Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2020 / 2

Zaman geçer, biz göçerken

31 Aralık 2020

Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’


Yılın bu son uzun gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım neler, neler buldum neler… Bulduklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:

‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’

Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum…

Karacaoğlan’ı aradım sonra;

‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’

Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum…

Veysel’i aradım daha sonra;

‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’

Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum…

Yunus’u aradım daha daha sonra;

‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’

Bu dünyadan gidenken kalanlara selam vermenin ne büyük bir olgunluk olduğunu buldum…

Melih Cevdet Anday’ı aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…

İS 161- 180 yıllarında hükümdar olan Roma imparatoru filozof Marcus Aurelius’u aradım sonra… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…

Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyaloğu buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı.’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız, sonsuz ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün ''Salı'' olmadığını buldum…

Daha başka şeyler de buldum…

Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksisi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş… Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…

Bu koskoca, bu devasa evrende yerimizin sıradan ve çok çok küçük olduğunu, zamanımızın ise çok çok kısa olduğunu buldum... Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğü içerisinde neleri neleri, ne olmaz şeyleri kendimize dert edindiğimizi buldum...

Aslında 31 Aralık'ın dünyamızın güneşin etrafında dönerken, insanoğlu olarak turları saydığımız sıradan bir başlangıçta yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum…

Zamanın geçtiği, bizim göçtüğümüz, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimiz, iki kapılı bir handa gittiğimiz bir andayız bugün... Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafındaki bu yeni turunda ve müteakip bütün turlarında; siz değerli arkadaşlarıma, dostlarıma, büyüklerime, akrabalarıma, bu satırlarımı okuyan sizlere, sizler gibi ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;

Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim… İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim… Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…  Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim… Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim… Süreyi iyi yaşamalarını diledim… Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim… Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…

Yunus’u aradım tekrar… Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;

‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’

Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…

Osman AYDOĞAN


Türkiye’de kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet...

30 Aralık 2020

Günümüzde ülkemizde kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet giderek artan önemli bir toplumsal sorunlardan birisi haline geliyor... Gün geçmiyor ki kadın cinayeti haberi gelmesin. Bugün hemen hemen bütün gazeteler, dün erkekler tarafından öldürülen üç kadın cinayetini manşet yaparak çıktılar.

‘’Kadına Yönelik Şiddet’’ tanımı

Yazılarımda sıkça vurgularım; ‘’Her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye. Bu nedenle ‘’şiddet’’in tanımını iyi yapmak gerekiyor ki mücadele araçları da buna göre olsun…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ‘’şiddet’’in tanımını; “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma ihtimali bulunması” olarak yapıyor…

Fiziksel şiddet içeriğinde; dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedene zarar gelmesine sebep olmak yer alıyor...

Psikolojik şiddet içeriğinde ise; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları bulunuyor…

Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabiliyor… Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabiliyor.

Dolayısıyla kadına yönelik şiddet deyince şiddeti sadece kadını öldürme olarak anlaşılmamalıdır.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet istatistikleri

Günümüzde kadına yönelik her iki şiddetin ülkemizde ne kadar yaygın olduğu konusunda sağlıklı rakamlar ne yazık ki elimizde mevcut bulunmamaktadır. Bunun nedeni psikolojik şiddet çoğunlukla kayıtlara girmezken fiziksel şiddette ise intihar süsü verilerek üstünün kapatılması ve her iki şiddet mağduru kadınların sessiz kalıp kendini kaderine mahkûm etmeleri olarak gösterilmektedir.

2019 yılı ‘’Kadın, Barış ve Güvenlik Endeksi’’ araştırmasına göre; 167 ülke arasından kadınlar için hayat kalitesinin en yüksek olduğu ülke Norveç olurken, Türkiye 114. sırada yer almıştır. ‘’Küresel Cinsiyet Eşitsizliği’’ raporuna göre de Türkiye 153 ülke arasından 130. olmuştur.

Son yıllarda Türkiye’de öldürülen kadınlar:

2008'de 80,
2009'da 109,
2010'da 180,
2011'de 121,
2012'de 210,
2013'te 237,
2014'te 294,
2015'te 303,
2016'da 328,
2017'de 409,
2018'de 440,
2019'da 474 kadın öldürülmüştür. Yılları alt alta yazmamın nedeni yıllara bağlı olarak kadın cinayetlerdeki artışı göstermek içindir.

Ayrıca bu tabloya intihar süsü verilmiş kadın cinayetleri dâhil edilmemiştir. Türkiye'de kadın intiharlarının erkek intiharlarından yüksek olmasının nedeninin kadın intiharlarının çoğunun intihar süsü verilmiş töre cinayeti olduğu değerlendirilmektedir.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan ‘’Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme Raporu’’nda Türkiye’de kadın cinayetlerinin son 10 yılda %1400 arttığı ileri sürülmektedir…

Bu listeye kadın tecavüzleri, seks işçiliğine zorlanma, kadın tacizleri ve kadına yapılan mobbing eklendiğinde ortaya çok korkunç bir tablo çıkmaktadır. Ülkemizde kadın cinayetlerindeki bu artış gibi kadına yönelik olarak yapılan şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing gibi farklı alanlarda da benzer oranlarda kadına şiddet artarak devam etmektedir…

Türkiye’de kadına yönelik artan şiddetin kaynağı

Ülkemizdeki kadına yönelik artan bu şiddetin psikolojik, sosyolojik,  kültürel, geleneksel ve ekonomik nedenleri başta olmak üzere çeşitli sebepleri vardır. Ancak kadına yönelik bu artışın dört nedeni var ki üzerinde önemle durulmalıdır diye değerlendiriyorum.  

Bunlardan birincisi; toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemidir.

Toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemleri ve kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen sözcükler, erkeklerin zihninde her zaman için patlamaya hazır bombalar gibi yer almaktadır.

Türkiye’de siyasal iktidarlar, iktidarı temsil eden yetkililer ve Türk medyası, kadını; “namus” ve “ahlak” gibi son derece kişisel ve muğlak terimler çerçevesinde; “ev kadını”, “vefakâr anne”, “özverili eş”, “cinsel obje”, “seksi güzel”, “güçsüz / itaatkâr”, “kötü kalpli”, “hırslı”, “cüretkâr” gibi sıfat ve rollerin altında ele alarak onu cinsellik, iktidar, aşk, aldatma/aldatılma, intikam, kıskançlık gibi konuların merkezine yerleştirmektedir. Türk medyası ayrıca “annelik” ve “ev kadınlığı” gibi rollerin bir kadının birincil vasıfları ve görevleri olduğu şeklinde sunmaktadır. Daha dün Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, boşanmaları eleştirirken bu durumda suçlu olarak çalışan kadınları göstererek “Hiçbir meslek ya da hedef; aile olmaktan, anne olmaktan daha önemli kabul edilemez” ifadelerini kullanabilmiştir. (Gazeteler, 29 Aralık 2020)

Kadınlar hakkında dilde yer alan ve günlük hayatta kullanılan bu tür sözcüklerin toplumda nasıl bir tahribat yarattığını Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ’nı yazdıklarını örnek olarak verebilirim.  Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ (Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128) isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerinden bahseder...

Selâme Mûsâ’ya göre, dildeki “fosilleşmiş” kelimelerin varlığı toplumda çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan ‘kan’, ’öç’, ‘ırz’ kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.” Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde dil konusunu hiç düşündük mü acaba?

Bunlardan ikincisi kadına ve çocuklara yönelik şiddetin cezasız kalması veya verilen cezaların caydırıcı olmamasıdır…

Mahkemelerde ne yazık ki tecavüzde hâkim karşısında kravat takmak iyi hal indirimi olarak değerlendirilebilmektedir. Değişik kurslarda, yurtlarda ve vakıflarda çocuklara yapılan toplu tecavüz vakalarının üstü örtülüyor… Bir bakan, hem de kadın bir bakan bir vakıftaki 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olarak "Bir kere yaşanmış bir olay" diyebilmiştir.

İşte bu nedenle dün, katledilen üç kadın haberi üzerine ‘’Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’’ şu açıklamayı yapıyor: “Erkekler bu cesareti kadın cinayetlerine karşı net tutum almayan yetkililerden alıyor.”

Bunlardan üçüncüsü ülkenin siyasi atmosferine hâkim olan şiddet kültürüdür…

İktidarı ile muhalefeti ile siyaset meydanlarında, meclis kürsülerinde, TV’lerde, haber kanallarında ve açık oturumlarda sarf edilen kötü ve sert tondaki ağıza alınamayacak sözler, çirkin ifadeler, hakaretler, aşağılamalar ve buralarda sergilenen çatık kaşlar, parmak göstermeler, şiddet ve celâl tüm ülke sathına dalga dalga ve katlanarak yayılarak caddelere, sokaklara, evlere, odalara ve en kuytu yerlere ulaşmakta ve buralarda oluşan şiddet, kim kimi zayıf bulmuşsa onun ve özellikle toplumdaki en savunmasız olan kadınların bedenlerinde somutlaşmaktadır…

Bunlardan dördüncüsü siyasetçilerin kullandığı kadın düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı eril dildir…

Eril dil ve kadın düşmanı açıklamalar her partinin siyasetçilerince yapılıyor. Ancak bu konuda birinciliği iktidar partisinin kimseye kaptırmadığı kesindir… İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dile örnekler vermek istiyorum. Çünkü; medyada sadece iktidar sözcülerinin sözleri yer almakta ve onların iktidarı ve meşru otoriteyi temsil etmeleri nedeniyle toplumda sözlerinin etkileri çok daha yüksel olmaktadır...

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009)

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: ‘’Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarılıyor!…

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan CB Erdoğan: "Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen ‘’Eşitlik İzleme Kadın Grubu’’ (EŞİTİZ)’ndan avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok…

Siyasetçinin bu eril dilinin sonuçları

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları Claude Julien'in söylediği gibi dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkilemektedir.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşanlar iktidara mensup kişiler ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir...

Şiddete kaynaklık teşkil eden siyasetteki dil sorunu

Siyasetin temelinde ‘’dil’’ kavramı yatmaktadır. Bu nedenle de ‘’siyaset dili’’ büyük önem taşır. İster iktidarda, ister muhalefette olsun siyasetçinin dili, oraya buraya çekilmeyecek, kutuplaşmaya zemin hazırlamayacak ölçüde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır.

Siyasette yanlış anlamalara, alınganlıklara zemin hazırlayan, kutuplaştıran, öfke ve şiddet içeren sözler, davranışlar; yerini, akılcı ve gerçekçi çizgide söylemlere, tutum ve davranışlara bırakmalıdır.

Siyasetçi ‘’insanı merkeze alarak’’ halka anlayış, saygı ve sevgi ile yaklaşmalı, içten ve olumlu sözlerini beden dili ile bütünleştirmelidir. Ağzından çıkacak her sözü yerinde ve zamanında kullanmalı, böylece halk ile sıcak ilişki kurma becerisini gösterebilmelidir. Unutulmamalıdır ki “siyaset”; aklını kullanarak, dil ve beden dili aracılığı ile problemleri zor kullanmadan tatlılıkla çözme sanatıdır…

Politikada tartışma mutlaka olacaktır ama siyasi terbiye ve nezaket sınırlarını aşan, “olumsuz sözler ve davranışlar’’ halk sağlığını fazlasıyla tehdit etmektedir…

Siyasetçi, toplumda ‘’rol-model’’, yani örnek olma görevini üstlenmiş kişi demektir. Bu bakımdan, zaman zaman onun dilinde ifadesini bulan öfke yüklü söylemler ve buna bağlı olarak sergilenen nefret söylemleri, itici, kışkırtıcı jestler, mimikler ve davranışlar anlattığım gibi hiç de olumlu sonuçlar doğurmamaktadır…

Bu bağlamda, hiçbir siyasetçinin olumsuz sözleri, tutum ve davranışları kendisiyle sınırlı kalmamakta, hatta dalga dalga ülke sathına yayılarak bir domino etkisi yaratıp, toplumsal ve sosyal huzuru ve barışı ve ulusal güvenliği bütünüyle tehlikeye düşmektedir... 

Bu nedenle her siyasetçi, önce iyice düşünmeli, sonra dikkatli bir şekilde konuşmalı ve nihayet özenli, olgun, örnek oluşturacak olumlu tavırlar sergilemelidir…

Acil uygulanması gereken yasalar

Kadına yönelik şiddete karşı söylemlerde bulunmak, bu olayları kınamak, ahkâm kesmek kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde artık pek bir anlam ifade etmemektedir… Zaman eyleme geçme zamanıdır.

Bu kapsamda;

* Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 19 Aralık 1979 tarih ve 34/180 sayılı kararıyla kabul edilen ve Türkiye tarafından 1985 yılında çekinceleriyle kabul ettiği, ancak 2008 tarihinde 29. maddenin 1. fıkrasına ilişkin çekince hariç diğer çekincelerini kaldırdığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’’;

* Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun ‘’Kadınların ve erkeklerin insana yakışır işlerde çalışıp insana yakışır kazanç sağlayabilmeleri için gerekli fırsatların artırılması’’ strateji hedefleri;

* Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarında yer alan Kadının Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşmeler;

* 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan, Türkiye’nin de imzaladığı ve 1 Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye’de resmen yürürlüğe giren kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde olan ‘’İstanbul Sözleşmesi’’,

* 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu;

* 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun;

* T.C Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ‘’Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2018 - 2023)’’

Derhal uygulanmalıdır! Zaman mazeret üretme değil, zaman eylem zamanıdır… Bu konuda eyleme geçmeyen sözlerin konuya hiçbir katkısı olmayacaktır…

Sonuç

Öncelikle iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi çatışma ve şiddet kültürünü terk etmelidir. Siyasetçinin dili uzlaşıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı olacak şekilde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır…

İktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi; kadın konusundaki ilkel düşüncesini, eril dilini ve maço davranışlarını düzeltmelidir… Kadın - erkek eşitliği konusunda siyasetçi topluma örnek olmalıdır…

Sözlüklerde yer alan, erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik fosilleşmiş, kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen nefret sözcüklerinin tamamı ayıklanmalı ve bir daha kullanılmamalıdır…

Kadına yönelik şiddette verilen cezalar caydırıcı olmalıdır.

Yukarıda saydığım kadını korumaya dönük olan yasalar derhal uygulanmalıdır!

Türkiye’de her kadın cinayetinin ardında yukarıda saydığım hatalar, kusurlar ve ihmaller bulunmaktadır. Dolayısıyla kadın cinayetlerinin vebali bu saydığım hataları, kusurları ve ihmalleri bulunan siyasetçilerin boynunadır...

Sözün özü: Türkiye'deki kadın cinayetleri politiktir...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 


Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

29 Aralık 2020


Sözlerini, nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (bu lakabı ona Atatürk takmıştı) Diyarbakır Ulu Cami Müezzini Celal Güzelses’in yazdığı, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin derlediği güzel mi güzel bir Diyarbakır türküsü var. Adı ‘’Bahçada yeşil hıyar’’. Ancak türkü TRT arşivine girerken sansüre takılarak ‘’Bahçada yeşil çınar’’ halini alır. 

Bu türkü Kardeş Türküler’in ‘’Bahar’’ isimli albümünde yer alır… Ve diğer şarkıları, türküleri dinlemeden sadece bu türkü için bu albümü dinliyor insan (Bu türkünün bağlantısını yazımın sonunda veriyorum). Kardeş Türküler’de bu türküyü Vedat Yıldırım söyler. Erkan Oğur ise hem saz çalar hem de türkünün sonunda divân edebiyatının en güzel gazellerinden birisini okur:

’Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.’’

(Belâmın sebebi benim gönlümdür; o sevgiliden şikâyetimiz yoktur.
Bizim şi­kâyetimiz gönüldendir, kimseden feryâdımız yoktur.

Bu türküde usul usul söyler Vedat Yıldırım, usul usul çalar Erkan Oğur. Vedat Yıldırım'ın usul usul serzenişi, içten bir feryadı, içini dökmesi; içinizi dağlar, bağrınızı deler... Sizleri uzak uzak farklı diyarlara götürür. Hangi yaşta olursanız olun, ne yaşamışsanız yaşayın bu türkü aslında sizi anlatır, gözleriniz onun için yaşarır:

‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’

‘’Sen bana yar olmazsın,
Gözüme gülme bari’’

Türkünün sonunda mahzun mahzun dudaklarınızdan işte o gazelin sonu dökülür:

"Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur."

Gazel bu kadar değil tabii… Meraklıları için gazelin tamamını ve Türkçesini de yazımın sonunda veriyorum. Ancak bu gazel kime aittir? Kısaca bunu anlatmak istiyorum.

Dîvâne Mehmed Çelebi

Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘’Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’’ (İnkılap Kitabevi, 2009) isimli kitabının 473 ile 493. sayfalarını Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ayırır ve bu gazelin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu ve bu beytin de Türk Divân edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olduğunu yazar…

Dîvâne Mehmed Çelebi, (Semâî Mehmed Çelebi ya da Sultan Dîvânî) 15. yüzyılda (1448 veya 1471 - Nisan 1529) Osmanlı döneminde yaşamış Mevlevî şeyhi ve Divân şairidir. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarikatına önemli hizmetlerde bulunur. Dîvâne Mehmed Çelebi, Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.

Nev’i

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri’nin beraber yazdıkları  ‘’Nev’î - Divân - Tenkidli Basım’’ (İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul 1977) isimli kitaplarında ve Mustafa Nejat Sefercioğlu ‘’Nev’î Divânı'nın Tahlili’’ (Akçağ Yayınları, 2001) isimli kitabında ise ‘’Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur’’ diye başlayan gazelin Malkara doğumlu, 16. yüzyılda yaşamış, asıl adı Yahyâ, babası Pîr Ali Efendi olan bir Halvetî şeyhi Nev’î’ye ait olduğunu yazarlar. Ki Divân içinde Nev’î’nin ismi de geçer.


Nev’î, ilköğrenimini, babasının yanında tamamlayıp İstanbul’a gider. Medrese öğrenimi görür. Karamânî Ahmed ve Mehmed adlı dönemin iki önemli  müderrisinden, Şâir Bâkî, Hoca Saadeddîn Efendi gibi ünlülerle birlikte ders alır.. 1566’da tahsilini bitirir ve müderrislik (hocalık, profesörlük) görevine başlar. III. Murad’ın şehzâdesi Mustafa’nın hocalığı görevine getirilir. Diğer şehzâdeler olan Osman, Bâyezîd ve Abdullah ile de ilgilenir. Kazasker rütbesiyle tekâüde (emekliye) ayrılır. 

Nev’î, çok güçlü bir şâirdir. Ama yakınında Bâkî gibi bir ustanın bulunuşu, onu daima gölgede bırakır.

Gazelin kaynağı

Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı, eserinde bu gazelin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğunu yazsa da Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri ve Mustafa Nejat kitaplarında yazdığı gibi ve gazel içinde ‘’Nev’î isminin geçmesi nedeniyle bu gazelin Nev’î’ye ait olduğu değerlendirilmektedir.

Sonuç

Bu gazel kime ait olursa olsun, kim yazarsa yazsın, benim demek istediğim o ki; ‘’Belâ dildendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur.’’

Bir de fazladan ‘’Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâd’ımız –da- yoktur.’’

Osman AYDOĞAN

Kardeş Türküler’den ‘’Bahçede yeşil çınar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NPLjgd4euEs

Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı:

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur

Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Gazelin günümüz Türkçesi

Şimdi bu kadar güzel bir gazeli böyle bırakıp günümüz Türkçesiyle açıklamasını da yapmasam olmazdı! İsterseniz Dîvâne Mehmed Çelebi’nin gazelinden beyit beyit gidelim: (Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç’ın açıklamasıyla)

Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur

Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şi­kâyetimiz gönüldendir, kimseden şikâyetimiz yoktur.

Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur

O İsa gibi dudakları olan sevgili, ölüler âlemindeki ruhlardan daha da ölü olduğumuzu bilir de âşıkları niye hatırlamaz? (Hz. İsa, edebiyatımızda sık sık ölülere hayat verme mucizesiyle geçer. Burada da sevgili Hz. İsa’ya benzetil­mekte, ölü hükmündeki âşığa öpüşüyle can vermesi isten­mektedir.)

Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur

Meyhanede oturup kalkanlara (İlâhi aşk sahiple­rine) kıyametteki hesap gününü açma ey zahid! Bizim asla bu varlık defterinde adımız geçmez (bundan dolayı bizim için hesap yoktur).

Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur

Biz kumru kuşu gibi anamızdan aşk halkasıyla doğmuşuz. Bunun için dert ve üzüntü bağının tutsağı ol­muşuz, artık hürriyetimize kavuşma umudu kalmamıştır.

Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.

Ey Nev’î! Şüphesiz biz tatlı dilli bir şairiz. Faka bu devirde bizi üne kavuşturacak Ferhadımız yoktur. (İlk mısrada geçen ‘’şirin’’ kelimesi tatlı anlamına gelmekle birlikte ikinci mısradaki Ferhâd ismiyle birlikte Ferhâd’ın sevgilisi Şirin’i de çağrıştırmaktadır. Şair Şirin’i tanıtanın aslında Ferhâd olduğunu söylemektedir.)

Mertol Tulum ve M. Ali Tanyeri ile Mustafa Nejat Sefercioğlu tarafından Nev’î’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamı: (Birkaç kelime hariç hemen hemen aynıdır zaten)

Cefâ dildendür ol dildâr elinden dâdumuz yokdur
Gönüldendür şikâyet gayriden feryâdumuz yokdur

Niçün ‘aşk ehlini yâd itmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilür hod ‘âlem-i ervâha nisbet yâdumuz yokdur

Harâbât ehline rûz-ı hisâbı anma ey vâ’iz
Bizüm hergiz bu varlık defterinde adumuz yokdur

Togup kumrî-sıfat biz  anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetüz âzâdumuz yokdur

Mukarrer şâ’ir-i şîrîn-zebânuz Nev’îyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret virür Ferhâdumuz yokdur. 


Dindar, Dinbaz ve Düzenbaz

 
28 Aralık 2020


Diyanet İşleri Başkanlığı ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ açıklamasını yapmıştı. Bu açıklama üzerine yazdığım yazılarımın bir devamı olarak bugün de güzel Türkçemizde yer alan ’’dindar’’,‘’dinbaz’’ ve ‘’düzenbaz’’ sözcüklerini açıklamak istiyorum. Ancak aslen Farsça olan bu sözcükleri açıklamadan önce Türkçemizde yer alan yabancı ve Farsça sözcükleri örnekler vererek anlatıp bu konudaki yazı dizime de son vermek istiyorum… Ki uslu uslu yazmakta olduğum divân edebiyatı örneklerime devam edeyim!...

Dilde yabancı sözcükler

Bütün dillerin temelinde ve dillerin alt katmanlarında eski diller yatmaktadır. Örneğin Roma İmparatorluğu’nun dili olan Lâtince, günümüzde Fransızca ve İspanyolca ve diğer Batı dillerinde yaşamaya hâlâ devam ediyor. Türkçe’de de eski Anadolu’daki eski uygarlıklarından kalma sözcükler de bulunmaktadır.

Dile bu şekilde yabancı kelimelerin girmesi ve eklenmesi genellikle tutucu çevreler tarafından sürekli ‘’bozulma’’ olarak değerlendiriliyor. Örneğin Alman dil biliminin kurucusu sayılan 19. yüzyılın en büyük dilbilimcilerden Jacob Grimm ‘’Geschichte Der Deutschen Sprache’’ (BiblioLife, 2009) isimli eserinde bin yıllık Alman dil tarihini  “bozulmanın tarihi’’ olarak tanımlıyor…

Ancak günümüz dilbilimcileri dildeki “yabancı” kökenli kelimeleri artık dilin zenginliği olarak görüyorlar… Örneğin çağımız Alman dil bilimcisi Peter von Polenz ‘’Geschichte der deutschen Sprache’’ (Walter de Gruyter, 1970) kitabında bir dilin kelime hazinesinin sadece o dilin öz kaynaklarından oluşmasının gerçekçi bir düşünce olmadığını, dil hazinesinin ekleme yapılarak ve diğer dillerden de kelimeler devşirerek zenginleştiğini ifade ediyor. Peter von Polenz’in deyişiyle, “kelimelere pasaport sorulması” artık eskilerde kalmıştır.

Bugün için gelişmiş bir kültür ve bilim dili olan Almancada toplamda 40 binden fazla sadece İngilizce sözcük bulunuyor.  Zaten Almanca’da ‘’Yabancı Kelimeler Sözlüğü’’ (Fremdwörtebuch) diye bizim TDK Türkçe Sözlük kalınlığında ayrı bir sözlük vardır. Bu durum diğer Avrupa dilleri için de geçerlidir. Bu durumu dil konusunda en büyük bilimci olan Alman düşünür Goethe şöyle dile getiriyor: ‘’Bir dilin gücü, yabancı olanı reddetmesinde değil, özümsemesindedir.’’ (Die Gewalt einer Sprache ist nicht, daß sie das Fremde abweist, sondern daß sie es verschlingt.) 20. yüzyılın en büyük şair ve düşünürlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de bu konuda şöyle düşünüyor: ‘’Yüksek seviyede olan hiçbir kültür ‘saf’ değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Aslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.’’

Türkçede yabancı sözcükler

Bu anlamda Türkçemiz de gerçekten dillerin aslanı gibidir. Ve aslan gibi güçlü ve aziz bir dildir… Türkçemiz başta Farsça ve Arapça olmak üzere Rumcadan, Fransızcadan; İtalyancadan ve İngilizceden oldukça etkilenmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu yukarıda anlattığım çerçevede bir zenginlik olarak değerlendiriyorum…

Örnek olarak ‘’Şampiyon Fenerbahçe’’ dediğimizde bir tane bile Türkçe kelime kullanmıyoruz… Çünkü; ‘’Şampiyon’’; Fransızca, ‘’Fener’’; Rumca, ‘’Bahçe’’ ise Farsça kökenlidir… Şimdi yabancı sözcük diye örneğin ‘’Bahçe’’yi Türkçeden attınız mı Türk edebiyatı düşer, yok olur…

Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atın!... Ortada Türkçe kalır mı?

Gelin isterseniz şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor değil mi? Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şimdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı? Yani bu Koronalı tecrit günlerinde hanım ile balkonda oturup, çay içip, sandviç de yemeyelim mi?

Neyse, uzatmayayım, demek istediğim o ki; Türkçemiz aslan gibi güçlü ve aziz bir dil… Her dilden etkilenmiş ve sonunda dillerin aslanı haline gelmiş…

Türkçeye Farsçadan geçen kelimeleri aktararak örnekler vermeye devam edeyim...

Türkçede yer alan Farsça sözcükler

Örneğin; tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak onlara Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsam bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir (veya hefte). Yedi günlük, ''hafta'' ismi de buradan gelir. 

Halen Türkçede kullandığımız Farsça gün isimleri de şunlardır: Ba (yemek), zar (yer), Bazar: Pazar. Pazar'ın ertesi; Pazartesi.Ceharşenbe (dördüncü gün): Çarşamba. Pençşenbe (beşinci gün): Perşembe.

Bu örneklerden yola çıkarak Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden bir kısmını açıklamak istiyorum:

''Bâd''; hava. ‘'Cah'’; çıkış yeri. ‘’Bâdcah'': Baca

''Bâd''; hava.  '’Heva'’; hava (Arapça). '’Bâdheva'': Bedava

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Tag'’; kemer. ‘’Cehartag’’: Çardak (dört kemerli) (Tag: Kemer. Zafer tagı; Zafer kemeri de buradan gelir)

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Mıh’'; çivi. ‘’Ceharmıh’’; Çarmıh (dört çivili)

'’Cehar‘’ (çar); dört. ‘’Su’’; köşe, duvar. ‘’Ceharsu: Çarşı  

'’Cehar‘’ (çar); dört.  ‘'Yek’'; tek, bir. '’Çaryek’’: Çeyrek (dörte bir)

'’Cehar‘’ (çar); dört.  '’Cube’’: sopa.  ‘’Çarcube’’: Çerçeve (dört sopalı)

‘'Çep'’; sol. ‘'Rast'; sağ. ‘’Ceprast’’: Çapraz

'’Çadur'’; örtü. '’Şeb'’; gece. '’Çadurşeb’': Çarşaf  

‘’Şeb'’; gece. ‘’Nem’’; nem.  ‘’Şebnem’’: Şebnem  (gecenin nemi)

'’Hem’'; aynı.  ‘'Şir'’; süt. '’Hemşire'’: Hemşire (aynı sütü emen anlamında. Kız kardeşe de hemşire dendiğini hatırlatırım) Aynı şekilde: ‘'Hemşehri'’; aynı şehirli. '’Hemhal'’; aynı halde bulunan.  '’Hemzemin’'; aynı zeminde.

‘’Ab’’; su, ‘’dest’’; el. ‘'Ab-u dest'’: Abdest (el suyu, avuç suyu)

‘’Erre’’; ‘’bıçkı’’, ‘’dest’’; el. ''Dest-erre'’: ’Testere (el bıçkısı)

‘’Şeft’’; semiz. ‘'Alu’'; erik. ‘’Şeft-alu'’: Şeftali (semiz erik)

‘’Zerd’’; sarı. ‘'Alu’'; erik. ‘'Zerd-alu’': Zerdali (sarı erik)

'’Emir-ul ahr'’; padişah ahırının üst düzey görevlisi olan '’ahır emiri'’: İmrahor

‘’Se-pa'’’; üç ayak: Sehpa

'’Şûr'’; tuz. '’Bâ'; yiyecek. ‘’Şûrbâ’’: Çorba

Bu liste daha çooook uzar ama ben burada keseyim….

Türkçedeki Farsça kökenli dini sözcükler

Ayrıca biz Türkler İslam’ı Farslar yoluyla kabul ettiğimiz için Türkçedeki dini terimlerin çoğu da Farsça kökenlidir. ''Peygamber'' kelimesi Farsçadır, Arapçası ''resul'', Türkçesi ise ''elçi''dir. ''Namaz'' kelimesi Farsçadır (Farsçaya da Hint kökenli bir yoga türü olan ''Namas'' sözcüğünden geçmiştir), Arapçası ise ''Selah''dır. ''Bayram'' kelimesi Farsça kökenlidir; ''badram'', ''beyrem'' kelimelerinden dönüşmüştür.


İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerden olan; Huda, Rabbena, sahabe, Mevla, hoca, molla, derviş, pir, dergâh, çile, türbe-tür­bedar, ney, niyaz,  gü­nah-günahkâr, kâ­fir, dua, beddua, şakirt, külah, postnişin, keramet, tespih, kehribar, çarşaf, tülbent, kaftan, takke, muska, kalender, münzevi, hur­ma, ebru, güllaç, destur, rayiha, kerime, sancak, cihan, destan, kervan, hattat, aşk, meşk ve şa­dırvan sözcüklerinin tamamı Arapça değil Farsçadır… Ve daha niceleri…

Bu liste uzayabilir ama ben yine devam etmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim Türkçe’de İslam ile ilgili, din ile ilgili, ibadet ile ilgili peygamber gibi, namaz gibi, oruç gibi, abdest gibi, bayram gibi İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerin nerdeyse tamamı Arapça değil Farsçadır!...

Türkçedeki Farsça kelime sonu ekleri

Farsçadan Türkçemize giren sadece sözcükler değildir. Kelime sonlarına gelen Farsça bazı ekler vardır ki kelimelere başka anlamlar yüklerler. Bunlardan en çok kullandığımız üç tanesini örnek olarak vermek istiyorum.


Farsça ’kâr’’ eki…

Bunlardan birincisi Farsça ‘’kâr’’ ekidir. Farsça ‘’kâr’’ eki isimleri sıfat yapar, ‘’eden, edici, yapan’’ anlamına gelir ve -li, -lı, -cı, -ci gibi eklerin de karşılığıdır. Hilekâr (hile yapan, hileci), sahtekâr (sahte yapan, sahteci), riyakâr (riya; dünyevî çıkarlar elde etmek için dindar gibi görünmek veya ibadetleri yerine getirmektir. Örneğin mal, mevki, saygı, şöhret vb. kazanmak için yapılan ibadetler riya kabul edilir. Riyakâr ise riya yapan, riyacı anlamındadır), hizmetkâr (hizmet den, hizmetçi), kanaatkâr, itaatkâr, tamahkâr vb. kelimeler işte bu şekilde türemiştir. 


Farsça ‘’baz’’ eki

Bunlardan ikincisi Farsça ‘’baz’’ (bâz) ekidir.   “Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gellen “bâz” eki hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir... Türkçemizde sonu ''baz'' ile biten o kadar çok Farsça kelime var ki! İşte bunlardan bazıları:

Kumarbaz: Kumar oynayan. Canbaz: Canı ile oynayan. Sihirbaz: Sihir ile oynayan. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan. Madrabaz: İnsanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci. Dilbaz: Dili ile oynayan. (Bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan) Dinbaz: Din ile oynayan. Dini siyasetine alt eden…

Düzenbaz

Ancak “Düzenbaz” sözcüğünün anlamı ilk aklımıza geldiği şekilde değil… Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü buradaki “düzen” Türkçe bir sözcük… ‘’Baz’’ eki ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil Farsça ve ‘’dü-zen’’ şeklinde…

Farsçadaki bu “düzenbaz” (dü-zen-baz) sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…

Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil elbet... Türkçede, ilk aklımıza geldiği anlamda “düzenbaz” sözcüğü daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. Bunlar; işrete, kadına düşkün, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Bunlar; sahtekârdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar... Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar tam anlamıyla ''düzenbaz''dırlar...

Farsça ‘’dar’’ eki

Bunlardan üçüncüsü Farsça ‘’dar’’ (dâr) ekidir. Farsça “dâşten” fiilinden gelen “dar” eki de sonuna geldiği kelimenin ‘’sahiplenen’’i olarak tanımlar. Örneğin:

Mühürdar: Mühür sahibi. Alemdar: Bayrağı veya sancağı sahiplenen, (taşıyan)... Serdar: ‘’Ser’’ kafa, baş demek, Serdar; kafayı, başı sahiplenen, yani askerin başı, başkomutan... Hükümdar: Hükmün sahibi, sultan, padişah… Dindar: Dine sahip olan, dine sahip çıkan, dini koruyan, dini hakkıyla yaşayan...

Sonuna ‘’baz’’ ve ‘’dar’’ ekini alan bütün kelimeler de ayrıca Farsçadırlar. Dolaysıyla ‘’din’’ kelimesi de Farsçadır. Bir örnek olarak ‘’din’’ kelimesinin sonuna ‘’dar’’ ve ‘’baz’’ ekleri aldığında ne anlama geldiğini açıklamak istiyorum:

Dindar

Dindar demek; din inancı güçlü, din kurallarına bağlı, mütedeyyin kimse demektir. Dindar insanlar, Allahü teâlânın öyle kullarıdır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar iyi insanlara. Onlar adsız şansız Allah dostlarıdırlar, onların bir seher vakti gözyaşıyla yaptıkları dua binlerce topun yapamadığını yapar, kralları, sultanlıkları yıkar, kaleleri paralar. Dindar insanlar toplumun sessiz çoğunluğudurlar.

Dinbaz

Dinbaz insanlar ise dini iyi bilirler ancak bu özelliklerini masivaya (dünya, kâinat, Allah’tan başka her şey) tamah ve tenezzül doğrultusunda seferber ederler. Dinbaz insanlarda din, amaç değil araçtır, özne değil nesnedir. Dinbaz, dini iyi bilse de onunla oynayan, onu oyuncak yapandır. Din, dindarın seciyesi, dinbazın ise sermayesidir. Dinbaz insanlar dini siyasete alet ederler, kutsal kitapları ellerinde araç haline getirirler, kutsal mekânları siyaset meydanına çevirirler. Dinbaz insanlar Hz. Peygamber'in bile kimseye Ruz-i Mahşer (Kıyamet Günü) için berat (Kurtuluş) vermediği bir dinde, kendilerini Ruz-i Mahşer için berat belgesi vermekle yetkilendirirler... Bu insanlar Giordano Bruno’nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diye bahsettiği kötü insanlardır.

Türkçedeki ‘’düzenbaz’’ kelimesi ile ‘’dinbaz’’ kelimesi arasında bir anlam korelasyonu vardır: Bütün dinbazlar aynı zamanda da düzenbazdırlar… Yani dinbazlar Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz adamdırlar. Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar tam anlamıyla ''düzenbaz''dırlar...

En başta da söyledim ya; Türkçemiz aslan gibi güçlü ve aziz bir dil…

İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ derdi. Ben de ilave edeyim; Müslümanlık bu dinbaz adamlar yüzünden de zelil hale düşmüştür. Bunlar en çok da hulûs-u kalp ile dua eden Allah dostu dindar insanlara ve dine zarar veriyorlar… 

Anlıyorsunuz değil mi ‘’dindar’’ kim, ‘’dinbaz’’ kim, ‘’düzenbaz’’ kim? Son iki tanımdan etrafımızda o kadar çok var ki bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz zaten… Çünkü dinbaz insanlar, toplumdaki sayıları az olmalarına rağmen şirrettirler, sesleri gür ve çok çıkar. Zaten söylerdi Freud: ‘’Aklın sesi yavaş çıkar’’ (Die Stimme der Vernunft ist leise.) 

Allah bu devleti, bu milleti ve bu kutsal dini; bu dinbaz ve bu düzenbazların şerrinden korusun. Âmin...

Osman AYDOĞAN


İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimlerdir?

27 Aralık 2020


Dünkü yazımda İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenlerini yazmıştım. Genel olarak ‘’hata kimde?’’ diye değil de ‘’hata nerede?’’ diye araştırılır… Ben bu kuralı bozarak İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimler? Bugün de kronolojik bir sıraya bağlı kalmaksızın onları ifşa edeyim...

İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelenlerdir. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmeyenler, öğretemeyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; toplumlarını kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yalanı, dolanı, iftirayı, hileyi, hurdayı, haramı, hırsızlığı, arsızlığı, yüzsüzlüğü, hukuksuzluğu, kumpası, hoşgörüsüzlüğü, kof bir gururu, cehaleti, karanlığı, kini ve nefreti kendisine rehber edinenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarıni, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok görenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarının yaşama sevincini budayanlardır, ciddiyet adına insanlarına suratlarını asanlardır, kadınlarını gelenek adına aşağılayanlardır, onları cinsel obje olarak görenlerdir, onları baskı altına alanlar, tekmeleyenler, hor görenler, yetmedi onları katledenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yaşamı ve hayatı değil de ölümü yüceltenlerdir, sevgiyi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil de güce biat ettirenlerdir, güçlü olup da her zaman için ve her yerde haklı çıkanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yetersizliklerinin, yeteneksizliklerinin ve kötü yönetimlerinin nedenlerini kendilerinde aramayıp hep dış mihraklarda ve komplo teorilerinde arayanlardır... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi kavramları geliştirip toplum bilincine yerleştirmeyenlerdir… Bu kavramları yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller haline getirmeyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmayanlardır, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmayanlardır...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dini hurafelerle beslenip sığlaştırarak sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak; kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarına ezber, itaat ve biat kültürünü hâkim kılarak, bunan yerine tartışma ve sorgulama kültürünü oluşturmayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; politikalarını, ilkeler ve ülküler için değil, çıkarlarının ve güçlerinin mücadele aracı olarak kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; zekâ yerine şark kurnazlığını, dürüstlük ve liyakat yerine sadakati, görev yerine itaati, hak yerine gücü kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarının inandıkları yerleşik atalar dinini sorgulanıp yerine Allah’ın dinini ikame etmeyenlerdir. İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışmayanlardır, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmayanlardır. 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; domuz eti yemeyip ama çok rahatça kul hakkı yiyenlerdir, çok kolayca haram yiyenlerdir… 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını dinleyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunup, asılsız mucizeler ve kutsallıklar üreterek aslında kendi din ticaretleri için müşteri ve kendi siyasetleri için oy artırımı peşinde olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi çıkarları için toplumlarının feodal yapılarını, orijininden sapmış dini inanışlarını, mezhep kavgalarını, kadına bakış açılarını, otoriter eğilimlerini, güce olan sevgi ve biat anlayışlarını koruyarak, toplumun sosyal hayatını, insanlarının uzlaşma ve işbirliği yeteneğini geliştirmeyenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarını cehennem, zebani ve cahim ile korkutup, akılcı ve insancıl değerler, zihin özgürlüğü ve insan onuru, yaşama sevinci gibi kavramlar ile beslenmeyenlerdir.   

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; çocuklarının beyinlerine; Allah sevgisi yerine, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramlarını şırınga edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri koymayanlardır, bilimsel gelişmeleri takip etmeyenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik gibi kavramlarını rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaştıramayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; din adına söz söylemeye yasal yetkili olup dinin gereklerini vaaz etme yerine iktidarın sözcülüğünü ve dalkavukluğunu yapanlardır, günümüzde Ortaçağ papaları gibi dini kurumlara bağış karşılığı cennet vaat edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dünya hayatını  sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürenlerdir. Erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarındadır…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Hz. Muhammed’i yaşadığı toplumun örf ve adetlerine göre taklit edilmesi gereken bir tarihsel kişi olarak ve Hz. Peygamberi Kur’an ahlakını örnekleyen bir insan olarak anlayıp onu günümüze taşıyıp anlatmayanlardır… İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anlayıp, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmeyenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dışarıda, Papaz Pierre L’Ermite’nin, Gautier’in, Louis’in, Konrad’ın, Friedrich Barbarossa’nın, Philippe Auguste’nin, Richard’ın, Heinrich’in, Andrias’ın, Frederich’in, St. Louis’in, Bush’un ve Obama’nın müttefikleri olup içeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerdir…

Kısacası İslam Dünyası’nın geri kalmasının asıl müsebbipleri; aklını kullanmayanlardır. Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu dünyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Bugünkü İslam Dünyası’nın geri kalması bir sonuçtur ve müsebbipleri de tüm yukarıda anlattıklarımdır…

Sebepler değişmeden sonuçlar da değişmezdi zaten…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


İslam Dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenleri...


26 Aralık 2020


Ben ne güzel dîvân edebiyatından verdiğim örneklerle sitemde sessiz sessiz yazılarıma devam ediyordum… Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ‘’Kur’an ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ diye fetva verince ben de bu yazılarıma ara verip ‘’Türkçe Kur’an okumak’’ ve ‘’Kur’an ve İslam’’ başlıklı iki yazı yazdım…. Bu yazılarım üzerine en azından benim sayfamda tartışmalar alevlenince ben de bu konuya devam edeyim istedim…

Bu yazımda, İslam dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenlerini anlatarak Avrupa beş yüz yıl önce kutsal kitaplarının hangi dilde okunacağını çözmüşken, DİB neden böyle bir fetva verdi sorusunun tarihsel kökenine inmeye çalışacağım.

Diyar-ı küfür

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:

‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’

(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
 İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.)

Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.

Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfürde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yıllarca yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm…

Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur… İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur… Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır. Tabii bir de ayrıca DİB’nın bir de böylesine bir fetvası vardır…

Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır? Neden DİB’nın bir de böylesine bir fetva vermiştir?

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede eskiden Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım...

Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu ve neden DİB’nın böylesine bir fetva verdiğini anlatmak istiyorum…

Braudel

Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) İslam dünyasının geri kalması hakkında bir tez geliştirir. Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, bu da zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Braudel'in tezi yabana atılmaması ve ayrıca incelenmesi gereken bir konudur diye değerlendiriyorum... 


Gazalî

Ancak bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebi olarak; genel kanı, İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olması olarak değerlendiriliyor…


Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak)  “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışır…

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”  

Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar…

Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

İbn-i Rüşd 

İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)  (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’


Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilir. Ancak İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybeder. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi destekleyerek İbn-i Rüşd’ü ihmal ederler… İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklerler çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilir ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

İslam, bilim ve akıl

Gerçekte ise İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”  “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”  “Bir saatlik  tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen  ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

İslam dünyasındaki bu aklın dışlanma sürecinde de bu süreç İslam dünyasında çeşitli alanlarda da desteklenir... Bu alanlar; hukuk (fıkıh), kelam (ilahiyat) ve tasavvuf alanlarıydı. ''Fıkıh''ta İbn-i Hanbel, ''Kelam''da Eşari ve ''Tasavvuf''da da İbn-i Hallaç bu alnalara öncülük ederler. Bu alanların ve bu öncülerin ortak noktaları imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıydı...

İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilir…

Emeviler


İslam en büyük dönüşümünü Emeviler zamanında geçirir. Müslümanlık, Emeviler zamanında; kisrâyla, sarayla, saltanatla, şatafatla, lüksle, gösterişle, yalanla, dolanla, haramla, nepotizmle, zulümle, zorbalıkla ve şiddetle özdeşleşir. Emevilerin bu özellikleri de zamanla Müslümanlar içinde kurumsalllaşır. Günümüzdeki Müslümanların; saraya, saltanata, lükse, gösterişe, harama, yalana, kumpasa ve nepotizme olan yatkınlığının kökeninde Emevilerin bu özellikleri bulunmaktadır... Ayrıca Emeviler zamanında İslam Araplaşır. Emeviler zamanında diğer toplumlara Arap ve Emevi kültürü İslam olarak dayatılır. Yine günümüz Müslümanlardaki Arap hayranlığının ve Arap seviciliğinin kökeninde Emevilerin o zamanki politikaları yatmaktadır.

Nasıl ki Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığı olan  entegrizm de İslama Emeviler tarafından bulaştırılmıştır. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005) Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…


Abbasi dönemi

Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması gerçi Moğol istilası ile sona erer ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle yeni bir aydınlanma dönemi başlayamaz…

Abbasi döneminden sonra da Araplar, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin katkısıyla, etkisi günümüze kadar gelen Selefiliğin girdabına kapılırlar... 


Osmanlı Devleti

Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olur… Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalır. (1683’de de aynısı tekrarlanır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulur, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilir ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelir…

İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlatıldığı gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilir ne de 14. yüzyılda başlayan Avrupa Rönesansını yakalayabilir. Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kuramaz. Osmanlı ne Abbasi döneminde İslam’ın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden bir tanesini bile yetiştirebilir ne de çağında Avrupa Rönesans’ını yaşarken bu Rönesans’ın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilir…

Mustafa Kemal Atatürk

Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gider… Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki devrimlerin tamamlanamaması, cehalet, taassup, bölgede Batı'nın jandarması rolüne soyunmak ve ABD’nin ‘’Yeşil Kuşak’’ politikasına ve ‘’Siyasal İslam Projesi (BOP)’’ne alet olmak nedeniyle kesintiye uğrarmıştır. 

Günümüzde İslam dünyası

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD,  Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.


2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etmiştir:  “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)

O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanlış anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramaz…

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcilerini de çıkaramaz... Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının; Thomas Hobbes, Baruch Spinoza,  Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich  Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron ve Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmaz… Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulmuştur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerin ve eşbaşkanların desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilmiştir. Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta  El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi radikal dinci çeteler ve terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışmışlardır. Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girmişler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilmiştir. . Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Yine yaratılan bu ortamda İsrail'e çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulmuştur. 

Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını ve İsrail’in Golan tepelerini neden şimdi ilhak ettiğini sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir. 

Bir değerlendirme

İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.

Gazalî’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazalî’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazalî düşüncesinin hâkim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, imkân ve ihtimali de yoktur.

Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelmiştir.

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz...

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olduğu, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulmadığı, bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir...

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir.

Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir. 

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur.  Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.   

Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim ya! Yazımın sonunda da yine ondan bahsedeyim... Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.

1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz.  Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’

Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor...

İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi… Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ derdi… Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir!

Sonuç

Diyanet İşleri Başkanının ‘’Kur’an ve ezanın Türkçe okunması caiz değildir’’ fetvası işte böylesi bir tarihsel sürecin sonucudur. Sebepler değişmeden sonuçlar da değişmezdi…. Papa’nın Ortaçağ’da cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadedebilen (Gazeteler, 10 Şubat 2020), Korona salgınının zina, LGBTİ ve belli bir inanca sahip insanlardan çıktığını iddia eden (Gazeteler, 24 Nisan 2020) ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’lanet’’ okuyan DİB’ından başka bir şey beklenilmezdi…

Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Arz ederim

Osman AYDOĞAN


Kur’an ve İslam

25 Aralık 2020

Dünkü ‘’Kur’an’ı Türkçe okumak’’ başlıklı yazıma müspet ve menfi epeyce bir tepki gelince, ‘’Dîvân Edebiyatı’’ konusundaki seri yazıma ara verip Kur’an ve İslam konusuna devam edeyim istedim…

Toplumumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman diye biliriz ama İslam’ın temel kavramları hakkında doğru bilgi sahibi değilizdir. Toplumun en cahil bırakıldığı alan din ve İslamiyet alanıdır… Dünkü yazımın konusu olan Kur’an’ın Türkçe okunup okunmayacağı konusunu Avrupa’nın beş yüzyıl gerisinden gelerek tartışıyoruz… Tabii ki Kur’an’ı anlayıp okumadan sanırım bu gidişle bir beş yüzyıl daha din ve İslam konusunda cahil kalacağız demektir…

Bu yazımda günlük hayatımızda sıkça kullandığımız Kur’an’da geçen bazı kavramları ve ibadetleri Kur’an’a göre açıklamak istiyorum... Bakalım biz bu konuları nasıl biliyoruz ve Yüce Allah Kur’an’da bu konular hakkında neler buyuruyor?…

Ancak konuya geçmeden önce Kur’an’ın dili ve meâl hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor…

Kur’an dili ve meâl

Kur'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka anlamlandırılması gerekmektedir. Bu anlamlandırmanın Arapça karşılığı ise ‘’meâl’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’anlam’’ değil de  ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meâl’’ kullanılmaktadır...

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde ‘’meal’’ özetle şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Meal; Osmanlı Türkçesi’nde “mâna ve mefhum” karşılığında kullanılmış, bununla bir sözün lafzan veya harfiyen değil mâna ve mefhum itibariyle başka bir dile aktarılması kastedilmiştir. Buna göre meâl kelimesi sözün aktarım keyfiyetini ifade eden örfî bir anlam kazanmış, daha sonra ‘Kur’an’ın harfiyen değil mâna ve mefhum bakımından tercümesi’ anlamında terimleşmiştir.’’

İşte sorun da burada başlamaktadır. Kur’an ‘’meâl’’ adı altında temel kavramlar anlamlandırılırken devreye bu kavramları anlamlandıran kişilerin ait olduğu kültürü, algısı ve değer yarıları girmekte ve bu anlamlandırmayı yapan kişilerin ait olduğu kültür, algı ve değer yarıları bize ‘’Kur’an meali’’ veya İslam diye sunulmaktadır. Bu nedenle kendisini yetkin hisseden her din bilgini her ayeti farklı farklı anlamlandırmıştır. Örneğin herhangi bir ayetin adını vererek İnternette arayın, başta Diyanet’in kendi içinde bile onlarca farklı ‘’meâl’’ adı altında çok faklı anlamlandırmalarla karşılaşırsınız…

Kur’an’da geçen temel kavramlar

Örnek olarak bu kavramlardan ‘’kurban’’, ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ce ‘’hadis’’ kavramlarını anlatacağım. Toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman ama bu kitlenin de yüzde doksan dokuzu kurban konusu başta olmak üzere bu temel kavramları yanlış bilir. Daha doğrusu kendilerine yanlış aktarılır…

Örneğin Müslümanların yüzde doksan dokuzu kurban kesmeyi sanki farzdan da öte bir zorunluluk gibi algılayıp en zor koşullarda kurban kesmeye çalışırlar. Almanya’da kaldığım yıllarda apartman bahçesinde kurban kesip ceza alan, sonraki sene de cezadan kaçınmak için evin banyo küvetinde kurban kesen, bu nedenle de apartmanda oturan tüm Almanların taşındığı saf mümin bir aile ile tanışmıştım…

Toplumdaki; başta kurban konusu olmak üzere İslam’daki temel kavramlardaki bu cehaletin baş sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığıdır… Bu konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı ısrarla toplumu doğru bilgilerle aydınlatmaktan geri durur. Örneğin Diyanet hocaları her Kurban Bayramı namazı hutbelerinde sahih (doğru) olmayan ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsünden geçirecek’’ hadisini söylerler de kurban ibadetinin gerçekte farz mı, sünnet mi, vacip mi olduğu konusuna hiç mi hiç değinmezler, gerçeği söylemezler…

O zaman buyurun bu konularda Kur’an ne yazıyor onu görelim…

Kurban

“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler),  5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)’de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.

Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”

Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.

Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’  olarak yorum­lamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur…

Sonuç olarak; Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu olmadığı için kurban kesmek farz değildir…

Hz. Peygamber de kurban kesmemiştir. Bu nedenle kurban kesmek sünnet de değildir. Ancak kurban ibadetinin sünnet olup olmadığı konusunda İslâm âlim ve müçtehitleri de farklı içtihatlarda bulunmuşlardır:

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkededir. Sünnet-i müekkede ise Hz. Peygamberin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna da, Sünnet-i hüdâ da denir. Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)

Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.

Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.  

Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "(Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."

Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.

Huri

Kur’an’da geçen ‘’huri’’ kelimesi de ‘’kurban’’ gibi yanlış anlamlandırılan kavramlardan bir tanesidir. Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’.

Cennet’te cinsiyet yoktur. Kur'an'da Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur… Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’  (78. Nebe, 33: ‘’ve kevâıbe etrâben’’  - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Ayette geçen '’ve kevâıbe etrâben’’ ifadesi ''bahçe içerisinde toprak tepeler'' anlamına yakın bir anlamı ifade eder. Her şeye cinsellikle bakan kültür bu '’ve kevâıbe etrâben’’ (bahçe içerisinde toprak tepeler) ifadesini ''göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar'' olarak anlamlandırmıştır... Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? O kültürün bilinçaltı ne ise anlam (meal) olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...

Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )

20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed, 1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an Mesajı’’ (İşaret Yayınları, 2020) isimli eserinde bu konudaki tefsiri şu şekildedir:

‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.

Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.

Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.

Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.’’

Cihat

Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış anlamlandırılmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir. Bugünkü şeytanların yorumladığı anlamında değil…

Başörtüsü

Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusu da yanlış anlamlandırılmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’örtü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.

Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

İslam'ın beş şartı

Dün bu konuyu anlatmıştım. Buraya tekrar almamın nedeni, bu konuda beni eleştirenlerin yazımı iyi okumamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Dün aynen şöyle yazmıştım:

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adına ahkâm kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar… Ancak başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlarımıza bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… Başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar…

Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. İslam’ın beş şartının Kur’an’da geçmiyor ama hadis olduğu rivayet edilir. İslam’ın yüce Peygamberi, Müslümanlara, İslam’ın özü olan ve Kur’an’da çok sık vurgulanan; hak, hukuk, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat kavramları dururken, şart olarak; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı mı öne sürmüştür? Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenlere ve bu Müslümanlara yabancıdır. Çünkü bu Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Zaten Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

Burada ben; kelime-i şehadet, namaz, hac, zekât ve oruç Kur’an’da geçmiyor demiyorum. Benim yazdığım bu beş ibadet Kur’an’da ‘’İslam’ın beş şartı’’ olarak geçmiyor…

Hadis

İslam’da birinci öncelik Allah’ın kelamı Kur’an’dır (nakil). İkinci sırada hadisler (Hz. Peygamberin sözleri) gelir. Hadis Kur’an’ın yerini tutmaz. Kur’an’ı açıklar. Yahut Kur’an’da olmayan bir konuda hüküm verir bize. Genel kabul budur.

Hz. Peygamber Kur’an ile karıştırılır diye hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Sahabeler ve dört halife de bu geleneği devam ettirmiştir. Ancak Hadisler Hz. Ömer tarafından sistemli bir şekilde, titizlikle araştırılıp sahih (doğru) hadisler ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle de Hz. Ömer’den sonra ileri sürülen, rivayet edilen hadislere şüpheyle yaklaşılmaktadır. Yani Hz. Ömer, birinci elden, Hz. Peygamberin en yakınlarından, şahit olanlardan hadisleri derlemişken Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelip de hadis rivayet edenlere şüpheyle bakılmaktadır…

Kaldı ki Hz. Ömer bile derlediği, doğruluğundan emin olduğu hadisleri kitap haline getirmemiştir.  Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer’in bu konuda çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terketmişlerdi. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabelere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini ister…

Hz. Ömer döneminde hadisler çoğalınca Hz. Ömer halktan beraberlerinde bulunan hadis sayfalarını getirmelerini ister. Sonra bunların yakılmasını emrederek şunu söyler: “Kitap Ehli’nin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır bunlar.”

Hz. Ömer; Musevilerin, dinlerini yozlaştırmalarında, Tevrat dışında Mişna adlı kitapları dini kaynak edinmelerinin etkisini görmüş ve Peygamber’e fatura edilerek dinin kaynağı kılınmak istenen hadislerin, bu Mişnaların fonksiyonunu kazanacağını anlamıştır. Buna karşı hem diliyle, hem eliyle mücadele etmiş ve bu “Mişnaları” yakmıştır.

Hz. Ömer, Irak’a yolculuğa giden arkadaşlarına şöyle der: “Siz öyle bir ülkeye gidiyorsunuz ki halkı arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız.”

Hz. Ömer şöyle der: “Ancak sizden önceki kavimleri hatırladım, onlar da kitaplar yazmışlar ve Allah’ın Kitabı’nı bırakarak onlara sarılmışlardı. Allah’ın Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmam.” Diğer bir rivayette “Allah’ın Kitabı’nı asla başka bir şeyle değiştirmem.” Başka bir rivayette; “Ben yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’nı hiçbir şeyle gölgelemem.”

Görüldüğü gibi Hz. Ömer, Hz. Peygamber yakınında olan, hadislere tanıklık, şahitlik yapan kişilerin rivayetleri hariç bunun dışındaki hadislere itibar etmeyip Kur’an’ı esas almıştır…

Hz. peygamberin vefat tarihi 8 Haziran 632 tarihidir. En çok hadis rivayet edenlerden Tirmizî  (824 – 892) ve Buhâri (810 – 869) Hz. Peygamberden yaklaşık iki yüzyıl sonra doğmuşlardır. Hal böyleyken hangi güvenilir kaynağa dayanarak Tirmizî ve Buhâri’nin rivayet ettiği hadisler sahih (doğru) olarak kabul edilecektir?

Diyanet İşleri Başkanlığına çağrı

Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar kendi kültürlerine göre anlamlandırmaya çalışmışlar ve bu çalışmalarında da aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.

Buradan Diyanet İşleri Başkanlığına çağrımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi toplumu dini açıdan aydınlatmaktır. Diyanet İşleri Başkanı; üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine, İslam'ı, topluma Kur'an'ı esas alarak açıklamalı ve bu çerçevede de başta ‘’kurban’’ konusu olmak üzere ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konularında toplumu aydınlatmalıdır.

En azından Kurban Bayramı namazında Diyanetin hocaları; her Kurban Bayramı namazı hutbesinde söyledikleri ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsü’nden geçirecek’’ sahih (doğru) olmayan hadisi yerine; ‘’Ey Müslümanlar! Kurban kesmek farz değildir… Kurban kesmek sünnet de değildir… Kurban kesmek vaciptir, o da eğer kısmet olursa hacca giderseniz orada kesmek vaciptir!’’ diye hutbe okumalıdır… Tabi maksat toplumu dini açıdan aydınlatmaksa! 

Diyanetin aydınlatmadığı bu konularda da meydan; erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren, sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarına, dinbâzlara, din tacirlerine, yobazlara, şarlatanlara ve devletin altını oymaya çalışan ve meri kanunlara göre yasak olan ancak devlet katında cirit atan tarikatlara kalmıştır… Ki zaten bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz…

‘’Aydınların aydınlatmadığı toplumları, şarlatanlar aldatır’’ derdi düşünürler…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Kur’an’ı Türkçe okumak!

24 Aralık 2020

Diyanet İşleri Başkanlığı, 23 Aralık 2020 Çarşamba günü kendi İnternet sitelerinde ‘’Türkçe ibadet ve ezanla ilgili açıklama’’ başlığı altında bir duyuru yayınlayarak kısaca Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunmasının doğru olmadığını ifade etti…

Önce bu açıklama neden yapıldı onu anlatayım..

Şeb-i Arus

‘’Şeb-i Arus’’ kelimesi Farsça; Şeb ve Arapça; Arus kelimelerinden oluşan bir isim tamlaması olup “Düğün Gecesi” anlamına gelir.

Mevlânâ, ölümün aslen bir cismin ortadan kalkması değil, Allah’a doğru uçması anlamına geldiğini düşündüğünden, ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Yaratana Kavuşma” ve ‘’Düğün Gecesi’’ olarak adlandırır. Mevlânâ için ölüm, kişinin aslına dönüşü olması nedeniyle ölümü “Allah’a dönüş” olarak yorumlar. ‘’Şeb-i Arus’’ kelimesi bizzat Mevlânâ’nın şiirinde geçer: “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyen Mevlânâ ‘’Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür’’ der…

Mevlânâ Celaleddin Rumi, 17 Aralık 1273 tarihinde gece vefat eder. Bu nedenle Şeb-i Arus, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin vefat ettiği gece olarak anılır. Her yıl  7-17 Aralık tarihleri Mevlânâ Haftası olarak kabul edilir ve bu maksatla yapılan anma törenleri halk arasında "Şeb-i Arus" olarak anılır…

Bu çerçevede Hz. Mevlânâ'nın vuslata erişmesinin 745. yıl dönümü olan 17 Aralık 2020 tarihinde Mevlânâ Haftası etkinlikleri kapsamında, başta Konya olmak üzere birçok ilde düzenlenen törenlerle Mevlânâ anıldı…

İBB’nın Şeb-i Arus töreni

İşte bu etkinlikler kapsamında İBB ve Evrensel Mevlânâ Âşıkları Vakfı (EMAV) tarafından Mevlânâ’nın 747. vuslat yıldönümünde 17 Aralık 2020 Perşembe günü Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Şeb-i Arus töreni düzenlenir… Salgın hastalık nedeniyle seyircisiz düzenlenen törende Kur'an-ı Kerim tilaveti, Ezan ve Naat-ı Şerif Türkçe okunur…


İBB’nın Şeb-i Arus törenine DİB’nın tepkisi

Ancak bu törene bazı kurum ve kişiler tepki gösterirler. Bu törene tepki gösteren kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gelir… 23 Aralık 2020 Çarşamba günü Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan kendi İnternet sitelerinde ‘’Türkçe ibadet ve ezanla ilgili açıklama’’ başlığı altında bir duyuru yayınlar.

DİB bu duyurusunda kısaca ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunmasının doğru olmadığı’’ ifade edilir.

DİB’nın açıklamasında "Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirlerini okumak gerekli olmakla birlikte okunan bu tercümelerin Kuran olarak isimlendirilmesi caiz olmadığı gibi mealin Kuran yerine okunması da doğru değildir." denilir. Ayrıca bu duyuruda ezanın Türkçe okunmasıyla ilgili de açıklama yapılarak ezanın asli halinin dışında herhangi bir dil ile okunacak çağrının, uygun olmadığı belirtilir. Duyuru metni uzun ama kısaca verilen mesaj şu şekildedir: ‘’Kur’an’ın ve ezanın Türkçe okunması doğru değildir.’’

Bu duyuru şimdilik burada kalsın…

DİB’nın yayını bir kitap: ’’Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’’

Diyanet İşleri Başkanlığı, daha yeni, bu yıl, 2020 yılı Ağustos ayında kendisinin daha önce yayınladığı bir kitabı gözden geçirerek beş cilt halinde yeniden yayınlar: ‘’Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’’ (Gözden Geçirilmiş Baskı ) (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ağustos 2020)

DİB’nın yayınladığı bu kitap; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağırıcı, Prof. Dr. İ. Kafi Dönmez ve Prof. Dr. Sadrettin Gümüş gibi alanlarında uzman bir heyet tarafından hazırlanır… Kur'an’ı ibadet olarak okumanın yanında anlamayı hedefleyen bu eser ayetler hakkında özlü bilgiler içerir…

Bu kitabın 3. cildinin 211 ve 212. sayfalarında Yusuf Suresi’nin 2. Ayetinin tefsiri yapılır. Bu ayet meali şu şekildedir: ‘’Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik’’ Bu tefsirde özetle şunlar yazılır:

‘’Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur’an’ın Arabistan’da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile ilgili sebepleri vardır… (…..) Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın (İbrâhim 14/4). Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar’a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; Sebe’ 34/28; ayrıca bk. Ra‘d 13/37). Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur’an yalnız Araplar’ın kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi zorunludur.’’

Özetle DİB’nın Ağustos 2020 tarihinde gözden geçirerek yayınladığı bu eserinde İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmek için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesinin zorunlu olduğunu söylüyor.

Şimdi tekrar dönelim DİB’nın dün yaptığı açıklamaya: ‘’Kur’an’ın Türkçe okunması doğru değildir.’’ Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi yayınladıkları kitapları da okumuyorlar.

Diyorlar ki Kur’an bir mucizedir. Bir başka dile çevrilemez. Anlaşılmayan hiçbir şey mucize değildir. Asıl anladığınızda mucize olduğuna inanacaksınız. Hz. Allah Kur’an’da buyuruyor: “Biz size Kur’an’ı indirdik anlayasınız diye.” (Yusuf suresi ikinci, Fussilet suresi 44. âyeti) Türkçeye çevirip anlamıyorsanız anlamadan niye okuyorsunuz ki o zaman?

Siyasete bulaşmış DİB

Siyasete bulaşmak, siyasetin bir aracısı haline gelmek demek ki böyle bir şey: Kendi yazdığın kitapları bile inkâr etmek…


Mademki DİB’na göre Kur’an’ın Türkçe okunması doğru değildir, o zaman onlarca yabancı dilde binlerce Kur’an basılıp dağıtılırken neredelerdi? Binlerce Kürtçe Kur’an basılıp dağıtılırken, miting kürsülerinde CB elde Kürtçe Kur’an sallarken neredelerdi?

Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığının siyasete bulaşması bununla sınırlı değildir.

Daha dün, Diyanet İşleri Başkanı elde kılıç bir ham ervah gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’lanet’’ okuyabilmiştir.

Yine daha dün Diyanet İşleri Başkanı, Papa’nın Ortaçağ’da cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadedebilmiştir. (Gazeteler, 10 Şubat 2020)

Bu liste uzayabilir…

İslam’ın beş şartı var mıdır?

Diyanet İşleri Başkanı; siyasetin bir parçası olarak üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine toplumu dini açıdan aydınlatmak olan görevlerini yerine getirmek zorunda değil midir?

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adına ahkâm kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar… Ancak başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlarımıza bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… Başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar…

Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. İslam’ın beş şartının Kur’an’da geçmiyor ama hadis olduğu rivayet edilir. İslam’ın yüce Peygamberi, Müslümanlara, İslam’ın özü olan ve Kur’an’da çok sık vurgulanan; hak, hukuk, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat kavramları dururken, şart olarak; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı mı öne sürmüştür? Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenlere ve bu Müslümanlara yabancıdır. Çünkü bu Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Zaten Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

İlk Türkçe Kur’an

Kutsal kitapları her milletin kendi dilinden okuması tartışmalarını Batı dünyası Ortaçağ’da kanlı bir biçimde yaşadı. Hristiyanların kutsal kitabı İncil, Latince idi. Başka bir dile çevrilmesine Vatikan izin vermiyordu. Ancak 1530 yılında İncil; I. Fransuva (François) tarafından Fransızcaya, VIII. Henri tarafından İngilizceye ve Martin Luther tarafından Almancaya çevrildi. Bu yıllardan sonra bu ülkelerin insanları kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamışlardır.

Türkler ise Muhammet Peygamberin 632’de ölümünden 1300 yıl sonra ancak Kuran’ı Türkçe okuyabildi. Mustafa Kemal Atatürk parasını (on bin TL) da cebinden ödeyerek aydın din bilgini Antalya Elmalı’lı Hamdi Yazır‘a Kuran’ın Türkçe tefsirini yaptırdı. Bu şekilde Elmalı’lı Hamdi Yazır’ın hazırladığı çalışma dokuz ciltlik “Hak Dini Kuran Dili” adıyla 1935 yılında bastırıldı. Bu şekilde Kuran’ı anlamadan okuma ayıbı bitti.

Aslında Elmalı’lı Hamdi Yazır‘ın çevirdiği Kur’an ilk Türkçe Kur’an değildir. İlk Türkçe Kur’an, 961-976 yıllarında bir komisyon tarafından yapılmıştır. Bundan başka 11. asrın ilk yarısında Türkçe'ye çevrilmiş Kur'an nüshaları Anadolu kütüphanelerinde bulunmaktadır. (Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ''Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk'', Doğan Kitap 2019, s. 525) Ayrıca 1333 yılında Şair Devletşah’ın Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazdığı Kur’an’da vardır. Bu el yazması Kur’an bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kur’an da İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır… Yavuz’la beraber Emevileşen Osmanlı bu Türkçe Kur’an’ları unutup gitmiştir.  

Kur’an’ın Türkçe okunmasını neden istenmezler?


Eğer Türkler kutsal kitapları kendi dilleri olan Türkçe ile okuyup anlarlarsa sözde din adamlarının İslam’ın ‘’beş şartı’’ diye öğrettikleri; kelime-i şehadetin, namazın, zekâtın, orucun ve haccın Kur’an’da hiçbir şekilde şart olarak geçmediğini görecekler. Eğer Türkler kutsal kitapları kendi dilleri olan Türkçe ile okuyup anlarlarsa Kur’an’da çok sık olarak; ‘’adalet’’, ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kavramlarının geçtiğini görecekler ve kendilerinden çok daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenlerin bu kavramlarla yakından uzaktan hiçbir ilgilerinin olmadığını göreceklerdir. Türkçe Kur’an’ı istemeyenlerin bilinçaltlarında yatan esas kaygı budur…

Sonuç

Artık açık açık adını koymamız lazımdır: Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllardaki söylem ve eylemleri ile topluma; barış dini İslam'ı, İslam’ın temel kavramlarını ve İslam ahlakını Kur’an’a göre tanıtmak, anlatmak ve açıklamak yerine, verdiği fetvalarla sanki siyasetin bir aracısı olduğu görünümünü vermektedir…

İslam dini, Diyanet İşleri Başkanlığına ve bu Müslümanlara bırakılmayacak kadar yüce bir dindir!

Aslında ben bugün divân edebiyatından örnekler vermeye devam edecektim…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN


Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn


23 Aralık 2020


Dünkü yazımda dîvân edebiyatı hakkında şunları yazmıştım: Dîvân edebiyatı basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…

Ve yazımda da Fuzûlî’nin şu meşhur beytini uzun uzun anlatmıştım:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Fuzûlî’den alıntıladığım bu beyit, Doğu edebiyatının aşk üzerine yazılmış en büyük eseri olan ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde yer alırdı… Batı dünyasında Shakespeare’in ‘’Romeo ve Juliet’’i ne ise Doğu dünyasının da ‘’Leylâ ve Mecnûn’’u odur. Dün yazım uzamasın diye Fuzûlî’nin ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini bugüne bırakmıştım…

‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisi

Leylâ ve Mecnûn, aslında bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir… Bu aşk hikâyesini Doğuda çok yazar ve şair işler… Bunların arasında en önemlisi Azerî asıllı olup Farsça şiirler yazan Nizamî Gencevî’dir (1141-1209). Nizamî Gencevî, 1181'de Farsça olarak "Laylā o Majunūn" (Leylâ ve Mecnûn) mesnevisini yazar.


‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesini anlatan en güzel eser ise Fuzûlî’nin ‘’Leylâ vü Mecnûn’’ mesnevisidir. Bu mesnevide Leylâ ve Mecnûn’un aşk hikâyesi lirik bir üslûpla anlatılır.

Fuzûli, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisini Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat seferine (*) katılan şairlerin isteği üzerine 1535 yılında yazar. Bundan dolayı Fuzûlî mesnevisinin girişinde (dîbâce) Kanûnî Sultan Süleyman’a methiyede bulunur. Ne padişahlar varmış değil mi? Sefere bile giderken yanlarında şairlerini de götürüyor!...

‘’Leylâ ve Mecnûn’’ hikâyesinin konusu kısaca şöyledir:

Leylâ ve Kays (Mecnûn’un asıl adı) medrese yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leylâ’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Arapçada "deli" anlamına gelen "Mecnûn" diye anılmaya başlar.


Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnûn’a birçok kişi Leylâ’yı unutmasını söyler; ancak onun için kâinat artık Leylâ’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta dedesi onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kâbe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder.

Hem Leylâ’nın hem Mecnûn’un halleri gittikçe per perişan bir hal alır… Başkasıyla nikâhlandırılan Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür.


Bu sırada Mecnûn çöldedir ve aşkına yoğunlaşmaktadır. Mecnûn’un dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsedilmez. Artık Mecnûn sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır. Çünkü birlik yolunda (vahdet revişinde) ikilik hoş olmayacaktır.

Bir gün Leylâ çölde Mecnûn’u bulur ama Mecnûn onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der: 

“Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ger sen sen isen neyim men-i zâr”

(Ey sevgili! Eğer ben, ben isem sen kimsin;
Eğer sen, sen isen o zaman ben kimim?)

Bu beyit öylesine sıradan bir beyit değildir. Aynı düşünceyi vahdet-i vücûd ehli İbn-i Arabî de söylerdi… Aynı düşünceyi yüzyıllar sonra ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisi de söylerdi…. Aynı düşünceyi yine yüzyıllar sonra Fransız düşünür Michel Foucault, ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (İmge Kitapevi Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘‘bakanın bakılan olduğu’’ tespitini yaparak söylerdi…  

Leylâ, Mecnûn’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden Leylâ hayata gözlerini yumar. Mecnûn, onun mezarına uzanır ve canından can gitmişçesine hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradan’a feryâd figân dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, gökyüzünü kara bulutlar sarar, fırtınalar çıkar, gökler gürler, şimşekler çakar, yıldırımlar düşer ve âşıklar âşığı Mecnûn gerçek anlamda Leylâ’sına kavuşur...  

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergi ve övgüsü

“Aşk imiş her ne vâr âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyitin yazarı Fuzûlî, her şeyden evvel bir aşk şairidir. Fuzûlî, gençliğinde aşk şiirleri yazdığını söyler. Birçok şiirinde aşkı anlatmıştır. Ancak Fuzûlî’nin anlattığı bu aşklar maddi ve beşerî aşklardır…


Ancak Fuzûlî, ilim tahsilinden sonra bu beşeri aşktan sıyrılarak aşama aşama tasavvufî ve ilahî aşkı anlatan şiirler yazmaya başlar. Fuzûlî’nin tasavvufî ve ilahî aşka erişmesinin en güzel örneği ise ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisidir...

Fuzûlî, ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde Leylâ ve Kays arasında çocuk yaşta başlayan dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanır. Ancak mesnevinin ilerleyen beyitlerinde maddi, beşerî aşktan ayrılıp, aşkın, Kays’dan Mecnûn’a, Leylâ’dan da Mevlâ’ya ulaşmasıyla beşerî aşktan tasavvufi ve ilahî aşka dönüşünü anlatılır.

Fuzûlî, eserinin sonunda âşıkların ölüm hakikati ile yüz yüze geldiklerinde asıl kavuşmanın gerçekleştiğini vurgulamak için âşıkları aynı kabre koydurur…

Fuzûlî'nin mesnevisinde; kendisinden ‘’ben’’ (men) diye bahseden Fuzûlî ile Kays (Mecnûn) ve Leylâ vardır.

Fuzûlî, mesnevisinde kahramanlarını zaman zaman eleştirir, zaman zaman da över. Ancak Fuzûlî’nin âşıkları, ama daha çok Mecnûn’u eleştirdiği zamanlar, onların beşeri aşkı yaşadığı zamanlarıdır.

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan yergisi


Bu zamanlarda Fuzûlî, genellikle Mecnûnun âşıklığını pek beğenmez ve kendi ilahî aşkının daha yüce olduğunu vurgular.. Fuzûlî’nin bu düşüncesine örnek iki beyit:  

‘’Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.’’

(Bende  Mecnûn’dan daha fazla âşıklık yeteneği var.
Sevgisine sadakat gösteren âşık benim. Mecnûn’un sadece adı var.)

‘’Kıl tefâhur kim, senün hem var men tek âşıkun
Leyli’nin Mecnûnu Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var’’

(Eğer Leylâ’nın Mecnûn’u, Şîrîn’in Ferhât’ı varsa, -ki vardır-.
Lakin senin benim gibi âşığın var. Bununla övün. Onlar çok ehemmiyetli değildir.)

Fuzûlî’nin Mecnûn’a olan övgüsü


Ancak Mecnûn ilahî aşka ulaşınca da Fuzûlî’de Mecnûn'a karşı övgü başlar. İşte bu övgülerden birisi de Fuzûlî’nin dün anlattığım beyti idi:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Hatta Fuzûlî, Mecnûn’un bu ilahî aşkı karşısında kendisini kötüler:

‘’Öyle bed-hâlem ki ahvâlüm görende şâd olur
Her kimün kim devr cevrinden dil-i nâ-şâdı var.’’

(Öyle kötü durumdayım ki, benim hâlimin ne kadar fena olduğunu gören mahzun ve kederli gönül sahibi herkes çektiği cevr ü cefasına rağmen sevinir.)

