı budur…

Sonuç

Artık açık açık adını koymamız lazımdır: Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllardaki söylem ve eylemleri ile topluma; barış dini İslam'ı, İslam’ın temel kavramlarını ve İslam ahlakını Kur’an’a göre tanıtmak, anlatmak ve açıklamak yerine, verdiği fetvalarla sanki siyasetin bir aracısı olduğu görünümünü vermektedir…

İslam dini, Diyanet İşleri Başkanlığına ve bu Müslümanlara bırakılmayacak kadar yüce bir dindir!

Aslında ben bugün divân edebiyatından örnekler vermeye devam edecektim…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN


Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn


23 Aralık 2020


Dünkü yazımda dîvân edebiyatı hakkında şunları yazmıştım: Dîvân edebiyatı basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…

Ve yazımda da Fuzûlî’nin şu meşhur beytini uzun uzun anlatmıştım:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Fuzûlî’den alıntıladığım bu beyit, Doğu edebiyatının aşk üzerine yazılmış en büyük eseri olan ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde yer alırdı… Batı dünyasında Shakespeare’in ‘’Romeo ve Juliet’’i ne ise Doğu dünyasının da ‘’Leylâ ve Mecnûn’’u odur. Dün yazım uzamasın diye Fuzûlî’nin ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini bugüne bırakmıştım…

‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisi

Leylâ ve Mecnûn, aslında bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir… Bu aşk hikâyesini Doğuda çok yazar ve şair işler… Bunların arasında en önemlisi Azerî asıllı olup Farsça şiirler yazan Nizamî Gencevî’dir (1141-1209). Nizamî Gencevî, 1181'de Farsça olarak "Laylā o Majunūn" (Leylâ ve Mecnûn) mesnevisini yazar.


‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini anlatan en güzel eser ise Fuzûlî’nin ‘’Leylâ vü Mecnûn’’ mesnevisidir. Bu mesnevide Leylâ ve Mecnûn’un aşk hikâyesi lirik bir üslûpla anlatılır.

Fuzûli, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisini Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine (*) katılan şairlerin isteği üzerine 1535 yılında yazar. Bundan dolayı Fuzûlî mesnevisinin girişinde (dîbâce) Kanûnî Sultan Süleyman’a methiyede bulunur. Ne padişahlar varmış değil mi? Sefere bile giderken yanlarında şairlerini de götürüyor!...

‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesinin konusu kısaca şöyledir:

Leylâ ve Kays (Mecnûn’un asıl adı) medrese yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnûn" diye anılmaya başlar.


Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnûn’a birçok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kâinat artık Leylâ’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kâbe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder.

Hem Leylâ’nın hem Mecnûn’un halleri gittikçe per perişan bir hal alır… Başkasıyla nikâhlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür.


Bu sırada Mecnûn çöldedir ve aşkına yoğunlaşmaktadır. Mecnûn’un dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsedilmez. Artık Mecnûn sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır. Çünkü birlik yolunda (vahdet revişinde) ikilik hoş olmayacaktır.

Bir gün Leylâ çölde Mecnûn’u bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der: 

“Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen sen isen neyim men-i zâr”

(Ey sevgili! Eğer ben, ben isem sen kimsin;
Eğer sen, sen isen o zaman ben kimim?)

Bu beyit öylesine sıradan bir beyit değildir. Aynı düşünceyi vahdet-i vücûd ehli İbn-i Arabî de söylerdi… Aynı düşünceyi yüzyıllar sonra ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisi de söylerdi…. Aynı düşünceyi yine yüzyıllar sonra Fransız düşünür Michel Foucault, ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (İmge Kitapevi Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘‘bakanın bakılan olduğu’’ tespitini yaparak söylerdi…  

Leylâ, Mecnûn’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Mecnûn, onun mezarına uzanır ve canından can gitmişçesine hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradan’a feryâd figân dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, gökyüzünü kara bulutlar sarar, fırtınalar çıkar, gökler gürler, şimşekler çakar, yıldırımlar düşer ve âşıklar âşığı Mecnûn gerçek anlamda Leylâ’sına kavuşur...  

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergi ve övgüsü

“Aşk imiş her ne vâr âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyitin yazarı Fuzûlî, her şeyden evvel bir aşk şairidir. Fuzûlî, gençliğinde aşk şiirleri yazdığını söyler. Birçok şiirinde aşkı anlatmıştır. Ancak Fuzûlî’nin anlattığı bu aşklar maddi ve beşerî aşklardır…


Ancak Fuzûlî, ilim tahsilinden sonra bu beşeri aşktan sıyrılarak aşama aşama tasavvufî ve ilahî aşkı anlatan şiirler yazmaya başlar. Fuzûlî’nin tasavvufî ve ilahî aşka erişmesinin en güzel örneği ise ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisidir...

Fuzûlî, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde Leylâ ve Kays arasında çocuk yaşta başlayan dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanır. Ancak mesnevinin ilerleyen beyitlerinde maddi, beşerî aşktan ayrılıp, aşkın, Kays’dan Mecnûn’a, Leylâ’dan da Mevlâ’ya ulaşmasıyla beşerî aşktan tasavvufi ve ilahî aşka dönüşünü anlatılır.

Fuzûlî, eserinin sonunda âşıkların ölüm hakikati ile yüz yüze geldiklerinde asıl kavuşmanın gerçekleştiğini vurgulamak için âşıkları aynı kabre koydurur…

Fuzûlî'nin mesnevisinde; kendisinden ‘’ben’’ (men) diye bahseden Fuzûlî ile Kays (Mecnûn) ve Leylâ vardır.

Fuzûlî, mesnevisinde kahramanlarını zaman zaman eleştirir, zaman zaman da över. Ancak Fuzûlî’nin âşıkları, ama daha çok Mecnûn’u eleştirdiği zamanlar, onların beşeri aşkı yaşadığı zamanlarıdır.

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergisi


Bu zamanlarda Fuzûlî, genellikle Mecnûnun âşıklığını pek beğenmez ve kendi ilahî aşkının daha yüce olduğunu vurgular.. Fuzûlî’nin bu düşüncesine örnek iki beyit:  

‘’Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.’’

(Bende  Mecnûn’dan daha fazla âşıklık yeteneği var.
Sevgisine sadakat gösteren âşık benim. Mecnûn’un sadece adı var.)

‘’Kıl tefâhur kim, senün hem var men tek âşıkun
Leyli’nin Mecnûnu Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var’’

(Eğer Leylâ’nın Mecnûn’u, Şîrîn’in Ferhât’ı varsa, -ki vardır-.
Lakin senin benim gibi âşığın var. Bununla övün. Onlar çok ehemmiyetli değildir.)

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan övgüsü


Ancak Mecnûn ilahî aşka ulaşınca da Fuzûlî’de Mecnûn'a karşı övgü başlar. İşte bu övgülerden birisi de Fuzûlî’nin dün anlattığım beyti idi:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Hatta Fuzûlî, Mecnûn’un bu ilahî aşkı karşısında kendisini kötüler:

‘’Öyle bed-hâlem ki ahvâlüm görende şâd olur
Her kimün kim devr cevrinden dil-i nâ-şâdı var.’’

(Öyle kötü durumdayım ki, benim hâlimin ne kadar fena olduğunu gören mahzun ve kederli gönül sahibi herkes çektiği cevr ü cefasına rağmen sevinir.)

Görüldüğü gibi Fuzûlî ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde, beşerî aşk aşamasında Mecnûn’u eleştirir, kendisini (ilahî aşka eriştiği için) ondan üstün görür, ancak ne zaman ki Mecnûn ilahî aşka erişir o zaman Mecnûn’u över ve Mecnûn’u kendisinden üstün görür. Hatta o zaman Fuzûlî, Mecnûn’un varisi olduğunu da beyan eder:

‘’Mana cem olur kanda kim var bir gam
Menem mülk-i ışk içre Mecnûn’a varis.’’

(Nerede bir dert varsa benim başıma gelir. Aşk mülkünde Mecnûn’un mirasçısı benim...)

Son söz

Sözü dua niyetine Fuzûlî’nin bir başka beyti ile bitireyim:


‘’Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni’’

(Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)

Dîvân edebiyatına devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

(*) 1534 yılında yapılan bu sefer aslında İran’a yapılan bir seferdir. ‘’Irakeyn Seferi’’ olarak tarihe geçer. Kanûnî, 1534 / 1535 kışını Bağdat’ta konaklayarak geçirir… Bağdat şehrine Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir törenle girer. Bağdat’ta Kanûnî’yi karşılayanlar arasında büyük Fuzûlî de vardır. Fuzûlî, Kanûnî’nin gelişine ‘’Geldi burcu evliyâya pâdişahı nâmdâr 941h.’’  ifadesiyle tarih düşürür. Yetmiş beyitlik meşhur ‘’Bağdat Kasidesi’’ni Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim eder…




Kaçış (4): Thomas More ve Ütopya


21 Aralık 2020

‘’Kaçış’’ serisindeki yazılarıma Thomas More ve onun ‘’Ütopya’’ isimli eseri ile son vermek istiyorum…

Thomas More

Thomas More (1478 - 1535), hümanist bilgin unvanına sahip İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur... Lordlar Kamarası Başkanlığını yapar. Üst düzey görevlerde bulunur. 1516 yılında yazdığı ‘’Ütopya’’ adlı eserinde ideal hayalî bir ada ülkenin siyasi sistemini üzerinden tarif eder.  

Thomas More'un Kral VIII. Henry'nin İngiliz Kilisesi'nin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması üzerine önce mallarına en konulur. Ardından göstermelik nedenlerle sorgulanır… Hemen ardından yalan davalar ve dedikodular başlar… 
Thomas More, 1534 yılı Mart ayında, İngiliz kralını kilisenin de başı yapan kanun olan ‘’Act of Supremacy'’yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlanır. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklanarak Londra Kalesi'ne hapsedilir.  

Aynı yıl yargılanmaya başlanan Thomas More, yargılanması esnasında ‘’Act of Supremacy’’'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi Kilise'nin başı olarak ilân edemeyeceğini söylemesi üzerine ölüm cezasına çarptırılır…

Kral VIII. Henry’nin düşüncesinden vazgeçtiğinde bağışlanacağı teklifi üzerine; “Her dürüst yurttaş her şeyden önce kendi ruhuna kendi vicdanına saygı göstermelidir” diyerek bağışlanma teklifini reddeder. Ardından da şunu söyler: ‘’Suç, düşünceyi başkalarına yaymakla olur. Oysa ben sustum sadece. Böyle sustum diye hiçbir yasa beni, adalete göre, haklı olarak cezalandıramaz." Ancak More bu konuşmadan beş gün sonra, 6 Temmuz 1535 tarihinde idam edilir…

Thomas More, idama giderken bile insanlığa ders vermeye devam eder:

İdam için idam sehpasına çıkarken tahtaların zayıf ve gevşek olduğunu görünce görevlilere şunu söyler: 'Rica ederim beni sağ salim çıkarın yukarıya yeter, aşağıya ben kendim inerim zaten''.

İdamını beklediği hücrede hapis kaldığı sürede beyaz sakalı çok uzamıştır. İdam için kafasını kütüğe koyduğunda sakalını yukarı kaldırır ve şu sözü söyler: "Sakalım vatana ihanet etmedi, kafamla kesilmeyi hak etmiyor."

İdam kütüğüne kafasını yerleştirirken gözlerinin bağlanmasına izin vermez. Son sözü şu olur: “Kellesinin uçması, insanın başına büyük bir felaket geldiği anlamına gelmez.“

Ölümünden 400 yıl sonra, 1935'te Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edilir…

‘’Ütopya’’ ve ‘’Distopya’’ kavramları

‘’Ütopya’’ sözcüğü ilk olarak Thomas More'un ‘’Utopia’’ kitabında kullanılmıştı… Thomas More’un para ve bireysel mülkiyetin yer almadığı, mutlak eşitliğe bağlı bir düzen tasarladığı "Utopya’’ adlı eserine geçmeden önce kısaca ‘’ütopya’’ ve ‘’distopya’’ kavramlarını açıklamak istiyorum.

‘’Ütopya’’ sözcüğü, iki Yunanca kelimenin karışımından oluşmaktadır... ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılmaktadır. Yunanca ‘’eutopia’’; güzel yer (‘’eu’’ öntakısı "iyi, güzel" anlamı katar),  ‘’outopia’’ ise hiçbir yer anlamındadır. Ancak ‘’ütopya’’; hayal edilen, düşlenen ama mümkün olmayan mekân olarak kullanılmaktadır.

Bir de bu kavram ile ilişkili bir başka kavram daha vardır: ‘’Distopya’’. Yunanca bir ön-takı olan ‘’dys’’ (dis); "kötü", "hastalıklı" ya da "anormal" anlamını taşır. ‘’Ou’’ takısı ise "yok", "değil" anlamını taşır. Bahsettiğim gibi ‘’ütopya’’ (outopia) Yunanca‘da "olmayan yer" demek iken ‘’ütopya’’, "güzel yer" anlamına gelen ‘’eutopia’'ya bir gönderme yapar. Ancak ‘’ütopya’’ ile ‘’distopya’’; ‘’dysphoria’’ ile ‘’euphoria’'nın birbiriyle karşıt olduğu gibi karşıt değildir.

Dolayısıyla ‘’distopya’’, ‘’ütopya’’nın tam tersi değildir. Çünkü distopya, ütopyanın zıttı olamaz. Zira ütopya ‘’ou’’ve ‘’topos’’ sözcüklerinden oluşması hasebiyle, köken anlamı itibariyle ‘’olmayan ülke’.’ Dolayısıyla olmayan bir şeyin zıttı da olmaz.

Distopya, ütopik bir toplum anlayışının anti-tezi olarak gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum; otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa İngiliz filozof, politik ekonomist ve devlet adamı John Stuart Mill tarafından kullanılır… Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell'ın ‘’Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘’ve Aldous Huxley'in ‘’Cesur Yeni Dünya’’ adlı romanlarıdır.

Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar güzel ve ideal olan toplum biçimini tanımlarken; distopya ise baskıcı toplumu ifade eder. Distopya, insanların özel hayatlarının ortadan kalktığı, sadece devlete ve düzene karşılıksız bir itaat durumu vardır. Ütopyada ise bu durumun tam tersi geçerlidir.

Baskı altında tutulan beyinlerin üretkenliklerine devam edebilmek için kurguladıkları, tasarladıkları, düşledikleri mekândı ütopya… Sıradan insanlar için ise her şeyin kendi istekleri doğrultusunda daha güzel olduğu bir yer idi ütopya…  Kendinde dünyayı değiştirebilme gücü bulan cesur insanlar için ideal bir geleceğin öngörüsüydü ütopya… İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesiydi ütopya... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldız’ıydı ütopya…

Ancak ütopya unutuldu gitti.. Ütopya az kullanılır oldu artık, sanki küresel lügatten silindi gitti. Çünkü artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık ülkeleri bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Ağaçların, doğanın, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı bir distopya var… Her daim savaşların olduğu, insanların birbirlerini boğazladıkları, birbirlerini öldürdükleri bir distopya var…

Kapitalist dünyanın değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İlkyazımda da bahsettiğim gibi ütopya işte bu distopyadan bir kaçıştır, distopyadan kaçarak iç kaleye bir sığınıştır. İnsanların kabullenemedikleri distopyadan kaçarak yaşama sarılmalarını sağlayan bir yerdir ütopya…

Yasaların var olduğu ama adaletin olmadığı bir yerken distopya,  yasaların olmadığı ama adaletin var olduğu bir yerdir ütopya…

Ütopya

Thomas More’un 1516’da bir roman olarak yayımladığı ‘’Ütopia’’(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) (*) nerede olduğu bilinmeyen bir adadır. Adadaki adaletli, eşitlikçi bir düzen tasarımıdır anlatılan. Ütopya’da hiç kimsenin malı mülkü, parası yoktur, ama geçim derdi de yoktur. Kendisinin ve gelecek kuşakların kaygısını duymadan mutludur insanlar. Ütopya’da acılar ve haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar eşit ve özgür yaşarlar. Kralın baskıları, soyluların lüks tutkusu, savaş naraları atan dinsel baskılar yapan yöneticiler yoktur. 

Kitaptan alıntılar

Bu bölümde Thomas More’nin ‘’Üttopya’’sında yer alan ve geçerliliği hiçbir zaman değişmeyen sözlerine yer vermek istiyorum:

“Barış Avrupa krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece. Kralların danışmanları ise daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen beş para etmeyen dalkavuklardır.”

"Silahla kazanılan şeref, şerefsizliklerin en büyüğüdür."

"Farz edelim ki beni yakalamak için ormandaki tüm ağaçları kestin ve bu sefer şeytan senin peşine düştü. Tüm o ağaçları kestiğine yani bütün o yasaları yerle bir ettiğine göre neyin arkasına saklanabilirsin."

"Çağımızın en büyük sorunlarından biri, çok fazla tahsilli insan olmasına rağmen az sayıda aydın olmasıdır."

‘’…. Aaslında kral için tebaasının olabildiğince az malı olması evladır çünkü kendi güvenliği için bunun böyle olması gerekir, aksi halde halk servet ve özgürlükten arsızlaşır.  Servetin ve özgürlüğün olduğu yerde insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zül sayar. Buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkâr ruhları eze eze öğütür."

"Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz."

''Ütopialılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız parıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yükün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de şuna şaşırıyorlardı: nasıl oluyor da bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu?''

‘’Az bulunduğundan ötürü değerli sayılmaları insanoğlunun çılgınlığına verilmeli. Tabiat, o eşsiz ana, altın ve gümüşü yararsız, boş nesneler olarak çok derinlere gömmüş; oysa havayı, suyu, toprağı, iyi ve gerçekten yararlı olan her şeyi gözler önüne sermiştir.’’

"Ve açlıktan ölen, soğukta titreyen, hastane kapılarında can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa; doğanın güzelliğinden, düşünceden, şiirden, müzikten haz duyamayan bir insanın yazgısı da o denli acıdır."

"Tanrım, bu bildiğimiz en iyi din olduğu için, bu şekilde ibadet etmek bildiğimiz tek yol olduğu için sana bu şekilde yakarıyoruz. Yanılıyorsak bizi affet…"

“Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamalıdır... Kralın en kutsal görevi kendinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Zorba kralın tahtta oturmaya hakkı yoktur. Halkın acıları iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil zindan bekçiliği demektir.”

(Bu söz bana Behlül Dânâ’nın bir hikâyesini hatırlatır: Bir gün Hârûn Reşit, Behlül Dânâ’ya sorar: ”Hırsızlık etmenin cezası nedir?” Behlül cevap verir: ”Eğer hırsız, hırsızlık etmeyi kendine iş edinmişse eli kesilmelidir. Yok eğer aç kaldığı için yapıyorsa, Halife’nin eli kesilmelidir.”)

‘’Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.’’

‘’Kralların sarayında felsefeye yer yoktur.’’

"Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir.’’

‘’Hükümdarlar kendilerini barışın faydalarından çok savaş meselelerine adamışlardır.’’

‘’Halkın yararından söz edenler, aslında kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmezler.’’

‘’Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir. Kanunları yazanın aklı o kadar hatasız, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin?’’

‘’Paranın insana işletmeyeceği suç yoktur.’’

"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır."

‘’İyi bir kral nedir? Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir çoban köpeği. Peki, kötü bir kral nedir? Kurdun ta kendisi.’’

‘’İnsan ne denli yükselirse, o denli kötü olur düşüşü.’’

‘’Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi boğazlayabiliyoruz!’’

‘’Hayatta hiçbir şey insan hayatı kadar değerli değildir.’’

‘’Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı için bu kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?’’

‘’Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bulunur, ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır.’’

‘’Bütün zenginliğin bir avuç açgözlü insanın elinde bulunduğu ve çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir toplumda kimse mutlu olamaz.’’

‘’Her şeyin parayla ölçüldüğü yerlerde, lükse ve ahlaksızlığa hizmet eden çok sayıda gereksiz zanaat ortaya çıkmıştır.’’

‘’Çiğnenip geçilir kralların çizdiği bütün sınırlar, krallar ölür, ütopyalar değil.’’

‘’Saygınlık, dilenciler üzerinde otoritesini uygulamakla değil, zengin ve mutlu insanları yönetebilmekle sağlanır.’’

Ve Thomas More’un Utopia’sı bir özlemiyle biter: 

“Ütopya devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu.” Kim özlemez ki değil mi?

Yazı serimin başındaki slogana tekrar geri dönüyorum: Kaçış bir kurtuluştur... Thomas More'den bugüne aradan beş yüzyıl geçti. Değişen ne? Krallar aynı krallar... İnsanlar aynı insanlar.... Yaşadığımız distopya o günlere göre daha vahşi bir distopya... Sağlıklı kalabilmek için yaşadığımız bu vahşi distopyadan kendi ütopyalarımıza kaçış bir kurtuluştur... 

"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır" derdi Thomas More Ütopya’sında… 


Osman Aydoğan

(*) ‘’Ütopia’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) Bu kitabın içinde kendisi de ayrı bir kitap olan Mina Urgan’ın Thomas More’u ve ütopyasını incelediği bir bölüm var. Bu bölüm hem Thomas More’u hem de onun ütopyasını anlamayı kolaylaştırıyor.




Dîvân Edebiyatı

22 Aralık 2020

Dîvân edebiyatı, Türklerin İslam kültüründen etkilenmeleri sonucu Arap ve Fars kültürünün etkisiyle oluşturdukları bir edebiyattır. Bu edebiyat, "Saray Edebiyatı", "Klasik Türk Edebiyatı’’ veya "Eski Türk Edebiyatı" olarak da anılır. Bu edebiyat, şairlerin şiirlerini dîvân denilen yazma kitaplarda toplamalarından dolayı daha çok "Dîvân Edebiyatı" adıyla ifade edilir.


Ancak divân edebiyatı hiç de basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…

Neyse, gelelim sadette...

Şeb-i Yeldâ

Dün, 21 Aralık kış dönümü idi. Bu nedenle ülkemizde yılın en uzun gecesi yaşandı.  Ülkenin en kuzeyinde olması nedeniyle Sinop ilimiz bu geceyi 15 saat 6 dakika ile yaşadı. 21 Aralık tarihi, içerisinde Türkiye'nin de yer aldığı kuzey yarıküre ülkelerinde kışın, güney yarıküre ülkeleri için ise yazın başlangıcı sayılıyor.

Ben bu geceyi dün tam da saat 24.00’e gelirken dîvân edebiyatında yer alan en uzun gece (şeb-i yeldâ) hakkında bilinen meşhur bir beyit ile andım. Dün gece bu beyti yazınca çok geri dönüşler oldu… Ben de açıklamak istedim… Bahsettiğim beyit şu şekilde idi:

‘’Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat’’

(En uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşanlar ve gelip geçiciler ne bilsin.
Sen gamın müptelasına sor ki, hangi gece kaç saat...)

Bu beytte geçen ‘’şeb-i yeldâ’’dan, yani ‘’en uzun gece’’den kastedilen 21 Aralık günü yaşanan en uzun gece değildir.  Bu beytteki kastedilen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığın beklediği gecedir: ''Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığa sor ki, hangi gece kaç saat?''


Aslında bu beytin yazarı tam olarak bilinmiyor. Divân edebiyatında yazarı bilinmeyen alıntılara ''La Edri'' denir. Yani anonim bir deyiştir. Bu beyit İnternette değişik kaynaklarda 17 -18. yy’da yaşamış asıl adı Alaeddin Ali olup “Sâbit” mahlasını kullanan Nâbi ekolünden divân şairi Bosnalı Sâbit’e ait olduğunu yazar... Ancak bu beyit Bosnalı Sâbit’e ait değildir. Çünkü Turgut Karacan tarafından hazırlanan ve Bosnalı Sâbit’in tüm eserlerinin toplandığı ‘’Dîvân / Bosnalı Alaeddin Sabit’’ (Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 1991) adlı eserde böyle bir beyit yer almaz…

Bu beyit Fuzluli’nin Dîvân’ında da yer almaz. Ancak beytin terkibinin Fuzulî’nin beytlerine benzemesi nedeniyle edebiyat çevrelerince genel kanı beytin Fuzulî’ye ait olduğudur. Ancak bu konuda da bir kaynak yoktur…  

Madem sözü dîvân edebiyatından açtım.. Devam edeyim o zaman...

Yavuz Sultan Selim


‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Bu dizeler de Yavuz Sulta Selim’e aittir... Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurduğunda burada bir Türkmen kızına âşık olur. Ancak vuslata eremez. Bunun üzerine bu dizleri yazar…

Bu dizelerin bir başka anlamı daha var… Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir: ‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle der: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’ Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazdığı rivayet edilir…

Ancak babanın bedduasında kastettiği şîr-î pençe çok farklıdır. Bu beddua sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır. Kaderin cilvesi, imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Nâbî

Yazımın girişinde Nâbî ekolünden bahsetmiştim. Nâbî mahlasını kullanan ve bu nedenle Şair Nâbî diye anılan bir başka dîvân edebiyatı şâirimiz var: Şâir ve Velî Yûsuf (1641 – 1712.) Şair NâbÎ’nin de bir sözü vardı:

"Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

‘’Nâ’’ ve ‘’bî’’ kelimeleri Farsça'da ayrı ayrı '’yok'’ manasına gelirdi. Bu beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu belirtir. ‘’Yok’’ şairdir yani Nâbî, yok hükmündedir… Nâbî bu dizelerinde de ismindeki iki kere geçen ‘’yok’’ anlamını kastederek ‘’iki yoktan ne çıkar’’ diye dizelerine döker…

Dün Thomas More anlatırken onun ‘’Ütopya’’sından bahsetmiştim ya... Hani ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılıyordu ya… Thomas More, ‘’ütopya’’ diye olmayan bir yeri anlatırken, Nâbî de kendisini ‘’olmayan kişi’’ yerine koyar…

Ve Nâbî’nin bir başka sözü:

‘’İlim bir hucce-i bi sahildir
Anda âlim geçinen cahildir.’’

(Hucce-i bi sahil: Sahilsiz deniz)

Nâbî’nin bu dizeleri ile kimleri kastettiğini TV’lerde açık oturumlarda izlerken görüyoruz zaten…

Ziya Paşa

Ama dîvân edebiyatı bu kadar da ciddi ve ağırbaşlı da değilse de yine ciddi mesajlar içerir:

‘’Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır…’’

(Yavaş giden hedefine ulaşır ancak acele yürüyenin etekleri ayağına dolaşır.)

Bu beyit de Ziya Paşa’ya aittir. Önemli konularda düşünüp taşınmadan hemen yola koyulanları, tepki verenleri kasteder… Ziya Paşa’nın esas kastettiği alan siyaset ve diplomasi alanıdır… Ziya Paşa'ya göre siyasette ve diplomaside kararlar aceleye getirmeden, iyice düşünülerek alınmalıdır. Hem de tam da günümüze uygun!

Fuzulî

Yazıma Fuzulî’den başlamıştım. Yazımı Fuzulî’nn bir beyti ile bitireyim:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Beytin ilk dizesinde Fuzulî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söylüyor. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede…

İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına geliyor. Ancak Fuzulî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şeklidir. Fuzulî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söylüyor. Buraya kadar dizenin anlamı da basit. Anlaşılmasında bir sorun yok…

Bütün mesele “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibinde. Çünkü “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe değildir. Bu konu biraz çetrefillidir… Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı’’ derdi. İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz çoğaltmam ve uzatmam gerekiyor:

“Ve’l-Leyl”, Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken Fuzulî;  bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığını sanırız… Yani, Fuzulî’nin “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise ve’l-Leyl ayetinde kaldı'' dediğini, basitçe ''ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediğini sanırız… Ama öyle değil işte…

Arapça’da bir de ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi var. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Bu ‘’vav’’ harfi ‘’yemin vav’’ıdır. ''Vallahi'', ''veşşemsi'', ''velfecri'' kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun'' , ''yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

“Ve’l-Leyl”, Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen bir tamlamadır. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ şeklindedir...

Ancak Fuzulî dizelerinde ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayeti anlamında kullanmamıştır. Fuzulî, ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Leylâ'yı kastederek kullanmıştır. Bu durumda “ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leylâ’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Mecnûn, Leylâ'ya âşık olana kadar Kays olarak tanınır, bilinir. Kays, Leylâ’nın aşkından sonra, Leylâ'nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olmuştur. Burada Fuzulî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “ve’l-Leyl”de kalarak, ona odaklanarak, ona yoğunlaşarak ''Mecnûn'' olmuştur.

Aslında Fuzulî, bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mekteb-i aşk içinde okuyarak “ve’l-Leyl”de, Leylâ'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin (Nâbî gibi) yok hükmünde bir cahil olduğunu söyler…

Bir başka anlamda da Fuzulî, Kur’ân’ı hatmetmenin bir önemi olmadığını, önemli olanın Kur’ân’da derinleşerek, onda yoğunlaşarak onu anlamanın önemli olduğunu vurgular...

Ben de hazır Fuzulî’ye, Leylâ’ya, Mecnûn’a gelmişken onlarla devam edeyim isterdim ama... ‘’Yazı uzadı’’ diye dostlarımdan daha fazla fırça yemeden ve daha fazla da cahillik etmeden Fuzulî, Leylâ ve Mecnûn’u yarına bırakayım…


Osman AYDOĞAN


Kaçış (3): Montaigne ve Denemeler

20 Aralık 2020


16. yüzyıl Fransız aydını Michel de Montaigne’in (1533 -1592) ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp da yazdığını daha önce yazmıştım. ‘’Denemeler’’ Türkiye’de, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle yayınlanır.

Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle yazar: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” 

Bu kaygı nedeniyle aradan çekilip ben de doğrudan kitaba gidiyorum…

“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” ifadesi düsturu olan ve bir de bu ifadeye ekleme yaparak  “Ama bundan bile emin değilim” diyen Montaigne bakalım kitabında neler yazmış…

Kitaptan alıntılar

‘’Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’’


‘’Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz, zararı yok. Bütün ahlak felsefesi alelade ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.’’

‘’Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir.’’

‘’Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gizlemek onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırt edip yazmak zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir.’’

‘’Kendini olduğundan az göstermek, tevazu değil budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkalıktır, pısırıklıktır.’’

‘’Gamlı ve buz gibi bir yüz içimizde felsefenin barınamadığına alamettir.’’

‘’Bilgeliğin en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir.’’

‘’Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzeli bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu.’’

‘’En büyük en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.’’

‘’Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.’’

‘’İki temel taşımızı (ruh ve beden) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil, ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten koca olmaktır.’’

‘’Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyleyse en mağruru da odur.’’

‘’Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstündeyiz ne altındayız. Bilge der ki göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve aynı kaderin buyruğundadır.’’

‘’Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir.’’

‘’Ruhumuz yapacağını gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur, çocuklarımızı, dostlarımızı, servetimizi kaybetmeye dayanacak ve gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir hale getirir.’’

‘’Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişi seçmeyi akıl ediyoruz, sonra en ehemmiyetli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve karasızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl karı mıdır?’’

‘’Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?’’ (Cicero)

‘’Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden bambaşka bir hale geçiverir.’’

‘’İnsan kötü şeyleri bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı…’’

‘’İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle görürler: Fikir ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir millet bir yüzüne, bir millet başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur.’’

‘’Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.’’

‘’Ev mal, mülk, yığınla tunç ve altın;
Yarasına merhem olmaz
Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.
Eldeki nimetleri tadabilmesi için
Keyfi yerinde olmalı insanın.
Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana
Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,
Damlalı hasta neden gitsin hamama.’’ 
Horatius

‘’Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim olsa rahatımız kaçar.’’

‘’Bütün dertlerin biteceği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!’’

‘’Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyleyse, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır.’’

‘’Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun zaman ile kısa zamanın arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur.’’ 

‘’Ölmek, yaradılışınızın şartıdır; ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.’’

‘’Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.’’

‘’Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de kötülüğü de katan sizsiniz.’’

‘’Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.’’

‘’Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Hayatınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.’’

‘’Bunca şehir temelinden yıkılıyor, bunca milletin kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor… Niçin? İnciler, biberler alıp satacağız, diye. aşağılık makine zaferleri bunlar!.."

''İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır.''

“Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf tesadüflerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerede, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerede!''

"Her ulus layık olduğu yönetim biçimiyle yönetilir."

"En çok inandığımız şeyler, en az bildiklerimizdir."

''Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayaller kuruyorsun…''

"Bir sinek yaratamayan insan yüzlerce tanrı yarattı…"

‘’Şu dünyadaki görevimiz, kitaplar dolusu bilgiyi yutmak değil, kendimiz için sağlam bir ahlak oluşturmaktır; savaşıp ülkeler fethetmek değil, doğru dürüst, insanca yaşanmaktır.’’

Montaigne, kitabında Türklerden de bahsetmiş… Türklerin savaş disiplininden bahsetmiş, Türklerin hayvan yurtları ve hastaneleri açtığını yazmış… Tabii o günlerden bu günlere köprülerin altından çoooook sular aktı ve biz Türkler de çok geliştik; şimdilerde şehirlerde topluca hayvan zehirliyoruz, sokaklarda hayvan tekmeliyoruz, arabaların arkasına hayvanları bağlayarak yerlerde süründürüyoruz…

Kitaptan seçtiğim Montaigne’in cümleleri bunlar… Beğeneceğinizi umuyorum.. Ancak daha önce Zweg’in Montaigne’in biyografisinde söylediği gibi Montaigne’i anlamak için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız…

Osman AYDOĞAN


S-400 ve ABD CAATSA yaptırımları


19 Aralık 2020

Gündemdeki konu S-400 nedeniyle Türkiye’ye yönelik ABD yaptırımları… ABD Başkanı Trump, ABD Kongresi’nin, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın aldığı gerekçesiyle uygulanması için uzun süredir baskı yaptığı yaptırım kararını 14 Aralık 2020 tarihinde imzalayarak, ABD’nin NATO tarihinde ilk kez bir NATO müttefikine, Türkiye’ye, “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırım uygulamış oldu…

Bu yaptırım üzerine; önyargı ve duygularımızın bizi beslemesi; okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmesi; hamasetten bilgi seviyesine gelememiş olmamız, tarihten hiç ders almamamız ve rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz gibi toplum olarak en büyük yanlışlarımızı yansıtan tepkiler vermeye başladık….

Bu nedenle de tepkilerde hep; içe dönük, duygusal, reaktif ve uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına Batı’da ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemler uygulandı…

Bu tepkilerin hepsini burada saymaya gerek yok!... ABD’yi kınamaktan, NATO’dan çıkmaktan, Tel Aviv’e askerî harekâtla gitmekten, ABD’ye misilleme yapıp ABD üslerini kapatmaktan bahsedenler oldu koca koca kelli felli adamlar, gazete köşelerinde TV kürsülerinde…

Hesap yapılmış ise, ideolojik ve duygusal değil de akılcı, analitik ve rasyonel düşünülmüş ise bunlar da yapılır; NATO’dan da çıkılır, ABD üsleri de kapatılır…

Konuyu anlamak için önce kısa teknik bilgi vermem gerekiyor.

Yazılarımda sık sık kullanırım ya: ‘’Her şey önce tanımla başlar, sonra araçlarla devam eder’’ diye. Bu nedenle ‘’balistik füze’’ ve balistik füzeleri etkisiz hale getirecek olan S-400 ve Patriot silah sistemlerini ayrı ayrı ve bir arada tanımlamamız gerekiyor.  

Balistik füzeler

Balistik füzeler, menzilleri 300 km veya üzerinde olan füzelerdir. Bu füzeler uçuş güzergâhlarının bir kısmını atmosferi geçtikten sonra uzaya çıkarak kat ederler. Uzayda parabolik bir yörünge çizip rotalarında en tepe noktaya ulaştıktan sonra tekrar atmosfere girip yerçekiminin etkisiyle hızlanarak hedefine ulaşırlar. Balistik füzeler iniş safhasında yaklaşık 3.000 m/s gibi bir sürate ulaşırlar. Balistik füzeler bu şekilde binlerce kilometre uzaklıktaki sabit hedefleri çok küçük sapmalarla vurarak imha ederler. Balistik füzeleri tehlikeli yapan sadece bu özelliği değildir. Balistik füzeleri esas tehlikeli yapan taşıdıkları başlıktır. Balistik füzeler konvansiyonel bir başlık taşıyabildikleri gibi nükleer, biyolojik ve kimyasal başlık da taşıyabilirler.

Balistik füzelere karşı savunma ve balistik füzelerin etkisiz hale getirilmesi

Balistik füzelere karşı iki tür savunma vardır. Bu füzelere karşı en etkili savunma balistik füzelerini daha atılmadan fırlatma rampalarında iken ilk ateşleme aşamasında imhasıdır. Ancak bu ihtimal nedeniyle bu balistik füzeler de çoğunlukla korunaklı yeraltı rampalarında ve denizaltılarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca bu rampaların tespiti için ileri teknolojik bir istihbarat ve uydu desteğine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla balistik füzelerin kullanılmadan önce veya ilk ateşleme aşamasında imha edilmesi oldukça zordur.

Balistik füzelerin fırlatıldıktan hemen sonra imhası da zordur. Bunun için fırlatma bölgesine yakın bir yerde konuşlandırılmış radarlarla uçuş yörüngesi tam olarak tespit edildikten sonra ve uzaya çıkmadan önce alçak irtifa füzesavar sistemleri tarafından vurulması gerekir ki füze rampalarının ülke derinlikte olması ve zaman darlığı nedeniyle bu da zordur.

Geriye balistik füzelerin, uzaydan yeryüzüne geri dönme aşamasında iken vurulması kalmaktadır. Bu iş ise iki aşamada yapılmaktadır:

Birinci aşama: Bu aşamada balistik füze atmosferde iken vurulmaktadır. Bu aşamada bu görev uzun menzilde ‘’Füze Kalkanı’’ savunması için görevlendirilen füzelerce yapılmaktadır. Bu füzeler denizde orta menzilden itibaren SM-3 füzelerinin çeşitli versiyonları kullanılarak yapılmaktadır…

Bu aşamada kısa ve orta menzilde ise ‘’Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması’’ (‘’Terminal High Altitude Area Defense’’ veya kısaca THAAD) sisteminde yer alan füzeler tarafından yapılmaktadır. Bu füzelere de kısaca THAAD füzeleri denmektedir. THAAD, kısa ve orta menzilli tehdit unsurlarına karşı geliştirilmiş, ABD kara kuvvetlerine ait bir balistik füze savunma sistemidir. THAAD, 150 kilometre irtifadaki hedefleri (balistik füzeleri) vurabilmektedir.

İkinci aşama:  Bu aşamada balistik füzenin imhası; balistik füze hedefe doğru iniş esnasında atmosferi terk ettikten sonra devreye giren füzelerce sağlanmaktadır. Bu aşamada da orta menzil için yine THAAD, kısa menzil için Patriot (PAC-3) füzeleri kullanılmaktadır. Bu füzesavarlar, hedefine doğru hızla yaklaşmakta olan balistik füzelerini, savunulan ülke topraklarının üzerinde, yere düşmeden, hedefine ulaşmadan havada çarpışarak imha etmektedirler. 

Özetle; bir balistik füzenin vurulması şansa bırakılmamaktadır. Balistik füze atmosferde iken SM-3 füzeleri, atmosferden inişe geçtikten sonra orta menzilde THAAD füzeleri, kısa menzilde ise Patriot (PAT-3) füzeleri kullanılmaktadır. Dolayısıyla ‘’Füze Kalkanı’’ ve ‘’Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması’’ birbiriyle entegre çalışmakta olup her iki sistem de balistik füze tehdidine uyarı için ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne entegre edilmişlerdir.  

Bu bilgiyi, tekrar başvurmak üzere burada bırakıyorum…

Balistik füze ve füzesavar füzesi için tarihten bir örnek

Doksanlı yıllardaki İlk körfez krizini hatırlayanlar bilirler; Saddam, Irak’tan Tel Aviv’e balistik Scud füzesi gönderiyordu. İsrail de bu balistik Scud füzelerini, Scud füzesi hedefe doğru atmosferi terk ettikten sonra hedefine ulaşmadan, Tel Aviv’e düşmeden son safhada, havada, kısa menzil hava savunma füzesi olan Patriot füzesavar füzeleriyle vuruyordu. İşte Patriot ve S-400 füzesavar füzelerinin esas amacı budur: Scud gibi balistik füzeleri atmosferi terk ettikten sonra hedefine ulaşmadan vurmak.

Füzesavar füzelerinin üç ana unsuru

İşte bu Patriot ve S-400 gibi THAAD kategorisindeki silahlar tıpkı bir topçu silahının sahip olduğu; atış bataryası, ateş idare merkezi ve ileri gözetleyicide olduğu gibi üç ana birimden oluşurlar: Birincisi: Balistik füzelerin yörüngelerini tespit edebilecek yetenekte gelişmiş hava ve kara radarları. İkincisi: Balistik füzeleri havada imha edecek füzeler ve fırlatma rampaları. Üçüncüsü ise gelişmiş bilgisayar sistemleriyle komuta-kontrol merkezidir.

Yani füzesavar kategorisindeki silahlardan almak istenildiğinde sadece füzeler alınmıyor. Füzelerin yanında gelişmiş hava ve kara radarları ve komuta-kontrol merkezleri de alınıyor…

Bir örnek: Patriot füze sistemi, AWACS ve Kürecik Radarı

Dolayısıyla füzesavar kategorisindeki silahlar tek başına füzeler değildir. Bu konuda bir balistik füzenin nasıl vurulacağını ve füzesavar silah sisteminin nasıl çalıştığını bir örnekle açıklamak istiyorum…

İran’ın nükleer yakıt geliştirmesi konusunda, 2015 yılından önce, ABD ile olan anlaşmazlığında eğer anlaşma sağlanamasaydı ABD, İsrail ile veya yalnız olarak İran’ın nükleer tesislerini vurma kararı almıştı. Peki ABD, İran’ı Texas’dan atacağı füzeler veya Ohio’dan kaldıracağı uçaklarla mı vuracaktı? Tabii ki hayır... ABD bu maksatla İncirlik Üssünü ve Akdeniz'deki gemilerini kullanacaktı. Ancak İran’ın elinde Şahab balistik füzeleri vardı. Ve İran ABD’nin böylesi bir harekâtı karşısında Şahab füzeleriyle misillemede bulunacaktı. Peki İran’ın Şahab füzelerinin hedefi neresi olurdu? Tabii ki İncirlik olacaktı. Bir de İsrail katılırsa Tel Aviv..

Dolayısıyla ABD, İran’ın Şahab balistik füzesi ile yapacağı böylesi bir misillemeye karşı kısa menzilli füzesavar olarak Patriot füzelerini planladı. Ancak İncirlik veya Tel Aviv’e atılacak Şahab füzelerinin ilk safha yörüngesini tespiti için bir İran’a yakın bir kara radar sistemine ihtiyaç vardı: Malatya Kürecik… Malatya Kürecik’e, o zaman Türk kamuoyunu ikna için Suriye tehdidi gerekçeli (sanki Suriye'nin elinde balistik füze varmış gibi), NATO şapkalı bir ABD radarı kuruldu… Hava radarı için İncirlik’e ABD’den ve Avrupa'dan AWACS’lar getirildi. Hedef İncirlik Üssü’nü ve artık hedef olacağı için de Kürecik radarını korumak için de Alman Patriotları Kürecik’e, Hollanda Patriotları da İncirlik’e konuşlandırıldı… Sahi, ABD, İran’ı İncirlik’ten vursaydı, sadece İncirlik ve Kürecik mi İran Şahab füzelerinin tehdidi altında olurdu? Ankara, İstanbul, Türkiye’nin sanayi tesisleri İran’ın hedefi olmaz mıydı da sadece Kürecik ve İncirlik Patriotlarla koruma altına alındı? Kürecik ve İncirlik’de ABD askerleri vardı değil mi?

Aslında o dönem yaşanan kriz hiç de 1962 yılı Küba – Jupiter krizinden farklı değildi. Ancak bu kriz Türk kamuoyunca pek algılanmadı... Allah’tan İran’ın başında Cevad Zarif gibi dahi bir dışişleri bakanı vardı da Obama ile 2015 yılında anlaşarak bu tehdit ortadan kalktı…

Günümüzde Kürecik'deki ABD radarı ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne bağlı olarak çalışmaktadır. NATO ülkelerine vaki olacak bir balistik füze saldırısı için erken uyarı görevini yerine getirmektedir. ABD’nin Akdeniz’deki gemilerinde bulunan ‘’Füze Kalkanı’’ savunması için görevlendirilen füzeler ve orta menzilden itibaren SM-3 füzelerinin çeşitli versiyonları bu balistik füzeleri atmosferde iken imha için hazır beklemektedir…

Orta ve kısa menzilde ise bu balistik füzelerin imhası için ABD'nin Bükreş'ten 180 km uzaklıkta, Romanya-Bulgaristan sınırına yakın bir yerde 170 hektarlık bir alanda konuşlandırdığı THAAD füzeleri bulunmaktadır. Kısa menzilde ise Kürecik ve İncirlikte konuşlu Patriot (PAC-3) füzeleri bulunmaktadır.

Patriot ve S-400 farkı

Her iki silah hem kısa menzilli füzesavar silahı hem de aynı zamanda uzun menzille uçaksavar silahıdır. Ancak Patriot, ağırlıklı olarak kısa menzilli füzesavar füze sistemi iken S-400’ler ağırlıklı olarak uzun menzilli uçaksavar silah sistemleridir…

Diğer sistemler

İtalyan-Fransız ortaklığı SAMP/T de Patriot ve S-400 gibi hava savunma sistemidir. Ayrıca Çin de bu silahlara benzer 300PMU-1 ve 300PMU-2 modeli hava savunma silah sistemi üretiyor. Zaten dünyada da bu silahları üretebilen başka ülkeler de yoktur. Bu silahların stratejik önemde olması nedeniyle de bu dört ülke; ABD, Rusya, Çin ve Fransa bu silah teknolojisini bir başka ülkeye de vermemektedirler.

Türkiye’nin ihtiyacı

Türkiye, hem uzun menzilli uçaksavar silahı hem de balistik füzelere karşı kısa menzilli hava savunma ihtiyacını karşılamak için arayışlara girdi. Bu maksatla Türkiye’nin alabileceği ilgili ülkeler olan ABD (Patriot),  Çin (300PMU-1 ve 300PMU-2) ve Rusya (S-400) ile görüştü. Ancak Rusya dâhil hiçbir ülke bu görüşmelerde Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadılar. Yani Rusya dâhil hiçbir ülke Türkiye’ye teknoloji transferine izin vermedi..

Fransa ve İtalya ile SAMP/T üretimi konusu

Türkiye, SAMP/T silahlarını teknoloji transferi ve ortak üretim konusunda Fransa ile görüştü. Bu maksatla ilk olarak Fransa, İtalya ve Türkiye’nin savunma bakanları, 8 Kasım 2017 tarihinde NATO sistemleriyle uyumlu ortak hava savunma sistemi üretimi için niyet beyanı imzaladılar. Bunun ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris ziyareti esnasında 05 Ocak 2018 tarihinde Eurosam’ın  (Eurosam; Fransa ve İtalya ortaklığında kurulan özel bir savunma sanayi şirketidir) Türk savunma sanayi şirketleri ASELSAN ve ROKETSAN’la SAMP/T hava savunma sisteminin geliştirilerek ortak üretimini konusunda bir anlaşma imzalandı.

Bu anlaşmaya göre İtalya-Fransa-Türkiye'nin ortak olduğu hava savunma sistemi 2020’li yılların ortalarında üretilecekti.

Rusya ile S-400 anlaşması

Türkiye uzun menzilli hava savunma sistemleri alımı için ABD (Patriot),  Çin (300PMU-1 ve 300PMU-2) ve Rusya (S-400) ile görüştü. ''ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istemedi'' diye basında bir söylem vardır. Bu söylem doğru değildir. ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istedi ancak teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadı. Sadece ABD değil, Rusya dâhil hiçbir ülke bu görüşmelerde Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadı. Çin’in yüksek fiyat teklifi nedeniyle elenmesinden sonra Türkiye ABD (Patriot) ve Rusya (S-400) arasında tercihini Rusya’dan yana kullandı. Bu maksatla 2017 yılının sonlarında iki ülke arasında 2.5 milyar Dolarlık bir anlaşma yapıldı... 

Türkiye’nin S-400 kararı sonrasında ABD tepkisi

Türkiye’nin Rusya ile S-400 füzelerinin satın alınması anlaşması üzerine ABD Türkiye’nin Rus S-400 füzelerini almaması için Türkiye’ye baskı yapmaya başladı. Hatta ABD Türkiye’nin S-400 aldığı takdirde F-35 uçakları programından çıkarılacağı tehdidini öne sürdü.

F-35 ise ABD’nin geliştirdiği yeni nesil savaş uçağının ismidir. F-35 üretim programına Türkiye de dâhil olmuştu. Bu kapsamda da F-35’lerin üretim programına Türkiye yaklaşık 11.5 milyar Dolarlık bir üretimle katkı sağlayacaktı.  

ABD bu tehditlerini somutlaştırarak, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından 10 Mayıs 2019 tarihinde sunulan ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alması halinde F-35 programından çıkarılması çağrısı yapan karar tasarısını onaylayarak kabul etti. Bu karar tasarısında Türkiye’ye S-400 silah sistemi alımını iptal etmesi çağrısı yapıldı.

Metinde Amerika’nın ‘’Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası’’ (CAATSA)’nın Başkan’a Rus savunma ya da istihbarat sektörüyle önemli işlemler yapan birey ya da kuruluşlara yaptırım uygulamasını şart koştuğu da hatırlatıldı.

Ayrıca karar metninde Türkiye’nin S-400 sistemi almasının Amerika ve NATO müttefiklerinin güvenliğine ve Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verdiği ve bu alımın Türkiye’nin F-35 üretimine katılma ve bu uçakları filosuna alma planıyla uyumsuz olduğu belirtildi.

Karar metninde ayrıca; F-35 programı dışında olası yaptırımlardan etkilenebilecek savunma teçhizatı programları arasında Patriot hava ve füze savunma sistemi, CH-47F Chinook helikopterleri, UH-60 Black Hawk helikopterleri ve F-16 uçakları da vardı.

CAATSA süreci

CAATSA, 2 Ağustos 2017 tarihinde Başkan Trump’ın imzasıyla yürürlüğe giren ABD’nin İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uygulanan ve "ikincil yaptırımlar" olarak da anılan yaptırımların dayanağını oluşturan bir yasadır.  

10 Mayıs 2019 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından bu yaptırımların Türkiye’ye uygulanması kabul edildi.

08 Aralık 2020 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye'ye S-400 alımıyla ilgili olarak yaptırım öngören ''Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa (NDAA) Tasarısı'''nı kabul etti. 11 Aralık 2020 tarihinde de ABD Senatosu Türkiye'ye yaptırım öngören savunma bütçesini onayladı. Hemen ardından da ABD Başkanı Trump da 14 Aralık 2020 tarihinde bu yasayı onayladı.

Bu şekilde NATO tarihinde ilk kez ABD, bir NATO müttefikine, Türkiye’ye,  “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırım uygulamış oldu…

Yaptırımlar neler getiriyor

Bu CAATSA yaptırımları ilk kez bir NATO üyesine uygulanıyor. Her ne kadar ABD’li yetkililer yatıştırıcı açıklamalar yapsalar de bu yaptırımlarla Türkiye, bir nevi ABD'nin düşmanı olarak kabul ediliyor…

ABD, Türkiye'nin 1.25 milyar dolar ödediği F-35 savaş uçaklarını daha önce idari bir tasarrufla da vermemişken şimdi bu tasarrufunu yasalaştırarak F-35 savaş uçaklarını artık bu yasa gereği vermiyor… Ayrıca ABD Türkiye’yi F-35 üretim programından çıkarıyor. Bu kapsamda F-35 üretim programı kapsamında Türkiye’nin yapacağı 11.5 milyar Dolarlık ileri teknoloji F-35 parça siparişini de iptal ediliyor.

Savunma Sanayi Başkanı (SSB) İsmail Demir'in ve SSB’lığındaki üst düzey üç Türk yöneticinin ABD’ye girmesini engelliyor.

Türkiye ile ABD savunma kuruluşları arasındaki ilişkiler donduruluyor… SSB, artık ABD finans kuruluşlarından ve uluslararası finans kuruluşlardan kredi ve teknoloji alamayacak…

Yaptırımların diğer ülkelere ve diğer projelere etkisi

CAATSA yaptırımlarının Türkiye’ye yönelik en büyük etkisi Türkiye'nin savunma alanında işbirliği yaptığı diğer ülkelerle olan ilişkilerine yansıyacağı ve CAATSA yaptırımlarının bu ülkeleri de etkileyerek baskı altına alacağı değerlendiriliyor… Artık bu ülkeler Türkiye ile yapacakları Savunma Sanayi işbirliğinde ABD’nin ağırlığını hissedeceklerdir.

Bu kapsamda ATAK Saldırı Helikopteri Projesi, Altay Tankı Projesi, Milli Muharip Uçak Projesi ve Hava Savunma Sistemleri projelerinin olumsuz olarak etkileneceği değerlendiriliyor.

CAATSA yaptırımlarının yasalaşması ile aslında değişen pek bir şey olmamıştır. Zaten ABD ve Batı, Türkiye ile olan sorunları ve S-400 alımı nedeniyle uzun bir süredir Türkiye’ye örtülü bir ambargo uygulamakta idiler. Türkiye, Pakistan’a 1.5 milyar Dolar tutarında ATAK Saldırı Helikopteri satmış olduğu halde helikopterde ABD motoru kullanıldığı için ABD bu satışa onay vermemiştir. Altay Tankı motoru için Alman MTU firması BMC firması ile görüşmeyi bile kabul etmemiştir.  Eurosam, Türk savunma sanayii şirketleri ASELSAN ve ROKETSAN’la SAMP/T hava savunma sisteminin geliştirilerek ortak üretimini konusunda bir anlaşma imzalamalarına rağmen Fransa’nın tutumu nedeniyle hiç ilerleme sağlanamamıştır.

Liste daha da uzatılabilir… Ve yaptırımların etkisi Savunma Sanayi dışında diğer alanlara da sıçraması muhtemeldir. 

S-400’ün getirdikleri ve götürdükleri

Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 füzeleri 2019 yılı Temmuz ayından itibaren Türkiye’ye gelmeye başladı ve 2019 yılı Eylül ayında tamamlandı. Türkiye S-400’lerin ücreti olan 2,5 milyar Doları da ödedi. Ancak ABD tehdidi nedeniyle Türkiye bu silahları aktif hale getiremiyor. ABD Başkanı Trump’ın CAATSA yaptırımlarını onayladığı 14 Aralık 2020 tarihinden sonra da bu silahların aktif hale getirileceğine dair belirtiler de yok…

Türkiye, S-400 nedeniyle ABD’ye 1.250 milyar Dolar ödediği F-35 beşinci nesil savaş uçaklarını da alamıyor. Türkiye, F-35 beşinci nesil savaş uçaklarının üretim konsorsiyumunda yer aldığı için ABD’ye üretip satacağı anlaşması yapılmış 11.5 milyar Dolarlık ileri teknoloji parçasını da üretip satamıyor… Burada kaybedilen sadece 11.5 milyar Dolarlık ihracat kaybı değildir. Asıl kayıp, Türkiye'nin ileri teknoloji F-35 parçası üretirken kazanacağı ileri teknoloji ve üretim yeteneğidir. Bugün Türkiye İHA ve SİHA üretebiliyorsa bunu F-16 üretirken kazandığı tasarım ve üretim yeteneğine ve teknolojiye borçludur. 

Türkiye, S-400 nedeniyle ABD izin vermediği için Pakistan’a satışını yaptığı 1.5 milyar Dolarlık ATAK Saldırı Helikopterini üretip teslim edemiyor…

Almanya izin vermediği için Altay Tankı Projesi, Fransa izin vermediği için Eurasam ile anlaşması yapıldığı halde SAMP/T hava savunma sistemini projesi ilerlemiyor.

Türkiye geçmişte ABD’den dört adet Awacs Radar uçağı satın almıştı. Awacs’ın Türkçe açılımı ise ‘’Havadan Erken İhbar ve Kontrol’’ anlamına gelmektedir. Bu uçaklar Boeing 737 tipi uçakların gerekli modernizasyonu sonrası bir ‘’Uçan Radar’’ haline getirilmiş halidir... Awacs uçaklarını Türkiye 2004 yılında ABD’den sipariş etmişti.  Türkiye bu uçaklar için toplam 1,5 milyar Dolar para ödemişti.

Awacs 30.000 feet irtifada görev yaparken yaklaşık 500 km ötedeki, uçak 30.000 feet’in üzerine çıktığı zaman yaklaşık olarak 800 km uzaklıktaki hedefleri görüp tespit ve teşhisini yapabilmektedir. Bu yetenekleriyle Awacs’ın en büyük özelliği Patriot füzelerinin bir parçası olarak hava radarı görevini yapmasıdır. Bu nedenle Türkiye o zamanlar muhtemel satın alacağı Patriot füzesavar silah sisteminin bir parçası olan radarlarını 1,5 milyar Dolar para ödeyerek zaten envanterine almıştı. Şimdi Patriot alınmadığı için bu uçaklar da esas görevi dışında tali görevlerinde kullanılıyor.

Bir başka konu da S-400 diye bilinen bir füzesavar sistemidir. Bu sistemin 600 km uzaktaki hedefleri algıladığı ifade edilmektedir. Ancak bu yetenek için hangi kara ve hava radarlarını kullanacağı ve bunların maliyet ve kullanım, Türkiye’nin hava savunma sistemine entegresi konusunda belirsizlikler ve şüpheler vardır.

S-400 füze sisteminde gözlerden kaçan asıl sorun şudur: Daha önce balistik füzelere karşı savunma füzelerini anlatırken, balistik füzeyi henüz atmosferde iken imha eden THAAD gibi orta ve kısa menzilli füzelerden bahsetmiştim. Patriot füzelerinin ise balistik füze atmosferi terk ettikten sonra hedefine doğru düşerken son safhada devreye giren füzeler olduğunu söylemiştim. S-400 füzeleri de aynı Patriot füzeleri gibi kısa menzilli hava savunma füzeleridir. Kaldı ki THAAD füzeleri 150 kilometre irtifadaki hedefleri (balistik füzeleri) vurabilirken S-400 füzeleri 30 kilometre irtifanın üstünde etkili olamamaktadır.
 
S-400 füze sistemi balistik füze hedefe doğru atmosferi terk ettikten sonra son safhada devreye giren bir füzesavar füze sistemidir. Dolayısı ile bu balistik füzeyi henüz atmosferde iken S-400 ile imha etmenin imkânı yoktur. Ayrıca Türkiye’ye bu imkânı sağlayan Türkiye'nin üyesi olduğu NATO'nun hava savunma projeleri olan ''Füze Kalkanı'', ''Bölgesel Hava Savunma Sistemleri'' ve ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne  S-400 füzelerinin entegre edilebilme imkân ve ihtimali de yoktur... Dolayısıyla S-400 hava savunma füzeleri ile Türkiye’nin uzun ve orta menzil hava savunma sistemi eksik kalacaktır.

S-400 füze sisteminin; yaygınlaştırılması, geliştirilmesi ve gelecekte de kullanılması konusunda da belirsizlikler vardır.

Tüm silah sistemlerinin belirli bir yönetimi vardır. Kaynak, idame, bakım, standart, uyumluluk, eğitim, kod gibi… Yıllardır Batı silah sistemlerini ve teknolojisini kullanan Türkiye’nin böylesi gelişmiş bir teknolojiyi mevcut altyapısına ve sistemine nasıl entegre ve idame edeceği konusu da belirsizliğini koruyor…

Türkiye F-35 programından dışlanmıştır. Hâlbuki 2000’li yılların başından beri Türk Hava Kuvvetleri F-35’leri beklemektedir. 1980’li yıllarda üretime başlanılıp 1990’da üretimi tamamlanan F-16'ların ekonomik ömrü dolmuştur. F-16’ların yerine hangi savaş uçağını ikame edeceği konusu da belirsizliğe girmiştir.

Türkiye’nin S-400 alımı Türkiye – NATO ilişkilerine de zarar vermesi muhtemeldir. Günümüzde Türkiye’nin tam üye olduğu, mutlak söz hakkı olduğu tek Batı kurumu NATO’dur. Bu Türkiye’nin kolayca vazgeçebileceği bir hak ve imkân değildir. Türkiye, NATO’dan çıktığı an Kıbrıs Rum Kesimi NATO’ya girecek ve Türkiye, Ege’de hak ve menfaatlerini ararken muhatab olarak Yunanistan değil de NATO ile karşı karşıya kalacaktır.

Özellikle CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası gibi henüz sonuçlanmamış davaları da menfi yönde etkileyeceği değerlendirilmektedir.

S-400’lere ihtiyaç var mıydı?

S-400 ve Patriot veya SAMP/T bataryaları uzun menzilli uçaksavar füzeleri olsalar da esas olarak kısa menzilli füzesavar silah sistemleridir. Uzun menzilli balistik füzeler ise her ülkenin elinde bulunmamaktadır. Bu balistik füzeler Suriye’de yoktur, Irak’ta yoktur, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’da yoktur. İngiltere ve Fransa hariç tüm bir Avrupa’da yoktur. Bölgemizde sadece İran ve Rusya’da bulunmaktadır. Daha uzaklarda Çin, Kore ve ABD elinde bulunmaktadır. Bu balistik füzelerle Türkiye’yi tehdit edecek bölgede iki ülke vardır: İran ve Rusya. İran’ın Rusya’nın hemen hemen müttefiki olması, genellikle Rus teknolojisi kullanması nedeniyle tehdidi aynı değerlendirmek gerekmektedir.

Bu durumda şu soru sorulmalıdır: Türkiye Rusya’dan alacağı S-400’leri Rusya’ya karşı mı kullanacaktır? Bu durumda silah sistemlerindeki gizli ve gömülü kodlarla Rusya buna izin mi verecektir?

Türkiye’de örtülü bir şekilde S-400’lerin ABD tehditlerine karşı alındığı şeklinde absürd bir iddia bulunmaktadır. Eğer gerçekten S-400’ler bu nedenle alınmışsa ABD’nin yurt dışındaki en büyük üslerinden birisi olan ABD İncirlik Üssü, Kürecik gibi diğer ABD üs ve tesisleri ve Türkiye’nin NATO üyeliği ne anlama gelmektedir?

Sonuç

Türkiye’de 18 yıldır iktidarda bulunan partinin ideolojik olarak Batı ve NATO aleyhtarı olduğu bilinmeyen bir konu değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin bir füze savunma sistemine ihtiyacı olmakla birlikte ABD ürünü Patriot yerine Rus ürünü S-400 hava savunma sisteminin seçilmesinin yukarıda anlattıklarım çerçevesinde askerî ve teknik bir gereklilikten ziyade siyasi bir karar olduğu değerlendirilmektedir…

Şu an için Türkiye’nin S-400 alımı ile ilgili olarak tek kârlı çıkan ülke Rusya olmuştur. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alımı ile ilgili olarak Türkiye –ABD, Türkiye – NATO ve Türkiye – AB ve Batı ilişkileri büyük bir gerilime sahne olmuştur. Tabii ki gerilimden de ve Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerine vereceği zarardan dolayı ellerini ovuşturarak sevinen de yine Rusya olmaktadır.

Kaldı ki Rusya’dan S-400 aldık diye Rusya’nın bize dost olmasını da beklemek aşırı derecede saflık olur. En azından şu örnek tarih bilmeyenlere bu konuyu acı bir tecrübe olarak yaşatmıştır:

Türkiye, Rusya’dan aldığı S-400 füzelerini 2019 yılı Temmuz ayından itibaren Türkiye’ye getirmeye başlamıştır. S-400 füze sistemlerinin Türkiye’ye gelmesi ise 2019 yılı Eylül ayında tamamlanmıştır. Hal böyleyken, daha füzelerin Türkiye’ye geldiği haberleri soğumadan, 27 Şubat 2020 tarihinde, Rusya, Suriye İdlib’de bir Türk gözlem noktasına yapığı hava saldırısı ile 36 Türk askerini şehit etmiştir. Bu kayıp, Kore ve Kıbrıs Harekâtından sonra Türkiye'nin yurtdışında verdiği en büyük asker kaybıdır. 

Bu yaşanan acı olay bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî'nin, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatıyor: ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''  

2021 yılının ilk NATO Liderler Zirvesi 2021 yılı Şubat ayında Brüksel'de yapılacaktır. Yeni seçilen ABD Başkanı Biden de toplantıya ilk kez katılacaktır. NATO zirvesinin hemen ardından da 2021 yılı Mart ayında AB Liderler Zirvesi yapılacaktır... 2021 yılı Şubat ayındaki NATO Liderler Zirvesine kadar S-400 ve CAATSA yaptırımlar sorunu çözülmediği takdirde 2021 yılı Mart ayındaki AB Liderler Zirvesinde, 2020 yılı Aralık ayı zirvesinde ertelenen Türkiye’ye yaptırımlar gündeme gelecektir.

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, S-400'ler Türkiye'de kaldığı veya Türkiye, S-400 konusunda ABD'yle uzlaşmadığı sürece, yaptırımların artarak devam edeceği anlamında açıklamada bulunmuştur. Dolayısıyla ABD'nin CAATSA yaptırımları hafife alınacak ve hamasetle çözülecek bir konu değildir. Ciddiye alınmalıdır. Hamasetten, hissiyattan ve duygusallıktan uzak, düşüncenin, aklıselimin, diplomasinin, bilimin, mantığın gereği ve ülkenin çıkarı ne ise o yapılmalıdır…

Türkiye'de 1975 yılı ABD ambargosundan sonra, ABD’den bağımsız yerli ve milli Savunma Sanayi geliştirmek için kollar sıvanmış ancak sonuçta ABD F-16’larına, ABD GZPT’lerine karar kılınarak yine ABD'ye bağımlı hale gelinmiştir. Gündemimizdeki Altay Tankı’nı da yapacak olan firmanın %49,9 hissesi de yabancıdır. Sorunun temelinde Türkiye'nin kendi yerli ve milli Savunma Sanayi teknolojisini geliştirmemiş olması ve Türkiye’nin son yıllarda bölgesinde silaha muhtaç ve kendi güç ve doğasıyla tamamen çelişen bir politika izlemiş olmasında yatmaktadır.

Diğer taraftan her yabancı menşeli silah tedariki kaynak ülkeye siyasi bağımlılığı da beraberinde getirmektedir. Prof. Dr. Jehuda L. Wallach Yahudi kökenli bir Alman askerî tarihçidir. Bu tarihçinin de güzel bir kitabı var:  ‘’Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Türkiye'de Prusya-Alman Askeri Heyetleri 1835-1919’’ (Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, 1977) (Orjinali:  ‘’Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976) Yazar çalışmasına doktora tezi olarak Mısır’a yapılan Rusya askerî yardımlarını inceler…  Sonra da ABD yardımlarını inceler. Daha sonra yazar Osmanlıya yapılan Prusya askerî yardımları incelemeye başlar ve sonuçta da bu kitap ortaya çıkar. Yazar kitabında şu tezi ortaya koyuyor: Silah yardımı alan veya silah satın alan ülkeler süreç içerisinde kaynak ülkenin siyasi ve askerî hegemonyası altına girmektedirler.

Rusya’nın veya Doğu Blokunun (Şangay beşlisi gibi) Türkiye’ye sunacağı hiçbir siyasi ve kültürel gelecek yoktur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın, kovboydan kaçarken ayıyla karşılaşmanın, iki kötüden birisini seçmenin hiçbir anlam ve amacı yoktur.

Sorunun özüne bakıldığında Türkiye'nin, kendisine muhtemel bir uzun menzilli füze saldırısı yapabilecek İran ve Rusya ile ilişkilerini düzelttiğinde ve bölgesinde kendi güç ve doğasıyla uygun polltikalar geliştirdiğinde böylesi bir silaha ihtiyacı da kalmayacaktır. Siyaset zaten sorunları güç (silah) kullanmadan çözme sanatıdır. Böylesi bir güvenlik ihtiyacını zaten Mustafa Kemal Atatürk; Batı'da Balkan Paktı ile, Güney'de Sadabad Paktı ile, Kuzey'de ise Sovyetlerle ''Dostluk, Komşuluk ve İşbirliği Anlaşması'' ile sağlamıştı... Ülkede ve bölgemizde sükûnetin tek adresi yine Mustafa Kemal Atatürk'tür: ''Yurtta Barış, Cihanda Barış''

Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Osman AYDOĞAN


Kaçış (2): Montaigne ve iç kalesi

18 Aralık 2020


Dünkü yazımda hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’den ve onun eseri ‘’Denemeler’’den bahsetmiştim…

Bugün Montaigne'i anlatacağım ancak Montaigne’i anlatmak hiç de o kadar kolay değil. Gerçi bu işi geçmişte Nietzsche bir cümleyle başarmış. Nietzsche şöyle demiş Montaigne için: “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” 


Michel de Montaigne bahsettiğim ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp öyle yazar. Montaigne bu sürede hem bedenini bu kuleye hem de kendisini kendi iç dünyasına (iç kale) hapseder…  Daha doğrusu kendi iç dünyasına kaçar…

Montaigne’nin ‘’Denemeler’’ini anlatmayı yazı uzamasın diye ayrı bir yazı konusu olarak yarına bırakıyorum… Bu yazıdan maksadım ise Montaigne’in biyografisini ve iç kalesini Stephan Zweig’in kaleminden anlatmaktır. 


Stephan Zweig ve Montaigne

Zweig, hümanist düşünür Erasmus'la başladığı kendi içsel yolculuğuna yine bir hümanistle, Montaigne'le noktayı koyar.  Zweig, 20’li yaşlarında karşısına çıkan Montaigne’inin “Denemeler” adlı kitabına ilk başlarda büyük bir önyargı ile yaklaşır. Ancak Zweig, Montaigne’i okudukça onu kendisiyle özdeşleştirir ve benimser… Ve Zweig, "En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir" diyen Montaigne'de kendini bulur. Sonunda Zweig, Montaigne’in biyografisini yazar. (Stephan Zweig, ‘’Montaigne’’, Can Yayınları, 2012) (*) 

Stefan Zweig’ın yazdığı Montaigne’in bu biyografisi okuyanı Montaigne’in iç dünyasına doğru kısa bir yolcuğa çıkarır… 

Zweig’ı en çok etkileyen ise Montaigne’inin benliğini bulma yolundaki uğraşıdır. Hayatı boyunca benlik üzerine ve kişinin kendi iç savaşını kazanıp özgürleşmesine dair arayışını sürdürmüş olan Montaigne ile tanışan Zweig, onun her sözünde kendi arayışına dair yeni bir anlam bulmanın sevincini yaşar…  

Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını kitabı Almancasından çeviren Ahmet Cemal önsözde şöyle özetliyor: “...Her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir? ...”

İç kale

Ancak Montaigne’nin ‘’iç kale’’sinin bir özelliği vardır… Bu ‘’iç kale’’ ancak ve ancak iyi bir eğitim ve kültür temeline oturursa fayda sağlar... Bu şekilde iyi bir eğitim ve kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle kendi ‘’iç kale’’sinde insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…

‘’İç Kale’’ aynı zamanda insanın kendisiyle böylesi bir kültür temelinde diyaloğu demektir. Bu diyalog için de Montaigne şöyle der: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Michel de Montaigne

Şimdi gelelim Zweig’in kitabında anlattığı Montaigne’ye…

Zweig’in Montaigne’i anlattığı kitabında giriş cümlesi şöyle başlıyor:  ‘’Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac ve Tolstoy gibi bazı seçkin yazarlar vardır; bunlar, hangi yaşta ve hayatlarının hangi evresinde olurlarsa olsun herkese hitap ederler. Bir de belirli bir anı yaşayana dek ne kadar önemli olduğu iyi bir şekilde anlaşılmayan yazarlar vardır. Montaigne bunlardan biridir. Gerçek değerinin farkına varabilmeniz için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız.’’

Montaigne’in kökleri tüccar olan bir aileden gelir.  Babasının dedesi Bordeaux başpiskoposundan bir şato satın alarak asalet sahibi olur. Montaigne’in babası da ticareti bırakıp “şövalye” olur ve ailesine unvan kazandırır… Montaigne, 1533 yılında doğduğunda artık zengin ve asil kabul edilen bir ailenin çocuğudur. Montaigne’in babası oğlunu bir sütanne yerine bir orman köylüsüne verir. Montaigne çocukluğunu burada geçirir. Montaigne’in babasının amacı oğlunun çocukluğundan itibaren üst sınıftan, unvan taşıyan elitlerden biri olduğunu hissetmesini önlemek, konforsuz yaşamaya alışmasını sağlamak ve ‘’kendisine sırtını dönenlere değil, el verenlere yakın hissetmesini’’ sağlamaktır.

Okul çağına geldiğinde Montaigne, Fransızca’dan çok Latince konuşulan, sabahları ruh sağlığı iyi olsun diye başucunda keman ve flüt çalınarak uyandırıldığı evine geri alınır. Montaigne döneminin iyi bir okuluna gönderilir. Fakat Montaigne okuldan, öğretilenlerden, öğretilme şekillerinden hiç mi hiç hoşlanmaz. Bunun üzerine ailesi onun evde iyi bir eğitim almasını sağlar. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirilir. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrenir. Daha sonra da Montaigne, Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okur.

1568’de babası ölür; şato ve yönetimi Montaigne’e kalır. Aile mirası olarak yürüttüğü yüksek mahkeme üyeliği, belediye meclisi üyeliği gibi resmi görevler ve unvanları da vardır. O zaman öyledir; 1570’te bu görevleri satış yoluyla devredilmektedir.