Görüldüğü gibi Fuzûlî ‘’Leylâ ve Mecnûn’’ mesnevisinde, beşerî aşk aşamasında Mecnûn’u eleştirir, kendisini (ilahî aşka eriştiği için) ondan üstün görür, ancak ne zaman ki Mecnûn ilahî aşka erişir o zaman Mecnûn’u över ve Mecnûn’u kendisinden üstün görür. Hatta o zaman Fuzûlî, Mecnûn’un varisi olduğunu da beyan eder:

‘’Mana cem olur kanda kim var bir gam
Menem mülk-i ışk içre Mecnûn’a varis.’’

(Nerede bir dert varsa benim başıma gelir. Aşk mülkünde Mecnûn’un mirasçısı benim...)

Son söz

Sözü dua niyetine Fuzûlî’nin bir başka beyti ile bitireyim:


‘’Yâ Rabb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni’’

(Ey Rabb’im! Beni aşk belasıyla bilindik kıl; beni bir an bile olsa aşktan ayırma.)

Dîvân edebiyatına devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

(*) 1534 yılında yapılan bu sefer aslında İran’a yapılan bir seferdir. ‘’Irakeyn Seferi’’ olarak tarihe geçer. Kanûnî, 1534 / 1535 kışını Bağdat’ta konaklayarak geçirir… Bağdat şehrine Kanûnî Sultan Süleyman büyük bir törenle girer. Bağdat’ta Kanûnî’yi karşılayanlar arasında büyük Fuzûlî de vardır. Fuzûlî, Kanûnî’nin gelişine ‘’Geldi burcu evliyâya pâdişahı nâmdâr 941h.’’  ifadesiyle tarih düşürür. Yetmiş beyitlik meşhur ‘’Bağdat Kasidesi’’ni Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim eder…




Kaçış (4): Thomas More ve Ütopya


21 Aralık 2020

‘’Kaçış’’ serisindeki yazılarıma Thomas More ve onun ‘’Ütopya’’ isimli eseri ile son vermek istiyorum…

Thomas More

Thomas More (1478 - 1535), hümanist bilgin unvanına sahip İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçudur... Lordlar Kamarası Başkanlığını yapar. Üst düzey görevlerde bulunur. 1516 yılında yazdığı ‘’Ütopya’’ adlı eserinde ideal hayalî bir ada ülkenin siyasi sistemini üzerinden tarif eder.  

Thomas More'un Kral VIII. Henry'nin İngiliz Kilisesi'nin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması üzerine önce mallarına en konulur. Ardından göstermelik nedenlerle sorgulanır… Hemen ardından yalan davalar ve dedikodular başlar… 
Thomas More, 1534 yılı Mart ayında, İngiliz kralını kilisenin de başı yapan kanun olan ‘’Act of Supremacy'’yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlanır. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklanarak Londra Kalesi'ne hapsedilir.  

Aynı yıl yargılanmaya başlanan Thomas More, yargılanması esnasında ‘’Act of Supremacy’’'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi Kilise'nin başı olarak ilân edemeyeceğini söylemesi üzerine ölüm cezasına çarptırılır…

Kral VIII. Henry’nin düşüncesinden vazgeçtiğinde bağışlanacağı teklifi üzerine; “Her dürüst yurttaş her şeyden önce kendi ruhuna kendi vicdanına saygı göstermelidir” diyerek bağışlanma teklifini reddeder. Ardından da şunu söyler: ‘’Suç, düşünceyi başkalarına yaymakla olur. Oysa ben sustum sadece. Böyle sustum diye hiçbir yasa beni, adalete göre, haklı olarak cezalandıramaz." Ancak More bu konuşmadan beş gün sonra, 6 Temmuz 1535 tarihinde idam edilir…

Thomas More, idama giderken bile insanlığa ders vermeye devam eder:

İdam için idam sehpasına çıkarken tahtaların zayıf ve gevşek olduğunu görünce görevlilere şunu söyler: 'Rica ederim beni sağ salim çıkarın yukarıya yeter, aşağıya ben kendim inerim zaten''.

İdamını beklediği hücrede hapis kaldığı sürede beyaz sakalı çok uzamıştır. İdam için kafasını kütüğe koyduğunda sakalını yukarı kaldırır ve şu sözü söyler: "Sakalım vatana ihanet etmedi, kafamla kesilmeyi hak etmiyor."

İdam kütüğüne kafasını yerleştirirken gözlerinin bağlanmasına izin vermez. Son sözü şu olur: “Kellesinin uçması, insanın başına büyük bir felaket geldiği anlamına gelmez.“

Ölümünden 400 yıl sonra, 1935'te Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edilir…

‘’Ütopya’’ ve ‘’Distopya’’ kavramları

‘’Ütopya’’ sözcüğü ilk olarak Thomas More'un ‘’Utopia’’ kitabında kullanılmıştı… Thomas More’un para ve bireysel mülkiyetin yer almadığı, mutlak eşitliğe bağlı bir düzen tasarladığı "Utopya’’ adlı eserine geçmeden önce kısaca ‘’ütopya’’ ve ‘’distopya’’ kavramlarını açıklamak istiyorum.

‘’Ütopya’’ sözcüğü, iki Yunanca kelimenin karışımından oluşmaktadır... ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılmaktadır. Yunanca ‘’eutopia’’; güzel yer (‘’eu’’ öntakısı "iyi, güzel" anlamı katar),  ‘’outopia’’ ise hiçbir yer anlamındadır. Ancak ‘’ütopya’’; hayal edilen, düşlenen ama mümkün olmayan mekân olarak kullanılmaktadır.

Bir de bu kavram ile ilişkili bir başka kavram daha vardır: ‘’Distopya’’. Yunanca bir ön-takı olan ‘’dys’’ (dis); "kötü", "hastalıklı" ya da "anormal" anlamını taşır. ‘’Ou’’ takısı ise "yok", "değil" anlamını taşır. Bahsettiğim gibi ‘’ütopya’’ (outopia) Yunanca‘da "olmayan yer" demek iken ‘’ütopya’’, "güzel yer" anlamına gelen ‘’eutopia’'ya bir gönderme yapar. Ancak ‘’ütopya’’ ile ‘’distopya’’; ‘’dysphoria’’ ile ‘’euphoria’'nın birbiriyle karşıt olduğu gibi karşıt değildir.

Dolayısıyla ‘’distopya’’, ‘’ütopya’’nın tam tersi değildir. Çünkü distopya, ütopyanın zıttı olamaz. Zira ütopya ‘’ou’’ve ‘’topos’’ sözcüklerinden oluşması hasebiyle, köken anlamı itibariyle ‘’olmayan ülke’.’ Dolayısıyla olmayan bir şeyin zıttı da olmaz.

Distopya, ütopik bir toplum anlayışının anti-tezi olarak gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum; otoriter - totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa İngiliz filozof, politik ekonomist ve devlet adamı John Stuart Mill tarafından kullanılır… Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell'ın ‘’Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ‘’ve Aldous Huxley'in ‘’Cesur Yeni Dünya’’ adlı romanlarıdır.

Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar güzel ve ideal olan toplum biçimini tanımlarken; distopya ise baskıcı toplumu ifade eder. Distopya, insanların özel hayatlarının ortadan kalktığı, sadece devlete ve düzene karşılıksız bir itaat durumu vardır. Ütopyada ise bu durumun tam tersi geçerlidir.

Baskı altında tutulan beyinlerin üretkenliklerine devam edebilmek için kurguladıkları, tasarladıkları, düşledikleri mekândı ütopya… Sıradan insanlar için ise her şeyin kendi istekleri doğrultusunda daha güzel olduğu bir yer idi ütopya…  Kendinde dünyayı değiştirebilme gücü bulan cesur insanlar için ideal bir geleceğin öngörüsüydü ütopya… İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesiydi ütopya... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldız’ıydı ütopya…

Ancak ütopya unutuldu gitti.. Ütopya az kullanılır oldu artık, sanki küresel lügatten silindi gitti. Çünkü artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık ülkeleri bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Ağaçların, doğanın, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı bir distopya var… Her daim savaşların olduğu, insanların birbirlerini boğazladıkları, birbirlerini öldürdükleri bir distopya var…

Kapitalist dünyanın değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İlkyazımda da bahsettiğim gibi ütopya işte bu distopyadan bir kaçıştır, distopyadan kaçarak iç kaleye bir sığınıştır. İnsanların kabullenemedikleri distopyadan kaçarak yaşama sarılmalarını sağlayan bir yerdir ütopya…

Yasaların var olduğu ama adaletin olmadığı bir yerken distopya,  yasaların olmadığı ama adaletin var olduğu bir yerdir ütopya…

Ütopya

Thomas More’un 1516’da bir roman olarak yayımladığı ‘’Ütopia’’(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) (*) nerede olduğu bilinmeyen bir adadır. Adadaki adaletli, eşitlikçi bir düzen tasarımıdır anlatılan. Ütopya’da hiç kimsenin malı mülkü, parası yoktur, ama geçim derdi de yoktur. Kendisinin ve gelecek kuşakların kaygısını duymadan mutludur insanlar. Ütopya’da acılar ve haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar eşit ve özgür yaşarlar. Kralın baskıları, soyluların lüks tutkusu, savaş naraları atan dinsel baskılar yapan yöneticiler yoktur. 

Kitaptan alıntılar

Bu bölümde Thomas More’nin ‘’Üttopya’’sında yer alan ve geçerliliği hiçbir zaman değişmeyen sözlerine yer vermek istiyorum:

“Barış Avrupa krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece. Kralların danışmanları ise daha yüksek mevki kapmaktan, keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen beş para etmeyen dalkavuklardır.”

"Silahla kazanılan şeref, şerefsizliklerin en büyüğüdür."

"Farz edelim ki beni yakalamak için ormandaki tüm ağaçları kestin ve bu sefer şeytan senin peşine düştü. Tüm o ağaçları kestiğine yani bütün o yasaları yerle bir ettiğine göre neyin arkasına saklanabilirsin."

"Çağımızın en büyük sorunlarından biri, çok fazla tahsilli insan olmasına rağmen az sayıda aydın olmasıdır."

‘’…. Aaslında kral için tebaasının olabildiğince az malı olması evladır çünkü kendi güvenliği için bunun böyle olması gerekir, aksi halde halk servet ve özgürlükten arsızlaşır.  Servetin ve özgürlüğün olduğu yerde insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zül sayar. Buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkâr ruhları eze eze öğütür."

"Kendini beğenmek öyle bir cehennem yılanıdır ki, insanın yüreğine sinsice süzülüp girer, onu zehirleyip gözünü kör eder, daha güzel bir hayata giden yoldan saptırır onu. Bu sürüngen, insanların öylesine içine işler ki, onu koparıp atmak kolay olmaz."

''Ütopialılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız parıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. Bir koyunun sırtında taşıdığı yükün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. Kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. Bir de şuna şaşırıyorlardı: nasıl oluyor da bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu?''

‘’Az bulunduğundan ötürü değerli sayılmaları insanoğlunun çılgınlığına verilmeli. Tabiat, o eşsiz ana, altın ve gümüşü yararsız, boş nesneler olarak çok derinlere gömmüş; oysa havayı, suyu, toprağı, iyi ve gerçekten yararlı olan her şeyi gözler önüne sermiştir.’’

"Ve açlıktan ölen, soğukta titreyen, hastane kapılarında can veren bir insanın yazgısı ne denli acıysa; doğanın güzelliğinden, düşünceden, şiirden, müzikten haz duyamayan bir insanın yazgısı da o denli acıdır."

"Tanrım, bu bildiğimiz en iyi din olduğu için, bu şekilde ibadet etmek bildiğimiz tek yol olduğu için sana bu şekilde yakarıyoruz. Yanılıyorsak bizi affet…"

“Toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamalıdır... Kralın en kutsal görevi kendinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Zorba kralın tahtta oturmaya hakkı yoktur. Halkın acıları iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil zindan bekçiliği demektir.”

(Bu söz bana Behlül Dânâ’nın bir hikâyesini hatırlatır: Bir gün Hârûn Reşit, Behlül Dânâ’ya sorar: ”Hırsızlık etmenin cezası nedir?” Behlül cevap verir: ”Eğer hırsız, hırsızlık etmeyi kendine iş edinmişse eli kesilmelidir. Yok eğer aç kaldığı için yapıyorsa, Halife’nin eli kesilmelidir.”)

‘’Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.’’

‘’Kralların sarayında felsefeye yer yoktur.’’

"Çünkü bir devletin gelişmesi de, yıkılması da o devleti yönetenlerin ve yargıçların elindedir. Yargıçların adam kayırmaları ve para tutkusuna kapılmaları, bir devletin en sağlam ve en güvenilir yanı olan adaletini yıkıverir.’’

‘’Hükümdarlar kendilerini barışın faydalarından çok savaş meselelerine adamışlardır.’’

‘’Halkın yararından söz edenler, aslında kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmezler.’’

‘’Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir. Kanunları yazanın aklı o kadar hatasız, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin?’’

‘’Paranın insana işletmeyeceği suç yoktur.’’

"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır."

‘’İyi bir kral nedir? Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir çoban köpeği. Peki, kötü bir kral nedir? Kurdun ta kendisi.’’

‘’İnsan ne denli yükselirse, o denli kötü olur düşüşü.’’

‘’Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi boğazlayabiliyoruz!’’

‘’Hayatta hiçbir şey insan hayatı kadar değerli değildir.’’

‘’Kötülük yapmak isteyen, sadece karşısına bir engel çıktığı için bu kötülüğü yapmamışsa niçin suçlu sayılmasın?’’

‘’Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bulunur, ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır.’’

‘’Bütün zenginliğin bir avuç açgözlü insanın elinde bulunduğu ve çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı bir toplumda kimse mutlu olamaz.’’

‘’Her şeyin parayla ölçüldüğü yerlerde, lükse ve ahlaksızlığa hizmet eden çok sayıda gereksiz zanaat ortaya çıkmıştır.’’

‘’Çiğnenip geçilir kralların çizdiği bütün sınırlar, krallar ölür, ütopyalar değil.’’

‘’Saygınlık, dilenciler üzerinde otoritesini uygulamakla değil, zengin ve mutlu insanları yönetebilmekle sağlanır.’’

Ve Thomas More’un Utopia’sı bir özlemiyle biter: 

“Ütopya devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu.” Kim özlemez ki değil mi?

Yazı serimin başındaki slogana tekrar geri dönüyorum: Kaçış bir kurtuluştur... Thomas More'den bugüne aradan beş yüzyıl geçti. Değişen ne? Krallar aynı krallar... İnsanlar aynı insanlar.... Yaşadığımız distopya o günlere göre daha vahşi bir distopya... Sağlıklı kalabilmek için yaşadığımız bu vahşi distopyadan kendi ütopyalarımıza kaçış bir kurtuluştur... 

"Hayal gücünü kaybeden toplum yarınsızdır" derdi Thomas More Ütopya’sında… 


Osman Aydoğan

(*) ‘’Ütopia’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999) Bu kitabın içinde kendisi de ayrı bir kitap olan Mina Urgan’ın Thomas More’u ve ütopyasını incelediği bir bölüm var. Bu bölüm hem Thomas More’u hem de onun ütopyasını anlamayı kolaylaştırıyor.




Dîvân Edebiyatı

22 Aralık 2020

Dîvân edebiyatı, Türklerin İslam kültüründen etkilenmeleri sonucu Arap ve Fars kültürünün etkisiyle oluşturdukları bir edebiyattır. Bu edebiyat, "Saray Edebiyatı", "Klasik Türk Edebiyatı’’ veya "Eski Türk Edebiyatı" olarak da anılır. Bu edebiyat, şairlerin şiirlerini dîvân denilen yazma kitaplarda toplamalarından dolayı daha çok "Dîvân Edebiyatı" adıyla ifade edilir.


Ancak divân edebiyatı hiç de basit bir edebiyat dalı değildir. Derinliği vardır, felsefi yönü vardır, mistik yönü vardır, ikincil anlamı vardır, tevriye sanatı vardır, hamsesi vardır, tahmisi vardır, muhammesi vardır, tekkesi vardır, tezkiresi vardır, âşıkı vardır, mâşuku vardır... Vardır da vardır…

Neyse, gelelim sadette...

Şeb-i Yeldâ

Dün, 21 Aralık kış dönümü idi. Bu nedenle ülkemizde yılın en uzun gecesi yaşandı.  Ülkenin en kuzeyinde olması nedeniyle Sinop ilimiz bu geceyi 15 saat 6 dakika ile yaşadı. 21 Aralık tarihi, içerisinde Türkiye'nin de yer aldığı kuzey yarıküre ülkelerinde kışın, güney yarıküre ülkeleri için ise yazın başlangıcı sayılıyor.

Ben bu geceyi dün tam da saat 24.00’e gelirken dîvân edebiyatında yer alan en uzun gece (şeb-i yeldâ) hakkında bilinen meşhur bir beyit ile andım. Dün gece bu beyti yazınca çok geri dönüşler oldu… Ben de açıklamak istedim… Bahsettiğim beyit şu şekilde idi:

‘’Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat’’

(En uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşanlar ve gelip geçiciler ne bilsin.
Sen gamın müptelasına sor ki, hangi gece kaç saat...)

Bu beytte geçen ‘’şeb-i yeldâ’’dan, yani ‘’en uzun gece’’den kastedilen 21 Aralık günü yaşanan en uzun gece değildir.  Bu beytteki kastedilen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığın beklediği gecedir: ''Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığa sor ki, hangi gece kaç saat?''


Aslında bu beytin yazarı tam olarak bilinmiyor. Divân edebiyatında yazarı bilinmeyen alıntılara ''La Edri'' denir. Yani anonim bir deyiştir. Bu beyit İnternette değişik kaynaklarda 17 -18. yy’da yaşamış asıl adı Alaeddin Ali olup “Sâbit” mahlasını kullanan Nâbi ekolünden divân şairi Bosnalı Sâbit’e ait olduğunu yazar... Ancak bu beyit Bosnalı Sâbit’e ait değildir. Çünkü Turgut Karacan tarafından hazırlanan ve Bosnalı Sâbit’in tüm eserlerinin toplandığı ‘’Dîvân / Bosnalı Alaeddin Sabit’’ (Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 1991) adlı eserde böyle bir beyit yer almaz…

Bu beyit Fuzluli’nin Dîvân’ında da yer almaz. Ancak beytin terkibinin Fuzulî’nin beytlerine benzemesi nedeniyle edebiyat çevrelerince genel kanı beytin Fuzulî’ye ait olduğudur. Ancak bu konuda da bir kaynak yoktur…  

Madem sözü dîvân edebiyatından açtım.. Devam edeyim o zaman...

Yavuz Sultan Selim


‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Bu dizeler de Yavuz Sulta Selim’e aittir... Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurduğunda burada bir Türkmen kızına âşık olur. Ancak vuslata eremez. Bunun üzerine bu dizleri yazar…

Bu dizelerin bir başka anlamı daha var… Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir: ‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle der: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’ Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazdığı rivayet edilir…

Ancak babanın bedduasında kastettiği şîr-î pençe çok farklıdır. Bu beddua sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır. Kaderin cilvesi, imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Nâbî

Yazımın girişinde Nâbî ekolünden bahsetmiştim. Nâbî mahlasını kullanan ve bu nedenle Şair Nâbî diye anılan bir başka dîvân edebiyatı şâirimiz var: Şâir ve Velî Yûsuf (1641 – 1712.) Şair NâbÎ’nin de bir sözü vardı:

"Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

‘’Nâ’’ ve ‘’bî’’ kelimeleri Farsça'da ayrı ayrı '’yok'’ manasına gelirdi. Bu beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu belirtir. ‘’Yok’’ şairdir yani Nâbî, yok hükmündedir… Nâbî bu dizelerinde de ismindeki iki kere geçen ‘’yok’’ anlamını kastederek ‘’iki yoktan ne çıkar’’ diye dizelerine döker…

Dün Thomas More anlatırken onun ‘’Ütopya’’sından bahsetmiştim ya... Hani ‘’Ütopya’’; ‘’ou’’ (değil, yok) ve ‘’topos’’ (yer) kelimelerinden oluşan ‘’hiçbir yer’’ anlamında kullanılıyordu ya… Thomas More, ‘’ütopya’’ diye olmayan bir yeri anlatırken, Nâbî de kendisini ‘’olmayan kişi’’ yerine koyar…

Ve Nâbî’nin bir başka sözü:

‘’İlim bir hucce-i bi sahildir
Anda âlim geçinen cahildir.’’

(Hucce-i bi sahil: Sahilsiz deniz)

Nâbî’nin bu dizeleri ile kimleri kastettiğini TV’lerde açık oturumlarda izlerken görüyoruz zaten…

Ziya Paşa

Ama dîvân edebiyatı bu kadar da ciddi ve ağırbaşlı da değilse de yine ciddi mesajlar içerir:

‘’Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır…’’

(Yavaş giden hedefine ulaşır ancak acele yürüyenin etekleri ayağına dolaşır.)

Bu beyit de Ziya Paşa’ya aittir. Önemli konularda düşünüp taşınmadan hemen yola koyulanları, tepki verenleri kasteder… Ziya Paşa’nın esas kastettiği alan siyaset ve diplomasi alanıdır… Ziya Paşa'ya göre siyasette ve diplomaside kararlar aceleye getirmeden, iyice düşünülerek alınmalıdır. Hem de tam da günümüze uygun!

Fuzulî

Yazıma Fuzulî’den başlamıştım. Yazımı Fuzulî’nn bir beyti ile bitireyim:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyl'de kaldı.”

Beytin ilk dizesinde Fuzulî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söylüyor. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede…

İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına geliyor. Ancak Fuzulî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şeklidir. Fuzulî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söylüyor. Buraya kadar dizenin anlamı da basit. Anlaşılmasında bir sorun yok…

Bütün mesele “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibinde. Çünkü “o ve’l-Leyl’de kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe değildir. Bu konu biraz çetrefillidir… Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı’’ derdi. İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz çoğaltmam ve uzatmam gerekiyor:

“Ve’l-Leyl”, Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyl'de kaldı’’ derken Fuzulî;  bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığını sanırız… Yani, Fuzulî’nin “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise ve’l-Leyl ayetinde kaldı'' dediğini, basitçe ''ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediğini sanırız… Ama öyle değil işte…

Arapça’da bir de ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi var. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Bu ‘’vav’’ harfi ‘’yemin vav’’ıdır. ''Vallahi'', ''veşşemsi'', ''velfecri'' kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun'' , ''yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

“Ve’l-Leyl”, Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen bir tamlamadır. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ şeklindedir...

Ancak Fuzulî dizelerinde ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayeti anlamında kullanmamıştır. Fuzulî, ''ve'l-Leyl'' tamlamasını Leylâ'yı kastederek kullanmıştır. Bu durumda “ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leylâ’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Mecnûn, Leylâ'ya âşık olana kadar Kays olarak tanınır, bilinir. Kays, Leylâ’nın aşkından sonra, Leylâ'nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olmuştur. Burada Fuzulî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “ve’l-Leyl”de kalarak, ona odaklanarak, ona yoğunlaşarak ''Mecnûn'' olmuştur.

Aslında Fuzulî, bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mekteb-i aşk içinde okuyarak “ve’l-Leyl”de, Leylâ'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin (Nâbî gibi) yok hükmünde bir cahil olduğunu söyler…

Bir başka anlamda da Fuzulî, Kur’ân’ı hatmetmenin bir önemi olmadığını, önemli olanın Kur’ân’da derinleşerek, onda yoğunlaşarak onu anlamanın önemli olduğunu vurgular...

Ben de hazır Fuzulî’ye, Leylâ’ya, Mecnûn’a gelmişken onlarla devam edeyim isterdim ama... ‘’Yazı uzadı’’ diye dostlarımdan daha fazla fırça yemeden ve daha fazla da cahillik etmeden Fuzulî, Leylâ ve Mecnûn’u yarına bırakayım…


Osman AYDOĞAN


Kaçış (3): Montaigne ve Denemeler

20 Aralık 2020


16. yüzyıl Fransız aydını Michel de Montaigne’in (1533 -1592) ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp da yazdığını daha önce yazmıştım. ‘’Denemeler’’ Türkiye’de, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle yayınlanır.

Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle yazar: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” 

Bu kaygı nedeniyle aradan çekilip ben de doğrudan kitaba gidiyorum…

“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” ifadesi düsturu olan ve bir de bu ifadeye ekleme yaparak  “Ama bundan bile emin değilim” diyen Montaigne bakalım kitabında neler yazmış…

Kitaptan alıntılar

‘’Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.’’


‘’Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz, zararı yok. Bütün ahlak felsefesi alelade ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.’’

‘’Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir.’’

‘’Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gizlemek onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırt edip yazmak zannedildiğinden çok daha zahmetli bir iştir.’’

‘’Kendini olduğundan az göstermek, tevazu değil budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkalıktır, pısırıklıktır.’’

‘’Gamlı ve buz gibi bir yüz içimizde felsefenin barınamadığına alamettir.’’

‘’Bilgeliğin en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir.’’

‘’Felsefenin amacı erdemdir; bu erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzeli bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu.’’

‘’En büyük en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.’’

‘’Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.’’

‘’İki temel taşımızı (ruh ve beden) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil, ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten koca olmaktır.’’

‘’Kendini beğenmek insanın özünde, yaradılışında olan bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyleyse en mağruru da odur.’’

‘’Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstündeyiz ne altındayız. Bilge der ki göklerin altındaki her şey, aynı kanunun ve aynı kaderin buyruğundadır.’’

‘’Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir.’’

‘’Ruhumuz yapacağını gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde, hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur, çocuklarımızı, dostlarımızı, servetimizi kaybetmeye dayanacak ve gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir hale getirir.’’

‘’Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişi seçmeyi akıl ediyoruz, sonra en ehemmiyetli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve karasızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl karı mıdır?’’

‘’Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?’’ (Cicero)

‘’Talih ne kadar güler yüz gösterirse göstersin, ömürlerinin son günü geçmeden insanlar mutlu saymamalı kendilerini; çünkü insan hayatı kararsız, değişkendir; ufacık bir eylem yüzünden bir halden bambaşka bir hale geçiverir.’’

‘’İnsan kötü şeyleri bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı…’’

‘’İnsanlar her şeyi başka başka gözler, başka başka düşüncelerle görürler: Fikir ayrılıklarının asıl nedeni budur. Aynı şeyin bir millet bir yüzüne, bir millet başka bir yüzüne bakar ve o yüzünde durur.’’

‘’Talih insana bütün nimetlerini verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır.’’

‘’Ev mal, mülk, yığınla tunç ve altın;
Yarasına merhem olmaz
Vücudunda, ruhunda dert olan adamın.
Eldeki nimetleri tadabilmesi için
Keyfi yerinde olmalı insanın.
Ev bark neye yarar dertli, korkulu olana
Gözleri çipilli olan ne yapsın tabloyu,
Damlalı hasta neden gitsin hamama.’’ 
Horatius

‘’Vücudumuza bir iğne, ruhumuza bir dert girdi mi, dünyalar bizim olsa rahatımız kaçar.’’

‘’Bütün dertlerin biteceği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!’’

‘’Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyleyse, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır.’’

‘’Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun zaman ile kısa zamanın arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur.’’ 

‘’Ölmek, yaradılışınızın şartıdır; ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.’’

‘’Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.’’

‘’Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği de kötülüğü de katan sizsiniz.’’

‘’Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.’’

‘’Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz. Hayatınız nerede biterse orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır.’’

‘’Bunca şehir temelinden yıkılıyor, bunca milletin kökü kurutuluyor, milyonlarca insan kılıçtan geçiriliyor, dünyanın en zengin, en güzel ülkesinin altı üstüne getiriliyor… Niçin? İnciler, biberler alıp satacağız, diye. aşağılık makine zaferleri bunlar!.."

''İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır.''

“Bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf tesadüflerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerede, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerede!''

"Her ulus layık olduğu yönetim biçimiyle yönetilir."

"En çok inandığımız şeyler, en az bildiklerimizdir."

''Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayaller kuruyorsun…''

"Bir sinek yaratamayan insan yüzlerce tanrı yarattı…"

‘’Şu dünyadaki görevimiz, kitaplar dolusu bilgiyi yutmak değil, kendimiz için sağlam bir ahlak oluşturmaktır; savaşıp ülkeler fethetmek değil, doğru dürüst, insanca yaşanmaktır.’’

Montaigne, kitabında Türklerden de bahsetmiş… Türklerin savaş disiplininden bahsetmiş, Türklerin hayvan yurtları ve hastaneleri açtığını yazmış… Tabii o günlerden bu günlere köprülerin altından çoooook sular aktı ve biz Türkler de çok geliştik; şimdilerde şehirlerde topluca hayvan zehirliyoruz, sokaklarda hayvan tekmeliyoruz, arabaların arkasına hayvanları bağlayarak yerlerde süründürüyoruz…

Kitaptan seçtiğim Montaigne’in cümleleri bunlar… Beğeneceğinizi umuyorum.. Ancak daha önce Zweg’in Montaigne’in biyografisinde söylediği gibi Montaigne’i anlamak için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız…

Osman AYDOĞAN


S-400 ve ABD CAATSA yaptırımları


19 Aralık 2020

Gündemdeki konu S-400 nedeniyle Türkiye’ye yönelik ABD yaptırımları… ABD Başkanı Trump, ABD Kongresi’nin, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın aldığı gerekçesiyle uygulanması için uzun süredir baskı yaptığı yaptırım kararını 14 Aralık 2020 tarihinde imzalayarak, ABD’nin NATO tarihinde ilk kez bir NATO müttefikine, Türkiye’ye, “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırım uygulamış oldu…

Bu yaptırım üzerine; önyargı ve duygularımızın bizi beslemesi; okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmesi; hamasetten bilgi seviyesine gelememiş olmamız, tarihten hiç ders almamamız ve rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz gibi toplum olarak en büyük yanlışlarımızı yansıtan tepkiler vermeye başladık….

Bu nedenle de tepkilerde hep; içe dönük, duygusal, reaktif ve uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına Batı’da ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemler uygulandı…

Bu tepkilerin hepsini burada saymaya gerek yok!... ABD’yi kınamaktan, NATO’dan çıkmaktan, Tel Aviv’e askerî harekâtla gitmekten, ABD’ye misilleme yapıp ABD üslerini kapatmaktan bahsedenler oldu koca koca kelli felli adamlar, gazete köşelerinde TV kürsülerinde…

Hesap yapılmış ise, ideolojik ve duygusal değil de akılcı, analitik ve rasyonel düşünülmüş ise bunlar da yapılır; NATO’dan da çıkılır, ABD üsleri de kapatılır…

Konuyu anlamak için önce kısa teknik bilgi vermem gerekiyor.

Yazılarımda sık sık kullanırım ya: ‘’Her şey önce tanımla başlar, sonra araçlarla devam eder’’ diye. Bu nedenle ‘’balistik füze’’ ve balistik füzeleri etkisiz hale getirecek olan S-400 ve Patriot silah sistemlerini ayrı ayrı ve bir arada tanımlamamız gerekiyor.  

Balistik füzeler

Balistik füzeler, menzilleri 300 km veya üzerinde olan füzelerdir. Bu füzeler uçuş güzergâhlarının bir kısmını atmosferi geçtikten sonra uzaya çıkarak kat ederler. Uzayda parabolik bir yörünge çizip rotalarında en tepe noktaya ulaştıktan sonra tekrar atmosfere girip yerçekiminin etkisiyle hızlanarak hedefine ulaşırlar. Balistik füzeler iniş safhasında yaklaşık 3.000 m/s gibi bir sürate ulaşırlar. Balistik füzeler bu şekilde binlerce kilometre uzaklıktaki sabit hedefleri çok küçük sapmalarla vurarak imha ederler. Balistik füzeleri tehlikeli yapan sadece bu özelliği değildir. Balistik füzeleri esas tehlikeli yapan taşıdıkları başlıktır. Balistik füzeler konvansiyonel bir başlık taşıyabildikleri gibi nükleer, biyolojik ve kimyasal başlık da taşıyabilirler.

Balistik füzelere karşı savunma ve balistik füzelerin etkisiz hale getirilmesi

Balistik füzelere karşı iki tür savunma vardır. Bu füzelere karşı en etkili savunma balistik füzelerini daha atılmadan fırlatma rampalarında iken ilk ateşleme aşamasında imhasıdır. Ancak bu ihtimal nedeniyle bu balistik füzeler de çoğunlukla korunaklı yeraltı rampalarında ve denizaltılarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca bu rampaların tespiti için ileri teknolojik bir istihbarat ve uydu desteğine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla balistik füzelerin kullanılmadan önce veya ilk ateşleme aşamasında imha edilmesi oldukça zordur.

Balistik füzelerin fırlatıldıktan hemen sonra imhası da zordur. Bunun için fırlatma bölgesine yakın bir yerde konuşlandırılmış radarlarla uçuş yörüngesi tam olarak tespit edildikten sonra ve uzaya çıkmadan önce alçak irtifa füzesavar sistemleri tarafından vurulması gerekir ki füze rampalarının ülke derinlikte olması ve zaman darlığı nedeniyle bu da zordur.

Geriye balistik füzelerin, uzaydan yeryüzüne geri dönme aşamasında iken vurulması kalmaktadır. Bu iş ise iki aşamada yapılmaktadır:

Birinci aşama: Bu aşamada balistik füze atmosferde iken vurulmaktadır. Bu aşamada bu görev uzun menzilde ‘’Füze Kalkanı’’ savunması için görevlendirilen füzelerce yapılmaktadır. Bu füzeler denizde orta menzilden itibaren SM-3 füzelerinin çeşitli versiyonları kullanılarak yapılmaktadır…

Bu aşamada kısa ve orta menzilde ise ‘’Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması’’ (‘’Terminal High Altitude Area Defense’’ veya kısaca THAAD) sisteminde yer alan füzeler tarafından yapılmaktadır. Bu füzelere de kısaca THAAD füzeleri denmektedir. THAAD, kısa ve orta menzilli tehdit unsurlarına karşı geliştirilmiş, ABD kara kuvvetlerine ait bir balistik füze savunma sistemidir. THAAD, 150 kilometre irtifadaki hedefleri (balistik füzeleri) vurabilmektedir.

İkinci aşama:  Bu aşamada balistik füzenin imhası; balistik füze hedefe doğru iniş esnasında atmosferi terk ettikten sonra devreye giren füzelerce sağlanmaktadır. Bu aşamada da orta menzil için yine THAAD, kısa menzil için Patriot (PAC-3) füzeleri kullanılmaktadır. Bu füzesavarlar, hedefine doğru hızla yaklaşmakta olan balistik füzelerini, savunulan ülke topraklarının üzerinde, yere düşmeden, hedefine ulaşmadan havada çarpışarak imha etmektedirler. 

Özetle; bir balistik füzenin vurulması şansa bırakılmamaktadır. Balistik füze atmosferde iken SM-3 füzeleri, atmosferden inişe geçtikten sonra orta menzilde THAAD füzeleri, kısa menzilde ise Patriot (PAT-3) füzeleri kullanılmaktadır. Dolayısıyla ‘’Füze Kalkanı’’ ve ‘’Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunması’’ birbiriyle entegre çalışmakta olup her iki sistem de balistik füze tehdidine uyarı için ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne entegre edilmişlerdir.  

Bu bilgiyi, tekrar başvurmak üzere burada bırakıyorum…

Balistik füze ve füzesavar füzesi için tarihten bir örnek

Doksanlı yıllardaki İlk körfez krizini hatırlayanlar bilirler; Saddam, Irak’tan Tel Aviv’e balistik Scud füzesi gönderiyordu. İsrail de bu balistik Scud füzelerini, Scud füzesi hedefe doğru atmosferi terk ettikten sonra hedefine ulaşmadan, Tel Aviv’e düşmeden son safhada, havada, kısa menzil hava savunma füzesi olan Patriot füzesavar füzeleriyle vuruyordu. İşte Patriot ve S-400 füzesavar füzelerinin esas amacı budur: Scud gibi balistik füzeleri atmosferi terk ettikten sonra hedefine ulaşmadan vurmak.

Füzesavar füzelerinin üç ana unsuru

İşte bu Patriot ve S-400 gibi THAAD kategorisindeki silahlar tıpkı bir topçu silahının sahip olduğu; atış bataryası, ateş idare merkezi ve ileri gözetleyicide olduğu gibi üç ana birimden oluşurlar: Birincisi: Balistik füzelerin yörüngelerini tespit edebilecek yetenekte gelişmiş hava ve kara radarları. İkincisi: Balistik füzeleri havada imha edecek füzeler ve fırlatma rampaları. Üçüncüsü ise gelişmiş bilgisayar sistemleriyle komuta-kontrol merkezidir.

Yani füzesavar kategorisindeki silahlardan almak istenildiğinde sadece füzeler alınmıyor. Füzelerin yanında gelişmiş hava ve kara radarları ve komuta-kontrol merkezleri de alınıyor…

Bir örnek: Patriot füze sistemi, AWACS ve Kürecik Radarı

Dolayısıyla füzesavar kategorisindeki silahlar tek başına füzeler değildir. Bu konuda bir balistik füzenin nasıl vurulacağını ve füzesavar silah sisteminin nasıl çalıştığını bir örnekle açıklamak istiyorum…

İran’ın nükleer yakıt geliştirmesi konusunda, 2015 yılından önce, ABD ile olan anlaşmazlığında eğer anlaşma sağlanamasaydı ABD, İsrail ile veya yalnız olarak İran’ın nükleer tesislerini vurma kararı almıştı. Peki ABD, İran’ı Texas’dan atacağı füzeler veya Ohio’dan kaldıracağı uçaklarla mı vuracaktı? Tabii ki hayır... ABD bu maksatla İncirlik Üssünü ve Akdeniz'deki gemilerini kullanacaktı. Ancak İran’ın elinde Şahab balistik füzeleri vardı. Ve İran ABD’nin böylesi bir harekâtı karşısında Şahab füzeleriyle misillemede bulunacaktı. Peki İran’ın Şahab füzelerinin hedefi neresi olurdu? Tabii ki İncirlik olacaktı. Bir de İsrail katılırsa Tel Aviv..

Dolayısıyla ABD, İran’ın Şahab balistik füzesi ile yapacağı böylesi bir misillemeye karşı kısa menzilli füzesavar olarak Patriot füzelerini planladı. Ancak İncirlik veya Tel Aviv’e atılacak Şahab füzelerinin ilk safha yörüngesini tespiti için bir İran’a yakın bir kara radar sistemine ihtiyaç vardı: Malatya Kürecik… Malatya Kürecik’e, o zaman Türk kamuoyunu ikna için Suriye tehdidi gerekçeli (sanki Suriye'nin elinde balistik füze varmış gibi), NATO şapkalı bir ABD radarı kuruldu… Hava radarı için İncirlik’e ABD’den ve Avrupa'dan AWACS’lar getirildi. Hedef İncirlik Üssü’nü ve artık hedef olacağı için de Kürecik radarını korumak için de Alman Patriotları Kürecik’e, Hollanda Patriotları da İncirlik’e konuşlandırıldı… Sahi, ABD, İran’ı İncirlik’ten vursaydı, sadece İncirlik ve Kürecik mi İran Şahab füzelerinin tehdidi altında olurdu? Ankara, İstanbul, Türkiye’nin sanayi tesisleri İran’ın hedefi olmaz mıydı da sadece Kürecik ve İncirlik Patriotlarla koruma altına alındı? Kürecik ve İncirlik’de ABD askerleri vardı değil mi?

Aslında o dönem yaşanan kriz hiç de 1962 yılı Küba – Jupiter krizinden farklı değildi. Ancak bu kriz Türk kamuoyunca pek algılanmadı... Allah’tan İran’ın başında Cevad Zarif gibi dahi bir dışişleri bakanı vardı da Obama ile 2015 yılında anlaşarak bu tehdit ortadan kalktı…

Günümüzde Kürecik'deki ABD radarı ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne bağlı olarak çalışmaktadır. NATO ülkelerine vaki olacak bir balistik füze saldırısı için erken uyarı görevini yerine getirmektedir. ABD’nin Akdeniz’deki gemilerinde bulunan ‘’Füze Kalkanı’’ savunması için görevlendirilen füzeler ve orta menzilden itibaren SM-3 füzelerinin çeşitli versiyonları bu balistik füzeleri atmosferde iken imha için hazır beklemektedir…

Orta ve kısa menzilde ise bu balistik füzelerin imhası için ABD'nin Bükreş'ten 180 km uzaklıkta, Romanya-Bulgaristan sınırına yakın bir yerde 170 hektarlık bir alanda konuşlandırdığı THAAD füzeleri bulunmaktadır. Kısa menzilde ise Kürecik ve İncirlikte konuşlu Patriot (PAC-3) füzeleri bulunmaktadır.

Patriot ve S-400 farkı

Her iki silah hem kısa menzilli füzesavar silahı hem de aynı zamanda uzun menzille uçaksavar silahıdır. Ancak Patriot, ağırlıklı olarak kısa menzilli füzesavar füze sistemi iken S-400’ler ağırlıklı olarak uzun menzilli uçaksavar silah sistemleridir…

Diğer sistemler

İtalyan-Fransız ortaklığı SAMP/T de Patriot ve S-400 gibi hava savunma sistemidir. Ayrıca Çin de bu silahlara benzer 300PMU-1 ve 300PMU-2 modeli hava savunma silah sistemi üretiyor. Zaten dünyada da bu silahları üretebilen başka ülkeler de yoktur. Bu silahların stratejik önemde olması nedeniyle de bu dört ülke; ABD, Rusya, Çin ve Fransa bu silah teknolojisini bir başka ülkeye de vermemektedirler.

Türkiye’nin ihtiyacı

Türkiye, hem uzun menzilli uçaksavar silahı hem de balistik füzelere karşı kısa menzilli hava savunma ihtiyacını karşılamak için arayışlara girdi. Bu maksatla Türkiye’nin alabileceği ilgili ülkeler olan ABD (Patriot),  Çin (300PMU-1 ve 300PMU-2) ve Rusya (S-400) ile görüştü. Ancak Rusya dâhil hiçbir ülke bu görüşmelerde Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadılar. Yani Rusya dâhil hiçbir ülke Türkiye’ye teknoloji transferine izin vermedi..

Fransa ve İtalya ile SAMP/T üretimi konusu

Türkiye, SAMP/T silahlarını teknoloji transferi ve ortak üretim konusunda Fransa ile görüştü. Bu maksatla ilk olarak Fransa, İtalya ve Türkiye’nin savunma bakanları, 8 Kasım 2017 tarihinde NATO sistemleriyle uyumlu ortak hava savunma sistemi üretimi için niyet beyanı imzaladılar. Bunun ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris ziyareti esnasında 05 Ocak 2018 tarihinde Eurosam’ın  (Eurosam; Fransa ve İtalya ortaklığında kurulan özel bir savunma sanayi şirketidir) Türk savunma sanayi şirketleri ASELSAN ve ROKETSAN’la SAMP/T hava savunma sisteminin geliştirilerek ortak üretimini konusunda bir anlaşma imzalandı.

Bu anlaşmaya göre İtalya-Fransa-Türkiye'nin ortak olduğu hava savunma sistemi 2020’li yılların ortalarında üretilecekti.

Rusya ile S-400 anlaşması

Türkiye uzun menzilli hava savunma sistemleri alımı için ABD (Patriot),  Çin (300PMU-1 ve 300PMU-2) ve Rusya (S-400) ile görüştü. ''ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istemedi'' diye basında bir söylem vardır. Bu söylem doğru değildir. ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istedi ancak teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadı. Sadece ABD değil, Rusya dâhil hiçbir ülke bu görüşmelerde Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda olumlu yaklaşmadı. Çin’in yüksek fiyat teklifi nedeniyle elenmesinden sonra Türkiye ABD (Patriot) ve Rusya (S-400) arasında tercihini Rusya’dan yana kullandı. Bu maksatla 2017 yılının sonlarında iki ülke arasında 2.5 milyar Dolarlık bir anlaşma yapıldı... 

Türkiye’nin S-400 kararı sonrasında ABD tepkisi

Türkiye’nin Rusya ile S-400 füzelerinin satın alınması anlaşması üzerine ABD Türkiye’nin Rus S-400 füzelerini almaması için Türkiye’ye baskı yapmaya başladı. Hatta ABD Türkiye’nin S-400 aldığı takdirde F-35 uçakları programından çıkarılacağı tehdidini öne sürdü.

F-35 ise ABD’nin geliştirdiği yeni nesil savaş uçağının ismidir. F-35 üretim programına Türkiye de dâhil olmuştu. Bu kapsamda da F-35’lerin üretim programına Türkiye yaklaşık 11.5 milyar Dolarlık bir üretimle katkı sağlayacaktı.  

ABD bu tehditlerini somutlaştırarak, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından 10 Mayıs 2019 tarihinde sunulan ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alması halinde F-35 programından çıkarılması çağrısı yapan karar tasarısını onaylayarak kabul etti. Bu karar tasarısında Türkiye’ye S-400 silah sistemi alımını iptal etmesi çağrısı yapıldı.

Metinde Amerika’nın ‘’Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası’’ (CAATSA)’nın Başkan’a Rus savunma ya da istihbarat sektörüyle önemli işlemler yapan birey ya da kuruluşlara yaptırım uygulamasını şart koştuğu da hatırlatıldı.

Ayrıca karar metninde Türkiye’nin S-400 sistemi almasının Amerika ve NATO müttefiklerinin güvenliğine ve Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verdiği ve bu alımın Türkiye’nin F-35 üretimine katılma ve bu uçakları filosuna alma planıyla uyumsuz olduğu belirtildi.

Karar metninde ayrıca; F-35 programı dışında olası yaptırımlardan etkilenebilecek savunma teçhizatı programları arasında Patriot hava ve füze savunma sistemi, CH-47F Chinook helikopterleri, UH-60 Black Hawk helikopterleri ve F-16 uçakları da vardı.

CAATSA süreci

CAATSA, 2 Ağustos 2017 tarihinde Başkan Trump’ın imzasıyla yürürlüğe giren ABD’nin İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uygulanan ve "ikincil yaptırımlar" olarak da anılan yaptırımların dayanağını oluşturan bir yasadır.  

10 Mayıs 2019 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından bu yaptırımların Türkiye’ye uygulanması kabul edildi.

08 Aralık 2020 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye'ye S-400 alımıyla ilgili olarak yaptırım öngören ''Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa (NDAA) Tasarısı'''nı kabul etti. 11 Aralık 2020 tarihinde de ABD Senatosu Türkiye'ye yaptırım öngören savunma bütçesini onayladı. Hemen ardından da ABD Başkanı Trump da 14 Aralık 2020 tarihinde bu yasayı onayladı.

Bu şekilde NATO tarihinde ilk kez ABD, bir NATO müttefikine, Türkiye’ye,  “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırım uygulamış oldu…

Yaptırımlar neler getiriyor

Bu CAATSA yaptırımları ilk kez bir NATO üyesine uygulanıyor. Her ne kadar ABD’li yetkililer yatıştırıcı açıklamalar yapsalar de bu yaptırımlarla Türkiye, bir nevi ABD'nin düşmanı olarak kabul ediliyor…

ABD, Türkiye'nin 1.25 milyar dolar ödediği F-35 savaş uçaklarını daha önce idari bir tasarrufla da vermemişken şimdi bu tasarrufunu yasalaştırarak F-35 savaş uçaklarını artık bu yasa gereği vermiyor… Ayrıca ABD Türkiye’yi F-35 üretim programından çıkarıyor. Bu kapsamda F-35 üretim programı kapsamında Türkiye’nin yapacağı 11.5 milyar Dolarlık ileri teknoloji F-35 parça siparişini de iptal ediliyor.

Savunma Sanayi Başkanı (SSB) İsmail Demir'in ve SSB’lığındaki üst düzey üç Türk yöneticinin ABD’ye girmesini engelliyor.

Türkiye ile ABD savunma kuruluşları arasındaki ilişkiler donduruluyor… SSB, artık ABD finans kuruluşlarından ve uluslararası finans kuruluşlardan kredi ve teknoloji alamayacak…

Yaptırımların diğer ülkelere ve diğer projelere etkisi

CAATSA yaptırımlarının Türkiye’ye yönelik en büyük etkisi Türkiye'nin savunma alanında işbirliği yaptığı diğer ülkelerle olan ilişkilerine yansıyacağı ve CAATSA yaptırımlarının bu ülkeleri de etkileyerek baskı altına alacağı değerlendiriliyor… Artık bu ülkeler Türkiye ile yapacakları Savunma Sanayi işbirliğinde ABD’nin ağırlığını hissedeceklerdir.

Bu kapsamda ATAK Saldırı Helikopteri Projesi, Altay Tankı Projesi, Milli Muharip Uçak Projesi ve Hava Savunma Sistemleri projelerinin olumsuz olarak etkileneceği değerlendiriliyor.

CAATSA yaptırımlarının yasalaşması ile aslında değişen pek bir şey olmamıştır. Zaten ABD ve Batı, Türkiye ile olan sorunları ve S-400 alımı nedeniyle uzun bir süredir Türkiye’ye örtülü bir ambargo uygulamakta idiler. Türkiye, Pakistan’a 1.5 milyar Dolar tutarında ATAK Saldırı Helikopteri satmış olduğu halde helikopterde ABD motoru kullanıldığı için ABD bu satışa onay vermemiştir. Altay Tankı motoru için Alman MTU firması BMC firması ile görüşmeyi bile kabul etmemiştir.  Eurosam, Türk savunma sanayii şirketleri ASELSAN ve ROKETSAN’la SAMP/T hava savunma sisteminin geliştirilerek ortak üretimini konusunda bir anlaşma imzalamalarına rağmen Fransa’nın tutumu nedeniyle hiç ilerleme sağlanamamıştır.

Liste daha da uzatılabilir… Ve yaptırımların etkisi Savunma Sanayi dışında diğer alanlara da sıçraması muhtemeldir. 

S-400’ün getirdikleri ve götürdükleri

Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 füzeleri 2019 yılı Temmuz ayından itibaren Türkiye’ye gelmeye başladı ve 2019 yılı Eylül ayında tamamlandı. Türkiye S-400’lerin ücreti olan 2,5 milyar Doları da ödedi. Ancak ABD tehdidi nedeniyle Türkiye bu silahları aktif hale getiremiyor. ABD Başkanı Trump’ın CAATSA yaptırımlarını onayladığı 14 Aralık 2020 tarihinden sonra da bu silahların aktif hale getirileceğine dair belirtiler de yok…

Türkiye, S-400 nedeniyle ABD’ye 1.250 milyar Dolar ödediği F-35 beşinci nesil savaş uçaklarını da alamıyor. Türkiye, F-35 beşinci nesil savaş uçaklarının üretim konsorsiyumunda yer aldığı için ABD’ye üretip satacağı anlaşması yapılmış 11.5 milyar Dolarlık ileri teknoloji parçasını da üretip satamıyor… Burada kaybedilen sadece 11.5 milyar Dolarlık ihracat kaybı değildir. Asıl kayıp, Türkiye'nin ileri teknoloji F-35 parçası üretirken kazanacağı ileri teknoloji ve üretim yeteneğidir. Bugün Türkiye İHA ve SİHA üretebiliyorsa bunu F-16 üretirken kazandığı tasarım ve üretim yeteneğine ve teknolojiye borçludur. 

Türkiye, S-400 nedeniyle ABD izin vermediği için Pakistan’a satışını yaptığı 1.5 milyar Dolarlık ATAK Saldırı Helikopterini üretip teslim edemiyor…

Almanya izin vermediği için Altay Tankı Projesi, Fransa izin vermediği için Eurasam ile anlaşması yapıldığı halde SAMP/T hava savunma sistemini projesi ilerlemiyor.

Türkiye geçmişte ABD’den dört adet Awacs Radar uçağı satın almıştı. Awacs’ın Türkçe açılımı ise ‘’Havadan Erken İhbar ve Kontrol’’ anlamına gelmektedir. Bu uçaklar Boeing 737 tipi uçakların gerekli modernizasyonu sonrası bir ‘’Uçan Radar’’ haline getirilmiş halidir... Awacs uçaklarını Türkiye 2004 yılında ABD’den sipariş etmişti.  Türkiye bu uçaklar için toplam 1,5 milyar Dolar para ödemişti.

Awacs 30.000 feet irtifada görev yaparken yaklaşık 500 km ötedeki, uçak 30.000 feet’in üzerine çıktığı zaman yaklaşık olarak 800 km uzaklıktaki hedefleri görüp tespit ve teşhisini yapabilmektedir. Bu yetenekleriyle Awacs’ın en büyük özelliği Patriot füzelerinin bir parçası olarak hava radarı görevini yapmasıdır. Bu nedenle Türkiye o zamanlar muhtemel satın alacağı Patriot füzesavar silah sisteminin bir parçası olan radarlarını 1,5 milyar Dolar para ödeyerek zaten envanterine almıştı. Şimdi Patriot alınmadığı için bu uçaklar da esas görevi dışında tali görevlerinde kullanılıyor.

Bir başka konu da S-400 diye bilinen bir füzesavar sistemidir. Bu sistemin 600 km uzaktaki hedefleri algıladığı ifade edilmektedir. Ancak bu yetenek için hangi kara ve hava radarlarını kullanacağı ve bunların maliyet ve kullanım, Türkiye’nin hava savunma sistemine entegresi konusunda belirsizlikler ve şüpheler vardır.

S-400 füze sisteminde gözlerden kaçan asıl sorun şudur: Daha önce balistik füzelere karşı savunma füzelerini anlatırken, balistik füzeyi henüz atmosferde iken imha eden THAAD gibi orta ve kısa menzilli füzelerden bahsetmiştim. Patriot füzelerinin ise balistik füze atmosferi terk ettikten sonra hedefine doğru düşerken son safhada devreye giren füzeler olduğunu söylemiştim. S-400 füzeleri de aynı Patriot füzeleri gibi kısa menzilli hava savunma füzeleridir. Kaldı ki THAAD füzeleri 150 kilometre irtifadaki hedefleri (balistik füzeleri) vurabilirken S-400 füzeleri 30 kilometre irtifanın üstünde etkili olamamaktadır.
 
S-400 füze sistemi balistik füze hedefe doğru atmosferi terk ettikten sonra son safhada devreye giren bir füzesavar füze sistemidir. Dolayısı ile bu balistik füzeyi henüz atmosferde iken S-400 ile imha etmenin imkânı yoktur. Ayrıca Türkiye’ye bu imkânı sağlayan Türkiye'nin üyesi olduğu NATO'nun hava savunma projeleri olan ''Füze Kalkanı'', ''Bölgesel Hava Savunma Sistemleri'' ve ''NATO Erken Uyarı ve Bilgi Sistemleri''ne  S-400 füzelerinin entegre edilebilme imkân ve ihtimali de yoktur... Dolayısıyla S-400 hava savunma füzeleri ile Türkiye’nin uzun ve orta menzil hava savunma sistemi eksik kalacaktır.

S-400 füze sisteminin; yaygınlaştırılması, geliştirilmesi ve gelecekte de kullanılması konusunda da belirsizlikler vardır.

Tüm silah sistemlerinin belirli bir yönetimi vardır. Kaynak, idame, bakım, standart, uyumluluk, eğitim, kod gibi… Yıllardır Batı silah sistemlerini ve teknolojisini kullanan Türkiye’nin böylesi gelişmiş bir teknolojiyi mevcut altyapısına ve sistemine nasıl entegre ve idame edeceği konusu da belirsizliğini koruyor…

Türkiye F-35 programından dışlanmıştır. Hâlbuki 2000’li yılların başından beri Türk Hava Kuvvetleri F-35’leri beklemektedir. 1980’li yıllarda üretime başlanılıp 1990’da üretimi tamamlanan F-16'ların ekonomik ömrü dolmuştur. F-16’ların yerine hangi savaş uçağını ikame edeceği konusu da belirsizliğe girmiştir.

Türkiye’nin S-400 alımı Türkiye – NATO ilişkilerine de zarar vermesi muhtemeldir. Günümüzde Türkiye’nin tam üye olduğu, mutlak söz hakkı olduğu tek Batı kurumu NATO’dur. Bu Türkiye’nin kolayca vazgeçebileceği bir hak ve imkân değildir. Türkiye, NATO’dan çıktığı an Kıbrıs Rum Kesimi NATO’ya girecek ve Türkiye, Ege’de hak ve menfaatlerini ararken muhatab olarak Yunanistan değil de NATO ile karşı karşıya kalacaktır.

Özellikle CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası gibi henüz sonuçlanmamış davaları da menfi yönde etkileyeceği değerlendirilmektedir.

S-400’lere ihtiyaç var mıydı?

S-400 ve Patriot veya SAMP/T bataryaları uzun menzilli uçaksavar füzeleri olsalar da esas olarak kısa menzilli füzesavar silah sistemleridir. Uzun menzilli balistik füzeler ise her ülkenin elinde bulunmamaktadır. Bu balistik füzeler Suriye’de yoktur, Irak’ta yoktur, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’da yoktur. İngiltere ve Fransa hariç tüm bir Avrupa’da yoktur. Bölgemizde sadece İran ve Rusya’da bulunmaktadır. Daha uzaklarda Çin, Kore ve ABD elinde bulunmaktadır. Bu balistik füzelerle Türkiye’yi tehdit edecek bölgede iki ülke vardır: İran ve Rusya. İran’ın Rusya’nın hemen hemen müttefiki olması, genellikle Rus teknolojisi kullanması nedeniyle tehdidi aynı değerlendirmek gerekmektedir.

Bu durumda şu soru sorulmalıdır: Türkiye Rusya’dan alacağı S-400’leri Rusya’ya karşı mı kullanacaktır? Bu durumda silah sistemlerindeki gizli ve gömülü kodlarla Rusya buna izin mi verecektir?

Türkiye’de örtülü bir şekilde S-400’lerin ABD tehditlerine karşı alındığı şeklinde absürd bir iddia bulunmaktadır. Eğer gerçekten S-400’ler bu nedenle alınmışsa ABD’nin yurt dışındaki en büyük üslerinden birisi olan ABD İncirlik Üssü, Kürecik gibi diğer ABD üs ve tesisleri ve Türkiye’nin NATO üyeliği ne anlama gelmektedir?

Sonuç

Türkiye’de 18 yıldır iktidarda bulunan partinin ideolojik olarak Batı ve NATO aleyhtarı olduğu bilinmeyen bir konu değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin bir füze savunma sistemine ihtiyacı olmakla birlikte ABD ürünü Patriot yerine Rus ürünü S-400 hava savunma sisteminin seçilmesinin yukarıda anlattıklarım çerçevesinde askerî ve teknik bir gereklilikten ziyade siyasi bir karar olduğu değerlendirilmektedir…

Şu an için Türkiye’nin S-400 alımı ile ilgili olarak tek kârlı çıkan ülke Rusya olmuştur. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alımı ile ilgili olarak Türkiye –ABD, Türkiye – NATO ve Türkiye – AB ve Batı ilişkileri büyük bir gerilime sahne olmuştur. Tabii ki gerilimden de ve Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerine vereceği zarardan dolayı ellerini ovuşturarak sevinen de yine Rusya olmaktadır.

Kaldı ki Rusya’dan S-400 aldık diye Rusya’nın bize dost olmasını da beklemek aşırı derecede saflık olur. En azından şu örnek tarih bilmeyenlere bu konuyu acı bir tecrübe olarak yaşatmıştır:

Türkiye, Rusya’dan aldığı S-400 füzelerini 2019 yılı Temmuz ayından itibaren Türkiye’ye getirmeye başlamıştır. S-400 füze sistemlerinin Türkiye’ye gelmesi ise 2019 yılı Eylül ayında tamamlanmıştır. Hal böyleyken, daha füzelerin Türkiye’ye geldiği haberleri soğumadan, 27 Şubat 2020 tarihinde, Rusya, Suriye İdlib’de bir Türk gözlem noktasına yapığı hava saldırısı ile 36 Türk askerini şehit etmiştir. Bu kayıp, Kore ve Kıbrıs Harekâtından sonra Türkiye'nin yurtdışında verdiği en büyük asker kaybıdır. 

Bu yaşanan acı olay bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî'nin, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatıyor: ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''  

2021 yılının ilk NATO Liderler Zirvesi 2021 yılı Şubat ayında Brüksel'de yapılacaktır. Yeni seçilen ABD Başkanı Biden de toplantıya ilk kez katılacaktır. NATO zirvesinin hemen ardından da 2021 yılı Mart ayında AB Liderler Zirvesi yapılacaktır... 2021 yılı Şubat ayındaki NATO Liderler Zirvesine kadar S-400 ve CAATSA yaptırımlar sorunu çözülmediği takdirde 2021 yılı Mart ayındaki AB Liderler Zirvesinde, 2020 yılı Aralık ayı zirvesinde ertelenen Türkiye’ye yaptırımlar gündeme gelecektir.

ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, S-400'ler Türkiye'de kaldığı veya Türkiye, S-400 konusunda ABD'yle uzlaşmadığı sürece, yaptırımların artarak devam edeceği anlamında açıklamada bulunmuştur. Dolayısıyla ABD'nin CAATSA yaptırımları hafife alınacak ve hamasetle çözülecek bir konu değildir. Ciddiye alınmalıdır. Hamasetten, hissiyattan ve duygusallıktan uzak, düşüncenin, aklıselimin, diplomasinin, bilimin, mantığın gereği ve ülkenin çıkarı ne ise o yapılmalıdır…

Türkiye'de 1975 yılı ABD ambargosundan sonra, ABD’den bağımsız yerli ve milli Savunma Sanayi geliştirmek için kollar sıvanmış ancak sonuçta ABD F-16’larına, ABD GZPT’lerine karar kılınarak yine ABD'ye bağımlı hale gelinmiştir. Gündemimizdeki Altay Tankı’nı da yapacak olan firmanın %49,9 hissesi de yabancıdır. Sorunun temelinde Türkiye'nin kendi yerli ve milli Savunma Sanayi teknolojisini geliştirmemiş olması ve Türkiye’nin son yıllarda bölgesinde silaha muhtaç ve kendi güç ve doğasıyla tamamen çelişen bir politika izlemiş olmasında yatmaktadır.

Diğer taraftan her yabancı menşeli silah tedariki kaynak ülkeye siyasi bağımlılığı da beraberinde getirmektedir. Prof. Dr. Jehuda L. Wallach Yahudi kökenli bir Alman askerî tarihçidir. Bu tarihçinin de güzel bir kitabı var:  ‘’Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Türkiye'de Prusya-Alman Askeri Heyetleri 1835-1919’’ (Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, 1977) (Orjinali:  ‘’Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976) Yazar çalışmasına doktora tezi olarak Mısır’a yapılan Rusya askerî yardımlarını inceler…  Sonra da ABD yardımlarını inceler. Daha sonra yazar Osmanlıya yapılan Prusya askerî yardımları incelemeye başlar ve sonuçta da bu kitap ortaya çıkar. Yazar kitabında şu tezi ortaya koyuyor: Silah yardımı alan veya silah satın alan ülkeler süreç içerisinde kaynak ülkenin siyasi ve askerî hegemonyası altına girmektedirler.

Rusya’nın veya Doğu Blokunun (Şangay beşlisi gibi) Türkiye’ye sunacağı hiçbir siyasi ve kültürel gelecek yoktur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın, kovboydan kaçarken ayıyla karşılaşmanın, iki kötüden birisini seçmenin hiçbir anlam ve amacı yoktur.

Sorunun özüne bakıldığında Türkiye'nin, kendisine muhtemel bir uzun menzilli füze saldırısı yapabilecek İran ve Rusya ile ilişkilerini düzelttiğinde ve bölgesinde kendi güç ve doğasıyla uygun polltikalar geliştirdiğinde böylesi bir silaha ihtiyacı da kalmayacaktır. Siyaset zaten sorunları güç (silah) kullanmadan çözme sanatıdır. Böylesi bir güvenlik ihtiyacını zaten Mustafa Kemal Atatürk; Batı'da Balkan Paktı ile, Güney'de Sadabad Paktı ile, Kuzey'de ise Sovyetlerle ''Dostluk, Komşuluk ve İşbirliği Anlaşması'' ile sağlamıştı... Ülkede ve bölgemizde sükûnetin tek adresi yine Mustafa Kemal Atatürk'tür: ''Yurtta Barış, Cihanda Barış''

Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Osman AYDOĞAN


Kaçış (2): Montaigne ve iç kalesi

18 Aralık 2020


Dünkü yazımda hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’den ve onun eseri ‘’Denemeler’’den bahsetmiştim…

Bugün Montaigne'i anlatacağım ancak Montaigne’i anlatmak hiç de o kadar kolay değil. Gerçi bu işi geçmişte Nietzsche bir cümleyle başarmış. Nietzsche şöyle demiş Montaigne için: “Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” 


Michel de Montaigne bahsettiğim ‘’Denemeler’’ini ailesinden kalan şatonun bir kulesine on yıl boyunca kapanıp öyle yazar. Montaigne bu sürede hem bedenini bu kuleye hem de kendisini kendi iç dünyasına (iç kale) hapseder…  Daha doğrusu kendi iç dünyasına kaçar…

Montaigne’nin ‘’Denemeler’’ini anlatmayı yazı uzamasın diye ayrı bir yazı konusu olarak yarına bırakıyorum… Bu yazıdan maksadım ise Montaigne’in biyografisini ve iç kalesini Stephan Zweig’in kaleminden anlatmaktır. 


Stephan Zweig ve Montaigne

Zweig, hümanist düşünür Erasmus'la başladığı kendi içsel yolculuğuna yine bir hümanistle, Montaigne'le noktayı koyar.  Zweig, 20’li yaşlarında karşısına çıkan Montaigne’inin “Denemeler” adlı kitabına ilk başlarda büyük bir önyargı ile yaklaşır. Ancak Zweig, Montaigne’i okudukça onu kendisiyle özdeşleştirir ve benimser… Ve Zweig, "En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir" diyen Montaigne'de kendini bulur. Sonunda Zweig, Montaigne’in biyografisini yazar. (Stephan Zweig, ‘’Montaigne’’, Can Yayınları, 2012) (*) 

Stefan Zweig’ın yazdığı Montaigne’in bu biyografisi okuyanı Montaigne’in iç dünyasına doğru kısa bir yolcuğa çıkarır… 

Zweig’ı en çok etkileyen ise Montaigne’inin benliğini bulma yolundaki uğraşıdır. Hayatı boyunca benlik üzerine ve kişinin kendi iç savaşını kazanıp özgürleşmesine dair arayışını sürdürmüş olan Montaigne ile tanışan Zweig, onun her sözünde kendi arayışına dair yeni bir anlam bulmanın sevincini yaşar…  

Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını kitabı Almancasından çeviren Ahmet Cemal önsözde şöyle özetliyor: “...Her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir? ...”

İç kale

Ancak Montaigne’nin ‘’iç kale’’sinin bir özelliği vardır… Bu ‘’iç kale’’ ancak ve ancak iyi bir eğitim ve kültür temeline oturursa fayda sağlar... Bu şekilde iyi bir eğitim ve kültürle beslenmiş hayat, yeteneğiyle, becerileriyle kendi ‘’iç kale’’sinde insanı yeniden biçimlendirir. Bu anlamda biçimlenme, “iç kale”lerini aklıyla ayakta tutanlara özgüdür. Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…

‘’İç Kale’’ aynı zamanda insanın kendisiyle böylesi bir kültür temelinde diyaloğu demektir. Bu diyalog için de Montaigne şöyle der: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Michel de Montaigne

Şimdi gelelim Zweig’in kitabında anlattığı Montaigne’ye…

Zweig’in Montaigne’i anlattığı kitabında giriş cümlesi şöyle başlıyor:  ‘’Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac ve Tolstoy gibi bazı seçkin yazarlar vardır; bunlar, hangi yaşta ve hayatlarının hangi evresinde olurlarsa olsun herkese hitap ederler. Bir de belirli bir anı yaşayana dek ne kadar önemli olduğu iyi bir şekilde anlaşılmayan yazarlar vardır. Montaigne bunlardan biridir. Gerçek değerinin farkına varabilmeniz için çok genç ve hayat acemisi olmamalısınız.’’

Montaigne’in kökleri tüccar olan bir aileden gelir.  Babasının dedesi Bordeaux başpiskoposundan bir şato satın alarak asalet sahibi olur. Montaigne’in babası da ticareti bırakıp “şövalye” olur ve ailesine unvan kazandırır… Montaigne, 1533 yılında doğduğunda artık zengin ve asil kabul edilen bir ailenin çocuğudur. Montaigne’in babası oğlunu bir sütanne yerine bir orman köylüsüne verir. Montaigne çocukluğunu burada geçirir. Montaigne’in babasının amacı oğlunun çocukluğundan itibaren üst sınıftan, unvan taşıyan elitlerden biri olduğunu hissetmesini önlemek, konforsuz yaşamaya alışmasını sağlamak ve ‘’kendisine sırtını dönenlere değil, el verenlere yakın hissetmesini’’ sağlamaktır.

Okul çağına geldiğinde Montaigne, Fransızca’dan çok Latince konuşulan, sabahları ruh sağlığı iyi olsun diye başucunda keman ve flüt çalınarak uyandırıldığı evine geri alınır. Montaigne döneminin iyi bir okuluna gönderilir. Fakat Montaigne okuldan, öğretilenlerden, öğretilme şekillerinden hiç mi hiç hoşlanmaz. Bunun üzerine ailesi onun evde iyi bir eğitim almasını sağlar. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirilir. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrenir. Daha sonra da Montaigne, Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okur.

1568’de babası ölür; şato ve yönetimi Montaigne’e kalır. Aile mirası olarak yürüttüğü yüksek mahkeme üyeliği, belediye meclisi üyeliği gibi resmi görevler ve unvanları da vardır. O zaman öyledir; 1570’te bu görevleri satış yoluyla devredilmektedir.

Montaigne, şatoda kullanılmayan bir kulenin ilk katını yatak odası ikinci katını kütüphaneye çevirir. Sonra gövdesini bu kuleye ve kendisini de Goethe’nin “İç Kale” dediği kendi içine kapatır. Montaigne içindeki “ben”i, içindeki “özgür insan”ı arama işine bu kulede ve kendi içinde aramaya başlar. Aradığı tek şey vardır; “içindeki özgür insan”... Montaigne’in aradığı aslında kendisidir… 

Montaigne, bu kuledeki günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirir. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren yazılar yayınlar. Avrupalıların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine ve bu yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' nitelemelerine karşı çıkar… Bu çalışmaların sonucu olarak daha insancıl bir dünyayı hayal ederek ünlü ‘’Denemeler ‘’adlı kitabı ortaya çıkar. 

Montaigne, 1570 ile 1580 arası tam on yıl bu kulede kalır. Nadir zamanlarda dışarı çıkar.  Tavan kirişlerine, kafasını kaldırdığında kılavuzu olacak yıldızlar misali (zaten kubbe şeklindeki tavana da Montaigne gökyüzü gibi yıldızlar işletmiştir) hepsi de Latince 54 özdeyiş yazar... Bir tanesi hariç o da kendi dilinde Fransızcadır; “Ne biliyorum?”

Montaigne için görkemli şatosunun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır. 1882 yılında çıkan yangında bütün şato yanar. Bir tek yer hariç; Montaigne’in kulesi…

Montaigne’nin bu kendini arama süreci (1570 -1580) Fransız dini savaşlarına (1562 ile 1598 arasındaki sekiz iç savaş dönemi) ve isyanlar dönemine denk gelir. İsyanlar ise zayıf bir krallığın ve Katolikler ile Fransız Protestan grubu olan Huguenotlar arasındaki dini çatışmaların sonucuydu…

Montaigne, ailesinden ve insanlardan kendisini soyutlayıp, kaçıp, kendisini şatosuna hapsettiğinde 38 yaşındadır. Bu yolculuk kendisi ile birlikte “insanoğlu”nu arama yolculuğudur... On yılın sonunda anlar ki Montaigne, insanı tanımak ve anlamak insanla iç içe olmaktan geçer. Bundan sonra da soyut yolculuğu bırakıp gerçek yolculuklara başlar... Ülke ülke, coğrafya coğrafya gezerek insanı keşfe çıkar. Bu yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; çünkü farklı olan her şey, ona göre görülmeye değerdir. Tersine herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı zaten çok kişi görmüş ve anlatmıştır.

22 Haziran 1580 tarihinde başladığı yolculuğu 30 Kasım 1581 günü sona erer… Bu yolculuğu kendi ifadesiyle on yedi ay sekiz gün sürer…

Yolculuğundan sonra 7 Eylül 1581 tarihinde oybirliği ile seçildiği Bordeaux Belediye Başkanlığı görevini istemeye istemeye yerine getirir.

Montaigne için tüm yaşamı ve deneyimleri çalışıp bitirdikten sonra geriye öğrenilecek tek şey kalmıştır: Ölüm… Ve Montaigne bilgece yaşadığı gibi bilgece ölür. Montaigne için son dini ayinler yapıldığında takvimler 13 Eylül 1592 tarihini göstermektedir.

Kitaptan bazı bölümler

Şimdi de bu kitaptan, Zweig’in kaleminden Montaigne’in anlatıldığı bazı bölümler:

"İnsanın imkân varsa karısı, çocuğu, parası hele sağlığı olmalı; ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkânın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada hiçbir konuğa yer vermeksizin kendimizle dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın."

‘’Bütün bu curcunayı neden bu kadar ciddiye alıyorsun? Yaşamak zorunda olduğun çağın saçmalıklarının ve fesatlıklarının seni bu kadar etkilemesine neden izin veriyorsun? Bunlar ancak bedeninin sıyırıp geçebilir, iç dünyana erişemezler. Dış dünya, sen buna izin vermediğin sürece, senden bir şey alamaz, sinirini bozamaz. Yaşadığın çağın olayları bunlara dâhil olmayı reddettiğin sürece etkisizdirler, benliğini saf tuttukça dönemin delilikleri gerçek tehlike oluşturmayacaklardır. Hatta ilişkilerinden en moral bozucu şeyler, aşağılamalar, talihsizlikler; tüm bunları, ancak onlar karşısında zayıflık gösterirsen hissedersin, olgulara değer, önem, neşe ve acı yükleyen senden başka kim var? Dışarıdan hiçbir şey moralini bozamaz ve yükseltemez; iç dünya özgür ve samimi kalabildiği sürece dışarıdan gelen en güçlü baskıyı dahi kolaylıkla def eder.’’

‘’Dünyayı sadece kendinize bakarak tanımlayamazsınız. Bu nedenle tarih okur, felsefe çalışırız; dersler ve hükümler çıkarmak için değil, geçmişte başka insanların nasıl davrandıklarını anlamak için.’’

‘’Özgürlüğün gerçek esası, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamaktır.’’

“Kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki bütün özgürlükleri de onurlandırmış olur.”


“Ben, Montaigne, dünyadaki her homme libre’in, yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi sayıyorum.”

‘’Dünyadaki hiçbir konum ne ait olduğu ırk ne de yetenek seviyesi, insanın asaletini belirlemez. Bunu sadece kendi kişiliğini koruma ve hayatını yaşama seviyesi belirler. Bu nedenle Montaigne’e göre insanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur: ‘Sanatın özgürleşmesinden bahsederken, öncelikle bizi özgür kılan sanattan başlamalı.’ ’’

“Özgür olabilmesi için insanın borçlu ve birtakım bağlantılar içinde olmaması gerekir; oysa hepimizin devletle, toplumla, aileyle aramızda bağlar bulunmaktadır: Düşünceler, konuştuğumuz dilin egemenliği altındadır; mutlak anlamda özgür insan düşüncesi hayalden başka bir şey değildir. Hepimiz bilincine vararak ya da varmaksızın, aldığımız eğitim sonucu ahlakın, dinin, dünya görüşlerinin kölelerine dönüşürüz; soluduğumuz, zamanın havasıdır.”

‘’Montaigne için doğada gereksiz bir şey yoktur, gereksizliğin kendisi bile gereksiz değildir. Evrende var olan her şeyin kendisine ayrılmış bir yeri vardır. Montaigne güzelliği daha görünür kıldığı için çirkinliği sever, iyiliğin altını çizdiği için kötülüğü sever, aptallığı ve işlenen suçları da sever. Bunların hepsi iyidir, Tanrı çeşitliliği kutsamıştır.’’

‘’Dünyanın çeşitliliğini doktrinler ve sistemler içine hapsetmek düpedüz yalan ve suçtur. İnsanları kendi özgür yargılarından, iradelerinden ayırmak, onlara dışarıdan bir şeyler dayatmak da sahteciliktir.’’

‘’Herkes; Sorbonne profesörleri, danışmanlar, sefirler, Zwingli’ler, Calvin’ler ‘Gerçeği biliyoruz’ diye iddia ederlerken; Montaigne, ‘Ne biliyorum?’ diye karşılık vermiştir. Sürgünlerle, işkencelerle onlar ‘Böyle yaşamalısınız!’ diye dayatmak isterlerken; Montaigne, ‘Kendi fikirlerinize sahip çıkın, benimkilere değil! Kendi hayatınızı yaşayın! Beni kör gibi takip etmeyin, özgür kalın!’ diyordu.’’