Montaigne, şatoda kullanılmayan bir kulenin ilk katını yatak odası ikinci katını kütüphaneye çevirir. Sonra gövdesini bu kuleye ve kendisini de Goethe’nin “İç Kale” dediği kendi içine kapatır. Montaigne içindeki “ben”i, içindeki “özgür insan”ı arama işine bu kulede ve kendi içinde aramaya başlar. Aradığı tek şey vardır; “içindeki özgür insan”... Montaigne’in aradığı aslında kendisidir… 

Montaigne, bu kuledeki günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirir. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren yazılar yayınlar. Avrupalıların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine ve bu yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' nitelemelerine karşı çıkar… Bu çalışmaların sonucu olarak daha insancıl bir dünyayı hayal ederek ünlü ‘’Denemeler ‘’adlı kitabı ortaya çıkar. 

Montaigne, 1570 ile 1580 arası tam on yıl bu kulede kalır. Nadir zamanlarda dışarı çıkar.  Tavan kirişlerine, kafasını kaldırdığında kılavuzu olacak yıldızlar misali (zaten kubbe şeklindeki tavana da Montaigne gökyüzü gibi yıldızlar işletmiştir) hepsi de Latince 54 özdeyiş yazar... Bir tanesi hariç o da kendi dilinde Fransızcadır; “Ne biliyorum?”

Montaigne için görkemli şatosunun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kulesi…

Montaigne’nin bu kendini arama süreci (1570 -1580) Fransız dini savaşlarına (1562 ile 1598 arasındaki sekiz iç savaş dönemi) ve isyanlar dönemine denk gelir. İsyanlar ise zayıf bir krallığın ve Katolikler ile Fransız Protestan grubu olan Huguenotlar arasındaki dini çatışmaların sonucuydu…

Montaigne, ailesinden ve insanlardan kendisini soyutlayıp, kaçıp, kendisini şatosuna hapsettiğinde 38 yaşındadır. Bu yolculuk kendisi ile birlikte “insanoğlu”nu arama yolculuğudur... On yılın sonunda anlar ki Montaigne, insanı tanımak ve anlamak insanla iç içe olmaktan geçer. Bundan sonra da soyut yolculuğu bırakıp gerçek yolculuklara başlar... Ülke ülke, coğrafya coğrafya gezerek insanı keşfe çıkar. Bu yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; çünkü farklı olan her şey, ona göre görülmeye değerdir. Tersine herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı zaten çok kişi görmüş ve anlatmıştır.

22 Haziran 1580 tarihinde başladığı yolculuğu 30 Kasım 1581 günü sona erer… Bu yolculuğu kendi ifadesiyle on yedi ay sekiz gün sürer…

Yolculuğundan sonra 7 Eylül 1581 tarihinde oybirliği ile seçildiği Bordeaux Belediye Başkanlığı görevini istemeye istemeye yerine getirir.

Montaigne için tüm yaşamı ve deneyimleri çalışıp bitirdikten sonra geriye öğrenilecek tek şey kalmıştır: Ölüm… Ve Montaigne bilgece yaşadığı gibi bilgece ölür. Montaigne için son dini ayinler yapıldığında takvimler 13 Eylül 1592 tarihini göstermektedir.

Kitaptan bazı bölümler

Şimdi de bu kitaptan, Zweig’in kaleminden Montaigne’in anlatıldığı bazı bölümler:

"İnsanın imkân varsa karısı, çocuğu, parası hele sağlığı olmalı; ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada hiçbir konuğa yer vermeksizin kendimizle dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın."

‘’Bütün bu curcunayı neden bu kadar ciddiye alıyorsun? Yaşamak zorunda olduğun çağın saçmalıklarının ve fesatlıklarının seni bu kadar etkilemesine neden izin veriyorsun? Bunlar ancak bedeninin sıyırıp geçebilir, iç dünyana erişemezler. Dış dünya, sen buna izin vermediğin sürece, senden bir şey alamaz, sinirini bozamaz. Yaşadığın çağın olayları bunlara dâhil olmayı reddettiğin sürece etkisizdirler, benliğini saf tuttukça dönemin delilikleri gerçek tehlike oluşturmayacaklardır. Hatta ilişkilerinden en moral bozucu şeyler, aşağılamalar, talihsizlikler; tüm bunları, ancak onlar karşısında zayıflık gösterirsen hissedersin, olgulara değer, önem, neşe ve acı yükleyen senden başka kim var? Dışarıdan hiçbir şey moralini bozamaz ve yükseltemez; iç dünya özgür ve samimi kalabildiği sürece dışarıdan gelen en güçlü baskıyı dahi kolaylıkla def eder.’’

‘’Dünyayı sadece kendinize bakarak tanımlayamazsınız. Bu nedenle tarih okur, felsefe çalışırız; dersler ve hükümler çıkarmak için değil, geçmişte başka insanların nasıl davrandıklarını anlamak için.’’

‘’Özgürlüğün gerçek esası, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamaktır.’’

“Kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki bütün özgürlükleri de onurlandırmış olur.”


“Ben, Montaigne, dünyadaki her homme libre’in, yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi sayıyorum.”

‘’Dünyadaki hiçbir konum ne ait olduğu ırk ne de yetenek seviyesi, insanın asaletini belirlemez. Bunu sadece kendi kişiliğini koruma ve hayatını yaşama seviyesi belirler. Bu nedenle Montaigne’e göre insanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur: ‘Sanatın özgürleşmesinden bahsederken, öncelikle bizi özgür kılan sanattan başlamalı.’ ’’

“Özgür olabilmesi için insanın borçlu ve birtakım bağlantılar içinde olmaması gerekir; oysa hepimizin devletle, toplumla, aileyle aramızda bağlar bulunmaktadır: Düşünceler, konuştuğumuz dilin egemenliği altındadır; mutlak anlamda özgür insan düşüncesi hayalden başka bir şey değildir. Hepimiz bilincine vararak ya da varmaksızın, aldığımız eğitim sonucu ahlakın, dinin, dünya görüşlerinin kölelerine dönüşürüz; soluduğumuz, zamanın havasıdır.”

‘’Montaigne için doğada gereksiz bir şey yoktur, gereksizliğin kendisi bile gereksiz değildir. Evrende var olan her şeyin kendisine ayrılmış bir yeri vardır. Montaigne güzelliği daha görünür kıldığı için çirkinliği sever, iyiliğin altını çizdiği için kötülüğü sever, aptallığı ve işlenen suçları da sever. Bunların hepsi iyidir, Tanrı çeşitliliği kutsamıştır.’’

‘’Dünyanın çeşitliliğini doktrinler ve sistemler içine hapsetmek düpedüz yalan ve suçtur. İnsanları kendi özgür yargılarından, iradelerinden ayırmak, onlara dışarıdan bir şeyler dayatmak da sahteciliktir.’’

‘’Herkes; Sorbonne profesörleri, danışmanlar, sefirler, Zwingli’ler, Calvin’ler ‘Gerçeği biliyoruz’ diye iddia ederlerken; Montaigne, ‘Ne biliyorum?’ diye karşılık vermiştir. Sürgünlerle, işkencelerle onlar ‘Böyle yaşamalısınız!’ diye dayatmak isterlerken; Montaigne, ‘Kendi fikirlerinize sahip çıkın, benimkilere değil! Kendi hayatınızı yaşayın! Beni kör gibi takip etmeyin, özgür kalın!’ diyordu.’’

‘’Kitlesel delilik anlarında hepimizin kendimize telkin ettiğini o da kendisine söylemektedir: Dünyayı umursama! Dünyayı değiştiremezsin, bir şeyleri iyileştiremezsin. Kendine odaklan, kendinde kurtarılabilecek bir şey varsa onu sağlama al. Başkaları imha ederken sen inşa et. Kendini kapat, dünyanı inşa et. ‘’

‘’Yaşadığımız çağda genellikle kadınlar kocaları hakkında olumlu düşünce ve duygularını onlar ölene kadar ifade etmiyorlar. Yaşarken münakaşalardan çekerken öldüğümüzde sevgi ve ihtimam görüyoruz. Dul kaldıktan sonra sağlığı daha iyiye gitmeyen çok az kadın bulunur. Sağlık pek de yalan söylemeyen bir özelliktir.’’ (Bu cümleleri Montaigne evlendikten birkaç ay sonra söylüyor!) (Günümüzde bir araştırma, bir şekilde dul kalmış kadınların kendilerini daha özgür hissettiklerini söylüyor. Montaigne ise bunu dört asır önceden söylüyor!)

’’Ruhumun derinliklerine inebildikleri takdirde onun hiçbir zaman herhangi birine fazla yaklaşabilecek, zarar verebilecek, öç alabilecek ya da kıskançlık duyabilecek, herkesi öfkelendirecek ya da sözünü tutmayacak biri olamayacağını göreceklerdir. Ve içinde yaşadığımız zamanın herkese olduğu gibi bana da fırsatlar sunmasına rağmen, ellerimi hiçbir zaman bir başka Fransız’ın malına ya da servetine uzatarak kirletmedim. Savaşta ve barışta yalnızca benim olanla yaşadım; hiç kimseden karşılığını yeterince vermeksizin bir hizmet istemedim… Çünkü benim, yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var.’’

Bu kitabın; yaşadığı çağdan ve dünyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir kitap olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN

(*) Stephan Zweig’in ‘’Montaigne’’ kitabının Türkçesini iki yayınevi yayınlar: Birincisi ve ilk olarak Can Yayınları Ahmet Cemal’in çevirisi ile yayınlar (2012). Diğerini ise Zeplin Yayınları Çağatay Duruk’un çevirisi ile yayınlar (2019). Tercüme eserler ne yazık ki orijinal dilin verdiği anlamdan oldukça uzak oluyorlar. Buna rağmen Ahmet Cemal’in çevirisi kusursuz olarak niteleyebilirim… 


Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…

17 Aralık 2020

‘’Bir gün herkes kaçar… Çünkü bazen kaçış bir kurtuluştur’’ derdi Şehriyar… Ve devam ederdi Şehriyar: ‘’İşte bu nedenle kimisi bir başka ülkeye, bir başka diyara, bir başka mekâna kaçar kurtulur, kimisi de kendi içine kaçar; kendi ülkesinde sürgün olup, kendi içine sürgün edilir kurtulur... Ancak, kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve daha acımasızdır.’’

İnsan ister bir başka ülkeye, diyara veya mekâna kaçsın, isterse de kendi içine kaçsın, oraya sürgün edilsin her zaman zordur bu kaçışlar… Tarih bunun örnekleriyle doludur… ‘’Türkler geliyor’’ diye Balkanlardan Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar ve daha niceleri Avusturya’ya doğru kaçmışlar… Sonra tersine dönmüş bu kaçış… Ruslar, Avusturyalılar, Bulgarlar, Yunanlar geliyor diye insanlar Balkanlardan, Kafkasya’dan Anadolu’ya kaçmış… Bugün Adana’da hala ‘’Kaç kaç olayı’’ hafızalardadır; Fransız ve işbirlikçisi Ermeniler geliyor diye Adana halkı Toroslara doğru kaçmış. (10 Temmuz 1920) (Daha önceleri yazmıştım bu ‘Kaç Kaç Olayı’nı bu sayfalarda) Hitler’den Yahudiler, aydınlar kaçmış dünyanın dört bir yanına… Günümüzde de Suriye’den kaçanlar var, Irak’tan, Afganistan’dan kaçanlar var… Ülkesinden kaçanlar var…

Bunların dışında, Şehriyar’ın söylediği gibi, bu sürgünlerden, bu kaçışlardan her zaman daha zor, daha acımasız olan kendi ülkesinde sürgün olup da kendi içine kaçanlar, kendi içine sürgün olanlar var… Genellikle bu kaçışlar, bu sürgünler sessiz sedasızdırlar, pek bilinmezler…

Böylesi kendi içine sürgün edilenleri hatırlıyorum... Bunlardan hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine (‘’İç Kale’’ deyimi Goethe’ye ait) kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’i hatırlıyorum… Onun bu kaçışı esnasında yazdığı meşhur eseri ‘’Denemeler’’ini ve Stephan Zweig’in Montaigne’inin üzerine yazdığı biyografisini hatırlıyorum…

Zweig denince, Zweig’in kendisinin de kaçanlardan olduğunu hatırlıyorum… Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelen Zweig, çağının vahşetine ve dehşetine daha fazla dayanamaz: 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Zweig ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu ve sonsuz bir uykuda bulurlar.

Zweig’ın son yazısının “Montaigne”in biyoğrafisi üzerine olması da tesadüf değildir… Mezhep savaşlarından, büyük katliamlardan, bağnazlıklardan kaçan Montaigne’in benzer nedenlerle çağının vahşetinden kaçan Zweig’in ilgisini çekmemesi mümkün değildir…

Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi Charles Baudelaire’i ve onun "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirini hatırlıyorum... Ahmet Hâşim’i ve onun en güzel eseri ‘’O Belde’’yi ve ‘’O Belde’’nin hayal ürünü güzel, ince, saf, leylî, masum, ince, huzur veren ve gözlerinde hüzün ve sükûn olan kadınlarını hatırlıyorum… ‘’Ütopya’’nın yazarı Thomas More’u hatırlıyorum… Bunları hatırladıkça ütopyadan distopyaya geçişin dehşetini ve hüznünü ben de ayrı ayrı yaşıyorum…

Ancak bu saydığım isimlerin içe kaçışlardan da ortaya bir sanat, bir edebiyat, bir felsefe ve bir aydınlanma çıkıyor… Çünkü kendi içine sürgün olanlar, kendi iç kalelerinde yaşayanlar da hep kendileri ile diyalog halinde oldukları için bu diyaloglar da edebi, felsefi ve sanatsal oluyor… Bu diyalog için Montaigne şöyle diyor: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Bu iç kale de kişinin, sanatı ile edebiyatı ile felsefesi ile aydınlanması ile vahşi dış dünyanın etkilerinden korunduğu gerçek bir kale haline geliyor. Böylesi bir iç kale ise Ahmet Cemal’in kaleminden, Stefan Zweig’ın Montaigne’ye yönelik yorumunda şöyle veriliyor:

‘’Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür ‘iç kale’ inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.’’

Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…

Bu insanlar, dış dünyanın vahşetinden kaçarken iç dünyalarıyla, iç kaleleriyle, ütopyalarla daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyayı ararlar... İnsanı insan yapan arayışlar işte bu iç kalelerde, bu ütopyalarla zenginleşir, anlam kazanır… Bu konuda klasik geleneğin önde gelen temsilcileri arasında kabul edilen Nobel ödüllü Fransız yazar Anatole France şunu söyler; “eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı...”


İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesidir bu iç kaleler, bu ütopyalar... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldızı’dır iç kale ve ütopyalar…

Ancak unutuldu gitti iç kaleler, ütopyalar... Şimdi ‘’ütopik’’ diye alay konusu edilir oldu ütopyalar… Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Doğanın, ağaçların, hayvanların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı hatta teşvik ettiği bir distopya var…

Tevfik Fikret’in “Kanun kanun diye kanun tepelendi” dizelerin­deki gibi, “demokrasi, demokrasi, demokrasi’’” diye diye insanların ve insanlığın tepelendiği bir yerdir distopya… Kapitalist dünyanın; değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede de lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İşte kaçış, içe kapanış, iç kale, ütopya işte bu distopyadan bir kurtuluştur…

Dışa kaçışları, sürgünleri, tehcirleri, göçleri herkesler biliyor… Ancak sessiz sedasız yaşanılan içe kaçışlar, içe kapanışlar pek bilinmiyor… Ard arda dört günlük ‘’Kaçış’’ yazı serisi ile bu içe kaçışları, bu içe kapanışları anlatmak istiyorum… Daha önceki yazılarımda Baudelaire’i ve Ahmet Hâşim’i ve onun ‘’O Belde’’sini bu sitemde anlatmıştım. Şimdi de önce kendi ‘’İç Kale’’sine kapanan Montaigne’yi, sonra da  ‘’Ütopya’’sı ile Thomas More’u birer örnek olarak anlatmak istiyorum…

Bu yazılarımın; yaşadığı çağdan, dünyadan ve bu distopyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir yazı serisi olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN




TÜRKİYE'NİN GÜVENLİK SORUNU

Vaktiniz olduğunda izlemenizi arzu ederim...


Doğu’nun sesi…

16 Aralık 2020

Dün bu sayfada müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin sözleri Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şarkısından bahsetmiştim: ‘’Kimse bilmez’’

Ömer Hayyam’ın rubailerinden faydalanarak şarkı yapan sadece Mehmet Güreli değil tabii ki…

1992 yılında kurulan İranlı bir müzik grubu var: “Axiom of Choice” Bu grup İranlı müzisyen Ramin Tolkian ve Mammad Mohsenzadeh tarafından kurulur. ABD’de yaşayan kadın ses sanatçısı Mamak Khadem de grubun vokalistidir… Bu neo-etnik müzik grubunun müzik stili Fars klasik müziği ile batı müziklerinden bir sentezinden oluşur… Ne yazık ki bu grup sadece üç albüm yaparak dağılır… Bu albümlerin isimleri; ‘’Beyond Denial’’ (Faray-e Enkaar) (1996), Niya Yesh (2000) ve ''Unfolding'' (Goshayesh) (2002) 

Grubun yaptıkları bu üç albümden sonuncusu olan ‘’Unfolding’’ (Goshayesh) adlı albümlerinde Ömer Hayyam'ın rubailerini şarkı sözü olarak kullanırlar. Grubun bu albümünde yer alan ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkı da sözleri Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşan bir derlemeden ibaret: 

''Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi.

İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ (lamba) bil, âlemi de fânus. ,
İçinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek..
Aslında şaşkın bir şekilde.

Ey kalbim,
Ey aşığın yüreği,
Ey kalbin fedaisi…''

Şarkıdaki müzik, hançeredeki ses, hançeredeki feryâd, figân, ağıt, sözlerindeki anlam bize ait, Ortasya'dan Balkanlara, Kafkasya'dan Ortadoğu'ya bizim coğrafyamıza ait, bizim kültürümüze ait…

Bu Korona - karantina günlerinde bu şarkı halet-i ruhiyemizi mi anlatır bilemem artık... Zira güneş bir lamba, âlem de bir fânus... Ve fânusun İçinde ateş böcekleri gibi dönmekteyiz şekil şekil, benek benek, kelebek kelebek... Ve şaşkın bir şekilde...

Osman AYDOĞAN

Axiom of Choice, “Unfolding” isimli albümünden: ‘’Color of Dreams’’:
https://www.youtube.com/watch?v=tu4bz2M2i1Q


Kimse bilmez…

15 Aralık 2020

Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin güzel mi güzel bir şarkısı var: ‘’Kimse bilmez’’ Önce şarkının sözlerini vereyim:

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...''

Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Hayyam'ın rubaileri ise şu şekildedir:

329. 
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün 
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün 
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler 
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

331. 
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe? 
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen 
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.

361. 
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende 
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde? 
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim 
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.

Önce Hayyam’ın rübailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği bir görün…


‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki  Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar da astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…

‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…

‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de bir gelip geçenlerin, geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş ve kimseciklerin görmediği çiğler gibi kaldığını görün…

Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?''  Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten.  ‘’Kimse bilmez’’ sözlerinin bilenlere çığlık çığlığa bir sitem, bilmeyenlere de çığlık çığlığa bir haykırış, bir kutsal isyan olduğunu görün... 

Mehmet Güreli de müziğinde bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir…

Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…  

Bugünler kasvet günleri ya… Bir yandan Korona salgını, bir yandan kısır iç siyasi tartışmalar, diğer yandan dış siyasetteki sıkıntılar, ABD ambargosu… Zaten hava da yağışlı, kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, günlük telaşın hay huyunu, Koronayı, ABD’yi, kısır iç siyasi çekişmeleri gelin Mehmet Güreli’nin bu şarkısını dinleyin…

Mehmet Güreli'yi dinlerken de Hayyam'ın rübaisini düşünün:

''Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?''

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende.'' 

Osman AYDOĞAN


Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=PHo5U9Rios0



Altay Tankı (2)

14 Aralık 2020

İlk yazdığım Altay Tankı yazısı üzerine çok sayıda müspet ve menfi yorum yapıldı. Hâlbuki ben sadece daha önceden kamuoyuna malum olmuş bilgileri aktarmıştım. Gelen eleştiriler üzerine Altay tankının ihale sürecini, bir kısım bilgiler mükerrer olsa da daha detaylı anlatmak ihtiyacını duydum. Ancak kısaca da Altay Tankından da bahsetmek istiyorum.

Altay Tankı nedir?

‘’Altay Ana Muharebe Tankı’’ tüm fikri, sınai ve lisans haklarıyla Milli Savunma Bakanlığına ait “milli” bir platformdur.

Altay Ana Muharebe Tankı Önemli Detaylar ise şöyledir: 

Tahmini Proje Maliyeti: 7 milyar (€) Euro, 8,40 milyar ($) Dolar, Proje Ekonomik Büyüklüğü: Uzun vadede 25-30 milyar ($)doları bulması bekleniyor. Planlanan Üretim: 250’si kesin 250’si opsiyon 500 adet tank. Uzun vadede tedarik edilecek tank sayısının bini bulması öngörülüyor. Böylece TSK envanterindeki deki tankların yenilenmesi bekleniliyor… Yaklaşık 20 yıla yayılan projenin ekonomik büyüklüğünün 25-30 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor…

Üretilecek Altay tanklarınınım ilk 250 adedin T1 ve T2 olarak iki farklı konfigürasyonda üretileceğini, ilk 40 adet ALTAY tankının T1 konfigürasyonunda diğer üretimlerin ise T2 konfigürasyonunda olması, T2 konfigürasyon da insansız kule gibi kabiliyetlerin yer alması hedefleniyor.

Altay Tankının tasarım, prototip geliştirme ve seri üretim ihale süreci

Milli Savunma Bakanlığı Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) , Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu modern ana muharebe tankının özgün tasarım ve milli imkânlarla tedarik edilmesi için ihale açıyor… Bu ihaleye Türkiye’de teklif verebilecek üç firma vardır: OTOKAR, FNSS ve BMC. Başlangıçta bu üç firmanın bir konsorsiyum olarak teklif vermesi düşünülüyorsa da sonuçta her firma ayrı ayrı teklif veriyor. Neticede 2007 yılında ihaleyi 495 milyon Dolar teklifi ile OTOKAR alıyor…

İhale sözleşmesinde ‘’Dönem - I’’ ve ‘’Dönem - II’’ diye iki bölüm geçiyor… Dönem I olarak adlandırılan bölüm, “Konsept Tasarım”, “Detaylı Tasarım”, “Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” olmak üzere üç aşamadan oluşuyor. Dönem – II ise seri üretimi kapsıyor…

Dönem – I: Konsept Tasarım, Detaylı Tasarım, Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon

Dönem – I aşamasında yer alan “Konsept Tasarım”, “Detaylı Tasarım’’, ‘’Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” görevlerini yerine getirebilmek için OTOKAR aşağıdaki alt yükleniciler ile görüşüyor:

Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu

OTOKAR, tank topunun yapımı için Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK veya kısaca MKE) ile görüşerek bu görevi MKE’ne aktarıyor. MKE, bu tank için 120 mm (L55 modeli) tank topunu Hyundai Rotem’den sağlanan teknoloji transferi ile geliştirecektir.

ROKETSAN

OTOKAR, tankın zırhının üretilmesi için ROKETSAN ile görüşüyor. Zırh üretimini ROKETSAN’a aktarıyor. ROKETSAN, Güney Kore Hyundai Rotem‘den sağladığı teknoloji transferi ile modern tanksavar silahlarının etki edemeyeceği yeni nesil bilinmeyen tip ‘’Modüler Zırh Paketi’’ni geliştirecektir.

ASELSAN

OTOKAR, tankın atış kontrol sistemlerinin üretimi için ASELSAN ile görüşerek tankın atış kontrol sistemlerinin üretimini ASELSAN’a aktarıyor. ASELSAN, tankta yer alan atış kontrol sistemi, elektro optik sistemler ve birçok elektronik sistemin geliştirilmesi ve entegrasyonunundan sorumlu olacaktır. Aselsan ayrıca Altay tankında da kullanılacak olan ‘’AKKOR, aktif koruma sistemi’’ de geliştirecektir.

Tank Palet Fabrikası

OTOKAR, tankın palet ve askı donanımları üretimi için Arifiye Tank Palet Fabrikası ile görüşüyor. Tankların palet ve askı donanımlarının üretimini Arifiye Tank Palet Fabrikası yapacaktır…

Hyundai Rotem

OTOKAR eknoloji transferi için Kore’li Hyundai Rotem (Railroading Technology System) firması ile görüşüyor… Hyundai Rotem, K1A1Ana Muharebe tankını üretmektedir. Hyundai Rotem’dan teknoloji transferi yapılacaktır. Bu maksatla OTOKAR, Kore Hyundai Rotem ile GFE, TS&AP (Teknik destek ve yardım anlaşması) ve lisans sözleşmeleri ve Rotem, Hyundai ile K-2 Black Panther alt sistem lisans üretim anlaşmaları imzalıyor…

MTU

OTOKAR, tank motoru ve transmisyonun tedariki için MTU firması ile görüşüyor. MTU, Alman Daimler-Chrysler otomotiv grubunun ağır motor birimi olan bir firmadır. OTOKAR, Altay Tankları için MTU ile MTU-Renk Europowerpack (MTU tank motoru ve MTU transmisyon) tedariki için anlaşıyor…

Dönem – I sonucu

OTOKAR sözleşmesi gereği Dönem – I içinde yer alan “Konsept Tasarım’’, “Detaylı Tasarım’’, ‘’Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” görevlerini tamamlayarak PV1 ve PV2 olarak adlandırılan iki modelde toplam beş adet prototip Altay Tankı üretiyor.

Üretilen PV1 ve PV2 prototiplerindeki beş Altay Tankının kalifikasyon ve kabul aşamasında testler 2015 yılı ortalarında başlıyor.   

PV1 modeli Altay Tankları test için hareket kabiliyeti, performans ve zorlu hava koşullarında (Sarıkamış’ta) dayanım testleri için 10.000 km yol kat ediyor. PV2 modeli Altay Tankları atış performans testleri için Şereflikoçhisar atış bölgesinde yapılıyor.

PV1 ve PV2 modeli prototipinde üretilen beş Altay Tankının tamamı Şubat 2017 yılında testlerini başarı ile tamamlıyorlar…

OTOKAR, Altay Tankı üzerinde çalışırken

OTOKAR Altay Tankı üzerinde çalıştığı süreçte BMC ile ilgili yaşanan iki gelişmenin anlatılması gerekiyor. BMC, 2014 yılında TMSF tarafından satışa çıkarılıyor. Ethem Sancak, BMC’yi 200 milyon Dolara satın alıyor. Ethem Sancak, BMC’yi aldıktan hemen sonra BMC’nin % 25 hissesini 100 milyon Dolara Öztreyler Şirketine, % 49.9 hissesini de 300 milyon Dolara Katar Ordusuna satıyor.

2015 yılında ise Sakarya Karasu'da 2.2 milyon metrekarelik arazi BMC’ye bu arazi üzerinde savunma sanayi ürünleri, tren ekipmanı üretimi yapması için tahsis ediliyor….

Dönem – II: Seri Üretim

Prototipler üzerinde testler devam ederken, seri üretim için vakit kaybetmek istemeyen SSM 2015 yılı bitmeden ‘’seri üretim’’ için ‘’Teklife Çağrı Dosyası’’ (TÇD)’nı yayımlıyor…

Yayımlanan TÇD, sözleşme gereği bu dokümanı almaya tek yetkili şirket olan OTOKAR tarafından alınarak, 250 adet Altay’ın seri üretimi ve bunların entegre lojistik destek faaliyetlerini kapsayan teklifini 18 Ocak 2016’da SSM’ye sunuyor…

OTOKAR’ın bu teklifi SSM tarafından değerlendiriliyor. Ancak SSM teklifi uygun bulmayarak OTOKAR’dan en iyi ve en son teklifini BAFO (Best And Final Offer/ En İyi ve Son Teklif) vermesini istiyor. Bunun üzerine teklifini revize eden OTOKAR, teklifini 29 Ağustos 2016 tarihinde SSM’ye sunuyor. Ancak SSM tarafından yapılan değerlendirme sonrası bu teklif de uygun bulunmuyor…

Altay Tankı seri üretim ihalesi

Sonuçta SSM, Altay Tankının seri üretiminin ihale yöntemiyle karşılanmasına karar veriyor. Bu durum üzerine OTOKAR Kamuyu Aydınlatma Platformu (KAP)’na şu açıklamayı yapıyor: “SSM tarafından şirketimize bugün tebliğ edilen yazıda teklifin idari, mali ve teknik tüm yönleri ile değerlendirildiği ancak fiyat başta olmak üzere sözleşme şartlarında anlaşma sağlanamaması nedeniyle teklifin uygun bulunmayarak ihtiyacın ihale yöntemiyle karşılanmasına karar verildiği bildirilmiştir.” 

Altay Tankı seri üretiminin ihale yöntemiyle karşılanması yolunun seçilmesi üzerine, 250 adeti kesin, 250 adeti opsiyonlu olmak üzere 500 adet Altay tankı üretimi için 2017 yılında SSM tarafından ihale açılıyor…

16 Kasım 2017’de sona erecek teklif verme süresi dâhilinde OTOKAR, BMC ve FNSS ihale için tekliflerini veriyor… Altay tankı seri üretim ihalesine katılan bu şirketlerin ortaklı yapıları da şu şekildedir: OTOKAR: %100 Türk, BMC: %51 Türk, %49 Katar Emirliği, FNSS: %51 Türk, %49 İngiltere

İhaleye katılan üç şirketin de ilk teklifleri kabul görmüyor. SSM tarafından üç şirketten de tekliflerinin revize edilmesi isteniyor. Bunun için üç şirket de 8 Şubat 2018 tarihinde BAFO’larını SSM’ye sunuyorlar. SSM bu teklifleri de kabul etmeyerek üç şirketten de ikinci bir BAFO sunumlarını istiyor…

İkinci BAFO’lar da Mart 2018 tarihinde SSM’ye sunuluyor. Son BAFO sonrası değerlendirmelerini tamamlayan SSM şu açıklamayı yapıyor: “Modern tank ihtiyacımıza cevap vermek üzere geliştirilmiş Altay tankının 250 adedinin seri üretim işi ve Altay tankına milli güç grubu geliştirilmesi işi için İcra Komitesinde alınan kararla BMC A.Ş. ile sözleşme görüşmelerine başlanacak.” 

Altay Tankı seri üretim ihale sonucu ve sonrasında yaşananlar

Böylece 2018 yılı Nisan ayında BMC’nin, Altay Tankı seri üretimi ihalesinde Otokar ve FNSS'i geride bırakarak kazandığı resmen açıklanıyor. 2018 yılı Kasım ayında da SSM ile BMC Altay Tankının seri üretimi için sözleşme imzalıyor…

BMC, SSM’den Altay Tankı seri üretim ihalesini aldıktan sona Mayıs 2018'de Cumhurbaşkanlığı kararı ile BMC’ye karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler veriliyor… Bir yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı kararı ile 31 Aralık 2019 tarihine kadar devir işlemleri tamamlanmak üzere Arifiye Tank-Palet Fabrikası 25 yıllığına BMC'ye kiralanıyor.

Eğer diğer firmalar da ihaleden önce bilselerdi ihaleyi alan şirkete süper teşvikler verileceğini ve Tank Palet Fabrikasının tahsis edileceğini belki de fiyat tekliflerini ona göre verirlerdi yorumları yapılıyor… Dolaysıyla BMC’ye ihaleden sonra süper teşviklerin verilmesinin ve Arifiye Tank Palet Fabrikasının kiralanmasının İhale Kanunu açısından etik olmadığı değerlendiriliyor… Ayrıca Sakarya Karasu’daki 2.2 milyon metrekarelik arazinin de 2015 yılında BMC’ye tahsisi de manidar bulunuyor..

İlk Altay Tankının teslimi

SSM tarafından değerlendirmeler devam ederken o zamanki Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli şu açıklamayı yapıyor: “Teklifler verildi. Şu anda değerlendirilmesi yapılıyor. Birçok kriter var. O çerçevede en uygun teklifi kim vermişse ihaleyi o alacak. Öyle herhangi bir kişinin, grubun dışlanması diye bir şey söz konusu olamaz. Bunlar zaten açık yapılıyor, tankın seri üretimine 2019 yılının sonu, 2020’nin başında geçeceğiz.” 

SSM tarafından yayımlanan 2017-2021 yılı stratejik planında, ilk 15 ALTAY ana muharebe tankının 2020 yılında hizmete gireceği, 2021’de ise 20 tankın teslim edileceği bilgisi yer alıyor.

Sonuç

Benim ilk yazımda da polemik konusu olabilecek bir konu yoktu. Ben sadece Altay Tankı üretim süreci hakkında bilgi vermiştim. Bugün de Altay Tankının ihale süreci hakkında bilgi verdim. Ancak ilk yazımda; o zamanki Savunma Bakanı Canikli’nin söylediği ve SSM 2017-2021 yılı stratejik planında yer alan ve 2020 yılı biterken TSK’ye teslim edilmesi gereken ilk 15 Altay Tankının akıbetini sormuştum... 

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN




Kitap ile çalar saat

14 Aralık 2014

‘’Fahrenheit 451’’ isimli kitabın yazarı Amaerikalı yazar Ray Bradbury’in güzel bir sözü vardı: "Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır." Yazar Orhan Tüleylioğlu’nun bu sözü doğrularcasına ‘’neden ve nasıl  okumalıyız’’ konusunu işlediği güzel bir kitabı var: “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 2014)

Kitabın tanıtım bülteninde şunlar yazıyor:

‘’Tarih boyunca kitaba duyulan hınç, hiçbir nesneye duyulmamış. Diktatörlerin en büyük düşmanı kitap olmuş; önce okuma alanını daraltmışlar, olmamış yasaklamışlar, olmamış yakmışlar…

Yalnız o kitapları yazan yazarları değil, okuyanları da hapse atmışlar. Ama yakarak, yasaklayarak bir kitabı yok etmek olanaklı olmamış. Kitap her defasında küllerinden yeniden doğmuş…

Orhan Tüleylioğlu bu çalışmasında, kitap düşmanlığına ışık tutarken, kitap sevgisine, kitabın yaşamımızdaki yerine dikkat çekiyor. Okumadan, düşünmeden, öğrenmeden geçen bir ömrün gerçekten yaşanmış sayılamayacağını söylüyor. Kitabın gücünü belgeliyor.’’

Yazar Orhan Tüleylioğlu bu kitabında; kitab ve okumakla ilgili, okumaya dair her türlü bilgi ve düşünceyi derleyerek, okumanın önemi ile ilgili sözleri ve anekdotları toplamış, ünlü yazarlar, şairler, eleştirmenlerden örnekler vermiş, ülkelerin kitap ve kütüphane karşılaştırmalarını yapmış. Bu açıdan kitap aşure gibi olmuşsa da bahsettiği ‘’okumanın güzelliği’’ bu kusurunu kapatmış.

Yazar kitabını bölüm bölüm hazırlamış. Ben de bu bölümlerden alıntılar yapmak istiyorum:

Kitapların Yaydığı Aydınlık

Yazar; “Okuyan insan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Analiz-sentez (ayrışma birleştirme), yorumlama, akıl yürütme (usa vurma) gerçekleşir. İşte buna düşünme diyoruz.” diyerek konuyu Köy Enstitüsü mezunu yazar Talip Apaydın’ın; “Okuyan insan düşünen insandır” sözüne getirir.

Kitapta Talip Apaydın nasıl kitap tutkunu olduğunu şöyle anlatır: “Düşünen insan, tüm gelişmelerin itici gücüdür. Yalnız itici güç değil, yaratıcısıdır da… Durgun bir toplumu kımıldatmanın, yürütmenin en kestirme yolu, o toplumun insanlarını kitap okuyan, okudukları üstünde düşünen, tartışan bir kişiliğe sokmaktır.”

Dönemin İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç, bütün enstitü müdürlerine yolladığı bir yazıda şunu emreder: “Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim olursa olsun, öğrencilere her gün serbest okuma yaptırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır.”

Televizyon ve Kitap

Kitabın bu bölümünde yazar Neil Postman’ın, “Televizyon; Öldüren Eğlence” adlı yapıtından bahsedilir.

 Postman, “Öldüren Eğlence” olarak nitelediği televizyonu, günümüzde bireyleri esir alan ve tüketim toplumunun başat ve en mucizevi aygıtı olmasının sosyokültürel ve felsefi bağlamlarını sorgular.

Ona göre kitabın, nitelikli bir kamusal söylem için etkin bir rol oynadığı, düşünmeyi derinleştirdiği, ciddilik, tutarlılık, süreklilik ve bütünlük gibi kavramların yaşama hakkı bulduğu “Yorum Çağı” bitmiş artık “Gösteri Çağı” başlamıştır.

Postman’a göre ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, gerçeğin imajlara yenik düştüğü, her şeyin “eğlenceli” bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırdığı, tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılamanın ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemdir bu dönem.

Postman, kitabının bir yerinde şunları söyler: “Televizyon okuma-yazma kültürünü genişletemez ve pekiştiremez. Tersine, okuma-yazma kültürüne saldırır. Televizyon herhangi bir şeyin devamıysa eğer, on beşinci yüzyıldaki matbaanın değil, on dokuzuncu yüzyıl ortasında telgraf ile fotoğrafın başlattığı geleneğin devamıdır. ”Sözün özü; Televizyon kitaba düşmandır!

Boş Zaman ve Kitap

Kitabın bu bölümünde Zeynep Oral’a yer verilir:

“Boş zamanım yok ki kitap okuyayım, diyenlere benim yanıtım hep şöyle oldu: Zaman denilen şey çanak çömlek değil ki boşu, dolusu olsun! Zaman yaşanılan bir süreçtir. O süreci nasıl değerlendireceğimiz, bize bağlıdır; boşaltırız da doldururuz da… Akıp giden zamanın en dolu olanı, okuyarak ‘geçirilen’ değil; okuyarak çoğaltılan zamandır.

Bütün bunları neden söyleme gereğini duyuyorum? Çünkü ülkem karanlıkla aydınlık, cehaletle bilgi arasında gidip gelmede… Çünkü Cumhuriyet ilkeleri tek tek hasıraltı edilirken bir yandan da cehalet yeniden üretiliyor… Çünkü çağdaş bireyler olmak yerine kul olma alışkanlığı tehditle, korku saçarak yerleştirilmeye çalışılıyor… Çünkü umut ile umutsuzluk fazlasıyla iç içe… Çünkü okumadan, düşünmeden, öğrenmeden geçen bir ömür gerçekten yaşanmış sayılamaz.”

Okumasız – Yazmasızlar

Kitabın bu bölümünde de Tomris Uyar’a yer verilir:

“Çoğunluk, okumayı boş zamanı değerlendirmek olarak alıyor; uğraşılarında sivrilmiş bilim insanları, teknik insanlar, bakıyorsunuz okuyacak zaman bulamamaktan yakınıyorlar. Çoğu edebiyattan, hele günümüz edebiyatından habersiz. Oysa hepimizin bildiği bir gerçektir: Okumak bir alışkanlık işi ve süreklilik ister. Küçük yaşlarda edinilmezse bu alışkanlık, bir daha kolay elde edinilemiyor.

Yaşadığımız pek çok sorunun üstesinden gelmenin; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, saygıyı, erdemi yaşamın vazgeçilmez parçası haline getirmenin yolu, okur olma bilincinden geçiyor.

Okumayan, düşünmeyen insanları yaşadığı bir ülkede, demokrasi yoluyla sağlıklı yönetimlere ulaşmak olanaklı görünmüyor. Demokrasiye gerçekten önem verenlerin kitap düşmanlığından vazgeçmeleri gerekiyor.’’

Kitap Okuma Rekoru

Yazar kitabın bu bölümünde istatistiklere yer vermiş:

* Türkiye’de son 5 yıl içinde (2009 -2014 arası) 10 binin üzerinde kitapçı kapandı.

* Türkiye’de günde ortalama televizyon karşısında geçirilen zaman 5 saat, kitaba ayrılan zaman ise yılda sadece 6 saat.

* Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, Fransız 7, Türk ise 10 yılda ancak bir kitap okuyor.

* Almanya’da 14.372, İngiltere’de 5.183 kütüphaneye karşın Türkiye’de 310 kütüphane bulunuyor.

* Almanya kütüphanelerinde 150 milyon kitap bulunurken Türkiye’de 13 milyon kitap yer alıyor.

* Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap, 235. sırada yer alıyor.

Kitap ile Çalar Saat

Yazar kitabının bu bölümünde ise V. Karl’ın, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlı sarayında bulunan elçisi Busbecq’in bir raporuna yer veriyor… Busbecq, 1 Haziran 1560 tarihinde İstanbul’da tamamladığı dört elçilik raporunun üçüncüsünde, Osmanlıların matbaayı kullanmaya karşı isteksizliğini şu sözlerle açıklamaya çalışır:

“Yeryüzünde Türkler kadar, başka ülkelerin yararlı icatlarını kolaylıkla alan bir millete rastlamak zordur… Buna rağmen nedense kitap basmaya ve çalar saat kullanmaya bir türlü ikna edilememişlerdir…”

Bu rapordan sonra yazar şu notu düşmüş: ‘’Kitap ile çalar saatin ortak özelliği mi? Her ikisi de insanları uyarmaya ve uyandırmaya yarar…’’

Yukarıdaki istatistiklerden ve yazarın kitap ile çalar saatin ortak özelliğini hatırlatmasından sonra düşünüyor insan; 16. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar aradan geçen tam beş yüzyılda değişen bir şey var mı? Yok!..

Horlamaya ve horlanmaya devam o zaman!…

Osman AYDOĞAN


Fareli Köyün Kavalcısı

13 Aralık 2020

Madem bugün Pazar günü… Madem salgın nedeniyle sokağa çıkma kısıtlaması var, mecburen evlerdeyiz… O zaman bugün ciddi konuları bir tarafa bırakarak sizlere bir masal anlatayım: ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’… Hemen ‘’ben bu masalı biliyorum’’ deyip geçmeyin… Bu masalı ve altında yatan gerçeği bir de benden dinleyin!...

Fareli Köyün Kavalcısı (Almanca: Rattenfänger von Hameln), Ortaçağ'da Almanya’nın Aşağı-Saksonya bölgesinde Hannover'in hemen güneyinde yer alan Hameln kasabasında pek çok çocuğun evden ayrılmasıyla ilgili bir hikâye konusudur.

Almanya’da ‘’Märchenstraße’’ diye bir sözcük var. Orta Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Hanau'dan başlatıp kuzey Almanya’da Bremen’de biten bir yol, bir cadde; adı da; ‘’Masal Caddesi’’dir... 600 km uzunluğundadır. Alman kültürüne ait bildiğimiz bütün masallar bu 600 km’lik yol güzergâhında geçer. En son Bremen’de ‘’Bremen Mızıkacıları’’ masalı ile sona erer… Evimde Almanya’dan getirdiğim en güzel kitaplardan birisidir: ‘’Die Deutsche Märchenstraße: Eine sagenhafte Reise vom Main zum Meer’’ (Alman Masal Caddesi: Main’den Denize Masalımsı Bir Seyahat)

Kuzey Almanya, kışın gece, karanlık zamanı bazen 18 saate kadar çıkar. Ortaçağ dünyası. Elektrik yok, ışık yok.. Bu uzun süren karanlıkta kültür sürekli masallar üretmiştir. İşte bunlardan birisi de ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’dır.

Bizler hikâyeyi şöyle biliriz:

Bir gün Hamelin köyünü fareler basar. Her yerde fareler vardır ve halkın bütün yiyeceğini tüketmektedirler. Halk bu durumda ne yapacağını bilemez ve köy ''Fareli Köy'' olarak anılmaya başlar. Bir gün bu köye bir adam gelir. Kendisine bir torba altın verirlerse köyü farelerden kurtaracağını söyler. Köylüler o kadar çaresizdirler ki hemen aralarında gerekli parayı toplayıp köyün muhtarına verirler.

Adam kavalını çıkarır ve o kadar güzel bir melodi çalar ki bütün fareler onu takip ederler. Adam onları köyün yakınındaki bir nehre götürür. Kavalcı nehirden yürüyerek geçer fakat ardından gelen fareler suda boğulurlar. Köy farelerden kurtulmuş olur.

Adam köye altınlarını almak için döndüğünde muhtar nasılsa köyde fare kalmadığı için adama ödeme yapmak istemez ve altınları ona vermez. Bunun üzerine kavalcı tekrar kavalını çalarak yürümeye başlar.

Bu sefer 130 tane çocuk onun peşinden gelir. Kavalcı onları yakındaki bir ormana götürür. Fakat kavalcı uyurken çocuklardan köyün yerini bilen biri kavalcının kavalını alır ve bütün çocukları tekrar köye götürür. Çocuklarının kaybolmasından çok endişelenen köylüler çocukları geri dönünce çok mutlu olurlar ve gerçeği öğrenince de köy muhtarına çok kızarlar. Sonunda kavalcıya altınlarını verirler.

Masalın farklı bir sürümünde de kavalcı çocukları ormana götürürken en arkadan gelen üç çocuktan bahsedilir. Bu çocuklardan biri sakattır ve diğerleri kadar hızlı yürüyemediği için arkada kalmıştır. Bir diğeri kördür ve nereye gittiklerini göremediği için kavalın sesini takip ederken yavaş ilerlemektedir. Sonuncusu ise sağırdır ve kavalın sesini hiç duyamadığı halde diğerlerini meraktan takip etmiştir. Daha sonra bu üç çocuk ormana gitmeyip köye dönmüş ve bütün köyü çocukların nerede olduğu konusunda uyarmıştır.

Hikâyenin bu sürümü daha sonraki yıllar içerisinde bir masal gibi yayılır. Hikâye bu haliyle Johann Wolfgang von Goethe, Grimm Kardeşler ve Robert Browning'in eserlerinde yer alır.

İşte bu masalı bizler böyle mutlu sonla biter şekliyle biliriz. Bu hikâyeyi masallaştıran gerçek aslından çok başkadır. Bilinen şudur ve tekdir: Almanya’nın Hameln kentine 1284 yılında rengârenk elbiseli, kaval çalan bir adam, bir sebeple arkasında 130 çocuğu da götürerek ortadan kaybolur. Gidiş o gidiş ve bir daha dönmezler. 

İşte masal bu gerçeğin ardından, bundan sonra başlıyor. Bu çocuklar nereye, nasıl gittiler, ne oldular?

Bu ünlü masal, bizim bildiğimiz şekilde mutlu sonla bitse de, gerçek Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.

1284 yılında yaşanmış bu gerçek olayla ilgili en eski yazılı belge, şehir tarihçesinde yer alan 1384 tarihli Latince kayıttır: ‘’Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.’’

Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş, ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

Olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlara göre 1660 yılında parçalanmıştır.

Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılan vitrayda, kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla bu masalı İngiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış, kitap 1888'de Londra'da yayımlanmıştır.

Eserdeki resimlerinse çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine Greenaway'e ait olduğu sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden farelerse vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hikâyeye dâhil oluşu ancak 1559’dadır.

Willy Krogmann'un, ‘’Fareli Köyün Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Bir İnceleme’’ adlı eserinde belirttiğine göre, 14'üncü yüzyılda şehirde yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde, içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitabın 17’nci yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın izini sürmek de mümkün olmamıştır.

Bu konudaki elde mevcut ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ‘’Lüneburg Yazması’’dır. Burada olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır: ‘’1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü 26 Haziran'da Hameln’de doğmuş 130 çocuk alındı rengârenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.’’

Günümüzde ''Lüneburg Yazması'' temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceğini düşünülmektedir. Ortaçağ da o dönem asker toplamaya gelen görevlilerin kaval benzeri bir müzik aleti çaldıkları da göz önüne alınırsa bu doğru da olabilir.

İkinci rivayet ise oldukça korkunçtur: Amerikalı tarihçi William Manchester ‘’Sadece Ateşle Aydınlanan Bir Dünya’’ adlı yapıtında, kavalcının aslında psikopat bir sapık olduğunu öne sürüyor. 20 Haziran 1284'de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve çocuklara akla hayale gelmeyecek şeyler yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış; öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir.. Ancak bunu destekleyen herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır.

Bir başka görüş ise çocukların doğal bir sebeple ölmüş olmalarıdır. Bu durumda kavalcı ise gerçek bir kişi değil ölümün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağ da ölüm sıklıkla renkli, alacalı kıyafetli bir adam olarak betimlendiğinden bu da akla yatkın bir rivayet.

Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen bir rivayet de şöyledir: Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil, en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da yetişkinler oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönüşmüş olmalıdır. 

Johann Wolfgang Goethe, 1813’de masalı Almanca olarak şiirleştirmiş, hemen ardından bu şiir, Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816'da ise Grimm Kardeşler, Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri ‘’Alman Efsaneleri’’nde bu olaya ‘’Hameln’in Çocukları’’ adıyla yer vermişlerdir.

Kavalcı’nın heykeli bugün Hameln şehir meydanındadır. Hameln'de kaldırım taşları arasında da fare figürleri yer alır. Bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa ‘’Bungelose Gasse’’ ismi verilir, yani ‘’Davul Çalmanın Yasak Olduğu Sokak’’. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanır. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilir. Burada da haç şeklinde taştan iki anıt dikilidir. 

Bütün bu iddia ve tezlere ve rivayetlere rağmen tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masalı henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırmaktadır. Tabii günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya da devam etmektedir.

Hikâyenin bilinen bütün detaylarını anlattım.

Bu kıssadan bir hisse çıkaracak olursak eğer, o da şudur ki; gördüğünüz gibi sakın ola güzel melodi çalan her kavalcının peşine düşüp de mutlu sona kavuşacağınızı zannetmeyin!...

Sizlere güzel mi güzel bir Pazar günü dilerim… Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN



Altay Tankı


12 Aralık 2020

Türkiye'de günlerdir Katar ortaklı BMC’nin ‘’Altay Tankı’’nı neden yapamadığı konusu konuşuluyor. Bu konuda gazetelerde haber ve yorumlar yazıldı, TV’lerde açık oturumlar düzenlendi. Gelin ‘’Altay Tankı’’nın hikâyesini bir de benden dinleyin…

Projelendirilmesi

Yerli tank yapma projesi çoook eskilere dayansa da ilk ciddi projelendirme işi 1992 yılında ‘’Modern Tank’’ ismiyle başlar… Çalışmalar 1998 yılına kadar devem eder… Bu tarihte projenin amacı Türkiye’de ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ olarak belirlenir…


Projenin amacı ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ olarak belirlenmesinden sonra 2001 yılında ABD tarafından TSK makamlarına bir teklif yapılır. ABD’nin AKKA anlaşmaları çerçevesinde Avrupa kıtasından çekeceği M1 Abrams tankları vardır… Bu teklifte ABD, bu tanklardan 200 adedini Türkiye’ye vermek istemektedir… Şimdi burada M1 Abrams tanklarının özelliklerini saysam konu sapar ancak M1 Abrams tankları hakkında en kısa olarak şunu söylemeliyim: M1 Abrams tanklarının; 1500 hp gücündeki gaz türbin motoru vardır.  61.7 tonluk ağırlığı ile en ağır muharebe tanklarından birisidir. 120 mm'lik L44'ten geliştirilen L55 modeli tank topu vardır Bu topun dizaynı Alman Rheinmetall AG firmasına ait olup, ABD General Dynamics Kara Sistemleri Bölümünde üretilmiştir. Aynı top Alman Leopard 2A5 ve Leopard 2A6 tanklarında da kullanılmaktadır.

M1 Abrams tanklarının motor, namlu ve mühimmatların farklılığı nedenleriyle bu tankların Türkiye’de kullanılması beraberinden bir yığın lojistik problemleri de getirecek ve aynı zamanda da bu tankların kabulü Türkiye’de üretimi düşünülen yerli tank üretimine de sekte vuracaktır. Bu kaygılarla ABD çok istemesine rağmen yurtsever subaylarca ABD’nin bu teklifi reddedilir. Ancak ABD konunun peşini bırakmaz. ABD, daha sonra aynı teklifini 400 adet M1 Abrams tankı olarak yeniler. Ancak bu teklif aynı nedenlerle yine reddedilir. Eğer ABD’nin bu teklifleri kabul edilseydi şu an Altay Tankı konuşulmuyor olacaktı…

Bu teklifi burada bırakıp gelelim konumuzun başına…

Yerli tank üretim altyapısını oluşturması

Proje konusu Türkiye’de ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’tır. Bu maksatla SSM tarafından ihale açılır. Bu ihaleye Türkiye’de teklif verebilecek üç firma vardır: OTOKAR, FNSS ve BMC. Başlangıçta bu üç firmanın bir konsorsiyum olarak teklif vermesi düşünülürse de sonuçta her firma ayrı ayrı teklif verir. Sonuçta 2007 yılında ihaleyi 495 milyon Dolar teklifi ile OTOKAR alır. Bu rakam (495 milyon Dolar) birkaç açıdan önemli bir rakamdır: Birincisi yazımın girişinde bahsettiğim gibi gerek gazete haber ve yorumlarında gerekse de TV yorumcularda çok farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Doğru rakam 495 milyon Dolardır. İkincisi ise OTOKAR bu 495 milyon Doların büyük bir çoğunluğunu proje için işbirliği yaptığı firmalara aktarmıştır…

OTOKAR'ın işbirliği yaptığı kurum ve firmalar

İhale konusu ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ için OTOKAR:

Tank topunun yapımı için Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK veya kısaca MKE) ile görüşerek bu görevi MKE’ne aktarır. MKE, bu tank için 120 mm (L55 modeli) tank topu geliştirecektir.

Tankın zırhının üretilmesi için ROKETSAN ile görüşür. Zırh üretimini ROKETSAN’a aktarır. ROKETSAN, bu tankta tanksavar silahlarının etki edemeyeceği zırh paketini üretecektir.

Tankın atış kontrol sistemlerinin üretimi için ASELSAN ile görüşerek tankın atış kontrol sistemlerinin üretimini ASELSAN’a aktarır. ASELSAN, tankın atış kontrol sistemlerinin üretecektir.

Tankın palet ve askı donanımları üretimi için Arifiye Tank Palet Fabrikası ile görüşür. Tankların palet ve askı donanımlarının üretimini Arifiye Tank Palet Fabrikası yapacaktır…

Teknoloji transferi için Kore’li Hyundai Rotem (Railroading Technology System) firması ile görüşür. Hyundai Rotem, K1A1Ana Muharebe tankını üretmektedir. Hyundai Rotem’dan teknoloji transferi yapılacaktır. Hyundai Rotem; Hyundai Motor’a bağlı bir Hyundai Rotem demiryolu ve savunma sanayi araç ve gereçleri üreten bir sanayi şirketidir...  2006 yılında Türkiye'de ortak Eurotem A.Ş. şirketini kurmuştur.

Tank motoru ve transmisyonun tedariki için MTU firması ile görüşür.

Bu noktada MTU hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.

MTU

MTU, Alman Daimler-Chrysler otomotiv grubunun ağır motor birimi olan bir firmadır. Firma uçaklar için jet motoru, hafif, orta ve ağır zırhlı araçlar, askeri gemiler, sivil deniz taşıtları, endüstriyel uygulamalar, demiryolu ve elektrojen grupları için çok geniş ürün ve güç yelpazesinde entegre tahrik sistemleri (transmisyon), dizel motorlar ve bu motorların kontrol / izleme ünitelerini üretip geliştirmektedir.

MTU, Çerkezköy’deki serbest bölgede ‘’MTU Motor Türbin Sanayi ve Ticaret A.S.’’ şirketi tarafından MTU motorları üretmektedir. Burada üretilen MTU motorları, 90 ile 2015 kW arasındaki güç spektrumu, beş motor serisine (106, 199, 870, 880, 890) dayanan özelleştirilmiş ve yüksek entegreli sistem çözümleri ile tüm performans aralığını ve tüm gereksinimleri en son teknolojiyle karşılayabilmektedir... Türkiye’de üretilen T-155 Fırtına obüslerini de motor ve transmisyonları burada üretilmiştir. MİLGEM gemilerinde de MTU motorları kullanılmaktadır…

OTOKAR’ın geçmişte bu firma ile işbirliği yapmışlığı vardır. Hatta geçmişte OTOKAR, MTU ile görüşmüş, bu görüşmelerinde MTU motorlarının Türkiye’de ortak üretimi gündeme gelmişse de bir sonuca varılamamıştır… Ancak OTOKAR’ın Almanlarla edindiği bir işbirliği ve ortaklık kültürü bulunmaktadır…

Burada teknik bir bilgi vermek istiyorum…

Tank motoru ve transmisyon

Tank motoru otomobil motoru değildir. Tankın hareket edebilmesi için motor tarafından üretilen gücün ‘’transmisyon’’ denilen bir aktarma organına aktarılması ve buradan da ‘’cer dişlisi’’ denilen dişlilerle palete yönlendirilmesi gerekiyor. Motordaki gücü transmisyona aktarırken ‘’ara mili’’ denen bir aktarma mili kullanılır.

Dünyadaki bütün tank ve paletli araç üreticileri motor ve transmisyonu aynı firmadan tedarik ederler. Çünkü her iki güç organının da çok iyi bir uyum içerisinde olması gerekir. Eğer bu uyum çok iyi olmaz ise bu farklılık aradaki ‘’ara mili’’ni kırar ve tank arazide hareketsiz bir külçe olarak kalır.

İşte bu nedenle de tankın motorunu bir ülkeden transmisyonunu bir ülkeden veya farklı farklı firmalardan almak pek uygun bir çözüm değildir...   

Hali hazırda MTU firması hem tank motorunu hem de MTU Renk transmisyonunu bir güç paketi halinde üretmektedir.

Prototip Altay Tankları

OTOKAR, ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ projesi çerçevesinde sözleşmesi gereği; hem yerli tank üretim altyapısını oluşturacak hem de dört adet prototip Altay Tankı üretecektir. OTOKAR 6.5 yıl süren bir çalışma sonunda 2014 yılında sözleşme gereği bu şekilde yerli tank üretim altyapısını oluşturur… Ancak farklı tipte dört adet Altay Tankı yerine beş adet Altay Tankı üretir. Üretilen bu beş adet Altay Tankının hareket ve atış testleri Şereflikoçhisar Atış Bölgesinde yapılır. Prototip Altay Tankları testlerin tamamını başarı ile tamamlarlar…

Altay Tankının seri üretimi

OTOKAR oluşturduğu bu yerli tank üretim altyapısının dosyasını ‘’Teknik Bilgi Paketi’’ olarak SSM’ye teslim eder. SSM, ilk etap 250 adet Altay Tankının seri üretimi için 2015 yılında ihaleye çıkar. Yine ihaleye aynı firmalar teklif verir: OTOKAR, FNSS ve BMC. Bu firmalardan OTOKAR ve FNSS’nin paletli araç üretme yeteneği olmasına rağmen BMC’nin paletli araç üretme konusunda yetenek, bilgi, birikim, deneyim ve tecrübesi yoktur.

SSM’nin yaptığı ihale sonucunda en uygun teklifi OTOKAR verir... İhale süreci içerisinde SSM tarafından firmalardan BAFO (Best and final offer) denilen en iyi ve en son teklifleri istenir… Ancak bu safhada BMC bu sefer OTOKAR’dan daha uygun teklif verir… Sonunda SSM, Altay tankının seri üretimi için BMC ile sözleşmeyi imzalar… Tarihler Nisan 2018'i göstermektedir.

Kazın ayağı

İşin doğası; yerli tank üretim altyapısını hangi firma oluşturmuşsa, yerli tank üretimi için ‘’Teknik Bilgi Paketi’’ni hangi firma hazırlamış ise seri üretimin de aynı firma tarafından yapılmasıdır…

BMC’ye SSM ile Altay Tankının seri üretimi sözleşmesini imzaladıktan sonra karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler ve Arifiye Tank Palet Fabrikası –adını artık ne koyarsanız- bir şekilde verilir.

Bu konuda bilgi ve yorum yapanlar bir konuyu gözden kaçırmaktadırlar: İhale kanunu ve ihale şartnamesi. Eğer diğer firmalar da bilselerdi kendilerine süper teşvikler verileceğini ve Tank Palet Fabrikasının tahsis edileceğini belki de fiyat tekliflerini ona göre verirlerdi. Dolaysıyla BMC – Katar ortak firmaya Arifiye Tank Palet Fabrikasının ve süper teşviklerin verilmesi hem İhale Kanununa hem de ihaledeki şartnamelere aykırı ve İhale Kanunu açısından etik olmayan uygulamalardır. Ancak bu husus nedense yargıya taşınmamıştır?


OTOKAR, Altay Tankının seri üretimini de yapacağı düşüncesi ile MTU firması ile opsiyonlu olarak Altay Tankının prototipinde kullandığı MTU tank motoru ve MTU Renk transmisyonu için 250 adet motor ve transmisyon alımı konusunda bir ön görüşme yapmıştı. Ancak MTU, BMC ile anlaşma yapmak istemez. Hatta MTU, BMC’nin görüşme talebine cevap bile vermez. Bu sefer BMC tank motoru için Kore ile görüşür.  Ancak başarı sağlayamazlar. Kore de tank motorunu vermez. Zaten Kore de tank motorunun önemli bir parçası olan şanzımanını Almanlardan almaktadır.  Sonra BMC, Güney Afrika ile görüşür. Ancak buradan da bir sonuç alamazlar…

BMC neden başarısız oldu?

Altay Tankı seri üretim ihalesine girerken söylediğim gibi BMC’nin hiçbir paletli araç üretim altyapısı, bilgi, birikim, yetenek, deneyim ve tecrübesi yoktur. Bu nedenle BMC, Altay tankı prototipinde görev alan bir kısım teknik personeli de şirketine transfer eder… Bu bir tarafa…

Modern tank gibi ileri teknoloji savunma sanayi üretimi dünyada belli başlı ülkelerin tekelindedir. Eğer Batı ülkeleri savunma sanayi konusunda Türkiye’ye teknoloji transferi yapıyorlarsa bu Türkiye’nin NATO üyesi olmasından dolayıdır. Kaldı ki bu konuda bile Batı ülkeleri Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda isteksiz davranmaktadırlar. Son zamanlarda gündemde olan Patriot Füze sistemlerinin Türkiye’de ortak üretimi için ABD’nin Türkiye’ye teknoloji transferine izin vermediği kamuoyunun malumudur... Hiç bir Batı ülkesi savunma sanayi üretimi için Arap ülkelerine teknoloji transferi ve işbirliği yapmak istememektedir... 

Dolayısıyla hiçbir Batı ve Batı yanlısı ülke Katar ortaklığı olan bir firmayla işbirliği ve teknoloji transferi yapmak istememektedir… BMC’nin başarısızlığının altında yatan asıl sebebin bu konu olduğu değerlendirilmektedir. Ayrıca BMC'nin yaşadığı bu başarısızlıkta Türkiye'nin son yıllarda dış ilişkilerinde yaşadığı ''değerli yalnızlık'' faktörünün de etki etmiş olabileceği de düşünülebilir...   

Sonuç

2018 yılının ocak ayında o zamanki MSB Bakanı Nurettin Canikli, Altay Tankının üretimi ile ilgili olarak ‘’Tank seri üretimine 2019 sonu veya 2020 başında başlayacağız” diye açıklamada bulunmuştu…


Şu ana kadar ortada Arifiye’deki fabrikada tank yapılacak bir üretim hattı yoktur. Anlattığım gibi yan firmalarla (motor, transmisyon vb.) işbirliği protokolleri de yoktur… Hal böyle olunca da ortada sözleşme gereği TSK'ya 2019 sonu veya 2020 başında teslim edilmesi gereken tanklar da (250 adet) yoktur. Yine sözleşme gereği, ihaleyi alan firma başarısız olunca ihalenin ikinci sıradakine verilmesi gerekirken ortada böyle bir hazırlık da yoktur. 

Aslında buraya sonuç maddesine herhangi bir şey yazmaya gerek de yoktur... Sadece birisinin ortaya çıkıp da ‘’kral çıplak’’ demesi gerekmektedir…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Hafta sonu hikâyeleri (3)

11 Aralık 2020

Malum hafta sonu sokağa çıkma yasakları var… Ben de bugünkü yazımı hafta sonu okunmak ve üzerinde düşünmek üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…

En ağır beş suç!

Platon, ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü ile yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. Çin’in Doğu Zhou Hanedanlığının bir imparatoru belki de böylesi bir fikre sahip olduğu için isminin anlamı “Bilge-Filozof Kong”’ olan Konfüçyüs’e Qufu şehrinin yönetimini teklif eder. Konfüçyüs da, Hükümdar'ın bu isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul eder.


Konfüçyüs şehri yedi gün boyunca izler. Yedinci gün sonunda şehrin en yüksek memuru Şao Çeng’i idam ettirir. Cesedin üç gün açıkta kalmasını emreder.

Konfüçyüs’ün öğrencileri bu duruma çok şaşırırlar ve yanına gidip sorarlar: ''Şao Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı....''

Konfüçyüs “yaptığımın nedenlerini size anlatayım'' der ve anlatır :

‘’Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır: Birincisi; uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklilik… İkincisi; aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık… Üçüncüsü; çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık… Dördüncüsü; herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek… Beşincisi; hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek. Şao Çeng’de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu, zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.’’

İyi ki filozoflar ülkelerini yönetmiyorlar! 

İyilik ve Kötülük

Bilge bir kişiye bir gün sormuşlar: "insanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay edindikleri halde, iyi alışkanlıkları daha zor edinirler ve neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza edemezler?"


Bilge kişi bir süre düşünüp şöyle cevap vermiş: "Peki ben size şöyle bir soru sorayım; eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sizce?" demiş.

"İyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak" diye cevaplamış soranlar.

Bunun üzerine Bilge kişi devam etmiş sözüne: "İnsanlar da bu şekilde davranır. İnsanlar iyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar, diğer yandan da günahlarını ve kötü taraflarını başkalarından saklamak için en derinlerinde gizliyorlar. Onlar da orada büyüyüp insanı içinden, kalbinden yok ediyorlar."

Yargılama

Bağdat pazarında oyuncak satan gözleri bozuk yaşlı bir adam vardı. Ondan alışveriş yapanlar gözlerinin bozuk olduğunu bildiklerinden sahte parayla ödeme yaparlardı. Bu hilenin farkında olan yaşlı adam hiçbir şey söylemezdi. Bunun yerine dua ederek Tanrı’dan kendisini kandıranları affetmesini isterdi, “Belki de fazla paraları yoktur ve çocuklarına hediyeler almak istiyorlardır” derdi.


Zaman geçti ve bir gün adam öldü. Cennet kapıları önüne geldiğindeyse bir kez daha dua etmeye başladı: “Efendim” dedi, ‘’Ben bir günahkârım. Birçok hata işledim bana verilen sahte paralardan daha fazla bir değerim yok. Beni affet!”

Tam bu sırada kapılar açıldı ve bir ses şöyle dedi: ‘’Neyi affedeceğim? Hayatı boyunca kimseyi yargılamamış birisini ben nasıl yargılayabilirim?’’

Her şey her zaman göründüğü gibi değildir

İki melek insan kılığında yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Aksam olmuş, kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapışını Tanrı misafiri olarak çalmışlar... Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp "geceyi burada geçirebilirsiniz", demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış, şöyle bir sürmüş yarığa, duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek "niye yaptın bunu!"; diye sormuş merakla... "Her şey her zaman göründüğü gibi değildir" demiş yaşlı melek yavaşça.


Ertesi aksam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri, mütevazı sofralarına almış onları. Beraber yemek yemişler. Yatma zamanı gelince kadın "siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız" demiş. "Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz."

Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayatta ki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş. "Bunu nasıl yaparsın? Bu kadar iyi insanların yegâne servetinin ölmesine nasıl izin verirsin?'' Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiç bir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun?"

"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat;" demiş yaşlı melek bir daha... Ve anlatmış;

"İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, bu defineyi bulmayı hak etmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği adamın karısını almaya geldi, kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim.’’

Her şey her zaman göründüğü gibi değildir, işler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur!

Ayak izleri

Adamın biri bir gece bir rüya görmüş. Upuzun bir kumsal boyunca yanında Tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken tam karşılarındaki gökyüzünden de bir film şeridi gibi adamın hayatından sahneler geçiyormuş.


Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki... Adam kumda iki çift ayak izi kaldığında dikkat etmiş... Bir çifti kendisinin, bir çifti de Tanrı’nın. Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam, kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış ve birden bir şey dikkatini çekmiş:

Hayat yolunun pek çok bölümünde kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş ve adam dehşet içinde fark etmiş ki, ayak izleri, teke, hayatının en kötü, en acı anlarında iniyor. Bu keşfi onu fena halde rahatsız etmiş ve Tanrı'ya sormaya karar vermiş:

”Tanrım... Eğer sana inanırsam senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını, her zaman yanı başımda yürüyeceğini söylemiştin... Oysa, hayat yoluma bakıyorum, en zorlu en kötü, en acılı anlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda... Anlayamıyorum Tanrım, anlayamıyorum... Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terk ediyorsun?”

Tanrı gülümseyerek cevap vermiş: “Sevgili, çok sevgili evladım... Ben seni çok sevdim ve hiç terk etmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde yani en acılı
en kötü anlarında kumda hep bir çift ayak izi gördün. Dikkat et! Ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor. Çünkü o sıralar ben, seni kucağımda taşıyordum...”

Bu yükü niye taşıyorum?

Ümran Hanım yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karsılarına. Tüm korkularına rağmen, Ümran Hanım azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.


Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Ümran Hanım'ın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.

Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Ümran Hanım artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Ümran Hanım, lensini bulması için Tanrı’ya dua edebilirdi yalnızca. İçten içe düşünüp dua etmeye başladı. "Tanrım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et."

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri  "Aranızda lens kaybeden var mı?" diye bağırdı.      

Ümran Hanım’ın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.

Eve döndüklerinde Ümran Hanım lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:       

"Tanrım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar da ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım..."   

"Bu yükü niye taşıyorum" demeyin...

***
Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim... Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN




Doğuda Manevi Evren Koskoca Bir Morga Benzer

10 Aralık 2020

Yazar, çevirmen ve akademisyen Prof. Dr. Suat Sinanoğlu (1918 – 2000), hümanizm akımının Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden birisidir…

Türk Hümanizmi

Sinanoğlu’nun en önemli yapıtlarından birisi üç ciltlik: ‘’Türk Hümanizmi’’ (Türk Tarih Kurumu Yayınları / Yirmi Üçüncü Dizi, İstanbul, 1988) isimli kitabıdır… Sinanoğlu bu çalışmasını daha önce “L’Humanisme à venir” (1960) adıyla Fransızca olarak yayımlar…

Sinanoğlu’nun felsefî bir yaklaşım altında Atatürkçülüğü yorumladığı “Türk Hümanizmi” bu çalışmasında, Atatürkçülük’ün maddî ve manevî unsurlarıyla bütünsel bir Batılılaşma olduğunu söyler… Sinanoğlu, çalışmasında böyle bir Batılılaşmanın ise sanılanın ve korkulanın tersine, toplumu taklit aşamasından tahkik aşamasına yükselteceğini savunur… Ona göre, ancak böyle bir yaklaşım hümanizm olarak adlandırılabilirdi. Sinanoğlu’na göre “Türk Hümanizmi”, ‘’Atatürkçülük’’ olarak yorumlanmasından başka bir şey değildir…

Kitabının önsözünde şöyle yazar Prof. Dr. Sinanoğlu: “Bu eserin amacı, devrimi, sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleştiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin ilkelerini saptamaktır.”

Prof. Dr. Sinanoğlu, yine kitabının önsözünde, Atatürk’ün ölümünden bugüne dek geçen zaman içinde “Cumhuriyet kuşağının, kuşağını ve kaynağındaki sorunları” gitgide nasıl unuttuğunu, gitgide nasıl yöneldiğini dönem dönem ele alarak nedenleriyle açıklar.

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu bu kitabında ülkemizde ‘’düşünce özgürlüğü’’ ile ‘’zihin özgürlüğü’’ (düşünme yetisinin özgürlüğü) arasındaki ayrımın üzerinde pek durulmadığını’’ söyler. Oysa bu, önemli ve köklü bir ayrımdır der. Kişi, belirli bir dünya görüşüne ve yaşam biçimine bağlı düşüncelerini özgürce dile dökmeyi isteyebilir; bu istek özgürlük kavramının yalnızca sınırlı bir boyutunun bilincini yansıtır.

Bu boyut kimi zaman öylesine sınırlıdır ki, ‘’kişilik ve insan onuru’’ değerlerine ters düşen düşünceler taşıdığının farkında bile olmaz kişi. Sonsuza açık ‘’zihin özgürlüğü’’, kişiyi düşün kalıplarına tutsak olmaktan korur. Çünkü bu kalıplar insanın yaratma yetisini baskı altında tutar, bu temel yetinin ürünlerini kısır yinelemelere dönüştürür, dolayısıyla da dar bir boyutun durağanlığı içinde kültürel gelişmeyi engeller.

Bu nedenle, “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir. Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü, bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir. Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir. Bu (etik) değerlerin gelecekte bütün insanlığa mal olmasını ve korunmasını öngören düşünce, kaynağını ve dayanağını bu dünyada ve insanda bulan (hümanist) düşüncedir.

Kitaptan bazı alıntılar

"Bilinçli düşüncenin ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal özgürlük bu ülkelerde (Doğu)  dizgin tanımayan bir demagojiye yol açmaktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır..." 