‘’Kitlesel delilik anlarında hepimizin kendimize telkin ettiğini o da kendisine söylemektedir: Dünyayı umursama! Dünyayı değiştiremezsin, bir şeyleri iyileştiremezsin. Kendine odaklan, kendinde kurtarılabilecek bir şey varsa onu sağlama al. Başkaları imha ederken sen inşa et. Kendini kapat, dünyanı inşa et. ‘’

‘’Yaşadığımız çağda genellikle kadınlar kocaları hakkında olumlu düşünce ve duygularını onlar ölene kadar ifade etmiyorlar. Yaşarken münakaşalardan çekerken öldüğümüzde sevgi ve ihtimam görüyoruz. Dul kaldıktan sonra sağlığı daha iyiye gitmeyen çok az kadın bulunur. Sağlık pek de yalan söylemeyen bir özelliktir.’’ (Bu cümleleri Montaigne evlendikten birkaç ay sonra söylüyor!) (Günümüzde bir araştırma, bir şekilde dul kalmış kadınların kendilerini daha özgür hissettiklerini söylüyor. Montaigne ise bunu dört asır önceden söylüyor!)

’’Ruhumun derinliklerine inebildikleri takdirde onun hiçbir zaman herhangi birine fazla yaklaşabilecek, zarar verebilecek, öç alabilecek ya da kıskançlık duyabilecek, herkesi öfkelendirecek ya da sözünü tutmayacak biri olamayacağını göreceklerdir. Ve içinde yaşadığımız zamanın herkese olduğu gibi bana da fırsatlar sunmasına rağmen, ellerimi hiçbir zaman bir başka Fransız’ın malına ya da servetine uzatarak kirletmedim. Savaşta ve barışta yalnızca benim olanla yaşadım; hiç kimseden karşılığını yeterince vermeksizin bir hizmet istemedim… Çünkü benim, yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var.’’

Bu kitabın; yaşadığı çağdan ve dünyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir kitap olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN

(*) Stephan Zweig’in ‘’Montaigne’’ kitabının Türkçesini iki yayınevi yayınlar: Birincisi ve ilk olarak Can Yayınları Ahmet Cemal’in çevirisi ile yayınlar (2012). Diğerini ise Zeplin Yayınları Çağatay Duruk’un çevirisi ile yayınlar (2019). Tercüme eserler ne yazık ki orijinal dilin verdiği anlamdan oldukça uzak oluyorlar. Buna rağmen Ahmet Cemal’in çevirisi kusursuz olarak niteleyebilirim… 


Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…

17 Aralık 2020

‘’Bir gün herkes kaçar… Çünkü bazen kaçış bir kurtuluştur’’ derdi Şehriyar… Ve devam ederdi Şehriyar: ‘’İşte bu nedenle kimisi bir başka ülkeye, bir başka diyara, bir başka mekâna kaçar kurtulur, kimisi de kendi içine kaçar; kendi ülkesinde sürgün olup, kendi içine sürgün edilir kurtulur... Ancak, kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve daha acımasızdır.’’

İnsan ister bir başka ülkeye, diyara veya mekâna kaçsın, isterse de kendi içine kaçsın, oraya sürgün edilsin her zaman zordur bu kaçışlar… Tarih bunun örnekleriyle doludur… ‘’Türkler geliyor’’ diye Balkanlardan Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar ve daha niceleri Avusturya’ya doğru kaçmışlar… Sonra tersine dönmüş bu kaçış… Ruslar, Avusturyalılar, Bulgarlar, Yunanlar geliyor diye insanlar Balkanlardan, Kafkasya’dan Anadolu’ya kaçmış… Bugün Adana’da hala ‘’Kaç kaç olayı’’ hafızalardadır; Fransız ve işbirlikçisi Ermeniler geliyor diye Adana halkı Toroslara doğru kaçmış. (10 Temmuz 1920) (Daha önceleri yazmıştım bu ‘Kaç Kaç Olayı’nı bu sayfalarda) Hitler’den Yahudiler, aydınlar kaçmış dünyanın dört bir yanına… Günümüzde de Suriye’den kaçanlar var, Irak’tan, Afganistan’dan kaçanlar var… Ülkesinden kaçanlar var…

Bunların dışında, Şehriyar’ın söylediği gibi, bu sürgünlerden, bu kaçışlardan her zaman daha zor, daha acımasız olan kendi ülkesinde sürgün olup da kendi içine kaçanlar, kendi içine sürgün olanlar var… Genellikle bu kaçışlar, bu sürgünler sessiz sedasızdırlar, pek bilinmezler…

Böylesi kendi içine sürgün edilenleri hatırlıyorum... Bunlardan hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine (‘’İç Kale’’ deyimi Goethe’ye ait) kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’i hatırlıyorum… Onun bu kaçışı esnasında yazdığı meşhur eseri ‘’Denemeler’’ini ve Stephan Zweig’in Montaigne’inin üzerine yazdığı biyografisini hatırlıyorum…

Zweig denince, Zweig’in kendisinin de kaçanlardan olduğunu hatırlıyorum… Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelen Zweig, çağının vahşetine ve dehşetine daha fazla dayanamaz: 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Zweig ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu ve sonsuz bir uykuda bulurlar.

Zweig’ın son yazısının “Montaigne”in biyoğrafisi üzerine olması da tesadüf değildir… Mezhep savaşlarından, büyük katliamlardan, bağnazlıklardan kaçan Montaigne’in benzer nedenlerle çağının vahşetinden kaçan Zweig’in ilgisini çekmemesi mümkün değildir…

Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi Charles Baudelaire’i ve onun "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirini hatırlıyorum... Ahmet Hâşim’i ve onun en güzel eseri ‘’O Belde’’yi ve ‘’O Belde’’nin hayal ürünü güzel, ince, saf, leylî, masum, ince, huzur veren ve gözlerinde hüzün ve sükûn olan kadınlarını hatırlıyorum… ‘’Ütopya’’nın yazarı Thomas More’u hatırlıyorum… Bunları hatırladıkça ütopyadan distopyaya geçişin dehşetini ve hüznünü ben de ayrı ayrı yaşıyorum…

Ancak bu saydığım isimlerin içe kaçışlardan da ortaya bir sanat, bir edebiyat, bir felsefe ve bir aydınlanma çıkıyor… Çünkü kendi içine sürgün olanlar, kendi iç kalelerinde yaşayanlar da hep kendileri ile diyalog halinde oldukları için bu diyaloglar da edebi, felsefi ve sanatsal oluyor… Bu diyalog için Montaigne şöyle diyor: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Bu iç kale de kişinin, sanatı ile edebiyatı ile felsefesi ile aydınlanması ile vahşi dış dünyanın etkilerinden korunduğu gerçek bir kale haline geliyor. Böylesi bir iç kale ise Ahmet Cemal’in kaleminden, Stefan Zweig’ın Montaigne’ye yönelik yorumunda şöyle veriliyor:

‘’Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür ‘iç kale’ inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.’’

Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…

Bu insanlar, dış dünyanın vahşetinden kaçarken iç dünyalarıyla, iç kaleleriyle, ütopyalarla daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyayı ararlar... İnsanı insan yapan arayışlar işte bu iç kalelerde, bu ütopyalarla zenginleşir, anlam kazanır… Bu konuda klasik geleneğin önde gelen temsilcileri arasında kabul edilen Nobel ödüllü Fransız yazar Anatole France şunu söyler; “eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı...”


İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesidir bu iç kaleler, bu ütopyalar... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldızı’dır iç kale ve ütopyalar…

Ancak unutuldu gitti iç kaleler, ütopyalar... Şimdi ‘’ütopik’’ diye alay konusu edilir oldu ütopyalar… Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Doğanın, ağaçların, hayvanların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı hatta teşvik ettiği bir distopya var…

Tevfik Fikret’in “Kanun kanun diye kanun tepelendi” dizelerin­deki gibi, “demokrasi, demokrasi, demokrasi’’” diye diye insanların ve insanlığın tepelendiği bir yerdir distopya… Kapitalist dünyanın; değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede de lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İşte kaçış, içe kapanış, iç kale, ütopya işte bu distopyadan bir kurtuluştur…

Dışa kaçışları, sürgünleri, tehcirleri, göçleri herkesler biliyor… Ancak sessiz sedasız yaşanılan içe kaçışlar, içe kapanışlar pek bilinmiyor… Ard arda dört günlük ‘’Kaçış’’ yazı serisi ile bu içe kaçışları, bu içe kapanışları anlatmak istiyorum… Daha önceki yazılarımda Baudelaire’i ve Ahmet Hâşim’i ve onun ‘’O Belde’’sini bu sitemde anlatmıştım. Şimdi de önce kendi ‘’İç Kale’’sine kapanan Montaigne’yi, sonra da  ‘’Ütopya’’sı ile Thomas More’u birer örnek olarak anlatmak istiyorum…

Bu yazılarımın; yaşadığı çağdan, dünyadan ve bu distopyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir yazı serisi olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Osman AYDOĞAN




TÜRKİYE'NİN GÜVENLİK SORUNU

Vaktiniz olduğunda izlemenizi arzu ederim...


Doğu’nun sesi…

16 Aralık 2020

Dün bu sayfada müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin sözleri Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şarkısından bahsetmiştim: ‘’Kimse bilmez’’

Ömer Hayyam’ın rubailerinden faydalanarak şarkı yapan sadece Mehmet Güreli değil tabii ki…

1992 yılında kurulan İranlı bir müzik grubu var: “Axiom of Choice” Bu grup İranlı müzisyen Ramin Tolkian ve Mammad Mohsenzadeh tarafından kurulur. ABD’de yaşayan kadın ses sanatçısı Mamak Khadem de grubun vokalistidir… Bu neo-etnik müzik grubunun müzik stili Fars klasik müziği ile batı müziklerinden bir sentezinden oluşur… Ne yazık ki bu grup sadece üç albüm yaparak dağılır… Bu albümlerin isimleri; ‘’Beyond Denial’’ (Faray-e Enkaar) (1996), Niya Yesh (2000) ve ''Unfolding'' (Goshayesh) (2002) 

Grubun yaptıkları bu üç albümden sonuncusu olan ‘’Unfolding’’ (Goshayesh) adlı albümlerinde Ömer Hayyam'ın rubailerini şarkı sözü olarak kullanırlar. Grubun bu albümünde yer alan ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkı da sözleri Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşan bir derlemeden ibaret: 

''Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi.

İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ (lamba) bil, âlemi de fânus. ,
İçinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek..
Aslında şaşkın bir şekilde.

Ey kalbim,
Ey aşığın yüreği,
Ey kalbin fedaisi…''

Şarkıdaki müzik, hançeredeki ses, hançeredeki feryâd, figân, ağıt, sözlerindeki anlam bize ait, Ortasya'dan Balkanlara, Kafkasya'dan Ortadoğu'ya bizim coğrafyamıza ait, bizim kültürümüze ait…

Bu Korona - karantina günlerinde bu şarkı halet-i ruhiyemizi mi anlatır bilemem artık... Zira güneş bir lamba, âlem de bir fânus... Ve fânusun İçinde ateş böcekleri gibi dönmekteyiz şekil şekil, benek benek, kelebek kelebek... Ve şaşkın bir şekilde...

Osman AYDOĞAN

Axiom of Choice, “Unfolding” isimli albümünden: ‘’Color of Dreams’’:
https://www.youtube.com/watch?v=tu4bz2M2i1Q


Kimse bilmez…

15 Aralık 2020

Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin güzel mi güzel bir şarkısı var: ‘’Kimse bilmez’’ Önce şarkının sözlerini vereyim:

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...''

Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Hayyam'ın rubaileri ise şu şekildedir:

329. 
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün 
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün 
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler 
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

331. 
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe? 
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen 
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.

361. 
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende 
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde? 
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim 
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.

Önce Hayyam’ın rübailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği bir görün…


‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki  Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar da astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…

‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…

‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de bir gelip geçenlerin, geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş ve kimseciklerin görmediği çiğler gibi kaldığını görün…

Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?''  Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten.  ‘’Kimse bilmez’’ sözlerinin bilenlere çığlık çığlığa bir sitem, bilmeyenlere de çığlık çığlığa bir haykırış, bir kutsal isyan olduğunu görün... 

Mehmet Güreli de müziğinde bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir…

Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…  

Bugünler kasvet günleri ya… Bir yandan Korona salgını, bir yandan kısır iç siyasi tartışmalar, diğer yandan dış siyasetteki sıkıntılar, ABD ambargosu… Zaten hava da yağışlı, kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, günlük telaşın hay huyunu, Koronayı, ABD’yi, kısır iç siyasi çekişmeleri gelin Mehmet Güreli’nin bu şarkısını dinleyin…

Mehmet Güreli'yi dinlerken de Hayyam'ın rübaisini düşünün:

''Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?''

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende.'' 

Osman AYDOĞAN


Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=PHo5U9Rios0



Altay Tankı (2)

14 Aralık 2020

İlk yazdığım Altay Tankı yazısı üzerine çok sayıda müspet ve menfi yorum yapıldı. Hâlbuki ben sadece daha önceden kamuoyuna malum olmuş bilgileri aktarmıştım. Gelen eleştiriler üzerine Altay tankının ihale sürecini, bir kısım bilgiler mükerrer olsa da daha detaylı anlatmak ihtiyacını duydum. Ancak kısaca da Altay Tankından da bahsetmek istiyorum.

Altay Tankı nedir?

‘’Altay Ana Muharebe Tankı’’ tüm fikri, sınai ve lisans haklarıyla Milli Savunma Bakanlığına ait “milli” bir platformdur.

Altay Ana Muharebe Tankı Önemli Detaylar ise şöyledir: 

Tahmini Proje Maliyeti: 7 milyar (€) Euro, 8,40 milyar ($) Dolar, Proje Ekonomik Büyüklüğü: Uzun vadede 25-30 milyar ($)doları bulması bekleniyor. Planlanan Üretim: 250’si kesin 250’si opsiyon 500 adet tank. Uzun vadede tedarik edilecek tank sayısının bini bulması öngörülüyor. Böylece TSK envanterindeki deki tankların yenilenmesi bekleniliyor… Yaklaşık 20 yıla yayılan projenin ekonomik büyüklüğünün 25-30 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor…

Üretilecek Altay tanklarınınım ilk 250 adedin T1 ve T2 olarak iki farklı konfigürasyonda üretileceğini, ilk 40 adet ALTAY tankının T1 konfigürasyonunda diğer üretimlerin ise T2 konfigürasyonunda olması, T2 konfigürasyon da insansız kule gibi kabiliyetlerin yer alması hedefleniyor.

Altay Tankının tasarım, prototip geliştirme ve seri üretim ihale süreci

Milli Savunma Bakanlığı Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) , Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu modern ana muharebe tankının özgün tasarım ve milli imkânlarla tedarik edilmesi için ihale açıyor… Bu ihaleye Türkiye’de teklif verebilecek üç firma vardır: OTOKAR, FNSS ve BMC. Başlangıçta bu üç firmanın bir konsorsiyum olarak teklif vermesi düşünülüyorsa da sonuçta her firma ayrı ayrı teklif veriyor. Neticede 2007 yılında ihaleyi 495 milyon Dolar teklifi ile OTOKAR alıyor…

İhale sözleşmesinde ‘’Dönem - I’’ ve ‘’Dönem - II’’ diye iki bölüm geçiyor… Dönem I olarak adlandırılan bölüm, “Konsept Tasarım”, “Detaylı Tasarım”, “Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” olmak üzere üç aşamadan oluşuyor. Dönem – II ise seri üretimi kapsıyor…

Dönem – I: Konsept Tasarım, Detaylı Tasarım, Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon

Dönem – I aşamasında yer alan “Konsept Tasarım”, “Detaylı Tasarım’’, ‘’Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” görevlerini yerine getirebilmek için OTOKAR aşağıdaki alt yükleniciler ile görüşüyor:

Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu

OTOKAR, tank topunun yapımı için Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK veya kısaca MKE) ile görüşerek bu görevi MKE’ne aktarıyor. MKE, bu tank için 120 mm (L55 modeli) tank topunu Hyundai Rotem’den sağlanan teknoloji transferi ile geliştirecektir.

ROKETSAN

OTOKAR, tankın zırhının üretilmesi için ROKETSAN ile görüşüyor. Zırh üretimini ROKETSAN’a aktarıyor. ROKETSAN, Güney Kore Hyundai Rotem‘den sağladığı teknoloji transferi ile modern tanksavar silahlarının etki edemeyeceği yeni nesil bilinmeyen tip ‘’Modüler Zırh Paketi’’ni geliştirecektir.

ASELSAN

OTOKAR, tankın atış kontrol sistemlerinin üretimi için ASELSAN ile görüşerek tankın atış kontrol sistemlerinin üretimini ASELSAN’a aktarıyor. ASELSAN, tankta yer alan atış kontrol sistemi, elektro optik sistemler ve birçok elektronik sistemin geliştirilmesi ve entegrasyonunundan sorumlu olacaktır. Aselsan ayrıca Altay tankında da kullanılacak olan ‘’AKKOR, aktif koruma sistemi’’ de geliştirecektir.

Tank Palet Fabrikası

OTOKAR, tankın palet ve askı donanımları üretimi için Arifiye Tank Palet Fabrikası ile görüşüyor. Tankların palet ve askı donanımlarının üretimini Arifiye Tank Palet Fabrikası yapacaktır…

Hyundai Rotem

OTOKAR eknoloji transferi için Kore’li Hyundai Rotem (Railroading Technology System) firması ile görüşüyor… Hyundai Rotem, K1A1Ana Muharebe tankını üretmektedir. Hyundai Rotem’dan teknoloji transferi yapılacaktır. Bu maksatla OTOKAR, Kore Hyundai Rotem ile GFE, TS&AP (Teknik destek ve yardım anlaşması) ve lisans sözleşmeleri ve Rotem, Hyundai ile K-2 Black Panther alt sistem lisans üretim anlaşmaları imzalıyor…

MTU

OTOKAR, tank motoru ve transmisyonun tedariki için MTU firması ile görüşüyor. MTU, Alman Daimler-Chrysler otomotiv grubunun ağır motor birimi olan bir firmadır. OTOKAR, Altay Tankları için MTU ile MTU-Renk Europowerpack (MTU tank motoru ve MTU transmisyon) tedariki için anlaşıyor…

Dönem – I sonucu

OTOKAR sözleşmesi gereği Dönem – I içinde yer alan “Konsept Tasarım’’, “Detaylı Tasarım’’, ‘’Prototip Geliştirme ve Kalifikasyon” görevlerini tamamlayarak PV1 ve PV2 olarak adlandırılan iki modelde toplam beş adet prototip Altay Tankı üretiyor.

Üretilen PV1 ve PV2 prototiplerindeki beş Altay Tankının kalifikasyon ve kabul aşamasında testler 2015 yılı ortalarında başlıyor.   

PV1 modeli Altay Tankları test için hareket kabiliyeti, performans ve zorlu hava koşullarında (Sarıkamış’ta) dayanım testleri için 10.000 km yol kat ediyor. PV2 modeli Altay Tankları atış performans testleri için Şereflikoçhisar atış bölgesinde yapılıyor.

PV1 ve PV2 modeli prototipinde üretilen beş Altay Tankının tamamı Şubat 2017 yılında testlerini başarı ile tamamlıyorlar…

OTOKAR, Altay Tankı üzerinde çalışırken

OTOKAR Altay Tankı üzerinde çalıştığı süreçte BMC ile ilgili yaşanan iki gelişmenin anlatılması gerekiyor. BMC, 2014 yılında TMSF tarafından satışa çıkarılıyor. Ethem Sancak, BMC’yi 200 milyon Dolara satın alıyor. Ethem Sancak, BMC’yi aldıktan hemen sonra BMC’nin % 25 hissesini 100 milyon Dolara Öztreyler Şirketine, % 49.9 hissesini de 300 milyon Dolara Katar Ordusuna satıyor.

2015 yılında ise Sakarya Karasu'da 2.2 milyon metrekarelik arazi BMC’ye bu arazi üzerinde savunma sanayi ürünleri, tren ekipmanı üretimi yapması için tahsis ediliyor….

Dönem – II: Seri Üretim

Prototipler üzerinde testler devam ederken, seri üretim için vakit kaybetmek istemeyen SSM 2015 yılı bitmeden ‘’seri üretim’’ için ‘’Teklife Çağrı Dosyası’’ (TÇD)’nı yayımlıyor…

Yayımlanan TÇD, sözleşme gereği bu dokümanı almaya tek yetkili şirket olan OTOKAR tarafından alınarak, 250 adet Altay’ın seri üretimi ve bunların entegre lojistik destek faaliyetlerini kapsayan teklifini 18 Ocak 2016’da SSM’ye sunuyor…

OTOKAR’ın bu teklifi SSM tarafından değerlendiriliyor. Ancak SSM teklifi uygun bulmayarak OTOKAR’dan en iyi ve en son teklifini BAFO (Best And Final Offer/ En İyi ve Son Teklif) vermesini istiyor. Bunun üzerine teklifini revize eden OTOKAR, teklifini 29 Ağustos 2016 tarihinde SSM’ye sunuyor. Ancak SSM tarafından yapılan değerlendirme sonrası bu teklif de uygun bulunmuyor…

Altay Tankı seri üretim ihalesi

Sonuçta SSM, Altay Tankının seri üretiminin ihale yöntemiyle karşılanmasına karar veriyor. Bu durum üzerine OTOKAR Kamuyu Aydınlatma Platformu (KAP)’na şu açıklamayı yapıyor: “SSM tarafından şirketimize bugün tebliğ edilen yazıda teklifin idari, mali ve teknik tüm yönleri ile değerlendirildiği ancak fiyat başta olmak üzere sözleşme şartlarında anlaşma sağlanamaması nedeniyle teklifin uygun bulunmayarak ihtiyacın ihale yöntemiyle karşılanmasına karar verildiği bildirilmiştir.” 

Altay Tankı seri üretiminin ihale yöntemiyle karşılanması yolunun seçilmesi üzerine, 250 adeti kesin, 250 adeti opsiyonlu olmak üzere 500 adet Altay tankı üretimi için 2017 yılında SSM tarafından ihale açılıyor…

16 Kasım 2017’de sona erecek teklif verme süresi dâhilinde OTOKAR, BMC ve FNSS ihale için tekliflerini veriyor… Altay tankı seri üretim ihalesine katılan bu şirketlerin ortaklı yapıları da şu şekildedir: OTOKAR: %100 Türk, BMC: %51 Türk, %49 Katar Emirliği, FNSS: %51 Türk, %49 İngiltere

İhaleye katılan üç şirketin de ilk teklifleri kabul görmüyor. SSM tarafından üç şirketten de tekliflerinin revize edilmesi isteniyor. Bunun için üç şirket de 8 Şubat 2018 tarihinde BAFO’larını SSM’ye sunuyorlar. SSM bu teklifleri de kabul etmeyerek üç şirketten de ikinci bir BAFO sunumlarını istiyor…

İkinci BAFO’lar da Mart 2018 tarihinde SSM’ye sunuluyor. Son BAFO sonrası değerlendirmelerini tamamlayan SSM şu açıklamayı yapıyor: “Modern tank ihtiyacımıza cevap vermek üzere geliştirilmiş Altay tankının 250 adedinin seri üretim işi ve Altay tankına milli güç grubu geliştirilmesi işi için İcra Komitesinde alınan kararla BMC A.Ş. ile sözleşme görüşmelerine başlanacak.” 

Altay Tankı seri üretim ihale sonucu ve sonrasında yaşananlar

Böylece 2018 yılı Nisan ayında BMC’nin, Altay Tankı seri üretimi ihalesinde Otokar ve FNSS'i geride bırakarak kazandığı resmen açıklanıyor. 2018 yılı Kasım ayında da SSM ile BMC Altay Tankının seri üretimi için sözleşme imzalıyor…

BMC, SSM’den Altay Tankı seri üretim ihalesini aldıktan sona Mayıs 2018'de Cumhurbaşkanlığı kararı ile BMC’ye karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler veriliyor… Bir yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı kararı ile 31 Aralık 2019 tarihine kadar devir işlemleri tamamlanmak üzere Arifiye Tank-Palet Fabrikası 25 yıllığına BMC'ye kiralanıyor.

Eğer diğer firmalar da ihaleden önce bilselerdi ihaleyi alan şirkete süper teşvikler verileceğini ve Tank Palet Fabrikasının tahsis edileceğini belki de fiyat tekliflerini ona göre verirlerdi yorumları yapılıyor… Dolaysıyla BMC’ye ihaleden sonra süper teşviklerin verilmesinin ve Arifiye Tank Palet Fabrikasının kiralanmasının İhale Kanunu açısından etik olmadığı değerlendiriliyor… Ayrıca Sakarya Karasu’daki 2.2 milyon metrekarelik arazinin de 2015 yılında BMC’ye tahsisi de manidar bulunuyor..

İlk Altay Tankının teslimi

SSM tarafından değerlendirmeler devam ederken o zamanki Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli şu açıklamayı yapıyor: “Teklifler verildi. Şu anda değerlendirilmesi yapılıyor. Birçok kriter var. O çerçevede en uygun teklifi kim vermişse ihaleyi o alacak. Öyle herhangi bir kişinin, grubun dışlanması diye bir şey söz konusu olamaz. Bunlar zaten açık yapılıyor, tankın seri üretimine 2019 yılının sonu, 2020’nin başında geçeceğiz.” 

SSM tarafından yayımlanan 2017-2021 yılı stratejik planında, ilk 15 ALTAY ana muharebe tankının 2020 yılında hizmete gireceği, 2021’de ise 20 tankın teslim edileceği bilgisi yer alıyor.

Sonuç

Benim ilk yazımda da polemik konusu olabilecek bir konu yoktu. Ben sadece Altay Tankı üretim süreci hakkında bilgi vermiştim. Bugün de Altay Tankının ihale süreci hakkında bilgi verdim. Ancak ilk yazımda; o zamanki Savunma Bakanı Canikli’nin söylediği ve SSM 2017-2021 yılı stratejik planında yer alan ve 2020 yılı biterken TSK’ye teslim edilmesi gereken ilk 15 Altay Tankının akıbetini sormuştum... 

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN




Kitap ile çalar saat

14 Aralık 2014

‘’Fahrenheit 451’’ isimli kitabın yazarı Amaerikalı yazar Ray Bradbury’in güzel bir sözü vardı: "Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır." Yazar Orhan Tüleylioğlu’nun bu sözü doğrularcasına ‘’neden ve nasıl  okumalıyız’’ konusunu işlediği güzel bir kitabı var: “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 2014)

Kitabın tanıtım bülteninde şunlar yazıyor:

‘’Tarih boyunca kitaba duyulan hınç, hiçbir nesneye duyulmamış. Diktatörlerin en büyük düşmanı kitap olmuş; önce okuma alanını daraltmışlar, olmamış yasaklamışlar, olmamış yakmışlar…

Yalnız o kitapları yazan yazarları değil, okuyanları da hapse atmışlar. Ama yakarak, yasaklayarak bir kitabı yok etmek olanaklı olmamış. Kitap her defasında küllerinden yeniden doğmuş…

Orhan Tüleylioğlu bu çalışmasında, kitap düşmanlığına ışık tutarken, kitap sevgisine, kitabın yaşamımızdaki yerine dikkat çekiyor. Okumadan, düşünmeden, öğrenmeden geçen bir ömrün gerçekten yaşanmış sayılamayacağını söylüyor. Kitabın gücünü belgeliyor.’’

Yazar Orhan Tüleylioğlu bu kitabında; kitab ve okumakla ilgili, okumaya dair her türlü bilgi ve düşünceyi derleyerek, okumanın önemi ile ilgili sözleri ve anekdotları toplamış, ünlü yazarlar, şairler, eleştirmenlerden örnekler vermiş, ülkelerin kitap ve kütüphane karşılaştırmalarını yapmış. Bu açıdan kitap aşure gibi olmuşsa da bahsettiği ‘’okumanın güzelliği’’ bu kusurunu kapatmış.

Yazar kitabını bölüm bölüm hazırlamış. Ben de bu bölümlerden alıntılar yapmak istiyorum:

Kitapların Yaydığı Aydınlık

Yazar; “Okuyan insan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Analiz-sentez (ayrışma birleştirme), yorumlama, akıl yürütme (usa vurma) gerçekleşir. İşte buna düşünme diyoruz.” diyerek konuyu Köy Enstitüsü mezunu yazar Talip Apaydın’ın; “Okuyan insan düşünen insandır” sözüne getirir.

Kitapta Talip Apaydın nasıl kitap tutkunu olduğunu şöyle anlatır: “Düşünen insan, tüm gelişmelerin itici gücüdür. Yalnız itici güç değil, yaratıcısıdır da… Durgun bir toplumu kımıldatmanın, yürütmenin en kestirme yolu, o toplumun insanlarını kitap okuyan, okudukları üstünde düşünen, tartışan bir kişiliğe sokmaktır.”

Dönemin İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç, bütün enstitü müdürlerine yolladığı bir yazıda şunu emreder: “Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim olursa olsun, öğrencilere her gün serbest okuma yaptırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır.”

Televizyon ve Kitap

Kitabın bu bölümünde yazar Neil Postman’ın, “Televizyon; Öldüren Eğlence” adlı yapıtından bahsedilir.

 Postman, “Öldüren Eğlence” olarak nitelediği televizyonu, günümüzde bireyleri esir alan ve tüketim toplumunun başat ve en mucizevi aygıtı olmasının sosyokültürel ve felsefi bağlamlarını sorgular.

Ona göre kitabın, nitelikli bir kamusal söylem için etkin bir rol oynadığı, düşünmeyi derinleştirdiği, ciddilik, tutarlılık, süreklilik ve bütünlük gibi kavramların yaşama hakkı bulduğu “Yorum Çağı” bitmiş artık “Gösteri Çağı” başlamıştır.

Postman’a göre ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, gerçeğin imajlara yenik düştüğü, her şeyin “eğlenceli” bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırdığı, tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılamanın ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemdir bu dönem.

Postman, kitabının bir yerinde şunları söyler: “Televizyon okuma-yazma kültürünü genişletemez ve pekiştiremez. Tersine, okuma-yazma kültürüne saldırır. Televizyon herhangi bir şeyin devamıysa eğer, on beşinci yüzyıldaki matbaanın değil, on dokuzuncu yüzyıl ortasında telgraf ile fotoğrafın başlattığı geleneğin devamıdır. ”Sözün özü; Televizyon kitaba düşmandır!

Boş Zaman ve Kitap

Kitabın bu bölümünde Zeynep Oral’a yer verilir:

“Boş zamanım yok ki kitap okuyayım, diyenlere benim yanıtım hep şöyle oldu: Zaman denilen şey çanak çömlek değil ki boşu, dolusu olsun! Zaman yaşanılan bir süreçtir. O süreci nasıl değerlendireceğimiz, bize bağlıdır; boşaltırız da doldururuz da… Akıp giden zamanın en dolu olanı, okuyarak ‘geçirilen’ değil; okuyarak çoğaltılan zamandır.

Bütün bunları neden söyleme gereğini duyuyorum? Çünkü ülkem karanlıkla aydınlık, cehaletle bilgi arasında gidip gelmede… Çünkü Cumhuriyet ilkeleri tek tek hasıraltı edilirken bir yandan da cehalet yeniden üretiliyor… Çünkü çağdaş bireyler olmak yerine kul olma alışkanlığı tehditle, korku saçarak yerleştirilmeye çalışılıyor… Çünkü umut ile umutsuzluk fazlasıyla iç içe… Çünkü okumadan, düşünmeden, öğrenmeden geçen bir ömür gerçekten yaşanmış sayılamaz.”

Okumasız – Yazmasızlar

Kitabın bu bölümünde de Tomris Uyar’a yer verilir:

“Çoğunluk, okumayı boş zamanı değerlendirmek olarak alıyor; uğraşılarında sivrilmiş bilim insanları, teknik insanlar, bakıyorsunuz okuyacak zaman bulamamaktan yakınıyorlar. Çoğu edebiyattan, hele günümüz edebiyatından habersiz. Oysa hepimizin bildiği bir gerçektir: Okumak bir alışkanlık işi ve süreklilik ister. Küçük yaşlarda edinilmezse bu alışkanlık, bir daha kolay elde edinilemiyor.

Yaşadığımız pek çok sorunun üstesinden gelmenin; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, saygıyı, erdemi yaşamın vazgeçilmez parçası haline getirmenin yolu, okur olma bilincinden geçiyor.

Okumayan, düşünmeyen insanları yaşadığı bir ülkede, demokrasi yoluyla sağlıklı yönetimlere ulaşmak olanaklı görünmüyor. Demokrasiye gerçekten önem verenlerin kitap düşmanlığından vazgeçmeleri gerekiyor.’’

Kitap Okuma Rekoru

Yazar kitabın bu bölümünde istatistiklere yer vermiş:

* Türkiye’de son 5 yıl içinde (2009 -2014 arası) 10 binin üzerinde kitapçı kapandı.

* Türkiye’de günde ortalama televizyon karşısında geçirilen zaman 5 saat, kitaba ayrılan zaman ise yılda sadece 6 saat.

* Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, Fransız 7, Türk ise 10 yılda ancak bir kitap okuyor.

* Almanya’da 14.372, İngiltere’de 5.183 kütüphaneye karşın Türkiye’de 310 kütüphane bulunuyor.

* Almanya kütüphanelerinde 150 milyon kitap bulunurken Türkiye’de 13 milyon kitap yer alıyor.

* Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap, 235. sırada yer alıyor.

Kitap ile Çalar Saat

Yazar kitabının bu bölümünde ise V. Karl’ın, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlı sarayında bulunan elçisi Busbecq’in bir raporuna yer veriyor… Busbecq, 1 Haziran 1560 tarihinde İstanbul’da tamamladığı dört elçilik raporunun üçüncüsünde, Osmanlıların matbaayı kullanmaya karşı isteksizliğini şu sözlerle açıklamaya çalışır:

“Yeryüzünde Türkler kadar, başka ülkelerin yararlı icatlarını kolaylıkla alan bir millete rastlamak zordur… Buna rağmen nedense kitap basmaya ve çalar saat kullanmaya bir türlü ikna edilememişlerdir…”

Bu rapordan sonra yazar şu notu düşmüş: ‘’Kitap ile çalar saatin ortak özelliği mi? Her ikisi de insanları uyarmaya ve uyandırmaya yarar…’’

Yukarıdaki istatistiklerden ve yazarın kitap ile çalar saatin ortak özelliğini hatırlatmasından sonra düşünüyor insan; 16. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar aradan geçen tam beş yüzyılda değişen bir şey var mı? Yok!..

Horlamaya ve horlanmaya devam o zaman!…

Osman AYDOĞAN


Fareli Köyün Kavalcısı

13 Aralık 2020

Madem bugün Pazar günü… Madem salgın nedeniyle sokağa çıkma kısıtlaması var, mecburen evlerdeyiz… O zaman bugün ciddi konuları bir tarafa bırakarak sizlere bir masal anlatayım: ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’… Hemen ‘’ben bu masalı biliyorum’’ deyip geçmeyin… Bu masalı ve altında yatan gerçeği bir de benden dinleyin!...

Fareli Köyün Kavalcısı (Almanca: Rattenfänger von Hameln), Ortaçağ'da Almanya’nın Aşağı-Saksonya bölgesinde Hannover'in hemen güneyinde yer alan Hameln kasabasında pek çok çocuğun evden ayrılmasıyla ilgili bir hikâye konusudur.

Almanya’da ‘’Märchenstraße’’ diye bir sözcük var. Orta Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Hanau'dan başlatıp kuzey Almanya’da Bremen’de biten bir yol, bir cadde; adı da; ‘’Masal Caddesi’’dir... 600 km uzunluğundadır. Alman kültürüne ait bildiğimiz bütün masallar bu 600 km’lik yol güzergâhında geçer. En son Bremen’de ‘’Bremen Mızıkacıları’’ masalı ile sona erer… Evimde Almanya’dan getirdiğim en güzel kitaplardan birisidir: ‘’Die Deutsche Märchenstraße: Eine sagenhafte Reise vom Main zum Meer’’ (Alman Masal Caddesi: Main’den Denize Masalımsı Bir Seyahat)

Kuzey Almanya, kışın gece, karanlık zamanı bazen 18 saate kadar çıkar. Ortaçağ dünyası. Elektrik yok, ışık yok.. Bu uzun süren karanlıkta kültür sürekli masallar üretmiştir. İşte bunlardan birisi de ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’dır.

Bizler hikâyeyi şöyle biliriz:

Bir gün Hamelin köyünü fareler basar. Her yerde fareler vardır ve halkın bütün yiyeceğini tüketmektedirler. Halk bu durumda ne yapacağını bilemez ve köy ''Fareli Köy'' olarak anılmaya başlar. Bir gün bu köye bir adam gelir. Kendisine bir torba altın verirlerse köyü farelerden kurtaracağını söyler. Köylüler o kadar çaresizdirler ki hemen aralarında gerekli parayı toplayıp köyün muhtarına verirler.

Adam kavalını çıkarır ve o kadar güzel bir melodi çalar ki bütün fareler onu takip ederler. Adam onları köyün yakınındaki bir nehre götürür. Kavalcı nehirden yürüyerek geçer fakat ardından gelen fareler suda boğulurlar. Köy farelerden kurtulmuş olur.

Adam köye altınlarını almak için döndüğünde muhtar nasılsa köyde fare kalmadığı için adama ödeme yapmak istemez ve altınları ona vermez. Bunun üzerine kavalcı tekrar kavalını çalarak yürümeye başlar.

Bu sefer 130 tane çocuk onun peşinden gelir. Kavalcı onları yakındaki bir ormana götürür. Fakat kavalcı uyurken çocuklardan köyün yerini bilen biri kavalcının kavalını alır ve bütün çocukları tekrar köye götürür. Çocuklarının kaybolmasından çok endişelenen köylüler çocukları geri dönünce çok mutlu olurlar ve gerçeği öğrenince de köy muhtarına çok kızarlar. Sonunda kavalcıya altınlarını verirler.

Masalın farklı bir sürümünde de kavalcı çocukları ormana götürürken en arkadan gelen üç çocuktan bahsedilir. Bu çocuklardan biri sakattır ve diğerleri kadar hızlı yürüyemediği için arkada kalmıştır. Bir diğeri kördür ve nereye gittiklerini göremediği için kavalın sesini takip ederken yavaş ilerlemektedir. Sonuncusu ise sağırdır ve kavalın sesini hiç duyamadığı halde diğerlerini meraktan takip etmiştir. Daha sonra bu üç çocuk ormana gitmeyip köye dönmüş ve bütün köyü çocukların nerede olduğu konusunda uyarmıştır.

Hikâyenin bu sürümü daha sonraki yıllar içerisinde bir masal gibi yayılır. Hikâye bu haliyle Johann Wolfgang von Goethe, Grimm Kardeşler ve Robert Browning'in eserlerinde yer alır.

İşte bu masalı bizler böyle mutlu sonla biter şekliyle biliriz. Bu hikâyeyi masallaştıran gerçek aslından çok başkadır. Bilinen şudur ve tekdir: Almanya’nın Hameln kentine 1284 yılında rengârenk elbiseli, kaval çalan bir adam, bir sebeple arkasında 130 çocuğu da götürerek ortadan kaybolur. Gidiş o gidiş ve bir daha dönmezler. 

İşte masal bu gerçeğin ardından, bundan sonra başlıyor. Bu çocuklar nereye, nasıl gittiler, ne oldular?

Bu ünlü masal, bizim bildiğimiz şekilde mutlu sonla bitse de, gerçek Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.

1284 yılında yaşanmış bu gerçek olayla ilgili en eski yazılı belge, şehir tarihçesinde yer alan 1384 tarihli Latince kayıttır: ‘’Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.’’

Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş, ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

Olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlara göre 1660 yılında parçalanmıştır.

Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılan vitrayda, kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla bu masalı İngiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış, kitap 1888'de Londra'da yayımlanmıştır.

Eserdeki resimlerinse çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine Greenaway'e ait olduğu sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden farelerse vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hikâyeye dâhil oluşu ancak 1559’dadır.

Willy Krogmann'un, ‘’Fareli Köyün Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Bir İnceleme’’ adlı eserinde belirttiğine göre, 14'üncü yüzyılda şehirde yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde, içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitabın 17’nci yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın izini sürmek de mümkün olmamıştır.

Bu konudaki elde mevcut ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ‘’Lüneburg Yazması’’dır. Burada olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır: ‘’1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü 26 Haziran'da Hameln’de doğmuş 130 çocuk alındı rengârenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.’’

Günümüzde ''Lüneburg Yazması'' temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceğini düşünülmektedir. Ortaçağ da o dönem asker toplamaya gelen görevlilerin kaval benzeri bir müzik aleti çaldıkları da göz önüne alınırsa bu doğru da olabilir.

İkinci rivayet ise oldukça korkunçtur: Amerikalı tarihçi William Manchester ‘’Sadece Ateşle Aydınlanan Bir Dünya’’ adlı yapıtında, kavalcının aslında psikopat bir sapık olduğunu öne sürüyor. 20 Haziran 1284'de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve çocuklara akla hayale gelmeyecek şeyler yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış; öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir.. Ancak bunu destekleyen herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır.

Bir başka görüş ise çocukların doğal bir sebeple ölmüş olmalarıdır. Bu durumda kavalcı ise gerçek bir kişi değil ölümün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağ da ölüm sıklıkla renkli, alacalı kıyafetli bir adam olarak betimlendiğinden bu da akla yatkın bir rivayet.

Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen bir rivayet de şöyledir: Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil, en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da yetişkinler oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönüşmüş olmalıdır. 

Johann Wolfgang Goethe, 1813’de masalı Almanca olarak şiirleştirmiş, hemen ardından bu şiir, Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816'da ise Grimm Kardeşler, Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri ‘’Alman Efsaneleri’’nde bu olaya ‘’Hameln’in Çocukları’’ adıyla yer vermişlerdir.

Kavalcı’nın heykeli bugün Hameln şehir meydanındadır. Hameln'de kaldırım taşları arasında da fare figürleri yer alır. Bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa ‘’Bungelose Gasse’’ ismi verilir, yani ‘’Davul Çalmanın Yasak Olduğu Sokak’’. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanır. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilir. Burada da haç şeklinde taştan iki anıt dikilidir. 

Bütün bu iddia ve tezlere ve rivayetlere rağmen tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masalı henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırmaktadır. Tabii günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya da devam etmektedir.

Hikâyenin bilinen bütün detaylarını anlattım.

Bu kıssadan bir hisse çıkaracak olursak eğer, o da şudur ki; gördüğünüz gibi sakın ola güzel melodi çalan her kavalcının peşine düşüp de mutlu sona kavuşacağınızı zannetmeyin!...

Sizlere güzel mi güzel bir Pazar günü dilerim… Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN



Altay Tankı


12 Aralık 2020

Türkiye'de günlerdir Katar ortaklı BMC’nin ‘’Altay Tankı’’nı neden yapamadığı konusu konuşuluyor. Bu konuda gazetelerde haber ve yorumlar yazıldı, TV’lerde açık oturumlar düzenlendi. Gelin ‘’Altay Tankı’’nın hikâyesini bir de benden dinleyin…

Projelendirilmesi

Yerli tank yapma projesi çoook eskilere dayansa da ilk ciddi projelendirme işi 1992 yılında ‘’Modern Tank’’ ismiyle başlar… Çalışmalar 1998 yılına kadar devem eder… Bu tarihte projenin amacı Türkiye’de ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ olarak belirlenir…


Projenin amacı ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ olarak belirlenmesinden sonra 2001 yılında ABD tarafından TSK makamlarına bir teklif yapılır. ABD’nin AKKA anlaşmaları çerçevesinde Avrupa kıtasından çekeceği M1 Abrams tankları vardır… Bu teklifte ABD, bu tanklardan 200 adedini Türkiye’ye vermek istemektedir… Şimdi burada M1 Abrams tanklarının özelliklerini saysam konu sapar ancak M1 Abrams tankları hakkında en kısa olarak şunu söylemeliyim: M1 Abrams tanklarının; 1500 hp gücündeki gaz türbin motoru vardır.  61.7 tonluk ağırlığı ile en ağır muharebe tanklarından birisidir. 120 mm'lik L44'ten geliştirilen L55 modeli tank topu vardır Bu topun dizaynı Alman Rheinmetall AG firmasına ait olup, ABD General Dynamics Kara Sistemleri Bölümünde üretilmiştir. Aynı top Alman Leopard 2A5 ve Leopard 2A6 tanklarında da kullanılmaktadır.

M1 Abrams tanklarının motor, namlu ve mühimmatların farklılığı nedenleriyle bu tankların Türkiye’de kullanılması beraberinden bir yığın lojistik problemleri de getirecek ve aynı zamanda da bu tankların kabulü Türkiye’de üretimi düşünülen yerli tank üretimine de sekte vuracaktır. Bu kaygılarla ABD çok istemesine rağmen yurtsever subaylarca ABD’nin bu teklifi reddedilir. Ancak ABD konunun peşini bırakmaz. ABD, daha sonra aynı teklifini 400 adet M1 Abrams tankı olarak yeniler. Ancak bu teklif aynı nedenlerle yine reddedilir. Eğer ABD’nin bu teklifleri kabul edilseydi şu an Altay Tankı konuşulmuyor olacaktı…

Bu teklifi burada bırakıp gelelim konumuzun başına…

Yerli tank üretim altyapısını oluşturması

Proje konusu Türkiye’de ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’tır. Bu maksatla SSM tarafından ihale açılır. Bu ihaleye Türkiye’de teklif verebilecek üç firma vardır: OTOKAR, FNSS ve BMC. Başlangıçta bu üç firmanın bir konsorsiyum olarak teklif vermesi düşünülürse de sonuçta her firma ayrı ayrı teklif verir. Sonuçta 2007 yılında ihaleyi 495 milyon Dolar teklifi ile OTOKAR alır. Bu rakam (495 milyon Dolar) birkaç açıdan önemli bir rakamdır: Birincisi yazımın girişinde bahsettiğim gibi gerek gazete haber ve yorumlarında gerekse de TV yorumcularda çok farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Doğru rakam 495 milyon Dolardır. İkincisi ise OTOKAR bu 495 milyon Doların büyük bir çoğunluğunu proje için işbirliği yaptığı firmalara aktarmıştır…

OTOKAR'ın işbirliği yaptığı kurum ve firmalar

İhale konusu ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ için OTOKAR:

Tank topunun yapımı için Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK veya kısaca MKE) ile görüşerek bu görevi MKE’ne aktarır. MKE, bu tank için 120 mm (L55 modeli) tank topu geliştirecektir.

Tankın zırhının üretilmesi için ROKETSAN ile görüşür. Zırh üretimini ROKETSAN’a aktarır. ROKETSAN, bu tankta tanksavar silahlarının etki edemeyeceği zırh paketini üretecektir.

Tankın atış kontrol sistemlerinin üretimi için ASELSAN ile görüşerek tankın atış kontrol sistemlerinin üretimini ASELSAN’a aktarır. ASELSAN, tankın atış kontrol sistemlerinin üretecektir.

Tankın palet ve askı donanımları üretimi için Arifiye Tank Palet Fabrikası ile görüşür. Tankların palet ve askı donanımlarının üretimini Arifiye Tank Palet Fabrikası yapacaktır…

Teknoloji transferi için Kore’li Hyundai Rotem (Railroading Technology System) firması ile görüşür. Hyundai Rotem, K1A1Ana Muharebe tankını üretmektedir. Hyundai Rotem’dan teknoloji transferi yapılacaktır. Hyundai Rotem; Hyundai Motor’a bağlı bir Hyundai Rotem demiryolu ve savunma sanayi araç ve gereçleri üreten bir sanayi şirketidir...  2006 yılında Türkiye'de ortak Eurotem A.Ş. şirketini kurmuştur.

Tank motoru ve transmisyonun tedariki için MTU firması ile görüşür.

Bu noktada MTU hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.

MTU

MTU, Alman Daimler-Chrysler otomotiv grubunun ağır motor birimi olan bir firmadır. Firma uçaklar için jet motoru, hafif, orta ve ağır zırhlı araçlar, askeri gemiler, sivil deniz taşıtları, endüstriyel uygulamalar, demiryolu ve elektrojen grupları için çok geniş ürün ve güç yelpazesinde entegre tahrik sistemleri (transmisyon), dizel motorlar ve bu motorların kontrol / izleme ünitelerini üretip geliştirmektedir.

MTU, Çerkezköy’deki serbest bölgede ‘’MTU Motor Türbin Sanayi ve Ticaret A.S.’’ şirketi tarafından MTU motorları üretmektedir. Burada üretilen MTU motorları, 90 ile 2015 kW arasındaki güç spektrumu, beş motor serisine (106, 199, 870, 880, 890) dayanan özelleştirilmiş ve yüksek entegreli sistem çözümleri ile tüm performans aralığını ve tüm gereksinimleri en son teknolojiyle karşılayabilmektedir... Türkiye’de üretilen T-155 Fırtına obüslerini de motor ve transmisyonları burada üretilmiştir. MİLGEM gemilerinde de MTU motorları kullanılmaktadır…

OTOKAR’ın geçmişte bu firma ile işbirliği yapmışlığı vardır. Hatta geçmişte OTOKAR, MTU ile görüşmüş, bu görüşmelerinde MTU motorlarının Türkiye’de ortak üretimi gündeme gelmişse de bir sonuca varılamamıştır… Ancak OTOKAR’ın Almanlarla edindiği bir işbirliği ve ortaklık kültürü bulunmaktadır…

Burada teknik bir bilgi vermek istiyorum…

Tank motoru ve transmisyon

Tank motoru otomobil motoru değildir. Tankın hareket edebilmesi için motor tarafından üretilen gücün ‘’transmisyon’’ denilen bir aktarma organına aktarılması ve buradan da ‘’cer dişlisi’’ denilen dişlilerle palete yönlendirilmesi gerekiyor. Motordaki gücü transmisyona aktarırken ‘’ara mili’’ denen bir aktarma mili kullanılır.

Dünyadaki bütün tank ve paletli araç üreticileri motor ve transmisyonu aynı firmadan tedarik ederler. Çünkü her iki güç organının da çok iyi bir uyum içerisinde olması gerekir. Eğer bu uyum çok iyi olmaz ise bu farklılık aradaki ‘’ara mili’’ni kırar ve tank arazide hareketsiz bir külçe olarak kalır.

İşte bu nedenle de tankın motorunu bir ülkeden transmisyonunu bir ülkeden veya farklı farklı firmalardan almak pek uygun bir çözüm değildir...   

Hali hazırda MTU firması hem tank motorunu hem de MTU Renk transmisyonunu bir güç paketi halinde üretmektedir.

Prototip Altay Tankları

OTOKAR, ‘’yerli tank üretim altyapısını oluşturmak’’ projesi çerçevesinde sözleşmesi gereği; hem yerli tank üretim altyapısını oluşturacak hem de dört adet prototip Altay Tankı üretecektir. OTOKAR 6.5 yıl süren bir çalışma sonunda 2014 yılında sözleşme gereği bu şekilde yerli tank üretim altyapısını oluşturur… Ancak farklı tipte dört adet Altay Tankı yerine beş adet Altay Tankı üretir. Üretilen bu beş adet Altay Tankının hareket ve atış testleri Şereflikoçhisar Atış Bölgesinde yapılır. Prototip Altay Tankları testlerin tamamını başarı ile tamamlarlar…

Altay Tankının seri üretimi

OTOKAR oluşturduğu bu yerli tank üretim altyapısının dosyasını ‘’Teknik Bilgi Paketi’’ olarak SSM’ye teslim eder. SSM, ilk etap 250 adet Altay Tankının seri üretimi için 2015 yılında ihaleye çıkar. Yine ihaleye aynı firmalar teklif verir: OTOKAR, FNSS ve BMC. Bu firmalardan OTOKAR ve FNSS’nin paletli araç üretme yeteneği olmasına rağmen BMC’nin paletli araç üretme konusunda yetenek, bilgi, birikim, deneyim ve tecrübesi yoktur.

SSM’nin yaptığı ihale sonucunda en uygun teklifi OTOKAR verir... İhale süreci içerisinde SSM tarafından firmalardan BAFO (Best and final offer) denilen en iyi ve en son teklifleri istenir… Ancak bu safhada BMC bu sefer OTOKAR’dan daha uygun teklif verir… Sonunda SSM, Altay tankının seri üretimi için BMC ile sözleşmeyi imzalar… Tarihler Nisan 2018'i göstermektedir.

Kazın ayağı

İşin doğası; yerli tank üretim altyapısını hangi firma oluşturmuşsa, yerli tank üretimi için ‘’Teknik Bilgi Paketi’’ni hangi firma hazırlamış ise seri üretimin de aynı firma tarafından yapılmasıdır…

BMC’ye SSM ile Altay Tankının seri üretimi sözleşmesini imzaladıktan sonra karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler ve Arifiye Tank Palet Fabrikası –adını artık ne koyarsanız- bir şekilde verilir.

Bu konuda bilgi ve yorum yapanlar bir konuyu gözden kaçırmaktadırlar: İhale kanunu ve ihale şartnamesi. Eğer diğer firmalar da bilselerdi kendilerine süper teşvikler verileceğini ve Tank Palet Fabrikasının tahsis edileceğini belki de fiyat tekliflerini ona göre verirlerdi. Dolaysıyla BMC – Katar ortak firmaya Arifiye Tank Palet Fabrikasının ve süper teşviklerin verilmesi hem İhale Kanununa hem de ihaledeki şartnamelere aykırı ve İhale Kanunu açısından etik olmayan uygulamalardır. Ancak bu husus nedense yargıya taşınmamıştır?


OTOKAR, Altay Tankının seri üretimini de yapacağı düşüncesi ile MTU firması ile opsiyonlu olarak Altay Tankının prototipinde kullandığı MTU tank motoru ve MTU Renk transmisyonu için 250 adet motor ve transmisyon alımı konusunda bir ön görüşme yapmıştı. Ancak MTU, BMC ile anlaşma yapmak istemez. Hatta MTU, BMC’nin görüşme talebine cevap bile vermez. Bu sefer BMC tank motoru için Kore ile görüşür.  Ancak başarı sağlayamazlar. Kore de tank motorunu vermez. Zaten Kore de tank motorunun önemli bir parçası olan şanzımanını Almanlardan almaktadır.  Sonra BMC, Güney Afrika ile görüşür. Ancak buradan da bir sonuç alamazlar…

BMC neden başarısız oldu?

Altay Tankı seri üretim ihalesine girerken söylediğim gibi BMC’nin hiçbir paletli araç üretim altyapısı, bilgi, birikim, yetenek, deneyim ve tecrübesi yoktur. Bu nedenle BMC, Altay tankı prototipinde görev alan bir kısım teknik personeli de şirketine transfer eder… Bu bir tarafa…

Modern tank gibi ileri teknoloji savunma sanayi üretimi dünyada belli başlı ülkelerin tekelindedir. Eğer Batı ülkeleri savunma sanayi konusunda Türkiye’ye teknoloji transferi yapıyorlarsa bu Türkiye’nin NATO üyesi olmasından dolayıdır. Kaldı ki bu konuda bile Batı ülkeleri Türkiye’ye teknoloji transferi konusunda isteksiz davranmaktadırlar. Son zamanlarda gündemde olan Patriot Füze sistemlerinin Türkiye’de ortak üretimi için ABD’nin Türkiye’ye teknoloji transferine izin vermediği kamuoyunun malumudur... Hiç bir Batı ülkesi savunma sanayi üretimi için Arap ülkelerine teknoloji transferi ve işbirliği yapmak istememektedir... 

Dolayısıyla hiçbir Batı ve Batı yanlısı ülke Katar ortaklığı olan bir firmayla işbirliği ve teknoloji transferi yapmak istememektedir… BMC’nin başarısızlığının altında yatan asıl sebebin bu konu olduğu değerlendirilmektedir. Ayrıca BMC'nin yaşadığı bu başarısızlıkta Türkiye'nin son yıllarda dış ilişkilerinde yaşadığı ''değerli yalnızlık'' faktörünün de etki etmiş olabileceği de düşünülebilir...   

Sonuç

2018 yılının ocak ayında o zamanki MSB Bakanı Nurettin Canikli, Altay Tankının üretimi ile ilgili olarak ‘’Tank seri üretimine 2019 sonu veya 2020 başında başlayacağız” diye açıklamada bulunmuştu…


Şu ana kadar ortada Arifiye’deki fabrikada tank yapılacak bir üretim hattı yoktur. Anlattığım gibi yan firmalarla (motor, transmisyon vb.) işbirliği protokolleri de yoktur… Hal böyle olunca da ortada sözleşme gereği TSK'ya 2019 sonu veya 2020 başında teslim edilmesi gereken tanklar da (250 adet) yoktur. Yine sözleşme gereği, ihaleyi alan firma başarısız olunca ihalenin ikinci sıradakine verilmesi gerekirken ortada böyle bir hazırlık da yoktur. 

Aslında buraya sonuç maddesine herhangi bir şey yazmaya gerek de yoktur... Sadece birisinin ortaya çıkıp da ‘’kral çıplak’’ demesi gerekmektedir…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Hafta sonu hikâyeleri (3)

11 Aralık 2020

Malum hafta sonu sokağa çıkma yasakları var… Ben de bugünkü yazımı hafta sonu okunmak ve üzerinde düşünmek üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…

En ağır beş suç!

Platon, ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü ile yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. Çin’in Doğu Zhou Hanedanlığının bir imparatoru belki de böylesi bir fikre sahip olduğu için isminin anlamı “Bilge-Filozof Kong”’ olan Konfüçyüs’e Qufu şehrinin yönetimini teklif eder. Konfüçyüs da, Hükümdar'ın bu isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul eder.


Konfüçyüs şehri yedi gün boyunca izler. Yedinci gün sonunda şehrin en yüksek memuru Şao Çeng’i idam ettirir. Cesedin üç gün açıkta kalmasını emreder.

Konfüçyüs’ün öğrencileri bu duruma çok şaşırırlar ve yanına gidip sorarlar: ''Şao Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı....''

Konfüçyüs “yaptığımın nedenlerini size anlatayım'' der ve anlatır :

‘’Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır: Birincisi; uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklilik… İkincisi; aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık… Üçüncüsü; çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık… Dördüncüsü; herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek… Beşincisi; hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek. Şao Çeng’de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu, zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.’’

İyi ki filozoflar ülkelerini yönetmiyorlar! 

İyilik ve Kötülük

Bilge bir kişiye bir gün sormuşlar: "insanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay edindikleri halde, iyi alışkanlıkları daha zor edinirler ve neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza edemezler?"


Bilge kişi bir süre düşünüp şöyle cevap vermiş: "Peki ben size şöyle bir soru sorayım; eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sizce?" demiş.

"İyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak" diye cevaplamış soranlar.

Bunun üzerine Bilge kişi devam etmiş sözüne: "İnsanlar da bu şekilde davranır. İnsanlar iyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar, diğer yandan da günahlarını ve kötü taraflarını başkalarından saklamak için en derinlerinde gizliyorlar. Onlar da orada büyüyüp insanı içinden, kalbinden yok ediyorlar."

Yargılama

Bağdat pazarında oyuncak satan gözleri bozuk yaşlı bir adam vardı. Ondan alışveriş yapanlar gözlerinin bozuk olduğunu bildiklerinden sahte parayla ödeme yaparlardı. Bu hilenin farkında olan yaşlı adam hiçbir şey söylemezdi. Bunun yerine dua ederek Tanrı’dan kendisini kandıranları affetmesini isterdi, “Belki de fazla paraları yoktur ve çocuklarına hediyeler almak istiyorlardır” derdi.


Zaman geçti ve bir gün adam öldü. Cennet kapıları önüne geldiğindeyse bir kez daha dua etmeye başladı: “Efendim” dedi, ‘’Ben bir günahkârım. Birçok hata işledim bana verilen sahte paralardan daha fazla bir değerim yok. Beni affet!”

Tam bu sırada kapılar açıldı ve bir ses şöyle dedi: ‘’Neyi affedeceğim? Hayatı boyunca kimseyi yargılamamış birisini ben nasıl yargılayabilirim?’’

Her şey her zaman göründüğü gibi değildir

İki melek insan kılığında yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Aksam olmuş, kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapışını Tanrı misafiri olarak çalmışlar... Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp "geceyi burada geçirebilirsiniz", demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış, şöyle bir sürmüş yarığa, duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek "niye yaptın bunu!"; diye sormuş merakla... "Her şey her zaman göründüğü gibi değildir" demiş yaşlı melek yavaşça.


Ertesi aksam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri, mütevazı sofralarına almış onları. Beraber yemek yemişler. Yatma zamanı gelince kadın "siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız" demiş. "Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz."

Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayatta ki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş. "Bunu nasıl yaparsın? Bu kadar iyi insanların yegâne servetinin ölmesine nasıl izin verirsin?'' Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiç bir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun?"

"Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat;" demiş yaşlı melek bir daha... Ve anlatmış;

"İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, bu defineyi bulmayı hak etmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği adamın karısını almaya geldi, kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim.’’

Her şey her zaman göründüğü gibi değildir, işler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur!

Ayak izleri

Adamın biri bir gece bir rüya görmüş. Upuzun bir kumsal boyunca yanında Tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken tam karşılarındaki gökyüzünden de bir film şeridi gibi adamın hayatından sahneler geçiyormuş.


Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki... Adam kumda iki çift ayak izi kaldığında dikkat etmiş... Bir çifti kendisinin, bir çifti de Tanrı’nın. Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam, kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış ve birden bir şey dikkatini çekmiş:

Hayat yolunun pek çok bölümünde kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş ve adam dehşet içinde fark etmiş ki, ayak izleri, teke, hayatının en kötü, en acı anlarında iniyor. Bu keşfi onu fena halde rahatsız etmiş ve Tanrı'ya sormaya karar vermiş:

”Tanrım... Eğer sana inanırsam senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını, her zaman yanı başımda yürüyeceğini söylemiştin... Oysa, hayat yoluma bakıyorum, en zorlu en kötü, en acılı anlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda... Anlayamıyorum Tanrım, anlayamıyorum... Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terk ediyorsun?”

Tanrı gülümseyerek cevap vermiş: “Sevgili, çok sevgili evladım... Ben seni çok sevdim ve hiç terk etmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde yani en acılı
en kötü anlarında kumda hep bir çift ayak izi gördün. Dikkat et! Ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor. Çünkü o sıralar ben, seni kucağımda taşıyordum...”

Bu yükü niye taşıyorum?

Ümran Hanım yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karsılarına. Tüm korkularına rağmen, Ümran Hanım azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.


Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Ümran Hanım'ın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.

Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Ümran Hanım artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Ümran Hanım, lensini bulması için Tanrı’ya dua edebilirdi yalnızca. İçten içe düşünüp dua etmeye başladı. "Tanrım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et."

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri  "Aranızda lens kaybeden var mı?" diye bağırdı.      

Ümran Hanım’ın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.

Eve döndüklerinde Ümran Hanım lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:       

"Tanrım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar da ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım..."   

"Bu yükü niye taşıyorum" demeyin...

***
Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim... Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN




Doğuda Manevi Evren Koskoca Bir Morga Benzer

10 Aralık 2020

Yazar, çevirmen ve akademisyen Prof. Dr. Suat Sinanoğlu (1918 – 2000), hümanizm akımının Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden birisidir…

Türk Hümanizmi

Sinanoğlu’nun en önemli yapıtlarından birisi üç ciltlik: ‘’Türk Hümanizmi’’ (Türk Tarih Kurumu Yayınları / Yirmi Üçüncü Dizi, İstanbul, 1988) isimli kitabıdır… Sinanoğlu bu çalışmasını daha önce “L’Humanisme à venir” (1960) adıyla Fransızca olarak yayımlar…

Sinanoğlu’nun felsefî bir yaklaşım altında Atatürkçülüğü yorumladığı “Türk Hümanizmi” bu çalışmasında, Atatürkçülük’ün maddî ve manevî unsurlarıyla bütünsel bir Batılılaşma olduğunu söyler… Sinanoğlu, çalışmasında böyle bir Batılılaşmanın ise sanılanın ve korkulanın tersine, toplumu taklit aşamasından tahkik aşamasına yükselteceğini savunur… Ona göre, ancak böyle bir yaklaşım hümanizm olarak adlandırılabilirdi. Sinanoğlu’na göre “Türk Hümanizmi”, ‘’Atatürkçülük’’ olarak yorumlanmasından başka bir şey değildir…

Kitabının önsözünde şöyle yazar Prof. Dr. Sinanoğlu: “Bu eserin amacı, devrimi, sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleştiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin ilkelerini saptamaktır.”

Prof. Dr. Sinanoğlu, yine kitabının önsözünde, Atatürk’ün ölümünden bugüne dek geçen zaman içinde “Cumhuriyet kuşağının, kuşağını ve kaynağındaki sorunları” gitgide nasıl unuttuğunu, gitgide nasıl yöneldiğini dönem dönem ele alarak nedenleriyle açıklar.

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu bu kitabında ülkemizde ‘’düşünce özgürlüğü’’ ile ‘’zihin özgürlüğü’’ (düşünme yetisinin özgürlüğü) arasındaki ayrımın üzerinde pek durulmadığını’’ söyler. Oysa bu, önemli ve köklü bir ayrımdır der. Kişi, belirli bir dünya görüşüne ve yaşam biçimine bağlı düşüncelerini özgürce dile dökmeyi isteyebilir; bu istek özgürlük kavramının yalnızca sınırlı bir boyutunun bilincini yansıtır.

Bu boyut kimi zaman öylesine sınırlıdır ki, ‘’kişilik ve insan onuru’’ değerlerine ters düşen düşünceler taşıdığının farkında bile olmaz kişi. Sonsuza açık ‘’zihin özgürlüğü’’, kişiyi düşün kalıplarına tutsak olmaktan korur. Çünkü bu kalıplar insanın yaratma yetisini baskı altında tutar, bu temel yetinin ürünlerini kısır yinelemelere dönüştürür, dolayısıyla da dar bir boyutun durağanlığı içinde kültürel gelişmeyi engeller.

Bu nedenle, “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir. Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü, bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir. Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir. Bu (etik) değerlerin gelecekte bütün insanlığa mal olmasını ve korunmasını öngören düşünce, kaynağını ve dayanağını bu dünyada ve insanda bulan (hümanist) düşüncedir.

Kitaptan bazı alıntılar

"Bilinçli düşüncenin ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal özgürlük bu ülkelerde (Doğu)  dizgin tanımayan bir demagojiye yol açmaktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır..." 

‘’Gerçekten, önyargılardan sıyrılmış olmak koşulu ile, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültürel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hristiyan düşüncesinin değil, Yunan dünyasından kaynaklanan hemen hemen bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu görmeye yetecektir.’’

‘’Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran özellik, onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü idi; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyalarından burada da farklı olarak) ereklerini kendi dışında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değişmeyen bir amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliştirme amacını güdüyordu.’’

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı kitabından son bir alıntıyı da vererek üzerinde düşünmenizi istiyorum:  “Doğuda manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir... Dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis -ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”

Yoksa bundan dolayı mıydı gözlerimizin, kaşlarımızın, saçlarımızın, içlerimizin, ruhlarımızın ve bahtlarımızın kara oluşu? Yoksa bundan dolayı mıydı yüzlerimizde hüzün neşidelerinin gizli çığlıklarının hiç eksik olmayışı? Yoksa yoksa bundan dolayı mıydı mızmız yeryüzü küskünlerinden oluşumuz?

Osman AYDOĞAN


Avrupa Birliği Liderler Zirvesi  (10-11 Aralık 2020)

09 Aralık 2020

Bu sayfada 30 Kasım 2020 tarihinde ‘’Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ne doğru; 10-11 Aralık 2020’’ başlığı ile bir yazı yazmıştım… Bu yazımda kısaca; 2020 yılı AB Liderler Zirvesi toplantıları, 1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi Sonuç Bildirisi, 26 Kasım 2020 tarihinde yapılan Avrupa Parlamentosu’nun kararı ve 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde muhtemel alınacak kararları ve bu konuda verilen demeçleri yazmıştım…

Sonuç olarak da 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak AB tarafından bir yaptırım kararının çıkabileceğini belirtmiştim…

Yine yazımda da bu zirveden önce, 03 Aralık 2020 tarihinde AB Dışişleri Bakanları toplantısının yapılacağını ve 03 – 04 Aralık 2020 tarihinde de AP Türkiye Raporu’nun görüşüleceğini ve bu toplantılarda da Türkiye konusunun gündeme geleceğini yazmıştım…

Dolayısıyla 10 -11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde AB tarafından Türkiye’ye yönelik olarak nasıl bir karar alınacağını anlayabilmek için önce geçen hafta içinde yapılan bu toplantı ve görüşmelerden bahsetmem gerekiyor…

Taslak AP Türkiye Raporu, 03 - 04 Aralık 2020

AP, 03 - 04 Aralık 2020 tarihlerinde taslak AP Türkiye Raporunu görüştü. Avrupa Parlamentosu'nun yeni Türkiye Raporu taslak metninde Türkiye hakkında özetle şu hususlara yer verildi:

* AP’nun Türkiye ile tamamen durumsal pazarlıklara dayanan bir ilişki türünün Türkiye'nin demokratikleşmesine katkı sağlamadığı,

* Alt mahkemelerin anayasa mahkemesinin kararlarına riayet etmediği,

* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının göz ardı edilmesi ve uygulanmamasının da bir başka derin endişe konusu olduğu,

* İfade, medya ve bilgiye erişim özgürlükleri alanında orantısız ve keyfi engellemeler ve kısıtlamalar getirilmesinin ciddi endişeye sebep olduğu, özellikle basın özgürlüğü konusunda atılması gereken adımların acil olduğu,

* Muhalefet partilerine yönelik saldırı ve baskıların da işleyen bir demokrasinin önünü tıkadığı,

* Otoriter bir yorum ile Cumhurbaşkanlığı sisteminin konsolide edilmesi alarm verici olduğu,

* Yönetici elit içerisinde yapılan hiper-milliyetçili söylemlerin özellikle AB ve üye devletlere yönelik düşmanca yaklaşımlara dönüştüğü,

*  Demokratik seçimle gelmiş belediyelere somut kanıtlar gösterilmeden kayyım atanmasının demokrasinin en temel prensiplerine aykırı düştüğü,

* AB'nin Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye'ye destek vermeye devam etmesi gerektiği,

* Gümrük Birliği'nin modernizasyonunun iki tarafın da çıkarına olacağı, bunun ekonomik açıdan Türkiye'ye bir AB çıpası sağlayacağı ve Avrupa ekseninde tutacağı, bu güncellemenin de yine Türkiye'deki insan hakları ve temel özgürlüklerin durumu göz önüne alınarak yapılabileceği ancak bu nedenle Gümrük Birliği'nde herhangi bir güncellemenin gerçekçi bir vizyon olmadığı,

* Doğu Akdeniz'de devam eden anlaşmazlıktan ötürü derin endişe duyulduğu,

* Maraş ve Varoşa'daki sahillerin açılmasının karşılıklı güveni sarstığı, bunun da doğrudan müzakereleri zedelediği,

* Dağlık Karabağ çatışmasında Türkiye'nin oynadığı rolden üzüntü duyulduğu, Ankara'nın tarafları şiddeti sona erdirmeye davet etmek yerine bir tarafın askerî adımlarını koşulsuz şekilde desteklediği vurgulanıyor…

Taslak AP Türkiye Raporu, Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komitesi'nde (AFET) 03 – 04 Aralık 2020 tarihlerinde ele alınarak görüşüldü. Rapor 26 Ocak 2021 tarihinde AFET'te oylandıktan sonra Şubat veya Mart 2021'de Strazburg'da son oylama için genel oturumda parlamenterlerin önüne gelecek.

AP Türkiye raporu taslak metninde görüldüğü gibi Türkiye hakkında pek de iyi şeylerin yazmadığı görülmektedir.

AB Dışişleri Bakanları toplantısı, 03 Aralık 2020

Geçen hafta 03 Aralık 2020 tarihinde yapılan AB Dışişleri Bakanları toplantısı esas olarak 10-11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesine hazırlık niteliği taşımaktaydı.

10 -11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesinin önemli bir gündem maddesinin Türkiye olması nedeniyle 03 Aralık 2020 tarihinde yapılan bu AB Dışişleri Bakanları toplantısının da en önemli gündem maddesi de AB liderler zirvesinde Türkiye’ye karşı izlenilecek tutum idi…  Dolayısıyla bu toplantı alınan kararlar ve toplantıdan sonra verilen demeçler de 10-11 Aralık 2020 tarihinde düzenlenecek AB liderler zirvesinde Türkiye’ye karşı izlenilecek tutumu belirleyecekti.

Toplantı öncesi konuşan Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas "Son aylarda Türkiye ile bir diyalog kurabilmek için çok çalıştık. Fakat çok fazla provokasyon oldu ve Türkiye'nin Yunanistan ve Kıbrıs ile yaşadığı gerilimler doğrudan görüşmeleri engelledi" diyerek "bu yüzden bunun sonuçlarının neler olabileceğini konuşacağız ve görüşümüzü liderler zirvesine ileteceğiz" ifadelerini kullandı.

Toplantı sonrasında ise AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell yaptığı açıklamada Türkiye'nin tutumunda "temelden bir değişiklik" gözlemlenmediğini belirterek "Aksine pek çok açıdan durum kötüleşti" diye konuşarak AB dışişleri bakanları toplantısında Türkiye ile diyalog çabalarının sonuçsuz kaldığı mesajını verdi…

AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano toplantı sonrasında yaptığı günlük basın toplantısında 10-11 Aralık'taki AB Liderler Zirvesi’ndeki Türkiye hakkındaki soruları cevapladı. Stano yaptığı açıklamada Türkiye-AB ilişkilerinin birçok boyutu bulunduğunu belirterek "AB'nin çıkarı, Türkiye'nin tutumuna bağlı olarak mümkünse olumlu bir yönde ilerlemek, yapıcı iş birliği ve diyalog içinde olmaktır" diyerek diyalog kapısını açık bıraktı…

Açıklamasında Türkiye-AB ilişkileri bakımından önemli bir AB Zirvesi yapılacağını ve ilişkilerin yönünün tanımlanacağını ifade eden Stano, 1 Ekim'deki AB Zirvesi'nde Türkiye'ye pozitif gündem ve yapıcı iş birliği vurgusuyla el uzattıklarını ancak karşılık bulamadıklarını savunarak şunları söyledi: "AB Konseyi için her şey masada. Hangi yöne doğru ilerleneceğine AB liderleri karar verecek."  

AB Dışişleri Bakanları toplantısının tek gündemi tabii ki Türkiye değildi. İçeride gündemimizi abuk sabuk konular meşgul ederken AB hangi konularla meşgul ve bu konular Türkiye’yi nasıl etkileyecek bu konulara da yeri gelmişken kısaca değinmek istiyorum…

AB Dışişleri Bakanları toplantısının gündeminde Türkiye dışında yer alan iki konu daha var: Birincisi “stratejik özerklik”, diğeri de ‘’NATO reformu’’... AB’nin “stratejik özerklik”’den kastettiği AB’nin ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak. Bunun öncülüğünü de Fransa yapıyor. Bu konu daha çok AB’yi ilgilendiriyor. Ancak Almanya’nın öncülük ettiği ‘’NATO reformu’’ konusu var ki bu konu da doğrudan Türkiye’yi ilgilendiriyor. Bu konudaki taslak çalışma 01 - 02 Aralık 2020 tarihinde yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında ele alınmıştı…

140 öneri içeren bu reform taslağında Türkiye’yi ilgilendiren iki konu öne çıkıyor: ‘’İttifak üyesi olmayan AB ülkelerinin de NATO zirvelerine davet edilmesi’’ ve ‘’üye ülkelerin ittifak kararlarını veto etmesinin zorlaştırılması…’’ Bu reform tasarısı Türkiye’nin NATO içinde pasifize edilmesini amaçlıyor…

Avrupa Birliği Liderler Zirvesi (10 - 11 Aralık 2020)

Anlattığım gibi 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak Avrupa Birliği Liderler Zirvesi öncesi yapılan AB Dışişleri Bakanları Toplantısında ve taslak AP Türkiye Raporunda Türkiye’ye verilen mesajların pek de sevimli olmadıkları görülüyor…

Artık gözler yarın ve ertesi günü (10-11 Aralık 2020) toplanacak AB Liderler Zirvesi’nde ve buradan çıkacak Türkiye ile ilgili yaptırım kararlarında olacak.

AB yetkilileri şimdiye kadar sürekli olarak Libya, Suriye ve Rusya hakkındaki fikir ayrılıkları ile Türkiye'deki otoriter yönetimin AB'nin Türkiye'ye karşı tutumunu daha sert bir hale getirdiğini söylüyorlardı… Üst düzey bir AB yöneticisi "Durumun Ekim ayından daha iyi olduğunu iddia eden tek bir AB yöneticisi bile tanımıyorum" diyerek ekliyor: "Liderler artık gerekeni yapmalı. Bu konudaki taleplerimiz henüz yerine getirilmedi."

Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, geçen hafta Türkiye'ye yaptığı çağrıda Türkiye'nin geri adım atıp ardından bundan vazgeçtiği "kedi-fare" oyunlarına son vermesi gerektiğini söyledi. Michel, yaptığı açıklamada; Ekim’de sorunları gidermek ve ilişkileri iyileştirmek için Doğu Akdeniz sorunu konusunda Ankara’ya el uzattıklarını ancak bu olumlu teklifin Ankara’nın provokasyonlarına son vermesi karşılığında yapıldığına, ancak o zamandan bu yana olumlu bir gelişme yaşanmadığına ve Türkiye’nin tek taraflı davranmaya ve düşmanca söylemler kullanmaya devam ettiğini” söyleyerek “Elimizdeki tüm imkânları kullanmaya hazırız” şeklinde konuştu.

Bütün bu açıklamaları değerlendirdiğimizde AB Liderler Zirvesi’nden Türkiye’ye yönelik olarak “yaptırım çıkmaması” ihtimali pek mümkün görünmüyor. Genel kanı, AB Liderler Zirvesinden Türkiye’ye yönelik bir yaptırım kararının çıkıp çıkmayacağı değil, zirveden Türkiye’ye bir yaptırım kararının çıkacağı ancak yaptırımın derecesinin belirsiz olacağı şeklindedir.

Yaşanan Korona salgını, ekonomik kriz ve AB’nin Türkiye ile diyalog yolunu açık tutmak istemesi nedenleriyle muhtemel yaptırımların Türkiye’nin canını çok acıtacak kararlar olmayacağı tahmin ediliyor. Yaptırımların Doğu Akdeniz’deki aramalara dönük olarak ulaştırma ve enerji alanında faaliyet gösteren bazı sektörlerin, şirket ve kuruluşların yetkililerine dönük şahsi yaptırımlar olabileceği değerlendiriliyor…

Ancak yaptırım kararını önemli hale getiren yaptırımların ağırlık derecesi değil bizzat kararın kendisi. Çünkü ilk defa AB top yekûn kurum alarak Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı almış olacak… 

Yaptırımlarda AB-ABD işbirliği

Böylesi bir kararı başka kararların da takip edebileceği değerlendiriliyor… AB şimdiye kadar Türkiye’ye karşı bir bütün olarak veya ayrı ayrı (Almanya örneğinde olduğu gibi) Türkiye’ye yaptırım kararı almak istemişler ancak ABD Türkiye’nin yanında yer alarak bu kararları engellemişti.

Bugün gelinen noktayı vahim kılan husus ise AB’nin yaptırımlar için ABD ile beraber çalışıyor olmasıdır. AB uzmanları, böylesi bir kararın ABD desteği ve onayı olmaksızın alınamayacağını, AB Liderler Zirvesi’nden çıkacak kararın ABD’nin de desteğiyle ve onayı ile alınacağını söylüyorlar...

Muhtemel ABD yaptırımları

AB’nin alacağı böylesi bir yaptırım kararının bekleyen muhtemel ABD yaptırımlarını da tetikleyeceği değerlendiriliyor. 

Şöyle ki AB Liderler Zirvesinden iki gün önce 08 Aralık 2020 tarihinde ABD'de Türkiye'ye Rusya'dan S-400 hava savunma sistemini satın almasından dolayı yaptırım uygulanmasını da içeren 740 milyar dolarlık Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa Tasarısı (NDAA), Temsilciler Meclisi'nde ezici bir çoğunluğun desteğiyle kabul ediliyor… Tasarıya, 335 üye kabul oyu verirken, 78 üye ise ret oyu kullanıyor…

Böylece Tasarı, Temsilciler Meclisi'nde üçte ikinin üzerinde bir çoğunlukla kabul edilmiş oluyor… Tasarı ABD Senatosu’nda da üçte ikiden fazla çoğunlukla geçmesi halinde, Başkan Donald Trump'ın tasarıyı veto hakkı da ortadan kalkmış oluyor… Senato'nun yasa tasarısını bu hafta içinde oylaması bekleniyor.

Tasarıda, Trump'tan Türkiye'ye 30 gün içinde ABD'nin ‘’Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası’'nda (CAATSA) yer alan 12 yaptırımdan en az beşini uygulaması talep ediliyor. CAATSA kapsamında da, yaptırım uygulanan kişi ve kurumlara ihracat-ithalat bankası desteğinin kesilmesi, ABD ve uluslararası mali kuruluşlarından kredi verilmemesi, mali kurumlara ABD Merkez Bankası ile doğrudan alışveriş yapma izni verilmemesi, döviz üzerinden işlem yapılmasının yasaklanması gibi yaptırımlar yer alıyor.

Tasarıda ayrıca Türkiye'nin satın aldığı ancak S-400 sonrası programdan çıkartılmasıyla teslim edilmeyen altı adet F-35 uçağının ABD Hava Kuvvetleri tarafından kullanılmasına da onay veriyor.

Bu aşamaya nasıl gelindi

Bu aşamaya nasıl gelindiğinin her iki tarafı da ilgilendiren çooook uzun bir hikâyesi vardır. Suç tek taraflı değildir. Eğer iğneyi kendimize batıracak olursak;

* Artık, AB merkezlerinde Türkiye’yi savunacak ve böylesine bir kararı çıkmadan önleyecek monşerler (!) kalmamıştır. AB ve dünyada merkezlerinde Türkiye’yi; rüşvet almakla suçlanan ancak kamu vicdanında aklanmayan rüşvetçiler, Türkiye’de birisi FETÖ’cü ise; eşi, kızı, oğlu, gelini, damadı, torunu, tosunu, yeğeni ve yedi sülalesi devlet dairelerinden atılırken 15 Temmuz menfur darbe girişiminin baş aktörü bir generalin kardeşleri, YÖK’nun üniversite sorularını FETÖ’ye teslim edenler ve ABD vatandaşı olup da bir şeyhin dizinin dibine çöküp de şeyhe el açanlar büyükelçiler olarak bulunmaktadır… Bunların bir tanesi bile sizin dış dünyada saygınlığınızı ve etkinliğinizi yok ederdi…

* İhvancı dış politika nedeniyle dünyadaki yalnızlığımız… Bugün için Katar, Pakistan ve Azerbaycan dışında dünyada dost ülke kalmamıştır. Katar’ın da yarın sırt çevirmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur… Şam’da, Tel Aviv’de, Kahire’de Türk büyükelçiler yoktur…

* Mahalle ağzı ile söylenen ‘’Eyyy Almanya!’’ ‘’Eyyyy Avusturya!!’, ‘’Siz yolunuza biz yolumuza’’, ‘’faşist Avrupa’’, ‘’Macron’un tedaviye ihtyacı var’’ vb gibi söylemler… AB yetkililerine dönük “stratejik körlük” suçlamaları…. Uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemin uygulanması…

* Mültecileri koz olarak kullanmak…

* İç politikada yaşanan hukuk ihlalleri, AYM kararlarını tanımama eğilimleri, antidemokratik uygulamalar…

* Ekonomideki zayıflık, üretimsizlik, dış ticaret açığı, sıcak paraya muhtaç olmak…

* S-400 sorunu… Ancak bu S-400 konusunu kısaca açmam gerekiyor. Eğer ABD’yi tehdit görüp bu silahı alıyorsunuz ne işiniz var NATO’da, ne işi var ABD’nin incirlikte… Hem 2.5 milyar Dolar ödeyip S-400 alıyorsunuz, hem de aktif hale getiremiyorsunuz… Hem de 1,25 milyar Dolar ödediğiniz F-35’leri alamıyorsunuz, hem de anlaşmasını yaptığınız 12.5 milyar Dolar tutarındaki F-35 parçası üretimi ve ihracatından oluyorsunuz… Hem sivil hem de askeri kaynaklar Patriot konusunda kamuoyuna eksik bilgi veriyorlar: ABD, Türkiye’ye Patriot satmamış değil ki. Konu Türkiye’nin istediği Türkiye’de üretime ABD’nin Patriot için teknoloji transferine izin vermemesi. Sanki ABD bu konuda teknoloji transferini bir başka ülkeye veriyormuş gibi… Sanki aldığınız S-400 için Rusya size bu teknoloji transferine izin vermiş gibi…

Bu liste uzayabilir…

Sonuç

Türkiye’ye daha önce de gerek ABD ve gerekse de Almanya tarafından yaptırımlara maruz kalmıştı… Ancak Türkiye’nin AB, ABD kısaca Batı ile olan ilişkileri hiç bu kadar gerilmemiş, hiç bu kadar karşılıklı güvensiz hale gelmemişti... Görülüyor ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 Kasım 2020 tarihinde yaptığı "Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz" açıklaması da ilişkileri düzeltmeye, yaptırımlara engel olmaya yetmemiştir.

Türkiye 1800’lü yıllardan beridir yüzünü Batı’ya çevirmiştir. İlişkilerin düzelmesi her iki tarafın da lehine olacaktır. Türkiye mutlaka komşuları ve Rusya ile iyi ilişkiler içerisinde olmalıdır… Eğer geleceğimizi Avrupa’da arıyorsak öncelikle Kopenhag kriterlerini (Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı vb) Türkiye yerine getirmelidir.

Eğer gelecek günlerde AB ile ilişkilerde düzelme olmaz ise Mart 2021 tarihinde yapılacak AB Liderler Zirvesinde yaptırım kararlarının ağırlaştırılarak uygulanacağı, İlişkilerin daha da kötüleşmesi halinde ise Türkiye Batı ilişkilerinin ağır hasar göreceği değerlendirilmektedir.

Eğer futbol oynamak istiyorsanız topu elle oynamayacaksınız…

Osman AYDOĞAN


Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları


08 Aralık 2020

Tanımlar

Toplum olarak tanım ve kavramlarla pek bir ilgimiz yoktur. Bir kavramın, bir konunun adını biliriz de bu konu veya kavramı tanımlamaya gelince doğru bir tanım yapamayız. Bu zaman da kavram karışıklığı ortaya çıkar ki kimse kimseyi anlayamaz. Bu nedenle her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Örneğin ''demokrasi'' kavramı... Bu kavramı sürekli, hayatımızın her aşamasında kullanırız. Ancak bir ''demokrasi'' tanımı yapmak istediğimizde ''demokrasi'' hariç her şeyi anlatırız. Tıpkı körlerin dokunarak bir fili tarif etmeleri gibi...

Fazlaca duyduğumuz, günlük hayat içinde de fazlaca kullandığımız ama toplum ve siyaset içindeki işlevini çok da net algılayamadığımız, anlayamadığımız, dolaysıyla da tanımlayamadığımız bir başka kavram da ‘’faşizm’’dir. ''Faşizm'' yenir mi, içilir mi bunu da pek bilmeyiz. Basit bir tanımla  ‘’faşizm’’; genel olarak aşırı milliyetçi ve ırkçı, otoriter ve baskıcı bir yönetimi ifade eder. Ancak bu tanım sabit olmayıp genişletilebilir bir tanımdır. Ancak ''faşizm'' bu basit tanım kadar basit değildir.

''Tanım'' da basit değildir. Çünkü her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Bir kitap: ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’

Faşizmi detaylıca inceleyen, Umberto Eco, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza ve William I. Robinson’ın yazılarını içeren ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’ (Ütopya Yayınevi, 2016) isimli bir kitap var. Bu kitapta XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve ‘’şeytan üçgeni’’ olarak tanımlanan ‘’faşizm’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’ayrımcılık’’ konusu işlenir.

Kitaptaki yazısında Umberto Eco şöyle der; “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın!’ ” Umberto Eco bu tembihinden sonra bu tam tanımlanamayan kavram için “faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusunu yapar…

Umberto Eco ayrıca yazısında ‘’kök faşizm’’ kavramını dile getirerek şöyle yazar: ‘’Kök faşizm ya da ebedi faşizm diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler bir sistem oluşturmaz; çoğu birbiriyle çelişir ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülür. Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir.’’ Umberto Eco yazısında ‘’kök faşizm’’i on dört madde altında tanımını yapar.

Kitapta Samir Amin, kapitalizmin krizi ile faşizmi şöyle irtibatlandırır: “Çağdaş kapitalizmin krizi ile faşizmin siyasi sahneye dönüşünü birbirine bağlaması tesadüfi değildir.’’

Kitapta ''faşizm'' genel olarak şöyle tanımlanır: (Tanıtım bülteninden)

‘’Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir. Ayrıca faşizm, herhangi bir şiddet değil tekelci sermayenin şiddetidir; yaşamın tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir… Ve tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe otoriter bir biçim aldığı görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.’’

‘’Kuşkusuz, kapitalist devlet başından beri otoriter bir devlet biçimine meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü nedenleriyle bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik ‘olağanüstü’ koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından ‘istisna hâl’ olarak tanımlansa da; neo-liberalizm ile istisna olmaktan çıkıp bir ‘kural’ hâline dönüşen kaçınılmazlıktı!’’

‘’Ancak otoriterliğin de olduğu yerde durması mümkün değildi; yani otoriter olanının totalitere yönelmesi bir zarurettir’’ tanımlaması yapılarak bu zaruretin ‘önlenebilir’ olduğu iddia edilir.’’


İşte bu kitapta yer alan makaleler, bu zarureti ve bu zaruretin “önlenebilirliği” tartışılır...

Kitapta ''ayırımcılık'' ve ‘’ötekileştirme’’ kavramı üzerinde de durulur… Ayrımcılığın ve ötekileştirmenin günlük hayatta çok basitçe ve çok rahatça yapıldığı, bilinçaltlarının bu şekilde zehirlendiği ve ayrımcılığın ve ötekileştirmenin faşizme, ırkçılığa ve şiddete giden yolun başını oluşturduğu vurgulanır… Kitapta ’’öteki’’nin bir adım sonrasının ‘’yabancı’ olarak şekillendiği, onun da bir adım sonrasının ‘’düşman’’; ardından da ''şiddet'' olgusuna dönüştüğü anlatılır… Günlük siyasi literatürde en üst perdeden seslendirilen ‘’affedersiniz’’ diye başlayan söylemler bilinçaltlarını zehirleyerek ''şiddet''e kadar giden‘’ötekileştirme’’nin başlangıcını oluşturuyor… 

Bir makale: ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’

Faşizm konusuna daha net bir tanım getiren bir siyaset bilimci daha var. Bu siyaset bilimci Amerikalı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’dir. Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit ederek bu tespitlerini bir makalede birleştirir… Dr. Lawrence Britt'in makalesi Umberto Eco'nun ‘’Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir’’ dediği 14 maddelik faşizm tanımına çok benzer.

Dr. Lawrence Britt'in ‘’Free Inquiry Magazine’’ dergisinin ilkbahar 2003 tarihli 23/2 sayısında ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’ başlıklı makalesinde yer alan bu 14 başlıkta verilen karakterler şu şekildedir:

1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik. 

2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi. 
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması. 
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi. 
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı. 
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması. 
7. Ulusal güvenlik takıntısı.. 
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi. 
9. Özel sermayenin gücünün korunması. 
10. Emek gücünün baskı altına alınması. 
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi. 
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma. 
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama. 
14. Hileli seçimler.

Çok şükür ki ileri demokrasiye sahip ''yalnız ve güzel'' ülkemizin bu tanımlarla, bu tanımlardan bir tanesi ile bile uzaktan yakından heç bir ilgi ve alakası yohtur. Zaten başta da anlattığım gibi bu tanımlar Dr. Lawrence Britt tarafından 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek elde edilmiştir. 

Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Osman AYDOĞAN

Dr. Lawrence Britt'in makalesinin orijinalinin özetini de aşağıda veriyorum.. Orijinal makalede bu 14 maddenin geniş geniş tanımları yapılmaktadır

The 14 Characteristics of Fascism

Political scientist Dr. Lawrence Britt recently wrote an article about fascism ("Fascism Anyone?," Free Inquiry, Spring 2003, page 20). Studying the fascist regimes of Hitler (Germany), Mussolini (Italy), Franco (Spain), Suharto (Indonesia), and Pinochet (Chile), Dr. Britt found they all had 14 elements in common. He calls these the identifying characteristics of fascism. The excerpt is in accordance with the magazine's policy.

The 14 characteristics are:

Powerful and Continuing Nationalism 

Fascist regimes tend to make constant use of patriotic mottos, slogans, symbols, songs, and other paraphernalia. Flags are seen everywhere, as are flag symbols on clothing and in public displays. 

Disdain for the Recognition of Human Rights 

Because of fear of enemies and the need for security, the people in fascist regimes are persuaded that human rights can be ignored in certain cases because of "need." The people tend to look the other way or even approve of torture, summary executions, assassinations, long incarcerations of prisoners, etc. 

Identification of Enemies/Scapegoats as a Unifying Cause 

The people are rallied into a unifying patriotic frenzy over the need to eliminate a perceived common threat or foe: racial , ethnic or religious minorities; liberals; communists; socialists, terrorists, etc. 

Supremacy of the Military 

Even when there are widespread domestic problems, the military is given a disproportionate amount of government funding, and the domestic agenda is neglected. Soldiers and military service are glamorized. 

Rampant Sexism 

The governments of fascist nations tend to be almost exclusively male-dominated. Under fascist regimes, traditional gender roles are made more rigid. Opposition to abortion is high, as is homophobia and anti-gay legislation and national policy. 

Controlled Mass Media 

Sometimes to media is directly controlled by the government, but in other cases, the media is indirectly controlled by government regulation, or sympathetic media spokespeople and executives. Censorship, especially in war time, is very common. 

Obsession with National Security 

Fear is used as a motivational tool by the government over the masses. 

Religion and Government are Intertwined 

Governments in fascist nations tend to use the most common religion in the nation as a tool to manipulate public opinion. Religious rhetoric and terminology is common from government leaders, even when the major tenets of the religion are diametrically opposed to the government's policies or actions. 

Corporate Power is Protected 

The industrial and business aristocracy of a fascist nation often are the ones who put the government leaders into power, creating a mutually beneficial business/government relationship and power elite. 

Labor Power is Suppressed 

Because the organizing power of labor is the only real threat to a fascist government, labor unions are either eliminated entirely, or are severely suppressed.

Disdain for Intellectuals and the Arts 

Fascist nations tend to promote and tolerate open hostility to higher education, and academia. It is not uncommon for professors and other academics to be censored or even arrested. Free expression in the arts is openly attacked, and governments often refuse to fund the arts.

Obsession with Crime and Punishment 

Under fascist regimes, the police are given almost limitless power to enforce laws. The people are often willing to overlook police abuses and even forego civil liberties in the name of patriotism. There is often a national police force with virtually unlimited power in fascist nations. 

Rampant Cronyism and Corruption 

Fascist regimes almost always are governed by groups of friends and associates who appoint each other to government positions and use governmental power and authority to protect their friends from accountability. It is not uncommon in fascist regimes for national resources and even treasures to be appropriated or even outright stolen by government leaders. 

Fraudulent Elections 

Sometimes elections in fascist nations are a complete sham. Other times elections are manipulated by smear campaigns against or even assassination of opposition candidates, use of legislation to control voting numbers or political district boundaries, and manipulation of the media. Fascist nations also typically use their judiciaries to manipulate or control elections.

Free Inquiry Magazine Spring 2003, 23/2



Pastoral Senfoni


07 Aralık 2020

André Gide

André Gide ( André Paul Guillaume Gide) (1869 – 1951), 19'uncu yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı hoşgörülü olan, düşüncelerindeki bütünlük, üslubundaki arılık ve uyumla Fransız edebiyatının saygın isimleri arasında yer alan bir yazardır... Genel ahlak anlayışının karşısında bireysel özgürlükleri koyarak toplumsal ve bireysel ahlakın en önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendisini tanıması olduğunu savunur…  1947 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.


André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı

André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı vardır: Bunlardan birisi ‘’Pastoral Senfoni’, diğeri ‘’Dar Kapı’’ ve sonuncusu da ‘’Kalpazanlar’’dır. Bunlardan ‘’Pastoral Senfoni’ ve ‘’Dar Kapı’’ Cem Yayınlarınca beraber yayınlanmıştı.(1999) ‘’Kalpazanlar’’ ise Can Yayınlarından yayınlanmıştı (2015)

‘’Dar Kapı’’ isimli eseri Matta İncili’nden şu bölüm ile başlar; “Dar kapıdan geçiniz, çünkü insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir. Bu kapıdan giren çoktur. Yaşama açılan kapı ise dar, yol da çetindir. Bu kapıdan giren çok azdır.’’ André Gide, ‘’Dar Kapı’’ romanında Alissa karakterinin dünyevi aşk üzerinden Tanrı aşkına ulaşmasını anlatır.

‘’Kalpazanlar’’ isimli eseri, yazdıklarını anlatı ya da uzun öykü olarak nitelendiren André Gide’in roman olarak adlandırdığı ilk ve tek eseridir. Edebiyat tarihçileri tarafından da yazarın en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir. Roman, ‘’İnsanlar mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil, kendi yüreğinin sesine uymalıdır’’ ana fikrini verir. Romana göre “Dünya  ancak ve ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basma kalıp düşüncelere  ve geleneklere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır”.

Pastoral Senfoni

Bugün André Gide’nin bu kitaplarından toplumdaki çöküntüye karşı duru ve içten anlatımıyla yazdığı ‘’Pastoral Senfoni’ isimli eserini anlatmak istiyorum…

André Gide’nin bu eserinde ad olarak kullandığı ‘’Pastoral’’ kelimesi hem de Fransızca‘da Protestan din görevlilerine verilen ‘’Pasteur’’ adıyla bağlantılı hem de hem kırsal yaşamla bağlantılıdır. Ki eser her ikisini de içerir… Ayrıca André Gide bu eseriyle de Beethoven’in en önemli eserlerinden biri olan ‘’Pastoral Senfoni’´ye de gönderme yapar.

Gerçekte de André Gide, eserinde; hem büyük bölümü Fransa ve İsviçre sınırları içinde kalıp Almanya'ya doğru uzanan Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını hem de bir pastueurün (rahip) ve gözleri görmeyen köylü kızın renkli iç dünyalarını Beethoven’i kıskandıracak ölçüde çok sesli bir ‘’Pastoral Senfoni’´ şeklinde anlatır...  

Eserin konusu kısaca şu şekildedir:

Romanın başkahramanları bir rahip ve kör bir kızdır. Rahip bir gün ölmek üzere olan bir kadının olduğu bir eve çağrılır. Rahip eve vardığında yaşlı kadın için artık çok geçtir. Kadına duasını yapar. Ancak evin bir köşesinde yere çökmüş küçük bir kız çocuğu görür. Kız kördür… Ölen yaşlı kadınsa sağırdır… Bu nedenle de kadının yaşamında kızla aralarında hiçbir iletişim olmamıştır… Kız ümmi ve vahşidir… Rahip, küçük kızı alarak evine götürür… Ancak rahibin karısı bu kör kızın eve getirilmesinden hiç de hoşnut olmamıştır. Kıza ‘’Getrude’’ adını verirler… Rahip kör kızı eğitmeye başlar…

Rahip kör kıza hayatı, sevgiyi, mutluluğu dostluğu, aşkı ... yani güzel ve doğru olan her şeyi öğretir. Gertrude tedavi olur ve gözlerinin körlüğü ortadan kalkar. Fakat genç kızın yalnız göz körlüğü değil, sevgiyi ve kötülüğü fark etmeyen ruh körlüğü de vardır. Çünkü rahip kendisine günah, ölüm ve kötülükten hiç bahsetmemiş, dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi anlatmıştır. 

Gertrude büyük hayal kırıklığı yaşar. Ve Getrude ile trajik bir biçimde hayatına son verir…

Getrude, ölmeden önce şu itiraflarda bulunur: “Bana görme olanağını sağladığınız vakit gözlerim, olabileceğini düşlediğimden çok daha güzel bir dünyaya açıldı; evet, gerçekten, ben gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunu düşünemiyordum. Şu sözleri hatırlayın: “Kör olsaydınız günahınız olmazdı.” Bütün bir gün kendi kendime tekrarladığım şu sözü hatırlıyorum: “Eskiden yasalar olmadığından yaşıyordum; Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm.”

Kör kızın tüm varlığını kaplayan mutluluk ve yaşama sevinci, günahı hiç tanımamış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içinde sevgi ve ışıktan başka hiçbir şey yoktu. Gözleri görmüyordu ama gözleri görenlerin bakmasını bilmediği için fark edemediği mutlulukları tadıyordu.

Romandan bazı bölümler

Roman rahibin tuttuğu not defteri şeklinde devam eder. Rahibin tuttuğu bu notlardan bazı bölümleri aşağıda sunuyorum;

‘’ ...Hemen cevap veremedim, çünkü tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu, dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude'e o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim. Bir süre sonra: "Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler, dedim."...

‘’Bu öğretimin ilk başlarının tümünü burada yazmayı yararsız buluyorum, çünkü bütün körlerin eğitiminde vardır bunlar. Böylece de, her kör için, onu yetiştiren öğretmenin renk konusunda aynı güçlükle karşılaştığını sanıyorum. Başkaları bu işi nasıl becermişlerdir bilmiyorum; ben kendi payıma, ilkin gökkuşağının bize gösterdiği sıraya göre prizmadan çıkan renkleri adlandırmakla başladım. Ama çok geçmeden kafasında ışıkla renk kavramları birbirine karıştı; ve anladım ki muhayyilesi, ressamların sanırsam ‘değer’ dedikleri, renklerdeki açıklık koyuluk derecelerinde hiçbir ayrım yapamıyordu. Her rengin açığı ve koyusu olabileceğini ve renkler kendi aralarında karışarak sonsuz sayıda renkler meydana getirebileceklerini anlamakta en büyük güçlüğü çekiyordu. Hiçbir şey onu bu kadar çok düşündürmüyor, durmadan hep bu konuya dönüyordu.’’

‘’Bu sıralarda onu Neuchatel’e götürüp bir konser dinletme olanağını buldum. Senfoninin çalınışında her bir müzik aletinin aldığı rol, bu renk konusuna dönebilmemi sağladı. Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla, mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır. Kuşkularımın yerini içinden gelen bir çeşit hayranlık alıverdi: ’Kimbilir ne güzel şeylerdir bunlar!’ diye tekrarlıyordu.

Sonra birden ‘Ya beyaz?’ diye sordu, ’beyazın neye benzediğini düşünemiyorum..’ O anda, kıyaslamalarım pek eğreti göründü bana, gene de bir şeyler söylemeye çalıştım. ’Beyaz mı?’ dedim, ’beyaz, bütün tonların birbirine karıştığı en keskin uçtur; tıpkı karanın en karanlık uçta olması gibi.’

Ne var ki bu açıklama beni ondan daha fazla doyurmadı. Çok geçmeden, en tiz seslerle olduğu gibi en pes seslerde de nefesli bakır çalgıların, flütlerin ve kemanların birbirinden ayırt edilebildiklerini söyleyerek bu kıyaslamaya pek inanmadığını belli etti. Çoğu kez olduğu gibi, o anda da şaşırıp kaldım, söyleyecek söz bulamadım, hangi kıyaslamaya başvurabileceğimi aradım durdum.

’Pekala’ dedim, ’beyazı şöyle getir gözünün önüne: Hiçbir rengin bulunmadığı, sadece aydınlıktan ibaret tamamıyla arı bir şey olarak düşün; kara’ya gelince, tam tersi, o kadar çok renk yığılmış ki, kapkaranlık olmuş...’

Bu konuşma kırıntılarını burada hatırlatmamım nedeni, çoğu zaman karşılaştığım güçlüklere bir örnek vermek içindir. Gertrude’ün iyi bir yanı da hiçbir zaman anlamayınca anlamış gibi görünmüyordu. Oysa kimi insanlar kafalarını belirsiz ya da yanlış birtakım verilerle doldururlar çoğu kez, sonra bunlara dayanarak işlettikleri düşünme düzenleri de bozuk sonuçlara. varır. Gertrude ise bir kavramı açık-seçik öğrenmedikçe bu onun için bir tedirginlik ve sıkıntı kaynağı oluyordu. 

Yukarda sözünü ettiğim güçlüklerden bir başkası da, kafasında ışık ve sıcaklık kavramlarını birbirinden ayıramamasından ileri geliyordu. Sonradan onları ayırt ettirinceye kadar akla karayı seçtim. Böylece, onun kafa gelişmesi için aralıksız uğraşırken, gözle gördüğümüz evrenle sesler evreni arasında ne derin farklar bulunduğunu ve ikisi arasında yapılan kıyaslamaların ne denli kusurlu olduğunu kendi deneylerimle anladım.’’ 

"Eğer aşka sınırlamalar konmuşsa, bu senden gelmiyordur Tanrım, insanlar yapmıştır bunu."

"Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir."

Roman bir kış mevsiminde "üç gündür dinmek bilmeyen kar yolları kapadı" cümlesiyle başlardı... Ve roman Getrude’nin kırlardan topladığı çiçeklerden belli olan bir yaz günü rahibin ıstırabını yansıtan şu sözü ile biter:

‘’Ağlamayı çok isterdim ama kalbimi bir çölden daha çorak hissettim"

Son söz

Romandan aldıklarım bu kadar… Roman Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını anlatırdı ama biz bir de etrafımıza bakalım…

Ne çabuk börtü böcek yaz konserlerini kesti, ne çabuk kuşların cıvıltıları sustu, ne çabuk yaz otları da sararıp soldu, ne çabuk bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa?...

Ne çabuk pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile ne çabuk göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Ne çabuk oluyor akşamlar... Çığlık çığlığa, bağıra bağıra ne çabuk batıyor güneş dağların, denizlerin ardından... Alev alev yanıyor dağlar, denizler güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Değil mi?

Mevsim artık iyice sonbahar… Sonbahar renklerini fark ediyor muyuz? Görmek… Ne harikulade bir şey görmek… Ama bazen görmemiz gerekenleri görmez, duymamız gerekenleri duymayız. Gerçekten gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunun farkında mıyız?

Değiliz!... Değiliz, çünkü gerçekte öyle olmayan ama Türkiye’de sanatsız, edebiyatsız, felsefesiz, estetiksiz, nezaketsiz, zarafetsiz, haksız, hukuksuz, adaletsiz, ruhsuz ve kalpsiz; adına siyaset denen bir fosseptik çukurunun içinde debelenip duruyoruz…

Ne diyordu André Gide Pastoral Senfoni’sinde:  "Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir." Belki de aynı şeyleri söylüyordur Beethoven de Pastoral Senfoni’sinde: "Kulakları olanlar duymasını bilmeyenlerdir." Ama en güzelini de her halde André Gide Pastoral Senfoni’sinin sonunda rahibe söyletmişti: ‘’Çorak bir çölden kalbi olanlar…….. ‘’

Değil mi?

Osman AYDOĞAN


Sonra… Sonrası Karanlık…

06 Aralık 2020


11 Eylül 1916.  Günlerden pazartesi...  Hücremde ordan oraya yürüyorum. Benim içeri atılıp yargılanmam İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde tartışmalara, endişelere neden olmuştu. 

1889 yılında İttihat ve Terakki'yi kuran dört kişiden biri olan Ankara Valisi Doktor Reşid, Talat Bey'e telgraf çekmişti. Demişti ki: "Biz hâlâ inkılap devrindeyiz. İnkılaplardan ve hususiyle Fransız İnkılabı Kebiri'nden efal ve harekâtımız için bir dersi ibret almalı ve inkılap ricalinin akibetini unutmamalıyız. Jakobenlerin ihtilaf ve iftirakı inkılabın en necip evlatlarını yutmuş ve Napolyon hâkimiyet ve istibdadını doğurmuştur. Danton'un düşen başı Fransa'nın meşrutiyet ve hürriyetini yarım asır müddet için alıp götürmüştür. İhvan arasında bir anlaşmazlık olmuşsa bir aile erkân ve efradı gibi birleşelim. Haricî düşmanlarımızı sevindirmemek ve bu ecnebi düşmanlara fırsat vermemek için ani, makul ve müessir bir tedbir ve hareket lazımdır." 

Talat Bey'in verdiği cevabı tahmin edersiniz herhalde: "İstanbul'da ikilik yoktur. Efradı Cemiyet'ten Yakub Cemil'in fırka kumandanı olmamaktan mütevellit infialinden istifade ile münferit bir sulh akdi cereyanı tevlit edilmek istenilmiş ve Yakub Cemil'in bir aralık bu fikri benimseyerek icrasına teşebbüs ettiği ve maiyetinde bulundurduğu çete efradından bazılarını bu maksatla teslih ettiği ahiren Divanı Harp'çe tahakkuk ederek idama mahkûm olmuştur..."

Talat Bey'in beni idama mahkûm ettirdiğini biliyordum. Ne yapalım, "takdiri ilahî!" Ancak kişi ümitlenmeden de yapamıyor. Sonucu bilmemenin verdiği sinirlilik çöktü üstüme. Hücremde dolanıp duruyorum... 

Doktor Reşid Diyarbakır valiliği döneminde Ermeni tehcir olayının başlıca faillerinden biri olarak itham edilip Bekirağa Bölüğü'ne kondu. Ünlü Bekirağa Bölüğü'nden ilk kaçan kişi o oldu. İtilaf devletleri İstanbul'u ayağa kaldırdı. Hükümet Doktor Reşid'i yakalamak için elinden geleni yaptı. 25 Ocak 1919 tarihinde Beşiktaş'ta çevresi polis tarafından sarıldı. Doktor Reşid ağzına tabanca sıkarak intihar etti. 

Tan yeni yeni ağarıyor. Süleymaniye Camii'nin heybetli kubbelerini seyrediyorum. Sabah ezanı henüz bitmişti ki, hücremin kapısının hafifçe vurulduğunu duydum. Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey, yumuşak bir sesle, yukarıdan beklediklerini söyledi. İdam edileceğim artık kesindi. İsmail Hakkı'ya sağ elimle kendi boğazımı sıkar gibi yaparak, "Hakkı’cığım böyle mi?", silahın tetiğine dokunur gibi şahadet parmağımı oynatarak, "Yoksa böyle mi?" diye sordum. İsmail Hakkı mütevazı bir ifadeyle, hiçbir malumatı olmadığını söyledi, sadece yukarıdan istenildiğimi tekrarladı.

Artık son dakikalarımı yaşadığımı anladım. İsmail Hakkı'dan aptes almak için müsaade istedim. Koridordaki musluğa gidip, kollarımı sıvadım. Ellerimi, kollarımı, ağzımı yıkadım, aptes aldım. Son dualarımı yaptım. Temiz iç çamaşırlarımı giydim. Ve hücreden çıktım. Ellerime kelepçe takmadılar. Tökezlemeden, başım yukarıda, dimdik yürüyorum. Her yer nöbetçilerle dolu, kasvetli, sessiz bir hava bölüğün üzerine çökmüş. Kimse yüzüme bakamıyor. Yüzlerce nöbetçinin dolaştığını görünce dayanamadım. "Silahsız bir adam için bu kadar kalabalığa ne lüzum gördünüz?" Cevap veren olmadı. 

Sessizlik insanın içini ürpertiyor. Dış kapıya yaklaştığımızda arabanın hazır olduğunu gördüm. İtfaiye Bölüğü kasaturalarını silaha takmış, Süvari Kıtası da kılıçlarını kınından çıkarmıştı. Kılıçların ışıltıları altında arabanın kapısını kendim açtım ve hızla içeri girdim. Bu "tören" bir an önce bitsin istiyorum. Herkesin işi vardır, meşgul etmeyeyim. Savcı Yardımcısı Reşid ve Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Beyler bir başka arabaya bindiler. Benim arabamın yanında, at üstünde, soruşturma üyelerinden Veli, İnzibat Bölük Komutanı İhsan Beyler geliyorlardı. Arabayı bir süvari bölüğü önden, bir diğer süvari bölüğü de arkadan koruyordu. 

Haliç kıyısını izleyerek Eyüp'e doğru ilerliyoruz. Deniz kızıl kızıl tüm güzelliğiyle parlıyordu. Eyüp'e geldiğimizde yol üzerinde bir karpuz sergisi gördüm. Karpuz alınmasını İhsan Bey'den rica ettim. Beni kırmadı. Son lokmamı arabanın içinde iştahla yuttum. 

Enver Paşa, cezanın infazı için Talat Bey'e kendisinin beklenmesini sıkı sıkı tembih etmişti. Talat Bey'i yakından tanıdığı için, bir oldubittiyle karşılaşmak istemiyordu anlaşılan. Tabiî Talat Bey beni şaşırtmamıştı. Enver Paşa'yı beklemeden, mazbatanın hazırlanmasını emretmişti. Gelen evrakı da vakit kaybetmeden Merkez Komutanlığı aracılığıyla Harbiye Nezareti'ne göndermişti.

Enver Paşa yurtdışında olduğu için Harbiye Nezareti'ne de, Dâhiliye nazırı olarak kendisi vekâleten bakıyordu. Karar hemen onaylamıştı. Gereğinin yapılması için evrakı hemen Merkez Komutanlığı'na da göndermişti. Merkez Komutanı Cevad Bey cezamın kürek cezasına çevrilmiş şekliyle onaylanacağını beklerken, aynen onaylandığını görünce yanlışlık olduğunu düşünüp Harbiye Nezareti'ne istirhamname yazarak bu durumun düzeltilmesini istiyor.

Söylediklerine göre Merkez Komutanı Cevad Bey diyor ki: "Yakub Cemil Bey'in Meşrutiyet'in ilanı günlerinde fedakârca hizmetleri görülmüş ve Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkıp Meşrutiyet'i yok etme amacı güden hareketleri etkisiz kılmakta da büyük yararlılığı görülmüş olmasından dolayı bu cihet kendisi hakkında takdiri hafifletme sebebi teşkil ettiği gibi bu zatla birlikte aynı suçtan dolayı sanık olan öteki kimselerin kısmen beraat etmesi, kısmen de cezadan affedilmiş olması suretiyle ceza dışı kalmalarından anlaşıldığına göre adı geçen Yakub Cemil Bey'in sözü edilen eylemlerinin tek başına yapılması da ayrıca kanunî hafifletici sebeplerden bulunduğundan, yüksek Nezaret makamları uygun gördükleri takdirde idam cezasının ömür boyu küreğe çevrilmesi suretiyle hükümlünün affa mazhar kılınmasına atıfet buyurulması arz olunur."

Zabit çocuklar söylemiyordu ama ben anlıyordum, Talat Bey yazıyı görünce hiddetlenmiştir. İdamımın acele yapılmasını emretmiştir. Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Haliç kıyılarını seyretmek hep hoşuma gitmiştir. Silahtarağa Köprüsü'nü geçip, Kâğıthane Köprüsü'nün gerisinde bir sırtın önünde durduk. 