‘’Gerçekten, önyargılardan sıyrılmış olmak koşulu ile, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültürel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hristiyan düşüncesinin değil, Yunan dünyasından kaynaklanan hemen hemen bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu görmeye yetecektir.’’

‘’Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran özellik, onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü idi; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyalarından burada da farklı olarak) ereklerini kendi dışında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değişmeyen bir amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliştirme amacını güdüyordu.’’

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı kitabından son bir alıntıyı da vererek üzerinde düşünmenizi istiyorum:  “Doğuda manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir... Dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis -ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”

Yoksa bundan dolayı mıydı gözlerimizin, kaşlarımızın, saçlarımızın, içlerimizin, ruhlarımızın ve bahtlarımızın kara oluşu? Yoksa bundan dolayı mıydı yüzlerimizde hüzün neşidelerinin gizli çığlıklarının hiç eksik olmayışı? Yoksa yoksa bundan dolayı mıydı mızmız yeryüzü küskünlerinden oluşumuz?

Osman AYDOĞAN


Avrupa Birliği Liderler Zirvesi  (10-11 Aralık 2020)

09 Aralık 2020

Bu sayfada 30 Kasım 2020 tarihinde ‘’Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ne doğru; 10-11 Aralık 2020’’ başlığı ile bir yazı yazmıştım… Bu yazımda kısaca; 2020 yılı AB Liderler Zirvesi toplantıları, 1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi Sonuç Bildirisi, 26 Kasım 2020 tarihinde yapılan Avrupa Parlamentosu’nun kararı ve 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde muhtemel alınacak kararları ve bu konuda verilen demeçleri yazmıştım…

Sonuç olarak da 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak AB tarafından bir yaptırım kararının çıkabileceğini belirtmiştim…

Yine yazımda da bu zirveden önce, 03 Aralık 2020 tarihinde AB Dışişleri Bakanları toplantısının yapılacağını ve 03 – 04 Aralık 2020 tarihinde de AP Türkiye Raporu’nun görüşüleceğini ve bu toplantılarda da Türkiye konusunun gündeme geleceğini yazmıştım…

Dolayısıyla 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak nasıl bir karar alınacağını anlayabilmek için önce geçen hafta içinde yapılan bu toplantı ve görüşmelerden bahsetmem gerekiyor…

Taslak AP Türkiye Raporu, 03 - 04 Aralık 2020

AP, 03 - 04 Aralık 2020 tarihlerinde taslak AP Türkiye Raporunu görüştü. Avrupa Parlamentosu'nun yeni Türkiye Raporu taslak metninde Türkiye hakkında özetle şu hususlara yer verildi:

* AP’nun Türkiye ile tamamen durumsal pazarlıklara dayanan bir ilişki türünün Türkiye'nin demokratikleşmesine katkı sağlamadığı,

* Alt mahkemelerin anayasa mahkemesinin kararlarına riayet etmediği,

* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının göz ardı edilmesi ve uygulanmamasının da bir başka derin endişe konusu olduğu,

* İfade, medya ve bilgiye erişim özgürlükleri alanında orantısız ve keyfi engellemeler ve kısıtlamalar getirilmesinin ciddi endişeye sebep olduğu, özellikle basın özgürlüğü konusunda atılması gereken adımların acil olduğu,

* Muhalefet partilerine yönelik saldırı ve baskıların da işleyen bir demokrasinin önünü tıkadığı,

* Otoriter bir yorum ile Cumhurbaşkanlığı sisteminin konsolide edilmesi alarm verici olduğu,

* Yönetici elit içerisinde yapılan hiper-milliyetçili söylemlerin özellikle AB ve üye devletlere yönelik düşmanca yaklaşımlara dönüştüğü,

*  Demokratik seçimle gelmiş belediyelere somut kanıtlar gösterilmeden kayyım atanmasının demokrasinin en temel prensiplerine aykırı düştüğü,

* AB'nin Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye'ye destek vermeye devam etmesi gerektiği,

* Gümrük Birliği'nin modernizasyonunun iki tarafın da çıkarına olacağı, bunun ekonomik açıdan Türkiye'ye bir AB çıpası sağlayacağı ve Avrupa ekseninde tutacağı, bu güncellemenin de yine Türkiye'deki insan hakları ve temel özgürlüklerin durumu göz önüne alınarak yapılabileceği ancak bu nedenle Gümrük Birliği'nde herhangi bir güncellemenin gerçekçi bir vizyon olmadığı,

* Doğu Akdeniz'de devam eden anlaşmazlıktan ötürü derin endişe duyulduğu,

* Maraş ve Varoşa'daki sahillerin açılmasının karşılıklı güveni sarstığı, bunun da doğrudan müzakereleri zedelediği,

* Dağlık Karabağ çatışmasında Türkiye'nin oynadığı rolden üzüntü duyulduğu, Ankara'nın tarafları şiddeti sona erdirmeye davet etmek yerine bir tarafın askerî adımlarını koşulsuz şekilde desteklediği vurgulanıyor…

Taslak AP Türkiye Raporu, Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komitesi'nde (AFET) 03 – 04 Aralık 2020 tarihlerinde ele alınarak görüşüldü. Rapor 26 Ocak 2021 tarihinde AFET'te oylandıktan sonra Şubat veya Mart 2021'de Strazburg'da son oylama için genel oturumda parlamenterlerin önüne gelecek.

AP Türkiye raporu taslak metninde görüldüğü gibi Türkiye hakkında pek de iyi şeylerin yazmadığı görülmektedir.

AB Dışişleri Bakanları toplantısı, 03 Aralık 2020

Geçen hafta 03 Aralık 2020 tarihinde yapılan AB Dışişleri Bakanları toplantısı esas olarak 10-11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesine hazırlık niteliği taşımaktaydı.

10 -11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesinin önemli bir gündem maddesinin Türkiye olması nedeniyle 03 Aralık 2020 tarihinde yapılan bu AB Dışişleri Bakanları toplantısının da en önemli gündem maddesi de AB liderler zirvesinde Türkiye’ye karşı izlenilecek tutum idi…  Dolayısıyla bu toplantı alınan kararlar ve toplantıdan sonra verilen demeçler de 10-11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesinde Türkiye’ye karşı izlenilecek tutumu belirleyecekti.

Toplantı öncesi konuşan Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas "Son aylarda Türkiye ile bir diyalog kurabilmek için çok çalıştık. Fakat çok fazla provokasyon oldu ve Türkiye'nin Yunanistan ve Kıbrıs ile yaşadığı gerilimler doğrudan görüşmeleri engelledi" diyerek "bu yüzden bunun sonuçlarının neler olabileceğini konuşacağız ve görüşümüzü liderler zirvesine ileteceğiz" ifadelerini kullandı.

Toplantı sonrasında ise AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell yaptığı açıklamada Türkiye'nin tutumunda "temelden bir değişiklik" gözlemlenmediğini belirterek "Aksine pek çok açıdan durum kötüleşti" diye konuşarak AB dışişleri bakanları toplantısında Türkiye ile diyalog çabalarının sonuçsuz kaldığı mesajını verdi…

AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano toplantı sonrasında yaptığı günlük basın toplantısında 10-11 Aralık'taki AB Liderler Zirvesi’ndeki Türkiye hakkındaki soruları cevapladı. Stano yaptığı açıklamada Türkiye-AB ilişkilerinin birçok boyutu bulunduğunu belirterek "AB'nin çıkarı, Türkiye'nin tutumuna bağlı olarak mümkünse olumlu bir yönde ilerlemek, yapıcı iş birliği ve diyalog içinde olmaktır" diyerek diyalog kapısını açık bıraktı…

Açıklamasında Türkiye-AB ilişkileri bakımından önemli bir AB Zirvesi yapılacağını ve ilişkilerin yönünün tanımlanacağını ifade eden Stano, 1 Ekim'deki AB Zirvesi'nde Türkiye'ye pozitif gündem ve yapıcı iş birliği vurgusuyla el uzattıklarını ancak karşılık bulamadıklarını savunarak şunları söyledi: "AB Konseyi için her şey masada. Hangi yöne doğru ilerleneceğine AB liderleri karar verecek."  

AB Dışişleri Bakanları toplantısının tek gündemi tabii ki Türkiye değildi. İçeride gündemimizi abuk sabuk konular meşgul ederken AB hangi konularla meşgul ve bu konular Türkiye’yi nasıl etkileyecek bu konulara da yeri gelmişken kısaca değinmek istiyorum…

AB Dışişleri Bakanları toplantısının gündeminde Türkiye dışında yer alan iki konu daha var: Birincisi “stratejik özerklik”, diğeri de ‘’NATO reformu’’... AB’nin “stratejik özerklik”’den kastettiği AB’nin ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak. Bunun öncülüğünü de Fransa yapıyor. Bu konu daha çok AB’yi ilgilendiriyor. Ancak Almanya’nın öncülük ettiği ‘’NATO reformu’’ konusu var ki bu konu da doğrudan Türkiye’yi ilgilendiriyor. Bu konudaki taslak çalışma 01 - 02 Aralık 2020 tarihinde yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında ele alınmıştı…

140 öneri içeren bu reform taslağında Türkiye’yi ilgilendiren iki konu öne çıkıyor: ‘’İttifak üyesi olmayan AB ülkelerinin de NATO zirvelerine davet edilmesi’’ ve ‘’üye ülkelerin ittifak kararlarını veto etmesinin zorlaştırılması…’’ Bu reform tasarısı Türkiye’nin NATO içinde pasifize edilmesini amaçlıyor…

Avrupa Birliği Liderler Zirvesi (10 - 11 Aralık 2020)

Anlattığım gibi 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak Avrupa Birliği Liderler Zirvesi öncesi yapılan AB Dışişleri Bakanları Toplantısında ve taslak AP Türkiye Raporunda Türkiye’ye verilen mesajların pek de sevimli olmadıkları görülüyor…

Artık gözler yarın ve ertesi günü (10-11 Aralık 2020) toplanacak AB Liderler Zirvesi’nde ve buradan çıkacak Türkiye ile ilgili yaptırım kararlarında olacak.

AB yetkilileri şimdiye kadar sürekli olarak Libya, Suriye ve Rusya hakkındaki fikir ayrılıkları ile Türkiye'deki otoriter yönetimin AB'nin Türkiye'ye karşı tutumunu daha sert bir hale getirdiğini söylüyorlardı… Üst düzey bir AB yöneticisi "Durumun Ekim ayından daha iyi olduğunu iddia eden tek bir AB yöneticisi bile tanımıyorum" diyerek ekliyor: "Liderler artık gerekeni yapmalı. Bu konudaki taleplerimiz henüz yerine getirilmedi."

Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, geçen hafta Türkiye'ye yaptığı çağrıda Türkiye'nin geri adım atıp ardından bundan vazgeçtiği "kedi-fare" oyunlarına son vermesi gerektiğini söyledi. Michel, yaptığı açıklamada; Ekim’de sorunları gidermek ve ilişkileri iyileştirmek için Doğu Akdeniz sorunu konusunda Ankara’ya el uzattıklarını ancak bu olumlu teklifin Ankara’nın provokasyonlarına son vermesi karşılığında yapıldığına, ancak o zamandan bu yana olumlu bir gelişme yaşanmadığına ve Türkiye’nin tek taraflı davranmaya ve düşmanca söylemler kullanmaya devam ettiğini” söyleyerek “Elimizdeki tüm imkânları kullanmaya hazırız” şeklinde konuştu.

Bütün bu açıklamaları değerlendirdiğimizde AB Liderler Zirvesi’nden Türkiye’ye yönelik olarak “yaptırım çıkmaması” ihtimali pek mümkün görünmüyor. Genel kanı, AB Liderler Zirvesinden Türkiye’ye yönelik bir yaptırım kararının çıkıp çıkmayacağı değil, zirveden Türkiye’ye bir yaptırım kararının çıkacağı ancak yaptırımın derecesinin belirsiz olacağı şeklindedir.

Yaşanan Korona salgını, ekonomik kriz ve AB’nin Türkiye ile diyalog yolunu açık tutmak istemesi nedenleriyle muhtemel yaptırımların Türkiye’nin canını çok acıtacak kararlar olmayacağı tahmin ediliyor. Yaptırımların Doğu Akdeniz’deki aramalara dönük olarak ulaştırma ve enerji alanında faaliyet gösteren bazı sektörlerin, şirket ve kuruluşların yetkililerine dönük şahsi yaptırımlar olabileceği değerlendiriliyor…

Ancak yaptırım kararını önemli hale getiren yaptırımların ağırlık derecesi değil bizzat kararın kendisi. Çünkü ilk defa AB top yekûn kurum alarak Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı almış olacak… 

Yaptırımlarda AB-ABD işbirliği

Böylesi bir kararı başka kararların da takip edebileceği değerlendiriliyor… AB şimdiye kadar Türkiye’ye karşı bir bütün olarak veya ayrı ayrı (Almanya örneğinde olduğu gibi) Türkiye’ye yaptırım kararı almak istemişler ancak ABD Türkiye’nin yanında yer alarak bu kararları engellemişti.

Bugün gelinen noktayı vahim kılan husus ise AB’nin yaptırımlar için ABD ile beraber çalışıyor olmasıdır. AB uzmanları, böylesi bir kararın ABD desteği ve onayı olmaksızın alınamayacağını, AB Liderler Zirvesi’nden çıkacak kararın ABD’nin de desteğiyle ve onayı ile alınacağını söylüyorlar...

Muhtemel ABD yaptırımları

AB’nin alacağı böylesi bir yaptırım kararının bekleyen muhtemel ABD yaptırımlarını da tetikleyeceği değerlendiriliyor. 

Şöyle ki AB Liderler Zirvesinden iki gün önce 08 Aralık 2020 tarihinde ABD'de Türkiye'ye Rusya'dan S-400 hava savunma sistemini satın almasından dolayı yaptırım uygulanmasını da içeren 740 milyar dolarlık Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa Tasarısı (NDAA), Temsilciler Meclisi'nde ezici bir çoğunluğun desteğiyle kabul ediliyor… Tasarıya, 335 üye kabul oyu verirken, 78 üye ise ret oyu kullanıyor…

Böylece Tasarı, Temsilciler Meclisi'nde üçte ikinin üzerinde bir çoğunlukla kabul edilmiş oluyor… Tasarı ABD Senatosu’nda da üçte ikiden fazla çoğunlukla geçmesi halinde, Başkan Donald Trump'ın tasarıyı veto hakkı da ortadan kalkmış oluyor… Senato'nun yasa tasarısını bu hafta içinde oylaması bekleniyor.

Tasarıda, Trump'tan Türkiye'ye 30 gün içinde ABD'nin ‘’Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası’'nda (CAATSA) yer alan 12 yaptırımdan en az beşini uygulaması talep ediliyor. CAATSA kapsamında da, yaptırım uygulanan kişi ve kurumlara ihracat-ithalat bankası desteğinin kesilmesi, ABD ve uluslararası mali kuruluşlarından kredi verilmemesi, mali kurumlara ABD Merkez Bankası ile doğrudan alışveriş yapma izni verilmemesi, döviz üzerinden işlem yapılmasının yasaklanması gibi yaptırımlar yer alıyor.

Tasarıda ayrıca Türkiye'nin satın aldığı ancak S-400 sonrası programdan çıkartılmasıyla teslim edilmeyen altı adet F-35 uçağının ABD Hava Kuvvetleri tarafından kullanılmasına da onay veriyor.

Bu aşamaya nasıl gelindi

Bu aşamaya nasıl gelindiğinin her iki tarafı da ilgilendiren çooook uzun bir hikâyesi vardır. Suç tek taraflı değildir. Eğer iğneyi kendimize batıracak olursak;

* Artık, AB merkezlerinde Türkiye’yi savunacak ve böylesine bir kararı çıkmadan önleyecek monşerler (!) kalmamıştır. AB ve dünyada merkezlerinde Türkiye’yi; rüşvet almakla suçlanan ancak kamu vicdanında aklanmayan rüşvetçiler, Türkiye’de birisi FETÖ’cü ise; eşi, kızı, oğlu, gelini, damadı, torunu, tosunu, yeğeni ve yedi sülalesi devlet dairelerinden atılırken 15 Temmuz menfur darbe girişiminin baş aktörü bir generalin kardeşleri, YÖK’nun üniversite sorularını FETÖ’ye teslim edenler ve ABD vatandaşı olup da bir şeyhin dizinin dibine çöküp de şeyhe el açanlar büyükelçiler olarak bulunmaktadır… Bunların bir tanesi bile sizin dış dünyada saygınlığınızı ve etkinliğinizi yok ederdi…

* İhvancı dış politika nedeniyle dünyadaki yalnızlığımız… Bugün için Katar, Pakistan ve Azerbaycan dışında dünyada dost ülke kalmamıştır. Katar’ın da yarın sırt çevirmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur… Şam’da, Tel Aviv’de, Kahire’de Türk büyükelçiler yoktur…

* Mahalle ağzı ile söylenen ‘’Eyyy Almanya!’’ ‘’Eyyyy Avusturya!!’, ‘’Siz yolunuza biz yolumuza’’, ‘’faşist Avrupa’’, ‘’Macron’un tedaviye ihtyacı var’’ vb gibi söylemler… AB yetkililerine dönük “stratejik körlük” suçlamaları…. Uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemin uygulanması…

* Mültecileri koz olarak kullanmak…

* İç politikada yaşanan hukuk ihlalleri, AYM kararlarını tanımama eğilimleri, antidemokratik uygulamalar…

* Ekonomideki zayıflık, üretimsizlik, dış ticaret açığı, sıcak paraya muhtaç olmak…

* S-400 sorunu… Ancak bu S-400 konusunu kısaca açmam gerekiyor. Eğer ABD’yi tehdit görüp bu silahı alıyorsunuz ne işiniz var NATO’da, ne işi var ABD’nin incirlikte… Hem 2.5 milyar Dolar ödeyip S-400 alıyorsunuz, hem de aktif hale getiremiyorsunuz… Hem de 1,25 milyar Dolar ödediğiniz F-35’leri alamıyorsunuz, hem de anlaşmasını yaptığınız 12.5 milyar Dolar tutarındaki F-35 parçası üretimi ve ihracatından oluyorsunuz… Hem sivil hem de askeri kaynaklar Patriot konusunda kamuoyuna eksik bilgi veriyorlar: ABD, Türkiye’ye Patriot satmamış değil ki. Konu Türkiye’nin istediği Türkiye’de üretime ABD’nin Patriot için teknoloji transferine izin vermemesi. Sanki ABD bu konuda teknoloji transferini bir başka ülkeye veriyormuş gibi… Sanki aldığınız S-400 için Rusya size bu teknoloji transferine izin vermiş gibi…

Bu liste uzayabilir…

Sonuç

Türkiye’ye daha önce de gerek ABD ve gerekse de Almanya tarafından yaptırımlara maruz kalmıştı… Ancak Türkiye’nin AB, ABD kısaca Batı ile olan ilişkileri hiç bu kadar gerilmemiş, hiç bu kadar karşılıklı güvensiz hale gelmemişti... Görülüyor ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 Kasım 2020 tarihinde yaptığı "Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz" açıklaması da ilişkileri düzeltmeye, yaptırımlara engel olmaya yetmemiştir.

Türkiye 1800’lü yıllardan beridir yüzünü Batı’ya çevirmiştir. İlişkilerin düzelmesi her iki tarafın da lehine olacaktır. Türkiye mutlaka komşuları ve Rusya ile iyi ilişkiler içerisinde olmalıdır… Eğer geleceğimizi Avrupa’da arıyorsak öncelikle Kopenhag kriterlerini (Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı vb) Türkiye yerine getirmelidir.

Eğer gelecek günlerde AB ile ilişkilerde düzelme olmaz ise Mart 2021 tarihinde yapılacak AB Liderler Zirvesinde yaptırım kararlarının ağırlaştırılarak uygulanacağı, İlişkilerin daha da kötüleşmesi halinde ise Türkiye Batı ilişkilerinin ağır hasar göreceği değerlendirilmektedir.

Eğer futbol oynamak istiyorsanız topu elle oynamayacaksınız…

Osman AYDOĞAN


Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları


08 Aralık 2020

Tanımlar

Toplum olarak tanım ve kavramlarla pek bir ilgimiz yoktur. Bir kavramın, bir konunun adını biliriz de bu konu veya kavramı tanımlamaya gelince doğru bir tanım yapamayız. Bu zaman da kavram karışıklığı ortaya çıkar ki kimse kimseyi anlayamaz. Bu nedenle her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Örneğin ''demokrasi'' kavramı... Bu kavramı sürekli, hayatımızın her aşamasında kullanırız. Ancak bir ''demokrasi'' tanımı yapmak istediğimizde ''demokrasi'' hariç her şeyi anlatırız. Tıpkı körlerin dokunarak bir fili tarif etmeleri gibi...

Fazlaca duyduğumuz, günlük hayat içinde de fazlaca kullandığımız ama toplum ve siyaset içindeki işlevini çok da net algılayamadığımız, anlayamadığımız, dolaysıyla da tanımlayamadığımız bir başka kavram da ‘’faşizm’’dir. ''Faşizm'' yenir mi, içilir mi bunu da pek bilmeyiz. Basit bir tanımla  ‘’faşizm’’; genel olarak aşırı milliyetçi ve ırkçı, otoriter ve baskıcı bir yönetimi ifade eder. Ancak bu tanım sabit olmayıp genişletilebilir bir tanımdır. Ancak ''faşizm'' bu basit tanım kadar basit değildir.

''Tanım'' da basit değildir. Çünkü her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Bir kitap: ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’

Faşizmi detaylıca inceleyen, Umberto Eco, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza ve William I. Robinson’ın yazılarını içeren ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’ (Ütopya Yayınevi, 2016) isimli bir kitap var. Bu kitapta XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve ‘’şeytan üçgeni’’ olarak tanımlanan ‘’faşizm’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’ayrımcılık’’ konusu işlenir.

Kitaptaki yazısında Umberto Eco şöyle der; “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın!’ ” Umberto Eco bu tembihinden sonra bu tam tanımlanamayan kavram için “faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusunu yapar…

Umberto Eco ayrıca yazısında ‘’kök faşizm’’ kavramını dile getirerek şöyle yazar: ‘’Kök faşizm ya da ebedi faşizm diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler bir sistem oluşturmaz; çoğu birbiriyle çelişir ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülür. Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir.’’ Umberto Eco yazısında ‘’kök faşizm’’i on dört madde altında tanımını yapar.

Kitapta Samir Amin, kapitalizmin krizi ile faşizmi şöyle irtibatlandırır: “Çağdaş kapitalizmin krizi ile faşizmin siyasi sahneye dönüşünü birbirine bağlaması tesadüfi değildir.’’

Kitapta ''faşizm'' genel olarak şöyle tanımlanır: (Tanıtım bülteninden)

‘’Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir. Ayrıca faşizm, herhangi bir şiddet değil tekelci sermayenin şiddetidir; yaşamın tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir… Ve tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe otoriter bir biçim aldığı görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.’’

‘’Kuşkusuz, kapitalist devlet başından beri otoriter bir devlet biçimine meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü nedenleriyle bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik ‘olağanüstü’ koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından ‘istisna hâl’ olarak tanımlansa da; neo-liberalizm ile istisna olmaktan çıkıp bir ‘kural’ hâline dönüşen kaçınılmazlıktı!’’

‘’Ancak otoriterliğin de olduğu yerde durması mümkün değildi; yani otoriter olanının totalitere yönelmesi bir zarurettir’’ tanımlaması yapılarak bu zaruretin ‘önlenebilir’ olduğu iddia edilir.’’


İşte bu kitapta yer alan makaleler, bu zarureti ve bu zaruretin “önlenebilirliği” tartışılır...

Kitapta ''ayırımcılık'' ve ‘’ötekileştirme’’ kavramı üzerinde de durulur… Ayrımcılığın ve ötekileştirmenin günlük hayatta çok basitçe ve çok rahatça yapıldığı, bilinçaltlarının bu şekilde zehirlendiği ve ayrımcılığın ve ötekileştirmenin faşizme, ırkçılığa ve şiddete giden yolun başını oluşturduğu vurgulanır… Kitapta ’’öteki’’nin bir adım sonrasının ‘’yabancı’ olarak şekillendiği, onun da bir adım sonrasının ‘’düşman’’; ardından da ''şiddet'' olgusuna dönüştüğü anlatılır… Günlük siyasi literatürde en üst perdeden seslendirilen ‘’affedersiniz’’ diye başlayan söylemler bilinçaltlarını zehirleyerek ''şiddet''e kadar giden‘’ötekileştirme’’nin başlangıcını oluşturuyor… 

Bir makale: ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’

Faşizm konusuna daha net bir tanım getiren bir siyaset bilimci daha var. Bu siyaset bilimci Amerikalı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’dir. Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit ederek bu tespitlerini bir makalede birleştirir… Dr. Lawrence Britt'in makalesi Umberto Eco'nun ‘’Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir’’ dediği 14 maddelik faşizm tanımına çok benzer.

Dr. Lawrence Britt'in ‘’Free Inquiry Magazine’’ dergisinin ilkbahar 2003 tarihli 23/2 sayısında ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’ başlıklı makalesinde yer alan bu 14 başlıkta verilen karakterler şu şekildedir:

1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik. 

2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi. 
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması. 
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi. 
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı. 
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması. 
7. Ulusal güvenlik takıntısı.. 
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi. 
9. Özel sermayenin gücünün korunması. 
10. Emek gücünün baskı altına alınması. 
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi. 
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma. 
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama. 
14. Hileli seçimler.

Çok şükür ki ileri demokrasiye sahip ''yalnız ve güzel'' ülkemizin bu tanımlarla, bu tanımlardan bir tanesi ile bile uzaktan yakından heç bir ilgi ve alakası yohtur. Zaten başta da anlattığım gibi bu tanımlar Dr. Lawrence Britt tarafından 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek elde edilmiştir. 

Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Osman AYDOĞAN

Dr. Lawrence Britt'in makalesinin orijinalinin özetini de aşağıda veriyorum.. Orijinal makalede bu 14 maddenin geniş geniş tanımları yapılmaktadır

The 14 Characteristics of Fascism

Political scientist Dr. Lawrence Britt recently wrote an article about fascism ("Fascism Anyone?," Free Inquiry, Spring 2003, page 20). Studying the fascist regimes of Hitler (Germany), Mussolini (Italy), Franco (Spain), Suharto (Indonesia), and Pinochet (Chile), Dr. Britt found they all had 14 elements in common. He calls these the identifying characteristics of fascism. The excerpt is in accordance with the magazine's policy.

The 14 characteristics are:

Powerful and Continuing Nationalism 

Fascist regimes tend to make constant use of patriotic mottos, slogans, symbols, songs, and other paraphernalia. Flags are seen everywhere, as are flag symbols on clothing and in public displays. 

Disdain for the Recognition of Human Rights 

Because of fear of enemies and the need for security, the people in fascist regimes are persuaded that human rights can be ignored in certain cases because of "need." The people tend to look the other way or even approve of torture, summary executions, assassinations, long incarcerations of prisoners, etc. 

Identification of Enemies/Scapegoats as a Unifying Cause 

The people are rallied into a unifying patriotic frenzy over the need to eliminate a perceived common threat or foe: racial , ethnic or religious minorities; liberals; communists; socialists, terrorists, etc. 

Supremacy of the Military 

Even when there are widespread domestic problems, the military is given a disproportionate amount of government funding, and the domestic agenda is neglected. Soldiers and military service are glamorized. 

Rampant Sexism 

The governments of fascist nations tend to be almost exclusively male-dominated. Under fascist regimes, traditional gender roles are made more rigid. Opposition to abortion is high, as is homophobia and anti-gay legislation and national policy. 

Controlled Mass Media 

Sometimes to media is directly controlled by the government, but in other cases, the media is indirectly controlled by government regulation, or sympathetic media spokespeople and executives. Censorship, especially in war time, is very common. 

Obsession with National Security 

Fear is used as a motivational tool by the government over the masses. 

Religion and Government are Intertwined 

Governments in fascist nations tend to use the most common religion in the nation as a tool to manipulate public opinion. Religious rhetoric and terminology is common from government leaders, even when the major tenets of the religion are diametrically opposed to the government's policies or actions. 

Corporate Power is Protected 

The industrial and business aristocracy of a fascist nation often are the ones who put the government leaders into power, creating a mutually beneficial business/government relationship and power elite. 

Labor Power is Suppressed 

Because the organizing power of labor is the only real threat to a fascist government, labor unions are either eliminated entirely, or are severely suppressed.

Disdain for Intellectuals and the Arts 

Fascist nations tend to promote and tolerate open hostility to higher education, and academia. It is not uncommon for professors and other academics to be censored or even arrested. Free expression in the arts is openly attacked, and governments often refuse to fund the arts.

Obsession with Crime and Punishment 

Under fascist regimes, the police are given almost limitless power to enforce laws. The people are often willing to overlook police abuses and even forego civil liberties in the name of patriotism. There is often a national police force with virtually unlimited power in fascist nations. 

Rampant Cronyism and Corruption 

Fascist regimes almost always are governed by groups of friends and associates who appoint each other to government positions and use governmental power and authority to protect their friends from accountability. It is not uncommon in fascist regimes for national resources and even treasures to be appropriated or even outright stolen by government leaders. 

Fraudulent Elections 

Sometimes elections in fascist nations are a complete sham. Other times elections are manipulated by smear campaigns against or even assassination of opposition candidates, use of legislation to control voting numbers or political district boundaries, and manipulation of the media. Fascist nations also typically use their judiciaries to manipulate or control elections.

Free Inquiry Magazine Spring 2003, 23/2



Pastoral Senfoni


07 Aralık 2020

André Gide

André Gide ( André Paul Guillaume Gide) (1869 – 1951), 19'uncu yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı hoşgörülü olan, düşüncelerindeki bütünlük, üslubundaki arılık ve uyumla Fransız edebiyatının saygın isimleri arasında yer alan bir yazardır... Genel ahlak anlayışının karşısında bireysel özgürlükleri koyarak toplumsal ve bireysel ahlakın en önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendisini tanıması olduğunu savunur…  1947 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.


André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı

André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı vardır: Bunlardan birisi ‘’Pastoral Senfoni’, diğeri ‘’Dar Kapı’’ ve sonuncusu da ‘’Kalpazanlar’’dır. Bunlardan ‘’Pastoral Senfoni’ ve ‘’Dar Kapı’’ Cem Yayınlarınca beraber yayınlanmıştı.(1999) ‘’Kalpazanlar’’ ise Can Yayınlarından yayınlanmıştı (2015)

‘’Dar Kapı’’ isimli eseri Matta İncili’nden şu bölüm ile başlar; “Dar kapıdan geçiniz, çünkü insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir. Bu kapıdan giren çoktur. Yaşama açılan kapı ise dar, yol da çetindir. Bu kapıdan giren çok azdır.’’ André Gide, ‘’Dar Kapı’’ romanında Alissa karakterinin dünyevi aşk üzerinden Tanrı aşkına ulaşmasını anlatır.

‘’Kalpazanlar’’ isimli eseri, yazdıklarını anlatı ya da uzun öykü olarak nitelendiren André Gide’in roman olarak adlandırdığı ilk ve tek eseridir. Edebiyat tarihçileri tarafından da yazarın en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir. Roman, ‘’İnsanlar mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil, kendi yüreğinin sesine uymalıdır’’ ana fikrini verir. Romana göre “Dünya  ancak ve ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basma kalıp düşüncelere  ve geleneklere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır”.

Pastoral Senfoni

Bugün André Gide’nin bu kitaplarından toplumdaki çöküntüye karşı duru ve içten anlatımıyla yazdığı ‘’Pastoral Senfoni’ isimli eserini anlatmak istiyorum…

André Gide’nin bu eserinde ad olarak kullandığı ‘’Pastoral’’ kelimesi hem de Fransızca‘da Protestan din görevlilerine verilen ‘’Pasteur’’ adıyla bağlantılı hem de hem kırsal yaşamla bağlantılıdır. Ki eser her ikisini de içerir… Ayrıca André Gide bu eseriyle de Beethoven’in en önemli eserlerinden biri olan ‘’Pastoral Senfoni’´ye de gönderme yapar.

Gerçekte de André Gide, eserinde; hem büyük bölümü Fransa ve İsviçre sınırları içinde kalıp Almanya'ya doğru uzanan Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını hem de bir pastueurün (rahip) ve gözleri görmeyen köylü kızın renkli iç dünyalarını Beethoven’i kıskandıracak ölçüde çok sesli bir ‘’Pastoral Senfoni’´ şeklinde anlatır...  

Eserin konusu kısaca şu şekildedir:

Romanın başkahramanları bir rahip ve kör bir kızdır. Rahip bir gün ölmek üzere olan bir kadının olduğu bir eve çağrılır. Rahip eve vardığında yaşlı kadın için artık çok geçtir. Kadına duasını yapar. Ancak evin bir köşesinde yere çökmüş küçük bir kız çocuğu görür. Kız kördür… Ölen yaşlı kadınsa sağırdır… Bu nedenle de kadının yaşamında kızla aralarında hiçbir iletişim olmamıştır… Kız ümmi ve vahşidir… Rahip, küçük kızı alarak evine götürür… Ancak rahibin karısı bu kör kızın eve getirilmesinden hiç de hoşnut olmamıştır. Kıza ‘’Getrude’’ adını verirler… Rahip kör kızı eğitmeye başlar…

Rahip kör kıza hayatı, sevgiyi, mutluluğu dostluğu, aşkı ... yani güzel ve doğru olan her şeyi öğretir. Gertrude tedavi olur ve gözlerinin körlüğü ortadan kalkar. Fakat genç kızın yalnız göz körlüğü değil, sevgiyi ve kötülüğü fark etmeyen ruh körlüğü de vardır. Çünkü rahip kendisine günah, ölüm ve kötülükten hiç bahsetmemiş, dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi anlatmıştır. 

Gertrude büyük hayal kırıklığı yaşar. Ve Getrude ile trajik bir biçimde hayatına son verir…

Getrude, ölmeden önce şu itiraflarda bulunur: “Bana görme olanağını sağladığınız vakit gözlerim, olabileceğini düşlediğimden çok daha güzel bir dünyaya açıldı; evet, gerçekten, ben gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunu düşünemiyordum. Şu sözleri hatırlayın: “Kör olsaydınız günahınız olmazdı.” Bütün bir gün kendi kendime tekrarladığım şu sözü hatırlıyorum: “Eskiden yasalar olmadığından yaşıyordum; Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm.”

Kör kızın tüm varlığını kaplayan mutluluk ve yaşama sevinci, günahı hiç tanımamış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içinde sevgi ve ışıktan başka hiçbir şey yoktu. Gözleri görmüyordu ama gözleri görenlerin bakmasını bilmediği için fark edemediği mutlulukları tadıyordu.

Romandan bazı bölümler

Roman rahibin tuttuğu not defteri şeklinde devam eder. Rahibin tuttuğu bu notlardan bazı bölümleri aşağıda sunuyorum;

‘’ ...Hemen cevap veremedim, çünkü tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu, dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude'e o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim. Bir süre sonra: "Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler, dedim."...

‘’Bu öğretimin ilk başlarının tümünü burada yazmayı yararsız buluyorum, çünkü bütün körlerin eğitiminde vardır bunlar. Böylece de, her kör için, onu yetiştiren öğretmenin renk konusunda aynı güçlükle karşılaştığını sanıyorum. Başkaları bu işi nasıl becermişlerdir bilmiyorum; ben kendi payıma, ilkin gökkuşağının bize gösterdiği sıraya göre prizmadan çıkan renkleri adlandırmakla başladım. Ama çok geçmeden kafasında ışıkla renk kavramları birbirine karıştı; ve anladım ki muhayyilesi, ressamların sanırsam ‘değer’ dedikleri, renklerdeki açıklık koyuluk derecelerinde hiçbir ayrım yapamıyordu. Her rengin açığı ve koyusu olabileceğini ve renkler kendi aralarında karışarak sonsuz sayıda renkler meydana getirebileceklerini anlamakta en büyük güçlüğü çekiyordu. Hiçbir şey onu bu kadar çok düşündürmüyor, durmadan hep bu konuya dönüyordu.’’

‘’Bu sıralarda onu Neuchatel’e götürüp bir konser dinletme olanağını buldum. Senfoninin çalınışında her bir müzik aletinin aldığı rol, bu renk konusuna dönebilmemi sağladı. Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla, mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır. Kuşkularımın yerini içinden gelen bir çeşit hayranlık alıverdi: ’Kimbilir ne güzel şeylerdir bunlar!’ diye tekrarlıyordu.

Sonra birden ‘Ya beyaz?’ diye sordu, ’beyazın neye benzediğini düşünemiyorum..’ O anda, kıyaslamalarım pek eğreti göründü bana, gene de bir şeyler söylemeye çalıştım. ’Beyaz mı?’ dedim, ’beyaz, bütün tonların birbirine karıştığı en keskin uçtur; tıpkı karanın en karanlık uçta olması gibi.’

Ne var ki bu açıklama beni ondan daha fazla doyurmadı. Çok geçmeden, en tiz seslerle olduğu gibi en pes seslerde de nefesli bakır çalgıların, flütlerin ve kemanların birbirinden ayırt edilebildiklerini söyleyerek bu kıyaslamaya pek inanmadığını belli etti. Çoğu kez olduğu gibi, o anda da şaşırıp kaldım, söyleyecek söz bulamadım, hangi kıyaslamaya başvurabileceğimi aradım durdum.

’Pekala’ dedim, ’beyazı şöyle getir gözünün önüne: Hiçbir rengin bulunmadığı, sadece aydınlıktan ibaret tamamıyla arı bir şey olarak düşün; kara’ya gelince, tam tersi, o kadar çok renk yığılmış ki, kapkaranlık olmuş...’

Bu konuşma kırıntılarını burada hatırlatmamım nedeni, çoğu zaman karşılaştığım güçlüklere bir örnek vermek içindir. Gertrude’ün iyi bir yanı da hiçbir zaman anlamayınca anlamış gibi görünmüyordu. Oysa kimi insanlar kafalarını belirsiz ya da yanlış birtakım verilerle doldururlar çoğu kez, sonra bunlara dayanarak işlettikleri düşünme düzenleri de bozuk sonuçlara. varır. Gertrude ise bir kavramı açık-seçik öğrenmedikçe bu onun için bir tedirginlik ve sıkıntı kaynağı oluyordu. 

Yukarda sözünü ettiğim güçlüklerden bir başkası da, kafasında ışık ve sıcaklık kavramlarını birbirinden ayıramamasından ileri geliyordu. Sonradan onları ayırt ettirinceye kadar akla karayı seçtim. Böylece, onun kafa gelişmesi için aralıksız uğraşırken, gözle gördüğümüz evrenle sesler evreni arasında ne derin farklar bulunduğunu ve ikisi arasında yapılan kıyaslamaların ne denli kusurlu olduğunu kendi deneylerimle anladım.’’ 

"Eğer aşka sınırlamalar konmuşsa, bu senden gelmiyordur Tanrım, insanlar yapmıştır bunu."

"Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir."

Roman bir kış mevsiminde "üç gündür dinmek bilmeyen kar yolları kapadı" cümlesiyle başlardı... Ve roman Getrude’nin kırlardan topladığı çiçeklerden belli olan bir yaz günü rahibin ıstırabını yansıtan şu sözü ile biter:

‘’Ağlamayı çok isterdim ama kalbimi bir çölden daha çorak hissettim"

Son söz

Romandan aldıklarım bu kadar… Roman Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını anlatırdı ama biz bir de etrafımıza bakalım…

Ne çabuk börtü böcek yaz konserlerini kesti, ne çabuk kuşların cıvıltıları sustu, ne çabuk yaz otları da sararıp soldu, ne çabuk bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa?...

Ne çabuk pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile ne çabuk göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Ne çabuk oluyor akşamlar... Çığlık çığlığa, bağıra bağıra ne çabuk batıyor güneş dağların, denizlerin ardından... Alev alev yanıyor dağlar, denizler güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Değil mi?

Mevsim artık iyice sonbahar… Sonbahar renklerini fark ediyor muyuz? Görmek… Ne harikulade bir şey görmek… Ama bazen görmemiz gerekenleri görmez, duymamız gerekenleri duymayız. Gerçekten gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunun farkında mıyız?

Değiliz!... Değiliz, çünkü gerçekte öyle olmayan ama Türkiye’de sanatsız, edebiyatsız, felsefesiz, estetiksiz, nezaketsiz, zarafetsiz, haksız, hukuksuz, adaletsiz, ruhsuz ve kalpsiz; adına siyaset denen bir fosseptik çukurunun içinde debelenip duruyoruz…

Ne diyordu André Gide Pastoral Senfoni’sinde:  "Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir." Belki de aynı şeyleri söylüyordur Beethoven de Pastoral Senfoni’sinde: "Kulakları olanlar duymasını bilmeyenlerdir." Ama en güzelini de her halde André Gide Pastoral Senfoni’sinin sonunda rahibe söyletmişti: ‘’Çorak bir çölden kalbi olanlar…….. ‘’

Değil mi?

Osman AYDOĞAN


Sonra… Sonrası Karanlık…

06 Aralık 2020


11 Eylül 1916.  Günlerden pazartesi...  Hücremde ordan oraya yürüyorum. Benim içeri atılıp yargılanmam İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde tartışmalara, endişelere neden olmuştu. 

1889 yılında İttihat ve Terakki'yi kuran dört kişiden biri olan Ankara Valisi Doktor Reşid, Talat Bey'e telgraf çekmişti. Demişti ki: "Biz hâlâ inkılap devrindeyiz. İnkılaplardan ve hususiyle Fransız İnkılabı Kebiri'nden efal ve harekâtımız için bir dersi ibret almalı ve inkılap ricalinin akibetini unutmamalıyız. Jakobenlerin ihtilaf ve iftirakı inkılabın en necip evlatlarını yutmuş ve Napolyon hâkimiyet ve istibdadını doğurmuştur. Danton'un düşen başı Fransa'nın meşrutiyet ve hürriyetini yarım asır müddet için alıp götürmüştür. İhvan arasında bir anlaşmazlık olmuşsa bir aile erkân ve efradı gibi birleşelim. Haricî düşmanlarımızı sevindirmemek ve bu ecnebi düşmanlara fırsat vermemek için ani, makul ve müessir bir tedbir ve hareket lazımdır." 

Talat Bey'in verdiği cevabı tahmin edersiniz herhalde: "İstanbul'da ikilik yoktur. Efradı Cemiyet'ten Yakub Cemil'in fırka kumandanı olmamaktan mütevellit infialinden istifade ile münferit bir sulh akdi cereyanı tevlit edilmek istenilmiş ve Yakub Cemil'in bir aralık bu fikri benimseyerek icrasına teşebbüs ettiği ve maiyetinde bulundurduğu çete efradından bazılarını bu maksatla teslih ettiği ahiren Divanı Harp'çe tahakkuk ederek idama mahkûm olmuştur..."

Talat Bey'in beni idama mahkûm ettirdiğini biliyordum. Ne yapalım, "takdiri ilahî!" Ancak kişi ümitlenmeden de yapamıyor. Sonucu bilmemenin verdiği sinirlilik çöktü üstüme. Hücremde dolanıp duruyorum... 

Doktor Reşid Diyarbakır valiliği döneminde Ermeni tehcir olayının başlıca faillerinden biri olarak itham edilip Bekirağa Bölüğü'ne kondu. Ünlü Bekirağa Bölüğü'nden ilk kaçan kişi o oldu. İtilaf devletleri İstanbul'u ayağa kaldırdı. Hükümet Doktor Reşid'i yakalamak için elinden geleni yaptı. 25 Ocak 1919 tarihinde Beşiktaş'ta çevresi polis tarafından sarıldı. Doktor Reşid ağzına tabanca sıkarak intihar etti. 

Tan yeni yeni ağarıyor. Süleymaniye Camii'nin heybetli kubbelerini seyrediyorum. Sabah ezanı henüz bitmişti ki, hücremin kapısının hafifçe vurulduğunu duydum. Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey, yumuşak bir sesle, yukarıdan beklediklerini söyledi. İdam edileceğim artık kesindi. İsmail Hakkı'ya sağ elimle kendi boğazımı sıkar gibi yaparak, "Hakkı’cığım böyle mi?", silahın tetiğine dokunur gibi şahadet parmağımı oynatarak, "Yoksa böyle mi?" diye sordum. İsmail Hakkı mütevazı bir ifadeyle, hiçbir malumatı olmadığını söyledi, sadece yukarıdan istenildiğimi tekrarladı.

Artık son dakikalarımı yaşadığımı anladım. İsmail Hakkı'dan aptes almak için müsaade istedim. Koridordaki musluğa gidip, kollarımı sıvadım. Ellerimi, kollarımı, ağzımı yıkadım, aptes aldım. Son dualarımı yaptım. Temiz iç çamaşırlarımı giydim. Ve hücreden çıktım. Ellerime kelepçe takmadılar. Tökezlemeden, başım yukarıda, dimdik yürüyorum. Her yer nöbetçilerle dolu, kasvetli, sessiz bir hava bölüğün üzerine çökmüş. Kimse yüzüme bakamıyor. Yüzlerce nöbetçinin dolaştığını görünce dayanamadım. "Silahsız bir adam için bu kadar kalabalığa ne lüzum gördünüz?" Cevap veren olmadı. 

Sessizlik insanın içini ürpertiyor. Dış kapıya yaklaştığımızda arabanın hazır olduğunu gördüm. İtfaiye Bölüğü kasaturalarını silaha takmış, Süvari Kıtası da kılıçlarını kınından çıkarmıştı. Kılıçların ışıltıları altında arabanın kapısını kendim açtım ve hızla içeri girdim. Bu "tören" bir an önce bitsin istiyorum. Herkesin işi vardır, meşgul etmeyeyim. Savcı Yardımcısı Reşid ve Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Beyler bir başka arabaya bindiler. Benim arabamın yanında, at üstünde, soruşturma üyelerinden Veli, İnzibat Bölük Komutanı İhsan Beyler geliyorlardı. Arabayı bir süvari bölüğü önden, bir diğer süvari bölüğü de arkadan koruyordu. 

Haliç kıyısını izleyerek Eyüp'e doğru ilerliyoruz. Deniz kızıl kızıl tüm güzelliğiyle parlıyordu. Eyüp'e geldiğimizde yol üzerinde bir karpuz sergisi gördüm. Karpuz alınmasını İhsan Bey'den rica ettim. Beni kırmadı. Son lokmamı arabanın içinde iştahla yuttum. 

Enver Paşa, cezanın infazı için Talat Bey'e kendisinin beklenmesini sıkı sıkı tembih etmişti. Talat Bey'i yakından tanıdığı için, bir oldubittiyle karşılaşmak istemiyordu anlaşılan. Tabiî Talat Bey beni şaşırtmamıştı. Enver Paşa'yı beklemeden, mazbatanın hazırlanmasını emretmişti. Gelen evrakı da vakit kaybetmeden Merkez Komutanlığı aracılığıyla Harbiye Nezareti'ne göndermişti.

Enver Paşa yurtdışında olduğu için Harbiye Nezareti'ne de, Dâhiliye nazırı olarak kendisi vekâleten bakıyordu. Karar hemen onaylamıştı. Gereğinin yapılması için evrakı hemen Merkez Komutanlığı'na da göndermişti. Merkez Komutanı Cevad Bey cezamın kürek cezasına çevrilmiş şekliyle onaylanacağını beklerken, aynen onaylandığını görünce yanlışlık olduğunu düşünüp Harbiye Nezareti'ne istirhamname yazarak bu durumun düzeltilmesini istiyor.

Söylediklerine göre Merkez Komutanı Cevad Bey diyor ki: "Yakub Cemil Bey'in Meşrutiyet'in ilanı günlerinde fedakârca hizmetleri görülmüş ve Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkıp Meşrutiyet'i yok etme amacı güden hareketleri etkisiz kılmakta da büyük yararlılığı görülmüş olmasından dolayı bu cihet kendisi hakkında takdiri hafifletme sebebi teşkil ettiği gibi bu zatla birlikte aynı suçtan dolayı sanık olan öteki kimselerin kısmen beraat etmesi, kısmen de cezadan affedilmiş olması suretiyle ceza dışı kalmalarından anlaşıldığına göre adı geçen Yakub Cemil Bey'in sözü edilen eylemlerinin tek başına yapılması da ayrıca kanunî hafifletici sebeplerden bulunduğundan, yüksek Nezaret makamları uygun gördükleri takdirde idam cezasının ömür boyu küreğe çevrilmesi suretiyle hükümlünün affa mazhar kılınmasına atıfet buyurulması arz olunur."

Zabit çocuklar söylemiyordu ama ben anlıyordum, Talat Bey yazıyı görünce hiddetlenmiştir. İdamımın acele yapılmasını emretmiştir. Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Haliç kıyılarını seyretmek hep hoşuma gitmiştir. Silahtarağa Köprüsü'nü geçip, Kâğıthane Köprüsü'nün gerisinde bir sırtın önünde durduk. 

O güne kadar ağzıma sigara koymamıştım. Ama arabada bizim zabitlerden bir tane istedim. Onca kez ölümle burun buruna yaşamış, silah, kan hayatımdan eksik olmamıştı. Ama hiçbir zaman tütüne ihtiyaç duymamıştım. Şimdi ise bayağı iyi gelmişti. Araba durdu. Ağzımda sigara olmasına rağmen ellerim cebimde indim arabadan. Bir sigara daha isteyip yaktım.

Bir manga silah çatmış asker gördüm. Demek beni bekliyorlardı. Karşılarında bir kazık var. Bir de kenarda bir piyade bölüğü. Şimdiye kadar görmediğim tedbir alınmıştı benim için. Ne gereği varsa... Bir sigara daha istedim. Sigaramı içerken Savcı Yardımcısı Reşid Bey idam fermanını okumak isteyince sözünü kestim: "İstemez... İstemez... Okumayınız! Ben idamımın sebebini biliyorum, hacet yok. Fakat şunu söyleyeyim ki, memleketimi felaketten kurtarmaya çalıştım. Memleketi mahvedenlerin yakın zamanda benim akıbetime uğrayacaklarını görürsünüz!.." Bir vasiyetimin, aileme tebliğ edilecek bir sözüm olup olmadığım sordular. "Param malım yok ki sana söyleyecek lafım olsun. Çoluk çocuğuma Cemiyet ve arkadaşlarım bakar. Benim bir tek ailem vardı: İttihat ve Terakki! Ki benim ailemi ne aç bırakır, ne çıplak!"

Müftü de dinî telkine başlamıştı ki ona da izin vermedim: "Zahmet etme Hocam, ben Allah'a karşı görevimi yaptım, sana lüzum yok!" Cebimdeki altın saatle parmağımdaki yüzüğü çıkardım ve eşime vermelerini istedim. İttihat ve Terrakki'ye dua ettim. "Askerleri benim yüzümden bekletmek, işgal etme doğru değildir" diyerek kazığa doğru ilerledim. Arkamı dayadım. Yüzümü müfrezeye çevirdim. Ellerimi ve gözlerimi bağlatmak istemiyordum. "Söz veriyorum, bulunduğum noktadan kımıldamam, ölüme gözlerim açık olarak gitmek isterim!" dedim. Kabul etmediler. Ellerimi ve gözlerimi bağlamak üzereyken, kurşuna dizecek müfrezenin subayına, "Subay Efendi, görevini iyi yap ve yaptır! Hükümetin emrini unutma! Kalbime nişan alın. Yoksa bu kalp kolay kolay durmaz. Başka söyleyecek bir şey kalmadı" dedim. "Yaşasın İttihat ve Terakki" diye bağırdım. Sonra keskin bir düdük sesi ve hemen ardından patlayan on dört tüfek... Zor nefes alıyordum... Yanı başımda bir sürü fısıldaşma... Sonra, sonrası karanlık...

Soner Yalçın, ‘’Teşlilatın İki Silahşörü’’,  Doğan Kitap, 2007

Osman AYDOĞAN


Nelson Mandela, namı diğer Madiba

05 Aralık 2020

Nelson Rolihlahla Mandela ya da kabiledeki adıyla: Madiba…

Mandela,18 Temmuz 1918 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bir köyün kabile reisinin oğlu olarak dünyaya gelir… Fort Hare Üniversitesi ve Witwatersrand Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alır…

Mandela hukuk eğitimi esnasında sömürgecilik karşıtı hareketi benimser. Hukuk eğitimini bitirdikten sonra da sömürgeciliğe karşı olan ANC (Afrika Ulusal Kongresi) partisine katılır. ANC’nin gençlik kollarının kurucu üyesi olur… Avukat olarak çalışırken sürekli olarak söz ve eylemlerinden dolayı 1962 yılında tutuklanır... Mandela, hükûmeti devirmek için komplo kurmak ve sabotaj etmekten dolayı 1964 yılında idamla yargılandığı davadan ömür boyu hapis cezası alır. (Dava uluslararası çapta yankı uyandırınca Mandela ve beraberindeki yedi kişinin cezası ömür boyu hapse çevrilir.) 1990 yılına kadar hapiste kalır… Hapiste geçen 27 yılın sonunda onun için başlatılan uluslararası bir kampanya sayesinde 72 yaşında iken tekrar özgürlüğüne kavuşur…

Mandela hapiste iken, 1969 yılında, oğlu Madiba Thembekile  25 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Madiba Thembekile’nin, hapishanedeki Mandela'nın direnişini kırmak için bir suikasta kurban gittiği üzerinde rivayetler vardır.

Mandela, hapishaneden çıktıktan sonra ANC başkanı olur. 1994 yılında yapılan seçimleri açık ara kazanarak Güney Afrika Cumhuriyetinin ilk siyahi başkanı seçilir… 1994-1999 yılları arasında görev yapar. Devlet başkanı olduktan sonra Güney Afrika'daki Apartheid (ırk ayrımı) yasalarını ortadan kaldırır… Yeni bir anayasa yaparak, toprak reformu, yoksullukla mücadele, sağlık ve eğitim politikalarıyla ülkesini kalkındırır…

1994 yılında yaptığı anayasada Güney Afrika’nın insan haklarına saygılı bir hoşgörü toplumu olacağı vurgusu yapılır… 27 yıl boyunca hapis yatarken, özellikle beyaz gardiyanlar tarafından baskıya uğramasına rağmen beyazlara karşı nefret beslemez… Beyazlara karşı rövanşist ve intikamcı bir tutuma girmez… Kendisini ülkesinde siyaset üstü bir konuma taşıyarak ülkesinde birleştirici bir güç haline gelir...

Mandela, 1990 yılından 1999 yılına kadar Afrika Ulusal Konseyi siyasi partisinde parti başkanlığı yapar. Mandela, Libya ve Birleşik Krallık arasında Lockerbie Faciası'na ilişkin yürütülen müzakerelerde arabulucu olarak görev alır… 

Ülkesinde ikinci bir seçime katılmayı reddederek seçimle yerini yardımcısı Thabo Mvuyelma Mbeki'ye bırakır… Siyasetten sonra ulusal lider kabul edilerek Güney Afrika'da Ulusun Babası olarak kabul görür… Mandela, bu tarihten sonra ulusal lider olarak hayır işlerinde yer alır…

Mandela, başta 1993 yılında aldığı Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı sahibi olmak üzere 250'den fazla ödül sahibidir. Bu da kendisine son zamanlarında kendisinin uluslararası kabul gören bir barış elçisi olmasını sağlar… 1992 yılında kendisine Türkiye tarafından teklif edilen ‘’Atatürk Barış Ödülü’’nü Türkiye'deki anti-demokratik uygulamalar iddiasıyla reddeder…

Mandela, tam yedi yıl önce bugün 5 Aralık 2013 tarihinde 95 yaşındayken hayata veda eder… Resmi üç evliliği ve altı çocuğu vardır...

Mandela’nın sözleri

"Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım" (1964 yılında idamla yargılandığı mahkemedeki son sözleri.)

"Sadece özgür bireyler pazarlık edebilir. Mahkumlar sözleşme akdine giremez. Senin özgürlüğün ile benim özgürlüğüm birbirinden ayrı tutulamaz." (1985 yılında hapisteyken dönemin Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Pieter Willem Botha'nın bir çağrısına cevaben kaleme aldığı bir açıklama.)

"Bu savaşta (apartheid'a karşı), öyle ya da böyle, ülkenin külleri üzerinde kalmış bir kazanan ve bir kaybeden olacak. Ancak kazanan da kaybeden de o küller üzerinde oturup, konuşmak zorunda olacaklar. İşte o an karşıdakine gösterecek olduğun tepki de, görecek olduğun saygı da, bugün gösterdiğin haysiyetle ilintilidir." (Robben Adası'nda tutukluyken, ülkenin cezaevlerinden sorumlu müdürü General Jc Steyn'e söyledikleri.)

"En büyük korkumuz yetersiz olmamız değil; en büyük korkumuz haddinden fazla güçlü olmamız. Bizi en çok korkutan, karanlığımız değil aydınlığımız. Biz kendimize, 'ben kimim ki, muhteşem, harikulade, yetenekli, şahane olayım?' diye soruyoruz; ama aslında, neden olmayasanız ki? Sizler Tanrı’nın çocuklarısınız ve kendinizi küçük görmeniz dünyaya fayda sağlamıyor. Diğer insanların yanınızda güvensiz hissetmemesi için kendinizi küçültmenin hiç aydınlık bir yanı yok. Hepimizin çocuklar gibi ışıldaması gerekiyor. Bizler içimizdeki Tanrı’nın ihtişamını yansıtmak için dünyaya geliyoruz; bu sadece bazılarımızın değil, hepimizin içinde mevcut. Kendi ışığımızın parlamasına izin verdiğimizde, fark etmeden başkalarının da bunu yapmasına izin vermiş oluyoruz. Korkularımızdan özgürleştikçe, varlığımız doğrudan başkalarını da özgürleştiriyor." (1994 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmadan.)

"Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter."

"Hiç bir insan doğar doğmaz bir başkasından ten rengi, kökeni ve ya dini nedeniyle nefret etmez. İnsanlar nefret etmeyi sonradan öğrenir. Ve nefret etmeyi öğrenebildiklerine göre, onlara sevmeyi öğretebilmek de mümkündür. Çünkü zıttı olan nefretin tersine sevgi insan kalbi için çok daha doğal bir duygudur."

‘’Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.’’

‘’Düşmanınla barış yapmak istiyorsan, onunla beraber çalışmalısın. Sonra arkadaş olacaktır.’’

"Çocuğa nasıl davranıldığı toplumun ruhunu en açık sekilde ortaya koyan göstergedir."

‘’Büyük bir tepeyi aştığında insanın bulacağı şey, daha aşılacak çok tepelerin olduğudur.’’

 "Cesaret korkunun olmaması değil, korkunun üstesinden gelebilmektir."

"Hiçbir zaman kaybetmem, ya kazanırım ya öğrenirim."  

‘’İyi bir kafa ve iyi bir kalp, her zaman zorlu bir kombinasyondur.’’

‘’Yapılana dek, her zaman imkânsız gözükür.’’

‘’Bu ideal uğruna ölmeye hazırım.’’

‘’Ben acı çekmedim. Günü yaşamanın önemini ve yarını çok düşünmemek gerektiğini öğrendim.’’

‘’Dünyayı değiştirmek için kullanabileceğiniz en güçlü silah eğitimdir.’’

‘’Mücadele benim hayatımdır.’’

Bir diğer Mandela

Görüldüğü gibi Mandela, devrimci, örnek bir liderdir. Ancak görüldüğü gibi… Hayat gibi insanlar da siyah beyaz değildir. İnsanların da liderlerin de gri alanları vardır… Görülmeyen yanları vardır… Bilinmeyen yanları vardır. Ayrıntılara girince farklı olan yanları vardır…

Mandela'nın bir teröristten "barışın simgesi devlet adamı, devrimci, özgürlük savaşçısı" kimliğine evirilmesi hikâyesi bizlere pek de yabancı gelemeyen tarihte yazılmış en etkili hikâyelerden birisidir. Çünkü Mandela’nın lideri olduğu ANC sadece Güney Afrika’da değil aynı zamanda uluslararası sermayeye bağlı, kendi halkına da düşman bir katiller ordusudur…

Batılılar bu devrimci ve örnek lider Mandela'yı çok sevmişlerdi, hem de çok...

Batılılar Mandela’yı çok sevmişlerdi, çünkü;

Mandela, devrimin eşiğine gelmiş isyan halinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul etmeye başarıyla ikna etmişti.

Mandela, Güney Afrika'yı IMF programlarını uygulayan, küresel maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye için güvenli bir ülkeye dönüştürmüştü. Ülkelerinde haklarını arayan onlarca madenci bizzat Mandela’nın lideri olduğu ANC tarafından öldürülmüştü…

Mandela, asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmemişti. 

Mandela sayesinde ırkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney Afrika işçi sınıfının ve yoksullarının yaşam koşullarında bir düzelmeye yol açmamıştı. Mandela, hapisten çıkarılıp devlet başkanı yapıldıktan sonra Güney Afrika'nın insanlarının bırakın özgürlüğü, son 26 yıl içinde dünyanın en fazla sömürülen pazarlarından ve dünyanın en sağlıksız ve en dejenere toplumlarından birisi haline geldi… Mandela zamanında Güney Afrika’da gelir dağılımı eşitsizliği birkaç kat arttı….

Mandela’nın başkan olduktan sonraki dostlarına bakarsanız karşınıza çok sayıda beyaz ve milyarder kapitalist karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi olmadığını görürsünüz.. 

Mandela ile Güney Afrika'da değişen tek şey, beyaz yöneticilerin yerini siyah yöneticilerin almış olmasıdır… Ezilen, aç kalan, sömürülen yine aynı halktır…

İşte cenazesine Bush’tan Cameron’a (Mandela’nın idamını istemiş zamanında), milyarder işadamlarına, Guantanamo’nun üzerinde oturan, insansız uçaklarla sivillerin ölüm fermanlarını imzalayan Obama’ya, en gerici gazetelerden sosyal demokrat yazarlara kadar katılanların arkasında yatan gerçek budur. 

Bu beyaz adamlar Mandela'yı neden sevmişlerse aynı beyaz adamlar Mustafa Kemal Atatürk'ü aynı nedenle sevmemişlerdir.  Bir de işin garip tarafı; Mustafa Kemal Atatürk'ü sosyalist olmadığı gerekçesiyle sevmeyen, eleştiren, İkinci Cumhuriyetçi, liboş, ‘’yetmez ama evet’’çi Türkiye’nin tatlı su solcuları, yine sosyalist olmayan, kapitalist ve emperyalizm işbirlikçisi Nelson Mandela’yı çok sevip, öldüğünde ardından ağıt yakmış olmalarıdır…

‘’Long Walk to Freedom’’ Mandela’nın otobiyografik eseridir. Bu eserden yola çıkılarak "Mandela: Long Walk to Freedom"  (Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol) isimli filmi çekilir. 2013 yılı Güney Afrika ve ABD ortak yapımı bu filmde Mandela’yı Sierra Leone asıllı İngiliz oyuncu, yapımcı ve şarkıcı Idrissa Akuna Elba (Idris Elba) canlandırır… Ayrıca 2009 ABD yapımı Clint Eastwood'un yönettiği ‘’Invictus’’ (Yenilmez) isimli filmde kendisini Morgan Freeman canlandırır… Bu iki film de evde kapalı kaldığımız bu Koranalı günlerde seyredilmeye değer diye düşünüyorum…

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir... Demokrat, devrimci, özgürlükçü görünüp de emperyalizm işbirlikçi çok lider vardır dünyada…

Fareli köyün kavalcısının çıkardığı kaval sesi de muhtemel ki o çocuklara çok güzel gelmişti...


Osman AYDOĞAN


05 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü

05 Aralık 2020

5 Aralık 1934 yılında Ulu Önder Atatürk öncülüğünde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verildi. O tarihten bu yana 5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanıyor…

Bu anlamlı gün; kadın ile ilgili sorunların dile getirilmesi, bu konudaki farkındalığın yaratılması, çağdaş, demokratik, ileri bir toplum için kadınların güçlendirilmesi ve cesaretlendirilmesi, söz sahibi olmaları, eğitim, istihdam, sağlık, siyaset, hukuk vb. alanlarda eşit fırsat olanaklarından faydalanmaları açısından çok büyük önem taşımaktadır.

Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi

Kadınsız bir devrimin giyotine benzediğini düşünen Mustafa Kemal Atatürk devrimini kadın hakları ile taçlandırır… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle eğitim tek sistem altında toplanır ve kadınlarla erkeklere eğitimde eşit imkânlar sunulur. 1925 yılında Kıyafet Kanunu ve 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanun’u ile kadınların yasal statüsü değişir, hem aile içinde hem de bir birey olarak eşit haklar tanınır...

Kadınlara 20 Mart 1930 tarihinde belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verilir... Kadınlara verilen bu haktan sonra yapılan ilk seçimlerde Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde Sadiye Hanım belediye başkanı seçilerek Türkiye'nin İlk kadın belde belediye başkanı olur… Türkiye'nin ilk kadın il belediye başkanı ise çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra 3 Eylül 1950 tarihinde yapılan yerel seçimlerde Mersin Belediye Meclisine seçilen Müfide İlhan ilk kadın il belediye başkanı olur…  

Kadınlar, milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına da 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliğiyle kavuşurlar. 8 Şubat 1935 yılında ilk kez meclis seçimlerine katılan Türk kadını 17 kadın milletvekili ile TBMM'ye girer… Ara seçimlerde ise bu sayı 18 olur… Böylece Türk kadınları, TBMM'deki tüm milletvekillerinin yüzde 4,5'ini oluşturur… O tarihlerden itibaren 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanır…

Avrupa'dan önce Türkiye’de kadının sahip olduğu seçme ve seçilme hakkı

5 Aralık 1934'de Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, o dönemde Avrupa'daki bazı gelişmiş ülkelerde bile kadınların bu hakkı bulunmaz… Seçme ve seçilme hakkına kadınlar; Fransa'da 1944, İtalya'da 1945, Yunanistan'da 1952, Belçika'da 1960 ve İsviçre'de 1971 yılında kavuşurlar… Bu şekilde Türk kadınları, Fransa, Hırvatistan, Slovenya ve İtalya'dan 11 yıl, Romanya'dan 12 yıl, Bulgaristan'dan 13 yıl, Belçika'dan 14 yıl, İsviçre'den 36 yıl, Yunanistan'dan 15 yıl önce seçme ve seçilme hakkına sahip olurlar…

Dünya Kadın Hakları Gününün tarihsel temeli

5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü’nün temelini ise Fransız kadın filozof, yazar, kadın hakları savunucusu, aktivist ve oyun yazarı Olympe de Gouges (1748 – 1793)'un 1791 yılındaki ‘’Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi'’’nden alır. Bildirgede kadınların hukuki, politik ve sosyal alanda erkeklerle eşit kılınması gereği anlatılır…

Fransız Devrimi’nde kadınlar sokağa dökülerek önemli rol oynarlar. Fakat devrimin şekillenmesiyle evrensel olduğu iddia edilen hakların belli bir cinsle sınırlanmış olduğu görülür…. Devrimden sonra kadınlar adeta görmezden gelinir, kadınlar insan ve yurttaş kategorisinde görülmezler.

Fransız devrimine olan inancını kaybeden Olympe de Gouges, 1791’de kadınlar için eşit politik hakları talep eden Cercle Social derneğine katılır. Olympe de Gouges’in bu derneğin bir toplantısında söylediği “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” sözü Olympe de Gouges’in ünlenmesini sağlar… Birkaç gün sonra Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesini yayınlanır…

Olympe de Gouges, aynı yıl Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne karşılık kendi Toplum Sözleşmesini kaleme alır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı evliliği savunur. Ona göre ‘’geleneksel evlilik güven ve sevginin mezarıdır. Bu nedenle, evli çiftlerin mülkü ortak olmalıdır.“

1789 Fransız Devrimi’nin öncü gücü Jakobenler iktidara geldikten hemen sonra monarşi yanlılarını sindirmek için yirmi bini aşkın insanı katlederler. Bu dönemi ‘’devrimle tiranlığın yer değiştirmesi’’ olarak tanımlayan Olympe de Gouges de payını alarak giyotine mahkûm edilir. Olympe de Gouges giyotine giderken şu sözleri dile getirir:

“…Titreyin, çağdaş tiranlar! Mezarımın derinliklerinden duyulacak sesim. Cesaretim, sizin daha barbar davranmanıza neden oluyor…”

Türklerde kadın ve toplumdaki yeri

Türklerde kadının sosyal hayattaki statüsü tarihte şimdikinden çok daha ileri idi… Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (İstanbul, 1930) isimli bir eseri var. Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde şunları yazar:

“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”

“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”

“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.” 

“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”

Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğini vardı. Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvandı. Selçuklu İmparatorluğunda belediye başkanları kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi... Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi buradan gelir. Gevher Nesibe Hatun Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetmişti, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımı vardır. Gevher Nesibe Hatun döneminde Kayseri'de yaptırdığı han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) ve birçok eser vardır. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin ismi de buradan gelir.

Ayrıca İslamiyet’in Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çoktur. Bunlardan bazıları; Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür, İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun’dur.

Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Araplaşan Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanır. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlar, Osmanlı çöküşün nedenini anlar ve Osmanlı da kız çocuklarının eğitimine ve kadınlara önem vermeye başlar. Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlar ve 1858’de kız rüşdiyeleri açılır.  1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılır. 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak kızlar için en yüksek eğitim kurumu olur. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izler.1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılır.

Arap kültüründe kadın

Girişte bahsettiğim gibi Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statüsü farkı yoktur.  Arap kültüründe kadının kendisi de yoktur, ‘’adı’’ da yoktur. Arap kültüründe kadın numaralanır, sıralanır.  Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına veya fizyolojik görünümlerine göre verilir.

Doğum sırasına göre örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.

Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')

Tilte: Telat veya selaseden türemedir Türkçede üçüncü demektir. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.

Hamse: Arapça beş demektir. Beşinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.

Sitte: Arapça altı demektir. Altıncı doğan kız çocuğuna verilir. Harran’da yaygın bir isimdir.

Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur. Yedinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. 

Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanır. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini verirler. 

Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:

Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Kezzibân: İslam aleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.

Türklerde, Anadolu’da ise kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir. Türk kadını Hanım ağadır, hanım efendidir, ‘’Hatun’’dur. Türk kadını ''Derya''dır, ''Deniz''dir; ''Engin''lere açılır. Türk kadını ''Nergiz''dir, ''Çiğdem''dir, ''Çiçek''tir, ''Gül''dür, ''Gülseren''dir; ''Doğa''ya ''Serpil''ir. Türk kadını ''Sevim''dir, ''Sevigen''dir, ''Sevgi''dir; ''Sevda''dalarda ''Sevi''lir... Türk kadını ''Sevinç''tir, ''Sevin''dir, ''Neşe''dir, insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürür... Türk kadını ''Canan''dır, ''Candan''dır, çevresine, sevdiklerine ''Can'' verir...

Kadın nedir?…

Yıllar önce üstat Çetin Altan’ın kaleme aldığı ‘’Kadın’’ isimli bir makalesi vardı… Daha önceki bir yazımda da bu makaleye yer vermiştim. Özet olarak şunları söylerdi üstat:

‘’Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir ‘eğitim’ sorunu değil, bir ‘anneler’ sorunudur. Çocukların 3-7 yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...

Evde ut, keman, piyano çalan, gazete okuyan bir annenin çocuğuyla; salt inek sağan, tarlada çalışan, pamuk toplayan bir annenin çocuğu; aynı ‘öğrenim’den geçseler bile, - genellikle - eşdeğer bir algılamanın ortaklığında buluşamazlar.

Çünkü ‘eğitim’ okullarda değil, evde anadilini öğrenirken 3-7 yaş arasında mayalanır. Okullar, evdeki mayalanmanın değişik fırınları gibidirler. O mayadan ekmek, francala, kurabiye, çörek, pasta vs. çıkarırlar... Salt okul yetmez, - genellikle - çocuklarda maya oluşturmaya...

Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen ‘sıra dışı biri olarak görünme’ tutkusuna dönüşür...

Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında ‘bilek bükme’ oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...

Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... ‘Erkek millet’ olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?

‘Erkek millet’ olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Pek benimsediğimiz, ‘biz erkek milletiz’ böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki... Erkekler zart zurtçu, kadınlar ‘bana ne başkalarından be’ci oldu...

Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı ‘adam sende’ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...

Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...’’

Böyle yazıyordu üstat yıllar önce…

Günümüzde Türk toplumunda kadının yeri

Değişen nedir?


Yine dışlanır kadın çalışma hayatından, sosyal hayattan…


Yine Kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…

''Kadın sokağa çıkmasın'', ''kadın gülmesin'', ''kadın konuşmasın'' vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…

Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum yüzündeki hüzün neşidelerinin çığlıkları arş-ı alaya yükselen insanlar topluluğu haline getirilir…

Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…

Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…

Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek, din kisvesi ve sıfatı altında kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…

Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar… Hem de bu konuda önlem alabilecek en yetkili kişi, kurum, bakan ve kadın oldukları halde...

Kadın sosyal hayatın içinde olmaz ise…

Kadınlardaki bu eğitimsizliğin, kadınları çalışma hayatından, sosyal hayattan bu dışlamanın, eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir neslin sonucu ne olur biliyor musunuz?

Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda:

Bir lokma ekmek peşinde koşan gencecik insanları denetimsizlikten, ihmalden maden ocaklarında diri diri gömülür….

Devletin her kademesine ve askeriyenin en zirvelerine yerleşir FETÖ’cüler, darbe yapma kalkarlar, memleketin günahsız 300’e yakın insanı çiğnenir tank paletleri altında…

Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda… 

Yine hesapsızlıktan, kitapsızlıktan bir mezhep uğruna gencecik askerlerini kırdırırlar Suriye’nin çöllerinde…

Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…

Yine denetçilerin denetimsizliğinden, ilgililerin ilgisizliğinden 17 küçücük kız çocuğunu beton blokların altına gömerler diri diri… (1 Ağustos 2008, Konya Balcılar Beldesi'nde Süleyman Hilmi Tunahan cemaatine ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu’nda gaz sıkışması nedeniyle yaşanan patlama ve çöken bina..)

Yine cemaatten diye denetimsizlikten, yine ilgisizlikten, yine ihmalden 11 kız çocuğunu yakarlar diri diri…  (29 Kasım 2016, Adana Aladağ ilçesi)

İsterseniz başa dönün bir daha okuyun üstat Çetin Altan’ın yazısını…

Ve ben devam edeyim üstadın bıraktığı yerden:

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz… Bir mezhep uğruna Suriye’nin çöllerinde gencecik insanlarınızı harcarsınız…

Sonra da gözyaşları dökersiniz müstakbel annelerini toplumdan dışlayan, eğitmeyen, kadına hak ettiği hakkını vermeyen her toplum gibi…

Sonuç

Kadın hakları, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına verilen bir isimdir. Ancak kadın hakları sadece kadınlara verilen bir ayrıcalık değildir. Kadın hakları; toplumun istikbalini, geleceğini kurtarmaktır, kadın hakları; çağdaş dünya ile rekabet edebilmektir, bu vahşi dünyada ayakta kalabilmektir, onurlu ve gururlu yaşamaktır. 

Halil Cibran haykırırcasına der dururdu zaten: ‘’Toplum hayatının gelişmesinde eğitimli bir kadın bin erkekten daha etkilidir’’ diye…  Ziya Gökalp de Malta'da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda işte tam da Cibran’ın söylediği nedenle eşinden kızının okutulmasını ısrarla talep eder. Çünkü kadınını eğitmeyen, kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku, kısaca kadına hakkını vermeyen toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, yozlaşmaya, ilkelleşmeye mahkûmdur…

Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamak demektir... Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek kadını ''Hatun'' olarak eski Türklerde olduğu gibi ''Hakan'' seviyesinde sosyal ve siyasi hayatta eşit kılmak demektir.   

Mustafa Kemal Atatürk işte tam da bu nedenle Cumhuriyetin İlanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle der: "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz İlgisizlikten İleri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı İşlemezse, o sosyal toplum felçlidir." 

Yaşayarak görüyoruz işte…

Ey Türk kadını! Mustafa Kemal Atatürk sana şöyle hitap ederdi: 

'’Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.''

Unutma!

Osman AYDOĞAN




Hafta sonu hikâyeleri (2)

04 Aralık 2020

Malum hafta sonu sokağa çıkma yasakları var… Ben de bugünkü yazımı hafta sonu okunmak ve üzerinde düşünmek üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…


Arkadaş 

Arkadaşları ile geçinemeyen, huysuz ve kötü karakterli bir evlat varmış. Bir gün babası, ona çivilerle dolu bir torba vermiş ve bahçedeki tahta perdenin önüne götürmüş: "Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her seferinde bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.


Genç, birinci günde tahta perdeye bir hayli çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki, hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası, onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş: "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdeden bir çiviyi çıkar, sök." demiş.

Günler geçmiş... Bir gün gelmiş ki, her çivi çıkarılmış. Tahta perde bomboş kalmış...

Babası ona; "Aferin, iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak, artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşına bin defa, kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak demiş.

Önyargı

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar.


Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer.

Ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır... Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir...

Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.

Einstein'ın söylediği rivayet edilen bir söz var:

"insanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor…"

Yangın

Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Tanrı'ya yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...


Daha sonra rüzgârdan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden artakalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Tanrı'ya dua ediyordu.

Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman dansede dansede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı.

"Tanrım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Tanrı'ya bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.

Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı! "Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara.

Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:

"Dumanla verdiğin işareti gördük!"

Affetmenin dayanılmaz hafifliği

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “0 zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.


Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”

Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? Hep yanınızda olacaklar.”

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?”

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: “Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhunuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığınız bir iyiliktir.

Bir araştırma: Affetmeyi bilenler daha az acı çekiyor…;

Amerikalı bilim adamları, affetmesini bilen insanların, hem ruhen hem de bedenen daha sağlıklı olduğunu iddia etti. Stanford Üniversitesi'nde görevli Frederic Luskin ve ekibi, San Francisco kentinde oturan 259 kişi üzerinde araştırma yaptı. Hakarete uğramış kişilerden seçilen katılımcıların, affetmeyi öğrenmeleri sağlandı. Kendilerine zarar verenleri affeden katılımcıların çoğu, deney sonrasında daha az acı duyduğunu belirterek, stresten kaynaklanan sırt ağrısı, uykusuzluk ve mide ağrısı gibi fiziksel belirtilerin de önemli ölçüde azaldığını kaydetti.

Gül veren elde gül kokusu kalır

Uzun yıllar önce Çin’de Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinilmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.


Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev; onun ve annesi ile karısı arasında kalan eşi için de cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kız doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır.

Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir iksir hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanasının yemeklerine koymasını söyler. Zehir az az verilecek böylece onu gelinin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranmaya başlamıştı.

Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kız kendisini ağır bir yük altında hissetti. Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li’ ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

“Sevgili Li-Lİ” dedi, “Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça o da dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz.”

Kıssadan hisse: Eski bir Çin atasözü şöyle der; gül veren elde gül kokusu kalır.

Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.

Gül Yaprağı

Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.


Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

***

Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim.... Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN




Sevgili Arsız Ölüm


03 Aralık 2020


2020 yılının Mart ayından beridir gündemimizde bu salgın Korona… Ve her akşam TV’lerde, sabah gazetelerde istatistikler: Vaka, hasta, yoğun bakım, entübe ve ölüm sayıları… Her ölüm haberi bana Latife Tekin’in ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ (Adam Yayınları, 1083) isimli kitabını hatırlatıyor…

Yıl 1983 Sonbaharı… Elimde Latife Tekin’in yeni çıkmış kitabı: ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ Kitabın adı bana cazip gelmişti, sırf adı için almıştım kitabı…

Ölüm üzerine

Ölüm bana yabancı değildi... Memleketimde ölümle, mezarlıkla iç içe yaşardık… Hastane nedir bilmezdik, insanlar evlerinde ölürdü. Mevta herkesin içinde yıkanırdı, mevta yıkandıktan sonra musalla taşında cenaze namazını bekler, namazdan sonra da zaten kasabanın hemen kıyısındaki mezarlığa kadar omuzlarda taşınırdı. Cenaze arabası da nedir bilmezdik. Çoluk çocuk herkesler definde hazır bulunurdu. Zaten kasabının evlerinin bir kısmı da mezarlığa bakardı... Memleketimizde ölüm ile hayat iç içeydi… Sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesi gibi doğal bir olaydı ölüm, şimdiki gibi korkunç bir şey değildi ölüm…

Sonra, sonra yıllar sonra Şehriyar bana ölümü çok daha basitçe anlatmıştı… ‘’Doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur’’ derdi Şehriyar, ‘’ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz’’ derdi Şehriyar.

Gabriel García Márquez’in “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm’’ (Cem Yayınevi, 1990)  kitabının içinde ölümle ilgili 12 hikâye vardı. Latife Tekin’in kitabını da ölümü böylesine feylezofça anlatan bir kitap diye almıştım…

Goncalos masalları

Kitap çok akıcı bir dille yazılmıştı… Kitabı soluk soluğa, su içer gibi okumaya başlamıştım... Sayfalarda ilerledikçe hem beklentim konusunda yanıldığımı anladım hem de şaşırıp kaldım... Kitap hiç de ölüm hakkında öyle feylezofça söylemlerden bahsetmiyordu. Roman kahramanı adı Dirmit olan küçücük bir kız çocuğu vardı ve bu kız çocuğu beni, benim çocukluğumu, memleketimde anlatılan Goncalos masallarını, cinleri, perileri anlatıyordu... Daha ilkokuldayken o zaman henüz elektriği olmayan Sindel (şimdi Kovalı) köyünde evlerinde yaz tatillerimi geçirdiğim Akkız ablamın (kulakları çınlasın) aynısını anlattığı Goncalos masallarını, cinleri, perilerini anlatıyordu bu Dirmit kız... Ortaokuldan sonra gittiğim İstanbul’da yatılı okulda da benim gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarım da anlatırlardı bu cinli, perili masalların aynısını…

O zaman kitabı yolda, otobüste, trende okuduğum için meraklı gözlerden saklamak için kitabı kaplayarak okurdum… Hemen kitap kabını çıkararak bu yazar kim diye biyografisini okumaya başladım… Aman Allah’ım ne göreyim? Latife Tekin hemşerim çıkmasın mı?  Latife Tekin Kayseri Bünyan doğumluydu. Ben de Kayseri Yeşilhisar... Latife Tekin benden de sadece bir yaş büyüktü...


Kitap daha ilk baskısını yapmıştı… O zaman henüz Latife Tekin’i kimsecikler de tanımıyordu… Kitabı bitirdiğimde dedim bir büyük yazar doğuyor… Çünkü şiir gibi, akıcı, masalımsı bir anlatımı vardı… Latife Tekin’in üslubunda Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” (Everest Yayınları, 1973) romanındaki Aysel’in o insanı boğan ağır havası, o karamsar atmosferi yoktu… 

Büyülü Gerçeklik

Sonradan öğreniyorum ki bu anlatımı edebiyatta ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ diye tanımlıyorlardı. ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ akımının en önemli özellikleri; anlatım esnasında fantastik ya da tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması ya da yan yana kullanılması, rüyalara, yerel mitlere, cinlerle perilerle dolu masalımsı hikâyelere yer verilmesiymiş. Arjantinli yazar Luis Borges'in 1935 te yayınlanan ‘’Alçaklığın Evrensel Tarihi'’ (İletişim Yayınları, 2014) isimli eseri, edebiyatta ilk büyülü gerçekçilik çalışması olarak kabul edilirmiş. Bu akımın en tanınmış eseri ise benim Latife Tekin’in kitabından bir yıl sonra (1984) okuduğum Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1967 de yayınlanmış olan '’Yüzyıllık Yalnızlık’' (Can Yayınları, 2016) isimli kitabıdır.  Marquez'in '’Yüzyıllık Yalnızlık’' isimli kitabını okurken dedim işte ikinci bir Latife Tekin… Ancak Marquez'in kitabı daha felsefi, daha bir kurgusal idi…

Latife Tekin kitabında Dirmit’i anlatırken, Dirmit de bana Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’in Zéze'sini hatırlatmıştı. Vasconcelos’i dünya çapında tanıtan eseri ‘’Şeker Portakalı’’nın (Can Yayınları, 2018) roman kahramanı da çocuk Zéze idi…

Latife Tekin

Latife Tekin Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk ("siyah üzüm dizini" anlamına gelirdi) köyünde doğar. Yedi kardeşten birisidir. Dokuz yaşına geldiğinde de ailesiyle İstanbul’a göç eder. Gerisini kendisi şöyle anlatır:

‘’Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkâr ve baskının bin çeşidi. Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”

Dirmit kızın ailesine ve köyüne fazla geldiği gibi Latife Tekin de bu ülkeye fazla gelmiştir… Ne sol düşünce değerini anlayabilmiştir ne de sağ düşünce, her iki tarafa da Sokratesin ''at sineği'' olmuştur Latife tekin. Öyle ki Yalçın Küçük ‘’Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları’’ (Mızrak Yayınları, 2011) adlı kitabında Latife Tekin’i ‘’Eylülist’’ olmakla suçlar. Yalçın Küçük, Latife Tekin'in ‘’Gece Dersleri’’ (İletişim Yayıncılık, 2012) kitabını solculuğu aşağılamak ve egemen görüşü dayatmak gerekçesiyle yerden yere vurur. Bu üslubu ile Yalçın Küçük soyadı gibi sadece kendini küçültür.

Sevgili Arsız Ölüm

Neyse konumuz Latife Tekin değil, gelelim biz ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’e…Bu kitapta Dirmit olarak aslında yazar kendisini anlattığı için kısaca yazardan da bahsetmek istedim…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’; kurgusuyla, içeriğindeki kültürel ve destansı ögelerle, şairane bir dille yazılmış Türk toplumunun cinli perili yüzünü anlatan Türk edebiyatının yüz akı müthiş bir eseridir. Elinize alıp da bırakamayacağınız, elinizden bırakamadığınız gibi bitmesini de istemeyeceğiniz enfes bir eserdir.

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’’de bir ailenin fertleri; Huvat (baba), Atiye (anne), Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye (kardeşler)’in köyde yaşadıkları, İstanbul’a göçleri, başlarına gelenler, köylüler, cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü olaylar anlatılır. Ama en çok da Dirmit anlatılır. Okurken siz de Dirmit olursunuz, zaman zaman içiniz acır, kalbiniz sıkışır, zaman zaman yüreğiniz daralır, zaman zaman bir çocuk kalbi gibi pır pır çarpar kalbiniz… Çünkü Dirmit sizin geçmişinizdir, çünkü Dirmit sizin çocukluğunuzdur, çünkü Dirmit sizin özlediğiniz masumiyettir…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’  Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk köyünden İstanbul’a (kitapta bu şehrin İstanbul olduğu verilmez) göç ettikten sonra yaşadığı maddi ve manevi yoksullaşma ile buna bağlı olarak içine girdiği dağılma sürecini anlatır. Dolayısıyla romanın esas meselesi yoksulluktur; sevgili arsız ölümü isteyecek denli yoksulluk...

Kitapta çok muazzam bir karakter olan ve aileye etkisi çok iyi ifade edilen anne Asiye kitabın merkezinde yer alır. Bu haliyle kitap Diirmit’in değil Aliye’nin kitabıdır denilebilir…

Kitaptan bazı bölümler

"Dirmit başını cama dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın başına başını dayadı. Bir tulumba ağladı, bir o ağladı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı, yıldızlar söndü."


"Sonunda Dirmit, yazmanın bir yolunu buldu. Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu. Yüreğini "güp!, güp!" artıran sözcüğü hemen kâğıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip attı."

"Sana bakarken gözlerimi kapasam karanlıkta kalırsın... Haberin var mı?" 

“Kabukları kaldırayım deme, derin yaralar açarsın.”

‘’Dirmit omuz silkti. Başını önüne eğdi, ağlamaya başladı. O ağlarken herkes elini yüzüne alıp bir köşeye çekildi. Sonra sırasıyla herkes düşündüğünü söyledi. Ortak bir karar verildi. Dirmit'e dama çıkmak, şiir yazmak yasak edildi. Allah’ın gökte duran yıldızlarıyla, yerde kaynayan suyuyla uğraşıp durduğu için yedi gün, evin içinde kimseyle konuşmama cezası verildi. Dirmit hiç ses etmeden kararı dinledi. Burnunu çekip gözünün yaşını sildi. 'Size mektup yazabilir miyim, peki?' dedi.''

Ve kitap içinde Dirmit’e ait dünyanın en güzel isyan cümlesini bağırır: "Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar!"

Ancak Dirmit direnir… Kitapları, şiirleri, doğa ile olan ilişkisi ile direnir. O desteğini yıldızlardan, ağaçlardan, dağlardan, taşlardan, kuşkuş otundan, rüzgârdan alır, şiirden ve kitaplardan alır.

Kitapta Atiye'nin Azrail ile boğuşması kitabın adına yakışır şekilde anlatılır:

“O gece Azrail, bir seni yoklayayım diyerek Atiye’nin yanına geldi. Onu uykusundan seslenip uyandırdı. Koltuğundan tutup yatağın içine oturttu. Elini, bir Atiye’nin yüreğinin üstüne koydu; bir ciğerinin üstünde gezdirdi. Hırıl hırıl öten nefesini dinledi. Sonra Atiye’ye vaktinin geldiğini bildirdi. Çocuklarını uyandıracak, onlarla sarılıp koklaşacak kadar Atiye’ye zaman verdi. Atiye Azrail’in ellerine sarıldı. Kocasıyla helalleşmeden alıp kendisini götürmemesi için yalvardı. Oğlu Seyit’in askerden gelmesini beklemesini istedi. Ama Azrail Atiye’nin başına gelip gitmekten yorulduğunu öne sürüp isteğini geri çevirdi. Atiye hiç olmazsa Nuğber’e bir haber edilecek kadar ömür diledi. Azrail vakit kalmadığını, yüreğinin kapakçığının artık açılıp kapanmaktan yorulduğunu, birazdan hiç açılmamak üzere kapanacağını Atiye’ye duyurdu. Atiye, ‘kapanmamasının bir çaresi yok mudur?’ diye bir umutla sordu. Azrail ona çare bulunsa rahmindeki yaranın büyüyüp yayıldığını, tüm içini sardığını, yaranın onu öbür dünyaya götüreceğini söyleyip elinden artık bir şeyin gelmediğini Atiye’ye bildirdi”

"Var gücüyle Azrail’i göğsünden kaldırmak için çırpındı. Azrail’in elinden sıyrılıp yatağın içinde dikildi. Ağzına geleni verdi veriştirdi. Atiye'nin Azrail ile kavgaya tutuşması, kendisine karşı inancını bozması Allah’ın gücüne gitti. Azrail’e Atiye'nin başından geri çekilmesini emretti. Atiye'ye 'sancılarıyla ve yaralarıyla yaşama cezası' verdi."

Atiye Tanrı'ya karşı geldiği için eli sopalı zebanilerle karşılaşır: “Atiye ilkin hiç o yerli olmadı. Sonra, ‘ne sopasıymış anam bu!’ diye yandan aldı. Olmayınca dikine verdi, ‘benim gibi içi yaralı bir kadını dövmek, zebanilere iyi gelmezmiş’, dedi.”

Atiye öteki dünyadan da korkmaktadır. Hastalığının sonlarına doğru bir gün Dirmit’i yanına çağırır ‘’Kız Dirmit’’ der, ‘’sen okuyorsun, bilirsin’’ der… ‘’Beni ahirette melekler sorguya çektiklerinde ne diyeyim?’’ Dirmit omuzunu silkeler ve sakince cevap verir: ‘’Allah yazgımı yazdı ben de okudum dersin anne’’ der…

Roman, o küçük kız çocuğu büyümeden Atiye’nin ölümüyle sona erer…

Ve hüzün çökmüş içinizden için için, hazin hazin geçirirsiniz: ‘’Ah Dirmit ah! ‘’

Osman AYDOĞAN


İbn-i Haldun ve Mukaddime’si


02 Kasım 2020

İbn-i Haldun

Asıl adı; Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî’dir. Kısa adıyla ‘’İbn-i Haldun’’ diye tanınır.  Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen’in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırt edilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılır. 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğar, 19 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat eder… Mezarı Kahire’deki Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’ndadır.

İbn-i Haldun’un hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi olan ‘’Et- tarif bi İbni Haldun ve rihletuhu garben ve şarkan’’ (Lesnetü Telif vel Terceme, 1951) isimli kitabıdır. İbn-i Haldun bu kitabında, kökeninin Hz. Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden ancak 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç ettiğinden bahseder.

Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim alır. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata’da danışmanlık yapar. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışmanı olur. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı nedeniyle iki yıl hapiste yatar. Mısır’a gelerek burada kadılık ve müderrislik (üniversite hocalığı) yapar. Şam'ı işgal eden Timur ile 1400 yılı Aralık ayında ve 1401 yılı başında iki hafta süre ile görüşür. Bu görüşmelerinin otobiyografisinde detaylıca anlatır. Bu görüşme bir ‘’fatih’’ ile bir ‘’bilgin’’in ilginç buluşması olarak tarihe geçer…

İbn-i Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden, 14. yüzyıl çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olarak kabul edilir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınır.

İbn-i Haldun, tarihin objektif ve mantıksal bir temelde ele alınması gerektiğini söyleyerek tarihin düz ve çizgisel bir kalıba mahkûm edilmeden, döngüsel bir biçimde ve nedensellik ilişkisi üzerinde durarak olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bir bağlantıya işaret eder. Bu ise İbn-i Haldun’un birçok yazar tarafından onun determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar ile anılmalarına yol açar…

İbn-i Haldun’un bu döngüsel tarih görüşünü kendisinden 500 yıl sonra Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) savunur. İbn-i Haldun’un, maddi üretim ilişkilerinin; toplumsal yaşam ve düşünme tarzlarını, manevi, siyasi, fikirsel, kurumsal yapılanmayı etkilediğini yani alt yapının üst yapıyı belirlediği fikrini yine kendisinden yaklaşık 500 yıl sonra Karl Marks savunur.

Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra ‘’A Study of History’’ (Oxford University Press) isimli eserinde ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi" (a philosophy of history which is undoubtedly the greatest work of its kind that has ever yet been created by any mind in any time or place) diye söz eder…

Düşünür Cemil Meriç de  "Umrandan Uygarlığa" (İletişim Yayınları, 2004) isimli kitabında İbn-i Haldun’u şöyle tanımlar: “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir; girdapları, mağaraları, zirveleriyle…” Cemil Meriç kitabında ayrıca Mukaddime için şu ifadeyi kullanır: "Mukaddime ise bir beşeri ilimler ansiklopedisi" (s. 154)

Mukaddime

‘’Mukaddime’’ (Dergah Yayınları, 2013), İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. İbn-i Haldun, Mukaddime’yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri bu eserinde yer alır. İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapar... 

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde;

Faize karşı olduğunu ifade ederek emeğe endeksli bir gelir ilişkilerini doğru olduğunu söyler… Çok ve karmaşık vergiler yerine az miktarda, basit vergi toplamanın ülkenin vergi gelirlerini arttıracağını, sultanın ticaretle meşgul olmasının tebaa için zararlı olduğunu, bunun da vergi düzenini bozacağını, baskı ve zülüm zamanlarında toplumsal ve ekonomik durumun yıkıntıya uğrayacağını ifade eder… Refah seviyesi artan toplumların tüketim toplumuna kayacaklarını, kıtlık zamanlarında insanları açlığın değil, alışmış oldukları tokluğun öldürdüğünü söyler…

Mağlubun, ebedi olarak galibin şiarına, kıyafetlerine, mesleğine, sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkün olduğunu, insanın kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad ederek ona boyun eğeceğini ifade eder..

İslam’ın ne bir çağa, ne bir soya, ne bir ulusa özel ahkâm tahsis etmediğini, ayrıcalık vermediğini, ayrıcalığın sadece ehliyetten kaynaklandığını ifade eder…

Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların le geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığı yazar.

Bir toplumun çöküşünün belirtileri olarak; toplumda dayanışmanın yok olmasını, üretimin zayıflamasını, fiyat ve vergilerin artmasını, devlet yönetiminde liyakatin kaybolmasını, adaletsizliğin ve kayırmacılığın artmasını, umutların kırılmasını, karamsarlığın hâkim olmasını ve göçün hızlanmasını gösterir…

Abbasi halifesi Memun'un büyük paralar harcayarak Yunanların eserlerinden çeviriler yaptırdığından bahsederken Fars (İran) fethedildiğinde Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yok olup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan da dert yanar.

Mukaddime’de coğrafya kavramı

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde ana fikir olarak ‘’coğrafya kaderdir’’ fikrini ileri sürer. İbn-i Haldun kitabının herhangi bir yerinde doğrudan ‘’coğrafya kaderdir’’ ifadesini kullanmaz.  Ancak İbn-i Haldun’un kitabından yapılacak çıkarım budur: ‘’Coğrafya kaderdir.’’ Tıpkı ‘’bana her türlü günah ile gelin, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’ ayetinin Kur’an’da doğrudan yazmadığı, ancak Kur’an’ın bütününün bu anlamı verdiği gibi… Tıpkı “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” vecizesinin doğrudan Voltaire’e ait olmayıp Voltaire’nin biyografisini yazan Evelyn Beatrice Hall’in Voltaire’nin bütün kitaplarından bu vecizeyi oluşturduğu gibi…

İbn-i Haldun’un burada kastettiği ‘’kader’’ anlamı, inzivadaki bir derviş gibi, bir ermiş bir tasavvufçu gibi söylenmiş mistik anlamda bir boyun büküş, bir kabullenme, bir razı geliş anlamı değildir. Hayatı Berberi ve Arap kabileleri arasındaki kavgalarla geçmiş olan İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ sözünden kastettiği ‘’kendi coğrafyanızla ve komşu coğrafyalarla uzlaşarak barışık olun’’ mesajıdır.

Siyasî coğrafyanın kurucusu sayılan alman coğrafyacı Friedrich Ratzel bu düsturu İbn- Haldun’dan 400 yıl sonra 1807 yılında yazdığı ‘’Siyasi Coğrafya’’ isimli kitabında ‘’coğrafya, itaat edilmesi gereken amir ve temel bir kategoridir’’ şeklinde özetler.

‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü bizde ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar kullanır… Ahmet Hamdi Tanpınar bu sözü II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi münasebetiyle Ülkü Dergisinin 16 Mayıs 1945 tarihli nüshasında ''Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler'' başlıklı yazısında kullanır. Bu söz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ülkü Dergisindeki bu makalenin de yer aldığı çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen ‘’Yaşadığım Bibi’’ (Dergâh Yayınları, 2015) adlı kitabında da yer alır..

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bahsi geçen bu sözü şu şekildedir:

“Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki, bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir. Almanya öyle bir coğrafyada yaşıyordu ki bu millette uyanacak herhangi bir saldırganlık arzusu ister istemez karşısında Avrupa milletlerini çıkaracaktı. Almanya için yapılacak şey, onları bir ârıza gibi değil, ihmali doğru olmayan bir realite gibi tanımaktı.” (‘’Yaşadığım Gibi’’, Dergâh Yayınları, 2015, s. 88)

Mukaddime’de devlet kavramı

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul eder. Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun devlet üzerinde görüşlerini ‘’Mukaddime’’sinde şu şekilde açıklar:

“Devlet, insan tabiatının bir gereğidir. Çünkü ona göre insan tabiatı hem toplu yaşamaya hem de bir hâkimiyet altında bulunmaya muhtaçtır. Devlet ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişki felsefedeki madde ile şeklin münasebeti gibidir. Bundan dolayıdır ki, birindeki çözülme diğerinin de çözülmesini etkiler. Devletin olmadığı yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde hayat olmaz.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde devletin unsurlarını şu şekilde belirler: Irk, vergi toplama, hudutları koruma, hâkimiyet ve kanun koymadır. İbn-i Haldun’un ırktan kastettiği nüfus ve kültürdür. İbn-i Haldun’a göre devlet bu unsur üzerine kurulur. Bu unsuru onda “asabiyet” temsil eder. İbn-i Haldun ‘’Mukaddime’’sinde devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırır. Bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi ‘asabiyettir’ ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder. İkincisi ‘mal ve para’dır. Aksaklık ve bozulma da önce bu iki esasa arız olur.’’

Mukaddime’de devletlerin çöküşü üzerine bir tez

Devleti bu şekilde tanımlayan İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde devletlerin çöküşü üzerine şöyle bir tez ortaya atar:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) devletin yıkılmasını, çöküşünü şöyle anlatır:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

Devletlerin çöküşünün beş aşaması

İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:

1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.

2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.

3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.

4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmekte­dir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alış­kanlık ve yaşam biçimi olmuş­tur. Hükümdar ve yakın­ları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.

5.  İsraf döneminde ise devlet  bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlamaktadır. Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar… Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar. Kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lar. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider... 

İbn-i Haldun’a göre devlet, bu aşamalarında toplumsal ve siyasal koşullarda bir takım değişiklikler yapabilse sonucu değiştirmez… Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Braudel de bahsettiğim gibi benzer tezi tekrarlar.. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır...

Ancak İbn-i Haldun’a göre bu devletin bu yok olması sanıldığı gibi bir ''hiç olması'' anlamında değildir. Bu yok olma bir ‘’denize dökülmedir’’. İbn-i Haldun’a göre fiziksel bir yenilgi hiçbir zaman bir ulusun sonunu getirmemiştir. Her denize dökülüşte yenileşen bir toplum vardır... Böylesi bir yenilenmenin çözümü Hegel’e, Karl Marks’a kadar gider…

İşte İbn-i Haldun devletlerin çöküşünü ''Mukaddime''sinde işte böyle anlatıyor...

Günümüze dair

Bu noktada bir hususa açıklama getirmem gerekiyor.

Bu anlattığım bu beş safha, İbn-i Haldun’un anlattığı döngüsel olarak tekrarlanan 20 - 25 yıllık süre için geçerlidir. İbn-i Haldun, 20 -25 yıldan sonra gelen müteakip yeni yönetimin de benzer süreçleri yaşadığını, bu döngünün dört ila beş kez tekrarlanmasından sonra da devletin çöktüğünü ifade eder.

Bu noktada isterseniz yazımda bahsettiğim Thomas Hobbes’in ‘’Leviathan’’nında dile getirdiği tezini bir daha okuyun. Sonra da İbn-i Haldun’un tezini bir daha düşünün. En sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923, 1950, 1960, 1980, 2002 ve 2023 yıllarını tarihin diyalektik sarkacı ve İbn-i Haldun’un bu döngüsel süreci içerisinde değerlendirin. 2023 yılının ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlayın. Sonra da tehlike neredeymiş, beka sorunu neymiş bir üzerinde düşünün…

Bu yazı aynı zamanda Türk devlet yapısının, siyaset sosyolojisinin ve demokrasinin kronik hastalığından bahseder ve bu nedenle de önündeki bekleyen tehlikeden haber verir. Bana da sadece bu tehlikeyi ‘’arz etmek’’ düşer… Çünkü tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri ‘’Mukaddime’’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Osman AYDOĞAN


Sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır


01 Aralık 2020

Aralık ayına da girdik… Artık aylar hipodromlardaki yarış atları gibi ard arda geçiyorlar takvim yapraklarından…‘’Eylül toparlandı gitti işte / Ekim filan da gider bu gidişle’’ diyordu ‘’Acıyor’’ isimli şiirinde Turgut Uyar… Ekim de gitti, Kasım da gitti… Bu gidişle Aralık da tez gider…

Aylar takvimlerden böylesine hızla geçip giderken bizler kullandığımız bu ay isimlerinin geldikleri yerleri, kökenlerini ve kaynaklarını pek dikkat etmeyiz…

Ayların isimleri ve kökenleri

Latin, Arabî ve İbrânî takvimleri incelendiğinde, burada kullanılan ay isimlerinin Türkçe’de kullandığımız gün ve ay isimleriyle hemen hemen aynı veya benzer olduğunu görürüz. Ay isimleri genelde Babil, Süryani ve Romalılardan alınmıştır. Biz de bazı aylara bize yakın isimler vermişiz. Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül’ün kökeni Süryânîce’dir. Kasım ayı ise Arapça kökenlidir. Ayrıca Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül ayları hemen hemen aynı telaffuzla İbrânî takviminde de yer alır. Mayıs ayı İngilizce’de “May”, Ağustos ayı da August’dur.  Bu durum da toplumlar ve kültürler arasındaki geçişkenliğin ne kadar yoğun olduğunu gösterir…

Osmanlı ay yılı esaslı Hicri takvimin yanında, güneş yılına dayalı Rumi takvimi de kullanmıştır. Bu takvimde ay isimleri sırasıyla; Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani’dir. Yılbaşı Mart ayıdır. 1917’de Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani yerine Ekim, Kasım, Aralık, Ocak isimler verilmiştir.

Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin kökeni ve anlamı ise şöyledir:

Ocak (Türkçe): Kışın evlerde ateş yakılan yer. 
Şubat (Süryanice)
Mart (Latince): Maritus (mitolojik isim Mars'tan) 
Nisan (Süryanice) 
Mayıs (Latince): Tanrıça Maria'nın ayı.
Haziran (Süryanice) 
Temmuz (Süryanice) Temmuz aynı zamanda Sümerlerin bereket tanrınsın adıdır. Festivallerin adı da Dumuzi’dir. Burada ilginç bir açıklama yapmam gerekiyor: Dam, Sümerce kadın demektir. Eski Mısır’da Dama; bir araya gelme, Damuzu kadının erkek arkadaşı demektir. Günümüzde kullanılan ‘’Damsız girilmez’’ terimi de bu kökten gelmektedir..
Ağustos (Latince): Roma İmparatoru Augustus'un adından…
Eylül (Süryanice) Üzüm ayı anlamına geliyor
Ekim (Türkçe): Toprağı ekmekten 
Kasım (Arapça): Bölen 
Aralık (Türkçe): İki zaman dilimi arası.

Görüldüğü gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır.

Hicri takvimde aylar

‘’Kasım’’ ayının kökeni Arapçadır. Ancak Arap Hicri takviminde bu ad kullanılmaz. Hicri takvimde de 12 ay bulunmaktadır. Hicri takvimi ayın döngüsüne göre hesaplandığı için, güneş döngüsüne bağlı Miladi takvimden yaklaşık 10 gün kısadır. Bu da yıllar geçtikçe Hicri takvimin farklı mevsimlere rast gelmesine neden olur… El-Biruni ve El-Mesûdî İslam öncesi ve sonrasında da Arapların ve Müslümanların aynı ay isimlerini kullandıklarını ifade ederler…

Muharrem: Haram (mübarek) kılınmış. Günah işlemenin yasaklanmış olduğu mübarek ayların ilkidir.
Safer: ‘’Boş’’ anlamında… Gıda veya savaş için yola çıkılan ve evlerin boş bırakıldığı ay idi.
Rebiülevvel: İlk bahar. İsmi baharda verildiği için.
Rebiülahir: Son bahar. İsim ilkden sonra geliyor…
Cemaziyelevvel: İlk çorak toprak ya da ilk don. Yazın ismi verildiği için veya kışın su donduğu için.
Cemaziyelahir: Son çorak toprak ya da son don. İsim ilkden sonra geliyor.
Recep: Saygı, onur. Mübarek ayların ikincisidir.
Şaban: Dağılmış, yayılmış. Su bulmak için dağılınan aydır.
Ramazan: Yanma, sıcak olma. Oruç ayı, en saygın ve değerli kabul edilen aydır.
Şevval: Yükselmiş. Gebe dişi develer kuyruklarını kaldırır.
Zilkade: Barışa sahiplik eden. Üçüncü mübarek aydır.
Zilhicce: Hacca sahiplik eden. Hac ayıdır, son mübarek aydır…

İbrânî takvimine göre aylar

İbrânî takvimindeki ay isimleri ve Levant bölgesi olarak adlandırılan ve Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak’ı kapsayan bölgede kullanılan ve kısmen İbrânîce’den etkilenmiş olan ay isimleri de şu şekildedir: (İbrânî takvimi, Nisan’da başlar ancak aşağıdaki listede Tevet –Ocak- ayıyla başlatılmıştır. Listedeki ilk ismi İbrânî, ikinci isim ise Levant ay ismidir.)

Tevet: Kanun-essani
Sebat: Şubat
Adar: Adar
Nisan: Nisan
İyar: Ayyar
Sivan: Haziyran
Tammuz: Tammuz
Av: Ab
Elül: Aylül
Tişri: Tısrin-ül evvel
Marheşvan: Tısrin-essani
Kislev: Kanun-ül evvel

Avrupa takviminde kullanılan aylar

Antik Roma’da Venüs, Mars, Terminus (Gençlik) ve Iuventas (yaşlılık) adında dört ay ismi vardı. Diğerleri ilerleyen zamanlardaki yeni çalışmalar ile eklenmiştir. Bu ay isimlerinin kökeni tamamen Latincedir.

Januarius (Janus’a ithafen): January
Februarius (Februa’ya ithafen): February
Martius (Mars’a ithafen): March
Aprilis (Aphrodite’e ithafen): April
Maius (Maia’ya ithafen): May
Junius (Juno’ya ithafen): June
Julius (Julius Caesar’a ithafen): July
Augustus (Augustus Caesar’a ithafen): August
September (Yedinci ay): September
October (Sekizinci ay): October
November (Dokuzuncu ay): November
December (Onuncu ay): December

Temmuz, Roma’da Sezar, bu takvim oluştururken bu aya aile ismi olan Julius adını vermiş. 

Ağustos, İmparator Octivivus’un unvanı olan Agustus’ten gelir. Octavius, Sezar’dan geri kalmamak için Şubattan bir gün alıp bu aya eklemiş. O yüzden Temmuz ve Ağustos ayları art arda gelmesine rağmen 31 gün alır.  

Anadolu’daki eski ay isimleri

Eski Türklerde; Aramay, İkinçay, Ücünçay, Törtünçay gibi isimler kullanılsa da halk arasında; Gücük, Mart, Avril, Kiraz, Haziran, Orak, Harman, Çürük, Avara, Koç, Karakış, Zemheri gibi isimler de kullanılmıştır. Ayrıca Anadolu'da eski ay isimleri de şimdi kullandığımızdan daha farklı idi:

Zemheri: Ocak
Gücük: Şubat
Mart: Mart
Abrul: Nisan
Mayıs: Mayıs
Kiraz: Haziran
Orak: Temmuz
Ağustos: Ağustos
İlkgüz: Eylül
Ortagüz: Ekim
Songüz: Kasım
Karakış: Aralık

Eski mevsimler

Ayrıca mevsimler de farklı adlandırılırdı:

Bahar: Bahar (22 Mart - 5 Mayıs) ve Hıdırellez (5 Mayıs - 21 Haziran) 
Yaz: Gündönümü (22 Haziran - 13 Ağustos) ve Ağustos (14 Ağustos - 21 Eylül) 
Güz: Güz (22 Eylül - 5 Kasım) ve Kasım (6 Kasım - 21 Aralık) 
Kış: Zemheri (22 Aralık - 31 Ocak) ve Karakış (1 Şubat - 21 Mart)
Kış (ayrıca): Erbain (22 Aralık – 30 Ocak) ve Hamsin (31 Ocak - 21 Mart)

Hamsin’de havalar yumuşamaya başlayınca cemreler düşer. Cemre sıcaklık anlamına gelen bir kelimedir.  

Gündönümü

Kış Gündönümünde güneş ışıkları Oğlak Dönencesine dik gelir. Kuzey Yarıkürede günler uzamaya, Güney Yarıkürede kısalmaya başlar. Bu tarih, Kuzey Yarıkürede kışın, Güney Yarıkürede yazın başlangıcı sayılır.

Günler

Aylar ve mevsimler böyleyken gelelim günlere

Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsanız bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir. (veya hefte). ‘’Yedi günlük’’ anlamına gelen ''hafta'' ismi de buradan alınmıştır.

Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenleri şu şekildedir: 

Cuma  (Arapça) : Toplama, toplanma 
Cumartesi: Cuma (Arapça) + Ertesi (Türkçe) 
Pazar (Farsça): Ba: Yemek, zar: Yer 
Pazartesi: Pazar (Farsça) + Ertesi (Türkçe) 
Salı (İbrânice) : Üçüncü (Arapça ‘’salisen’’ de üçüncü anlamındadır. Hafta Pazar günü başladığı için Salı üçüncü gün anlamında)
Çarşamba (Farsça) : Ceharşenbe: Dördüncü gün 
Perşembe (Farsça): Pençşenbe: Beşinci gün 

Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalıdır

Hani bu sayfamda şiirler, sanat, edebiyat, tarih konularını paylaşıyorum ya… Bir arkadaşım ‘’ülkemde dertler, fakirlik, yoksulluk, Korona, hastalık değil de sanat, edebiyat ve şiir konuşulsa herkes mutlu olsa Osman Bey’’ diye nazik bir eleştiride bulunmuş… Yani ‘’ülkede bütün sıkıntılar bitti de sıra şiire, sanata, edebiyata mı geldi?’’ der gibi… İşte ben de o zaman bunlar dışında başka bir şey yazayım istedim... 

Çünkü son yıllarda artık üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum...

Daha önce yazmıştım ya Ludwig Wittgenstein'ı… Wittgenstein’ın dediği gibi, eğer bir şey hakkında konuşulamıyorsa o şey konusunda susmak lazımdır: ‘’Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalıdır.’’ (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesidir, Tractatus bu cümleyle biterdi. Ülkede siyasetin tıkandığı, bittiği, tükendiği yerde ve zamanda susmak da yeterli değildir. Çözüm: körlük ve sağırlıktadır. Zaten bizlerden de beklenen şey de budur: Üç maymunu oynamak...

Ve anlattığım gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır. Ancak Kasım adı da Arapların kullandığı Hicri takvimde yer almaz...

Osman AYDOĞAN


Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ne doğru: 10-11 Aralık 2020

30 Kasım 2020

Türkiye’yi yakından ilgilendiren AB Liderler Zirvesi bu yıl son olarak 10-11 Aralık 2020 tarihinde Brüksel’de yapılacak. Ve bu zirvede AB tarafından Türkiye'ye yapılacak yaptırımlar görüşülecek...

Bu zirvenin Türkiye tarafından önemini ve muhtemel alınacak kararları anlatmadan önce kısaca Avrupa Birliği Zirvesi’ni ve 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak son zirveye giden süreci anlatmak istiyorum…

Avrupa Birliği Zirvesi

Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Birliği'ne üye devletlerin başbakanları veya devlet başkanları ile Avrupa Birliği Zirvesi Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanının katılımı ile yapılan bir toplantıdır. 1974 yılından beri yılda en az dört defa toplanan ve “Zirve” olarak adlandırılan bu toplantılarda, liderler; önemli konuları tartışırlar, AB’nin orta ve uzun vadeli politikalarını belirleyen kararlar alırlar… Avrupa Birliği Zirvesi'nin herhangi bir yasama yetkisi yoktur. Buna rağmen, AB üyesi tüm devletlerin en üst düzey yetkililerinin bir araya geldiği ve temel politikaları belirlediği kurum olmasından dolayı siyasi bir ağırlık ve yönlendirme gücü taşır...

Zirve'ye, üye devletler tarafından 2,5 yıllığına atanan ve görev süresi bir defa uzatılabilecek olan AB Zirvesi Başkanı başkanlık eder. Zirve Başkanı, Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisinin yetkileri saklı kalmak kaydıyla, Birliği dışa karşı temsil etmekle görevlidir. Zirve Başkanı, aynı anda herhangi bir ulusal görevde bulunamaz.

1992 yılında resmi statü kazanan AB Zirvesi, Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte AB’nin 7 resmi kurumundan birisi olmuştur... Genel olarak Brüksel’de gerçekleştirilen toplantılara Dışişleri Bakanları da katılır. Her toplantı sonunda Başkanlık Sonuç Bildirgesi yayımlanır.

Toplantılar genellikle Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi'nin de karargâhı olan Belçika'nın başkenti Brüksel'deki Justus Lipsius binasında yapılır…

‘’Avrupa Konseyi’’ ile bahsettiğim ‘’Avrupa Birliği Zirvesi’’ genellikle birbirine karıştırılır. Bunun da nedeni kurum adlarını Türkçe’ye çevirirken yaşanan kavram kargaşasıdır.

İngilizcede “Council of European Union”, Fransızca’da “Conseil de l’Union européenne” olarak ifade edilen kurum AB’ye üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarının bir araya geldiği bahsettiğim bu zirvelerdir ve bunun için kullanılabilecek doğru ifade anlattığım gibi “Avrupa Birliği Zirvesi” olmalıdır.

‘’Avrupa Konseyi’’ ise merkezi Strazburg’da 1949 yılında kurulan ve AB kurumları içerisinde yer almayan ve Türkiye de dâhil olmak üzere 47 üyesi bulunan uluslararası örgüttür.  (Council of Europe – Conseil de l’Europe). Avrupa Konseyi Avrupa kıtasının en önde gelen insan hakları savunan organizasyondur. Bu 47 üyeden 28 devlet Avrupa Birliği'ne de üyedir. Tüm AK üye devletleri insan haklarını, demokratik değerleri ve hukukun üstünlüğünü korumaya dair hazırlanmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin tarafıdır. 

AB Liderler Zirvesi 2020 yılı toplantıları

AB Liderler Zirvesi’nin 2020 yılı son toplantısı 10-11 Aralık 2020 tarihlerinde Brüksel’de yapılacak. Bu toplantıda görüşülecek konuları anlamak için Temmuz zirvesine ve bir önceki toplantı olan 1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi’ne bakmamız gerekiyor…

AB Liderler Zirvesi; 17 -20 Temmuz 2020

Temmuz zirvesinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa, Türkiye’ye Doğu Akdeniz’deki tavrı nedeniyle ekonomik yaptırım uygulanmasını istediler. Ancak bu istek AB içinde yeterli destek bulunamayınca yaptırım kararının Aralık zirvesinde yeniden ele alınması kararlaştırıldı…

AB Liderler Zirvesi; 1-2 Ekim 2020

Bu toplantıda; Doğu Akdeniz'deki durum, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri,  Türkiye ile ilişkiler ve Türkiye’ye yaptırım, Belarus, Çin-AB ilişkileri, Dağlık Karabağ, Rus muhalif Aleksey Navalnıy'ın zehirlenmesi ile tek pazar, sanayi politikaları ve dijital dönüşüm gibi konular ele alındı…

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen (Alman), bu zirve esnasında yaptığı açıklamada, Türkiye'nin "Kıbrıs sularında doğalgaz arama çalışmalarında ısrar etmesi durumunda, Avrupa Birliği'nin ambargo uygulayabileceği’’ açıklamasında bulundu…

AB Liderler Zirvesi Sonuç Bildirisi; 1-2 Ekim 2020

Bu zirvenin yayınlanan sonuç bildirisinde; Doğu Akdeniz'de Kıbrıs Rum tarafının egemenliğinin ihlal edildiği, Ankara'ya Rum yönetimiyle diyalog kurması çağrısı ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz politikasını değiştirmemesi durumunda yaptırım seçeneğinin ‘‘derhal’’ uygulanacağı’’ ifadeleri yer aldı…

Uluslararası hukuk ve AB üyelerinin egemen haklarına aykırı düşecek eylemlerden kaçınmanın mutlak gereklilik olduğu savunulan bildiride, Türkiye ile Yunanistan arasında güven artırıcı adımların, istikşafi görüşmelerin yeniden başlayacağına yönelik açıklamaların memnuniyetle karşılandığı belirtildi.

Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırmalarının diyalog yoluyla ele alınması gerektiği belirtilen bildiride, Türkiye'ye "Kıbrıs Rum yönetimi ile diyalog kurması" çağrısı yer aldı. Bildiride AB'nin, Kıbrıs müzakerelerinin BM himayesinde yeniden başlamasını desteklediği, "Türkiye'den de bu yönde bir beklenti içinde" olduğu kaydedildi.

Bildiride Türkiye'nin, "tek taraflı adımlar atması halinde", AB'nin "elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacağı", bunların AB Antlaşması'nın 29. maddesiyle AB'nin İşleyişi Hakkındaki Antlaşmanın 215. maddesi uyarınca yapılacağı ifadesi yer aldı.

AB Anlaşmasının 215. maddesi AB'nin üçüncü ülkelere tedbir uygulamasını içeriyor. 29. madde ise üye ülkelerin, ulusal politikalarını AB'nin tutumuyla uyumlu hale getirmesini öngörüyor.

Ayrıca bildiride, AB Konseyinin gelişmeleri yakından takip etmeyi sürdüreceği, en geç aralık ayındaki toplantısında bunlara uygun kararlar alacağı kaydedildi.

Zirve sonunda verilen demeçler

1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi’nden sonra AB yetkilileri bazı demeçler verdiler:  

Zirve sonrasında konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Doğu Akdeniz krizinde Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimini desteklediğini yineledi.

Yine zirve sonunda konuşan AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen; ‘’Türkiye ile olumlu ilişkinin ‘provokasyonlar ve baskılar durunca’ başlayabileceğini’’  ifade ederek, "Ankara'nın bu faaliyetlerini tekrarlaması halinde, AB elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacak. Elimizde derhal uygulamaya sokabileceğimiz bir alet çantamız var" dedi.

Yine zirve sonunda konuşan Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Ankara'nın Kıbrıs konusundaki retoriklerinin ve AB ile tansiyonu yükselten adımlarının Türkiye ile Avrupa arasındaki ayrılık mesafesini daha genişlettiğini belirtti.

Pozitif gündem ajandasına dönmeyi arzuladıklarını bunun için de Türk tarafından temel bir yaklaşık farklılığı beklediklerini aktaran Borrell, Türkiye ile ilişkilerde gidilecek yöne 10-11 Aralık'ta yapılacak AB Liderler Zirvesinde karar verileceğini belirterek şöyle konuştu: "Zaman geçiyor ve artık Türkiye ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktasına yaklaşıyoruz."

Fransa Dışişleri Bakanı Jean Yves le Drian da zirve sonunda yaptığı açıklamada, “Türkiye ne yapması gerektiğini biliyor. Ya çatışmayı ya da işbirliğini seçecek” ifadesini kullanarak, Türkiye’nin ilişkileri yeniden tesis etmek için sözlerinin yeterli olmadığını ve eylemleriyle de yumuşama belirtisi göstermesini beklediklerini dile getirdi…

Avrupa Parlamentosu’nun kararı; 26 Kasım 2020

Bu arada Avrupa Parlamentosu 26 Kasım 2020 tarihinde yaptığı toplantıda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleriyle birlikte, 46 yıldır kapalı tutulan Maraş kentinin kısmen açılması kararını kınadı, “tek taraflı ve yasa dışı”  olarak nitelendirilen kararlar nedeniyle, 10-11 Aralık 2020 tarihinde toplanacak AB Konseyi’ni Türkiye’ye yaptırım uygulamaya çağırdı. AP’nin bağlayıcı olmayan ‘tavsiye niteliğindeki’ kararında, “Türkiye’nin yasa dışı eylemlerine karşı harekete geçilmesi ve sert yaptırım uygulanması” istendi…

AP’nin, “Türkiye’nin yasa dışı eylemlerinin ardından Maraş’ta artan gerilim ve müzakerelerin acilen yeniden başlatılması ihtiyacı” başlıklı bu kararında, AP’undaki 631 parlamenter lehte, 3 parlamenter ise aleyhte oy kullandı. Oylamada, 59 parlamenter çekimser kaldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KKTC ziyaretine ve Maraş’ın kısmen açılması kararına atıfta bulunulan kararda, Türkiye’nin “sahada yeni bir gerilim yarattığı, bu adımın iki taraf arasındaki uçurumu derinleştirdiği, Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümünü olasılığını da tehdit ettiği” belirtildi.

Kararda, ayrıca “Türkiye’den Kıbrıs’taki güçlerini çekmesi ve BM gözetimindeki Maraş’ı da gerçek sahiplerine vermesi” istendi. Türkiye’nin tek taraflı adımlarına karşı AB’nin “birlik içindeki konumunu sürdürmesi gerektiği” vurgulandı.

Avrupa Birliği Liderler Zirvesi; 10-11 Aralık 2020

10-11 Aralık 2020 tarihinde toplanacak olan AB Liderler Zirvesi anlattığım gibi Türkiye’ye yapılması düşünülen yaptırım konularını ele alacak olması nedeniyle Türkiye açısından çok önemli…

Hal böyleyken bir Alman gemisinin bu hafta Akdeniz’de bir Türk gemisini durdurması ve yaptırım kararında kilit rol oynayan Almanya ile Türkiye arasında da gerginliğe yol açmasının, AB içinde Türkiye’ye yaptırım isteyen tarafın elini güçlendirdiği iddia ediliyor.

Bu zirveden önce, 3 Aralık 2020 tarihinde açıklanacak olan AB Türkiye Raporu ile NATO Dışişleri Bakanları toplantısında da Türkiye konusu gündeme gelecek.

Daha önceki yıllarda Almanya gibi AB ülkeleri müstakil olarak Türkiye’ye yaptırım kararı alarak ambargo uygulamışlardı. Ancak tarihte ilk olarak Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması gündemde… Ve 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nden Türkiye’ye yönelik olarak bir yaptırım kararının da çıkması ciddi bir ihtimal…

Zaten bu ihtimal ciddi olduğu içindir Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Kasım 2020 tarihinde yaptığı bir konuşmada, "Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz." açıklamasında bulundu.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da 20 Kasım 2020 tarihinde 10-11 Aralık'ta yapılacak Avupa Birliği (AB) Zirvesi öncesinde Brüksel'e bir ziyaret gerçekleştirdi. Kalın, bu ziyaret kapsamında AB Konsey Başkanı Charles Michel'in Dış Politika Başdanışmanı Maryam Van den Heuvel, AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen'in Kabine Şefi Bjoern Seibert ve AB Dış İlişkiler Servisi Genel Sekreteri Helga Schmid ile ayrı ayrı görüştü.

Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu demecinin ve hem de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın bu Brüksel ziyaretinin, 10-11 Aralık'ta yapılacak Avrupa Birliği Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak alınacak muhtemel bir yaptırımın önlenmesine yönelik olduğu değerlendirilmektedir.

10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak alınabilecek yaptırımlar

Türkiye’de de bu nedenle son zamanlarda 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak yaptırımlar çıkabileceği konusu tartışılıyor. Bu konuda Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı Meclis’te bir soru üzerine bazı açıklamalarda bulundu.

Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı’nın muhtemel yaptırımlar konusundaki açıklamaları

Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı, AB’nin bu zirvesinde Türkiye ile müzakereleri ya da Gümrük Birliği’ni askıya alması gibi seçeneklerin düşük olasılık olduğunu belirtti. Ancak diğer yandan AB’nin Türkiye’ye yaptığı mali yardımları tamamen askıya alabileceğini, sondaj çalışmalarına dâhil olan bürokratlara seyahat yasağı getirilebileceğine işaret etti.

Kaymakçı’nın ifadeleri şu şekilde;

“AB’nin alabileceği çeşitli kararlar var. Müzakereleri resmen sonlandırması: Böyle bir şeyin yapılabileceğine inanmıyorum. Bu, nitelikli oyçokluğu getiriyor. O noktaya gelir mi? Tahmin etmiyorum. Müzakerelerin resmen askıya alınması: Bu da kolay bir karar değil. Bu karar alınabilir belki ama alınsa dahi bunun bence çok olumsuz bir etkisi olmaz. Zaten müzakereler şu anda, maalesef, durma noktasına getirildi AB tarafından. Dolayısıyla, ben bunun bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Bu yönde bir karar çıkabilir mi? Sanmıyorum”

Kaymakçı, açıklamasında zirvede Türkiye’ye verilen mali yardımların tamamen askıya alınması seçeneğinin gündeme gelebileceğini kaydetti. “Mali yardımlarda geçen dönemde de kesinti yapmışlardı. Bunda da kesinti yapabilirler veya tamamen askıya alabilirler. Bu da Türkiye’yi çok olumsuz etkilemez ama tabii, Türkiye-AB diyaloğunu, sivil toplum kuruluşlarımızı, parlamenter diyaloğu, öğrencilerimizi, değişim programlarını olumsuz etkileyebilir” ifadesini kullandı. Kaymakçı, “Onun dışında, sondaj çalışmalarına dâhil olan üst düzey bürokratlarımıza seyahat yasağı getirilebilir yani getirilebilecek şeylerden bir tanesi de bu” diye konuştu.

Türkiye’nin Brüksel’le temaslarının sürdüğünü söyleyen Kaymakçı, “Belki önümüzdeki bir iki hafta içerisinde ön açıcı bir formül bulunabilir zirveye kadar diye düşünüyorum” görüşünü dile getirdi. Kaymakçı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tüm ülkelerin katılımıyla bir konferans toplanması önerisi olduğunu da anımsattı. Kaymakçı, açıklamasında “Bence burada çıkış yolu, Türkiye’nin Doğu Akdeniz konferansı önerisine cevap verilmesi. Bunun, tabii, bir çözüm olacağına inanmıyoruz ama en azından ortamı yumuşatsın ve Kıbrıs Türklerinin de içinde olduğu bir Doğu Akdeniz konferansında özellikle Kıbrıs Adası’ndaki enerji, hidrokarbon konusu ve gelir paylaşımı konusu da yavaş yavaş ele alınsın çünkü, bildiğiniz gibi, Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi de Türkiye’siz ve Kıbrıs Türkleri olmadan gerçekleştirilebilecek bir proje değil, yani hiç kimse denizin altına sekiz milyar Avroyu kolay kolay gömmez” ifadesini kullandı. 

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in muhtemel yaptırımlar konusundaki açıklamaları

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Eylül 2020 başında yaptığı açıklamasında bu muhtemel yaptırım kararlarından da bahsetmişti.

Borrell, yaptığı açıklamada kademeli bir yaptırım planı üzerinde çalıştıklarını, kişi ve şirketlerin yaptırım kapsamına alınabileceğini işaret ederek "doğal gaz arama faaliyetleriyle bağlantılı şirketlerin yaptırımlardan etkilenebileceğini" söylemişti. Bu da Türkiye için Doğu Akdeniz'deki sondaj ve arama faaliyetleri yürüten gemilere AB limanlarının kapatılması ve yedek parça sevkiyatının durdurulacağı anlamına geliyor…  Ya da söz konusu şirketlerle çalışan bankalar da yaptırım listesine alınabilir.


Açıklamasında, krizin tırmanması durumunda ise yaptırımların Türkiye'deki diğer ekonomik faaliyetleri etkileyecek şekilde genişletilebileceğini vurgulayan Borrell, bunun Türkiye ve AB arasında "yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu sektörleri kapsayabileceğini" dile getirmişti. Bu durumda da AB ve Türkiye arasında gümrüksüz mal alışverişini sağlayan Gümrük Birliği'nin hedef alınabileceği belirtiliyor. Türkiye'nin Gümrük Birliği'nin genişletilmesi talebinin de yaptırımlardan etkilenebileceği tahmin ediliyor.

Diğer bir yaptırım ihtimali de Türkiye ile ağır aksak ilerleyen AB'ye üyelik görüşmelerinin resmen durdurulması olabilir. Avusturya bu talebini zaten açıkça dile getiriyor. Ancak diğer AB ülkelerinde şimdilik bu konuda net bir görüş yok.

Dolaysıyla 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ni bekleyip göreceğiz…

Aynı anda iki tavşanı yakalamak isteyen ikisini de kaçırır

Eğer bu AB zirvesinden Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı çıkarsa ve ABD’de başkan seçilen, gerek seçim konuşmalarında gerekse de önceki politikalarında bakarak Türkiye hakkında Trump’tan daha farklı bir politika izleyeceği ve Türk-Amerikan ilişkilerinin Biden’ın başkan olması ile farklı bir eksende hareket etmeye başlayacağı tahmin edilen Jeo Biden’in de 03 Ocak 20121 tarihinde göreve başlamasıyla birlikte Türkiye’yi sıkıntılı ve sıcak günlerin bekleyeceği tahmin ediliyor…

Daha önce de AB birlik olarak ve AB ülkeleri müstakil olarak bazı sorunlar karşısında Türkiye’ye karşı menfi kararlar alma düşüncesindeydiler. Ancak AB’nin ve AB ülkelerinin bu niyetlerine genellikle ABD fren olurdu. Ancak bu sefer Türkiye’nin yanında yer alacak ABD olmadığı gibi ABD de Türkiye’nin karşısında… Türkiye’nin yaklaşmakta olduğu Rusya’nın ise AB üzerinde herhangidir etkisi ve yetkisi yok. Bir de artık AB başkentlerinde büyükelçi olarak bu tür tehlikeleri göğüsleyecek eski monşerler (!) de yok...  

Bu durum da bana Anadolu’nun binlerce yıllık imbiğinden damıtılarak geçen bir sözü çağrıştırıyor: ‘’Aynı anda iki tavşanı (‘’ABD – AB’’ ve ‘’Rusya’’) yakalamak isteyen ikisini de kaçırır!’’...

Osman AYDOĞAN




Juvenal


29 Kasım 2020


Son yazılarımda üst üste Roma imparatorları olan Caligula ve Marcus Aurelius’u anlatmıştım. Hazır Roma’dan bahsetmişken bugün de Romalı bir şairi anlatmak istiyorum: Juvenal

Asıl adı; Decimo Giunio Giovenale (Decimus Junius Juvenalis)’dır. Kısaca Juvenal olarak tanınır… Romalı şair, hiciv, taşlama yazarıdır. (MS 55-140) Juvenal, şairdir ama her şair gibi de filozoftur aynı zamanda... İnandıklarını şiirlerine aktarmaktan hiç çekinmez. Şiirlerinde, çevresine büyük korku salan İmparator Domitianus’un ve onu izleyen Traianus ve Hadrianus’un dönemlerinde Roma’nın kirli yüzünü ve bu dönemdeki toplumsal yozlaşmayla insanların budalalıklarını ve acımasızlıklarını hedef alır… Bu yüzden de birkaç defa Roma'dan sürgün edilir...  Vicdanı ‘’içimizdeki cellat’’ olarak tanımlar:  "İçimizde gizli bir kırbaç taşıyan o cellat."

Juvenal’in ülkemizde yayınlanan tek kitabı var: ‘’Yergiler – Saturae’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayıınları, 2006, Çev: Çiğdem Dürüşken ve Erdal Alova) Ayrıca Dr. Necdet Sümer’in doçentlik tezi olan ‘’Roma’da Satura: Toplumsal Değişim Açısından Lucilius, Horatius ve Juvenalis’in Saturalarında Amaç, İçerik ve Anlatım’’ (Hacettepe Üniversitesi, 1980) adlı kitapta Roma tiyatrosunda ilkel güldürü ve yergi türü olan Juvenal’ın saturaları yer alır…

Juvenal’in bilinen sözlerinden birkaçı; 

‘’Cebi delik yolcu, hırsızın yüzüne şarkı söyler.’’
‘’Yaşlılık, ölümden çok daha korkunçtur.’’
‘’Dürüstlük övülür ve ölür.’’
‘’Doğa reddederse, öfke şiir yaratır.’’
‘’Eleştiri kargayı affeder, fakat bunun üzerine güvercin misafir gelir.’’
‘’Asalet, bir ve biricik erdemdir.’’
‘’Sen daima sağlam bir kafan ve sağlam bir vücudun olması için dua et.’’
‘’Güzellikle faziletin birleşmesi nadirdir.’’
‘’Sakin ve mesut bir hayata ancak fazilet yolundan ulaşılabilir.’’
‘’Para arttıkça, para sevgisi de artar.’’
‘’Herkes öğrenmek ister, kimse de karşılığını vermeye kalkışmaz.’’
‘’Kimse birbirinden kötü olamaz ‘’
‘’Ekmek ve sirk oyunları Roma halkını sakin tutan etmenlerdir.’’

Görüldüğü gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün her yaştaki insana ve özellikle gençlere tavsiye olarak verdiği ‘’sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’’ sözünün kaynağıdır Juvenal.

20 yüzyıl önce Juvenal ‘’Ekmek ve sirk oyunları Roma halkını sakin tutan etmenlerdir’’ diyerek ekmek ve sirk oyunları ile Roma halkının uyutulduğundan şikâyet ediyordu.

Değişen ne ki?

Juvenal’dan 20 yüzyıl sonra seçim ve miting paketleri, magazin, penguen, AVM ve  futbol oyunları ile vatandaş yine uyutulmuyor mu?

Quis custodiet ipsos custodes?


Ancak Juvenal’in en meşhur sözü; 

‘’Quis custodiet ipsos custodes?’’

Türkçesi; ‘’Muhafızların muhafızlığını kim yapacak?’’


Juvenal’in diğer sözleri neyse de 20 yüzyıl öncesinden eski Roma'dan gelen bu söz günümüzdeki birçok soruyu da çağrıştırabilecek gayet fesat bir soru gibidir;

‘’Hukuksuz güç kullananlara kim güçlü hukuk kullanacak?’’
‘’Hukuksuz yargılayanları kim hukuka göre yargılayacak?’’
‘’Hukuku kendisine bağlayanları kim hukuka bağlayacak?’’
‘’Demokrasiyi ileri kurtarıcılardan kim kurtaracak?’’
‘’Harcamalarımızın hesabını sormaya yetkili olanların harcamalarının hesabını kim soracak?’’
‘’Yasalara uygunluğumuzu denetleyenlerin yasalara uygunluğunu kim denetleyecek?’’
‘’Özgürlükleri kötüye kullananları engelleme yetkisine sahip olanların, yetkilerini kötüye kullanmalarına kim engel olacak?’’

Bu liste uzayabilir.

İngiliz siyasetçi Lord Acton’un bir sözü vardı;

"Güç (iktidar) yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." 

Orjinali; ‘’Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men.’’

Hadi orijinal metnin ikinci kısmını ben tercüme etmeyeyim!

Eğer; yasa koyucu, silahlı güç sahibi, silahsız güç sahibi, siyasi güç sahibi, yerel yönetici, bürokrat, medya ya da topluluğun öyle gördüğü kişi gitgide evrensel yanlışa gidiyor, Hakk’tan, haktan, halktan ve hukuktan uzaklaşıyorsa...

Eğer ülkede doğru ve yanlış arasındaki sınır her zaman "kime göre, neye göre" ifadesiyle belirsizleşiyorsa...

Eğer siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem vali ve hem polis oluyorsa...

Eğer medya penguenleştirilerek maymunlaştırılıyorsa... Eğer medya yandaş, yalaka, yavşak, yılışık ve yalancı oluyorsa…

Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, medya kısaca güç sahipleri yozlaşıyorlarsa...  


Dönüyoruz o zaman Juvenal’a... 

20 yüzyıldan beridir değişen bir şey yoktur...

İşte çağımızın en temel sorunu budur:

Quis custodiet ipsos custodes?


Osman AYDOĞAN


Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye

28 Kasım 2020


Dün Demokratik Değişim Hareketi grubunun konuğu olarak Prof. Dr. Orhan Arslan ile beraber ‘’Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye’’ konulu bir söyleşiye katılmıştım… Bu söyleşi grubun sosyal medya hesaplarından canlı olarak yayınlanmıştı. Bu söyleşide değindiğim konuları aşağıda sunuyorum. Canlı yayınlanan söyleşinin video kaydının Youtube bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Her daim güncel olan bu konunun ilginizi çekeceğini düşünüyorum.

İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur. Bu yazıda bu dönüşüm çok özet olarak günümüze kadar incelenmiş ve sonunda da yeni güvenlik ihtiyaçları ortaya konmuştur. 


İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin ve güvenlik konusunun paradigması değişmiştir.


Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirmiştir. Revizyonistler, bu antlaşmanın Avrupa’da statükoyu sürdürmeye hizmet ettiğini savunurlar.

Vestfalya Barışı; Avrupa’da artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını ve dini devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağladılar.

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

Vestfalya Anlaşmasını çoğu tarihçiler bu nedenlerle modern çağın başlangıcı olarak kabul ederler…

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtilali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.


Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, sanayi devrimi, devletlerin pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dünya Savaşına doğru

Bu tarihten sonra dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri yer alır…


İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Dönemin Güvenlik Anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel, ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…


Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askeri bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu

Avrupa’yı burada bırakıp Osmanlı İmparatorluğuna kısaca bir göz atalım:


1299 kuruluş, 1453 İstanbul’un fethi ve 1529 Viyana kuşatması ile 16. yüzyılda üç kıtaya hükmeder. 1606 Zitvatorok Anlaşması ile prestij kaybeder. 1683’de Viyana önlerinde yenilir, 1699 Karlofça Anlaşması ile gerilemeye başlar. 1718 Pasarofça Anlaşması ile toprak kaybeder, 1792 Yaş Anlaşması ile çöküş sürecine girer. 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamıdır. 1828-1908 yılları Osmanlının ıstıraplı en uzun yüzyılıdır. 1839 Baltalimanı Anlaşması ile Kapütülasyonlar ile mali çöküş başlar. 1839 Tanzimat hareketi ile cumhuriyet fikri doğar, 1876 I. Meşrutiyet ile anayasal yönetime geçilir. Askeriyede, mülkiyede ve tıbbiyede yenilikler ve reformlar yapılır. 20 yüzyıl başında eğitimin, yeniliklerin ve Avrupa’daki fikir hareketlerinin zemin bulduğu Osmanlının anayurdu olan Balkanlar kaybedilir ve 1. Dünya savaşının sonunda da 1918’de Sevr Anlaşması ile Osmanlı devleti sona erer.

18. yüzyılda üç ülke yenilenme hareketinin içine girdi. Rusya, Büyük Petro ile, Japonya Meiji Restorasyonu ile bunu başarır… Ancak Osmanlının bütün yenileşme hareketleri hüsranla sonuçlanır...

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sebepleri:

Osmanlı İmparatorluğunun yenilenme hareketinde başarısızlığının ve çöküşünün çok sebepleri vardır. Bunlardan önemli olanlarını kısaca öyle sıralayabiliriz:


1. Devlet yönetimimin Doğu Roma geleneği olan fetih – ganimet - vergi - baskı sistemi üzerine oluşması,

2. Timur istilasının Anadolu şehirlerini birer kasabaya dönüştürmesi, Haçlı serelerinin şehirleri kıyılardan uzak iç bölgeler taşıması ve bu iki konunun yarattığı travma nedeniyle insanların mistik yöne sığınması, (Bu görüşü Fransız tarihçi Fernand Braudel savunur:  A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92)

3. Gazali etkisinin Fatih’ten sonra devlet yönetimine egemen olması, bilimi dışlaması (1453 ‘de sur önlerinde top dökebilen teknolojiden, 1529’da Viyana önlerine sürüyerek öküzlerle top taşınması),

4. Abbasi aydınlanmasını takip edememesi,

5. Avrupa Rönesans’ını görememesi,

6. Sanayi devrimini kaçırması,

7. Tarım ve din toplumu olarak kalması,

8. Sağlıklı ittifak ilişkilerinin olmaması…

9. Eğitimde bilimi ihmal edip fıkıh ve tefsir eğitimine ağırlık vermesi… (İbn-i Haldun’un ‘’Akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ sözü aslında Osmanlının neden battığının en açık ifadesidir.)

Türkiye Cumhuriyeti

1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün derin tarih bilinci ve dehasıyla genç Cumhuriyet güvenlik kurgusunu Selçuklu geleneği üzerine oturtarak ‘’arazi’ ile değil ‘’ittifak’’larla güvenlik sağladı. Bu maksatla Türkiye’yi çevreleyen Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yugoslavya ile 1934), Ortadoğu ülkeleriyle Sadabat Paktı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan, 1937) ve Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (1921) imzaladı. Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti güvenliğini komşularıyla yaptığı ittifaklarda buldu.


Dışarıda güvenliği bu şekilde sağlayan genç Türkiye Cumhuriyeti İbn-i Rüşt’ün manevi öğrencisi sayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bütün enerjisini içeride devrimlerin yerleşmesine, sanayileşmesine, bilime ve aydınlanma hareketine ayırdı.

Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında atları ve katırları için içeride yapamadığı nal mıhını İsveç’ten ithal ederken 1937 yılında Danimarka, Hollanda ve Polonya’ya yerli savaş uçağı ihraç eder hale gelmiştir.

Soğuk Savaş dönemi

Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılarak 1870 Sedan savaşından sonra başladığı kutuplaşmalar kurumsal hale gelir: Batı, ABD liderliğinde NATO’yu, Doğu, Sovyet Rusya liderliğinde Varşova Paktı’nı oluşturur…


Türkiye NATO’da ve ABD güdümünde

Türkiye 1952 yılında NATO’ya girer… Türkiye NATO’ya girmesiyle kendi uçak, top, tüfek, silah ve teçhizat üretim hattını ve fabrikalarını kapatarak ABD’den silah ve teçhizat alır… Alman yazar Jehuda Wallach’ın bir kitabında (Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1985) şu tezi öne sürer: ‘’Askerî yardım politik bağımlılık getirir.’’


Bu şekilde Türkiye Mustafa Kemal Atatürk’ün kurguladığı güvenlik politikasından uzaklaşarak komşularına sırtını dönüp güvenlik için teee uzaklardaki ABD’nin bacaklarına sarılır… Türkiye kendinin (milli) olmayan ABD’nin güvenlik politikalarının bir aracı haline gelir. Küba krizi, Kıbrıs krizi, Yeşil Kuşak projesi, bizim oğlanlar, sol hareketler üzerine baskı bu politikaların sonucudur…

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır… Tek kutuplu dünyaya dönülür. Küreselleşme başlar…


1990’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Ancak burada kitabın adına bir eleştiri getirmek istiyorum: Uygarlık, medeniyet tekdir. Bu uygarlık, medeniyet içerisinde farklı kültürler vardır. Dolaysıyla kitabın adı ‘’Kültürler Çatışması’’ olsaydı daha uygun olurdu diye düşünüyorum…

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.


1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşmüştür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2019 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır. Bu dönemde sanayi kapitalizmi yerini finans kapitalizmime bırakmış, sanayi kapitalizminin ana unsuru olan ağır sanayi, işçiler ve sendikalar önemini kaybetmiştir.

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir.

Burada ‘’Jeokültür’’ kavramı içinde geçen her bir olgu ayrı ayrı açıklanmalıdır anacak ben en sonda geçen ‘’uzlaşma kültürü’’ ‘’dil’’ ve ‘’hukuk’’ konularını örnek olarak açıklamak istiyorum…

Jeokültür kavramından üç örnek: ''Uzlaşma kültürü'', ''dil'', ''hukuk ve adalet''

Uzlaşma Kültürü

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.


Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar ‘’Die Kultur des Kerieges’’ (Savaşın Kültürü) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’ Bir başka deyişle ‘’uzlaşma kültürü’’nün olmadığı toplumlarda çatışmalar kaçınılmazdır…

İşte böylesine önemlidir uzlaşı kültürü!... Toplumda uzlaşı kültürü olmayınca çatışma kültürü topluma savaşa sürüklüyor!....


Dil

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)


Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. 

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951) Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur… Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıp 1928 yılında tamamlanan ancak hemen hemen her yıl güncellenen Oxford sözlüğü her yıl eklene eklene 20 cilt haline gelmiş. Toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşmış… Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük her ne kadar arka sayfasına 104.481 sözcükten bahsetse de en ekleri, deyimleri ve yabancı kökenleri sözcükleri çıkarırsak en fazla 30.000 kelime içeriyor... Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz veya yerine koyamadıklarımız; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 82.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına (Red Fish) bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazardı… Bu kadar kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusanız da anlayamazsınız... Hoş biz de Shakespeare’i okumuyoruz ki zaten!...

Bu kadar az kelimeyle siyaset yapamazsınız, strateji oluşturamazsınız, güvenlik politikaları kurgulayamazsınız, sanat, edebiyat yapamazsınız, kültür oluşturamazsınız, ittifak yapamazsınız, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz… Vazgeçtim tüm bunları çağınızı kavrayamazsınız…  Hoş bizim de zaten siyaset falan da yaptığımız yok… Ülkede siyaset de tıkanmıştır. Arapça kökenli bir sözcük olan ‘’siyaset’’; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Artık neyi güç kullanmadan çözmüyoruz ki?

Hukuk ve Adalet

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ 

Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir...

Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria’nın 1763 yılında 25 yaşında iken yazdığı bir kitap var: ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene)

Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar. Kendisi idamı hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"

Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç gelmiştir.

Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:

”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.”... (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)

"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."

‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)

"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’

”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”

”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “

Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:

"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."

Bu kısımda son olarak hep birbiri ile karıştırılan ‘’hukuk devleti’’ ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ kavramlarına değinmek istiyorum.

"Hukuk devleti" kavramı Kara Avrupası ülkelerinde geçerli bir kavramdır. Bu ülkelerde ‘’yazılı hukuk’’ devletin tekelindedir. Bu yüzden de hukuk; vatandaştan yana değil devletten yanadır. Anglo-Sakson hukukun egemen olduğu ülkelerde ise  "hukukun üstünlüğü" ilkesi bulunmaktadır. Bu ülkelerde bireyle devlet hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Bu devletlerde egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür... Bu şekilde "hukukun üstünlüğü" ilkesi sonucu gerçek demokrasi de Anglo-Sakson ülkelerinde boy verirken Kara Avrupası ülkelerinde "üstünlerin hukuku" hâkim olmuştur.

‘’Hukukun üstünlüğü’’ ilkesi çağdaş bir devletin en büyük güvencesidir.

Değişen güvenlik paradigmaları

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Tarih bize değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğinizi kurgulayamayan ve ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen toplumların sonunun hüsran olduğunu göstermiştir.

Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı

Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.


Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.

Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.

Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.

Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.

Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde büyük bir askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse bir kolordu kuvvetlerine eşit güçtedirler.

Günümüzde Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditleri

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.


Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra veya beş yıl sonra büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik ve kimyasal veya komşu bir ülkedeki nükleer santraldaki bir sızıntının (Çernobil gibi) Türkiye’yi etkilemesi de her zaman mümkündür.

Ülkede bir kuraklık neticede özellikle büyük şehirlerde su kıtlığının ve gıda arzında büyük bir azalmanın olması her zaman mümkündür…

Ülkede sayısı beş milyonu geçtiği söylenen sığınmacıların varlığı gelecek için ülke güvenliğinde zaten büyük bir tehdittir.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler mi?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak? Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?

Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Beş milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Fransa’nın, Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve günümüzün güvenlik ihtiyacı

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.


Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık gelişmiş silahlarla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı güvenlik birimlerinin yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, demokrasi, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Dilinizdeki kelime, sözcük sayısı ülkenin korunmasında ve güvenliğinde depolarınızdaki mermi sayısından daha etkilidir. Doğru güvenlik kurgulamaları doğru stratejilerle, doğru stratejiler de ülkeyi, dünyayı ve çağı algılayan doğru ve yeterli kelimelerle yapılır.

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, refah gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz… 

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?…

İbn’i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’Coğrafya kaderinizdir’’ derdi. Yani coğrafya kaderinizdir; yaşadığınız coğrafya ile etrafınızdaki coğrafya ile barışık olun derdi… 

Tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü söylerdi:  ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Zaman ;coğrafya ile barışık olma ve dost edinme, dostları artırma zamanıdır…

Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri

Ülke refahını artırmayan, hakkı, hukuku ve adaleti tesis etmeyenevrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan her türlü siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ülkede siyasetin tıkanması ve siyasetin sorunlara çözüm üretememesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren, çarpık kentleşmeye göz yuman bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kamu yönetiminde şeffaflığın olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Coğrafya ile barışık olunmaması, komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Siyasetteki kapsayıcı ve kucaklayıcı olmayan, ötekileştirici ve şiddet içeren dil ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sağlıklı ittifak ilişkilerinin bulunmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Gıda arzı ve su güvenliğinin olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülke varlıklarının yabancıların eline geçmesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülkede denizcilik kültürünün eksikliği ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kültür alanındaki eksiklik ve yetersizlik ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sonuç

Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…

Tarih Baba bir de şunu göstermiştir: Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Demokratik Dönüşüm Hareketi. Söyleşi: Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye
https://www.youtube.com/watch?v=-bsmitu4duY




Marcus Aurelius

27 Kasım 2020


Dünkü yazımda Roma İmparatorluğunun en ‘’deli’’ diye bilinen imparatoru Caligula’yı anlatmıştım… Daha önceki bir yazımda anlattığım Antik Roma'da yaşayan stoacı filozof Epiktetos üzerine bir arkadaşım bir başka stoacı olan İmparator Marcus Aurelius’u da yazmamı istemişti. Bugün, hem bu isteği yerine getirmek hem de Roma’nın en deli imparatorundan sonra Roma'nın en müstesna imparatoru olan Marcus Aurelius'u anlatayım istedim…  

Roma İmparatoru Marcus Aurelius

Marcus Aurelius İS 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamış, İS 161- 180 yılları arasında da Roma imparatoru olarak hüküm sürmüştür. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. O çağlarda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.


Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.

Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandır. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.

Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Marcus Aurelius'un kitabı: ’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler)

Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.


Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.

Marcus Aurelius’un kitabında yer alan sözleri:

Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım: 


"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’

''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''

"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''

''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir... İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''

''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''

"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."

"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."

"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."

"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."

“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’

"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."

''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“ 

“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“

"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."

“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”

“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”

‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”

‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’

“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’

‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’

“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”

‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’

‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’    

‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’

“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’

“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”

‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’

‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’

Marcus Aurelius’un ölümü

180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’  


Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.

Stoacı Marcus Aurelius

Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.


Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu…

Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.

Eski Yunanistan’daki Parnasos Dağının güneybasında bulunan Delfi arkeolojik alanındaki Kehanet Tapınağı'nda Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“

Platonun özlediği kral: Marcus Aurelius

Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın (Hominem te memento) diye fısıldamakmış.


Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.

Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum. Ama vazgeçtim günümüz politikacılarının Marcus Aurelius’tan bir şey öğrenmelerini, kendilerine Marcus Aurelius kimdir diye sorsak acep ne cevap verirlerdi?

Platon'un söylediği gibi keşke filozoflar kral, krallar filozof olsaydı!... 

Osman AYDOĞAN


Caligula

26 Kasım 2020


Şimdi size MS 37 - 41 yılları arasında hükümdar olmuş Roma İmparatorluğunun üçüncü imparatorunu, asıl adı ile ‘’Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’’ olarak tanıtsam, tanımazsınız. Çünkü kendisi takma adı olan ‘’Caligula’’ (Kaligula) diye bilinir. Julius Caesar (Jül Sezar) ile kan bağı vardır. Marcus Antonius'un oğlunun torunudur.

Kendisine verilmiş olan Latince '’Caligula’' takma adının da bir hikâyesi vardır. Gaius çocuk iken ailesinin Germanya'nın kuzeyindeki askerî seferlerine eşlik eder ve babasının bu seferlerinde ordusunun maskotu haline gelir. Askerler, annesi tarafından minyatür askerî üniforma ve bot giydirilip silah kuşatılan küçük Gaius'u görmekten çok hoşlanırlar ve kendisine Latince "Küçük asker botu’’ anlamına gelen bu lakabı (Caligula) takarlar...

Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu

Bir efsaneye göre Romus ve Romulus adlı kardeşler tarafından MÖ 753 yılında kurulan Roma şehri, önce Roma Krallığı’na ev sahipliği yapar. Bu krallık daha sonraları MÖ 510 yılında bir Senato tarafından yönetilen Roma Cumhuriyeti’ne dönüşür. Yaklaşık 500 yıl hüküm süren Roma Cumhuriyeti zamanla Roma İmparatorluğuna dönüşür.  Ancak Roma Cumhuriyetinin ne zaman imparatorluğa dönüştüğü konusunda tam bir kesinlik yoktur.


Tarihçiler farklı biçimlerde MÖ 44'te Julius Caesar'ın daimi diktatör olarak atanmasını, MÖ 31'de Aktium Deniz Muharebesi'nde Marcus Antonius'un yenilgisini, MÖ 27'de ilk yerleşim altında Octavianus (Augustus)'a Roma Senatosu'nun olağanüstü güçleri bağışlamasını ya da MS 27 yılını Cumhuriyet'i sonlandıran yıl olarak önerirler. Tarihçilerce genellikle kabul gören tarih; bir komutanın (Julius Caesar) savaş şartlarında kendine verilen üstün yetkileri kötüye kullanarak cumhuriyeti feshedip, kendisini imparator ilan ettiğidir.

Roma, bu tarihlerin birinde imparatorluğa dönüşse de MS 3. yüzyıla kadar ismen cumhuriyet olarak kalır... Bu süre içinde de imparatorluktan tekrar cumhuriyete dönüş çabaları da devam eder. İmparatorluk döneminde işlevi ve önemi azalsa da Roma Senatosu her daim varlığını sürdürür. 

Caligula

İşte Caligula, bu şekilde oluşan Roma İmparatorluğunun ikinci imparatoru olan İmparator Tiberius'un öldürülmesinin ardından MS 37 yılında onun üvey oğlu olarak askerlerin ve halkın sevinç gösterileriyle 25 yaşındayken Üçüncü Roma İmparatoru olarak tahta geçer.


Caligula, imparatorluğu süresince aşırı savurganlığı, tuhaflığı, ahlaksızlığı, acımasızlığıyla ve despotluğuyla tanınır ve genellikle soğuk, kibirli, bencil ve deli olarak tasvir edilir… Romalı tarihçi Suetonius, ‘’Caesar'ın Hayatı’’ adlı eserinde döneminin en ünlü olaylarını anlatır. Ancak bu dönemin en tarafsız tarihçisi olarak gösterilen Tacitus'un Caligula'nın saltanatı hakkında yazdıkları kaybolmuştur.

Caligula, Senato, soylular sınıfı, üst düzey yöneticiler ve tiranlar tarafından pek sevilen bir imparator değildir. Bu nedenle de hakkında anlatılanların gerçek olmadığı, dedikodu olduğu yönünde değerlendirmeler de vardır.

Caligula, çok sevilen Roma Generali Germanicus'un oğlu olması nedeniyle başlangıçta oldukça fazla sevgiye mazhar olur. Senato tarafından imparator ilan edildiğinde kalabalığın "bebeğimiz" ve "yıldızımız" selamlamaları arasında Roma'ya girer. Halk kurbanlar keser. Ona "Güneş" diye seslenirler.

Caligula'nın ilk imparatorluk yılları

Caligula’nın imparatorluğunun ilk yılları iyi geçer. İmparatorluğunun ilk zamanlarında cömerttir Caligula. Muhafızlara fazladan ödeme yapar, selefi olan İmparator Tiberius'un vatana ihanet belgelerini yok ederek vatana ihanet kovuşturmalarının geçmişte kaldığını ilan eder, sürgüne gönderilenleri geri çağırır ve İmparatorluk vergi sisteminden zarar görenlere yardım eder. Halka yiyecek, gıda dağıtır. Bunların ve yaptığı masrafların giderlerini karşılayabilmek için de malı, mülkü olanlardan, evlenenlerden, dava açanlardan vb. ağır vergiler alır. Bu davranışları başlangıçta kendisine halkın gözünde oldukça ün kazandırır. Küçük başarıları da yandaşlarınca yağcılıklarıyla oldukça abartılır.


Caligula'nın rahatsızlığı

Saltanatına uğurlu bir başlangıç yapan Caligula, MS 37 yılının Ekim'inde ciddi biçimde hastalanır. Bu hastalık onun saltanatının dönüm noktası olur. Bazı tarihçilere göre bu fiziksel rahatsızlık daha sonraları akıl hastalığına yol açar… Bazı kaynaklar, Caligula'nın davranışlarının kaynağını beyin iltihabı, sara ya da menenjit gibi olası bir tıbbi nedenlerle açıklamaya çalışırlar. Ancak Caligula'nın deli olup olmadığı sorusu bu güne kadar bir muamma olarak kalır.


Caligula’nın bu rahatsızlığı MS 39 yılından sonra Senato ile arasının açılmasına yol açar. Genç Calicula ve Senato arasındaki sürtüşmenin kesin nedeninin belirsizliğine rağmen, bazı kaynaklara göre İmparator bir geçit töreni istemiş ancak bu istek Senato tarafından reddedilmiştir. Ancak kesin olan şu ki; Caligula MS 39 yılında konsülleri Senatoya danışmadan görevden uzaklaştırmış ya da yeniden yerleştirmiş ve birkaç senatörü arabasının yanında resmi kıyafetleriyle koşmaya zorlayarak halkın önünde küçük düşürmüş olmasıdır. Bu nokta da Caligula'nın hayatının akışı, Romalılarca "bebeğimiz" ve "yıldızımız" diye selamlanan genç bir imparatordan despot bir diktatöre doğru dikkat çekici biçimde değişir. Görkemini yansıtmak için büyük binalar, kendisi için kocaman kocaman saraylar yaptırır.  

Saltanatı sırasında imparatorluğa katılan Moritanya iki eyalet olarak tekrar yapılandırılır. Alexandria ve diğer doğu eyaletlerinde Yahudiler ve Yunanlar arasında çıkan karışıklıklar bastırılır. Caligula, Rhegium ve Sicilya limanları iyileştirir, Mısır'dan yapılan tahıl ithalatını arttırır.  Kamu işleri tamamlanır, tapınaklar inşa edilir, binalar, duvarlar tamir edilir. Caligula aynı zamanda çok ikna edici iyi bir hatiptir ve genellikle Roma halkının gözünde popüler biri olarak tasvir edilir...

Caligula hakkındaki rivayetler

Caligula hakkında iddia edilen, rivayet edilen tuhaf hikâyeler olarak; aşırı zalimliğini, sapık cinsel maceraları ya da geleneklere ve Senatoya karşı olan saygısızlığı, politik aptallıkları ve kendisini tanrılaştırması anlatılır. Ayrıca, kuzey cephesindeki askerî seferlerindeki davranışları ve verdiği tuhaf emirler, din ve vergi politikalarındaki uygulamaları deliliğinin ve zorbalığının delili olarak kullanılır.


Caligula hakkında iddia edilen rivayetler şunlardır:

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri vardır. Sarayında bir genelev açar ve burada seks âlemleri yapar ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satar… Hatta amcası Claudius'u da bu genelevin kapısında görevlendirir.

Sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürür. Ardından karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatır.

Caligula'nın Incitatus ismindeki çok sevdiği atını bir rahip olarak adlandırır ve yaşaması için, içinde mermer bir ahır, altından bir yemlik bulunan bir ev ve mücevherlerle süslü gerdanlık takar ve en önemlisi Incitatus ismindeki bu atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “senatör” unvanını alır!...

Ülkenin kuzeyinde yaptığı askerî faaliyetlerinde gülünç ve tuhaf emirler verir. (Askerlerinin denize saldırması, askerlerine midye kabuğu toplatması emri vb.) Gece güneşin doğmasını emreder…

Arenada aslan ve kaplanlarla dövüşmek için yeterli suçlu kalmamışsa bazı izleyicileri arenaya attırır. Hayatına karşı herhangi bir komplo tertip edildiği zaman, komplocuların "ölmekte olduklarını hissedebilecekleri çok sayıda küçük yarayla" öldürülmesini emreder. Yemek yerken idamları seyreder. Birisinde idam cezası verdiği bir suçlunun hasta ve yaşlı babası oğlunun idamını izleyebilsin diye sedye bile tahsis eder! Tahıl ambarlarını kapatarak yurttaşlarını açlığa mahkûm eder. Kendisine yukarıdan bakılmasını suç sayar.

Halkı için sık sık "korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler" der.

Caligula, kendinisini yaşayan bir tanrı olarak ilan eder… Caligula’dan önce, Augustus zamanında, özellikle İmparatorluğun batısında, tanrılaştırılmış bir imparator kültü oluşturulur ve teşvik de edilirdi. Ancak Caligula bu kültü hayal edilemeyecek bir noktaya taşır. Calligula kendisini geri planda bir tanrı gibi takdim eder, ardından da dalkavukça yöntemlerle huzurunda bulunanların kendisini tanrı olarak benimsemelerini ve onaylamalarını talep eder. Ve çevresindeki dalkavukları da bu tanrı kültünü onaylarlar. Tanrılaştırılmış İmparator kültünün doğası, imparatorun çevresindeki ruhun onore edilmesi iken bu kült doğrudan Caligula'nın kendisine tapınılmasına doğru değişir. Heykellerin başları, birçok kadın heykeli de dâhil Caligula'nın başıyla yer değiştirir.  

Caligula'nın, bir imparator olarak özellikle Senato, soylular sınıfı, yöneticiler ve tiranlar düzenine karşı olan eylemleri sert olarak tanımlanır. Bu eylemler muhafızlar tarafından engellenen en az üç başarısız siyasi komplo girişimine neden olur.  

Ancak sonunda tıpkı Marcus Junius Brutus'un Julius Sezar'a yaptığı gibi, cumhuriyeti kurtarmak için korumalarının başı Cassius Chaerea tarafından baskısından usanan senatörlerin kumpası ve komplosuyla imparatorluğunun dördüncü yılında iken MS 41 yılında 29 yaşında iken öldürülür. Ancak bu suikastlar, tiranlar eliyle çürütülmüş Roma Cumhuriyetini kurtarmaya yetmez. Zira hem Brutus hem de Cassius Chaerea, Cumhuriyet adına kahraman ilan edildikten çok kısa bir süre sonra bu kez "cumhuriyeti yıkmaya teşebbüs" suçlamasıyla karşı karşıya kalırlar ve öldürülürler...

Gerçek nedir?

Caligula hakkında anlatılanların çoğu bahsettiğim gibi rivayettir, dedikodudur, söylentiden ibarettir. Ve bu söylentiler de git gide abartılarak iyice magazinleştirilir. Caligula her imparator gibi güç delisidir ancak abartıldığı kadar da deli değildir.


Bu rivayetlerin, dedikoduların doğruluğu ne olursa olsun tarihçiler Caligula'nın imparatorluk için uygunsuz, yetersiz ve hazırlıksız olduğu konusunda hemfikirdirler…

Romalı ünlü hatip Crispus, Caligula için "dünyaya ondan daha iyi bir köle ve daha kötü bir efendi gelmemiştir" diye konuşur. Onun efendiliği; Senato’ya, soylulara ve tiranlara, kötülüğü ve küstahlığı; zayıflara, güçsüzlere, halka ve köleliği ise Antik Roma'nın en büyük generallerinden biri olan ancak karanlık, münzevi ve kasvetli bir imparator olan Roma’nın 2. İmparatoru ve üvey babası Tiberius'a idi.

Caligula deli falan değildir. Onun deliliği, tiranlar eliyle çürütülmüş bir topluma, toplumunun geleneklerini, değerlerini, âdetlerini koruyayım derken ahlakı unutmuş, unutturmuş Senato’ya, soylulara ve tiranlara karşıydı. Aslında Caligula’nın hikâyesi, imparatoru bir kuklaya çevirip Roma'yı yönetmek isteyen tiranların, soyluların, zenginlerin iktidarı (gücü) nasıl etkilediğinin, siyaseti nasıl yönlendirdiklerinin hikâyesidir.

Caligula, Roma’da zenginlerin, soyluların, tiranların cumhuriyet düzeninden vazgeçtiği yıllarda iktidara gelir. İmparatorluk düzeninin devamı için cumhuriyetten tamamen vazgeçmek gerekiyor idi. Cumhuriyetin kurallı, yasalara dayalı yapısı Roma oligarşisi için engeldir. Bunun için önce zenginler, soylular ve tiranlar cumhuriyetten vazgeçerler. Cumhuriyet düzeni yerine; dinsel ve despotik bir dikta rejimini benimserler.  Seçim yerini komploya, hileye, hurdaya bırakır. Caligula’nın iktidarı da aslında bir komplonun eseridir…

Caligula aslında çözülmekte olan bir düzenin sembolüdür. Caligula aslında toplumda yeteneksizliğin, dinselliğin ve ahlaksızlığın yükselişte at başı yarıştığı bir dönemin ürünüdür. Caligula’yı bu dönemde öne çıkaran unsur ise Caligula’yı kendinden önce ve sonrakilerden ayıran pek çok olan şahsi özellikleriydi.

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri olduğu iddia edilir. Hâlbuki Caligula'nın ölümünün ardından onun hakkında en koyu eleştirileri yapan Seneca, Caligula’nın kız kardeşleriyle olan ensest ilişkisi hakkında çıkan dedikodulardan hiç bahsetmez ve ayrıca Seneca, Caligula'nın hayattaki kız kardeşleri Agrippina ve Julia Livilla ile olan yakın ilişkisi ile tanınır. Doğru olsaydı bu rivayet Seneca söylerdi her halde!

Caligula, sarayında seks âlemleri yaparken ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satarken ahlaksızdı da bu işi gönüllü olarak yapan Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, sarayında bir genelev açarken ve sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürdüğünde ve ardından da karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatırken ahlaksızdı da bu ahlaksız davranışı sineye çeken, kabullenen Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, Incitatus ismindeki atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “Senatör” unvanını alır. Bu nedenle de Caligula’ya deli derler ve onunla dalga geçerler. Doğrudur, Roma İmparatoru Caligula, atını çok sevmekte ve onu senatör yapmak istemektedir. Roma senatosu, Caligula’nın korkusundan bu öneriyi kabul eder. Aslında Caligula'nın maksadı farklıdır. Caligula bu davranışıyla, Senato'nun usulüne uygun şekilde aldığı bir kararın “hukuk” olarak kabul edilemeyeceğini anlatmak ister. Şimdi atını senatör yapmak isteyen Calicula deli ve ahlaksızdı da çıkarları gereği bu isteği onaylayan, kabul eden Senato çok mu akıllı ve ahlaklıdır? 

Caligula’nın, kendisini yaşayan bir tanrı olarak ilan ettiği rivayet edilir. Calligula kendisini bir tanrı gibi takdim ederken ve Caligula'ya kutsal sıfatlar yakıştırılırken, bu rolü ve bu sıfatları benimseyerek onaylayan, en azından tepkisiz ve sessiz kalan etrafındaki yandaşları, dalkavukları ve yağdanlıkçıları, Senato ve Roma'nın ilgili kurumları daha fazla ahlakçı ve dindar mı idiler?

İşte Caligula bu deliliği ile çürümüş, yozlaşmış bir Senatoya, senatörlere, soylulara, tiranlara, Roma'nın kurumlarına ve topluma karşı bir ayna olmak istemiştir.''Caligula'' ve ''toplum'' aslında bir ''tencere'' ve ''kapak'' hikâyesidir.  

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında ‘’Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır bu dünyada. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.’’ diye yazardı. Bozulmuş insanlardan oluşmuş bir toplum liderliğinin bir örneğiydi Caligula…

Aslında Roma’nın, Cumhuriyeti tamamen yıkmak isteyen güç sahipleri ve zenginleri istedikleri rejim için böylesi bir Caligula’yı ve böylesi bir toplumu yaratırlar. Roma’nın güç sahiplerinin bu isteği; hiçbir devlet tecrübesi olmayan, bilgisiz, görgüsüz, aklen ve bedenen hasta ancak güç sahiplerine ve zenginlere karşı köle, halka karşı küstah yönetici kimliği ile Caligula'nın şahsında cisimleşir. Ve Roma’da böylesi bir Caligula'ya; milli, dini ve ahlaki hiçbir değere sahip olmayan ancak bu sıfatları kullanan bir ekip ile olup bitenlere karşı üç maymunu oynayan, kayıtsız ve umarsız bir halk eşlik eder. Roma’da böylesine bir ortamda ise tek siyasal mekanizma olarak komplo ve entrikalar ortaya çıkar. Roma kurumları teker teker bitirilirken bu kurumların yerine güç sahiplerinin, büyük zenginlerin ve Roma Sarayı'nın içendeki dar grupların komploları ve entrikaları alır. Bu komplolar ve entrikalar da en sonunda Caligula’yı alır.

Ve günümüzde Caligula

Tarihte böylesine renkli bir imparator olan Caligula’nın birçok filmi ve TV dizisi yapılır.


İtalyan yönetmen Giovanni Brass (sanat camiasında takma adı olan "Tintoretto"'nun kısaltılmışı olan Tinto Brass olarak bilinir)  tarafından, Caligula’yı oyuncu Peter McDowell’in canlandırdığı 1979 yılında çekilen bir filmi vardır: ‘’Caligula - Aufstieg und Fall eines Tyrannen’’ (Caligula – Bir zorbanın yükselişi ve düşüşü). Bu filmde Caligula anlatılır. Ancak film afişlerinin üzerinde 18 yaş altı için sakıncalı olduğu yazılıdır. Film hakkında da bir sinema dergisi olan Moviepilot şunları yazar: "Hem estetik hem de itici olmak üzere, porno ve tarihsel uzun metrajlı film arasında başarılı bir dengeleme hareketi." Sinema magazin dergisi olan X-Rated Magazin ise filmi daha kısa anlatır: "Yüzyılın film skandalı.’’

En son 1996 yılı, genç Macar yönetmen Szabolcs Hajdu yapımı sinema filmi vardır: "Caligula". Bir de Caligula'yı genç İngiliz oyuncu John Simm'in canlandırdığı 2004 yılı yapımı mini TV dizisi "Imperium Nerone" dizisi bulunmaktadır. 

İsveçli müzik grubu Dark Funeral'ın solisti sahne adı olarak "İmparator Magus Caligula"'yı kullanır.

Kaynaklar

Caligula’yı günümüzde anlayacağımız şekilde anlatan en iyi eser Albert Camus’un ‘’Caligula’’ (Berfin Yayınları, 2017) isimli tiyatro oyunudur.  Aslında Albert Camus ‘’Caligula’’'yı yazarken o sıralarda yükselişte olan Hitler’i kastederek yazar!...


Caligula’yı anlatan diğer bir eser ise edebiyatçı, yazar ve gazeteci Ahmet Mümtaz İdil’in ‘’Dehşetin Kanlı Gölgesi Caligula’’ (Etkin Yayınları, 2013) adlı kitabıdır.

Caligula’yı anlatan bir diğer eser de Yalçın Küçük’ün ‘’Caligula - Saralı Cumhur’’ (Salyangoz Yayınları, 2007) isimli eseridir ki bu kitabı da okumanızı asla ve asla tavsiye etmem. Zinhaaaaar bu kitabı okumayınız, hatta elinize bile almayınız. Çünkü bu kitap yazarı Yalçın Küçük gibi sakıncalı, muzır ve tehlikeli bir kitaptır!...

İşte böylesine bir delidir Caligula... Tencere (Cumhuriyetten vazgeçip imparatorluğa dönüşen Roma) yuvarlanıp kapağını (Caligula) bulmuştur... 

Osman AYDOĞAN

Kadına yönelik şiddet...


25 Kasım 2020

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

1999 yılında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 25 Kasım günü ‘’Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak ilan ediliyor. O günden beridir her yıl 25 Kasım günü ’Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak tüm dünyada kutlanıyor...

Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960 yılında Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe bu şekilde “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.

‘’Kadına Yönelik Şiddet’’ tanımı

Günümüzde kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet giderek artan önemli bir toplumsal sorunlardan birisi haline geliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şiddetin tanımını “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma ihtimali bulunması” olarak yapıyor…

WHO, görüldüğü gibi şiddetin tanımını ‘’Fiziksel Şiddet’’ ve ‘’Psikolojik Şiddet’’ olarak ikiye ayırıyor…

Fiziksel şiddet içeriğinde; dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedene zarar gelmesine sebep olmak yer alıyor...

Psikolojik şiddet içeriğinde ise; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları bulunuyor…

Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabiliyor… Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabiliyor.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet

Günümüzde kadına yönelik her iki şiddetin ülkemizde ne kadar yaygın olduğu konusunda sağlıklı rakamlar ne yazık ki elimizde mevcut bulunmamaktadır. Bunun nedeni psikolojik şiddet çoğunlukla kayıtlara girmezken fiziksel şiddette ise intihar süsü verilerek üstünün kapatılması ve her iki şiddet mağduru kadınların sessiz kalıp kendini kaderine mahkûm etmeleri olarak gösterilmektedir.

Ancak buna rağmen değişik kaynaklardan alınan verileri sunacak olursam 2019 yılında Ocak ayından Kasım ayına kadar geçen 324 günde bilinen erkekler tarafından 305 kadın öldürülmüş, 532 kadın şiddete uğramıştır. Sadece 2019 yılının Ocak Haziran aylarında 31 kadın tecavüze uğramış, 288 kadın seks işçiliğine zorlanmış, 138 kadın tacize uğramış ve 139 çocuk istismar edilmiştir.

Ancak bu sayı geçmiş yıllardan bugüne artarak gelmiştir. TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan ‘’Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme Raporu’’nda Türkiye’de kadın cinayetlerinin son 10 yılda %1400 arttığı ileri sürülmektedir…

Ülkemizde kadın cinayetlerindeki bu artış gibi kadına yönelik olarak yapılan şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing gibi farklı alanlarda da benzer oranlarda kadına şiddet artarak devam etmiştir.

Türkiye’de kadına yönelik artan şiddetin kaynağı

Ülkemizdeki kadına yönelik artan bu şiddetin psikolojik, sosyolojik,  kültürel, geleneksel ve ekonomik nedenleri başta olmak üzere çeşitli sebepleri vardır. Ancak kadına yönelik bu artışın dört nedeni var ki üzerinde önemle durulmalıdır diye değerlendiriyorum.  

Bunlardan birincisi; toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemidir.

Toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemleri ve kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen sözcükler, erkeklerin zihninde her zaman için patlamaya hazır bombalar gibi yer almaktadır.

Türk medyası, kadını “namus” ve “ahlak” gibi son derece kişisel ve muğlak terimler çerçevesinde; “ev kadını”, “vefakâr anne”, “özverili eş”, “cinsel obje”, “seksi güzel”, “güçsüz / itaatkâr”, “kötü kalpli”, “hırslı”, “cüretkâr” gibi sıfat ve rollerin altında ele alarak onu cinsellik, iktidar, aşk, aldatma/aldatılma, intikam, kıskançlık gibi konuların merkezine yerleştirmektedir. Türk medyası ayrıca “annelik” ve “ev kadınlığı” gibi rollerin bir kadının birincil vasıfları ve görevleri olduğu şeklinde sunmaktadır.

Kadınlar hakkında dilde yer alan ve günlük hayatta kullanılan bu tür sözcüklerin toplumda nasıl bir tahribat yarattığını Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ’nı yazdıklarını örnek olarak verebilirim.  Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ (Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128) isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerinden bahseder...

Selâme Mûsâ’ya göre, dildeki “fosilleşmiş” kelimelerin varlığı toplumda çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan ‘kan’, ’öç’, ‘ırz’ kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.” Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde dil konusunu hiç düşündük mü acaba?

Bunlardan ikincisi kadına ve çocuklara yönelik şiddetin cezasız kalması veya verilen cezaların caydırıcı olmamasıdır…

Tecavüzde hâkim karşısında kravat takmak iyi hal indirimi olarak değerlendirilmiştir… Değişik kurslarda, yurtlarda ve vakıflarda çocuklara yapılan toplu tecavüz vakalarının üstü örtülmüştür. Bir bakan, hem de kadın bir bakan bir vakıftaki 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olarak "Bir kere yaşanmış bir olay" diyebilmiştir.

Bunlardan üçüncüsü ülkenin siyasi atmosferine hâkim olan şiddet kültürüdür

İktidarı ile muhalefeti ile siyaset meydanlarında, meclis kürsülerinde, TV’lerde, haber kanallarında ve açık oturumlarda sarf edilen kötü ve sert tondaki ağıza alınamayacak sözler, çirkin ifadeler, hakaretler, aşağılamalar ve buralarda sergilenen çatık kaşlar, parmak göstermeler, şiddet ve celâl tüm ülke sathına dalga dalga ve katlanarak yayılarak caddelere, sokaklara, evlere, odalara ve kuytu yerlere ulaşmakta ve buralarda kim kimi zayıf bulmuşsa onun ve özellikle toplumdaki en savunmasız olan kadınların bedenlerinde somutlaşmaktadır…

Bunlardan dördüncüsü siyasetçilerin kullandığı kadın düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı eril dildir…

Eril dil ve kadın düşmanı açıklamalar her partinin siyasetçilerince yapılıyor. Ancak bu konuda birinciliği iktidar partisinin kimseye kaptırmadığı kesindir… İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dile örnekler verecek olursak:

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009)

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: ‘’Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarılıyor!…

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan CB Erdoğan: "Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen ‘’Eşitlik İzleme Kadın Grubu’’ (EŞİTİZ)’ndan avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok…

Siyasetçinin bu eril dilinin sonuçları

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları Claude Julien'in söylediği gibi dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkilemektedir.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşanlar iktidara mensup kişiler ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir...

Şiddete kaynaklık teşkil eden siyasetteki dil sorunu

Siyasetin temelinde ‘’dil’’ kavramı yatmaktadır. Bu nedenle de ‘’siyaset dili’’ büyük önem taşır. İster iktidarda, ister muhalefette olsun siyasetçinin dili, oraya buraya çekilmeyecek, kutuplaşmaya zemin hazırlamayacak ölçüde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır.

Siyasette yanlış anlamalara, alınganlıklara zemin hazırlayan, kutuplaştıran, öfke ve şiddet içeren sözler, davranışlar; yerini, akılcı ve gerçekçi çizgide söylemlere, tutum ve davranışlara bırakmalıdır.

Siyasetçi ‘’insanı merkeze alarak’’ halka anlayış, saygı ve sevgi ile yaklaşmalı, içten ve olumlu sözlerini beden dili ile bütünleştirmelidir. Ağzından çıkacak her sözü yerinde ve zamanında kullanmalı, böylece halk ile sıcak ilişki kurma becerisini gösterebilmelidir. Unutulmamalıdır ki “siyaset”; aklını kullanarak, dil ve beden dili aracılığı ile problemleri zor kullanmadan tatlılıkla çözme sanatıdır…

Politikada tartışma mutlaka olacaktır ama siyasi terbiye ve nezaket sınırlarını aşan, “olumsuz sözler ve davranışlar’’ halk sağlığını fazlasıyla tehdit etmektedir…

Siyasetçi, toplumda ‘’rol-model’’, yani örnek olma görevini üstlenmiş kişi demektir. Bu bakımdan, zaman zaman onun dilinde ifadesini bulan öfke yüklü söylemler ve buna bağlı olarak sergilenen nefret söylemleri, itici, kışkırtıcı jestler, mimikler ve davranışlar anlattığım gibi hiç de olumlu sonuçlar doğurmamaktadır…

Bu bağlamda, hiçbir siyasetçinin olumsuz sözleri, tutum ve davranışları kendisiyle sınırlı kalmamakta, hatta dalga dalga ülke sathına yayılarak bir domino etkisi yaratıp, toplumsal ve sosyal huzuru ve barışı bütünüyle tehlikeye düşmektedir... 

Bu nedenle her siyasetçi, önce iyice düşünmeli, sonra dikkatli bir şekilde konuşmalı ve nihayet özenli, olgun, örnek oluşturacak olumlu tavırlar sergilemelidir…

Kadını ihmal

Günümüz dünyasında kadına yönelik şiddetin bir başka boyutu daha vardır. Onu da yazmadan geçmek istemiyorum… Kadına yönelik şiddette gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: İhmal!... Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...

Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...

Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir…

Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir... Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir…

Sonuç

Kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak için 25 Kasım gününü bekleyerek sadece bu günü bir mücadele günü olarak anmak kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde pek bir anlam ifade etmeyecektir…

Öncelikle iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi çatışma ve şiddet kültürünü terk etmelidir. Siyasetçinin dili uzlaşıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı olacak şekilde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır…

İktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi; kadın konusundaki ilkel düşüncesini, eril dilini ve maço davranışlarını düzeltmelidir… Kadın - erkek eşitliği konusunda siyasetçi topluma örnek olmalıdır…

Sözlüklerde yer alan, erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik fosilleşmiş, kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen nefret sözcüklerinin tamamı ayıklanmalı ve bir daha kullanılmamalıdır…

Kadına yönelik şiddette verilen cezalar caydırıcı olmalıdır.

Acil uygulanması gereken yasalar

Bu kapsamda;

* Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 19 Aralık 1979 tarih ve 34/180 sayılı kararıyla kabul edilen ve Türkiye tarafından 1985 yılında çekinceleriyle kabul ettiği, ancak 2008 tarihinde 29. maddenin 1. fıkrasına ilişkin çekince hariç diğer çekincelerini kaldırdığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’’;

* Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun ‘’Kadınların ve erkeklerin insana yakışır işlerde çalışıp insana yakışır kazanç sağlayabilmeleri için gerekli fırsatların artırılması’’ strateji hedefleri;

* Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarında yer alan Kadının Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşmeler;

* 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan, Türkiye’nin de imzaladığı ve 1 Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye’de resmen yürürlüğe giren kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde olan ‘’İstanbul Sözleşmesi’’,

* 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu;

* 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun;

* T.C Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ‘’Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2018 - 2023)’’

Derhal uygulanmalıdır!... Zaman mazeret üretme değil, zaman eylem zamanıdır… Bu konuda eyleme geçmeyen sözlerin konuya hiçbir katkısı olmayacaktır…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 


Akdeniz’de bir Ortaçağ korsanlığı

24 Kasım 2020


Son iki gündür gündemi, Akdeniz’de seyir halinde olan bir Türk gemisinin Ortaçağ’daki korsanları andırırcasına bir Alman firkateyni tarafından izinsiz ve yasadışı bir şekilde hem de gemiye asker çıkararak aranması konusu oluşturuyor.

Önce Alman askerî gemisi Akdeniz’de ne arıyor onu bir izah edeyim…

Irini Operasyonu

Birleşmiş Milletlerin (BM) Libya’ya yönelik silah ambargosunun denetlenmesi için Avrupa Birliği (AB) tarafından Akdeniz’de adını ''Irini'' verdikleri bir operasyon başlatılıyor.

BM Güvenlik Konseyinin Libya’ya yönelik silah ambargosunun denetlenmesi için bahsi geçen bu 2292 numaralı kararında Libya’da meşru hükümet olan Milli Mutabakat Hükümeti ile istişare ve izin zorunlu kılınıyor. Ancak hal böyle iken AB tarafından başlatılan Irini Operasyonu için AB, Libya’nın meşru hükumetinden ne izin alıyor ne de konuyu istişare ediyor. Dolaysıyla AB tarafından Akdeniz’de yapılan böylesine bir harekâtın hiçbir meşru zemini bulunmuyor.

Ayrıca AB, bu bahsi geçen yasallığı tartışmalı Irini Operasyonun taktik komutanlığına Doğu Akdeniz’deki Türk Yunan ihtilafı bilindiği halde bir Yunanlı amirali, operasyon komutanlığına bir İtalyan amirali ve operasyon komutan yardımcılığına da bir Fransız amirali veriyor.

Akdeniz’de bir Ortaçağ korsanlığı

Bu operasyonda görev alan Almanya’nın ‘’Hamburg’’ isimli firkateyni de Akdeniz’de Libya'nın Misrata kentine doğru ilerleyen Roselina-A adlı Türk bandıralı yük gemisini, 22 Kasım 2020 Pazar günü Akdeniz açıklarında durduruyor ve gemi uluslararası hukuka aykırı bir şekilde saatlerce aranıyor…

Deniz hukukuna göre, gemilerde arama yapabilmek üzere gemiye personelin çıkabilmesi için bayrak devletinin rızasının alınması gerekmesine rağmen, Türkiye’den böyle bir izin almadan Hamburg Fırkateyni’nin personeli gemiye helikopterden iniş yapıyor. Sonra da Alman askerleri saatlerce gemide arama yapıyor… Ancak gemide insani amaçlı gıda maddeleri dışında bir şey bulunmuyor...

Bu uluslararası hukuk dışı uygulama üzerine Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy konuyla ilgili bir açıklama yaparak: “AB'nin ne meşru Libya Hükümetiyle ne ülkemizle ne de NATO'yla istişare etmeden başlattığı Irini Harekâtının tarafsızlığı hâlihazırda tartışmalıdır. Hal böyleyken, ülkemizden Libya'ya taşımacılık yapan gemilere uygulanan bu çifte standartlı ve hukuk dışı muamele asla kabul edilemez” diyor…

Türkiye Dışişleri Bakanlığı da yaptığı ayrı bir açıklamada müdahalenin “muğlak bir şüphe” üzerine “rıza alınmadan” yapıldığını vurgulayarak, Ankara’daki AB ve İtalya büyükelçileri ile Almanya Maslahatgüzarı’nın (Büyükelçinin Ankara dışında olması nedeniyle) Bakanlığa çağrıldığını ve Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal tarafından ilgili ülkelere nota verildiği belirtiliyor…

Bakanlık açıklamasında, “Roseline-A adlı Türk ticari gemisine Irini Operasyonu çerçevesinde Türkiye’nin izni olmadan çıkılması ve geminin denetlenmesi olayının protesto edildiği, verilen notada olayın uluslararası hukuka aykırı olduğu ve tazminat hakkının da muhafaza edildiğinin kayıt altına alındığı” vurgulanıyor…

Olay bu şekilde ve Türk Dışişlerinin olaya müdahalesi ve verdiği tepki de yerinde…

Ancak…

BM’ni şartlarına aykırı, Libya’nın meşru hükümetinin haberi, rızası ve onayı alınmaksızın ve NATO’nun da onayı ve haberi olmaksızın AB’nin nasıl böyle bir operasyon yapabildiği ve bu operasyon kapsamında hukuksuz bir biçimde Türk gemisine korsanca müdahale edilebildiği sorgulanmaya muhtaçtır.

Tarihte kısa bir yolculuk

Olayın meşru Libya hükumeti ve NATO dışında ülkemizle olan kısmını anlayabilmek için her zaman olduğu gibi yine geçmişe, tarihe ve tarihte yaşanan olaylara ve bu olaylar karşısında Türkiye’nin tepkisine gidelim… Çok kısa olarak:

Takvimler 01 Ekim 1992 gününü göstermektedir. O tarihte Ege Denizinde ABD ile ortak icra edilen “Kararlılık Gösterisi-92” tatbikatına katılan ABD uçak gemisi Saratoga’dan atılan “Sea Sparrow” güdümlü füze ile Türk donanmasına ait Muavenet gemisi vurularak gemi komutanı dâhil beş asker şehit edilir… Ancak bu olayı hem Türk Dışişleri Bakanlığı hem Genelkurmay Başkanlığı hem de Türk Devleti sineye çeker. Bu saldırı karşısında verilmesi gereken tepki verilmez…  Bu olayın detaylarını sayfamda anlatmıştım. (TCG Muavenet)

Takvimler 04 Temmuz 2003 gününü göstermektedir. Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birlikleri derdest edilip başlarına çuval geçirerek kaçırırlar… Bu olay da hem Türk Dışişleri Bakanlığınca hem Genelkurmay Başkanlığınca hem de Türk Devletince sineye çekilir. ABD’ye nota bile verilmez...

Takvimler 31 Mayıs 2010 tarihini göstermektedir. Mavi Marmara isimli yolcu gemisi birçok, milletten, dinden aktivistler, gazeteciler, sanatçılar, gönüllüler ile birlikte İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu kırmak için diğer beş gemi ile birlikte Akdeniz'de, İsrail'den 70-80 mil (130-150 kilometre) açıktaki uluslararası sularda bulunmaktadır. Bu tarihte İsrail, uluslararası karasuları kanunlarında karasuyu sayılmayan bu bölgede Mavi Marmara gemisine operasyon düzenler. İsrail’in onlarca asker, gemi ve helikopterle düzenlediği operasyonda 9 Türk vatandaşı hayatını kaybeder. Birçok yolcu da bu operasyonda yaralanır. Geri kalan gemiler ve yolcular da rehin alınır…

Türkiye, bu olay üzerine İsrail ilişkilerini sona erdirerek ilişkilerin tekrar normalleşebilmesi için üç şart koyar: İsrail'in yaşanan olay üzerine özür dilemesi, saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödenmesi ve İsrail'in Gazze ablukasını sona erdirmesi.  İsrail; olaydan üç yıl sonra uluslararası baskılar neticesinde Türkiye'den resmi olarak özür diler, saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul ederek olaydan yaklaşık altı buçuk yıl sonra 20 milyon Dolar tazminat öder. Ancak İsrail Gazze ablukasını hafifletse de asla kaldırmaz… Ölenler öldükleriyle kalırlar.

Takvimler 02 Haziran 2016 tarihini göstermektedir. O gün Alman Federal Meclisi 1915 olaylarını '’soykırım’' olarak niteleyen kararını almıştır. Ancak Türkiye bu karar karşısında yine yeterli bir tepki göstermemiştir…

Tarihler 01 Ağustos 2018 tarihini gösterdiğinde de ABD, Türkiye’de Türk yasalarına göre tutuklu bir rahibi gerekçe göstererek iki Türk bakan hakkında yaptırım kararı alır. Sonra da tutuklu bu rahip ABD Başkanı Trump’ın ricası üzerine serbest bırakılarak özel bir uçakla ABD’ye gönderilir. Bir başka tutuklu birisi de Alman Başbakanı Merkel’in ricası üzerine hapisten serbest bırakılarak Almanya’ya özel uçakla gönderilir.

ABD Başkanı Trump’ın uluslararası diplomatik kurallara ve nezaket kaidelerine aykırı hakaretler içeren mektupları aynı şekilde Dışişleri Bakanlığı ve Türk Devletince sineye çekilir…

Ve kısa bir fıkra

Yılanın biri, yılanların bilgesine giderek şikâyette bulunmuş: ‘’İnsanlar hep üzerime basıyorlar’’ diye… Bilge yılan cevap vermiş: ‘’Üzerine ilk basanın ayağını ısırsaydın bir daha kimse senin üzerine basamazdı…’’

Sonuç

Dış politika işte böyle bir şeydir… Bugün Akdeniz’de, Kızıldeniz’de, Basra körfezinde onlarca İran gemisi dolaşmaktadır. Acaba neden bir İran gemisinin başına bezer bir hadise gelmemektedir? Bunun cevabı İran diplomasisinde gizlidir. Neden Akdeniz’de bir Türk gemisinin başına böyle bir olay gelmiştir? Bunun cevabı da geçmişte benzer olaylar karşısında izlenilen yetersiz tepkilerde gizlidir.

Basında bu olay karşısında Almanya’ya derhal bir misillemede bulunmaktan bahsedilmektedir. Diplomaside mütekabiliyet esastır. Ancak bunu yaparken yanlışa düşmemek gerekir. Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlıştır. Diplomaside birinci kural saygınlığınızı, soğukkanlılığınızı ve tutarlılığınızı kaybetmemenizdir… Diplomaside saygınlığınızı; kişisel nitelikleriniz, hukuka olan saygınız ve uluslararası alandaki sosyal ilişkilerinizle kazanırsınız… Örnek istiyorsanız eğer beğenmediğiniz şimdiki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'i alın bir inceleyin derim.

Sorun; ‘’Eyyyy’’ hitaplarıyla dış politikayı bir iç politika enstrümanı olarak görenlerden, kullananlardan kaynaklanmaktadır.  


Osman AYDOĞAN


Öğretmenler Günü

24 Kasım 2020

Millet Mektepleri

24 Kasım 1928 tarihi Millet Mekteplerinin açıldığı gündür. Osmanlı döneminde okuma yazma oranı değişik kaynaklarda yüzde 2 ile 4 arasında gösteriliyordu... Ancak bu oran I. Dünya Savaşı öncesiydi... I. Dünya Savaşında ve özellikle Çanakkale Muharebelerinde okuryazarların çoğu kaybedildiği için Cumhuriyet kurulduğunda bu oran çok daha azdı... Millet Mekteplerinde işte az olan bu okuma yazma oranını artırmak için yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmişti…

Mustafa Kemal Atatürk: Millet Mektepleri Başöğretmeni

24 Kasım 1928 tarihi, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün "Millet Mektepleri Başöğretmenliği"ni kabul ettiği gündür. Bakanlar Kurulu, Mustafa Kemal Atatürk’e "Millet Mektepleri Başöğretmenliği" unvanını 11 Kasım 1928'de yaptığı toplantıda vermiş ve bu unvan, 24 Kasım'da Millet Mektepleri Talimatnamesinin yayımlanması ile resmileşmişti.

24 Kasım Öğretmenler Günü

Millet Mekteplerinin açılışı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü olan 1981 yılında 12 Eylül yönetiminin aldığı bir kararla ‘’24 Kasım Öğretmenler Günü‘’ olarak kutlanmaya başlanır. Bu kutlamaların çerçevesi de 26 Kasım 1992'de Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren ‘’Öğretmenler Günü Kutlama Yönetmeliği’’ ile belirlenir.

05 Ekim Dünya Öğretmenler Günü

Dünyada pek çok ülke, UNESCO tavsiyesiyle 1994 yılından beri her 05 Ekim gününü ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlarlar… 05 Ekim günü, 1966 yılında Paris’te gerçekleşen “Öğretmenlerin Statüsü Hükümetlerarası Özel Konferansı”’nın sona erip UNESCO temsilcileri ile ILO tarafından “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi”’ni oybirliği ile kabul edilişinin yıl dönümüdür.

 05 Ekim 1966 günü ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin, 145 paragraftan oluşan tavsiye kararları alınır. Bu tavsiye kararlarında; Öğretmenin işe alınmasından seçme ve formasyonuna, mesleğe hazırlıktan meslek sorunlarına kadar, istihdam güvenliği, öğretmen hak ve sorumlulukları, tatili, ücreti, özel izni, araştırma izinleri, sağlığı-sosyal güvenliği gibi konular yer alır.

Kendi kültürel ve tarihi özelliklerine, okul tatil günlerine göre çeşitli ülkelerde farklı tarihler ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlanır… Örneğin 12 Arap ülkesinde (Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Fas, Katar, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Tunus, Umman, Ürdün ve Yemen) her yıl 28 Şubat tarihi ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlanır…

Öğretmenler Günü’nün Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirilmesinin nedeni: Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği önem

Öğretmenler Günü’nün Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirilmesinin nedeni Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği büyük önemdi. Mustafa Kemal Atatürk yeni Türkiye’nin yaratılmasında öğretmenlere büyük görevler düştüğü inancındaydı.

16 Temmuz 1921: Ankara'da "Maarif Kongresi" (Millî Eğitim Kongresi) toplantısı

16 Temmuz 1921 tarihi Kurtuluş Savaşının en bunalımlı günlerinden birisidir.  Türk Ordusunun, Sakarya'ya kadar çekilmesine yol açan Kütahya-Eskişehir yöresindeki Yunan saldırısının tehlikeli şekilde geliştiği günlerdir.  

Asıl savaşın cehaletle yapılacağına ve çağdaş bir ulus olmamız için eğitimin yaygınlaşması gereğine inanan Mustafa Kemal Atatürk, işte Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği bu en buhranlı günlerde Öğretmenler Kongresi’ni düzenler… Mustafa Kemal Atatürk, bu kongrede şu konuşmayı yapar:

"Yüzyıllarca süren derin idarî ihmallerin devlet bünyesinde açtığı yaraları iyileştirme yolunda harcanacak çabaların en büyüğünü, hiç şüphesiz, irfan (bilgi ve kültür) yolunda kullanmalıyız… Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde, en önemli etken olduğu kanısındayım…’’

Mustafa Kemal Atatürk konuşmasında ayrıntıları eğitim uzmanlarına bırakmak istediğini belirterek, bazı genel ilkelere değinir, eski devrin hurafelerinden, boş inançlarından, Doğudan ve Batıdan gelebilecek zararlı etkilerden uzak, millî karakterimize ve tarihimize uygun bir kültüre muhtaç olduğumuzu vurgulayarak "Gelecekteki kurtuluşumuzun büyük önderleri" olarak selâmladığı öğretmenlere duyduğu derin saygıyı dile getirerek konuşmasını bitirir…

27 Ekim 1922: Mustafa Kemal Atatürk Bursa’da

Bursa'nın kurtuluşundan (10/11 Eylül 1922) hemen sonra TBMM Başkanı ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 13 Eylül Çarşamba günü milletvekillerinin bir telgrafıyla Bursa'ya davet edilir. Daveti kabul eden Mustafa Kemal Paşa 17 Ekim 1922 günü Bursa’ya gelir. İstanbul'daki İlkokul Öğretmenleri Birliği, Mustafa Kemal Paşa'yı yakından görebilmek ve özlem gidermek isteğinde bulunan öğretmenler için Bursa'ya bir gezi düzenlemiştir. Mustafa Kemal Atatürk 27 Ekim 1922 yılında İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere yaptığı konuşmada şunları söyler:

‘’Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.’’

24 Mart 1923: Mustafa Kemal Atatürk Kütahya Lisesinde

Mustafa Kemal Atatürk, 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesinde öğretmenlere şöyle hitap eder:

‘’Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur... Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi.’’

25 Ağustos 1924: Mustafa Kemal Atatürk Mualimler Birliği Kongresi

25 Ağustos 1924 tarihinde, Muallimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde Mustafa Kemal Atatürk şunları söyler:

‘’Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.’’

14 Ekim 1925: Mustafa Kemal Atatürk İzmir Erkek Öğretmen Okulunda

Mustafa Kemal Atatürk, 14 Ekim 1925 tarihinde ziyaret ettiği İzmir Erkek Öğretmen Okulunda okulun öğretmenlerine ve öğrencilerine şu konuşmayı yapar:

*Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez.

Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretmenlere verdiği önem

Yıl 1923. Meclis’de vekil maaşları tartışılmaktadır. Devrin Maliye vekili Gümüşhane mebusu Hasan Fehmi Bey (Ataç), Mustafa Kemal’e soruyor;  “Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz; ne kadar verelim?” Mustafa Kemal şöyle cevap veriyor: ‘’Öğretmen maaşlarını geçmesin!’’

Öğrencileri, öğretmenleri ve okulu çok seven Mustafa Kemal Atatürk yurt gezilerinde okullara uğrar, sınıflara girer, sıralara oturur, ders dinler, öğrencilere sorular sorar, öğretmenlerle konuşur, her yerde öğretmenliğin üstün bir meslek olduğunu anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolu bir gün bir köy okuluna düşer. Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordur. Mustafa Kemal Atatürk sınıfa girince, öğretmen kürsüsünü Atatürk'e terk etmek ister. Mustafa Kemal Atatürk: ‘’Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz’’ der ve şöyle devam eder konuşmasına: ‘’Eğer izin verirseniz biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfa girdiği zaman cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir...’’

Mustafa Kemal Atatürk, yıllar sonra, "Cumhurbaşkanı olmasa idiniz, ne olmak isterdiniz?" sorusuna şu cevabı verir: "Millî Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim…"

Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü...

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü kutlar, ebediyete intikal eden öğretmenlerimize Allah'tan rahmet diler, yaşayan öğretmenlerimize sonsuz şükran ve saygılarımı sunarım…


Son bir söz 

Toplumların uygarlık düzeyi öğretmene verdiği değerle ölçülür. Çünkü öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duydukları şey ne en ileri, en modern eğitim araçları ve eğitim teknolojileridir ne de en ileri, en modern eğitim yöntemleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duydukları şey örnek alacakları ‘’model insan’’ öğretmenleridir.

Bu nedenle; 24 Kasım Öğretmenler Gününü; el öperek, hamasetle, duygu sömürüsü yaparak kutlamak yerine Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği değeri yerine getirecek şekilde, daha nitelikli bir eğitimin yanı sıra öğretmenlerin konumlarını güçlendirmeyi, haklarını geliştirmeyi ve korumayı ve onları ‘’model insan’’ haline getirmeyi amaçlayan, 1966 yılında ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin, 145 paragraftan oluşan tavsiye kararlarının uygulanması daha uygun olacaktır…

Ne yazık ki ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin olarak alınan bu “Tavsiye Kararı”, Türkiye tarafından da kabul edilen ve altına imza atılan bir belge olmasına karşın, yıllardır Türkiye’nin bu yükümlülüklerini yerine getirdiğini söylemek pek mümkün değildir.

Bu yükümlülükler yerine getirilmediği gibi ne yazık ki anılmaz bile… Yok olan eğitimin yanında öğretmenler de yok oluyor… Öğretmenler yok oldukça toplumun gelişmişlik düzeyi de yok oluyor... Bizlere de kuru kuru, eli böğrümüzde bu günü hamasetle kutlamak kalıyor...

Osman AYDOĞAN

İlgili arkadaşlarım için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında Bursa’da,1923 yılında Kütahya’da öğretmenlere ve 1924 yılında Ankara’da Mualimler Birliği Kongresi üyelerine yaptığı konuşmalarının tam metnini veriyorum:

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere yaptığı konuşma

İstanbul’dan geliyorsunuz. Hoş geldiniz. İstanbul’un feyz meşalelerinin temsilcileri olan yüce topluluğunuz karşısında duyduğum sevinç sonsuzdur. Yüreklerinizdeki duyguları, kafalarınızdaki düşünceleri doğrudan doğruya gözlerinizde ve alınlarınızda okumak, benim için olağanüstü bir mutluluktur. Bu anda karşınızdaki en içten duygumu, izninizle söyleyeyim: İsterdim ki çocuk olayı, genç olayı, sizin ışık saçan sınıflarınızda bulunayım. Sizden feyz alayım. Siz bani yetiştiresiniz. O zaman ulusum için daha yararlı olurdum. Ne yazık ki elde edilemeyecek bir istek karşısında bulunuyoruz. Bunun yerine sizden başka bir istekte bulunacağım: Bu günün çocuklarını yetiştiriniz. Onları yurda, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden istiyor ve diliyorum.

Muallime Hanımlar, Muallim Beyler,

Yurdu ve ulusu kurtarmak isteyenler için yurtseverlik, iyi niyet, özveri çok gerekli niteliklerdir. Nedir ki bir toplumdaki hastalığı görmek, onu iyileştirmek, toplumu çağımızın isteklerine uygun olarak yükseltmek için bu nitelikler yetmez bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir. Bilim ve teknikle ilgili çalışmalar başladığı ve geliştirildiği yerse, okuldur. Bunu için okul gereklidir. Okul adını, hep birlikte, büyük saygı ile analım… (dinleyiciler, bir ağızdan “okul! diye bağırdılar).

Okul, genç beyinlere, insanlığa saygıyı, ulus ve yurt sevgisini, bağımsızlık onurunu öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düşünce, onu kurtarmak için tutulması uygun olan en doğru yolu belletir. Yurt ve ulusu kurtarmaya çalışanların ayrıca, işlerinde birer namuslu uzman ve birer çalışkan bilgin olmaları gereklidir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu yolla, girişilecek her türlü işin usa uygun sonuçlara ulaştırılması gerçekleşmiş olur.

Bayanlar, Baylar!

Yudumuz içinde uygarlıkla ilgili düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, bir an bile yitirilmeden, yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun içindir ki bilimle, teknikle uğraşanların bu alanlarda çalışmayı, birer namus borcu bilmeleri gerekir.

Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, yazarlarımız, durup dinlenmeden, ulusa bu acı günleri ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak yazacaklar, anlatacaklar, bu kara günlerin dönmemesi için, yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır.

Bayanlar, Baylar! Acı da olsa söyleyelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine değin, bir “Topluluk ” olarak yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya, bizi, yöneticilerimize göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır, tam bir ulus olarak yaşıyoruz. Bunu elle tutulur, gözle görülür kanıtı, hükümetimizin biçimi, hükümetimizin niteliğidir ki kanun onu Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı. Bütün dünya, bir an bile şüphe etmesin ki, Türkiye Devleti’nin biricik ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Bayağı çıkarlarını ve kendi güvenliklerini sağlamak için, ulus ve yurdun bağımsızlığını düşmanların eline bırakmakta bir sakınca görmeyen, bağımsızlığımıza son veren koşullara kapsayan Sevr Antlaşması’nı onayan yöneticilerin, sultanların, padişahların öykülerini, bu zorbaların yasa dışı davranışlarını Türk ulusu, artık, ancak ve yalnız tarihte okur.

Bayanlar, Baylar!

Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız. Son bir söz: Sizin, seçkin bir topluluk olarak Bursa’ya gelmeniz, yalnız Bursa’yı değil, bütün Anadolu’daki kardeşlerinizi sevindirdi. İstanbul’dan getirdiğiniz selamları, bütün ulusa duyuracağız. Ben de sizden rica edeceğim ki, oradaki kardeşlerimize selamlarımızı iletiniz. İstanbul’un alın yazısı, İstanbul’da yaşayan gerçek Türklerin gönüllerinde ve duygularında yaşattıkları dileğe uygun olarak çizilecektir.

Bursa, 27 Ekim 1922

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında Kütahya Lisesi’nde öğretmenlere yaptığı konuşma

Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.

Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.

Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.

Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.

Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.

Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.

Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.

Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.

Kütahya Lisesi, 24 Mart 1923

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında Muallimler Birliği Kongresi üyelerine yaptığı konuşma

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında Mualimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde yaptığı konuşma:

Saygıdeğer Efendiler!
Öncelikle bu toplantıyı düzenleyen Vasıf Beyefendi’ye huzurunuzda birkaç söz söylemek fırsatını verdiklerinden dolayı özellikle teşekkür ederim.

Hanımlar, Beyler!
Seçkin meclisinizin içinde bulunmaktan dolayı sevinçliyim. Türkiye Mualimler Birliği’nin Ankara’da kararlaştırıldığı ilk kongresini çok büyük mutlulukla karşıladım. Memleketimiz ve cumhuriyetimiz için, sizler gibi kıymetli öğretmen hanım ve beylerinin burada toplanması çok verimli sonuçların ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Hanımlar, Beyler!
Türkiye Muallimler Birliği’nin bütün memlekette şekillenmesini, Konya’yı olduğu gibi Van’ı ve Hakkari’yi de teşkîlâtı içine almasını ve her köyde üyeye sahip olmasını derin bir ilgi ile bekleyeceğim.

Öğretmenler!
Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.

Ben millî öğretim ve millî eğitimimiz hakkındaki görüşlerimi çeşitli zamanlarda ve çeşitli nedenlerle söyledim. Fakat bu görüşlerimi birkaç kelimede toplayarak tekrar etmeyi faydasız görmüyorum.

Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Millî ahlâkımız, uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle arttırılmalıdır. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlâk, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.

Efendiler! Bu görüşümde sizin tamamen benimle beraber olduğunuza şüphe etmiyorum. Genel öğrenim ve eğitim programımız da bu temelleri içine alır. Fakat biliyorsunuz ki, görüşlerin, programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte verim ve eser verebilmesi, onların becerikli, anlayışlı ve özverili öğretmenlerimiz tarafından okullarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulamasına bağlıdır. İşte özellikle sizden rica edeceğim konu budur. Sizin başarınız, cumhuriyetin başarısı olacaktır.

Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idariî inkılâplar sizin, saygıdeğer öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Hâkimiyet-i Milliye: 26.08.1924


Aptallığın Temel Yasaları

22 Kasım 2020


Carlo Maria Cipolla, (1922 -2000) İtalyan akademisyen ve ekonomi tarihçisidir. Ortaçağ ekonomi tarihi üzerinde uzmanlığı ile bilinir… Kaliforniya Üniversitesi’nde profesör unvanı ile ders verdi. ‘’Cipolla’’ İtalyanca ‘’Soğan’’ demekti…

Cipolla’nın kitapları

Cipolla’nın ülkemizde de yayınlanmış çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplar "Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi" (Ötüken Neşriyat, 2015), ‘’Zaman Makinesi Saat ve Toplum 1300-1700’’ (Kitap Yayınevi, 2002), ‘’Fatihler, Korsanlar, Tüccarlar’’ (Tarih Vakfı Yayınları, 2003), ‘’Silahlar ve Avrupa Sömürgeciliği’’ (Yöneliş Yayınları, 2014), ‘’Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet (Bağlam Yayıncılık, 1993), ‘’Yelken ve Top (Kitap Yayınevi, 2003) ve ‘’Neşeli Öyküler (Tarih Vakfı Yayınları, 2008)

Bir de Cipolla’nın ülkemizde yayınlanmayan, ekonomi tarihi üzerine mizahi bir dil kullanarak yazdığı denemeleri olan ‘’Allegro ma non troppo"  (Il Mulino, 2015)  adlı kitabı da var. (Haldun Taner’in aynı adlı Almanca yazılmış bir kitabı da var: ‘’Allegro ma non troppo", Sardes Verlag, 2007)

Neşeli Öyküler

Bu kitaplardan ‘‘Neşeli Öyküler‘‘ kitabında yazar, tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Örneğin; karabiber, nasıl oldu da Haçlı Seferleri'ne yol açtı? Osmanlı hanımları arasında gümüş Fransız paralarından yapılma kolye ve küpeler moda olunca Osmanlı ekonomisi nasıl krize girdi? William İngiltere'yi işgale giderken neden yanında bol bol şarap götürdü? Vikingler neden güneye akın yaptılar. İşte bu şekilde İtalyan iktisat tarihçisi Carlo M. Cipolla, kitabında üç olağandışı öyküde, kendi üslubuyla, 14. ve 18. yüzyıllarda geçen neşeli, tuhaf ama tamamen gerçek öyküleri anlatıyor.

Yazar, girişte anlattığım gibi; kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Ona göre tarih; büyük çapta aptalların yönlendirdiği komik olaylar ile gelişiyor. Dünyada insan var olalı beri aptallık da var, hatta kitabın yazarı ünlü tarihçiye göre yasaları bile var! Carlo M. Cipolla kitabın sonunda yer alan makalesinde ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı irdeliyor. (Sayfa: 72-87) Yazar bu yasaları "nükteli bir buluş" olarak niteliyor. ‘’Aptallığın Temel Yasaları’’ bölümü yazarın ‘’Allegro ma non troppo"  isimli kitabında da yer alıyor.

Cipolla, kitabında ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümüne şu girişle başlar: ‘’İnsanların işleri, genel kanıya göre, acınacak bir durumda. Zaten bu da bir yenilik değil. Ne kadar gerilere dönüp baksak da bu işler hep acınacak haldeydi. İster birey olarak, isterse örgütlü bir toplumun üyeleri olarak, insanların katlanmak zorunda kaldıkları sıkıntı ve sefalet, özünde, ta başlangıcından beri hayatın hiç olmayacak -hatta aptalca diyeceğim- biçimde düzenlenişinin sonucudur.’’

Ve devam eder Cipolla sözüne; ‘’Darwin'den beri kökenimizi hayvanlar âleminin öbür türleriyle paylaştığımızı biliyoruz. Solucandan file kadar, bütün türlerin günlük felaket, korku, yoksunluk, acı ve talihsizlik dozlarına katlanmak zorunda oldukları da biliniyor. Bununla birlikte, insanların, aynı insan türünden gelen bir insan grubunun neden olduğu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıkları vardır.’’

Cipolla işte insanların, insan grubunun neden olduğu bu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıklarını ‘’Aptallık’’ olarak tanımlıyor.

Cipolla’ya göre, tarih bazı insanların belirli eylemleri sonucunda diğer insanları etkilemesi ile şekilleniyor. İnsanlar kendilerine ‘‘fayda‘‘ sağlamak amacı ile eyleme giriyorlar ve ister istemez başka insanlara da eylemleri sonucunda zarar veriyor veya onlara da fayda sağlıyorlar.

Cipolla’ya göre insanlar dörde ayrılıyor

Cipolla, kitabında insanları dörde ayırıyor: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar. Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler, yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyor. 

Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişidir. Cipolla'ya göre dünyaya zekilerden çok aptallar yön veriyor.

Aptallığın temel yasaları

Cipolla’ya göre aptallığın temel yasaları ise şöyle:

1. Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal vardır.

Bu yasa, nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmayı engelliyor. Çünkü yasanın da belirttiği gibi, her tahmin gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak bir çıkarsamayla, tarih boyunca ve çeşitli grup, sınıf ve katmanlar içinde nerdeyse sabit bir oranda aptal bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu oranı "S" (sigma) simgesiyle belirteceğiz.

2. Belirli bir insanın aptal olma olasılığı, ayni kişinin herhangi bir başka karakter özelliğinden bağımsızdır.

Aptallığın "ilahiliğine" ilişkin olağanüstü bir gerçek var: Tabiat, her zaman ve her yerde "S" oranına eşit aptal bulunmasını sağlar. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını yaşayıncaya kadar fark etmenizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye giderseniz gidin, sonuçta etrafınızda her zaman aynı oranda -ve birinci temel yasa gereği, en kötümser tahminlerinizin de üstünde- aptal olacağını varsaymanız yararınızadır.

3. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.

Geleneksel toplumların kati ve değişmez hiyerarşisi içinde aptal olduğu halde iktidar sahibi olanları bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilir. Peki neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? Bu noktada, genel seçimlerin, iktidar sahipleri arasında da "S" sabit oranında aptal olmasını güvence altına almanın en etkili aracı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Birinci temel yasaya göre, seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal vardır. Birinci ve ikinci temel yasanın bileşimi ise, adaylar arasında, yine, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal olduğunu, üstelik de bunları, kendilerini eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmenizin olanaksız olduğunu ortaya koyar. Seçmenler arasındaki "S" oranındaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, ‘’Temel Tanımlar’'ın bir gereğidir.

4. Aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde, nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.

5. Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için su sonuçları doğurur: İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır, şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, Çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.

6. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümserler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini kaçınılmaz olarak, pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.

7. Aptal insan, var olan en tehlikeli insan türüdür. Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, Çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkalarına zarar verirler. Yani aptallar isin içine girince tüm toplum yoksullaşır.

8. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı ve/veya olanağı tanınmıştır.

Normalde, geri bir toplumda da, ileri bir toplumda da ayni "S" oranında aptal olması gerekir. İki toplum arasındaki temel fark, aptallara verilen bu etkin konumdan ileri gelir. Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, ''Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar'' ile ''Aptallığa Eğilimli Saflar''ın oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı "S"nin yıkıcı gücünü aşan güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenir.

Haydutlar

Cipolla kendilerine fayda sağlamak için başkalarına zarar verenleri haydut olarak niteliyor, ancak onları da ikiye ayırıyor: Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenler aptal-haydutlar oluyorlar. Kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenler ise zeki-haydutlar oluyorlar. Yine yazara göre siyasiler her ülkede aptal-haydutların arasından çıkıyor.

Cipolla'ya göre demokrasi ise her ülkede eşit oranda bulunan ve ne zaman ne yapacakları belli olmayan aptalların inatla ve sürekli olarak aptal-haydutları iktidara getirmesi olarak tecelli ediyor.

Aslında Cipolla’nın kitabı (Neşeli Öyküler) sıradan bir kitap. Ancak bu kitabı sıra dışı yapan da kitabının sonunda yer alan ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümü… Bu bölümü de ilginç kılan ise yaşadıklarımız…

Romalı şair Horatius ‘‘İnsanın gerçeğe gülmesini kim yasaklayabilir?‘‘ derdi. Ama Cipolla’nın ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı okuyup da günümüzle de ilişkilendirilince de yaşadığımız gerçeğe Horatius’tan farklı olarak ancak acı acı gülüyoruz…

Osman AYDOĞAN




Hafta sonu hikâyeleri (1)

20 Kasım 2020

Bugünü hafta sonu okumak üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…

Bin aynalı tapınağın yavru aslanları

Hindistan’da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış ‘'bin aynalı tapınak'’ adıyla anılan çok görkemli bir mabet varmış. 


Günlerden bir gün, bir aslan yavrusu dağa tırmanmış, merdivenlerden çıkarak bin aynalı tapınağa girmiş. Tapınağın bin aynalı salonuna geçtiğinde karşısında bin tane aslan yavrusu görmüş. Korkarak tüylerini kabartmış... Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış... Korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini göstermiş. Ve bin aslan yavrusu da tüylerini dikmişler... Kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkartıp dişlerini göstermişler. Aslan yavrusu paniğe kapılarak tapınaktan kaçmış. Ve o andan başlayarak, bütün dünyanın tehlikeli, korkunç aslanlarla dolu olduğuna inanmış.

Bir süre sonra bir başka aslan yavrusu gelip dağa tırmanmış. O da merdivenleri çıkıp bin aynalı tapınağa girmiş. Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane aslan yavrusuyla karşılaşmış. Sevinçle kuyruğunu sallamış... Neşeyle oradan oraya zıplamış... Aslan yavrularını birlikte oynamaya çağırmış... Bu aslan yavrusu tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen aslanlarla dolu olduğuna inanıyormuş....

Hayat bir ayna gibidir… Nasıl bir görüntü verirseniz onu görürsünüz!... Bilenler bilir, bu söz (Hayat bir ayna gibidir) benim hayat düsturumdur…

Şekerler

Hindistan’daki maymun avcılarının maymunları yakalamak için çok kolay bir yönteme sahip oldukları söylenir.


Bir Hindistan cevizinin içi oyulup, oraya şekerler yerleştirilir. Oyuk, bir maymunun boş ellerini içinde kıstırmaya yetecek kadar geniş; ama bir avuç şekerle eli dışarı çıkaracak kadar geniş değildir. Hindistan cevizi kolayca çıkmayacak şekilde yarısına kadar yere gömülür.

Bir maymunun gelip Hindistan cevizini keşfetmesi an meselesidir. Ödülünü almak için elini Hindistan cevizinin içine soktuğu anda, avucundaki şekerle birlikte yakalandığını anlar. Maymunun iki seçeneği vardır. Ya şekerlere asılıp yakalanacak, ya da şekerleri bırakıp özgürlüğüne kavuşacak.

Maymun hangisini seçiyor dersiniz? Şekerlere asılıp yakalanmayı! Şekerleri hiçbir zaman yiyemeyecek olmasına rağmen maymun onları bırakmayı reddediyor. Sonuç olarak, hayatını teslim ediyor! Şekerlerin tadının ne kadar güzel olduğu aldatmacası, maymunun mutlak ölümüne neden oluyor.

Dışsal şeylerin bize tatmin getireceği yönündeki sabit aldanmamız, yaşamımızın kalitesini bozmakta, hayatı neşeli bir şekilde yaşama şansımızı öldürmektedir.

Gerçekten yaşanmaya değer, pek çok enfes anla dolu bir hayatı yaşamamıza engel olan hangi şekerleri sımsıkı kavrıyoruz hiç düşünüyor muyuz?

Gerçek üstünlük

Bir çocuk, ünlü bir Uzakdoğu sporları ustasıyla çalışmak için Japonya’nın bir ucundan diğerine seyahat etmiş. Usta ona ne istediğini sormuş. Delikanlı ona, ülkedeki en iyi Uzakdoğu sporcusu olmak istediğini söylemiş ve bunun için ne kadar süre eğitim görmesi gerektiğini sormuş. Usta ‘'En az on yıl’' demiş.


Delikanlı ‘'tüm öğrencilerinizin hepsinden iki kat daha fazla çalışsam?’' diye sormuş. ‘'Yirmi yıl'’ demiş usta. '‘Yirmi yıl mı? Tüm çabamla gece gündüz çalışsam?’' diye sormuş delikanlı.  Usta ‘'Otuz yıl’' diye cevap vermiş.

Delikanlının kafası iyice karışmış. Ustaya '‘Nasıl oluyor da, daha çok çalışacağımı söylediğim her sefer, sürenin daha uzun olacağını söylüyorsunuz?’' diye sormuş.

‘'Cevap açık'‘ demiş usta; '‘Bir gözünü varış noktasına diktiğinde, yolu bulman için geriye sadece bir göz kalıyor.'’

Müthiş bir hikâye değil mi?

Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, nasıl düşünerek ve derinlemesine bakabiliriz? Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, yaşamda güzel olan her şeyi kucaklamayı nasıl öğreniriz? Cevap basit: Öğrenemeyiz…

Huzur

Bir gün bilge bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder… Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Sanatçılar günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar… Sonunda, eserlerini saraya teslim ederler… Tablolara bakan kral sadece ikisinden gerçekten çok hoşlanır…  Ama birinciyi seçmek için karar vermesi gerekiyordur.

Resimlerden birisinde, sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların huzurlu görüntüsünü yansıtmaktadır… Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süsler… Resme kim baktıysa, onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünür…

Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli gökyüzünden yağmur boşalır ve şimşekler çakar… Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldar… Kısacası, resim hiç de huzur dolu görünmez….

Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki bir çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür… Çalılığın üzerinde ise anne bir kuşun ördüğü bir kuş yuvası görünür… Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyor... Harika bir huzur ve sükûn içinde…

Peki, ödülü kim kazandı dersiniz?

Kral ikinci resmi seçer… "Çünkü" der Kral "huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğinizin sükûn bula bilmesidir. Huzurun gerçek anlamı budur."

Sahi siz huzur mu arıyordunuz?

İki keşiş, bir kadın ve kıssadan hisse

İki keşiş yolda giderken, bir su birikintisinden karşıya geçmek için bekleyen genç bir kadın görürler. Keşişlerden biri, diğerini çok kızdırarak genç kadını kucaklayıp suyun öteki yanına geçirir…


Arkadaşının davranışına çok şaşırmış olan keşiş yaklaşık bir kilometre sonra yorum yapar: ‘’Biz keşişiz, bırak bir kadını taşıyıp karşıya geçirmek, kadınlara bakmamız bile yasak. Nasıl böyle bir şey yapabildin?’’

Diğer keşiş cevap verir: ‘‘Ben o genç kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen neden hala taşıyorsun?’’

Kıssadan hisse:

Sorunlarımızın, üzüntülerimizin ve hayal kırıklıklarımızın geçmişte kalmasına izin vermezsek bunlar omuzlarımızda bir yük haline gelir. Ağırlıkları, bizi gülmekten alıkoyar. Eğer keyifli bir yaşam istiyorsak, içinde bulunduğumuz koşullarla uğraşmalı, geçmişte yaşadıklarımızı kabullenmeyi öğrenmeliyiz. Değişmesini istediğimiz şeylerin üzerinde durmalı ve bunun için çaba sarf etmeliyiz.

Ama bunu yaparken olayların üzerinde çok fazla yoğunlaşıp, tüm gücümüzü bunun için harcamaya kalkarsak, çevremizde olup biten hiçbir şeyi göremez hale geliriz.

Çatlak testi

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine… Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış… Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve... Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış...


İki sene her gün bu şekilde geçmiş…

Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece bir buçuk testi su kalırmış... Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş... Fakat zavallı çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş...

İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama söyle demiş: "Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."

Adam gülümseyerek dönmüş testiye; "Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben  başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum... Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın... İki senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum… Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş…

Her birimizin kendine has kusurları vardır. Hepimiz birer çatlak testiyiz... 
Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükâfatlandıran, renklendiren…

Etrafınızdaki her kişiyi, oldukları gibi kabullenin. Dışlarındaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün...

***

Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim....

Osman AYDOĞAN

Dersu Uzala

21 Kasım 2020

Önce film: Dersu Uzala

‘’Dersu Uzala’’; 1975 yılında çekilen Akira Kurosawa'nın yönettiği Rus- Japon ortak yapımı müthiş diyaloglara sahip mükemmel bir filmdir. Filmin çekimi güç koşullar altında iki yıl sürer. Film 1976 yılında en iyi yabancı film Oscar'ını kazanır. Filmin yönetmeni Kurosawa da bu ödülü iki kez kazanan tek yönetmendir. Film, gayet sakin bir şekilde akan ve çok uzun sürmesine rağmen hiç sıkıntı vermeden izlenebilen bir filmdir..,

Akira Kurosowa

Akira Kurosawa ise sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen bir Japon sanatçıdır. Müzik sanatında Beethoven neyse sinema sanatında da Kurosawa odur. Yönetmenlerin Beethoven’idir Kurosawa…

Akira Kurosawa işsiz kaldığı 1960 ve 1970 yılları arası sonrası intihara teşebbüs eder. Ölümden dönen Kurusawa Rusların teklifi ile Dursu Uzala filmini Ruslarla ortaklaşa çeker.

Akira Kurosawa, Rusların bu teklifini; kendi otobiyografisi olan ve çocukluğunu ve yönetmenlik hikâyesini çeşitli anekdotlarla anlattığı ''Cama no abura'' isimli, ülkemizde de  ‘’Kurbağa Yağı Satıcısı’’ (Agora Kitaplığı, 2006) adıyla yayınlanan kitabında, doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna benzeterek şöyle sorar: ''Japon somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi?''

Maksim Munzuk

Dersu Uzala rolünü hakkını vererek başarıyla canlandıran 1999 yılında hayata gözlerini yuman sanatçı da Maksim Munzuk idi… Rusya Federasyonu bünyesinde Güney Sibirya'da özerk bir Türk cumhuriyeti olan Tuva (Tıva) bölgesinden olan Maxim Munzuk aktörlük dışında yönetmenlik, şarkıcılık, bestecilik ve folklörik müzik derleyiciliği yapan çok yönlü bir sanatçıdır. Sovyetler Birliği'nde ‘'Halk Sanatçısı'’ ve ‘’Tuva Cumhuriyeti Devlet Nişanı’’ ödüllerini kazanır…

Isaac Schwartz

Filmin muazzam film müziğini de 2009 yılında vefat eden Rus besteci Isaac Schwartz yapar. Isaac Schwartz da film boyunca dağların, tepelerin, ağaçların, bozkırın, rüzgârın, tipinin, doğanın melodisini müziğine işler.

Yüzbaşı Vlademir Arseniev

Vladimir Klavdiyeviç Arseniev (1872 - 1930), Rus Uzak Doğusunda görev yapan askerî haritacı bir subaydır. Arseniev, aynı zamanda botanikçi, kâşif ve yazardır… 20’inci yüzyılın başlarında, Yüzbaşı Vlademir Arseniev, Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya Ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir Moğol avcı olan Dersu Uzala ile karşılaşır... Yüzbaşı Arseniev bir süre Dersu Uzala ile beraber çalışırlar… Arseniyev, Dersu Uzla adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir…

Arseniev, işte bu bilge avcı Dersu Uzala ile birlikte Doğu Sibirya’da Ussuri havzasında 1902 ile 1907 yılları arasında yaptığı askerî haritacılık seyahatlerini ‘’Ussuri Diyarında’’ (1921) ve ‘’Dersu Uzala’’ (1923) adlı kitaplarında anlatır… Vlademir Arseniev'in ‘’Dersu Uzala’’ kitabı ülkemizde de aynı adla yayınlanır: ''Dersu Uzala'' (Alter Yayıncılık, 2012) Arseniev’in bugün Vladivostok'ta bulunan aile evi, yazarın adını taşıyan bir müze halindedir.

Arseniev, Dersu Uzala hakkında yazdığı kitapta onun engin doğa bilgisiyle kendisini sıkça şaşırttığını itiraf eder. Aynı şekilde çok iyi bir iz sürücü olan Dersu Uzala, izin hangi canlıya ait olduğunu bilmekle kalmaz aynı zamanda izi bırakan canlının yaşını, cinsiyetini, herhangi bir rahatsızlığı olup olmadığını, izi bıraktığı zaman dilimini, bir olay yaşadıysa olayın niteliğini yine o izden yola çıkarak anlar. Arseniev, Dersu Uzala'nın izlerde gördüğünden çok daha azını kelimelere döküp kendisine aktardığını ve aktarmadığı çok daha fazla şeyi bildiğini düşünür. 

Dersu Uzala filmi neyi anlatır?

Dersu Uzala filmi ise işte bu Rus Haritacı Yüzbaşı Vlademir Arseniev’in 1923 yılında yayınladığı ‘’Dersu Uzala’’ isimli kitabındaki anılarından yola çıkarak çekilir.

İşte bu yaşlı avcıyla bu yüzbaşının yaşadıklarıdır Dersu Uzala... Soğuk kış şartlarında yaşanan ölüm kalım mücadelesi içindeki onurlu bir hikâyedir Dersu Uzala...

Doğru olanın doğa ile savaşmak, doğayı kendimize uyarmak değil, doğa ile birlikte yaşamak olduğu mesajını verir Dersu Uzala… Bizim bu Dünyaya ait olduğumuzu ama bu dünyanın bize ait olmadığını anlatır Dersu Uzala…

Şehir denilen dev hapishanelerde ve ev denilen ‘’kutularda’’ tüm özgürlüklerden ve insanın tabiatından tamamen uzak bir nasıl yaşadığımızı bize anlatır, yüzümüze çarpar Dersu Uzala…

Vahşi kapitalizmin canavar kollarında tüketim girdabına kapılarak ‘’tüketici’’ adıyla nesne olarak yok olan insanın yok olmadan önceki doğallığını anlatır Dersu Uzala…


Dersu Uzala fakirdir. Geçimini avcılıkla sağlamaktadır. Dersu bir avcıdır ama aynı zamanda doğanın zor şartlarıyla mücadele edip, geçimini de doğadan sağlamasına rağmen, ona zarar vermekten kaçınan bir avcıdır Dersu Uzala...

Modernitenin antitezidir Dersu Uzala…

Filmden sahneler

İlk karşılaştıklarında Rus asker sorar Dersu Uzala'ya: ''Kimsin sen?'' Ve sorusuna devam eder asker: ''Çinli mi? bir Koreli mi?'' Dersu Uzala cevap verir: ''Hayır, ben bir gezginim!'' Kim olduğuna hayatta verilecek en güzel cevaplardan birisini verir Dersu Uzala. 

Bir gün bir barakaya rastlar Dersu Uzala. Bir süre barakanın içinde ve dışında dolaştıktan sonra eskiyen yerleri onarır ve Yüzbaşı'dan da bir miktar yiyecek ister. Yiyeceği ne yapacağını soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, onlar ayrıldıktan sonra barakaya gelecek olanları düşünerek yiyecek bırakmak istediğini söyler. Gelecek olan insanları görmeden, tanımadan, kim olduklarını bile bilmeden böylesi bir şeyi düşünen sanki eski bir Anadolu bilgesidir Dersu Uzala....

Birgün ormanda bir kaplan kafileyi takip eder. Kaplanın vurulma riski vardır. Dersu kaplanla konuşur, kaplana vurulmasın diye kaçması için yalvarır, bağırarak söyler kaplana; ''Neden bizi takip ediyorsun? Bizim seninle işimiz yok bu tayga hepimize yetmez mi? Ormanda yeterince yer yok mu?"

Dersu ormanda hiç suçu olmayan kaplanı yanlışlıkla öldürdüğü için doğa ananın adaletinde kendisinin de cezalandırılacağını düşünür. Vicdan azabının hükmünü doğa anaya bırakır. Bu nedenle kendini her gün bir parça daha yer, bitirir.

Dersu Uzala, bakışlarını gökyüzüne kaldırır, sonra etrafına bakınır. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Toprak, dağlar, ormanlar - hepsi insanın aynısıdır. Terliyorlar,” diye cevap verir. Sonra elini kulağına götürerek, “Dinle,” der… “Nefes alıp veriyorlar. İnsanlar gibi.”


Bir gün Yüzbaşı'yla beraber tabiatın vahşi pençeleri arasında kalakalınca bir an bile bocalamaz ve hayata sımsıkı sarılır Dersu Uzala. Kendisi ayakta kaldığı gibi Yüzbaşı'sını da ölümden kurtarır... Dersu Uzala'ya bir hayat borçlu olan Yüzbaşı, minnetle teşekküre hazırlanırken Dersu Uzala son derece aldırışsız, şöyle der: ''Beraber geldik, beraber çalıştık, teşekkür gereksiz."

Yüzbaşı, görevi bitip dağlardan ayrılırken Dersu Uzala'ya onu da şehre götürmek istediğini söyler. Yüzbaşı gerçekten bu yaşlı adamı sevmiştir. Yarım ağızla yapılan tekliflerden değildir yaptığı... Şehri düşünürken Dersu'nun yüzünün aldığı imrenme hali görülmeye değerdir. Fakat o, dağlarda kalmayı seçecektir. Kendisine para vermeyi teklif eden Yüzbaşı'ya teşekkürlerini bildirirken "alınteri" ile kazanmanın her şeyden daha yüce olduğunu söylemez ama hal ve hareketleri bunu bağırmaktadır… Avlayacağı somonları satarak kazanacağı paraların kendisine yeteceğini düşünmektedir çünkü o. Dersu Uzala yüzbaşının bu teklifini nazikçe reddeder: "Hayır yüzbaşı, teşekkür ederim. Vladivostok'a gidemem. Orada ne yapabilirim ki? Avlanamam, samurlara tuzak kuramam. Şehirde yaşarsam hemen ölürüm." 

Beş yıl sonra

Yüzbaşı, beş yıl sonra görev için kendini tekrar dağlarda bulduğunda içinde hep Dersu Uzala'yla karşılaşma ümidi vardır. Rütbesine ve karşısındakinin kim olduğuna bakmaksızın Dersu Uzala'yı arar. Yüzbaşı, Dersu Uzala'yı bulduğunda ona hasretle sarılır.  Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ormanda karşılaştıklarında birbirilerine koşmaları ve sarılmaları esnasında sanki insan annesini, babasını, kardeşini, eşini, çocuğunu bundan daha fazla bir özlemle sarılamayacağı hissine kapılır.

Konuşurlarken Yüzbaşı Dersu Uzala'ya ‘’somon bulup bulamadığını’’ sorar. Ne de olsa aradan epey zaman geçmiştir. Dersu Uzala ise, ‘’çok somon bulduğunu ve iyi para kazandığını’’ söyler. ‘’Peki, paraları ne yaptığını’’ soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, ‘’onları emanet için bir tüccara verdiğini, onun da paraları kaybettiğini’’ anlatır. Bunları anlatırken, hayata boşvermiş bir ruh haliyle, giden paraya yanmanın anlamsızlığını çağrıştıran bir gülümseme de fırlatır havaya. Kafaya takmadığı bellidir, sonra da bunun lafını hiç etmez. Üzüntüsüne dair hiçbir emare göstermez.

Dersu Uzala’nın Rus Yüzbaşı bağırarak arayışı vardı vadilerde ve dağlarda yankılanan : ''Kapitaaan, Kapitaaaaaaaaaaaaaaan!'' Sanırsınız ki Ferhat Şirin’ine, Kerem Aslı’sına, Mecnun Leyla’sına böylesine bir özlemle bağırmamıştır.

Kar fırtınasındaki ot toplama sahnesi vardı Dersu Uzala'nın... Yüzbaşının Rus aksanıyla çaresizce "Dersu" demesi da ayrı bir hoş duygudur...

Dersu Uzala ateş başında bir şarkı söyler… O şarkıda Dersu Uzala sanki tüm bir hayatı anlatır.

Filmdeki müthiş diyaloglardan sadece bir tanesiydi: Yüzbaşı sorar Dersu Uzala'ya: ''Bir şey mi arıyorsun?'' Yüzbaşı: ''Evet, bir mezarı.'' Dersu Uzala cevap verir: ''Burada henüz kimsenin ölmeye vakti olmadı...''

Yüzbaşı Vlademir Arseniev’in evinde

Viladimir Arseniev'in Dersu Uzala hakkında kaleme aldığı kitapla anlattığına göre Arseniev ile Dersu Uzala 1902'den 1907'e kadar Ussuri ormanlarında kilometrelerce yol alırlar. Bu geziler her ikisini de çok iyi ve yakın dostlar haline getirir. Keşif gezilerinin bittiği 1907'de Arseniev gözleri artık eskisi kadar iyi görmeyen ve bu haliyle avcılık yaparak hayatta kalması neredeyse imkânsız hale gelen Dersu'yu Kabarovsk'daki evinde birlikte yaşamaya davet eder.

Dersu Uzala Yüzbaşı'nın teklifini bu sefer kabul eder. Arseniev'in evine şehre gelmiştir Dersu Uzala. Bir süre evde Arseniev'in misafiridir.

Bir gün eve sucu gelir. Dersu suya para ödeyen Arseniev'in karısına "Niye suya para ödüyorsunuz? Su çok var; nehirlerde, göllerde, yağmur yağdığında. Bu adam bir hırsız!" deyip sucuya saldırır... 

Arseniev'in evi içinde bir masaya çarpar Dersu Uzala... Ve masadan özür diler Dersu Uzala... Çünkü ormanda bir ot çiğnese ondan özür dileyecek yapıdadır Dersu Uzala... Dersu Uzala için bir ağacın, bir odunun, bir karıncanın, bir yaprağın bir insandan hiç farkı yoktur...

Dersu Uzala bir gün Yüzbaşı'ya bu kibrit kutusu gibi evlerde nasıl yaşayabildiklerini sorar... O kış şartlarında evin bahçesine çadırını kurar ve bir süre orada yaşar Dersu Uzala...

Dersu Uzala, Yüzbaşı Arseniev'e minnettar olmakla birlikte dört duvar arasında ikamete ve şehrin boğucu ortamına daha fazla tahammül edemeyerek ayrılmak ister: ‘’Yüzbaşı! Lütfen bırak dağlara gideyim. Şehirde yaşayamam. Odun para, su para, ağaç kesince insanlar kızıyor.’’

Arseniev, Dersu Uzala'nın gitme isteğini üzüntüyle karşılar ancak ona engel olamayacağını anladığında orman koşullarında iyi bir tüfeğin kıymetini bildiğinden kendi tüfeğini hediye ederek onu yolcu eder.

Shakespeare'vari bir son

Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşurdu. Kurosawa da kaderin kahpe cilvesini Shakespeare'vari bir ustalıkla sona saklar:


1908 baharında dostu "kapitan"a veda eden Dersu Uzala, Primorsky Krai'de Amur bölgesine, kendi anayurdu olan Ussuri Nehri'nin kaynağına doğru yayan yola koyulur. Ancak Kabarovsk yakınlarındaki Korfovski istasyonunun yakınlarında elindeki kaliteli tüfeğini almak isteyen bir hırsız tarafından katledilir. Arseniev'in ifadesine göre öldürüldüğü tarih 13 Mart 1908'dir.

Filmin final sahnesinde, Yüzbaşı'nın o boynu bükük, o kolu kanadı kırık halini hatırladıkça hala sızım sızım sızlar içim...

Günümüzde Dersu'nun öldürüldüğü yerden çok uzak olmayan bir yerde, Korfovski köyünde onun hatırasına granit bir kaya yerleştirilmiştir. Bu kayanın etrafında da öğrenciler tarafından dikilen çam ağaçları bulunmaktadır.

Dersu Uzala’ya dair son birkaç söz

Filmi orijinal diliyle izlerseniz Dersu Uzala'nın konuştuğu Moğol dili içinde birçok kelimenin Türkçe olduğunu görürsünüz…

Ve görürsünüz ki sanki eski bir Anadolu bilgesiydi Dersu Uzala...

Ve filmi izledikten sonra görürsünüz ki günümüzde kirlenen sadece hava, toprak ve su değildi: İnsanın ruhu kirlenmişti günümüzde, insanın ruhu! Günümüzde kirlenen insanın ruhu idi hiçbir deterjanın temizleyemediği...

Ve insan ruhunun kirlenmeden önceki haliydi Dersu Uzala...

Ve filmin benim için çok daha fazla bir anlamı var: Sanki Yüzbaşı Arseniev bendim, Dersu Uzala da Şehriyar... Nasıl anlatsam bilmem ki, bir başka nasıl örtüşürdü Dersu Uzala'ya Şehriyar? Yüzbaşı Arseniev için Mançurya Ormanlarındaki Dersu Uzala neyse, benim için de Kâbil'de, Celâlâbâd'da, Hindikuş Dağlarında oydu Şehriyar... Filmde Dersu Uzala doğa hakkında Yzb. Arseniev’e öğretmenlik yapıyordu. Şehriyar ise oralarda bana hayat hakkında öğretmenlik yapmıştı. Sitem ''Şehriyar''da sağ üstte yer alan ''Şehriyar'a dair'' bölümünde bol miktarda Şehriyar ile geçen günlerimin hatıraları var... Bunları toparlayıp da ileride Yüzbaşı Arseniev gibi yazar mıyım, bilmem?...

Hani yarın da Pazar ya... Hani sokağa çıkmak için Korona kısıtlamaları da var ya… Hani hava da ülke gibi, ülkenin, dünyanın gündemi gibi kapalı, kasvetli, karanlık ve boğucu ya... İşte böyle bir zamanda içinizin, ruhunuzun, gönlünüzün açılması için gün boyu evde kalıp izlenebilecek bir filmdir Dersu Uzala!

Sizlere güzel mi güzel, sıcak, sımsıcak bir Pazar günü dilerim…

Osman AYDOĞAN

Filmde orjinal fotoğrafları da gösterilirdi Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ara ara siyah beyaz olarak:

  

 




Kıvır! Kıvır! Kıvır!

19 Kasım 2020

Yazmayayım diyorum olmuyor.... Ne ilke kalmış, ne karakter... Machiavelli'nin kemikleri sızlıyordur, adam ''ben bu kadar da dememiştim'' diye... Nasıl da kıvır kıvır kıvırıyorlar.... Köçekler halt etmiş bunların yanında.... Bugün 18 Kasım 2020, gece bir TV programında adamın birisi bir kıvırıyor, bir kıvırıyor, dedim ya köçekler halt etmişler bunun yanında... Sanki gazete arşivlerinde kendisini yalanlayan onlarca sözü ben söyledim...

Bunların böyle kıvır kıvır kıvırdıklarını görünce, tutamıyorum kendimi aklıma hep şu fıkra geliyor:

Adamın biri, gece yatakta uyurken, bir sağa dönüyormuş, bir sola… Vücudu, terden sırılsıklam olmuş… Yüzünden de boncuk boncuk ter damlıyor… Belli ki, “kâbus” görüyor…

Adam bu kâbus esnasında arada bir ızıdrap çeker bir halde bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!” Daha sonra rahatlıyor ancak sonra aynı ızıdrap çeker haliyle tekrar bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!”

Bu bağırmalara adamın karısı uyanmış… Dürtmüş kocasını, “Herif, herif uyan!” Uyanmış adam… Sormuş kadın; “Herif, niye bağırıyorsun öyle, ‘kıvır, kıvır’ diye?”

Adam, gözlerini ovuştura ovuştura, şöyle bir doğrulmuş yataktan… Anlamış ki yaşadığı bir rüya, bir kâbus... Önce rahat bir nefes almış, sonra da başlamış anlatmaya:

''Sorma hatun” demiş. ''Rüyamda işten çıkıp eve gelirken, zebellah gibi adamın biri takıldı peşime… Hızlı yürümeye başladım adam yine peşimde... Koşmaya başladım adam yine peşimde... Yol değiştirdim, sokak değiştirdim, ama adamdan yine kurtulamadım. Nereye gittiysem, bir gölge gibi adam takip etti beni… Baktım kurtuluş yok, girdim bir camiye! Adam yine peşimde!.. Çıktım minareye!.. Adam da arkamda!.. Minarenin üçüncü şerefesinde yakaladı beni adam… Yatırdı yere, pantolonumu, donumu çıkarıp parmağını popoma takıp, başladı şerefeden aşağı beni sarkıtmaya!.. Ben de aşağı düşmemek için, başladım bağırmaya; ‘kıvııır, kıvır, kıvır’ diye!.. Adam parmağını kıvrık tutmayıp, bir düzeltse var ya anında düşeceğim aşağıya!.. Adam parmağını düzeltir gibi oluyor, ben de başlıyorum tekrar bağırmaya: 'kıvır, kıvır, kıvır' diye.”

Kıvır, kıvır, kıvırıyorlar işte... Şimdiden başımız döndü vallahi... 

Osman AYDOĞAN

Duvardaki resim

18 Kasım 2020


Bugüne gelmeden –mutat olduğu üzere- kısa bir tarih turu yapalım… İkinci Dünya Savaşına gidelim... Önce Romanya sonra da Türkiye’den iki örnek vermek istiyorum…

II. Dünya Savaşında Romanya’da kahvelerdeki duvar resimleri

Hitler Romanya üzerinden Moskova’ya giderken işgal ettiği bölgelerde kahvelerde duvarlarda Hitler’in fotoğrafı vardır… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve arkasından da Rus askerleri gelirken yine aynı kahvelerdeki duvarlarda da bu sefer Stalin’in fotoğrafı vardır. Burada tuhaf olan bu fotoğrafların arkalı önlü olmalarıdır; bir yüzünde Hitler’in fotoğrafı, diğer yüzünde ise Stalin’in fotoğrafı. Çünkü bazı bölgeler birkaç kez el değiştirirler.

II. Dünya savaşındaki Türkiye’deki resim

Türkiye II. Dünya Savaşına katılmadığı için kahve duvarlarında değişen fotoğraflar yoktur ama ülke siyasetinde değişen fotoğraflar vardır.


Yine Hitler Moskova’ya ilerlerken Türkiye’de ne kadar solcu varsa tutuklanırlar… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve Ruslar karşı taarruza geçmişken de bu sefer de solcular serbest bırakılıp ülkede ne kadar Türkçü, Turancı, milliyetçi varsa onlar tutuklanırlar.

Bu konuyu açayım…

İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği milliyetçi blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsızdır… Her iki taraftan gelen baskılara direnmektedir. Bu günlerde Türkiye’deki Turancılar savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanmaktadırlar… Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek verir…

Almanya'nın o dönemki Ankara büyükelçisi von Papen Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplar ve destek arar… 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşür… Büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamaz… Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemez… Hatta Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı edilir, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanır, hatta bizzat hükümetten destek bulur… Ta ki Ruslar Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlayıncaya kadar...

Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine döner…

1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna yurtsever insanlar tabutluklara tıkılır… Bu çerçevede o dönem Türkçü diye bilinen Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan ve Fethi Tevetoğlu gibi insanlar tutuklanır. Olayı gülünç kılan ise, bu insanlara isnat edilen suçun "Turancılık" olmasıdır.

Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) isimli kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade eder… Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer verir: Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı." Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."

Tarihin hep tekerrürden ibaret olduğunu söyler, yazar ve çizerim ya… Gelelim günümüze, günümüzdeki duvar resimlerine…

ABD’nin Ilımlı İslam Politikası ve Türkiye

2000’li yılların başı, özellikle Bush ve Obama dönemleri ABD’nin ılımlı İslam’la dansı ve bu çerçevede BOP ile geçti… Bu Türkiye’den Mısır’a, Tunus’tan İran’a, AKP’den Mursi’ye, İhvan-ı Müslimin’den Hamas’a kadar tüm bölgede kurum ve kuruluşlarla yaşandı… Bu çerçevede; ABD, ABD'nin kucağına oturmuş sümüklü bir vaiz bozuntusunun çetesi (FETÖ) ve içeride bu çetenin, çete ne istediyse veren iktidardaki işbirlikçileri ve ABD müttefikleri tarafından ülke içinde milli, Cumhuriyetçi, laik ve ulusal karakterde başta TSK ve askerler olmak üzere ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa kumpaslarla tarumar edildi...  Ülke dışında ise BOP eşbaşkanlarının da katkısıyla Irak, Libya ve Suriye yerle bir edildi. Mısır’da yönetim değişti.

Dünyadaki radikal İslam’ın yükselmesi ve dünyadaki ılımlı İslam’ın ABD tarafından kendisine biçilen rolü oynayamaması ile beraber ABD’de rüzgârlar ters yönde esmeye başladı… ABD’de Trump ile beraber ABD’nin baş düşmanı; ılımlısı ılımsızı ayrılmaksızın siyasal İslam’ın ta kendisi oldu. Bu çerçevede ABD ılımlı İslam'la dans döneminde ve özellikle Obama zamanında İran ile uzlaşırken, Trump ile beraber ABD hedefine İran'ı oturttu. 

Nasıl ki ülke içinde FETÖ ile iltisaklı kişi ve kurumlarla (FETÖ’nün ağababaları hariç) amansız bir mücadele edilmiş ise, ABD tarafından da Trump döneminde Ortadoğu’da siyasal İslam’la ve bu bağlamda İhvan, Hamas, El Kaide, El Nusra ve İŞİD ile içli dışlı olan kişi, kurum, kuruluş ve organizasyonlarla amansız bir mücadeleye girişildi.

Ancak Türkiye’de pragmatist ve Makyavelist bir politika izleyen AKP iktidarı ABD’ye ödün vererek, Trump ile uzlaşma yoluna giderek bu dönemi bir şekilde atlattılar.

ABD’de yeni bir dönem ve Başkan Jeo Biden

03 Kasım 2020 Salı günü ABD’de yapılan başkanlık seçimlerini Jeo Biden kazandı. Jeo Biden, Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken başkan yardımcısıydı… Bu nedenle Jeo Biden’in, ABD’nin dünyadaki ve Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını aynen hatta daha da sertleştirerek sürdüreceğini tahmin edilmektedir… Jeo Biden, bütün siyasal hayatı boyunca Yunan ve Ermeni lobilerinin müttefikiydi. Ayrıca Jeo Biden, seçim öncesinde Erdoğan / AKP iktidarını otoriterlikle suçlamış ve demokratik yoldan değiştirilmesi için çalışacağını belirtmişti.

Jeo Biden’in gerek seçim konuşmalarında gerekse de önceki politikalarında bakarak Türkiye hakkında Trump’tan daha farklı bir politika izleyeceği ve Türk-Amerikan ilişkilerinin Biden’ın başkan olması ile farklı bir eksende hareket etmeye başlayacağı tahmin ediliyor…

Bu çerçevede, son yıllarda ABD ile gerilimler yaratan S-400, Suriye, Libya ve Halkbank gibi meseleler konusundaki ABD ile, daha doğrusu Trump ile yapılan pazarlıkların iptal olacağı ve yerine “Biden kararları” geleceği değerlendiriliyor. Ayrıca ABD’de Biden yönetiminin, ABD ve dünyada insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü gibi konulara daha fazla ağırlık vereceği kıymetlendiriliyor…

Jeo Biden başkan seçildikten sonra Türkiye, ABD ve AB ekseninde yaşanan gelişmeler

Her ne kadar ABD’de seçimler 03 Kasım 2020 tarihinde yapılmışsa da seçim sonucunun netlik ve Biden’in seçildiğinin kesinlik kazanması 06 Kasım 2020 tarihinden sonra belli oldu…


Jeo Biden’in başkan seçilmesinden sonra Türkiye’de yaşananlar

Peki, 06 Kasım 2020 tarihinden sonra, yani Joe Biden’in seçildiğinin kesinlik kazanmasından sonra Türkiye’de neler oldu? Kronolojik sıraya göre:

* 06 Kasım 2020: Daha önce Halkbank Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüten Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal görevden alındı.

* 08 Kasım 2020: ABD Başkanı Donald Trump'ın danışmanı ve damadı olan Jared Kushner ile yakın ilişkisi olan ve kendisi de Saray’ın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etti.

* 13 Kasım 2020: Cumhurbaşkanı Erdoğan (AKP Tekirdağ İl Kongresinde): ‘’Ülkemizde ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz.’’ diye konuştu...

* 14 Kasım 2020: Hâkimler Savcılar Kurulu (HSK) iş insanı Osman Kavala hakkında tutuklama kararı veren ve tahliye taleplerini reddeden tüm hâkimlerin listesini istedi.

Jeo Biden’in başkan seçilmesinden sonra ABD kanadında yaşananlar 

* Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter’in verdiği mesajlar

11 Kasım 2020:  “ABD seçimlerinden sonra AB-ABD ilişkileri” konferansına videolu yayın ile katılan Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter konuşmasında Türkiye’ye dönük olarak şu mesajları verdi:

- Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak ya da yaptırımlar yoluyla ekonomisini çökertmek arayışında değiliz...

- Gümrük Birliği müzakerelerin dondurulması ve Türkiye'ye yaptırım uygulanması yönünde çağrıda bulunan Emanuel Macron'un tutumuna katılmıyorum.

- Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye’nin davranışlarını değiştirmesi için baskı yapılabilecek birçok yolu vardır.

-  Türkiye'nin açık pazar ve açık ticaret koşullarına mecbur olması ABD ve AB için önemli bir "başlangıç noktası"dır.

- NATO üye ülkeleri birlikte ve koordineli bir şekilde bir arada durmaları gerekmektedir. Türkiye bizi birlik olmuş bir şekilde gördüğünde davranışlarını tekrar gözden geçirecektir.

* ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Avrupa ve Orta Doğu turu

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 14 Kasım 2020 günü Fransa’dan başladığı ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu 10 gün sürecek Avrupa ve Orta Doğu gezisinin ilginç noktaları şunlardı:

- Pompeo, 16 Kasım 2020 günü Fransa’nın ardından Türkiye’ye geldi. Pompeo Türkiye’den muhatabı olan Türk Dışişleri Bakanı dâhil hiçbir diplomatik kimseyle görüşmeyerek sadece Fener Rum Ortodoks Patriği ile görüşüp Türkiye’den ayrıldı. İsmini açıklamayan Türk yetkililer, "Pompeo, Çavuşoğlu'nun davetini geri çevirdi" açıklamasında bulundular.

- Mike Pompeo’nun, bu Avrupa ve Orta Doğu gezisininde ziyaret edeceği yedi ülke içinde bir tek Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi ile görüşmemiş oldu…

- Pompeo, Fener Rum Ortodoks Patriği ile görüştükten sonra İstanbul’un fethinden 110 yıl sonra Osmanlı’nın duraklama devrine girerken inşa ettiği Rüstem Paşa Cami’sini de ziyaret etti. Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı, Hristiyan tebaadan devşirme bir Osmanlı sadrazamı idi. Ayasofya’nın ibadete açılmasına ABD’den en yüksek sesli tepkiyi veren kişi olan Pompeo’nun, İstanbul’a gelip de Ayasofya yerine Rüstem Paşa Cami’sini ziyaret etmesinin bir politik nedeni olmalıydı.

- Pompeo, gezisine Türkiye’nin ardından Rusya karşıtı Gürcistan’a gitti… Oradan da Pompeo, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan’a gidecek.

- Ayrıca Pompeo, İsrail’de kalacağı iki günde Golan Tepeleri’ne ve Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini ziyaret etmeyi planlıyor. Daha önce ABD’li hiçbir üst düzey yetkili Filistinlilerin tepkisini çekmemek için buralara gitmemişti.

Almanya ve Fransa Dışişleri bakanlarının ortak çağrıları

Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter’in yukarıda bahsettiğim; ''NATO üye ülkeleri birlikte ve koordineli bir şekilde bir arada durmaları gerekmektedir. Türkiye bizi birlik olmuş bir şekilde gördüğünde davranışlarını tekrar gözden geçirecektir'' açıklamasından kısa bir süre sonra, dün, 17 Kasım 2020 tarihinde, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve Fransız mevkidaşı Jean-Yves Le Drian; Fransız Le Monde, Alman Die Welt ve Amerikan Washington Post gazetelerinde yayınlanan ortak bir makale kaleme aldılar… Bu ortak makalede her iki bakan esas olarak ‘’Biden'ın başkanlığı ile transatlantik birliğin güçleneceği’’ mesajını verdiler.

İki bakan makalelerinde Türkiye’ye de yer verdiler. İki bakan makalelerinde Türkiye'nin "öngörülemez bir ülke" olduğunu iddia ederek Biden’e Türkiye'ye karşı ortak hareket edilmesi için çağrıda bulundular.  İki bakan Joe Biden'a seslenerek, "Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de ve başka yerlerde büyük sorunlar oluşturan davranışları karşısında ortak bir çizgi belirlememiz gerekecek" ifadelerini kullandılar… İki bakan makalelerine; "Dün olduğu gibi bugün de ABD ile Avrupa kadar iyi, yakın ve doğal ortaklar mevcut değil’’ sözleriyle son verdiler. (Es gibt keine besseren Partner)


Sonuç

Jeo Biden’in seçilmesinden sonra bu iki haftalık zaman süresince hem Türkiye hem de ABD ve AB tarafından yaşananlar ve açıklamaların şu üç sonucu doğurduğu değerlendirilmektedir:

Birinci sonuç şudur:

Yeni dönemde de, öncesinde de olduğu gibi ABD'nin siyasal İslam ile daha sert mücadele edeceği değerlendirilmektedir. Ancak ABD’nin bu mücadeleyi bizzat kendisinin yürüteceği de düşünülmemelidir. Emperyalizmin mutat davranışı olduğu üzere maşalar kullanılıp, yumurtalar tokuşturulacaktır. Bu mücadelenin de en basit yolunun da bölgede bir Şii - Sünni çatışmasının fitilini ateşlemek olacağı değerlendirilmektedir. Zaten bölgede var olan lokal, küçük çapta ve vekâleten yürütülen Şii - Sünni çatışmasının daha büyük bir çatışmaya, daha net ifadelerle bölgede Suudilerin başını çekeceği bir Sünni ittifakla, İran'ın başını çekeceği bir Şii ittifak arasındaki çatışmaya yönlendirileceği ve evrilebileceği kıymetlendirilmektedir. Libya, Suriye, Doğu Akdeniz, Kafkasya derken böylesi bir kutuplaşmaya Türkiye’nin itilmesi ihtimali mevcuttur. Bu çerçevede Türkiye’nin böylesi bir kutuplaşmaya girmemesi için çok dikkatli olmalıdır...

İkinci sonuç ise;

Türkiye’de Jeo Biden’in seçilmesinden sonra yapılan görevden alma, istifa gibi politik davranışların ve ‘’hukukta yeni bir reform’’, ‘’hukuk devleti’’ gibi söylemlerin Biden yönetimine karşı verilmek istenilen mesajlar, bir ön konumlanma ve bir yeni mevzilenme niteliği taşıdığı, bir başka deyişle ‘’duvardaki resmin’’ değiştirilmeye çalışıldığı izlenimini verdiğidir.

Üçüncü sonuç ise:

Önümüz kış… Havalar usul usul soğumaktadır. Gerek ABD’den ve gerekse de AB’den esen rüzgârlara, verilen demeçlere ve mesajlara baktığımızda da dışarıda ve içeride siyasetin de yavaş yavaş ısındığı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.  ‘’Yazın yenen hurmalar’’ ile ilgili bir deyim vardı ama ben devamını unuttum…

Allah sonumuzu hayreylesin!

Osman AYDOĞAN




Yakınmak!

17 Kasım 2020


Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır... Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî Şirâzî ve Hâfız Şirâzî’yi bütün dünyada tanır…

İran’ın İslamiyet’i kabul etmesinden sonra İran edebiyatının yüzyıllar boyunca Türk edebiyatına büyük etkileri olmuş ve Divan edebiyatımızın başlıca kaynağını teşkil etmiştir.. Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış’’ dizesiyle başlayan ‘’Rindlerin Ölümü’’ isimli şiirinde geçen ‘’Hâfız’’ İranlı şair Hâfız-ı Şirâzî’dir.

Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki… İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün bir hikâye anlatmak istiyorum…

Geçen hafta yazdığım Sabahattin Ali’nin ‘’Melankoli’’ isimli şiirini anlatırken Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde geçen ‘’sebepsiz hüzün hocamdı’’ dizesini kullanmıştım. Bu dizeden de yola çıkarak, ‘’bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim...’’ diye yazmıştım.  

Bu yazım da bana yıllar yıllaaar öncesinden Çetin Altan’ın bir köşe yazısında anlattığı bir İran hikâyesini hatırlattı. Çetin Altan’ın bu yazısını olduğu gibi aktarıyorum:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Gencecik bir veliaht, babası ölünce İran tahtına çıkmış. Ülkesini iyi yönetmek için dünya tarihini öğrenmek istemiş. Ünlü, ünsüz ne kadar bilgin varsa sarayına çağırmış. Demiş ki: ''Bana dünya tarihini yazınız!. Okuyup öğreneyim, ülkemi ona göre doğru dürüst yöneteyim.''  Bilginler: ''Buyruk sizin sultanım'' demişler ve çalışmak için dağılıp gitmişler.

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl... On yıl... Yirmi yıl... Bilginlerden ses seda yok. 

İran Şahı, yeniden haber salmış bilginlere: ''Ne oldu dünya tarihi? Okuyup öğrenecek, ülkeyi ona göre yönetecektik... Tez getirin araştırmalarınızı, incelemelerinizi, çalışmalarınızı, yazdıklarınızı!...''

Bilginler, kırk deve yüklü kitapla yola çıkıp saraya gelmişler: ''Araştırdık, inceledik, çalıştık, yazdık. Buyurun işte kırk deve yükü kitap'', demişler. Şah: ''Benim'' demiş, ''kırk deve yükü kitabı okuyup ülkeyi ona göre yönetmeye zamanım yok. Siz bunu biraz kısaltın da öyle getirin!...''

Ve yine bir yıl geçmiş... Üç yıl... Beş yıl... On yıl..

Şah, merak edip duruyormuş dünya tarihini... Sonunda bilginler, kırk deve yükü kitabı iki deve yüküne indirmişler. Saraya gelip, yıllarca sürmüş olan araştırmalarının, incelemelerinin, çalışmalarının özetini Şah’a sunmuşlar...

Şah: ''Yok'', demiş; ''bunları okumaya da zamanım yetmez. Siz gidin, bunların özetini de çıkarıp öyle gelin!...''

Yine aradan yıllar geçmiş... Şah yaşlanmış. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönetmek zorunda kaldığı için üzgün, bilginlere bir haber daha salmış. ''Ne oldu bizim dünya tarihinin özeti?''

Bu kez bilginler bir eşek yükü kitapla gelmişler. Şah, dökülmüş saçları ve ak sakalıyla kitaplara bakmış: ''Vakit yetmeyecek'', demiş. ''Siz bunun da özetini çıkarıp öyle gelin!''

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl...

Şah, ölüm yatağına düşmüş. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönettiği için kendisini suçluyor, sayıklamalı karabasanlar içinde, "Şu dünya tarihini öğrenemeden şahlık etmenin utancıyla ölüp gideceğim, ne yazık" diyormuş.

Derken efendim... Bilginlerin pir-i fanisi, koltuğunun altında bir kalın kitapla çıkagelmiş. ''Sultanım, dünya tarihini özetleye özetleye bu kitaba indirdik'', demiş.

Ama Şah, son nefesini vermek üzereymiş: ''Onu da okumaya vakit kalmadı'', demiş. ''Hiç değilse bana şu dünya tarihini, sözlü olarak kısaca kulağıma anlatın. Öğrenmeden ölmüş olmayayım.''

Bilginlerin pir-i fanisi, Şah’ın kulağına eğilmiş: ''Dünya tarihinin özeti şudur'' demiş: ''Doğdular, acı çektiler ve öldüler.''

Bu hikaye ince, çekimli ve hatta derin görünüyor... Oysa Şark mazoşizminin tipik bir anlatımıdır. İnsanlar doğarlar, yakındıkları kadar da acı çekmezler. Durgun göllerde taş kaydırdıkları günler olur... Sevdikleriyle ilk kez kavuştukları günler... Diploma aldıkları günler... İş buldukları günler... Tavlada mars yaptıkları günler... Türkü çağırdıkları günler... Askerliği bitirdikleri günler... Dönerli beğendi yedikleri günler... Yeni doğmuş çocuklarının ayaklarını kokladıkları günler...

Yakınmak, Şarkın alışkanlığıdır. Şahların, köle, kul olarak kullandığı insanlar, yakınmayı, bir kader saysınlar diye...

Yaşam, yakınmanın bitmediği yerde bir zebani topuzu; yakınmayı yenmiş olanların da bir gül bahçesidir...

Osman AYDOĞAN


Mümtaz Soysal

17 Kasım 2020


İsmi ile müsemma, mümtaz bir cumhuriyetçi, mütevazı bir devlet adamını ve seçkin siyasetçi ve değerli bir hocayı, hocaların hocasını geçen yıl, 11 Kasım 2019 tarihinde yitirmiştik… Cumhuriyet'in okullarında aldığı eğitimle evrensel değerlere ulaşmayı başarmış bir aydındı… Türkiye’nin Kıbrıs tezlerinde yılmaz savunucusu ve KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın danışmanıydı…

Cumhuriyetin nesli tükenen gerçek entelektüeliydi, akademisyeniydi, yazarıydı, aydınıydı, siyasetçisiydi, haza beyefendisiydi… Kısaca gerçek bir devlet adamıydı… Dünyayı tanıyan, Türkiye’yi seven, ahlaklı, namuslu, ilkeli siyasetçi kuşağının son temsilcilerindendi… Kısaca ‘’Eski Türkiye’’nin ‘’Yeni Türkiye’’ye uymayan bir değeriydi…

‘’Anayasaya Giriş’’, ‘’Anayasanın Püf Noktası’’, ‘’Aklını Kıbrıs’la Bozmak’’, ‘’İdeoloji Öldü mü?’’, ‘’İçgüveysinin Encamı’’, ‘’Öpülesi Gemiler’’, ‘’Balinanın Böcekleri’’, ‘’Güzel Huzursuzluk’’ ve ‘’100 Soruda Anayasanın Anlamı’’ kitaplarının yazarıydı...

Mümtaz Soysal’ın hayatı

Mümtaz Soysal,1929 yılında Zonguldak’ta doğar, Galatasaray Lisesi'ni (1949), ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (SBF) (1953) bitirir. Fark dersi sınavlarını vererek Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de mezun olur. (1954). 1956'da SBF'de asistan olarak çalışmaya başlar… 1958'de siyasal bilimler alanında doktora çalışmasını tamamlar… 1963'te SBF'de doçent, 1969'da ise profesör olur. 1971 yılında aynı fakültenin dekanlığına seçilir. SBF'de Anayasa Hukuku profesörü olarak uzun yıllar ders verir… 1961 Anayasası'nı hazırlayan Kurucu Meclis'te görev yapar…

12 Mart Muhtırasından sonra 18 Mart 1971'de SBF Dekanlığı esnasında, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınıp tutuklanır… 1968'den beri okuttuğu Anayasa'ya Giriş ders kitabında komünizm propagandası yapmakla suçlanır, 6 yıl 8 ay ağır hapis, 2 ay 20 gün Kuşadası'nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkûm edilir. Toplam 14.5 ay Mamak Cezaevi'nde kaldıktan sonra beraat eder.

Hukukçuluğunun yanı sıra Forum, Akis, Yön, Ortam gibi dergilerde, Yeni İstanbul, Cumhuriyet, Ulus, Barış, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yazarlık yapar. 1969-71'de Akdeniz Sosyal Bilim Araştırma Konseyi Başkanlığı, 1974-78 arasında Uluslararası Af Örgütü İkinci Başkanlığı görevlerini yürütür.. 1979'da BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Uluslararası İnsan Hakları Öğretimi Ödülü'nü alır.

15 Temmuz 1983 günü Paris Orly Havaalanı'nın THY bürosu önünde patlayan bir bombanın neden olduğu sekiz kişinin ölümüne ve altmış dolayında kişinin de yaralanmasına yol açan Orly Havalimanı saldırısını gerçekleştirmekten dolayı tutuklanan ASALA mensuplarının yargılandığı davaya Türk mağdurları temsilen müdahil taraf uzman tanık olarak katılır. Bu davada sözde soykırım tezlerini boşa çıkarır ve Ermeni teröristlerin ceza almasını sağlar.

1991 seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) listesinden Ankara'dan kontenjan adayı olur ve TBMM'ye seçilir. TBMM'de Çekiç Güç, OHAL, demokratikleşme, Kıbrıs, özelleştirme gibi konularda hükümet politikalarını eleştiren konuşmalar yapar ve bu konularda Anayasa Mahkemesine davalar açar... SHP'nin hükümet ortaklığı içindeki pasif tutumuna sürekli tepki gösterir… Siyasetteki "vuruşarak çekilme" kavramı kendisine aittir.

Kısa bir süre için Dışişleri Bakanı olarak görev yapar... Ancak bir süre sonra bakanlıktan istifa eder… Aslında emperyalizmin oyuncağı olmayacağı anlaşıldığından siyasetteki önü kesilip istifaya zorlanır…  

1995 genel seçimlerinde DSP’den Zonguldak milletvekili seçilir... Daha sonra Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’le anlaşmazlığa düşerek DSP’den de ayrılır (1998). 2002'de Bağımsız Cumhuriyet Partisi'ni kurar ve bu partinin genel başkanı olur. AB ve İMF ile ilişkilere milli mücadele anlayışıyla yaklaşılması ve Kuvayı Milliye ruhunun yaşatılması bu partinin ilkeleridir…   

Mümtaz Soysal’ın kişiliği

Kısaca her yerde bulabileceğimiz Mümtaz Soysal’ın hayat hikâyesi bu kadar… Şimdi gelelim onun bir başka yerde bulamayacağınız mümtaz kişiliğine:

Askerî darbelerde kendisi çok mağdur olmasına rağmen, ülkesine ve ülkesinin ordusuna asla küsmez… ‘’Yetmez ama evet’’çi liboş demokratların siyasal İslamcıların değirmenine nasıl su taşıdıklarını her fırsatta anlatır…

Gerçek bir ‘’Deniz’’ aşığı idi… Her fırsatta ‘’Denizcilik Bakanlığı’’nın kurulması ihtiyacını dile getirdi. Bu konuda çok da çaba harcadı ama başaramadı… Ülkemiz bakanlıkların sayısı ve niteliği konusunda garip bir ülkedir aslında… Ülkede kültür yok ama Kültür Bakanlığı var… Ülkede tarım ve hayvancılık yok ama Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı var… Ülkenin neredeyse dört tarafı derya deniz ama ülkede bir Denizcilik Bakanlığı yok…

Denizci hikâyelerine, gemilere ve deniz türkülerine vurgundu... Bunu bildiğim için bir dersinden sonra kendisine Karadeniz Deniz Türküleri CD’sini hediye etmiştim… Çok mutlu olmuştu…

Şiire, edebiyata ve felsefeye aşırı ilgisi vardı. İdeoloji ayırımı yapmaksızın Türk şairlerini çok severdi. Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiirini yazılarında çok sık kullanırdı:

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’

Dışişleri Bakanı Mümtaz Soysal

T.C.’nin 50. Hükümetinin 27 Temmuz 1994 ve 28 Kasım 1994 tarihleri arasında tam tamına dört ay ve bir gün süren SHP’den Dışişleri Bakanı olduğu zaman yaptıklarını kısaca anlatmadan geçmek olmaz diye düşünüyorum:

Mümtaz Soysal, Fransa’ya resmi bir ziyarete gidecektir. Fransız Dışişleri Bakanından randevu talep edilir. Ancak zaman olmadığı gerekçesiyle bu talebe Fransa Dışişleri Bakanı olumlu cevap vermez. Mümtaz Soysal görüşmede ısrar eder. Yine olumlu cevap alamayınca ziyareti iptal eder. Bunun üzerine Fransa Dışişleri Bakanı randevu verir. Ve görüşme planlanandan çok daha uzun sürer. Günümüzde ise ABD’nin Dışişleri Bakanı İstanbul’a geliyor da vaktim yok diye Türk Dışişleri Bakanı ile görüşmüyor. (Gazeteler, 16 Kasım 2020) Uğrunda tasarruf edilemeyen itibara bakınız!

Dışişleri Bakanı iken Amerika’ya vize uygulaması başlatır. ABD’ye bu vize uygulaması T.C. tarihinde ilk ve tektir.

Kendisi Dışişleri Bakanı iken oğlu askerliğini Jandarma Komando olarak Van’da PKK ile sıcak çatışmaların yaşandığı bir karakolda yapar.

Dışişleri Bakanlığından istifa edip de Bakanlıktan ayrılırken Tofaş’ın Şahin marka kendi otomobiline binerek ayrılır. Aynı günün akşamı Ankara da gece eşiyle kol kola taksi beklerken görülür…

Kendisine yapılan en büyük eleştiri Türk Telekomu sattırmadı diyedir.  Ancak Mümtaz Soysal’ın yaptığı tek şey Anayasa ve yasalara aykırı durumu mahkemeye taşıyarak bu satışın engellenmesidir. Ne yani, Anayasa ve yasalar öylece dururken Anayasa profesörü görmezden mi gelecekti? Mümtaz Soysal’ın yapmak istediği tek şey idarenin hukuka uymasını istemektir. Eğer siyasi iktidar samimi olsaydı satışa engel olan Anayasa ve yasaları değiştirir ondan sonra satardı. Ancak Mümtaz Soysal’ın bu satışı engellemeye gücü yetmedi.

Aslında Türk Telekom'u iki yıllık karına satıp Araplara peşkeş çeken, o parayı daha tahsil bile edemeyip ülkeyi onlarca milyar dolar zarara uğratan zihniyeti görünce Mümtaz Soysal’ın ne kadar da haklı olduğunu görüyoruz.

Mümtaz Soysal, bir kâhin, bir müneccim sezgisiyle FETÖ tehlikesini 30 Eylül 2005 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde yayımlanan "son pişmanlık gelmeden" başlıklı yazısında şöyle anlatıyordu:

“...Unutmayalım ki, süreç aynı zamanda Cumhuriyeti zayıflatma sürecidir. Bir gün, büyük olasılıkla AB'ye karşı bir ‘babalanma’ sonrası, bugünkü iktidar çoğaltılmış oylarla daha da güçlü olarak geri dönerse ve "İslam Cumhuriyeti" ilan edilip Esenboğa'ya inen Amerikan uçağından ‘sulu gözlü bir Türk Humeyni’si inerse, şimdi yakınıp sızlanan, ama ilerici partilerden uzak duran ve Cumhuriyetçi bir siyasal cephe kurmaktan kaçınan insanlarımızın ‘ahı vahı’ ve son pişmanlığı fayda etmeyecektir.”

Mümtaz Sosyal, 1972 yılında Mamak Cezaevi'nde iken yazar Sevgi Soysal ile evlenmişti. Ancak Sevgi Soysal 1976 yılında genç yaşta hayatını kaybeder…

Sevgi Soysal

Burada kısaca Sevgi Soysal’a de yer vermeden edemeyeceğim…


Sevgi Soysal Alman asıllı bir annenin beş çocuğundan biriydi. Sevgi Soysal (1936-1976) Mümtaz Soysalın ilk eşi, ancak Mümtaz Soysal, sevgi Soysal’ın üçüncü eşiydi…

Sevgi Soysal’ın ilk eşi tiyatro profesörü Özdemir Nutku (1955-1960), ikinci eşi sinemacı Başar Sabuncu (1965-1971) idi.   Korkut Nutku, Sevgi Soysal’ın Özdemir Nutku’dan olan oğlu, Funda ve Defne Soysal da Mümtaz Soysal’dan olan kızları idi.

12 Mart edebiyatçıları arasında sayılan Sevgi Soysal Türk edebiyatında siyasal ve toplumsal bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan naif diliyle, bazen alaycı anlatımıyla kendine özgü yere sahip bir yazardı.  

Sevgi Soysal; ‘'Yürümek’ romanı ile TRT Roman Başarı Ödülü (1970)’nü, '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanı ile de Orhan Kemal Roman Ödülü (1974)’nü kazanmıştı. Diğer eserleri: ‘’Tutkulu Perçem’’, ‘’Tante Rosa’’, ‘’Şafak’’, ‘’Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’’, ‘’Bakmak’’, ‘’Barış Adlı Bir Çocuk’’ "Bakmak", ‘’hoş geldin Ölüm’’ ve "Paralar Cebe Kadınlar Eve" kitaplarıydı…

Bu kitaplardan '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanını okumamışsanız eğer henüz hayattayken kaçırmayın derim…

Kasım ayları güz aylarının sonuncusu, yaprakların döküldüğü bir aydır… Sevgi Soysal’ın ilk eşi Özdemir Utku 08 Kasım 2019’da, son eşi Mümtaz Soysal bundan üç gün sonra 11 Kasım 2019’da bu dünyadan göçüp gittiler. Sevgi Soysal da Kasım ayını o kadar çok seviyor olacak ki kendisi de yine bir Kasım ayında (22 Kasım 1976) bu dünyadan göçüp gitmişti…

Sevgi Soysal’a yer vermemim nedeni Mümtaz Soysal’ın nasıl bir mümtaz kadınla evli olduğunu anlatmam içindi…

Hoşgeldin Ölüm

Mümtaz Soysal rahatsızlığı nedeniyle uzun bir süredir medyada gözükmüyordu, yazmıyordu, suskundu, hep suskundu...

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında şöyle yazardı: "Ölmeyi göze almak. Çok söylenmiş, bilinen bir cümle. Ölmeyi göze alanlar çıktı. Ama susmayı göze almak. Yeterince durulmadı bunun üstünde.''

Manzarayı umumiyemiz karşısında yıllarca susmayı göze almıştı Mümtaz Soysal…

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında yine şöyle yazardı: "Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için vardır. Yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak için değildir."

Mümtaz Soysal, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için yaşadı…

Mümtaz Devlet adamı Mümtaz Soysal’ı birinci vefat yıldönümünde saygı, minnet ve rahmetle anıyorum... Allah rahmet eylesin… Artık böylesine devlet adamları kalmadı. Hal-i pür mealimiz ortada...

Osman AYDOĞAN



Mutlu Olma İhtimalimiz

16 Kasım 2020

Psikanalizin babası Sigmund Freud’un tüm eserlerinden derlenmiş bir aforizmalar kitapçığı var: “Mutlu Olma İhtimalimiz” (Zeplin Kitap, İstanbul, 2014) Kitap ve aforizmalar güzel ama kitabın bir küçük problemi var: Aforizmaların kaynağı yok!. Kaynak gösterilmemiş! Hal böyle olunca Freud’u az çok tanıyan (!) birisi olarak bu söz de mi Freud’a ait diye bazı tereddütler geçirsem de aşağıda bu kitaptan kısa bazı alıntıları sunmaktan duramadım.

Her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile...

Kitaptan alıntılar

* Hayatın anlamı konusunda kendini sorguluyorsan, hastasın demektir. Tuhaf değil mi? İnsan kötü bir şey yapacağını hissettiği zaman, mutlaka vicdanını susturacak bir sebep bulur. Mutsuzluğu tatmadan, hep mutlu olmak istersin. Oysa nelerin seni mutsuz ettiğini bilmeden, nelerle mutlu olacağını bilemezsin.

* Yaratılışın planında ‘’insanoğlu mutlu olacaktır’' diye bir kaide yoktur.

* İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir.

* Mutlu olma ihtimalimiz bünyemiz tarafından zaten sınırlandırılmıştır. Mutsuzluğu tecrübe etmek ise, mutluluğa nazaran daha kolaydır.

* Haz ilkesinin insana empoze ettiği nihai amaç olan mutluluk, ulaşılabilir bir amaç olmamasına rağmen, bizler gene de bu amacı gerçekleştirmekten vazgeçemez, bu ya da şu şekilde ona ulaşmaya çalışırız.

* İnsanların çoğu özgürlüğü gerçekten istemezler; çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar.

* Medeniyetin ilk şartı adalettir.

* Taş atmak yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur.

* insanlar, inandıkları şekilde yaşamadıklarına inanmazlar.

* Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk vazgeçeceği kişi siz olursunuz.

* Kedilerle geçirilen zaman boşa harcanmış değildir.

* Eğer öpecek bir şeyiniz yoksa sigara içmeniz kaçınılmazdır.

* Biri beni dövdüğü zaman kendimi savunabilirim, ama biri beni övdüğü zaman tamamen savunmasızım.

* İnsan komplekslerini ortadan kaldırabilmek adına kendini hırpalamaktansa onlarla yaşamayı öğrenmeli; çünkü kompleksler onun hal ve hareketlerine yön veren gayet meşru güçlerdir.

* Bir gün dönüp geçmişe baktığınızda, mücadelelerle geçen yılların hayatınızın en güzel yılları olduğunu fark edeceksiniz.

* Nereye gidersem gideyim, benden önce bir şairin oraya gittiğini görüyorum.

* İstediğin şeyi elde edemiyorsan, elde ettiğin şeyi isteyeceksin.

* Din, gerçekliğin reddedilmesinin yanı sıra, aynı zamanda arzu edilen bir yanılsamalar sistemidir. Ve böyle bir şeye de ancak mutluluk dolu bir sanrısal karışıklık halinde rastlanabilir. Dinin on birinci emri de şudur: "Sorgulamayacaksın!’’

* İnsan, üç farklı yönden gelen acı çekme tehditleriyle karşı karşıyadır. Bunlardan biri, bizzat kendi bedenimizden kaynaklanan ve bir süre sonra yok olup gitmeye mahkûm olan ve uyarıcı bir işaret olarak ağrı ve endişe olmadan yapamayan acılar; diğeri dış dünyadan kaynaklanan ve bunaltıcı ve acımasız yıkımlarla daha da hiddetlenen acılar; sonuncusu ise diğer insanlarla aramızdaki ilişkiden kaynaklanan acılardır. İşte bu sonuncusundan kaynaklananlar, diğerlerine nazaran muhtemelen en ıstıraplı acılardır.

Kitap en azından bu tespit için okunmalıdır: ''Diğer insanlarla aramızdaki ilişkiden kaynaklanan acılar diğerlerine nazaran muhtemelen en ıstıraplı acılardır.'' 

Osman AYDOĞAN

 




Ateşkes Anlaşması


15 Kasım 2020

Azerbaycan Ordusunun 08 Kasım 2020 günü Dağlık Karabağ’daki kadim Azerbaycan kenti Şuşa’yı geri almasının ardından Hankendi’ye doğru ilerlemesi beklenirken, 10 Kasım 2020 günü Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Bugün Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorununa son verildi" açıklamasıyla Ermenistan ile bir ateşkes anlaşması yapıldığını duyurdu…

Bu ateşkes üzerine de dün bir yazı yazdım. Ancak yazım öncesinde de sonrasında da hem Azerbaycan basınından tanıdıklarımla hem de Türkiye’den arkadaşlarımla görüştüm. Bu konuda görüştüğüm kişilerden bir kısmı genellikle bu ateşkes anlaşmasından pek memnun değillerdi.

Bu memnuniyetsizlik bana 1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşını ve bu savaştan esinlenerek yazılmış ve ateşkesi bekleyen ‘’Six Day War’’ isimli güzel mi güzel bir müzik parçasını hatırlattı. (Bazen şarkının ismi kısaca ‘’Six Days’’ olarak da geçer.)

27 Eylül 2020 günü başlayıp 10 Kasım 2020 günü yapılan ateşkes anlaşmasıyla sona eren Azerbaycan ve Ermenistan arasında cereyan eden bu 44 günlük savaş ve bu ateşkes için hangi edebiyatçılar, hangi sanatçılar, hangi müzisyenler kim bilir hangi eserleri ile anacaklardır.

Ben bu konuyu edebiyatçılara ve sanatçılara havale edip, bu yazımda, bahsettiğim 1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’nı ve bu savaş için yazılan ateşkesi bekleyen bu şarkıyı anlatmak istiyorum.

Altı Gün Savaşı

1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge 1967 yılında altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) diye adlandırılan 1967 Arap-İsrail Savaşı ile sona erer. Bu ‘’Altı Gün savaşı’’; 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.

Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter. 

Bu savaş şimdiki birçok sorunun da temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail'in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.

Burada Golan Tepelerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor: Golan Tepeleri (Arapça: Hadbetü'l-Cevlān, Osmanlıca; Cevlân Tepeleri), Suriye'nin güneybatı, İsrail'in kuzeydoğu ucundaki zengin su kaynakları ile tanınan tepelik bölgedir.  İsrail, Golan tepelerini 1967 yılında işgal, 1981 yılında da tek yanlı olarak ilhak eder. Bu ilhaka karşı çıkan Saddam'lı Irak, Kaddafi'Li Libya yok edildikten ve Suriye paramparça edildikten sonra 25 Mart 2019 tarihinde de ABD Başkanı Donald Trump, ABD’nin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzalar... Irak'ın, Libya'nın yok edilmesine, Suriye'nin tarümar edilmesine katkı sağlayanlar bu karara karşı da kuru gürültüden başka tepki gösteremezler... 

1967 yılındaki bu ''Altı Gün Savaşı'', 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu ayrı bir yazı konusu…

’’Six Day War’’ şarkısı

1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşından esinlenerek yazılan ‘’Six Day War’’ isimli bu şarkıyı 1971 yılında içinde "Six Day War"ın da bulunduğu tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow (Asıl adı: Joshua Paul Davis, 1972 doğumlu,  ''DJ Shadow'' sahne adıyla tanınıyor, Amerikan plak yapımcısı ve DJ) seslendirmiştir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir. 

Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini vereceğim… Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.

Bu şarkı savaşa karşı bir ağıttır, savaşa karşı bir feryâddır, savaşa karşı bir figândır... Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır...  Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda 5 Haziran'da başlayan haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlamıştır. 10 Haziran Cumartesi gününe kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok ama çok geçtir. 

Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır.  Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.  

Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani; “yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez. Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)

Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?


Bu coğrafyada da zaten bu şarkıdaki gibi yarın asla iş işten geçmeden önce gelmezdi... Evet, bu coğrafyada yarın mutlaka gelirdi de ancak iş işten geçtikten sonra gelirdi.. Yani ''Bad el harab-ül Basra'' (Basra harab olduktan sonra) gelirdi...

Bu coğrafyaya Basra harap olmadan önce bakıyorum, Basra harap olduktan sonra bakıyorum, bu coğrafyada son günlerde yaşadıklarımıza bakıyorum, bu coğrafyada son yıllarda yaşadıklarımıza bakıyorum... Gazetelere, televizyonlara, televizyonlarda konuşanlara bakıyorum... Bu coğrafyada bütün bu yaşadıklarımız, TV'lerde bütün bu izlediklerimiz bana 1998 Yunanistan yapımı ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ (Eternity and a Day) isimli filmin bir sahnesini ve bu sahnede bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu müthiş bir soruyu hatırlatıyor:

“Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?” 

Biz bu coğrafyada sevmeyi unutunca da bu coğrafyada yarın hiç bir zaman asla geç olmadan gelmiyor...

Ancak Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşmasıyla yarın geç olmadan gelmiştir. Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşması ile Azerbaycan’ın diğer kazanımlarının yanında yarının geç olmadan gelmesi bile tek başına büyük bir kazançtır..

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’': (1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi. Mardin şehri görüntüleri eşliğinde)

https://www.youtube.com/watch?v=1W5BA0lDVLM

Six Day War

At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız

It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin

The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız

And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun

Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen

A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi

They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç


Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşması ve nihai çözüm

14 Kasım 2020


Dağlık Karabağ probleminin iki temel ayağı

1992 yılından beri Ermenistan işgali altındaki Dağlık Karabağ probleminin iki temel ayağı vardır: Birincisi yaklaşık alanı 4400 km. kare olan Yukarı Karabağ Bölgesidir. Diğeri ise bu bölgenin etrafındaki yine Ermenistan işgali altındaki yedi kent (reyon) merkezi ve yaklaşık 250 köydür. Bu bölgelerin tamamı 1992 yılından beridir Ermenistan işgali altındadır. Bu sorunun çözümü için AGİT bünyesinde 1992 yılında kurulan, eşbaşkanları ABD, Fransa ve Rusya olan Minsk Grubu çeşitli barış girişimlerine rağmen bir sonuç alınamamıştır.


Haritada koyu kırmızı ile gösterilen bölge Dağlık Karabağ Bölgesi, turuncu renkte gösterilen bölge ise Dağlık Karabağ etrafındaki Ermenistan tarafından işgal edilen Azerbaycan topraklarını göstermektedir. Her iki bölge de 1992 yılından beridir Ermenistan işgali altındaydı.

27 Eylül 2020 tarihinde başlayan çatışmalar

27 Eylül 2020 günü Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ’da başlayan çatışmalar sonucu Azerbaycan Ordusu 1992 yılından beridir Ermenistan tarafından işgal altında bulunan Dağlık Karabağ ve civarındaki işgal altındaki topraklarını kurtarmak için ilerlemeye başladılar.


Ateşkes görüşmeleri

Çatışmalar esnasında Rusya’nın arabuluculuğu altında 09 Ekim 2020 tarihinde Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan dışişleri bakanları arasında Moskova’da ateşkes görüşmeleri yapıldı. Bu görüşmelerde Ermenistan tarafı; Dağlık Karabağ bölgesi dışında işgal altında bulunan bu yedi reyonun önce beşini, sonra ikisini boşaltma kararını ve Dağlık Karabağ’ın statükosunu da ayrıca değerlendireceklerini ileri sürdüler.


Azerbaycan ordusunun ilerlemesi

Bu teklif açıkça bir oyalama taktiği idi. Görüşmelerden sonuç alınamayınca Azerbaycan ordusunun ilerlemesi devam etti. 08 Kasım 2020 tarihine kadar Azerbaycan ordusu Yukarı Karabağ civarındaki dört kent (reyon) merkezi, üç kasaba ve 250 civarında köyü Ermenistan işgalinden kurtardı.


08 Kasım günü ise Şuşa kurtarıldı. Şuşa’nın özelliği Yukarı Karabağ bölgesinde kurtarılan ilk kent olmasıdır. Ayrıca Şuşa stratejik konumu nedeniyle Yukarı Karabağ bölgesinin en önemli kentidir. Uluslararası tanınırlığı olmayan sözde Yukarı Karabağ Ermeni yönetimimin başkent ilan ettiği Hankendi’ye on km. mesafededir. Şuşa’yı kontrol eden Dağlık Karabağ’ı kontrol ederdi. Öyle ki uluslararası tanınırlığı olmayan sözde Yukarı Karabağ Ermeni yönetimimin liderlerinden Arayik Harutyanyan’ın, Şuşa’yı kastederek ‘’Düşerse Karabağ düştü demektir’’ dediği kent idi Şuşa… Şuşa’nın kurtarılması ile Azerbaycan, Ermenistan karşısında hem askerî hem politik hem de psikolojik bir üstünlük sağlamış idi.

Rusya çatışma süresince neden sessiz ve tepkisiz kaldı

Bu noktaya kadar Rusya hep sessiz ve tepkisiz kalmıştır. Buna neden olarak Ermenistan yönetiminin Batı ve ABD yanlısı olması nedeniyle Rusya’nın Ermenistan’a bir ders vermesi ve Azerbaycan karşısındaki yenilgi neticesinde ABD yanlısı yönetimi Ermenistan yönetiminden uzaklaştırmak istemesi olarak yorumlandı. Bu gerekçe doğrudur, ancak yeterli değildir.


Azerbaycan yönetiminin başarısı

Bunda Azerbaycan yönetiminin de uzun yıllardır inşa ettiği diplomasi ayağını kullanarak başarı sağlaması yatmaktadır. Bu şekilde Azerbaycan yönetimi, özellikle Ermeni diasporasının çok yoğun ve etkili olduğu ve aynı zamanda Minsk grubu eşbaşkanları olan Rusya, Fransa ve ABD’nin çatışma süresinde sessiz ve etkisiz kalmalarını sağlamıştır. Ayrıca Azerbaycan yönetimi hayati önemdeki iki müspet konuda başarılı olmuştur: Birincisi, Azerbaycan’ın her türlü Ermenistan kışkırtmasına ve Ermenistan’ın Azerbaycan şehirlerini ve sivil halkı hedef alan saldırılarına cevap vermemiş olmasıdır. İkincisi ise Azerbaycan yönetimi bu çatışmayı uluslararası arenaya etnik temelli bir Ermeni – Azeri çatışması olarak değil de bir hak, hukuk ve adalet temeline oturtarak taşımış olmasıdır.


Bu başarıda Türkiye’nin rolünü de zikretmek gerekmektedir. Türkiye Azerbaycan’a sağladığı siyasi ve askeri desteğinin yanı sıra Türkiye’nin son yıllarda Rusya ile kurduğu siyasi ilişkiler de bu başarıda rol oynamıştır.

Ateşkes Anlaşması

Azerbaycan Ordusunun 08 Kasım 2020 günü Şuşa’yı geri almasının ardından Hankendi’ye doğru ilerlemesi beklenirken, 10 Kasım 2020 günü Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Bugün Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorununa son verildi" açıklamasıyla Ermenistan ile bir ateşkes anlaşması yapıldığını duyurdu.


Dağlık Karabağ anlaşmasının maddeleri

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in duyurduğu ateşkes anlaşmasının maddeleri şu şekildedir:


* Azerbaycan ve Ermenistan kontrol ettikleri pozisyonlarda kalacaklar.

* Ermenistan işgali altındaki Kelbecer ilini 15 Kasım'a kadar, Ağdam ilini 20 Kasım'a kadar ve Laçin ilini ise 1 Aralık'a kadar Azerbaycan'a teslim edecek.

* Dağlık Karabağ'da temas hattında ve Laçin koridorunda Rus barış gücü bulunacak. Üç yıl içinde Ermenistan ile Hankendi arasındaki rota oluşturulacak. Rus askerleri bu rotanın korunması için yeniden konuşlandırılacak. Rus barış güçleri burada 5 yıl kalacak, tarafların itiraz etmemesi halinde ise bu süre otomatik olarak 5 yıl uzayacak.

* Taraflar esirlerini ve cenazeleri değiştirecek.

* Bölgedeki tüm ekonomik bağlantılar ve ulaştırma bağlantıları ise yeniden kurulacak.

* Azerbaycan'ın batı illeri ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasındaki ulaşım koridoru da açılacaktır.

 *Tarafların ateşkese uymasını denetlemek amacıyla bir mekanizma oluşturulacak.

* Ermenistan ordusu, geri çekilmesini Rus askerlerinin denetiminde yapacak.

* Yerinden edilmişler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin kontrolünde Dağlık Karabağ ve etrafındaki bölgelere dönecek.

Haritada taralı mavi alan ve taralı açık yeşil alan ateşkes anlaşması neticesinde Ermenistan tarafından Azerbaycan’a bırakılacak toprakları, koyu yeşil alan Azerbaycan'ın 27 Eylül 2020 tarihinden 10 Kasım 2020 tarihine kadar askerî güç ile Ermenistan işgalindan kurtardığı bölgeleri göstermektedir. Gri alan ise ateşkes anlaşması ile statüsü belli olmadan Ermenistan'a bırakılan Azerbaycan toprağını göstermektedir. Bu gri alanın nüfusunun %70'i Ermeni kökenlidir. 

Ateşkes anlaşmasının değerlendirilmesi

Bu anlaşma Ermenistan’da infiale ve protestolara yol açtı. Ancak Azerbaycan ve Türkiye’de de bu anlaşmayı beğenmeyenler oldu.


Tabii ki kazanan Rusya olmuştur. Güney Kafkasya’da Rusya’yı dışlayarak sorunun çözülmeyeceği bilinen bir gerçektir. Rusya bunu sağlamıştır. Ancak reel politik olarak bakıldığında bu anlaşma ile Azerbaycan’ın azami kazanç elde ettiğini söylemek mümkündür. Bu anlaşmanın açık ve net iki kaybedeni vardır: Ermenistan ve Fransa… Fransa sorunun başından sonuna kadar uzaktan mırıldanmaları hariç hiçbir etkisi olmamıştır.

Bu anlaşma nihai bir anlaşma olmayıp bir ateşkes anlaşmasıdır. Ateşkes olması da iyi bir şeydir. Bu anlaşma ile öncelikle kan dökülmesine son, siyasi görüşmelere ise fırsat verilmiştir.

Şeyh Sâdî Şirâzî’nin bir deyişi vardı:

"Be-merdî ki mülk-i ser-â-ser zemîn
neyrezed ki hûnî çeked ber zemîn"

(Baştan başa bütün dünya, bir damla kanın yere dökülmesine değmez)

Keza Azerbaycan’ın ulusal şairlerinden İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu şair Hüseyn Cavid de Sâdi gibi şöyle derdi:

‘’Kesse her kim cahanda kan izini
Kurtaran dahi odur, yeryüzünü’’

Bu anlamda artık kan dökülmeyecektir. Bu büyük bir kazançtır...

Kısa vadeye değil, uzun vadeye bakılmalıdır. Doğrudur; bardağın boş tarafları vardır. Ancak Azerbaycan bardağın dolu tarafına odaklanmalıdır. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da vardır. Azerbaycan kazandıklarına odaklanmalıdır: 28 yıl sonra savaşarak kurtarılan vatan toprakları vardır. Kurtarılan Şuşa vardır. Kurtarılan yedi reyon üç kasaba vardır. Mermi dahi atmadan, bir damla kan dökmeden bu anlaşma ile kurtulan Laçin, Kelbecer ve Ağdam reyonları vardır. Kurtarılan 250 köy vardır. Azerbayca'dan Nahçıvan’a açılan koridor vardır ki bu koridor sayesinde Azerbaycan, Nahçıvan üzerinden Türkiye'ye bağlanmaktadır. Bu koridor sayesinde Hazar üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Türkiye'ye bağlanmaktadır. Azerbaycan’ın askeri bir zaferi vardır. Azerbaycan’ın kazandığı bir özgüven vardır. Azerbaycan’ın kazandığı “ordu, millet ve devlet” bütünlüğü ve uyumu vardır…

Diğer yandan da 200 yıldır devam eden Dağlık Karabağ sorununun kırk günde birden bire bütünüyle çözüleceği de beklenilmemelidir. Sorunun nihai çözümü için de Azerbaycan, bir daha bir otuz yıl beklemeyecek şekilde ekonomik, politik, diplomatik ve askerî yönden uzun vadeli, uzun soluklu ve çok yönlü bir mücadeleye hazırlanmalıdır. 


Nihai anlaşma için belki de 1992’yılında dile getirilen karşılıklı toprak değişimi de olabilir. Ama ben hep daha uzun vadeli çözümü hayal ederim: Güney Kafkasya’da, Rusya ve Türkiye’nin öncülük edeceği Azerbaycan (Nahçıvan dâhil), Gürcistan ve Ermenistan arasında bir “ekonomik işbirliği bölgesi“ oluşturulması. Bu düşüncemin şu an için uygulanabilecek ortamı olmadığının farkındayım. Ancak sürekli düşmanlık ve gerginlik kimseye fayda sağlamayacaktır. Böyle bir durum hem bölge ülkelerine hem de bölge halklarına zarar verecek, sürekli çatışma hali her daim emperyal güçlerin iştahını kabartacak, olan bölge ülkelerine ve bölge halklarına olacaktır.

Zaman hamasetle değil aklıselim ile hareket etme zamanıdır.

Osman AYDOĞAN




Melankoli

13 Kasım 2020


Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumuydu: Melankoli. Nükhet Duru’dan başka kimse ruhumuza üflercesine böyle söyleyemezdi zaten bu şarkıyı. Sabahattin Ali 1932'de Konya Hapishanesi’nde yazar bu şiiri ve deli gibi âşık olduğu Ayşe Sıtkı isimli kadına ithaf eder:

‘’Beni en güzel günümde,
Sebepsiz bir keder alır,
Bütün ömrümün beynimde, 
Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kederimi,

Bir ateş yakar tenimi,
İçim dar bulur yerini,
Gönlüm dağlarda dolanır.’’

Bu şiiri severek okur, Nükhet Duru'yu da severek dinlerdik değil mi?


Şiirin son dizesinde ''İçim dar bulur yerini, gönlüm dağlarda dolanır’’ derken gerçekten benim içim her daim dar bulur yerini, sığmaz içim içine, çözümü dağlarda bulur gönlüm, gönlüm dağlarda dolanır…

Gönlüm dağlarda dolanırken o dağların bana yadigarı Şehriyar’ı hatırlarım. Ve onun bana nadiren kızdığı o anı anımsarım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi o keskin keskin, o çakmak çakmak gözleri ile bana hiddetle söylendiği o anı anımsarım… O an Celâlâbâd’da, zemheri aylarının o dondurucu soğuğunda, o yüksek rakımda, uzaklarda Hindukuş dağları bir gelin elbisesi gibi o kar örtüsüyle bembeyaz giyinmişken Şehriyar'ın bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarladığı o anı anımsarım: ‘’Anlamadın mı hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana… ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana… Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana...

Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, başımı öne eğerek, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dâhi hiç içimin rahat olmadığını hiç… Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde hâlâ tarifi bir mümkünsüz, anlatılması bir imkânsız sessiz sedasız bir hüzün olduğunu… Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a...

O günler çoook, çok gerilerde kaldı artık...

Kaldı ama sadece ben mi, bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim... Ve bizlere de hüzün hep mutluluk verirdi… Ve hüzün hiç peşimizi bırakmazdı bizim... Hüzün bir kedinin kuyruğu gibi hep bizimle beraber gelirdi biz nereye gidersek gidelim...

Tacik asıllı, ABD vatandaşı Khaled (Halid) Hosseini’nin "Uçurtma Avcısı" (Everest Yayınları, 2004) isimli romanında geçerdi: "Gerçekle yaralanmak, bir yalanla oyalanmaktan daha iyidir." Bir gerçekle yaralandığımızdan mıdır yoksa bir yalanla oyalandığımızdan mıdır bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısınında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda bir türlü aşkı beslemeyi bilmeyişimiz nedeniyle miydi bu sebepsiz kederlerimiz, nedensiz hüzünlerimiz?

İşte bu sebep miydi ki Âşık Mahzuni Şerif'e, insana hüzün şırınga eden o ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünde: ''Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizelerini söyleten! İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlarda bir baykuş gibi ötmeyi istemek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir gitmek isteği? Muhtemeldir ki Mahzuni; kaynağı beslenmediği için ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; hastalanarak, yaralanarak, yorularak, solarak, matlaşarak ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir... 

Haldun Taner’in ‘’Yalıda Sabah’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2015) isimli kitabında geçerdi (s. 81): “Sebepsiz mutluluktur asıl mutluluk” diye. Zaten söylerdi bana hep Şehriyar: ‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir.’’ Haldun Taner’in, Şehriyar’ın söylediği gibi mutlu olmak için hep bir sebep, hep bir neden aramamızdan mıydı bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

18. yüzyılda Afrika’dan gemilerle tıkış tıkış Karayip plantasyonlarına getirilen kölelerin ölümcül duygusuymuş melankoli. Tarihçiler, kölelerin çevreye uyumsuzluk, hastalık ve açlık yüzünden öldüğü kadar, melankoli sebebiyle de de öldüklerini yazarlar...

Sanırım bütün bu anlatılanlar bu sebepsiz kederlerimizin, bu nedensiz hüzünlerimizin asıl sebebiydi…

Shakespeare melankolinin insanı nasıl da düşünmeyle birleşerek pasifleştirdiğini anlatırdı eserlerinde...

Yoksa yoksa Shakespeare’in söylediği gibi bu sebepsiz hüzünlerimizin, bu nedensiz kederlerimizin, bu melankolimizin düşünmeyle birleşmesi miydi bu pasifliğimiz, bu yılgınlığımız, bu sessizliğimiz? 

İşte, işte hep bütün bunlardan dolayıdır ki Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe'nin bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumu beynimizde takılmış bir plak gibi, gece gündüz, gün yirmidört saat bir bitmemecesine döneeeer durur: 

"Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde acı bir tortusu kalır.''

Osman AYDOĞAN


Nukhet Duru'nun sesinden: Melankoli
https://www.youtube.com/watch?v=qKj8EOuvRcI

Melankoli

Beni en güzel günümde 
Sebepsiz bir keder alır. 
Bütün ömrümün beynimde 
Acı bir tortusu kalır. 

Anlıyamam kederimi, 

Bir ateş yakar derimi, 
İçim dar bulur yerimi, 
Gönlüm dağlarda bunalır. 

Ne kış, ne yazı isterim, 

Ne bir dost yüzü isterim, 
Hafif bir sızı isterim, 
Ağrılar, sancılar gelir. 

Yanıma düşer kollarım, 

Görünmez olur yollarım, 
En sevgili emellerim 
Önüme ölü serilir... 

Ne bir dost, ne bir sevgili, 

Dünyadan uzak bir deli... 
Beni sarar melankoli: 
Kafamın içersi ölür.

Sebahattin Ali, 1932 Kânunievvel (Aralık), Konya



Üç Kız Kardeş


12 Kasım 2020

Anton Çehov,un 1900'de yazdığı “Üç Kız Kardeş” (İmge Kitabevi, 2014) adlı dört perdelik güzel bir tiyatro oyunu var. İlk kez 1901 yılında Moskova’da sahnelenir…

Çarlık Rusya’sının son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarı olan Çehov,un “Üç Kız Kardeş” adlı oyunu Çehov'un en hareketli, buna rağmen en ince ayrıntılarda en derin psikolojik yorumları yansıtan bir eseridir. Oyun, Rusya'da ayrıcalıklı sınıfa ait bir ailenin değişen koşullar ve yeni değerler karşısında yaşadığı çelişkiler ve bireysel çöküşler üzerine kuruludur. Oyunda aile üyelerinin geçmişleri ve özlemleri ön planda yer alır…

Oyunun konusu

Oyun, babaları General Prozorov’un onbir yıl önce Kuzey Rusya’da bir taşra kentine atanmasıyla bu şehre gelen ve babalarının vefatıyla bu taşra kentinde kalan ancak Moskova özlemi ile yanan üç kız kardeşi anlatır.  Olga, Masha ve İrina bu generalin kızlarıdır. Bu kızlardan en büyükleri Olga yirmi sekiz yaşında bekâr bir lise öğretmenidir. İkinci kardeş Masha yirmi bir yaşında ve öğretmen olan Kuligin’le evlidir. İrina henüz yirmi yaşında, bekâr ve çalışma hevesiyle yanıp tutuşan üçüncü kız kardeştir. Bir de oyunda bu kızların ağabeyleri Andrey vardır. Andrey, okumaktan hoşlanan entelektüel birisidir… Bu kardeşler, babaları ölüp devir de değişince, değişen yaşam koşullarına uyum sağlamaya çalışırlar. Kardeşler için yaşam yavaş yavaş değişmek zorundadır.

Bu aile artık bu taşra kentinde Moskova özlemiyle yaşamaktadır. Bu aile için Moskova bir idealdir, bir hayaldir, bir ütopyadır. İrina bu kasabada bildiği İtalyanca’sını bile unutmaktadır. Andrey Moskova’daki restoranları hayal eder. Andrey oyunda bir yerde şöyle der: "Moskova'da bir restoranın muazzam büyüklükteki salonunda oturursun, kimse tanımaz seni. Ve sen kimseyi tanımazsın. Ama yine de yabancı hissetmezsin kendini. Burada ise herkesi tanırsın, herkes seni tanır; ama yine de yabancısındır..." Bu nedenle de oyunda sürekli "Moskova'ya, Moskova'ya" repliği tekrar edilir.

Oyun neşeli gibi başlasa da zamanla oyuna hüzün hâkim olur. Çünkü lüks ve şatafatlı bir hayatları olan, mutlu gibi görünen üç kardeşin hayatları aslında hiç de göründüğü gibi değildir. Andrey de iyi bir kariyere sahip olmasına ve sevdiği bir kadınla evlenmesine rağmen onun da hayatının ilerleyen zamanları umduğu kadar mutlu olmadığı görülüyor.

Çehov’un eserlerinin ortak özelliği olan boğucu taşra yaşamı ve toplumsal çevrenin eleştirisi bu oyunda en üst seviyede yer alır…

Çehov, eserinde hayal edilen yaşama ulaşabilmek için yalnızca hayal etmenin yeterli olmadığını hedef ve gaye için de çaba harcanması gerektiğini vurgular. Çehov’a göre insan, hayatın getirdiklerine hapsolursa mutluluğu asla yakalayamaz… Çehov bu fikrini yıllar sonra Freud’un öğrencisi Alfred Adler, ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ (Okuyan Us Yayınları, 2013) kitabında şöyle formüle eder:  "Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu."

Oyunda sık sık kendisi de bir subay olan Rus yazar ve şair Mihail Yuryeviç Lermontov (*)’a atıf yapılır…

Umut ve umutsuzluk

Çehov’un “Aksırık”, “Kutlama”, “Bir Evlenme Teklifi” ve “Ayı” gibi oyunlarından sonra bu eser bu haliyle Çehov'un oldukça "umutsuzluk" barındıran bir oyunudur… Ancak içinde hep gelecek umudu barındırır. Aşağıdaki tiratlar hep bu umudu yansıtır:

Moskova'ya gitme umudu bütünüyle yok olduğunda Olga, kız kardeşleri Masha ve İrina'yı kucaklayarak şöyle der: "... zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..."

Andrey': "Yaşadığımız şu hayat iğrenç, ama buna karşılık geleceği düşündüğümde içim öyle rahatlıyor, her şey öyle kolay, öyle engin görünüyor ki... Uzakta bir ışık parlıyor sanki ve özgürlüğü görüyorum. Kendimin ve çocuklarımın başıboşluktan, kvas içip lahanalı kaz eti yemekten, öğle sonrası uykularından, şu aşağılık asalaklıktan nasıl kurtulacağımızı görüyorum..."

Prozorovlar’ın evlerine çeşitli kesimlerden gelen misafirleri onların bu sıkıcı yaşamlarını bir nebze olsun çekilir kılar. Bu misafirlerden birisi de Moskova’dan bu taşra kentine yeni gelen Batarya Komutanı Albay Verşinin’dir. Verşinin yeni geldiği Moskova’yı anlatır, kızlar hayranlık ve özlemle onu dinler. Verşinin’in oyundaki bir tiradı da şu şekildedir: “Ben de sizin okuduğunuz okulda okudum. Harp akademisine girmedim. Çok okuyorum. Ama kitap seçmesini bilmiyorum. Belki de bana hiç gereği olmayan şeyler okuyorum. Yaşadıkça daha çok öğrenmek istiyorum. Saçlarım ağarıyor, artık, hemen hemen ihtiyar sayılırım. Ama bildiklerim çok az ah, hem de ne kadar az! Ama bana öyle geliyor ki, yine de en önemli, en gerekli şeyi biliyorum; hem de iyice biliyorum. Mutluluğun olmadığını, olmaması gerektiğini, bizim için mutluluk olmayacağını size ispat etmeyi ne kadar isterdim. Biz sadece çalışmak zorundayız. Çalışmak. Mutluluk torunlarımızın, bizden çok sonra geleceklerin talihidir.”

İrina’nın hayranlarından birisi de Baron Tuzenbah’tır. Baron Tuzenbah’ın tiradı: “Pekâlâ. Bizden sonra balonlarda uçacaklar, ceketlerin modası değişecek… Belki de altıncı hissi bulup geliştirecekler. Ama hayat o eziyetli; o esrar dolu, mutlu hayat, yine eskisi gibi kalacak. İnsan bin yıl sonra da yine hep öyle içini çekerek: ‘ah yaşamak ne zor’ deyip duracak, bununla birlikte yine, tıpkı şimdiki gibi ölümden korkacak, onu istemeyecek.”

Oyunda kız kardeşlerin ağabeyi Andrey’in şu tiradı acaba bizi mi anlatırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum: “Neden, neden daha yaşam yolunun başlangıcında can sıkıcı, renksiz, silik, tembel, duymaz, yararsız mutlu kişiler olup çıkıyoruz. İki yüz yıllık tarihi var şu şehrin. İçinde iki yüz bin kişi yaşıyor. Ama ne geçmişte ne de şimdi bir tek kişi yok ki diğerlerine benzemesin. Kendini öyle yüce bir amaca adamış tek kişi bile yok. İnsanda kıskançlık duygusu ya da öykünmek için tutku uyandıracak ufacık yetenekli bir sanatçı, bir tek bilim adamı yok. Sadece arabalara kurulup gezer, yer, içer, uyur. Sonra da ölürler… Sonra başkaları doğar bunlar da yer, içer, uyur ve can sıkıntısından aptallaşmamak için, iğrenç dedikodularla, votkayla, kumarla, hileli davalarla hayatlarında değişiklik yaparlar… Karılar kocalarını aldatır, kocalar da yalan söylerler, hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyormuş gibi davranırlar. Çocuklar karşı konulması zor, adi bir etki altında ezilirler, onlardaki tanrısal kıvılcım söner… Ve bu çocuklar da, tıpkı ana-babaları gibi birbirine benzeyen, acınacak bir kadavra haline gelirler. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”

Ancak Andrey’den faklı olarak ben; geleceği düşününce rahatlayamıyorum, ağırlaşıyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlamıyor, uzaklar loş ve karanlık. Hiçbir şey göremiyorum.

Osman AYDOĞAN

(*) Mihail Yuryeviç Lermontov (1814 - 1841), Rus yazar ve şair. Bir subayın oğludur. Lermontov, bir süre Moskova Üniversitesi'ne devam eder. Üniversite yılları Lermontov'a, toplumsal sorunların büyük bir heyecanla tartışıldığı çok canlı bir entelektüel ortamdan yararlanma fırsatı sağlar…

1832 yılında üniversiteden ayrılır, Harp Okuluna kaydolur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olur. 1837 yılında Puşkin'in bir düelloda öldürülmesi üzerine (Bu konuyu Puşkin’i anlatırken yazmıştım) derinden etkilenerek "Şairin Ölümü" adını verdiği bir şiir kaleme alır. Ancak dönem tüm ilerici, özgürlükçü düşünce ve etkinliklerin yoğun baskı altında tutulduğu bir dönemdir. Lermontov da bu şiirinde Puşkin'in bir düello sonucu ölümünü cinayet olarak nitelemekte ve Çarlık yönetimin suçlamaktadır. Bunun üzerine tutuklanarak Kafkasya'daki bir birliğe sürülür.

1838 yılında sürgün cezası kaldırılan Lermontov St. Petersburg'a döner. Kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girer. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov'a, Puşkin'in ardılı gözüyle bakılmaya başlanır. "Çağımızın Bir Kahramanı" adlı romanıyla da büyük bir beğeni toplar.

1840 yılın başlarında St. Petersburg'daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg'dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturur. Çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya'ya sürgüne gönderir.

Lermontov, 1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg'a döner. Ancak izin süresinin bitiminde görev yerine dönerken yolda hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte 27 Ekim 1841 günü, kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda da tıpkı Puşkin gibi yaşamını yitirir...

Yirmi yedi yıllık kısa yaşamına karşın Lermontov, şiirleri, tiyatro oyunları ve romanıyla Rus edebiyatının gelişimi üzerinde derin etkiler yaratır… Kendisinden sonraki pek çok Rus edebiyatçı üzerinde Lermontov'un etkilerini görmek mümkündür. Tıpkı Çehov’un ‘’Üç Kız Kardeş’’ oyununda olduğu gibi… Lermontov, Fransız özgürlükçü düşüncesinden belirgin biçimde etkilenen aydın bir edebiyatçıdır.

Mihail Lermontov, ana dili Rusça’nın yanı sıra Almanca, Fransızca, Azerice ve Gürcüce de bilir. Yani şair ve yazar olmak öyle kolay olunmuyor. Hem de yirmi yedi yıllık kısa bir yaşama karşın..



Entropi

11 Kasım 2020

Dünkü yazımda (Bir istifa hikâyesi - 2) ‘’entropi’’ kavramından bahsedince bu kavram hakkında kısa bir açıklama yapma gereğini duydum...

Fizikte ''Entropi'', bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten psikolojiye, toplumbilimden teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar.

Bilim adamları düzensizliği ''Entropi'' adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez.

Birkaç örnek:

* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.

* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.

* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Bir “sistem” bir ''denge noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge noktası'' etrafında dalgalanma) denir. Bir politik sistem olarak Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı durumu buna örnek olarak gösterilebilir. Ve Türkiye’nin son yıllarını tanımlanacak olursa Türkiye’nin “istikrarsızlığın istikrarı” aşamasını yaşadığı söylenebilir.

Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, teolojik ve virüstük olaylara bakıldığında Türkiye’yi bekleyen en büyük ve gerçek tehlikenin; Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmesi olduğu söylenebilir.

İşte ülkeyi bekleyen en büyük ve gerçek tehlike budur.

Osman AYDOĞAN





Bir istifa hikâyesi (2)

10 Kasım 2020

Önce bir fıkra…

Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan da büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Müzakereyi Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklerdir. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz’i seçerler.

Ancak Moiz’in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa da kabul eder.

Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar…

Papa ve Moiz bir süre karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.

Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.

Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkarır. Moiz de çantasından bir elma çıkartır.

Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: “Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler” der.

Müzakere sonrasında Papa’nın etrafına toplanan kardinaller Papa’ya ne olduğunu sorduklarında Papa: ‘’Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı’yı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek Tanrı’nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek Tanrı’nın onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı’nın bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?’’

Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz’in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz: ‘’Önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.’’

‘’Sonra ne oldu?’’ diye kalabalık heyecanla sorar. Moiz: ‘’Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!…’’

Fıkra bu kadar…

Şimdi hemen bu fıkra ile yazı başlığımda istifa hikâyesinin ne ilgisi var demeyin…

Türkiye’de, bir bakan / politikacının 08 Kasım Pazar günü saat 19.00’da cereyan eden bir istifa olayı var. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak politik bir yönü olmayan ve genellikle insanların fotoğraflar paylaştığı Instagram hesabından ‘’sağlık sebepleri gerekçesiyle’' istifa ettiğini duyuruyor… Bir de istifa metni: ‘’(Allah) Sonumuzu hayreylesin’’ diye bitiyor. Sanıyorsunuz ki yarın kıyamet kopacak…

08 Kasım saat 20.50’da istifaya ilişkin soru işaretlerinin arttığı sırada Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın resmi Twitter hesabından son aylara ait bütün gönderiler siliniyor…  

09 Kasım saat 21.55’de ise yani istifa haberinden 27 saat sonra Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndan konuyla ilgili açıklama yapılıyor: “Cumhurbaşkanımız tarafından yapılan değerlendirme sonunda, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın görevden af talebi kabul edilmiştir…”

Bakan ‘’istifa ediyorum’’ diyor… CB İletişim Başkanlığının açıklamasında ‘’Bakanın görevden af talebi kabul edilmiştir’’ deniyor sanki Arapça kökenli ‘’istifa’’ sözcüğünün ne anlama geldiğini bizden daha iyi bilmiyorlarmış gibi… Ve bu açıklama yapılana kadar da 27 saat süresince de sanki Maliye Bakanlığının çaycısı istifa etmişçesine ne resmi makamlardan bir açıklama ne de yandaş medyada bu istifa hakkında bir haber konusu yapılıyor.

Ve Türkiye istifanın açıklanmasından beri bu istifa üzerine kafa yoruyor: Bakan neden istifa etti? Bakan niçin istifa etti? diye… Ve bu istifa hikâyesine ne anlamlar çıkarıyorlar ne anlamlar aynı fıkradaki Papa gibi…

Ancak durum hiç de fıkradaki Papa’nın anladığı gibi derin anlamlı değil… Durum fıkradaki Moiz’in anladığı kadar basit…

Ben de bu istifa hikâyesin Moiz’in anladığı gibi anlatayım…

16 Nisan 2017'de gerçekleşen halk oylamasında yeni anayasa kabul edildi. Yeni anayasaya göre de 24 Haziran 2018 tarihinde seçimler yapıldı.

Yeni anayasa gereği artık ülkede bir başbakan yok, bakanlar kurulu da yok, bakanlar kurulu olmayınca da ortada hükumet de yok. Yeni anayasa gereği ortada işlevsel ve denetleyici bir meclis de yok... Sadece CB ve ona ayrı ayrı bağlı bakanlar var. Bakanlıkları koordine edecek ve onları denetleyecek bir kurul, bir makam, bir mercii, bir meclis de yok… CB; hem devlet başkanı, hem bakanların ayrı ayrı başkanı, hem parti başkanı, hem asrın lideri... Yeni hastaneler, Suriye, İdlib, Libya, Korona, Dağlık Karabağ derken CB’nın başını kaşıyacak vakti de yok…

Yani şu an bütün bakanlıklar koordinesiz, denetimsiz ve müstakil olarak çalışıyorlar. Bir bakanlığının aldığı bir karardan diğer bakanlığın, diğer kurumların, Büyükşehir Belediyelerinin haberi yok…

Hazinede de para yok. Gayri satacak devlet kuruluşu da yok. Bitti. Şanssızlık; Korono nedeniyle yazın beklenen turist dövizi de gelmedi. Ödenecek borçlar de kapıda…

Bir de ABD’de yapılan seçimleri, ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası ve ABD’nin CAATSA (Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yaptırımlarının devreye girmesi konusunda pek de Türkiye hakkında iyi şeyler düşünmeyen Jeo Biden kazanıyor…

Şu ana kadar Türkiye, bir mirasyedi gibi, mirasyedinin babadan kalan parasını yemesi gibi Cumhuriyetin kurulu düzeni sayesinde bu noktaya kadar yiye yiye geldi. Cumhuriyetin kurduğu o düzen de artık kalmadı, o düzen de yok… 

09 Kasım Pazar akşamından beri sanki Patagonya’daymışcasına ülkede yaşanan bu istifa hikâyesi ülkede gelecekte yaşanacak olan evrensel sosyal entropi kanununun ayak sesleridir… Bu istifa hikâyesine fıkradaki Papa gibi derin anlamlar yüklemeye de hacet yohtur…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Ne şairane mevsimdi sonbahar

10 Kasım 2020

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti... Bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçti gözlerimin önünden...

Bir sonbahar daha geçti Celâlâbâd’da rengârenk... Bir güz daha geçti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...

Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurdu yüzüne insanın…

Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldi hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk baktı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında...

Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildi yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar ruhumla öpüşmüş gibiydi…

Hızını artırdığında uğultuları geldi rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldi...

Yavaş yavaş pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Börtü böcek yaz konserlerini kesti, kuşların cıvıltıları sustu, yaz otları da sararıp soldu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örttü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların...

Daha erken oldu akşamlar... Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battı güneş dağların ardından... Alev alev yandı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde indi karanlıklar… Usul usul bastı geceler...

Sonra sonra hayattaki tek arkadaşım, abim, kardeşim ve her şeyim Şehriyar’ı anımsadım. Zaten her Celâlâbâd’ı anımsayışımda Şehriyar’ı hatırlarım. Mustafa Kemal Atatürk hayranı idi Şehriyar… Atatürk için; ‘’O dünyanın gördüğü en büyük devrimciydi’’ derdi… ‘’O büyük insanı anlamak her fâninin harcı değildir’’ derdi… Mustafa Kemal’in ‘’Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.’’ sözünü hiç dilinden eksik etmezdi hiç… ‘‘İşte’’ derdi ‘’Doğu’da eksik olan bu: Bilim ve akıl…’’ ‘’Bizde bilim ve akıl olmadığı için sefalet içindeyiz’’ derdi...

Ve iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki buralara gelmişim, iyi ki buralardaydım, iyi ki bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim...

Bu yörenin en yeşil bölgesi olan Celâlâbâd’da yeşillikten hiç eser kalmadı artık. Celâlâbâd; sarı, sapsarı, kahverengi, pastel bir renge büründü…

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra, haykıra haykıra bir sonbahar daha geçti...

Mevsim, Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiirindeki dizeleri gibiydi aynen; ''Ne şairane mevsimdi sonbahar'':

‘’Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar 

Bahçeleri talan eden bir deli rüzgârdı 
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar 
Eskiden sonbaharın bir güzelliği vardı. 

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana 

Sonbahar dahi bir tuhaf bir başka geliyor 
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana 
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor.’’

Şair Tarancı’nın söylediği gibi o şairane mevsim ''sonbahar'' gitmiş ve nihayetinde memlekete hüzün gelmiştir... Gayri yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri vardır... Artık bahçeleri talan eden bir deli rüzgâr vardır... Kırılan dal, düşen yaprak ve şaşkın uçan kuşlar vardır...

Bu nedenledir ki Şair Tarancı yine ''Atatürk'' şiirinde Atatürk'ün bu manzara karşısındaki üzüntüsünü anlatır:

‘’Atatürküm eğilmiş vatan haritasına 

Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler 
Atatürk neylesin memleketin yarasına
Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler.

Nerde istiklâl harbinin o mutlu günleri 

Türlü düşmana karşı kazanılan zaferi 
Hiç sanmam öyle ağarsın bir daha tan yeri 
Atatürküm ben ölecek adam değildim der.

Git hemşehrim git kardeşim toprağına yüz sür

Odur karşı kıyadan cümlemizi düşünür 
Resimlerinde bile melül mahzun düşünür 
Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister.’’ 

Ey Türk istikbâlinin evlâdı! Anlıyor musun? Yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri karşısında zaman şaşkın uçan kuşlar zamanı değildir... Kırılan dallar, düşen yapraklar baharda daha gür, daha güçlü, daha bir çığlık çığlığa doğmak içindir.

Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister...

Osman AYDOĞAN




Müyesser Yıldız neden tutuklandı?

10 Haziran 2020

Müyesser Yıldız’ı Balyoz ve Ergenekon kumpaslarına karşı Ankara’da yapılan ‘’Sessiz Çığlık’’ eylemlerinin bir parçası olarak Çankaya’da AYM önünde yapılan nöbette tanımıştım. TSK’ne kurulan Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında Türk basınının büyük bir çoğunluğu basitçe, kişiliksizce mevzi gerisinde saklanmış vaziyette sessiz kalırken, bir kısmı da şerefsizce, adice, onursuzca, arsızca ve hayâsızca TSK’ne kin kusarken Müyesser Yıldız bu kumpaslara karşı tek başına TSK’ni TSK’nden da daha çok savunan, hakkını arayan, koruyan yiğit bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız, FETÖ kumpasıyla Oda TV davasından yaklaşık on altı ay cezaevinde yatmış, daha sonra bütün kumpas mağdurları gibi beraat etmişti. Müyesser Yıldız, beraat ettikten sonra da avukatlarının ‘‘Hakkınızı kuvvetlendirmek için, tescil ettirmek için tazminat alın. Çünkü haksız tutuklama karşısında vatandaşın devletten tazminat alma hakkı var’’ teklifine karşı; ‘’‘Devletin yargıcı, polisi hata yapabilir, devleti yönetenler hata yapabilir ama ben devletime tazminat davası açmam’’ diye cevap veren ve devletine dava açmayan yurtsever bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız ayrıca Türk basınında herkeslerden daha fazla olarak hükumetin bir türlü aydınlatmak istemediği, pek çok bölgesi karanlıkta kalan 15 Temmuz vakasını aydınlatmaya çalışan nadir basın mensuplarından da birisiydi…

Halen Odatv Ankara Haber Müdürü olarak görev yapan Müyesser Yıldız 08 Haziran 2020 tarihinde bir astsubay ile yaptığı telefon görüşmesinde edindiği bilgileri ‘’haber yapmaması’’ nedeniyle sabah vakti evinden "Siyasal ve Askeri Casusluk’’ suçlamasıyla önce gözaltına alındı sonra da tutuklandı. İfadeye çağırsalar sanki kaçacak.

Müyesser Yıldız, gözaltına alınmasının ardından Emniyet’te su istemesi ancak verilmemesine üzerine avukatı aracılığıyla şu açıklamayı yaptı: “Canı sıkıldıkça, 8-10 senede bir suç uyduran devletin suyunu da ekmeğini de istemiyorum. FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz. Ben bunların suyunu da ekmeğini de istemiyorum.” 

Müyesser Yıldız’ın bu açıklaması bana bir Fransız sosyolog ve yazar Dr. Gaston Bouthoul’u (1896 – 1980) hatırlattı.

Şimdi diyeceksiniz ki Müyesser Yıldız ile bu Fransız’ın ne ilgisi var? Bu ilgiyi anlayabilmek için Dr. Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ (Cem Yayınevi, 1997) isimli kitabını kısaca anlatmam lazım…

Dr. Bouthoul ve ''Politika Sanatı'' isimli kitabı

Dr. Bouthoul, savaş sosyolojisinin öncüsü olarak tanınır. Onun ana ilgi alanı sosyal bir phänomen olarak savaştır. Dr. Gaston Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ dışında Türkçe yayınlanmış iki kitabı daha var: ‘’Sosyoloji Tarihi’’ ve ‘’Siyaset Sosyolojisi’’.

’’Politika Sanatı’’ kitabı, yazarın Antikçağ’dan başlayıp Ortaçağ’a, oradan da XVI., XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıl diye her yüzyıla ayrı bir bölüm açarak XX. yüzyıla kadar, politika ile ilgili eserler veren, siyaset sahnesinde yer alan kralların, hükümdarların, filozofların, sosyal bilimcilerin, dini liderlerin ve askerlerin yönetim sanatı hakkındaki fikirlerinden yaptığı bir derlemedir. Kitabın orijinal adı: ‘’L'art de la Politique’’ dır.

Yayınevi bu kitabın arka kapağında şunu yazar:  ‘’Amacı Konfüçyüs’ten Lenin'e Platon'dan De Gaulle'a değin politika üstüne eğilmiş 78 ünlü filozof ve devlet adamının gerek değişik, gerek çelişik, gerekse birbirini destekleyen görüşlerini, en belirgin yanlarıyla politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile bir arada sunuyoruz.’’

Kitabın Antikçağ ile ilgili bölümde ilk antlaşmalar, Çin filozofları Lao Tzu'dan ve Konfüçyus’dan aforizmaları yer alır… Kitabın bu bölümünde Grek kültürüne yer verilir, Atina demokrasisi gibi kavramlar kısa kısa açıklanır, Platon ve yönetim felsefesi, idealar dünyası, yurttaşların görev dağılımı gibi kavramlara atıfta bulunulur… Bu çağdaki düşünürlerden Mensius’a, Thukidides,e, Aristoteles’e ve Cicero’ya yer verilir.

Kitabın bu bölümü günümüze ışık tutması açısından diğer bölümlere göre daha ilginçtir. Kitabın 25. sayfasından itibaren Platon’un politika üzerine görüşlerine yer verilir. Bu sayfalarda verilen Platon’un politika üzerine düşüncelerinin bir kısmı sanki günümüzü anlatır gibidir: 

“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın!”

“Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söylenebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur.”

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Bilmem bu sözler sizlere tanıdık geliyor mu?

Bu sözleri burada bırakıp şöyle çok kısa bir geriye gidelim:

Hani sözde FETÖ ile mücadele ediyorlar ya…

O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ne seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''

Bir dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat da şöyle konuşuyordu: “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik.” (Gazeteler, 21 Temmuz 2016)

Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):

‘’Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum... Bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’

Aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu. 

Peki, açık açık FETÖ’ne hizmet ettiğini, FETÖ ne de dediyse yaptıklarını söyleyen Bülent Arınç şimdi nerede: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyesi olarak Saray’da…

Peki, Bülent Arınç’ın ‘’Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ne peşkeş çekti’’ dediği İ. Melih Gökçek şimdi nerede? Hiç adam hakkında ‘’FETÖ terör örgütüne üye olmamakla beraber FETÖ’ne yardım ve yataklıktan’’ dolayı dava açıldığını duydunuz mu siz hiç?

Peki, “cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyen Dengir Mir Mehmet Fırat'ın vefat ettiği Temmuz 2019 tarihine kadar hiç ifadesine başvurulmuş muydu?

Hiç bu muhteremler hakkında dava açıldığını duyan var mıydı?

Öyle mi?

Bir bankada üç kuruş hesabı var diye vatandaşı FETÖ ile suçlayıp yargılayacaksınız ama öbür taraftan aynı bankanın yöneticilerini SPK’nın başına (gazeteler 17 Nisan 2018) ve Merkez Bankasına yönetici olarak (gazeteler 18 Ocak 2020) atayacaksınız, bu bankadan milyonlarca TL kredi kullanan FETÖ övgücüsünü de TV’lerde makbul bir yorumcu olarak hala baş tacı yapacaksınız? Sonra da kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı tutuklayacaksınız… Öyle mi?

Sahi, zamanında Meclis kürsülerinde, TV’lerde FETÖ’ne övgüler düzenler, teee ABD’ye kadar gidip FETÖ elebaşısının yanında boy boy arz-ı endam edip el etek öpenler, ABD’ye gidenlerle ona selam gönderenler, arkasından salya sümük ağlayanlar, FETÖ’nü savunanlar, elebaşını ülkeye davet edenler, mahkemelerde elebaşını aklayanlar şimdi neredeler? Bunlar hakkında da açılmış bir tane dava var mıdır? Şimdi de kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı tutuklayacaksınız… Öyle mi?

“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasası’nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime;….’’ diye yemin etmiş bir ABD vatandaşını Malezya’ya büyükelçi olarak atayacaksınız, ABD’ye bağlılık ve sadakat yemini etmiş bu ABD vatandaşına gönderdiğiniz devletin çok gizli kriptoları casusluk olmayacak, Müyesser Yıldız’ın bir astsubay ile konuştukları casusluk olacak… Öyle mi?

Devletin en gizli bilgilerinin bulunduğu Kozmik Oda’yı dünyanın en büyük casusluk örgütü FETÖ’ye sonuna kadar açacaksınız, bu casusuluk olmayacak, sonra da bir astsubayla telefonla görüştü diye Müyesser Yıldız’ı casuslukla suçlayacaksınız.... Öyle mi?

FETÖ’nün marabalarını, ayak takımını hapse atacaksınız ancak FETÖ’nün ağababalarının bir kısmını devletin en üst kadrolarında görevlendireceksiniz, geri kalanını da dışarıda serbestçe dolaştıracaksınız sonra da bunun adı FETÖ ile mücadele olacak, ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı da tutuklayacaksınız… Öyle mi?

15 Temmuz’u bir türlü aydınlatmayacaksınız, ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurup başına da görevini yapsın diye yılların FETÖ savunucusu Reşat Petek’i verip 15 Temmuz’u aydınlatmayacaksınız, sonra da Müyesser Yıldız’ı 15 Temmuz'u aydınlatmaya çalışıyor diye gözdağı vermek için tutuklayacaksınız... Öyle mi?

Ne diyordu Müyesser Yıldız, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada: ‘’FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz.’’

Müyesser Yıldız’ın bu cümlesinde sarf ettiği her bir kelime neden tutuklandığının gerekçesidir aslında…

Politika Sanatı

Ancak biz yine de tekrar dönelim Dr. Gaston Bouthoul’un ‘’Politika Sanatı’’ isimli kitabına… Ne demişti Dr. Gaston kitabında Platon’dan alıntı yaparken:

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Müyesser Yıldız’ın tutuklanması aslında Dr. Gaston’un kitabında Platon’dan alıntı yaparak bahsettiği bu temizliğin bir parçasıdır…

Yayınevi de kitabın arka sayfasında bu eserin yayınlanma amacı için demişti ya: ‘’Politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile…’’ 

Ben de öyle diliyorum zaten!

Hem Müyesser Yıldız’ın neden gözaltına alındığını hem de tanık olduğumuz ülkenin geçmiş politik yaşamını daha iyi anlamamız açısından bu kitabın yurt ve dünya sorunlarında bize ışık tutmasını diliyorum... 

Osman AYDOĞAN



ABD başkanlık seçimleri ve bir film

07 Kasım 2020

ABD'de başkanlık seçimleri


Türkiye dâhil tüm dünya 03 Kasım 2020 Salı gününden beri ABD ile yatıp ABD ile kalkıyor. Konu ABD başkanlık seçimlerini kim kazanacak; Tump mı Biden mi?

Ancak hayretler içerisinde görüyorum ki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanı özellikle yandaş kalemşörler ve kadrolu yandaş TV yorumcuları Türkiye’ye yaptığı onca hakaretlere rağmen Trump kazansa daha iyi havasındalar. İçler acısı bir durum…

Ben ABD uzmanı değilim... Bir vakitler yetersiz İngilizcemle Atlantik kıyısından Paifik kıyısına kadar süren iki hafalık bir ABD gezim hariç ABD ile hiçbir işim olmadı. Ancak şunu bilirim ki tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de seçimler semboliktir. Seçmenin önüne seçilmesini istedikleri kişileri koyarlar ve seçin derler. Seçmen de ehveni şer olanı seçer... Konu bu kadar basittir. Özellikle ABD’de seçimlerde ABD politikasına kim uygunsa vitrine seçilmesi için onu koyarlar ve onu seçtirirler.

En azından yaşayarak hatırladığımız eski Hollywood yıldızı ve California Valisi Ronald Reagan’dan George H.W Bush’a, Bill Clinton’dan oğul George W. Bush’a, ABD tarihinin ilk siyah başkanı Barack Obama’dan Donald Trump’a bu hep böyle olmuştur. Bu başkanlar o dönemki ABD politikasını yürütecek en uygun kişiler olduğu için vitrine konup seçilirler... Yoksa ABD politikası başkanlar yoluyla hiçbir zaman değişmez...  

Örnekler verecek olursam;

Birinci örnek Barack Obama örneğidir. ABD, ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını yürütürken vitrine ihtiyacı olan siyahi Obama konur, ardından da gizli Müslüman olduğu söylentileri yayılır... Öyle ki Obama başkan seçildi diye ülkemizde Van'ın Gürpınar ilçesi Çavuştepe köyünde, Barack Obama için 44 adet kurban kesilir... (Gazeteler, 08 Kasım 2008) ABD'nin ''Ilımlı İslam'' ve BOP politikası için Türkiye'ye ihtiyacı olması nedeniyle de Obama ilk yurt dışı seyehatini Türkiye'ye yapar ve burada kendisine eşbaşkanlar bulur. 

Bir başka örnek de Trump'tır. ABD’nin yaşadığı ekonomik ve toplumsal sorunlara karşı ihtiyaç duyduğu ‘’otoriter ve milliyetçi’’ politikalar için de bu sefer bu politikalara uygun karaktere sahip Trump vitrine konur. ABD hala bu politikalara ihtiyaç duyduğu ve Trump’ın kişiliği nedeniyle dünyada sarsılan ABD imajı için ise aynı politikaları biraz daha yumuşatarak götürecek olan Jeo Biden öne çıkarılır... Biden’in önünün açılması için Demokrat aday anti-neoliberal görüşleri ile tanınan Bernie Sanders’in önü antidemokratik bir biçimde kesilerek Sanders devre dışı bırakılır... 

ABD'de olan biten budur... 


Dolayısıyla bizdeki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanlarının ahkâm kestiği gibi değişen bir şey olmayacaktır. ABD’inde ve dünyada düzen ve politikalar değişmeyecek, isimler değişecek ancak dünyada düzülenler hep aynı ülkeler olacaktır.  Bu bu kadar basittir…

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı vardır. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail’dir.  Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade etmişti: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” 

Bu strateji doğrultusunda ABD’nin başına bir Cumhuriyetçi mi yoksa bir Demokrat mı gelmiş, seçimde Trump mı yoksa Biden mı seçilmiş fark etmiyor. 

Trump’ın görev süresince İsrail için neler yaptığını yaşayarak gördük: Trump, Yahudi asıllı damadı ve danışmanı Jared Kushner'in de etkisiyle, İsrail'in tüm isteklerini bölgedeki dengeleri gözetmeksizin gözü kapalı kabul ederek; Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmiş, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanımış ve İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşim bölgelerini artık yasa dışı olarak görmediğini açıklamıştı.   

Jeo Biden ise Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken de başkan yardımcısıydı...

Şimdi bu fikrimi destekleyen ABD yapımı bir filmden bahsedeceğim: ‘’The Post’’

The Post

12 Ocak 2018 tarihinde ülkemizde usta yönetmen Steven Spielberg'in bir filmi gösterime girer; Tom Hanks ve Meryl Streep'in başrolde olduğu ‘’The Post’’ filmi… . Meryl Streep filmde Washington Post gazetesi sahibi ve Amerika’nın ilk kadın gazete yayıncısı Katherine Graham'ı (Kay) canlandırır…


Film Vietnam Savaşı'nı bitiren ve Başkan Nixon'ın koltuğunu sallandıran Pentagon Belgelerini yayımlama kararı alan Washington Post gazetesi çalışanlarının hukuk ve basın mücadelesini konu alıyor. Daha doğrusu izleyici öyle algılıyor. Filmde anlatılan aslında ABD derin devleti veya eski deyimle ABD müeeses nizamıdır (establishment)...

Filmin ayrıntıları

Filmin giriş sahnesi Vietnam Savaşıdır. ABD Vietnam bataklığında debelenip asker kaybederken Vietnam’a cephede ne gibi sorunlar yaşanmaktadır diye bir gözlemci göndermiştir. Gözlemci de gördüklerini rapor eder:  Rapor ABD halkının ve senatonun uzun yıllar boyunca Vietnam konusunda yanıltıldığını ortaya koymaktadır. Vietnam’da ABD’li askerler ölmektedir. Durum hiç de iç açıcı değildir. Oysa bu savaşın kazanılamayacağı en başından bellidir ve iç siyasette kullanılmak için Vietnam’a ilave askerler gönderilerek savaş sürekli uzatılmaktadır. Ancak Savunma Bakanı Robert McNamara kamuoyuna olumsuz raporun aksine siyasetinin gereği ‘‘zafer’’ yolunda açıklamalar yapar.

Suskun kalmaya vicdanı elvermeyen gözlemci birkaç yıl sonra bu gizli belgeleri The Times (The New York Times) gazetesine verir. 13 Haziran 1971 tarihinde The New York Times Yazarı Neil Sheehan, tarihe ‘’Pentagon Papers’’ diye geçecek ilk belgeyi yayımlar. Belgeler özetle Amerika Devleti’nin Vietnam Savaşı ile ilgili kamuoyuna söylediği yalanları ifşa etmektedir. Belgeler yayınlandıktan hemen sonra gazete hükumet tarafından uyarılarak vatan hainliği ile suçlanır ve belgelerin yayınlanması yasaklanır. Daha sonra da devlet sırlarının açığa çıkarılması casusluktur diyerek The Times'a dava açılır. Bunun üzerine gözlemci, belgeleri Washington Post gazetesine de verir.

Filmin ikinci yarısı The Times gazetesine dava açılmış ve belgelerin yayını yasaklanmış olmasına rağmen Washington Post gazetesi elde ettiği bu belgeleri yayınlayıp yayınlamama tartışmasıyla geçer ve sonunda belgeleri yayınlama kararı alarak belgeleri yayınlarlar. Bu şekilde aynı davaya Washington Post da dâhil olur.

Sonuçta mahkeme Vietnam savaşı ile ilgili gizli belgelerin gazetede haber yapılmasının basın özgürlüğü olduğuna, casusluk olmadığına karar verir. Filmin sonunda mahkeme kararı verilirken gerekçe olarak basın özgürlüğünün ABD kurucu büyüklerinin değerlerinden olduğu söylenir…

Film bu kadar…

Ancak film Steven Spielberg'in filmi olunca insan ister istemez filmde gözünü dört açması gerekiyor.

Filmin verdiği mesajlar

“Kötüler vardır ama atalarımızın kurduğu sistem iyilerin kazanmasına olanak tanır” düsturuyla hareket eden, “Amerikan Rüyası”na inanmaktan vazgeçmeyen ve  “Amistad” (1997) ve “Lincoln” (2012) gibi filmlerde ülkenin kurucu yasalarına olan güvenini tam olarak dile getiren Steven Spielberg ‘’The Post” filminde de nasıl bir mesaj verecek diye merakla bekliyor insan… .


Steven Spielberg bu filmde de ülkenin kuruluş ilkelerine ve Anayasası’na referanslarla bir kez daha ABD’yi taltif etmekten geri kalmıyor. Ama öte yandan - Spielberg'e haksızlık da etmemek lazım - gazetecilik, basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkı, hukuk ve ahlak üstüne ve mesleki dayanışmanın önemi, gazetecilerin devletin değil kamunun çıkarını gözetmesi gerektiği gibi mesleğin evrensel ilkelerinin mesajlarını da veriyor.  Ve medya-sermaye-devlet ilişkileri konusunda da üzerine kafa yorulmayı hak eden malzemeler sunuyor.

Film, Oliver Stone’un Vietnam dramalarının aksine, ana hattıyla Vietnam savaşına ve orada olan bitene karşı değil, sadece savaşın kaybedilmesine ve kamuya yalan söylenmesine karşı. 

Yani filmin esas problemi Vietnam halkına yapılan acımasız saldırı veya savaş ahlâkını bile yerle bir eden ihlaller değil. 13 milyona yakın sayıda Vietnamlının katledilmesi ve Amerika’nın emperyalist emelleri hiç değil. Film, yetkilileri sadece savaşı kaybetmekle ve halkı bilgilendirmemekle suçluyor. Basın da olaya bu bakış açısıyla yaklaşıyor, “kaybediyormuşuz, bizi bilgilendirmediler ve bize yalan söylediler, Amerikan evlatları boşuna öldü…” diyor. Kaygı bu… 13 milyonu bulan Vietnam evladı kimsenin umurunda değil.

Filmde Amerikan efsaneleri Eisenhower ve Kennedy bir cümlede geçiştirilerek, bütün kötülükleri -tarihi olarak da günah keçisi olan- Nixon’ın üzerine atılıyor. Yani kötü olan Amerika değil, kötü olan Nixon mesajı veriliyor…

Filmde geçen diyaloglar

Filmdeki her bir diyalog adeta mesleğin temel ilkeleri üzerine hatırlatmalardan oluşuyor. Hele bir gazeteci dayanışması var ki, unutulmaz: The New York Times’a yönelik mahkeme kararının ardından Washington Post'un idealist genel yayın yönetmeni Ben Bradlee (Tom Hanks), ekibine “Onlar kaybederse biz de kaybederiz” uyarısında bulunuyor...

Filmde geçen bir cümle; ''Bir askerî harekât siviller (hükümet) tarafından çok sıkı kontrol edilmelidir.''

Filmin sonunda geçen tarihi bir cümle daha; “Basın yönetenlere değil yönetilenlere hizmet için vardır.”

Yine filmin sonunda bizlere de tanıdık gelen bir talimat: ‘’Hiçbir Washington Post muhabiri bundan sonra bir daha Beyaz Saray'a girmeyecektir!’’

Filmin gösterdiği bir diğer gerçek: ‘’Bir ülkede bağımsız yargı olmadan basın özgürlüğü asla söz konusu olamaz.’’

Filmde bize ait bir figür

Filmin bir de bizimle, ülkemizle bir bağı var. ''Filmin bizimle ne ilgisi olabilir ki'' diyecek olursanız – boşuna beklemeyin – ülkemizdeki basına ve gazetecilere açılan çeşitli davalara atıfta bulunmayacağım. Filmin bizimle şöyle bir ilgisi var:

Film başrol oyuncuları girişte söylediğim gibi Tom Hanks ve Meryl Streep. Özellikle Meryl Streep filmde fevkalade üstün bir performans sergiliyor. Ancak filmde öne çıkan bir karakter var ki işte o karakter bizimle ilgili...

İşte filmde öne çıkan o karakter, oyuncu Bob Odenkirk’in canlandırdığı Washington Post muhabiri Ben Bagdikian'dır.  İşte o karakter Ben Bagdikian da bizim hemşerimizdir. 1920 Maraş doğumludur. Aynı zamanda gazetecilik profesörüdür. Noam Chomsky’yi etkilemiştir. Medya ve iletişim uzmanı olan Robert W. McChesney tarafından yüzyılın en iyi gazetecilerden biri olarak tarif edilmiştir… 1983 yılında yazdığı ''The Media Monopoly'' kitabında medyanın tekelleşmesi uyarısında bulunarak bütün Amerikan medyasının toplam 50 kişinin elinde toplandığını, bir salona sığacak kadar az sayıda insanın bütün medyayı yönetmesinin oldukça tehlikeli olduğunu söyler. Kitabının 2004 basımında ise bu sayıyı beş olarak güncelleyerek, tehlikenin geldiği boyuta işaret eder. (Sahi ülkemizde medya kaç kişinin tekelindedir?) Ben Bagdikian, 2016 Mart ayında da vefat eder. Toprağı bol olsun…

Sonuç

Sinema sadece bir eğlence aracı değildir. Eğer sinemaya bu gözle bakılırsa yani eğlence aracı olarak bakılırsa bu film hiç de eğlenceli bir film değildir, aksine sıkıcıdır da denilebilir.


Ancak; bugün hafta sonu, yarın Pazar… Ülke gündemi gibi hava da kasvetli, kapalı ve soğuk… Bu havada Korona riski de pusuda beklerken evinize kapanın, İnternetten bulun bu filmi ve basın hürriyeti, yargı bağımsızlığı ve sınır ötesi askerî harekât konusunda zor dönemlerden geçen bir ülkenin vatandaşı olarak bu filmi izleyin derim.  

1998 yılında bir mitingde Bülent Ecevit, "Bu düzen değişecek" deyince bir vatandaş "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" diye sormuştu. Ben de basındaki yandaş kalemşörlere ve TV’lerdeki kadrolu yandaş sözde ABD uzmanlarına sorayım: Siz merak etmeyin, ABD’de düzen hayatından memnun. Düzülenler ne zaman değişecek? Siz ondan haber verin!..

Osman AYDOĞAN

The Post filminin tanıtımı:
https://www.youtube.com/watch?v=nrXlY6gzTTM



Post-truth

06 Kasım 2020

Biliyorsunuz; yabancı kökenli sözcüklere ifrit olurum. Daha önceleri bu sayfalarda Farsça kökenli sözcükleri anlatmıştım sizlere… Farsça ‘’bâhten’’ fiilinden gelen sözcükleri açıklamıştım, “dâşten” fiilinden gelen sözcükleri anlatmıştım... Yine bu sayfalarda kafama Fransızca sözcükleri takmıştım,  ‘’La Cantine’’, ‘’Brasserie’’, ‘’Patisserie’’ ve ‘’Bistro sözcüklerinden bahsetmiştim… Bugün de kafama İngilizce güncel bir sözcüğü taktım: ‘’Post-truth’’. Nasıl takmam ki? Günlerdir kafamda uğuldayıp durur.


Ancak ‘’Post-truth’’u açıklamadan önce kısa bir giriş yapmam lazım!

Fransız düşünür Alain Badiou’nun en büyük tespitidir. Bu tespit; atom bombasının bulunmasından daha vahimdir, daha gaddardır, daha şedittir, daha acıtıcıdır. Bu tespit yaşadığımız çağımızı anlatır. Bu tespit beş kelimeden oluşan basit bir cümledir: ‘’Hakikat var değildir, hakikat olur.’’

Badiou’nun tespiti gibi, bilimsel bir ‘’algı yönetimi’’ desteği ile günümüzde her yerde gerçek ‘’kara’’ olan ne varsa insanlara sanal ‘’ak’’ olarak sunulmuştur ve sunulmaktadır... Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unutmuşlardır. Zaten istenilen de budur.

George Orwell, zamanında “Evrensel riyakârlık dönemlerinde hakikati söylemek devrimci bir eylemdir” demişti. Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Oxford Sözlüğü, Badio'nun, Orwell'in tespitlerini sanki kayda geçirircesine Anglo-Sakson kültürünün zamanın ruhunu kavramlaştırma geleneğinin uzantısı olarak ‘’Post-truth’’ (Hakikat / gerçek sonrası) sözcüğünü 2016 yılının sözcüğü olarak seçmiş. Bunu da; “objektif hakikatlerin kamuoyunu şekillendirmede duygular ve kişisel inançlara göre daha az etkili olduğu koşullar” diye tanımlamışlar. Birebir tercüme böyle olunca anlaşılması zorlaşıyor ama basitçe diyor ki ‘’artık gerçekler önemli değil, insanlar olaylara duygusal yaklaşıyorlar.’’

Oxford Sözlüğü 2016 yılının “hakikat sonrası” (Post-truth)’nı yılın sözcüğü seçmiş ama sözcüğün kökeni aslında çoook eskilere uzanıyor. 2004 yılında Amerikalı araştırmacı yazar ve öğretim üyesi Ralph Keyes bir kitap yazarak bu ifadeyi kitabının kapağına taşıyor: ''Post-Truth Dönemi: Çağdaş Yaşamda Sahtekârlık ve Aldatma'' (Delidolu, 2017)

Yazar bu kitabında toplumlarda gittikçe yaygınlaşan yalanı ve aldatmayı, dürüstlüğün değer kaybedişini derinlemesine inceliyor. Bu kitap, hakikat sonrasına ilişkin en kapsamlı teorik yaklaşımı sunuyor. Bu kitap; toplumsal yaşamımızı radikal biçimde şekillendirmeye başlayan hakikat sonrası çağın (Orwell’in söylediği  ‘’Evrensel riyakârlık dönemi’’nin) yükselişini ve bu durumun tehlikelerini gözler önüne seriyor.

Yazar kitabında ''Post-truth'’u şöyle açıklıyor: “Beyaz yalan dostu bir çağda yaşıyoruz. Şu konuda ikilemdeyiz: Bir yandan kendi yalanlarımıza bahane bulurken diğer yandan yalancılığın bu kadar yaygın olması karşısında dehşete düşüyoruz. Zeki insanlar olarak, suçluluk duymadan paçayı kurtarabilmek için gerçeği örtbas etmeye gerekçeler buluyoruz. Ben buna hakikat sonrası diyorum.”

‘’Post-truth’’ sözcük karşılığı kısaca ‘’hakikat / gerçek ötesi’ ’veya ‘’gerçek sonrası’’ olarak da tercüme etmek mümkünse de bu sözcükler  ‘’Post-truth’’’ın tam karşılığını vermiyor.

Bu sözcüğün (Post-truth) anlamını tam olarak anlamak için bu kavramı dünyada ve ülkemizde nasıl kullanıldığını örnekleriyle vermem gerekiyor:

Hani Saddam’ın kitle imha silahları vardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’. Hani Kaddafi halkına ateş açıyordu ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha. Hani Baltık Denizinde fotoğrafı çekilmiş olup da Körfez’de Saddam yapmışçasına bir karabatak fotoğrafı vardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani İŞİD’i Esad yaratmıştı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani İŞİD’e ‘’öfkeli gençler’’ diyorlardı ya, hani İŞİD’e İŞİD bile diyemiyorlar ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani El Kaide’den El Nusra’ya ne kadar İŞİD müttefiki varsa, Esad ile savaşan ne kadar eli silahlı terörist varsa ‘’muhalif’’ diyorlardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha…

Bu ‘’Post-truth’’ bize hiç de yabancı değil aslında… Bir vakitler ‘’Camide içki içtiler’’ diye servis ediyorlardı ya, hani ‘’Kabataş’ta bir masum bacı’’ vardı ya, hani ‘’Balyoz’’, ‘’Ergenekon’’ diye darbe masalları vardı ya…  İşte yerli birçok ‘’Post-truth’’ daha…

PKK ile Oslo’da pazarlık yapıyorsunuz, PKK'nın Güneydoğu'da şehirlere kasabalara yığınak yapmasına göz yumuyorsunuz adı ‘’Çözüm Süreci’’ oluyor… FETÖ ile devletin yıllardır yaptığı uyarılarına, MGK kararlarına rağmen işbirliği yapıyorsunuz, ne istedilerse veriyorsunuz sonra da adı ‘’aldatıldık’’ oluyor… TSK’nın kırk yılda yetiştirdiği pırıl pırıl subaylarını, generallerini ''Ergenekon'', ''Balyoz'' vb. darbe masalları ile zindanlara atıyorsunuz, yine ‘’aldatıldık’’, ''pardon'' diyorsunuz… BOP’un eşbaşkanı oluyorsunuz sonra ‘’Eyyy, üst akıl’’ diyorsunuz, Esad ile kol kola geziyorsunuz, sonra da ‘’Eyyy, Esed’’ diyorsunuz…  Alın size yerli birçok ‘’Post-truth’ daha… Hani ülke üçüncü sınıf bir kabile devletine dönüştürülürken ‘’ileri demokrasi’’ masalları anlatılıyordu ya… İşte gerçek bir ‘’Post-truth’’ daha…

Dolar 8.5 TL’yi, EURO 10,0 TL’yi geçmiş, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, cari açığı kapatacak para yok, yatırımlar yok, turist gelmiyor, yabancı sermaye gelmiyor, ekonomiye güven dip yapmış, dış borç tavan yapmış, döviz yok, sanayi üretimi neredeyse durmuş, eğitim gerilemiş, hukuk ayaklar altına alınmış, uluslararası alanda ‘’değerli bir yalnızlığa’’ düşmüş, dış politikada çizdiğiniz zik zaklardan başınız dönmüşken ‘’böyyük devlet’’, ‘’ekonomide şaha kalktık’’ masalları anlatarak ‘’yedi düvele ayar veren devlet’’ görüntüsü yaratılıyor ya alın size ‘’hakiki’’ ve ‘’gerçek’’ bir ’Post-truth’’ daha…

İşte size yerli bir ‘’Post-truth’’ daha: 2017 yılı Ocak ayının son haftasında T.C. Başbakanı Gezi Parkı protestolarını kastederek demişti ki; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’ Sanki o zamanlar TV’lerde gümbür gümbür Gezi Parkına Topçu Kışlası adı altında AVM, otel, rezidans yapacağız diyen bendim… Sabahın beşinde çadır kurup çevre nöbeti tutan gençlere sanki ben saldırdım…Öğrenci çadırlarına o gaz bombalarını sanki ben attım.. Öğrenci çadırlarını sanki ben ateşe verdim... Ne diyor koskoca T.C. Başbakanı gözlerimizin içine baka baka; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’  İşte yerli ‘’Post-truth’’ın en alası…

Bir büyük ‘’Post-truth’’ daha: Ülke demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, demokrasilerde olmazsa olmaz kuvvetler ayrılığı ilkesinden uzaklaşıyor, diktatörlüğe, tek adamlığa doğru gidiyor… Cevap hazır: ‘’Prangalardan kurtuluyoruz..’’

Soma'da 301 madenci diri diri toprağa gömülmüş, ''güvenlik zaafı var'' diyorsunuz, ''ihmal'' var diyorsunuz; ''fıtrat'' diyorlar, Adana Aladağ'da kız öğrenci yurdunda yangın çıkıyor, 11 kız çocuğu diri diri alevlerde yanıyor, ''ihmal'' var, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz; ''kader'' diyorlar, kendilerine yakın bir vakıf yurdunda kendilerine emanet edilmiş çocuklar vakıf personelinin ''tecavüz''üne uğruyorlar; ''bir defalık'' diyorlar, Elazığ’da, İzmir’de deprem oluyor, yüzlerce insana beton mezar oluyor, ’’kader’’, ‘’Allah’tan geldi’’ diyorlar… İşte yerli ‘’Post-truth’’ın birkaçı daha…

Anayasa referandumunda YSK mühürsüz oyları geçerli sayıyor, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz, ''atı alan Üsküdar'ı geçti'' diyorlar... Bundan büyük ’'Post-truth’' olur mu hiç?

İşte size geçmişten birkaç ‘’Post-truth’’ daha: ''Yolsuzluk'' var, ''hırsızlık'' var, ''kara para aklama var'' diyorsunuz, bunun için ''belge'' sunuyorsunuz; ''sahte'' oluyor, ''mahkeme'' diyorsun; ''kumpas'' oluyor, ''tape'' veriyorsun; ''montaj'' oluyor, ''sahtekâr'', ''rüşvetçi'' diyorsun; ''hayırsever vatandaş'' oluyor, “cari açığı kapatan ihracat şampiyonu”, “altın ihracatı yapan bir zat’’, ‘’ülkeye katkısı olan, hayır işlerine giren bir zat'' oluyor, adam ''itiraf''ta bulunuyor; ''iftira'' deniyor, ''hırsızlık'', ''yolsuzluk'', ''rüşvet'' diyorsun; ''vatan'', ''millet'', ''Sakarya'' diyorlar, ''doğru''yu söylüyorsun ''ihanet'' oluyor... Bizdeki '’Post-truth’’ların sonu yok ki!

Ülkenin bütün kurumlarını ve bakanlıklarını FETÖ'nün çiftliğine çevirmişler... FETÖ ile mücadele ediyoruz diye çiftliklerdeki bütün marabaları içeri almışlar, içeri alıyorlar ancak bütün çiftlik ağaları, bütün çiftlik kâhyaları, Ankara'yı parsel parsel FETÖ'ne peşkeş çekenler, FETÖ'ne ne istedilerse verenler, sümüklü bir meczubu teee ABD'ye kadar gidip, el etek öpüp bu meczupla fotoğraf çektirenler, bu hoca bozuntusunu TV'lerde, meydanlarda, basında öve öve bitiremeyenler ellerini kollarını sallayarak dışarıda dolaşıyor... Emir kulu gariban erler ile askerî öğrencileri de müebbet zindana tıkılıyor... Bunun adı da FETÖ ile mücadele oluyor... Aha işte size yerli ‘’Post-truth’’ın bir en alası daha…

Yok ben bu ‘’Post-truth’’ ecnebi sözcüğünü de tercümesini de (‘’hakikat-gerçek-  sonrası’’ veya ‘’gerçek ötesi’’) pek sevmedim… Zaten başta da ifade ettiğim gibi bu sözcükler  ‘’Post-truth’’’ın tam karşılığını vermiyor.

Çünkü ''hakikat'' bu ülkede hiçbir zaman, evet hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi ki. ‘’Yalan’’ ve ‘’riya’’ ikilisi yıllar yılı bu ülkenin hakiki ve gerçek politikası ve kavramları olmuştur.

Çünkü yıllardır tekrarlanan yalanların ikna edicilikte artık hakikatten üstün olması; olmamışların olmuş gibi gösterilip fikirler ve inançların birtakım emeller doğrultusunda manipüle edilmelerini yaşayarak görmedik mi? Görmüyor muyuz?

Hayır, hayır… Ben bu ‘’Post-truth’’ sözcüğünün ’’hakikat-gerçek-sonrası’’ veya ‘’gerçek ötesi’’ gibi dolambaçlı ifadelerle açıklanmasını sevmedim.

Ben bu sözcüğün –her ne kadar Arapça kökenli de olsa, Osmanlıcadan gelen bir sözcük de olsa - ben Türkçesini  - George Orwell'in sözünde kullandığı kelimeyi - kullanmak istiyorum: ''Riyakârlık''

Yine ben yazımın başına döneyim... George Orwell'in sözüne atıf yapmıştım ya...  Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Osman AYDOĞAN



Doları saldım çayıra

05 Kasım 2020


Tam da günümüzü anlatan bir şiir paylaşayım önce:

Doları saldım çayıra

Doları saldım çayıra

Halkı da Mevlâ kayıra 
Bu krizi hayıra 
Yoranın da avradını.

Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını.

Hem hırsızın hem yüzsüzün
Babası zengin dürzünün 
Bunların meyit namazın
Kılanın da avradını.

Biçare mazlum söz söyledi 
Cümle halkı dahleyledi 
Sorarlarsa kim söyledi 
Soranın da avradını.

Şimdi gelelim ''bu şiiri kim söyledi?'' kısmına... Siz sormadan ben söyleyeyim: Bu şiiri 16. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Kazak Abdal yazar.(*) Şimdi diyeceksiniz ki 16. yüzyılda ‘’dolar’’ mı vardı? Olmaz olur mu? Köyü yıkıp harap eden münkir münâfıkların, hem hırsız hem de yüzsüzlerin bulunduğu her yerde ve her zaman ‘’dolar’’ da olmuştur…

Peki, kimdir bu şiiri yazan Kazak Abdal?

Kazak Abdal

Kazak Abdal yaşamıyla ilgili yazılı bir bilgi olmayan usta halk ozanlarımızdandır. Romanya Türklerindendir. Bir şiirinde asıl adının "Ahmet" olduğunu söyler. Bektaşi tarikatından olduğu tahmin ediliyor. Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağılıdır. Şiirlerinde taşlama, mizah ve yergi vardır. Yerici -alaycı tutumu, güldürücü diliyle din tacirlerine, yalancılara, cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler.


Balım Sultan diye bilinen ve Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan'ın "giyinişini, yürüyüşünü övdüğüne" bakılarak 16. yüzyılda yaşadığı sanılıyor:

"Arslan gibi apıl apıl yürüyen
 Kendi özün hak sırrına bürüyen
 Kepeneğin yanı sıra yürüyen
 Mürsel baba oğlu Sultan Balım'dır."

Kazak Abdal'ın en çok bilinen şiiri ise ‘’Eşeği saldım çayıra’’ isimli şiiridir:

Eşeği saldım çayıra

Eşeği saldım çayıra

Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da avradını.

Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını.

Müfsidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyit namazım
Kılanın da avradını.

Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de avradını.

Dağdan tahta getirenin
Mezarına götürenin
Talkınını bitirenin
İmâmın da avradını.

Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını.

Kazak Abdal'ı tanıtırken söylediğim gibi Kazak Abdal'ın aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler. Kazak Abdal bu şiirini hem hırsız hem de yüzsüz olup köyü yıkıp harap eden münkir münâfıkların soyuna yazar...  

Osman AYDOĞAN

(*) ‘’Doları Saldım Çayıra’’ isimli şiir ise Kazak Abdal’ın işte bu ‘’Eşeği saldım Çayıra’’ isimli şiirinden devşirilir... Bu şiiri merhum Hasan Pulur, 12 Nisan 2001 tarihinde Milliyet gazetesindeki yazısında kullanır... Ancak kaynağı bilinmiyor.

Bu şiiri Ruhu Su, Cem Karaca ve Erkan Oğur şarkı olarak söylerler. Üçü de güzel söyler. Ancak ben Erkan Oğur'un şarkısının bağlantısını veriyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=FFqWrp_pKw8



Gülten Akın

04 Kasım 2020

Şiirlerinde hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren, toplumsal şiirin enerjisini kadın duyarlılığı ile birleştiren, Sezen Aksu’nun ‘’Deli Kızın Türküsü", Edip Akbayram'ın ‘’Özgürlük’’, Grup Yorum'un ‘’Büyü Yavrum’’ ve ''Sıyrılıp Gelen'' isimli hüzün şarkılarının kırılgan söz sahibi ve Türk şiirinin öz annesi olan bir şairimizden bahsetmek istiyorum...

Cemal Süreyya'nın, ‘’Ümmüşşiir’’ (şiirin anası) diye tanımladığı, Türk şiirinin yüz akı bir kadın şairimizden bahsetmek istiyorum...

Dar zamanların, ince şeylerin, naif sözcüklerin, yazın bitiğinin, güzün geldiğinin, yağmurda üşüyen ıslak serçelerin bir şairinden bahsetmek istiyorum...

Durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti olmadığı bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtan, Gülten Akın'dan bahsetmek istiyorum...

‘’Kuş uçsa gölge kalır’’ adlı şiir kitabında şöyle biterdi bir şiiri:

''Bende bir gülten kaldı
hangi bağa diksem yabancı''

Bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtu Gülten Akın, hangi bağa diksek yabancı kalan…

Ve ülkemin köylü, kentli tüm kadınlarını ve onların kara bahtlarını anlatırdı ‘’Kestim Kara Saçlarımı’’ isimli şirinde:

''Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön''

‘’Seni Sevdim’’ şiirinde şöyle seslenirdi sevdiceğine:

''Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
'Uyandım bir sabah' gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara''

‘’Çağrı’’da ise şöyle seslenirdi sanki Godot'yu beklercesine beklediğine:

''Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık''

‘’Sessiz Arka Bahçeler’’de şöyle seslenmişti bugünleri görerek:

''Durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır kıldı duruşun''

Ve şöyle seslenirdi mazlumlara, zalimlere, zulmedenlere:

''Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir 
ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi 
iğne deliğinden geçeğen olur
dokuna dokuna kıyıcıya cellada varır
sebebin kapısında durur''

‘’Üşümekten Değil Korku’’ isimli şiirinde ömrünün sonunda yorgun ve yılgın bir savaşçıydı o artık... Sevgiler ürkütmüştü onu:

‘’Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’

Ölüme yaklaştığında ‘’Veda’’ isimli şirinde de hepimize birden seslenmişti:

''Ben yoruldum gidiyorum
kendi endişeni kendin seç''

Böylesine ölüme yaklaştığını sezdiğinde bile yaşam sevincini hiç yitirmemişti. İşte son dizeleri:

''İnadın anlamı yok
Ölünüyor
Ben bilmezden geliyorum''

‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde… Aynen öyleydi. Aynen öyle... Bu devirde kimsenin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya. Şimdi dünya daha bir boşlukta, şimdi dünya daha fazla bir hoyratlıkta, daha bir kabalıkta, daha bir karanlıkta...

Ve ‘’Güz’’ şiirinde ''Bu güz öleceğim'' demişti:

''Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm
Kaçırdılar on iki Çocuk doğurdum. bekledim gözlerim
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım

Ağlama kız, deme incirim Yar Yar
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım.
sebebolanları nerde bulayım
adamdan içerli kuşlar ağlasın''

Ve Gülten Akın’ı şiirindeki gibi beş sene önce bugün (04 Kasım 2015) bir güz gününde kaybetmiştik…. Türk şiiri öksüz kalmıştı... Allah rahmet eylesin... Katar katar göç ettikçe şairlerimiz; susuz havuzlarda, gübresiz bahçelerde, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık! 

‘’Beni Sorarsan’’ şirinde ise sanki yokluğunda burada kalan bizleri anlatır gibiydi:

''Beni sorarsan
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi''

‘’Yağmurlu’’ şiirinde de sanki biz ona seslenirdik:

''Burda geceler kaldı sen gittin.''

Ey şair! Söylediğin gibi; yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti, sevgiler ürküttü bizi... Burası kış artık... Kalbin elem günleri geldi... Sen gittin... Burda geceler kaldı...

Ve durup ince şeyleri anlamaya artık vaktimiz kalmadı!

Osman AYDOĞAN



Papatya

03 Kasım 2020

Uzakta bir şehir

Çok çok ücra bir köşesinde değilse de Doğu’nun yine de Doğu Anadolu’da bir şehrin şehre kuşbakışı bakan bir tepesindeyim. Mevsim sonbahar. Günlerden 03 Kasım 2020. Gün batmak üzere... Güneşin zaten uzak, soluk ve ısıtmayan ışıkları bulutların arasında belli belirsiz parlıyor. Ağaçlar; batmakta olan böylesi bir güneşin aydınlattığı sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun renkleriyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden insan gibiler...

Buz gibi havada ayakta kuşbakışı şehri seyrediyorum…

Yavaş yavaş pastel bir renk alıyor uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Börtü böcek çoktaaan yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, seyrettiğim şehir gibi bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüş doğa...

Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, gece üstünü örtüyor şehre kadar olan vadilerin, yamaçların, tepelerin... Perde perde iniyor gece şehrin üstüne… Usul usul basıyor karanlıklar… Şehrin ışıkları yavaş yavaş epil epil ışımaya başlıyor…

Papatya

Ben iliklerime kadar üşümeye başlıyorum… Ve tek tük açık lokantaların birinden, uzaktan uzaktan tanıdığım ve çok sevdiğim bir müzik geliyor: ‘’HiraiZerdüş’' mahlası kullanan müzisyen, yazar Hakan Bozdağ'ın Papatya albümünde yer alan ‘’Papatya’’ isimli şarkısı… Şarkının bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Ve şarkıyı hiç bitmemesini istercesine huşu içerisinde dinliyorum:

‘’Gözlerin zehri şarap eder mi?
Alıp içsem beni sarhoş eder mi?
Bir hayale daldım uyan derler mi?
Beni böyle koyup gitme olur mu?’’

Bir taraftan şarkı geliyor uzaklardan uzaklardan bir taraftan Hakan Bozdağ’ı hatırlıyor zihnim:

Hakan Bozdağ'ın kullandığı ‘’HiraiZerdüş’' mahlası "kutsal iyiliğe giden yol karanlıktan geçer" anlamına geliyor.

Hakan Bozdağ, 1983 yılında Artvin, Şavşat’ta doğar... Çocukluk yılları Artvin Arhavi’de geçer. 3 yıl İran’da Şiraz ve Suriye’de Şam şehirlerinde öğrenim görür…  İbranice, Farsça, Kürtçe ve bunlara bağlı türeyen lehçelerde eserler yazar. ‘’Elya’’ (Karina Yayınevi, 2014) adıyla ilk kitabını çıkarır. Elya’yı diğer kitapları izler: ‘’Çok Güzel Tükendik’’ (Kanes Yayınları, 2018) ve ‘’Topla Yüreğini Gidelim Buradan’’ (Kanes Yayınları, 2019)

Hakan Bozdağ kendisini şöyle tanıtıyor:

‘’15 yaşında Kendime “HiraiZerdüş” diye bir isim taktım. Anlamı: “Kutsal iyiliğe giden yol, karanlıktan geçer.” Kutsal bir iyilik hayal eden birinin ilk önce karanlıktan geçmesi ve ayakta kalması gerekiyordu.

16 yaşında dünya edebiyat tarihine geçebilme fikrine kapıldım ki aslında bu bir çılgınlıktı. Bir ilkokul diplomasını bile hediye horoz karşılığı almış bir adam için fazla geliyordu. Bu fikri taşımak bile delilikti ama kendimce bilmediklerimi öğrenmek için nefes almaya başlamıştım. Günlerce, aylarca, senelerce dil ve din bilimi hakkında araştırmalar yaptım. Kutsal kitaplar ve türemelerini okudum. Zihnim bir kaplumbağa olmayı az ötede bırakıp bir tavşana dönüşüyor ve hızı giderek katlıyordu. En az yatırımı almakla hiç değişmeyen ve hep kendi gibi kalan bir beden sahibiydim. Hızlıca çürüyen bir bedene yatırım yapmak zaten akıl kârı bir şey değildi.

İnsan okuma ve dinlemeyle işe devam ettim. Her sınıftan dinlemeye kalkıştığım insanların renklerini biriktirdim. Bu da senelerce sürdü. Cevap vermek için sürekli bekliyordum. Kendime uyanmadan, dünya içindeki halklara ve dillere uyandım ruhumla. Bir hiçten varlık türeten İlahi güç adına sorgulanacak milyon şey geçiyordu aklımdan. Aklım artık bana yetmiyordu.

Dilleri ve dinleri teraziler üzerinde tarttım durmadan. Bakışlarım yumuşuyordu. Bakışlarım yumuşadıkça Yaradan nazarında zerreleşiyordum. Bir hiçten bir hiçe doğru toza dumana bulanıyordum ama yorulmadan ve açlık hissi ile yaşamaya devam ediyordum… Ve nihayet, başımı kâinatın iradesi önünde eğdiğim bir gün, insan olduğumu hatırladım. Bu bana fazlaca şey kattı.

İnsan başıma kaldığım zamanlardı. İrademin serçe kuşu gagasında biriken su kadar bile olmadığını fark ettim. Bu hayallerimden vazgeçmek için bir sebep doğurmuyordu. Sancım çiftleştikçe, genişliyordu beynim. Aklıma türlü nimetlerden renklenen cennet geliyordu. Cennet nakışları örtünüyordu fikirlerim üzerine.

Ve yazmak ağır bir eylem oluyordu bu yüzyılda. Evet, anlaşılmak güç geliyor hatta güç veriyordu. Ama yazmak paha biçilmezdir diyordu içimdeki ben. Amacın izinde zerre toz kalmıyordu geleceği süslerken. Mavi ve beyaz kalıyor; siyah gidiyordu…

26 yaşına geldiğimde, fikirlerimin daha da çıldırdığını fark ettim. Çerçevelerin yetmediğini, çizgilerin kısa olduğunu gördüm. Herhangi bir iradenin seviyesini aşağı gören biri değilim. Bu benim haddim değil ama kendi amacımın bir ismi olmalıydı ve o amaca yazarak hizmet etmeliydim. Ve bu fikirlerin kaynadığı dönemlerin içinde. “Kirli edebiyat”la karşılaştım zihnimde. Esnedikçe genişle, yakınlaştıkça uzaklaş, kayboldukça görün dedim… Zaman yerinde duran bir şey değildi elbette. Nihâyet cesaret ederek; 2015 yılı başlarında yazılarımı insanlarla paylaşmaya başladım. Bu çıldırmış fikrin sevenleri olmaya başladı. Onlara günbegün edebi türde bir şeyler yazmaya devam ettim. Yanımda olanlar desteklediler beni ve nihayet cesaretim bana bir kitapla devam etmemi emretti. Yazdım! Yazmaya devam ediyorum. İlk kitabımın ismi ELYA. Sonrası Çok Güzel Tükendik; son kitabımın ismini, Yaradan’ın bana verdiği yaşam hakkı sona erinceye dek değiştireceğim…’’

Ve şarkı bitiyor ama hava buz kesiyor, ben de buz kesiyorum, ruhum buz kesiyor, tir tir titriyorum…

‘’Ellerin kışı bahar eder mi?
Tutuşunca yüreğimi örter mi?
Ey ruhuma kır alemi papatya
Beni böyle…’’

Osman AYDOĞAN

HiraiZerdüş, ‘’Papatya’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NZ-Rw2vDJhs

Papatya

Gözlerin zehri şarap eder mi?
Alıp içsem beni sarhoş eder mi?
Bir hayale daldım uyan derler mi?
Beni böyle koyup gitme olur mu?

Yine gel akşam üstü
Gece sabaha varmadan
İzin olsun üzerimde olur mu?

Ellerin kışı bahar eder mi?
Tutuşunca yüreğimi örter mi?
Ey ruhuma kır alemi papatya
Beni böyle…

Dönemeç

02 Kasım 2020

''Dönemeç'' şiiri, Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan, insanın beynine bir mıh gibi çakılan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ (Büyük Doğu Yayınları, 2013) kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer:

Dönemeç

Bir gündü, hava ılık 
Ve cadde kalabalık

Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; 
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. 
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, 
Çarpıldım sendeledim.

Bir gündü mevsim bayat 
Ve esnemekte hayat.... 
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam; 
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam. 
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım; 
Bir köşede ağladım.....

Necip Fazıl Kısakürek, 1940

Şiirin bölümleri

Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.  Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’ 

İkinci bölüm ise bu ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiştir. Ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince de bir köşede oturup ağlamıştır.

Hayatınızın bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar misali çırpın çırpın çırpınır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır... Artık hayatınız her daim bahardır... Öteki dönemeçte ise ''memat'' vardır... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar, bitmemecesine, dinmemecesine kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır... Ve artık umutsuzca kalbiniz çırpın çırpın çırpınır…

Şiirde geçen ''tabut''; o incecik kadının artık yokluğunu, erişilmezliğini anlatır, yoksa ölümünü değil... 

Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.

Ve bu dönemeçlerin her birinde insan bir köşede oturup için için ağlar, hüngür hüngür ağlar, zırıl zırıl ağlar... Dönemeçten önceki mevsimin hatırası insanın yüreğini dağlar... Artık dışarıda mevsim cıvıl cıvıl Haziran, içinizde mevsim hazin hazin sonbahar...

Dönemeç’e tekrar dönmek üzere bu şiirle ilgili bir başka şiiri ve bu başka şiirle ilgili bir bilgiyi aktarmak istiyorum.

Karanfil Sokağı

Ahmet Arif muhteşem şiiri ''Karanfil Sokağı''nda da böylesi bir kadından ve böylesine bir yıldırım aşkından bahseder... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu'dandır... Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır. Necip Fazıl bu şiirinde aşık olduğu kadına ''Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince'' diye hitap ederken Ahmet Arif de bu şiirinde ''Bir dal süzülür mavide'' diye bahseder:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

İşte böylesine büyülü, efsunlu bir kuvvettir şiir... ''İpince bir endam'' ve ''mavide süzülen bir dal'' ile iki ucu birleştirir... İşte bu nedenle derdi zaten Ceyhun Atuf Kansu: ''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez.” 

Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e

Ahmet Arif’in yazımda bahsettiğim ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' kitabındaki ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olduğu iddia edilir. Bu kanıyı güçlendiren ise Ahmet Arif’in âşık olduğu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşan kitabıdır: ''Leylim Leylim Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019).

Ancak ben; Ahmet Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki; Leyla Erbil İstanbulludur, kentsoyludur ve Leyla Erbil'in tüm tahsil hayatı İstanbul'da geçer... Leyla Erbil Ankara’da hiç bulunmaz… Leyla Erbil, hele hele o zaman bir gecekondu semti olan şiirde de adı geçen ne Altındağ ne de İncesu'dandır... Zaten şiirde de geçen kadının da ''saksıda boy vermesi'' sanki kentsoylu bir kadını değil de taşralı, gecekondudan bir kadın olduğunu anlatır gibidir... Dolayısıyla Ahmet Arif'in bu şiirinde bahsettiği kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum...

Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları da değerlendirecek olursam: Bu mektuplarda Franz Kafka'nın Sevgili Milena'sına, Halil Cibran'ın âşık olduğu Mey Ziyâde'ye yazdığı mektuplardaki derinlik yoktur diye düşünüyorum. Bu kadarını söylemek isterim.

Şimdi tekrar dönelim ‘’Dönemeç’’ şiirine…

Şiirde iki bölüm vardı: Birinci bölümde canlı bir hayat, ikinci bölüm ise bayat bir mevsim anlatılırdı. Ve ben şiiri anlatırken insan hayatının da birçok dönemeci olduğunu anlatmıştım.

Sadece insan hayatı değildi ki dönemeçleri olan… Toplumların da devletlerin de dönemeçleri olurdu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin de tıpkı şiirdeki gibi dönemeçleri oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kurulduğunda; ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, ulusal onur, ulusal gurur gibi kimliği, sanayileşme, kalkınma, demokrasi, yurtta ve dünyada barış ve muasır medeniyet seviyesine erişme gibi bir hedefi olan cıvıl cıvıl canlı bir bir hayatı vardı.

Türkiye Cumhuriyeti de çok dönemeçten geçti. Türkiye Cumhuriyeti bu dönemeçlerden geçe geçe; sanatı vıcıklığa, siyaseti tüccarlığa, dini yobazlığa, milleti ümmete, hukuku gukuka, Hakk’ı batıla, gücü despotizme, eğitimi Ortaçağa, bilimi hurafeye, basını yandaşlığa, âlimi dalkavukluğa, derinliği sığlığa, devleti aşirete, zarafeti ve efendiliği kabalığa, niteliği niteliksizliğe dönüşerek bayat bir mevsime dönüştü.

Artık bu bayat mevsimde memat vardır.

Ve tabutta, gencecik bir Cumhuriyet, anladım; 

Bir köşede ağladım...

Osman AYDOĞAN




İki ayrı depremin ardından!

01 Kasım 2020

İzmir'in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51'de 6.9 büyüklüğündeki bir deprem meydana geldi... AFAD, depremde İzmir’de bazı binaların yıkıldığı, çok sayıda binada da hasar oluştuğunu, biri boğulma olmak üzere 60 kişinin hayatını kaybettiğini, 885 kişinin yaralandığını bildirdi.

Bu depremle ilgili olarak gerek yazılı ve görsel medyada ve gerekse de sosyal medyada analizler yapılmakta ve tartışma yaşanmaktadır... Yetkililer de her depremden sonra olduğu gibi mebzul miktarda ‘’……ceeeeeek!’’li, ‘’….caaaak!’’lı demeçler vermektedirler.

Deprem bölgesi ülkemizde tabii ki bu deprem ilk deprem değil. Türkiye en son büyük depremi 21 yıl önce yaşamıştı. 
17 Ağustos 1999 günü gece saat 03.02'de Türkiye’nin kuzey batısında 7.4 şiddetinde bir deprem meydana gelmiş, neredeyse bütün Türkiye sallanmış, bir dakikaya yakın süren inanılmaz şiddetteki bu deprem ağırlıklı olarak Marmara Bölgesini etkilemiş ve İzmit, Yalova, Gölcük, Adapazarı ve İstanbul'un bazı bölümleri yerle bir olmuştu. Bu depremde resmi olarak 17.480, resmi olmayan rakamlara göre de 40-50 bin arası insanın öldüğü söylenmişti…

Bu depremin ardından da o zamanki ebedi sorumsuz yetkililer basında , TV’lerde yine mebzul miktarda ‘’….ceeeekkk‘’li, ‘’…..caaaakkkk!’’lı demeçler vermişler, sonra da verilen bu sözler havada uçuşup kaybolmuş, geriye vergileri kalmış, ancak sorumlular vergilerin de nerelere harcandığı bir türlü açıklayamamışlardı. TV’lere çıkan herbokologlar da akla ziyan abuk sabuk tartışmalar yapmışlardı…  

Bu yazımda; önce 1999 Marmara depreminden sonra yapılan bu akla ziyan tartışmaları anlatacağım… Sonra da bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi ve ardından yaşanılan tartışmaları ve sonuçlarını anlatacağım… Sonra da sizlere bu iki tartışmayı mukayese etme görevi vereceğim!... Bu iki depremi mukayese edelim ki bizler hangi çağda yaşıyoruz bir anlayalım!...

Gerçi bu yazımı daha önce 1999 Marmara depreminin 21. yıldönümü vesilesi ile yazmıştım... Şimdi güncelleyerek tekrar yazıyorum... 

1999 Marmara depremi ve deprem nedeniyle yapılan tartışmalar.

Bu depremden sonra çok tartışma yapıldı... Belki çok şey unutuldu ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kaldı. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman idiler… Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getirdiler…

Bunların iddiasına göre: ''Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.'' Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can vermişti. Onlar için de aynı şeyleri yazdılar: ''Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.''

Mesela kamuoyunda ‘’Cübbeli Ahmet’’ diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü 17 Temmuz 1999 Marmara depremini hemen ardından şu konuşmayı yapar; “Mevlam zina yuvalarını vurdu”,  ‘’Deprem fuhuş ve faiz yuvalarını vurdu…”

Sonra üniversite kapısına sevk ettikleri türbanlı bir militan kadına pankart açtırırlar: ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ Gazeteci Fatih Altaylı, Radyo D'de Bab-ı Ali isimli programda bu kadına "fahişe" dedi diye tazminat öder... Ancak bu kadına arka çıkanlar Fatih Altaylı'ya olmadık hakaretler yağdırırlar... Hatta Hasan Karakaya, Fatih Altaylı'ya küfür ve hakaretler içeren bir yazısında resmen ''or... çocuğu'' (Ayna, 10 Ekiim 1999) diye hitap eder. Hatta 28 Şubat süreci nedeniyle TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından ifadesi alınan Fatih Altaylı bu komisyona sarf ettiği bu ''fahişe'' sözü nedeniyle açıklama yapmak zorunda kalır!...

Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak'ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri olur:  "Güven Erkaya'nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu."

Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlattılar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri gelir: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’

17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmadı. Sadece birkaç müteahhit suçlandı, göstermelik olarak tutuklandılar sonra da serbest bırakılırdılar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmadı… Ve deprem fıtrattır denildi, kaderdir denildi, takdiri ilahidir denildi ve geçildi… Ve ülkemizde gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmadı…

1755 Büyük Lizbon Depremi

Bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi anlatmak istiyorum…

1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölür. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip eder. O dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelir. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılır. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip eder.

Bu deprem Portekiz'i son derece olumsuz bir şekilde etkiler. Portekiz'de politik tansiyon yükselir, ekonomi çöker ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açar. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu'nda Cabo de São Vicente'den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin etmektedirler.

1755 Büyük Lizbon Depremi'nden sonra yapılan tartışmalar ve düşün dünyasına etkileri

Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade eder. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi''  inancı (Leibniz’in optimizmi) büyük yara alır. Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşmiştir. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile toplarlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ derler. Ve devam ederler; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükâfatımız büyük olacak.”

Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklar... Ve der ki Voltaire: "Bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır." Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırır her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunur depremin fiziksel nedenlerini... 

Bu fikirler Avrupa'nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştirir. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul edilir…

Voltaire bu Büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazar: "Poeme sur le desastre de Lisbonne" (Lizbon Felaketi Şiiri) Ve bu şiir; Voltaire’nin, Leibnitz’in felsefesini eleştirdiği ‘’Candide’’ (Oda Yayınları, 2010) isimli eserinin girişi diye adlandırılır…

Konu dışı ama Candide’’de bizimle ilgili şöyle bir bölüm vardır: Romanın kahramanı çıktığı uzun yolculuğun son demlerinde İstanbul'a varır ve bilge bir dervişe hayatın anlamını sorar. Şu cevabı alır dervişten: "Sana ne be adam? Bu senin işin mi ki?" Roman kahramanız pes etmez, üsteler: "Ama efendim… Dünyada bu kadar acı ve sefalet var. Bütün bunlar neden oluyor?" Ancak bilge dervişin cevabı bize umut vermez: "İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır'a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?" Bizde de zaten hep böyle olmuştur. En uzak tarihten en yakın tarihe kadar, Padişahımız ne zaman Mısır'a kutsal amaçla bir gemi yollasa içindeki sıçanların rahatını hiç mi hiç düşünmemiştir! Doğu siyasetinin özüdür bu söz aslında… Gülten Akın ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde...

Neyse, konuyu dağıtmadan gelelim Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’’ne: (şiir uzun ama burada bir bölümü)

“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları 
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”

Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılır ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söyler: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”

Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söyler: "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor". Çünkü depremde ölenler sadece yoksullardı. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o "başka şey", insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de "Sosyoloji"de aranmalıydı. 

İşte böyle ortaya çıkar Jean-Jacques Rousseau’nun ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001) isimli kitabı…

Rousseau'nun; insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal bir olgu olup olmadığını, uygarlaşmanın bir insan topluluğu için zorunlu olup olmadığını sorguladığı ve ilkel topluluklardan devletli topluluklara, hukuk düzenine geçişi ve dolayısıyla insanlar arasında ortaya çıkmış olan eşitsizliğin kaynağı üzerine önemli fikirler içeren bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitabı doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açar.

Rousseau bu kitabında; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "iş bölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını ve bütün bunların insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğunu iddia eder.  Rousseau’ya göre uygarlık alanında atılan her adım, eşitsizlik alanında atılan bir adımdır. Ona göre uygarlık gelişir, uygarlığın gelişmesine paralel olarak mülkiyet anlayışı değişir. Mülkiyet anlayışının değişimi, insanların doğal durumdan kopmasına neden olur ve neticesinde eşitsizlik doğar.

Rousseau’ya göre insanlar arasında var olan iki tür eşitsizlik söz konusuydu: Birincisi, doğuştan gelen yaş, sağlık, beden gücü, zekâ ve ruh nitelikleri arasındaki farklılıklar. Diğeri ise siyasetin doğurduğu eşitsizlik. Rousseau, eşitsizliğin ortaya çıkışında, doğal durumdan uygar topluma geçişte kaybedilen bazı değerlerden bahseder. Bu değerler; acıma duygusu ve merhamettir. Uygarlığın öne sürdüğü akıl yürütmenin, bu değerleri yok ettiğini vurgular.

Eşitsizliğin en büyük nedeni olarak öne sürdüğü özel mülkiyet kavramına gelince; Rousseau, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, geleneklerin ve alışkanlıkların çeşitliliğine bağlı olarak gerçekleştiğini söyler. Özel mülkiyet, toplumdaki ahlaksal çöküntünün başlıca nedenidir. Bu çöküntüye mülkiyet edinme hırsı neden olmuştur. Bu hırs ve tutkunun körüklediği yozlaşmanın, yoksulun zengine bağımlı hale getirerek onu köleleştirdiğini savunur.

Jean Jacques Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ (Bulut yayınları, 2007) adlı kitabında bu kitabına oranla bu düşüncelerini biraz daha yumuşak bir şekilde ifade etmeyi tercih eder. Özgürlükten vazgeçmenin, insan olmaktan çıkmak anlamına geldiğini vurgulayan Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ adlı kitabında insanın ancak toplum içinde özgür olabileceğini savunur.

Rousseau’ya göre her şeyden önce insan Thomas Hobbes’un tam aksine (zira Hobbes’a göre insan doğuştan bencil bir varlık olarak doğmuştur) doğuştan iyi bir birey olarak doğmuştur. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda kötü değildir. Toplumsal hayata geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği kötü yönetimlerin insanı kötüleştirdiğini savunur. Rousseau’ya göre kötülük toplumun kurumsallaşmasının bir sonucudur.

Rousseau bu kitabında ayrıca şunları da söylüyordu:

‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir.  O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanaati altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli hem de en çirkinidir.’’

Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:

‘’İnsanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.'’ (Dikkat edin yıl 1700'lü yıllardır. Rousseau 1712-1778)

Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Rousseau kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Ben de dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur diye düşünürüm; insan vazgeçebildiği oranda zengindir diye bilirim...

Zaten Voltaire de bu kitabı okuduktan sonra Rousseau ile olan mutat atışmalarının bir parçası olarak Rousseau’ya yolladığı mektubunda kitapla ilgili olarak şu ifadeleri kullanır: ‘’Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.’’

Ve sonuç…

Biraz uzun yazdım ama şunu göstermek istedim: 17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalmıştır...

Marmara Depremi'nin ardından 21 yıl geçtikten sonra bile 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde yine 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılmış, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememekten bahsedilmiş, ölenlere mevlit okutulmuş, yine bol miktarda ''....ceeekkk''li, ''.... caaaaakkk''lı konuşmalar yapılmıştır....

Değişen bir şey yoktur. İzmir depreminden sonra bakın yaşanan tartışmalara, yetkililerin demeçlerine yine aynıdır.

Ancak gerçek olan bir şey varsa oda; deprem için alınan vergilerin ilgisiz yerlere harcanmaya devam edileceği ve deprem fikrinin yine unutulmaya bırakılacağıdır. 

Türkiye’nin en büyük güvenlik sorunu; cehalet, sahtekârlık, ilgisizlik ve sorumsuzluktur.

Arz ederim

Osman AYDOĞAN



İzmir depreminin düşündürdükleri


31 Ekim 2020

İzmir'in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51'de 6.9 büyüklüğündeki bir deprem meydana geldi. Deprem İstanbul’da da hissedildi. AFAD, depremde İzmir’de bazı binaların yıkıldığı, çok sayıda binada da hasar oluştuğunu, biri boğulma olmak üzere 36 kişinin hayatını kaybettiğini, 885 kişinin yaralandığını bildirdi.

Marmara Denizi’nde de, Malatya – Elazığ hattında da günlerdir değişik büyüklüklerde deprem oluyor…  1999 depreminin bir benzeri hatta daha büyük ölçekte olanı da yıllardır İstanbul’da bekleniliyor...

Deprem bir güvenlik sorunudur.

Depreme tekrar dönmek üzere kısaca insanın güvenlik ihtiyacını ve bu ihtiyaçtaki değişimi kısaca anlatarak tekrar deprem konusuna dönmek istiyorum.

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur.

İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

Değişen güvenlik paradigmaları

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı ve güvenlik paradigmaları 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen toplumların sonu hüsran olmuştur.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin paradigması değişmiştir.

Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirir…

Vestfalya Barışı ile Avrupa’da devletler daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon alır ve dini, devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağlarlar…

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtlali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.

Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, Sanayi Devrimi, devletlerin Pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dönemin güvenlik anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde 18. ve 19. yüzyılın güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder; ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel; ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan; yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer; ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…

Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askerî bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

I. ve II. Dünya Savaşları

20. yüzyılın başında dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri.

İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Sonunda bu iki blok 1914 yılında savaşa tutuşur. Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılır: Batı (NATO) ve Doğu (Varşova) Sonra da 1990 yıllarına kadar Soğuk savaş dönemi yaşanır…

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır. Tek kutuplu dünyaya dönülür… Küreselleşme başlar… .

1990’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1990). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.

1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2020 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır.

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.

Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar:  ‘’Die Kultur des Krieges’’  (Savaşın Kültürü) (Die Kultur des Krieges, John Keegan, Rowolt Tb. 2007) (Bu kitap Türkçeye ‘’Savaş Sanatı Tarihi’’ olarak çevrilmiştir, Doruk Yayınları, 2007) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), uzlaşma kültürü, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir…

Günümüzdeki güvenlik paradigmaları

Günümüzde artık güvenlik 18. yüzyılda olduğu gibi belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askerî bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlanmamaktadır. Bölge, arazi, coğrafya ve askerî güç artık önde olan bir güvenlik parametresi değildir.

Günümüzdeki güvenlik parametreleri jeoekonomiyi ve jeokültürü oluşturan güçlerden oluşmaktadır. Jeoekonomik güç olarak uluslararası kuruluşlar, finans kuruluşları, medya kuruluşları, NGO’lar, global şirketler yer almaktadır. Jeokültür olarak da toplumun uzlaşma kabiliyeti, hukuk (Evrensel-laik hukuk), insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, sanat, edebiyat, felsefe ve dil yer almaktadır.

Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı

Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.

Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.

Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.

Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.

Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.

Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde dünyanın en büyük askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse kara, hava ve deniz kuvvetlerine eşit güçtedirler.

Gelelim Türkiye’ye…

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.

Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra, beş yıl sonra veya on beş yıl sonra dünkü İzmir depremi gibi veya daha büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik, kimyasal veya nükleer bir saldırıya maruz kalması da her zaman mümkündür.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler, İHA’lar, SİHA’lar mı?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

Büyük depreme maruz kalmış İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak?

Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz? Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Dört milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve yeni ordu

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.

Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık anlattığım gibi gelişmiş silahlarla, güçlü ordularla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları; deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı ordunun yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, ‘’refah’’ gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz…

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?

Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri

Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Bilim yerine hurafeler üzerine araştırma yapan üniversiteler ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Sırf kendi partisinden diye ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ülke refahını artırmayan, evrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Sonuç

Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN



Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır
...


29 Ekim 2020

İki ayda bir yayınlanan tarih ve kültür dergisi olan ‘’Tarih Çevresi’’ dergisinin Eylül – Ekim 2020 tarihli ‘’Atatürk Tarihi Dosyası’’ başlıklı sayısında değerli bilim insanı, Atatürk araştırmacısı, çok değerli ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’ (Doğan Kitap, 2019) kitabının yazarı Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in ‘’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’ başlıklı bir makalesi yayınlandı. (s. 37 -38) Yazar bu makalesinde Mustafa Kemal’in daha 33 yaşında bir yarbay iken 1. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri kaynaklara atıflar yapılarak anlatır…


Bu makalenin bağlantısını, makalenin tamamını okumak isteyen meraklıları için yazımın sonunda veriyorum. Ancak ben buraya makalede kaynaklar gösterilerek verilen Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine nasıl girdiğini Osmanlı Genelkurmay Karargâhı penceresinden aktaran kısmını alıntılamak istiyorum…

Makalenin ilgili bölümü:

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya harbine nasıl girdi?

Acaba bu sırada İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde neler oluyordu diye bir soru aklınıza gelmiştir diye düşünüyorum. Şimdi o sorunun yanıtını kısa olarak veriyorum.

İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde Türk kurmaylarınca yapılan bazı çalışmaları ve bu yüzden başlarına geleni ise sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında şöyle anlatmıştır:

“Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman yine Harbiye Nezareti Erkânı Harbiyesinde görevliydim. Goben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girişinden sonra, Almanlar bizi de savaşa sokmak için zorlamaya başlamışlardı. Enver Paşa, Ali İhsan (Sabis) Bey ile beni çağırarak savaşa girip girmememiz konusunu her yönüyle inceleyen bir rapor hazırlamamızı istedi. Kazım Karabekir de bizimle beraber harekât şubesindeydi. Ali İhsan, Kazım Karabekir ve ben baş başa vererek Osmanlı İmparatorluğunun jeopolitik ve jeostratejik durumunu etüt ettik. Bu çalışmalarımız, Balkanlarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bağlantı kurulmadan ve Bulgarların davranışları öğrenilmeden bir karara varılamayacağını ortaya koyuyordu. Bu durumu Enver Paşa’ya anlatmıştık. Ayrıca geniş yurt parçasında, birbirine uzak mesafelerde açılacak cepheler karşısında savunma yapılabileceğini, hatta silahlı tarafsızlık politikasının çok daha hayırlı olacağını belirten bir rapor hazırlamış ve Harbiye Nazırı’na vermiştik. Bu rapordan sonra karargâhta görevli Almanlar üçümüzün de karargâhtan uzaklaştırılmamız için büyük çaba göstermeye başlamışlardı. Enver Paşa, Almanların bu istekleri üzerine Ali İhsan Bey, Kazım Karabekir ve beni ayrı ayrı cephelere göndermekte tereddüt etmemişti.”

“Hâlbuki bahis konusu raporu verene kadar görevli Almanlar, Ali İhsan Bey’le beni kendilerine çok yakın hissediyorlardı. Zira ikimiz de uzun süre Almanya’da kalmış ve kendileriyle çalışmıştık. Ancak bizler de her şeyden önce Devletimizin ve Milletimizin çıkarlarını düşünmek zorundaydık. Diyebilirim ki, Türk Erkânı Harbiyesi’nde, Enver Paşa’dan başka hiç kimse, Almanların birinci dünya savaşındaki başarılarının devamlı olacağına inanmış değildi. Hatta Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve sınıf birincisi Hafız Hakkı Paşa bile bizlerle beraber ‘silahlı tarafsızlık’ görüşünü savunmaktaydı.”

“Türk Erkânı Harbiyesi’ndeki bütün isteksizliklere rağmen, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Goben ve Breslav zırhlılarının Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla savaşa katılmış oluyorduk.”

Orgeneral Asım Gündüz -o günlerde kurmay yarbay rütbesindedir- anlatımına şöyle devam etmiştir:

“Almanlar doğuda Rusları sıkıştırınca, biz de Kafkaslardan Türk yurduna atılarak, Rus cephelerini çökertme umuduna kapılmıştık. İngilizler ise, Rus dostlarına yardım için, Mısır’da topladıkları kuvvetleri Çanakkale’ye çıkarmışlardı. Bu sırada, Fethi (Okyar) Bey’le beraber Sofya’da ataşemiliter olan Mustafa Kemal, Çanakkale’de Liman von Sanders’in kumanda ettiği ordunun 19’uncu tümenine tayin edilmişti. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal Çanakkale’ye geçerken, Harbiye Nezareti’nde beni ve Ali İhsan (Sabis) Bey’i ziyaret etmişti. Onun, o gün söylediklerini aynen hatırlıyorum. Mustafa Kemal: “Yahu’’ diyordu… ‘’Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?”

“Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Nitekim Enver Paşa’dan hemen randevu almış ve görüşmüştü. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkmıştı. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli idi. Tekrar yanımıza geldiği zaman: “Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde, demişti.”

“Mustafa Kemal tekrar bize dönmüş ve kâğıt istemişti. Sonra masaya oturmuş ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazmış ve Harbiye Nezareti’ne vermişti.”

Bahsettiğim konu makalede böyle anlatılır…

Yarbay Mustafa Kemal’in, 1. Dünya Harbi başlamadan önce ve başladıktan hemen sonra bu harbe Osmanlı İmparatorluğunun girmemesi konusundaki ikazları:

Yazar, makalenin başında 1914 yılında Atatürk’ün genç bir yarbay iken (Sofya’da askeri ataşedir) henüz 1. Dünya Savaşı başlamadan önce hükumete yakın arkadaşlarına yaklaşan dünya harbine girmememiz gerektiğini hükûmete iletmesini istediği mektuplarına yer verir.


Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a yazdığı bu mektuplarından birisi şu şekildedir:

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”

Savaş başladıktan sonra da Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Doktor Tevfik Rüştü Aras’a şu mektubu yazar:

‘’Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim.  Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmaklığını isterim.”

Yazar makalesinin sonunu da şöyle bitirir:

Son olarak bir konuya işaret etmek istiyorum. Biliyorsunuz Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de vardı. Atatürk o eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişti ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu. O cümle şöyleydi:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Altını kırmızı kalemle çizdiği ve yanına da ikişer çarpı işareti koyduğu o cümle “ihtiyat” ve “tedbir” hakkında idi… Bugünkü dille söylersek “ihtiyat = ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma” ve “tedbir = bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma” anlamındadır. O cümleyi huzurunuzda bir daha tekrarlıyorum:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Bu da benim notum

Libya iç savaşında savaşan gruplar geçen hafta 23 Ekim 2020 tarihinde bir ateşkes anlaşması imzaladılar. Bu anlaşma ile AKP Hükumetinin Libya’da düşman bellediği General Hafter daha bir ön plana çıkar. Bu anlaşmaya göre Libya’daki bütün yabancı güçler üç ay içerisinde Libya’yı terk edeceklerdir. Üç ay sonra ne olacağı tamamen belirsizdir. Suriye’de ise İdlib’deki gözlem noktalarından Türkiye adım adım çekilmektedir…  

Ne büyük öngörü değil mi?

Ekonomi tükenmiş durumda… Siyaset tükenmiş durumda… Dış siyaset ‘’Eyyyy!’’ nidalarına indirgenerek dışarıda hiçbir dost bırakılmamış… İç siyasette her türlü itiraz FETÖ ve PKK suçlamaları ile sindirilmiş... Kayyumlar ve tutuklamalar siyaset yapma aracı haline getirilmiş…  

Yazılarımı takip edenler bilirler. Tarih ile ilgili yazılarımda hep ‘’günümüz koşullarının 1914 öncesi koşullarını çağrıştırıyor’’ diye yazarım.


‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın... 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor... Bölgemizde Rus Çarlığı yerine Rusya vardır. İngiltere yerine ABD vardır. Almanya ve Fransa yine aynı Almanya ve Fransa’dır. Araplar yine aynı Araplardır. Osmanlı İmparatorluğu yerine Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat ve Terakki Partisi yerine de Adalet ve Kalkınma Partisi vardır. Yine Kafkasya, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz kaynamaktadır... Osmanlı yerine Türkiye Cumhuriyeti yine buralarda cephe açmaktadır. Osmanlının, Rusya ve İngiltere ile kavgalı olduğu gibi Osmanlının yerine Türkiye Cumhuriyeti yine Rusya ve İngiltere yerine ABD ile kavgalıdır... Osmanlının müttefik olduğu Almanya ile bu sefer Türkiye Cumhuriyeti kavgalıdır....

Tek fark; İttihat ve Terakki Partisi politikalarıyla koca imparatorluğu batırırken amacı tükenmiş bu imparatorluğu kurtarmak idi... Adalet ve Kalkınma Partisi ise bin bir güçlükle kurulan genç bir Cumhuriyeti reklam arası görüp, kurucularını ayyaş diye aşağılayıp, dindar ve kindar politikalarıyla batırma istikametinde ilerler... 

Bölgemizde 1. Dünya Harbi öncesine göre değişen hiçbir şey yoktur. Leone Caetani’nin yargısı bile:


“Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Osman AYDOĞAN

Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ’’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’, Tarih Çevresi,  Atatürk Tarihi Dosyası, Eylül – Ekim 2020, s. 37 – 38:
https://www.tarihcevresi.net/eylul-ekim/

Bu makale aynı zamanda AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi)'de de yayınlanır. Burada makale yazı karakteri itibarıyla daha okunaklıdır:
https://avim.org.tr/Blog/ATATURK-UN-GELECEGI-SEZIS-VE-ONGORU-GUCU-1914-YILI

 



29 Ekim: ''En büyük bayramımız''

28 Ekim 2020


Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak basarken kafasında var olan projeyi Nutuk’ta şöyle anlatır: “Efendiler!... Bir tek karar vardı, o da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.”

Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edilir? Bu soruyu Fahrettin Altay, Atatürk’e sorar ve şu yanıtı alır: ''Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır...'' Çünkü Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması sayesinde bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim. 

Cumhuriyetin ilan edilişinin bayram olarak kutlanması

2 Şubat 1925 tarihinde Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilir ve bu teklif 19 Nisan 1925 tarihinde TBMM tarafından kabul edilir… 628 sayılı bu kanun ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına 29 Ekim, 1925 yılından itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanır…


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bugünü ‘’en büyük bayram’’ olarak nitelendirir…

Cumhuriyet ve Demokrasi

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’in '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'den de bahseder. (s. 360-364):


Duverger kitabında faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Duverger, bu kitabında Atatürk hakkında şunları yazar: “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’ Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği, onun demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, faşist veya komünist ideolojiler gibi, bir tarikat veya kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir…

Maurice Duverger’nin deyişiyle Cumhuriyet Tek Parti rejiminden “mahcubiyet” duymuştur. Gelecekte demokrasiye geçilmesi fikri Cumhuriyet’in özünde ve kurucularında mevcuttur. 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk, bir muhalefet partisi (Serbest Fırka) kurdurmak kararı nedeniyle çevresindekilerin (Fethi Okyar) kaygılarına karşı şöyle der: “Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yoktur. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...” Mustafa Kemal Atatürk sözlerinin devamında demokrasiye geçmeyi hedeflediğini söyler: ‘’Vakıa bir meclis vardır, fakat dâhilde ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben Cumhuriyet’i şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum…” (Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, ‘’Fethi Okyar’ın Anıları’’, İş Bankası Yayınları, 1999, s.103-104)

İşte bu nedenlerle Duverger'nin yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarından Celal Nuri (İleri) Cumhuriyetin ilanını “milletin taç giymesi” olarak takdim eder. (Celal Nuri İleri, ‘’Taç Giyen Millet’’, Cihan Biraderler Matbaası, 1924)

Cumhuriyetin millete vaat ettiği “taç” ise yıllardır ülkeyi yönetenlerin bir türlü anlayamadıkları ''farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılma tasavvuru'' olan “demokrasi” fikrine dayanan ''toplumsal barış'' idi... Mustafa Kemal Atatürk’ün de hedeflediği ve arzuladığı gibi Cumhuriyet, ''demokrasi'' ile taçlandığı ölçüde, ''taç'' giyen millet, özgür ve barış içinde yaşama imkânı bulabilecektir. Bu anlamda demokrasi tacı ile onurlanmayan bir ''Cumhuriyet''in içi boş bir kavram olmaktan öte bir anlamı olmayacağı da aşikârdır. 

Cumhuriyet; ''bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramları içinde barındırır. ''Bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramlar da ancak ve ancak demokrasi ile mümkündür. Bu anlamda Cumhuriyetin fazileti demokrasisidir. Demokrasisi olmayan bir Cumhuriyetin faziletinden de bahsedilemez...

Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ‘’Cumhuriyetin 50. Yıl Marşı’’nda söylediği gibi:

‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, 
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.’’

Demokrasi ile taçlanması umudu ile ''En Büyük Bayramımız'' kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN

Muhyiddin Abdal  

27 Ekim 2020

Muhyiddin Abdal 16. yüzyıl kaynaklarında ismi geçen tasavvuf edebiyatının önemli şairlerindendir. Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilir.

Edirne ile Kırklareli arasında yer alan ve eski adı Çöke olan Hacıdanişment Köyü’nde yaşamış olduğu bilinir. Muhyiddin Abdal ‘’Seyrannâme’’ isimli şiirinde, şiire Çöke'den başlar ve pek çok yeri gezdikten sonra tekrar Çöke'ye döner. Bütün yaşamı boyunca belde belde dolaştığı ve 1529 yılında vefat ettiği tahmin edilir… Günümüzde "Muhyiddin Baba Türbesi" olduğu söylenen yer ise Edirne'nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacıdanişment ile Vaysal köyleri arasında bulunan "Muhittin Baba Tepesi"ndedir…

Muhyiddin Abdal  şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Fazlullah, Hacı Bektaş Velî, Otman (Utman) Baba, Şahkulu, Kumral Baba ve Akyazılı gibi Kalenderîlerin ve Bektaşîlerin ulu saydıkları kimselerden bahseder. Hece vezni ile Hurufi anlayışta yazdığı şiirlerini küçük bir divanda toplar. Çukurova Üniversitesinde araştırmacı Bayram Durbilmez tarafından 1998 yılında “Muhyiddin Abdal Divânı’’ adlı bir doktora tezi yapılır. Muhyiddin Abdal'ın bütün şiirleri bu tezde yer alır… Bir de yazar İbrahim Aslanoğlu’nun Muhyiddin Abdal'ın hayatını anlattığı ve divânına yer verdiği ‘’Muhyiddin Abdal’’ (Can Yayınları, 2007) isminde bir kitabı var. Ne yazık ki bu iki eser dışında Muhyiddin Abdal hakkında yayınlanmış başka eser yoktur.

İnsan İnsan 

Fazıl Say, gençlik yıllarında; Ömer Hayyam, Nâzım Hikmet, Metin Altıok, Cemal Süreya, Orhan Veli Kanık, Can Yücel, Pîr Sultan Abdal ve Muhyiddin Abdal’ın şiirlerinden bestelediği eserlerini 2013 yılında çıkardığı ‘’İlk Şarkılar’’ isimli albümünde yer verir...

Fazıl Say'ın bu albümünde 
Muhyiddin Abdal Divânı'nda bulunan ‘’İnsan insan’’ isimli şiiri de yer alır... Fazıl Say tarafından bestelenen bu eser; Güvenç Dağüstün, Cem Adrian, Selva Erdener ve Burcu Uyar tarafından seslendirilir. Bu eserin bağlantısını ve şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum… Arkasından da meraklıları için şairin ‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ ve ''Seyrannâme'' isimli şiirlerini veriyorum...

Bu günler gayri güz günleri… Hava artık kapalı, kasvetli, yağmurlu, gamlı ve kasvetli… Zaman gamı kederi, kasveti bırakıp bu şaheseri dinleme ve şiir üzerinde düşünme zamanı diye düşünüyorum… 

İnsan nedir, can nedir, iman nedir, güman nedir, eren nedir, erkân nedir, mihman nedir, mümin nedir, münkir nedir, ayan nedir, pinhan nedir, nişan nedir, her ne kadar sözlük anlamını şiirin başında verdimse de itiraf edeyim ki gerçek anlamlarını ben bu yaşa geldim ama ben hala bilemedim…

‘’Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim…’’

Osman AYDOĞAN

Fazıl Say; ''İnsan İnsan''
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0

Muhyiddin Abdal’ın şiirinde geçen "Müminin kalbinde olan / İman nedir şimdi bildim" kısmını Fazıl Say bestelediği eserinde "Canların kalbinde olan / İnanç nedir şimdi bildim" olarak değiştirir… Fazıl Say şarkısında şiirin 1., 2. ve 6. kıtalarını kullanır. Şarkının sonunda yer alan ve şiddeti gittikçe artan uğultu ise İstanbul Gezi Parkı olayları esnasında canlı kaydedilen seslerdir.

Şiirden önce küçük bir sözlük:

Münkir: İnkâr eden.
Şekk: Şüphe, zan.
Güman: İnanç.
Mihman: Konuk, misafir.
Ayan: Gözle görülen, açık, belli.
Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş, mahfi.
Kendüz: Kendi özü, nefs, can, ruh.

İnsan insan 

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim

Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim

Takvâ ehlinin sattığı
Mü’minlerin ok attığı
Münkirlerin şekk ettiği
Güman nedir şimdi bildim

Bir kılı kırk yardıkları
Birin köprü kurdukları
Erenler gösterdikleri
Erkân nedir şimdi bildim

Sıfât ile zât olmuşum
Kadr ile berât olmuşum
Hak ile vuslat olmuşum
Mihman nedir şimdi bildim

Muhyeddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hâzır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim

Bundan sonrası meraklıları için:

Zahid bizi ta’n eyleme

Zahid bizi ta'n eyleme 
Hak ismin okur dilimiz 
Sakın efsane söyleme 
Hazret' e varır yolumuz 

Sayılmayız parmağ ile 
Tükenmeyiz kırmağ ile 
Taşramızdan sormağ ile 
Kimse bilmez ahvalimiz 

Erenler yolun güderiz 
Çekilip hakk'a gideriz 
Gaza-ı ekber ederiz 
İmam Ali'dir ulumuz 

Erenlerin çoktur yolu 
Cümlesine dedik beli 
Gören bizi sanır deli 
Usludan yeğdir delimiz 

Tevhid eden deli olmaz 
Allah diyen mahrum kalmaz 
Her seher açılır solmaz 
Bahara erer gülümüz 

Muhyî sana ola himmet 
Aşık isen cana minnet 
Elif Allah mim Muhammed 
Kisvemizdir dalımız

Seyrannâme

Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm

Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm


Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm

Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm

Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm

Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm

Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm

Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm

Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm

Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm

İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm

Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm

Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm

Muhyiddin Abdal



Rudyard Kipling

26 Ekim 2020


Rudyard Kipling (1865-1936), İngiliz şair, roman ve hikâye yazarıdır. Hindistan'da doğar. İngiltere'deki öğreniminden sonra yeniden Hindistan’a döner. Gazeteciliğe başlar, hikâye, roman ve şiirleriyle üne kavuşur. İngiltere'ye yeniden dönüşünde yayımladığı kitaplarıyla ününü artırır. Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikâyecisi olarak tanınan Kipling’in Hindistan eserlerinin kaynağı olur. Toplum yaşamını, din ve töreleri eserlerinde ustalıkla işler. İngiliz milliyetçisidir. Sömürgeciliği savunur.

İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılındaki Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırır.

Nobel Edebiyat Ödülleri Komitesi ona layık görülen ödüle şu gerekçeyi sunar: "Bu dünyaca ünlü yazarın eserlerine karakterize; güçlü gözlem, orijinal betimleme yeteneği, taze fikirleri ve olağanüstü anlatı yeteneği nedeniyle." Zaten şu söz de ona ait: ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır.’’

Rudyard Kipling'in sözleri

Rudyard Kipling, bu sözünü teyit edercesine aşağıdaki sözlerin de sahibidir:

"Gerçek adam her kadını fethedebilen değil, aynı kadını defalarca fethedebilendir." 

"Tanrı her yere yetişemiyordu ve bu yüzden anneleri yarattı."

“Doğu Doğu’dur. Batı da Batı... Ve bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir.” 

"Altı dürüst hizmetkârım vardı, bütün bildiklerimi bana öğreten onlardı. İsimleri: Ne, neden, ne zaman, nasıl, nerede, kim?"

‘’Geçmiş günleri yeniden yaşamaya kalkmak aptallıkların en büyüğüdür, çünkü sönmüş şeylerin üzerinden soğuk bir yel eser.’’


“Ama ruhun acısını dindirmek için Tanrı’nın yardımı dışında tek bir ilaç var, o da insanın sanatı, bilgeliği ya da zihninin bir başka yararlı uğraşısı.”

‘’Sahipler daima eşyalarının kölesidir.’’

‘’Kadının tahmin ettiği şey, erkeğin emin olduğu şeyden daha doğrudur.’’

‘’Herkesin iyi olduğuna inanmayı seçiyorum. Bu beni büyük bir dertten kurtarıyor.’’

‘’Her zaman umut vardır.’’

"Aklın, yola çıkmadan ya da henüz yoldayken seni uyarmaz, bi bakmışsın ki yolun en ucuna varmışsındır. Ne kadar ileri gittiğimizi ancak geriye dönüp baktığımızda anlayabiliriz."

Rudyard Kipling'in ‘’If-’’ şiiri


Bizim bildiğimiz en önemli şiiri ‘’If-’’ şiiridir. Kipling bu şiirini 1. Dünya Savaşında kaybettiği oğlu için yazar. Şiir ilk olarak 1910 yılında Kipling'in kısa hikâyeleri ve şiirlerinden oluşan kitabında (Rewards and Fairiesin) yayınlanır... Bu şiir Britanya'da en sevilen şiirlerinin seçildiği oylamalarda sık sık en çok sevilen şiir seçilir... BBC’nin The Book Worm programında İngiltere’nin en gözde şiiri olarak yorumlanır. Atatürk'ün ''Gençliğe Hitabesi'' bizde ne anlama geliyorsa Kipling'in bu şiiri de Britanya'da odur...

Tarihçi Halil Berktay’a göre Kipling şiirde, Kraliçe Viktorya döneminin stoik değerleri ve davranış kodlarını sıralar. Bu kodlar şunlardır: “Sükûnet, soğukkanlılık, sabır, dürüstlük, kin gütmemek, böbürlenmemek, hayal kurmak ama hayallerine kapılmamak, düşünmek ama düşüncelerini saplantıya dönüştürmemek, risk almak ama kaybedince kılını bile kıpırdatmamak, felâketlerden yılmamak, başarıdan başı dönmemek. Ne pahasına olursa olsun dayanma iradesi, düşmanlarından korkmamak, dostlarına fazla güvenmemek. Aşırılıklardan kaçınmak, dengeli olmak, duygularını belli etmemek.”

Şiir, dünya çapında 27 dile çevrilir, insanlara ilham kaynağı olur, kartlara basılır, ceplerde taşınır, ofislere, salonlara, yatak odalarına asılır. 

Şiirin, "If you can meet with Triumph and Disaster and treat those two impostors just the same" (Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir İkisine de vermeyebilirsen değer) mısrası dünyanın en önemli tenis turnuvaları arasında yer alan Wimbledon'ın düzenlendiği Merkez Kort'ta oyuncuların giriş kapısında yazılıdır. Ayrıca şiir İsviçreli tenisçi Roger Federer ve İspanyol tenisçi Rafael Nadal'in karşılaştığı 2008 yılı Wimbledon Finali'nin tanıtım videosunda kullanılır.

Bu şiir Türkçeye eski başbakanlarından Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle, yazar ve hitabet sanatçısı Nejat Muallimoğlu tarafından da ‘’Eğer’’ ismiyle tercümesi yapılır... Her iki tercümeyi ve şiirin orijinalini yazımın sonunda veriyorum...

Bu arada küçük bir bilgi: 12 Eylül yönetimi tarafından 1981 yılında Ecevit'in ‘’Arayış’’ dergisindeki yazıları yasaklanır ve dergideki görevlerine son verilir. Bu nedenle, dergide yayımlanması düşünülen ve yasaklar kapsamına girdiğinden dergiden son dakikada çıkarılan yazı yerine Ecevit'in yıllar önce Kipling'ten ‘’Adam olmak” başlığıyla çevirdiği şiiri yayımlanır. Ancak çevirinin kimi kast ettiği veya neden yayımlandığı hususunda vehme kapılan yönetim tarafından söz konusu derginin yazı işleri müdürü sorgulanır ve dergi 1982'de de kapatılır.

''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez” derdi Ceyhun Atuf Kansu... Ben de benzer şekilde derim ki: ''Şiir okuyan toplumda asla umut kesilmez.” Bu şiiri okumaya, anlamaya ve içselleştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var diye düşünüyorum. 

Osman AYDOĞAN

Şiirin Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle yapılan tercümesi:

Adam olmak

Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse

Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana.

Düşlere kapılmadan düş kurabilir

Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden.

Döküp ortaya varını yoğunu

Bir yazı-turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek.

Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen

Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakkasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir.

Şiirinin Nejat Muallimoğlu tarafından ‘’Eğer’’ ismiyle yapılan tercümesi:

Eğer

Çevrendekiler kafalarını kaybeder, seni mes’ul tutarsa,

Sen, yine de soğukkanlı kalırsan;
Sen güvenirsen kendine, herkes şüpheli de olsa,
Ama, o şüphelere de gerçek payı bırakırsan;

Bekleyebilir, ama beklemekten usanmazsan,

Yalan da söyleseler hakkında, sen yalana başvurmazsan;
Nefret de etseler senden, sen nefret hissi beslemezsen,
Ve tepeden de bakmaz, bilgiçlik taslamazsan;

Hayâller kurabilir; ama kendini hayâle kaptırmazsan,

Düşünebilir, ama gaye olmazsa düşüncen;
Zaferden de içsen, felâketten de tatsan,
Ve tutmazsan faklı birini ötekinden.

Tahammül edebilirsen işitmeye, söylediğin gerçeğin

Evrilip, çevrilip kapan yapıldığına, gâfiller için;
Veya bakabilirsen kırılmasına koca bir ömür verdiğin şeyin,
Ve başlarsan yeniden yapmaya, eskimiş de olsa âletlerin;

Yığabilirsen bütün kazancını bir tepe gibi önüne,

Ve sokabilirsen tehlikeye, bir yazı tura oyununda;
Ve kaybedip, başlayabilirsen sıfırdan, yine de
Söylemeksizin bir tek kelime dahi kaybettiğin hakkında;
Kalbin, sinirlerin, damarların artık tükenmiş de olsa,
Sen, yine de zorlayabilirsen onları, sana etmeleri için hizmet;
Durabilirsen ayakta, hiçbiri kalmamış da olsa,
Sadece onlara seslenen azminle: “Devam et!”

Kalabalığa hitap ederken de koruyabilirsen zarafetini,

Krallarla yürürken de hak verdirirsen tevazuuna;
Ne düşmanların ne de dostların incitebilirse seni,
Ve ─yüzde yüz de olmasa─ güvenebilirse herkes sana

Ecelin gelip çattığı son bir dakikayı bile,

Doldurabilirsen sen onu, altmış saniyelik bir yarışmış gibi;
Senindir bu dünya bütün nimetleriyle,
Ve ─dahası─ işte o zaman adam olacaksın, oğlum.

Şiirin İngilizce orijinali:

"If—"

If you can keep your head when all about you

Are losing theirs and blaming it on you;
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too:
If you can wait and not be tired by waiting,
Or being lied about, don’t deal in lies,
Or being hated don’t give way to hating,
And yet don’t look too good, nor talk too wise;

If you can dream—and not make dreams your master;

If you can think—and not make thoughts your aim,
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same:
If you can bear to hear the truth you’ve spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build ’em up with worn-out tools;

If you can make one heap of all your winnings

And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
And never breathe a word about your loss:
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: ‘Hold on!’

If you can talk with crowds and keep your virtue,

Or walk with Kings—nor lose the common touch,
If neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much:
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds’ worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that’s in it,
And—which is more—you’ll be a Man, my son!

Rudyard Kipling



Mehlika Sultan

25 Ekim 2020

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da bu dağda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Simurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.

Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz.

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal… Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı... Şiirde sadece Kaf Dağı geçemez. Şiirde geçen; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı da masalsı unsurlardır. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benzer. Birçok araştırmacı Mehlika Sultan’ı Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetirler.

Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ derdi… İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerimizdeki aşkın somutlaşmış halidir Mehlika Sultan… Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayallerimizi süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olamadığımız dünya güzeli bir peridir Mehlika Sultan. Hayal edilen güzelliktir, sonsuzluğun sembolüdür Mehlika Sultan. Zaten Mehlika ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamında bir kelimedir.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur yedilerdir... Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası. Bu yola düşenler üçler kadar az değil, ama kırklar kadar da çok değil, orta sayıda bir gruptur...

Mehlika Sultan bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu olurmuş…

Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılır, tasvir edilir Mehlika Sultan; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’. 

Yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederler ve yollara düşerler. Bu yolculuk her gün daha da uzar ve daha da ıstırap vermeye başlar. Niceleri bu yolda hayatlarını feda etmiştir ama Mehlika’nın kara sevdalıları varırlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyudur. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremezler... Suya bakınca gizli bir dünya görürler. Zannederler ki etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yerdir. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atar suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla ererler yolculuğun son demine. 

Belki de Mehlika Sultan’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Kalır yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında ve geriye hiçbir zaman dönmezler.

”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” derdi Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildi Mehlika Sultan…  

‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ derdi Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcük bulamadığımız bir duyguydu Mehlika Sultan…

‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ derdi yine Cibran… İşte ulaştığımız değil de ulaşmak istediğimiz bir hayaldi Mehlika Sultan…

‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ derdi yine Cibran… İşte sevginin bize Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yoldu Mehlika Sultan…

Belki de hayat Mehlika Sultan’ların uğrunda yaptıklarımızdır, hayallerimize hedeflerimize uğraşma çabasıdır. Bir hedef, bir maksat değildir Mehlika Sultan. Kaf Dağı'na giden yoldur Mehlika Sultan. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşamasak ta bu uğurdaki çabamızın ödülüdür Mehlika Sultan.

Biliyor musunuz ki şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra Mehlika Sultan'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru bir mâverâya gidercesine Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci genç de bendim!... Bu çok uzun emel gurbetinin yoktu ucu... Daimâ yollar uzadı, uzadı, uzadı... Aynada bir gizli cihân göründü... Sonra ayna düştü, hayal perdelerinin arasından bir akiscik çıktı aradan... Su çekildi rü'yâ oldu...  Yolumun karanlığa saplanan noktasında bir hayâl âlemi peydâ oldu... Ve ben de göçtüm o hayâl âlemine... İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları...

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç seneler geçti henüz gelmediler...

Osman AYDOĞAN

Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı: 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Kara sevdalı birer âşıktı. 

Bir hayâlet gibi dünya güzeli 

Girdiğinden beri rü'yâlarına; 
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli 
Gittiler görmeye Kaf dağlarına. 

Hepsi, sırtında aba, günlerce 
Gittiler içleri hicranla dolu; 
Her günün ufkunu sardıkça gece 
Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' 

Bu emel gurbetinin yoktur ucu; 
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: 
Ömrü oldukça yürür her yolcu, 
Varmadan menzile bir yerde ölür. 

Mehlika'nın kara sevdalıları 
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, 
Mehlika'nın kara sevdalıları 
Baktılar korkulu gözlerle suya. 

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. 
Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' 
Sandılar doğdu içinden bir ân 
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. 

Bu hâzin yolcuların en küçüğü 
Bir zaman baktı o viran kuyuya. 
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü 
Parmağından sıyırıp attı suya. 

Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. 
Erdiler yolculuğun son demine; 
Bir hayâl âlemi peydâ oldu 
Göçtüler hep o hayâl âlemine. 

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Seneler geçti, henüz gelmediler; 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Yahya Kemal BEYATLI

Libya’da kalıcı ateşkese varılırken

24 Ekim 2020

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams, dün, 23 Ekim 2020 Cuma günü Cenevre Ofisi’nde Arapça olarak “Libyalılara müjde” diye yaptığı açıklamada Cenevre'deki 5+5 Ortak Askeri Komite toplantılarının dördüncü turunun ‘’kalıcı ateşkesle sonuçlandığını’’ duyurdu…

Libya’nın tarihi geçmişini, Kaddafi’yi, Kaddafi’nin katledilmesini ve Libya’nın emperyalistler tarafından parçalanmasını, bu parçalanmada görev alan işbirlikçilerini bir başka yazıma bırakıp iç savaş ve kaos içerisindeki Libya’nın son beş yılındaki gelişmeleri, bu iç savaş ve kaosun iki tarafını adım adım, yıl yıl anlatarak ve günümüze ve dün varılan ‘’ateşkes anlaşmasına’’ nasıl gelindiğini kısaca açıklamak istiyorum…

Libya’daki 2011 yılındaki kargaşa esnasından günümüze kadar ülkede iç savaşın ve kaosun iki tane figürü vardır: Bunlardan birisi ülkenin doğusunda savaşan silahlı grupların başında bulanan General Halife Hafter (D.1943), diğeri de ‘’Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi’’ Başkanı ve Başbakanı Libyalı iş adamı ve siyasetçi Fayiz Mustafa es-Serrac (D.1960)’tır.  

General Halife Hafter, Sovyetler Birliği'nde askeri eğitim alır. 1969'da Kral İdris'in Muammer Kaddafi tarafından devrilmesinde görev yapar. 1986 yılında Fransa'nın desteklediği Çad kuvvetlerine yenilip ve 300 askeri ile esir olunca Muammer Kaddafi tarafından hain ilan edilir.  Bunun üzerine Hafter, ABD'ye kaçar. 2011 yılında Kaddafi karşıtı gösterilerin artması ile birlikte ABD’den Libya'ya geri döner.

Yıllara göre Libya’daki gelişmeler

Yıl 2015

Libya’da yenilenen seçimlerden sonra 2015 yılında General Hafter, Tobruk merkezli ‘’Temsilciler Meclisi’’ tarafından "orgeneral" rütbesine yükseltilerek "Libya Ulusal Ordusu" isimli silahlı grubun başına "Başkomutan" olarak atanır.

Basında genellikle hep ‘’Hafter’in Güçleri’’ diye geçiyor ancak bu güçlerin ne kadar olduğu pek verilmez. Müteakip olayları ve saldırıları anlayabilmemiz için bu güçlerin bilinmesi gerekiyor. Hafteri'in emrinde 30 binden fazla asker, 7 bin 200'den fazla paralı savaşçı bulunuyor. Es-Saka ve Hafter'in oğlu liderliğindeki 106. Tugay başta olmak üzere doğu bölgelerinde büyük tugaylar bulunuyor. Hafter'in kontrolünde 7 hava üssü mevcut. Cufra Hava Üssü ve EL-Vatiyye Hava Üssü Hafter’in kontrolündeki önemli hava üslerinden ikisidir. :

Yıl 2016

Birleşmiş Milletler'in girişimleriyle, 2016 yılında Fas'ın Suheyrat kentinde varılan "Libya Siyasi Anlaşması" uyarınca ‘’Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi’’ kurulur. Ve bu UMH başbakanı olarak da Libyalı iş adamı ve siyasetçi Fayiz Mustafa es-Serrac atanır. Sarrac, 17 Aralık 2015 tarihinde imzalanan Libya Siyasi Uzlaşı Anlaşması sonucunda oluşturulan Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başkanı olarak seçilmişti. Sarrac, 30 Mart 2016 tarihinde Libya Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanlığı'na, 5 Nisan 2016 tarihinde de Libya Başbakanlığına seçilir. Sarrac halen her iki görevi de birlikte yürütmektedir.

Kuruluşun ardından da UMH, uluslararası toplum tarafından Libya'nın tek meşru temsilcisi olarak tanınır. UMH, Libya’da savaşan grupların diğer bir tarafıdır…

Böylece Libya’da Tobruk'ta ‘’Temsilciler Meclisi’’ ve başkent Trablus'ta da ‘’Milli Genel Kongre’’ olmak üzere iki meclis ortaya çıkar…

Yıl 2017

Her iki tarafla da diyaloğunu sürdüren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un girişimiyle 2017 yılı yazında her iki grubun lideri Hafter ve Serrac Paris yakınlarında bir araya gelerek (Paris Zirvesi) yaptıkları açıklamada ateşkes ilan edilmesi ve 2018'de seçimlerin yapılması konularında anlaşma sağladıklarını bildirirler…

Ancak Hafter tarafı anlaşmanın hayata geçirilmesi için silahlarını bırakmadan başkente girme şartını ortaya koyar. Dolayısıyla ateşkes anlaşması yürürlüğe giremez…

Yıl 2018

2018 yılı yaz aylarından itibaren Afrika'nın en büyük petrol rezervlerine sahip Libya'nın toplam petrol ihracatının yüzde 60'ının yapıldığı Petrol Hilali bölgesinde yaz boyunca süren çatışmalar şiddetlenir. Çatışmalar nedeniyle petrol üretimi neredeyse tamamen durdurulur.

Bu çatışmalar esnasında 2018 yılı boyunca 1.567 kişi ölür, 2.000 civarında kişi yaralanır ve 141 kişi kaçırılır…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Serrac 2018 yılında iki kez Türkiye’de ağırlanır ve kendisine en üst düzeyde Libya’ya her alanda destek verileceği bildirilir.  Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın 5 Kasım 2018 tarihinde Libya’ya yapmış olduğu ziyaret esnasında da iki ülke arasında askeri işbirliği konuları ele alınır.

Yıl 2019

2019 yılı Şubat ayında Libya'nın uluslararası tanınırlığa sahip tek yasal temsilcisi UMH Başbakanı Serrac ile ülkenin doğusundaki silahlı güçlerin lideri Hafter’in, BM ara buluculuğunda BAE'nin başkenti Abu Dabi'de gerçekleştirdikleri görüşmeler (Abu Dabi Görüşmeleri) neticesinde "geçiş döneminin yılsonunda yapılacak seçimlerle tamamlanması konusunda anlaştıkları" duyurulur…

Bu anlaşma çerçevesinde BM Libya Özel Temsilciliği'nin Libya'daki anlaşmazlığın çözümü için ortaya koyduğu uluslararası yol haritasının bir parçası olarak ülkedeki tüm aktörlerin katılımıyla 14-16 Nisan 2019 tarihinde Libya’nın güneybatısındaki Gadamis kentinde "Ulusal Diyalog Konferansı" düzenlenmesi planlanır.

Ancak, söz konusu konferansa günler kala, General Hafter, başkent Trablus'u ele geçirmek için 4 Nisan 2019 tarihinde saldırıya geçer…

Ancak UMH'nin direnişi sebebiyle Hafter’in Trablus saldırısı başarısızlıkla sonuçlanır...

Libya'da Hafter’in 4 Nisan 2019 tarihinde başlattığı saldırılar neticesinde 200'den fazlası sivil olmak üzere 1500'e yakın insan hayatını kaybeder… Yaklaşık 300 bin Libyalı ise ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalır…

Bu süreçte BM’nin de tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni Türkiye desteklerken, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Rusya ve Fransa Hafter'i desteklerler…  

Ancak Paris Zirvesi ile başlayan ve Abi Dabi görüşmeleri ile belli bir noktaya varan müzakereler Hafter’e o dönem için hem zaman hem de uluslararası zeminde meşruiyet kazandırır…

Kasım 2019 tarihinde de Türkiye ile Libya arasında imzalanan askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması kapsamında Türkiye, Trablus'ta Birleşmiş Milletler'in meşru kabul ettiği Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne (UMH) hem silah hem de istihbarat ve askeri destek vermeye başlar…

Aralık 2019 tarihinde Türkiye ile UMH arasında Doğu Akdeniz’de sınırları belirleyen mutabakat ile bir askeri işbirliği anlaşması daha imzalanır…

Yıl 2020

Libya için 2020 yılı oldukça hareketli geçer…

Bu süreçte uluslararası aktörler, “siyasi çözüm” için BM önderliğinde yeniden görüşmelerin başlaması yönünde harekete geçerler. BM Libya Özel Temsilcisi Gassan Selame, temel olarak “ateşkes, uluslararası konferans ve ulusal uzlaşı müzakerelerinden” oluşan üç aşamalı bir yol haritası için Libya kriziyle ilgili ülkelerin katılımıyla Almanya'nın Berlin kentinde bir konferans düzenlemek için hazırlık yapar.

Bu arada Libya'da UMH Başkanlık Konseyi Başkanı Serrac, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Fransa’yı Hafter’i destekleyerek Libya’nın iç işlerine karışmakla suçlar.

Serrac, bu açıklamaya paralel olarak, UMH, yapılması planlanan Berlin Konferansı’na katılmak için yedi maddeden oluşan ön şartlarını da yazılı olarak açıklar.  

Berlin Konferansı

Başlangıçta 1 Ekim 2019 tarihi olarak planlanan Berlin Konferansı Serrac’ın bu ön şartları nedeniyle tehlikeye girer. Serrac’ın ön şartlarından vazgeçmesiyle bu konferans Libya’daki iç savaşa doğrudan ve dolaylı taraf olan ülkelerin katılımıyla 19 Ocak 2020 tarihinde yapılır. Konferans, 7 başlıkta 55 madde içeren sonuç bildirgesiyle sonuçlanır.

Berlin Konferansı’nın sonuç bildirgesi incelendiğinde;

6. madde; “Tüm katılımcılar Libya’daki silahlı çatışmalara müdahale etmeme ve Libya’nın içişlerine karışmama taahhüdünde bulunmuştur.” 

10. madde; “Çatışma içerisindeki taraflar ya da onlara destek verenler, Libya topraklarında ve hava sahasında tüm askeri hareketliliği sonlandıracak” denilir.

13. madde; “BM’nin terörist kabul ettiği gruplarla işbirliği yapılmasını’’ yasaklar…

19. madde; ‘’Libya’ya savaşçı sevkini’’ yasakl