O güne kadar ağzıma sigara koymamıştım. Ama arabada bizim zabitlerden bir tane istedim. Onca kez ölümle burun buruna yaşamış, silah, kan hayatımdan eksik olmamıştı. Ama hiçbir zaman tütüne ihtiyaç duymamıştım. Şimdi ise bayağı iyi gelmişti. Araba durdu. Ağzımda sigara olmasına rağmen ellerim cebimde indim arabadan. Bir sigara daha isteyip yaktım.

Bir manga silah çatmış asker gördüm. Demek beni bekliyorlardı. Karşılarında bir kazık var. Bir de kenarda bir piyade bölüğü. Şimdiye kadar görmediğim tedbir alınmıştı benim için. Ne gereği varsa... Bir sigara daha istedim. Sigaramı içerken Savcı Yardımcısı Reşid Bey idam fermanını okumak isteyince sözünü kestim: "İstemez... İstemez... Okumayınız! Ben idamımın sebebini biliyorum, hacet yok. Fakat şunu söyleyeyim ki, memleketimi felaketten kurtarmaya çalıştım. Memleketi mahvedenlerin yakın zamanda benim akıbetime uğrayacaklarını görürsünüz!.." Bir vasiyetimin, aileme tebliğ edilecek bir sözüm olup olmadığım sordular. "Param malım yok ki sana söyleyecek lafım olsun. Çoluk çocuğuma Cemiyet ve arkadaşlarım bakar. Benim bir tek ailem vardı: İttihat ve Terakki! Ki benim ailemi ne aç bırakır, ne çıplak!"

Müftü de dinî telkine başlamıştı ki ona da izin vermedim: "Zahmet etme Hocam, ben Allah'a karşı görevimi yaptım, sana lüzum yok!" Cebimdeki altın saatle parmağımdaki yüzüğü çıkardım ve eşime vermelerini istedim. İttihat ve Terrakki'ye dua ettim. "Askerleri benim yüzümden bekletmek, işgal etme doğru değildir" diyerek kazığa doğru ilerledim. Arkamı dayadım. Yüzümü müfrezeye çevirdim. Ellerimi ve gözlerimi bağlatmak istemiyordum. "Söz veriyorum, bulunduğum noktadan kımıldamam, ölüme gözlerim açık olarak gitmek isterim!" dedim. Kabul etmediler. Ellerimi ve gözlerimi bağlamak üzereyken, kurşuna dizecek müfrezenin subayına, "Subay Efendi, görevini iyi yap ve yaptır! Hükümetin emrini unutma! Kalbime nişan alın. Yoksa bu kalp kolay kolay durmaz. Başka söyleyecek bir şey kalmadı" dedim. "Yaşasın İttihat ve Terakki" diye bağırdım. Sonra keskin bir düdük sesi ve hemen ardından patlayan on dört tüfek... Zor nefes alıyordum... Yanı başımda bir sürü fısıldaşma... Sonra, sonrası karanlık...

Soner Yalçın, ‘’Teşlilatın İki Silahşörü’’,  Doğan Kitap, 2007

Osman AYDOĞAN


Nelson Mandela, namı diğer Madiba

05 Aralık 2020

Nelson Rolihlahla Mandela ya da kabiledeki adıyla: Madiba…

Mandela,18 Temmuz 1918 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bir köyün kabile reisinin oğlu olarak dünyaya gelir… Fort Hare Üniversitesi ve Witwatersrand Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alır…

Mandela hukuk eğitimi esnasında sömürgecilik karşıtı hareketi benimser. Hukuk eğitimini bitirdikten sonra da sömürgeciliğe karşı olan ANC (Afrika Ulusal Kongresi) partisine katılır. ANC’nin gençlik kollarının kurucu üyesi olur… Avukat olarak çalışırken sürekli olarak söz ve eylemlerinden dolayı 1962 yılında tutuklanır... Mandela, hükûmeti devirmek için komplo kurmak ve sabotaj etmekten dolayı 1964 yılında idamla yargılandığı davadan ömür boyu hapis cezası alır. (Dava uluslararası çapta yankı uyandırınca Mandela ve beraberindeki yedi kişinin cezası ömür boyu hapse çevrilir.) 1990 yılına kadar hapiste kalır… Hapiste geçen 27 yılın sonunda onun için başlatılan uluslararası bir kampanya sayesinde 72 yaşında iken tekrar özgürlüğüne kavuşur…

Mandela hapiste iken, 1969 yılında, oğlu Madiba Thembekile  25 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Madiba Thembekile’nin, hapishanedeki Mandela'nın direnişini kırmak için bir suikasta kurban gittiği üzerinde rivayetler vardır.

Mandela, hapishaneden çıktıktan sonra ANC başkanı olur. 1994 yılında yapılan seçimleri açık ara kazanarak Güney Afrika Cumhuriyetinin ilk siyahi başkanı seçilir… 1994-1999 yılları arasında görev yapar. Devlet başkanı olduktan sonra Güney Afrika'daki Apartheid (ırk ayrımı) yasalarını ortadan kaldırır… Yeni bir anayasa yaparak, toprak reformu, yoksullukla mücadele, sağlık ve eğitim politikalarıyla ülkesini kalkındırır…

1994 yılında yaptığı anayasada Güney Afrika’nın insan haklarına saygılı bir hoşgörü toplumu olacağı vurgusu yapılır… 27 yıl boyunca hapis yatarken, özellikle beyaz gardiyanlar tarafından baskıya uğramasına rağmen beyazlara karşı nefret beslemez… Beyazlara karşı rövanşist ve intikamcı bir tutuma girmez… Kendisini ülkesinde siyaset üstü bir konuma taşıyarak ülkesinde birleştirici bir güç haline gelir...

Mandela, 1990 yılından 1999 yılına kadar Afrika Ulusal Konseyi siyasi partisinde parti başkanlığı yapar. Mandela, Libya ve Birleşik Krallık arasında Lockerbie Faciası'na ilişkin yürütülen müzakerelerde arabulucu olarak görev alır… 

Ülkesinde ikinci bir seçime katılmayı reddederek seçimle yerini yardımcısı Thabo Mvuyelma Mbeki'ye bırakır… Siyasetten sonra ulusal lider kabul edilerek Güney Afrika'da Ulusun Babası olarak kabul görür… Mandela, bu tarihten sonra ulusal lider olarak hayır işlerinde yer alır…

Mandela, başta 1993 yılında aldığı Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı sahibi olmak üzere 250'den fazla ödül sahibidir. Bu da kendisine son zamanlarında kendisinin uluslararası kabul gören bir barış elçisi olmasını sağlar… 1992 yılında kendisine Türkiye tarafından teklif edilen ‘’Atatürk Barış Ödülü’’nü Türkiye'deki anti-demokratik uygulamalar iddiasıyla reddeder…

Mandela, tam yedi yıl önce bugün 5 Aralık 2013 tarihinde 95 yaşındayken hayata veda eder… Resmi üç evliliği ve altı çocuğu vardır...

Mandela’nın sözleri

"Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım" (1964 yılında idamla yargılandığı mahkemedeki son sözleri.)

"Sadece özgür bireyler pazarlık edebilir. Mahkumlar sözleşme akdine giremez. Senin özgürlüğün ile benim özgürlüğüm birbirinden ayrı tutulamaz." (1985 yılında hapisteyken dönemin Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı Pieter Willem Botha'nın bir çağrısına cevaben kaleme aldığı bir açıklama.)

"Bu savaşta (apartheid'a karşı), öyle ya da böyle, ülkenin külleri üzerinde kalmış bir kazanan ve bir kaybeden olacak. Ancak kazanan da kaybeden de o küller üzerinde oturup, konuşmak zorunda olacaklar. İşte o an karşıdakine gösterecek olduğun tepki de, görecek olduğun saygı da, bugün gösterdiğin haysiyetle ilintilidir." (Robben Adası'nda tutukluyken, ülkenin cezaevlerinden sorumlu müdürü General Jc Steyn'e söyledikleri.)

"En büyük korkumuz yetersiz olmamız değil; en büyük korkumuz haddinden fazla güçlü olmamız. Bizi en çok korkutan, karanlığımız değil aydınlığımız. Biz kendimize, 'ben kimim ki, muhteşem, harikulade, yetenekli, şahane olayım?' diye soruyoruz; ama aslında, neden olmayasanız ki? Sizler Tanrı’nın çocuklarısınız ve kendinizi küçük görmeniz dünyaya fayda sağlamıyor. Diğer insanların yanınızda güvensiz hissetmemesi için kendinizi küçültmenin hiç aydınlık bir yanı yok. Hepimizin çocuklar gibi ışıldaması gerekiyor. Bizler içimizdeki Tanrı’nın ihtişamını yansıtmak için dünyaya geliyoruz; bu sadece bazılarımızın değil, hepimizin içinde mevcut. Kendi ışığımızın parlamasına izin verdiğimizde, fark etmeden başkalarının da bunu yapmasına izin vermiş oluyoruz. Korkularımızdan özgürleştikçe, varlığımız doğrudan başkalarını da özgürleştiriyor." (1994 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmadan.)

"Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter."

"Hiç bir insan doğar doğmaz bir başkasından ten rengi, kökeni ve ya dini nedeniyle nefret etmez. İnsanlar nefret etmeyi sonradan öğrenir. Ve nefret etmeyi öğrenebildiklerine göre, onlara sevmeyi öğretebilmek de mümkündür. Çünkü zıttı olan nefretin tersine sevgi insan kalbi için çok daha doğal bir duygudur."

‘’Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.’’

‘’Düşmanınla barış yapmak istiyorsan, onunla beraber çalışmalısın. Sonra arkadaş olacaktır.’’

"Çocuğa nasıl davranıldığı toplumun ruhunu en açık sekilde ortaya koyan göstergedir."

‘’Büyük bir tepeyi aştığında insanın bulacağı şey, daha aşılacak çok tepelerin olduğudur.’’

 "Cesaret korkunun olmaması değil, korkunun üstesinden gelebilmektir."

"Hiçbir zaman kaybetmem, ya kazanırım ya öğrenirim."  

‘’İyi bir kafa ve iyi bir kalp, her zaman zorlu bir kombinasyondur.’’

‘’Yapılana dek, her zaman imkânsız gözükür.’’

‘’Bu ideal uğruna ölmeye hazırım.’’

‘’Ben acı çekmedim. Günü yaşamanın önemini ve yarını çok düşünmemek gerektiğini öğrendim.’’

‘’Dünyayı değiştirmek için kullanabileceğiniz en güçlü silah eğitimdir.’’

‘’Mücadele benim hayatımdır.’’

Bir diğer Mandela

Görüldüğü gibi Mandela, devrimci, örnek bir liderdir. Ancak görüldüğü gibi… Hayat gibi insanlar da siyah beyaz değildir. İnsanların da liderlerin de gri alanları vardır… Görülmeyen yanları vardır… Bilinmeyen yanları vardır. Ayrıntılara girince farklı olan yanları vardır…

Mandela'nın bir teröristten "barışın simgesi devlet adamı, devrimci, özgürlük savaşçısı" kimliğine evirilmesi hikâyesi bizlere pek de yabancı gelemeyen tarihte yazılmış en etkili hikâyelerden birisidir. Çünkü Mandela’nın lideri olduğu ANC sadece Güney Afrika’da değil aynı zamanda uluslararası sermayeye bağlı, kendi halkına da düşman bir katiller ordusudur…

Batılılar bu devrimci ve örnek lider Mandela'yı çok sevmişlerdi, hem de çok...

Batılılar Mandela’yı çok sevmişlerdi, çünkü;

Mandela, devrimin eşiğine gelmiş isyan halinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul etmeye başarıyla ikna etmişti.

Mandela, Güney Afrika'yı IMF programlarını uygulayan, küresel maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye için güvenli bir ülkeye dönüştürmüştü. Ülkelerinde haklarını arayan onlarca madenci bizzat Mandela’nın lideri olduğu ANC tarafından öldürülmüştü…

Mandela, asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmemişti. 

Mandela sayesinde ırkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney Afrika işçi sınıfının ve yoksullarının yaşam koşullarında bir düzelmeye yol açmamıştı. Mandela, hapisten çıkarılıp devlet başkanı yapıldıktan sonra Güney Afrika'nın insanlarının bırakın özgürlüğü, son 26 yıl içinde dünyanın en fazla sömürülen pazarlarından ve dünyanın en sağlıksız ve en dejenere toplumlarından birisi haline geldi… Mandela zamanında Güney Afrika’da gelir dağılımı eşitsizliği birkaç kat arttı….

Mandela’nın başkan olduktan sonraki dostlarına bakarsanız karşınıza çok sayıda beyaz ve milyarder kapitalist karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi olmadığını görürsünüz.. 

Mandela ile Güney Afrika'da değişen tek şey, beyaz yöneticilerin yerini siyah yöneticilerin almış olmasıdır… Ezilen, aç kalan, sömürülen yine aynı halktır…

İşte cenazesine Bush’tan Cameron’a (Mandela’nın idamını istemiş zamanında), milyarder işadamlarına, Guantanamo’nun üzerinde oturan, insansız uçaklarla sivillerin ölüm fermanlarını imzalayan Obama’ya, en gerici gazetelerden sosyal demokrat yazarlara kadar katılanların arkasında yatan gerçek budur. 

Bu beyaz adamlar Mandela'yı neden sevmişlerse aynı beyaz adamlar Mustafa Kemal Atatürk'ü aynı nedenle sevmemişlerdir.  Bir de işin garip tarafı; Mustafa Kemal Atatürk'ü sosyalist olmadığı gerekçesiyle sevmeyen, eleştiren, İkinci Cumhuriyetçi, liboş, ‘’yetmez ama evet’’çi Türkiye’nin tatlı su solcuları, yine sosyalist olmayan, kapitalist ve emperyalizm işbirlikçisi Nelson Mandela’yı çok sevip, öldüğünde ardından ağıt yakmış olmalarıdır…

‘’Long Walk to Freedom’’ Mandela’nın otobiyografik eseridir. Bu eserden yola çıkılarak "Mandela: Long Walk to Freedom"  (Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol) isimli filmi çekilir. 2013 yılı Güney Afrika ve ABD ortak yapımı bu filmde Mandela’yı Sierra Leone asıllı İngiliz oyuncu, yapımcı ve şarkıcı Idrissa Akuna Elba (Idris Elba) canlandırır… Ayrıca 2009 ABD yapımı Clint Eastwood'un yönettiği ‘’Invictus’’ (Yenilmez) isimli filmde kendisini Morgan Freeman canlandırır… Bu iki film de evde kapalı kaldığımız bu Koranalı günlerde seyredilmeye değer diye düşünüyorum…

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir... Demokrat, devrimci, özgürlükçü görünüp de emperyalizm işbirlikçi çok lider vardır dünyada…

Fareli köyün kavalcısının çıkardığı kaval sesi de muhtemel ki o çocuklara çok güzel gelmişti...


Osman AYDOĞAN


05 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü

05 Aralık 2020

5 Aralık 1934 yılında Ulu Önder Atatürk öncülüğünde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı verildi. O tarihten bu yana 5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanıyor…

Bu anlamlı gün; kadın ile ilgili sorunların dile getirilmesi, bu konudaki farkındalığın yaratılması, çağdaş, demokratik, ileri bir toplum için kadınların güçlendirilmesi ve cesaretlendirilmesi, söz sahibi olmaları, eğitim, istihdam, sağlık, siyaset, hukuk vb. alanlarda eşit fırsat olanaklarından faydalanmaları açısından çok büyük önem taşımaktadır.

Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi

Kadınsız bir devrimin giyotine benzediğini düşünen Mustafa Kemal Atatürk devrimini kadın hakları ile taçlandırır… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle eğitim tek sistem altında toplanır ve kadınlarla erkeklere eğitimde eşit imkânlar sunulur. 1925 yılında Kıyafet Kanunu ve 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanun’u ile kadınların yasal statüsü değişir, hem aile içinde hem de bir birey olarak eşit haklar tanınır...

Kadınlara 20 Mart 1930 tarihinde belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verilir... Kadınlara verilen bu haktan sonra yapılan ilk seçimlerde Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde Sadiye Hanım belediye başkanı seçilerek Türkiye'nin İlk kadın belde belediye başkanı olur… Türkiye'nin ilk kadın il belediye başkanı ise çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra 3 Eylül 1950 tarihinde yapılan yerel seçimlerde Mersin Belediye Meclisine seçilen Müfide İlhan ilk kadın il belediye başkanı olur…  

Kadınlar, milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına da 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliğiyle kavuşurlar. 8 Şubat 1935 yılında ilk kez meclis seçimlerine katılan Türk kadını 17 kadın milletvekili ile TBMM'ye girer… Ara seçimlerde ise bu sayı 18 olur… Böylece Türk kadınları, TBMM'deki tüm milletvekillerinin yüzde 4,5'ini oluşturur… O tarihlerden itibaren 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanır…

Avrupa'dan önce Türkiye’de kadının sahip olduğu seçme ve seçilme hakkı

5 Aralık 1934'de Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, o dönemde Avrupa'daki bazı gelişmiş ülkelerde bile kadınların bu hakkı bulunmaz… Seçme ve seçilme hakkına kadınlar; Fransa'da 1944, İtalya'da 1945, Yunanistan'da 1952, Belçika'da 1960 ve İsviçre'de 1971 yılında kavuşurlar… Bu şekilde Türk kadınları, Fransa, Hırvatistan, Slovenya ve İtalya'dan 11 yıl, Romanya'dan 12 yıl, Bulgaristan'dan 13 yıl, Belçika'dan 14 yıl, İsviçre'den 36 yıl, Yunanistan'dan 15 yıl önce seçme ve seçilme hakkına sahip olurlar…

Dünya Kadın Hakları Gününün tarihsel temeli

5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü’nün temelini ise Fransız kadın filozof, yazar, kadın hakları savunucusu, aktivist ve oyun yazarı Olympe de Gouges (1748 – 1793)'un 1791 yılındaki ‘’Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi'’’nden alır. Bildirgede kadınların hukuki, politik ve sosyal alanda erkeklerle eşit kılınması gereği anlatılır…

Fransız Devrimi’nde kadınlar sokağa dökülerek önemli rol oynarlar. Fakat devrimin şekillenmesiyle evrensel olduğu iddia edilen hakların belli bir cinsle sınırlanmış olduğu görülür…. Devrimden sonra kadınlar adeta görmezden gelinir, kadınlar insan ve yurttaş kategorisinde görülmezler.

Fransız devrimine olan inancını kaybeden Olympe de Gouges, 1791’de kadınlar için eşit politik hakları talep eden Cercle Social derneğine katılır. Olympe de Gouges’in bu derneğin bir toplantısında söylediği “Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” sözü Olympe de Gouges’in ünlenmesini sağlar… Birkaç gün sonra Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesini yayınlanır…

Olympe de Gouges, aynı yıl Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne karşılık kendi Toplum Sözleşmesini kaleme alır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı evliliği savunur. Ona göre ‘’geleneksel evlilik güven ve sevginin mezarıdır. Bu nedenle, evli çiftlerin mülkü ortak olmalıdır.“

1789 Fransız Devrimi’nin öncü gücü Jakobenler iktidara geldikten hemen sonra monarşi yanlılarını sindirmek için yirmi bini aşkın insanı katlederler. Bu dönemi ‘’devrimle tiranlığın yer değiştirmesi’’ olarak tanımlayan Olympe de Gouges de payını alarak giyotine mahkûm edilir. Olympe de Gouges giyotine giderken şu sözleri dile getirir:

“…Titreyin, çağdaş tiranlar! Mezarımın derinliklerinden duyulacak sesim. Cesaretim, sizin daha barbar davranmanıza neden oluyor…”

Türklerde kadın ve toplumdaki yeri

Türklerde kadının sosyal hayattaki statüsü tarihte şimdikinden çok daha ileri idi… Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (İstanbul, 1930) isimli bir eseri var. Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde şunları yazar:

“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”

“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”

“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.” 

“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”

Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğini vardı. Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvandı. Selçuklu İmparatorluğunda belediye başkanları kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi... Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi buradan gelir. Gevher Nesibe Hatun Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetmişti, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımı vardır. Gevher Nesibe Hatun döneminde Kayseri'de yaptırdığı han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) ve birçok eser vardır. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin ismi de buradan gelir.

Ayrıca İslamiyet’in Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çoktur. Bunlardan bazıları; Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür, İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun’dur.

Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Araplaşan Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanır. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlar, Osmanlı çöküşün nedenini anlar ve Osmanlı da kız çocuklarının eğitimine ve kadınlara önem vermeye başlar. Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlar ve 1858’de kız rüşdiyeleri açılır.  1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılır. 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak kızlar için en yüksek eğitim kurumu olur. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izler.1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılır.

Arap kültüründe kadın

Girişte bahsettiğim gibi Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statüsü farkı yoktur.  Arap kültüründe kadının kendisi de yoktur, ‘’adı’’ da yoktur. Arap kültüründe kadın numaralanır, sıralanır.  Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına veya fizyolojik görünümlerine göre verilir.

Doğum sırasına göre örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.

Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')

Tilte: Telat veya selaseden türemedir Türkçede üçüncü demektir. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.

Hamse: Arapça beş demektir. Beşinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.

Sitte: Arapça altı demektir. Altıncı doğan kız çocuğuna verilir. Harran’da yaygın bir isimdir.

Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur. Yedinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. 

Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanır. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini verirler. 

Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:

Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Kezzibân: İslam aleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.

Türklerde, Anadolu’da ise kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir. Türk kadını Hanım ağadır, hanım efendidir, ‘’Hatun’’dur. Türk kadını ''Derya''dır, ''Deniz''dir; ''Engin''lere açılır. Türk kadını ''Nergiz''dir, ''Çiğdem''dir, ''Çiçek''tir, ''Gül''dür, ''Gülseren''dir; ''Doğa''ya ''Serpil''ir. Türk kadını ''Sevim''dir, ''Sevigen''dir, ''Sevgi''dir; ''Sevda''dalarda ''Sevi''lir... Türk kadını ''Sevinç''tir, ''Sevin''dir, ''Neşe''dir, insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürür... Türk kadını ''Canan''dır, ''Candan''dır, çevresine, sevdiklerine ''Can'' verir...

Kadın nedir?…

Yıllar önce üstat Çetin Altan’ın kaleme aldığı ‘’Kadın’’ isimli bir makalesi vardı… Daha önceki bir yazımda da bu makaleye yer vermiştim. Özet olarak şunları söylerdi üstat:

‘’Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir ‘eğitim’ sorunu değil, bir ‘anneler’ sorunudur. Çocukların 3-7 yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...

Evde ut, keman, piyano çalan, gazete okuyan bir annenin çocuğuyla; salt inek sağan, tarlada çalışan, pamuk toplayan bir annenin çocuğu; aynı ‘öğrenim’den geçseler bile, - genellikle - eşdeğer bir algılamanın ortaklığında buluşamazlar.

Çünkü ‘eğitim’ okullarda değil, evde anadilini öğrenirken 3-7 yaş arasında mayalanır. Okullar, evdeki mayalanmanın değişik fırınları gibidirler. O mayadan ekmek, francala, kurabiye, çörek, pasta vs. çıkarırlar... Salt okul yetmez, - genellikle - çocuklarda maya oluşturmaya...

Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen ‘sıra dışı biri olarak görünme’ tutkusuna dönüşür...

Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında ‘bilek bükme’ oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...

Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... ‘Erkek millet’ olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?

‘Erkek millet’ olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Pek benimsediğimiz, ‘biz erkek milletiz’ böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki... Erkekler zart zurtçu, kadınlar ‘bana ne başkalarından be’ci oldu...

Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı ‘adam sende’ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...

Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...’’

Böyle yazıyordu üstat yıllar önce…

Günümüzde Türk toplumunda kadının yeri

Değişen nedir?


Yine dışlanır kadın çalışma hayatından, sosyal hayattan…


Yine Kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…

''Kadın sokağa çıkmasın'', ''kadın gülmesin'', ''kadın konuşmasın'' vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…

Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum yüzündeki hüzün neşidelerinin çığlıkları arş-ı alaya yükselen insanlar topluluğu haline getirilir…

Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…

Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…

Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek, din kisvesi ve sıfatı altında kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…

Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar… Hem de bu konuda önlem alabilecek en yetkili kişi, kurum, bakan ve kadın oldukları halde...

Kadın sosyal hayatın içinde olmaz ise…

Kadınlardaki bu eğitimsizliğin, kadınları çalışma hayatından, sosyal hayattan bu dışlamanın, eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir neslin sonucu ne olur biliyor musunuz?

Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda:

Bir lokma ekmek peşinde koşan gencecik insanları denetimsizlikten, ihmalden maden ocaklarında diri diri gömülür….

Devletin her kademesine ve askeriyenin en zirvelerine yerleşir FETÖ’cüler, darbe yapma kalkarlar, memleketin günahsız 300’e yakın insanı çiğnenir tank paletleri altında…

Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda… 

Yine hesapsızlıktan, kitapsızlıktan bir mezhep uğruna gencecik askerlerini kırdırırlar Suriye’nin çöllerinde…

Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…

Yine denetçilerin denetimsizliğinden, ilgililerin ilgisizliğinden 17 küçücük kız çocuğunu beton blokların altına gömerler diri diri… (1 Ağustos 2008, Konya Balcılar Beldesi'nde Süleyman Hilmi Tunahan cemaatine ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu’nda gaz sıkışması nedeniyle yaşanan patlama ve çöken bina..)

Yine cemaatten diye denetimsizlikten, yine ilgisizlikten, yine ihmalden 11 kız çocuğunu yakarlar diri diri…  (29 Kasım 2016, Adana Aladağ ilçesi)

İsterseniz başa dönün bir daha okuyun üstat Çetin Altan’ın yazısını…

Ve ben devam edeyim üstadın bıraktığı yerden:

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz… Bir mezhep uğruna Suriye’nin çöllerinde gencecik insanlarınızı harcarsınız…

Sonra da gözyaşları dökersiniz müstakbel annelerini toplumdan dışlayan, eğitmeyen, kadına hak ettiği hakkını vermeyen her toplum gibi…

Sonuç

Kadın hakları, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına verilen bir isimdir. Ancak kadın hakları sadece kadınlara verilen bir ayrıcalık değildir. Kadın hakları; toplumun istikbalini, geleceğini kurtarmaktır, kadın hakları; çağdaş dünya ile rekabet edebilmektir, bu vahşi dünyada ayakta kalabilmektir, onurlu ve gururlu yaşamaktır. 

Halil Cibran haykırırcasına der dururdu zaten: ‘’Toplum hayatının gelişmesinde eğitimli bir kadın bin erkekten daha etkilidir’’ diye…  Ziya Gökalp de Malta'da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda işte tam da Cibran’ın söylediği nedenle eşinden kızının okutulmasını ısrarla talep eder. Çünkü kadınını eğitmeyen, kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku, kısaca kadına hakkını vermeyen toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, yozlaşmaya, ilkelleşmeye mahkûmdur…

Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamak demektir... Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek kadını ''Hatun'' olarak eski Türklerde olduğu gibi ''Hakan'' seviyesinde sosyal ve siyasi hayatta eşit kılmak demektir.   

Mustafa Kemal Atatürk işte tam da bu nedenle Cumhuriyetin İlanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle der: "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz İlgisizlikten İleri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı İşlemezse, o sosyal toplum felçlidir." 

Yaşayarak görüyoruz işte…

Ey Türk kadını! Mustafa Kemal Atatürk sana şöyle hitap ederdi: 

'’Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.''

Unutma!

Osman AYDOĞAN




Hafta sonu hikâyeleri (2)

04 Aralık 2020

Malum hafta sonu sokağa çıkma yasakları var… Ben de bugünkü yazımı hafta sonu okunmak ve üzerinde düşünmek üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…


Arkadaş 

Arkadaşları ile geçinemeyen, huysuz ve kötü karakterli bir evlat varmış. Bir gün babası, ona çivilerle dolu bir torba vermiş ve bahçedeki tahta perdenin önüne götürmüş: "Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her seferinde bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.


Genç, birinci günde tahta perdeye bir hayli çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki, hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası, onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş: "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdeden bir çiviyi çıkar, sök." demiş.

Günler geçmiş... Bir gün gelmiş ki, her çivi çıkarılmış. Tahta perde bomboş kalmış...

Babası ona; "Aferin, iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak, artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşına bin defa, kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak demiş.

Önyargı

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar.


Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer.

Ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır... Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir...

Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.

Einstein'ın söylediği rivayet edilen bir söz var:

"insanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor…"

Yangın

Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Tanrı'ya yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...


Daha sonra rüzgârdan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden artakalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Tanrı'ya dua ediyordu.

Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman dansede dansede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı.

"Tanrım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Tanrı'ya bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.

Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı! "Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara.

Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:

"Dumanla verdiğin işareti gördük!"

Affetmenin dayanılmaz hafifliği

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “0 zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.


Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”

Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? Hep yanınızda olacaklar.”

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?”

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: “Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhunuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığınız bir iyiliktir.

Bir araştırma: Affetmeyi bilenler daha az acı çekiyor…;

Amerikalı bilim adamları, affetmesini bilen insanların, hem ruhen hem de bedenen daha sağlıklı olduğunu iddia etti. Stanford Üniversitesi'nde görevli Frederic Luskin ve ekibi, San Francisco kentinde oturan 259 kişi üzerinde araştırma yaptı. Hakarete uğramış kişilerden seçilen katılımcıların, affetmeyi öğrenmeleri sağlandı. Kendilerine zarar verenleri affeden katılımcıların çoğu, deney sonrasında daha az acı duyduğunu belirterek, stresten kaynaklanan sırt ağrısı, uykusuzluk ve mide ağrısı gibi fiziksel belirtilerin de önemli ölçüde azaldığını kaydetti.

Gül veren elde gül kokusu kalır

Uzun yıllar önce Çin’de Li-Li adlı bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinilmenin çok zor olduğunu anlar. İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır.


Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev; onun ve annesi ile karısı arasında kalan eşi için de cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kız doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır.

Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir iksir hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanasının yemeklerine koymasını söyler. Zehir az az verilecek böylece onu gelinin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranmaya başlamıştı.

Evde artık barış rüzgârları esiyordu. Genç kız kendisini ağır bir yük altında hissetti. Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkânının yolunu tuttu ve şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li’ ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

“Sevgili Li-Lİ” dedi, “Sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça o da dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz.”

Kıssadan hisse: Eski bir Çin atasözü şöyle der; gül veren elde gül kokusu kalır.

Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.

Gül Yaprağı

Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.


Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

***

Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim.... Evde kalın sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN




Sevgili Arsız Ölüm


03 Aralık 2020


2020 yılının Mart ayından beridir gündemimizde bu salgın Korona… Ve her akşam TV’lerde, sabah gazetelerde istatistikler: Vaka, hasta, yoğun bakım, entübe ve ölüm sayıları… Her ölüm haberi bana Latife Tekin’in ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ (Adam Yayınları, 1083) isimli kitabını hatırlatıyor…

Yıl 1983 Sonbaharı… Elimde Latife Tekin’in yeni çıkmış kitabı: ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ Kitabın adı bana cazip gelmişti, sırf adı için almıştım kitabı…

Ölüm üzerine

Ölüm bana yabancı değildi... Memleketimde ölümle, mezarlıkla iç içe yaşardık… Hastane nedir bilmezdik, insanlar evlerinde ölürdü. Mevta herkesin içinde yıkanırdı, mevta yıkandıktan sonra musalla taşında cenaze namazını bekler, namazdan sonra da zaten kasabanın hemen kıyısındaki mezarlığa kadar omuzlarda taşınırdı. Cenaze arabası da nedir bilmezdik. Çoluk çocuk herkesler definde hazır bulunurdu. Zaten kasabının evlerinin bir kısmı da mezarlığa bakardı... Memleketimizde ölüm ile hayat iç içeydi… Sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesi gibi doğal bir olaydı ölüm, şimdiki gibi korkunç bir şey değildi ölüm…

Sonra, sonra yıllar sonra Şehriyar bana ölümü çok daha basitçe anlatmıştı… ‘’Doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur’’ derdi Şehriyar, ‘’ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz’’ derdi Şehriyar.

Gabriel García Márquez’in “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm’’ (Cem Yayınevi, 1990)  kitabının içinde ölümle ilgili 12 hikâye vardı. Latife Tekin’in kitabını da ölümü böylesine feylezofça anlatan bir kitap diye almıştım…

Goncalos masalları

Kitap çok akıcı bir dille yazılmıştı… Kitabı soluk soluğa, su içer gibi okumaya başlamıştım... Sayfalarda ilerledikçe hem beklentim konusunda yanıldığımı anladım hem de şaşırıp kaldım... Kitap hiç de ölüm hakkında öyle feylezofça söylemlerden bahsetmiyordu. Roman kahramanı adı Dirmit olan küçücük bir kız çocuğu vardı ve bu kız çocuğu beni, benim çocukluğumu, memleketimde anlatılan Goncalos masallarını, cinleri, perileri anlatıyordu... Daha ilkokuldayken o zaman henüz elektriği olmayan Sindel (şimdi Kovalı) köyünde evlerinde yaz tatillerimi geçirdiğim Akkız ablamın (kulakları çınlasın) aynısını anlattığı Goncalos masallarını, cinleri, perilerini anlatıyordu bu Dirmit kız... Ortaokuldan sonra gittiğim İstanbul’da yatılı okulda da benim gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarım da anlatırlardı bu cinli, perili masalların aynısını…

O zaman kitabı yolda, otobüste, trende okuduğum için meraklı gözlerden saklamak için kitabı kaplayarak okurdum… Hemen kitap kabını çıkararak bu yazar kim diye biyografisini okumaya başladım… Aman Allah’ım ne göreyim? Latife Tekin hemşerim çıkmasın mı?  Latife Tekin Kayseri Bünyan doğumluydu. Ben de Kayseri Yeşilhisar... Latife Tekin benden de sadece bir yaş büyüktü...


Kitap daha ilk baskısını yapmıştı… O zaman henüz Latife Tekin’i kimsecikler de tanımıyordu… Kitabı bitirdiğimde dedim bir büyük yazar doğuyor… Çünkü şiir gibi, akıcı, masalımsı bir anlatımı vardı… Latife Tekin’in üslubunda Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” (Everest Yayınları, 1973) romanındaki Aysel’in o insanı boğan ağır havası, o karamsar atmosferi yoktu… 

Büyülü Gerçeklik

Sonradan öğreniyorum ki bu anlatımı edebiyatta ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ diye tanımlıyorlardı. ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ akımının en önemli özellikleri; anlatım esnasında fantastik ya da tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması ya da yan yana kullanılması, rüyalara, yerel mitlere, cinlerle perilerle dolu masalımsı hikâyelere yer verilmesiymiş. Arjantinli yazar Luis Borges'in 1935 te yayınlanan ‘’Alçaklığın Evrensel Tarihi'’ (İletişim Yayınları, 2014) isimli eseri, edebiyatta ilk büyülü gerçekçilik çalışması olarak kabul edilirmiş. Bu akımın en tanınmış eseri ise benim Latife Tekin’in kitabından bir yıl sonra (1984) okuduğum Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1967 de yayınlanmış olan '’Yüzyıllık Yalnızlık’' (Can Yayınları, 2016) isimli kitabıdır.  Marquez'in '’Yüzyıllık Yalnızlık’' isimli kitabını okurken dedim işte ikinci bir Latife Tekin… Ancak Marquez'in kitabı daha felsefi, daha bir kurgusal idi…

Latife Tekin kitabında Dirmit’i anlatırken, Dirmit de bana Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’in Zéze'sini hatırlatmıştı. Vasconcelos’i dünya çapında tanıtan eseri ‘’Şeker Portakalı’’nın (Can Yayınları, 2018) roman kahramanı da çocuk Zéze idi…

Latife Tekin

Latife Tekin Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk ("siyah üzüm dizini" anlamına gelirdi) köyünde doğar. Yedi kardeşten birisidir. Dokuz yaşına geldiğinde de ailesiyle İstanbul’a göç eder. Gerisini kendisi şöyle anlatır:

‘’Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkâr ve baskının bin çeşidi. Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”

Dirmit kızın ailesine ve köyüne fazla geldiği gibi Latife Tekin de bu ülkeye fazla gelmiştir… Ne sol düşünce değerini anlayabilmiştir ne de sağ düşünce, her iki tarafa da Sokratesin ''at sineği'' olmuştur Latife tekin. Öyle ki Yalçın Küçük ‘’Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları’’ (Mızrak Yayınları, 2011) adlı kitabında Latife Tekin’i ‘’Eylülist’’ olmakla suçlar. Yalçın Küçük, Latife Tekin'in ‘’Gece Dersleri’’ (İletişim Yayıncılık, 2012) kitabını solculuğu aşağılamak ve egemen görüşü dayatmak gerekçesiyle yerden yere vurur. Bu üslubu ile Yalçın Küçük soyadı gibi sadece kendini küçültür.

Sevgili Arsız Ölüm

Neyse konumuz Latife Tekin değil, gelelim biz ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’e…Bu kitapta Dirmit olarak aslında yazar kendisini anlattığı için kısaca yazardan da bahsetmek istedim…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’; kurgusuyla, içeriğindeki kültürel ve destansı ögelerle, şairane bir dille yazılmış Türk toplumunun cinli perili yüzünü anlatan Türk edebiyatının yüz akı müthiş bir eseridir. Elinize alıp da bırakamayacağınız, elinizden bırakamadığınız gibi bitmesini de istemeyeceğiniz enfes bir eserdir.

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’’de bir ailenin fertleri; Huvat (baba), Atiye (anne), Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye (kardeşler)’in köyde yaşadıkları, İstanbul’a göçleri, başlarına gelenler, köylüler, cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü olaylar anlatılır. Ama en çok da Dirmit anlatılır. Okurken siz de Dirmit olursunuz, zaman zaman içiniz acır, kalbiniz sıkışır, zaman zaman yüreğiniz daralır, zaman zaman bir çocuk kalbi gibi pır pır çarpar kalbiniz… Çünkü Dirmit sizin geçmişinizdir, çünkü Dirmit sizin çocukluğunuzdur, çünkü Dirmit sizin özlediğiniz masumiyettir…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’  Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk köyünden İstanbul’a (kitapta bu şehrin İstanbul olduğu verilmez) göç ettikten sonra yaşadığı maddi ve manevi yoksullaşma ile buna bağlı olarak içine girdiği dağılma sürecini anlatır. Dolayısıyla romanın esas meselesi yoksulluktur; sevgili arsız ölümü isteyecek denli yoksulluk...

Kitapta çok muazzam bir karakter olan ve aileye etkisi çok iyi ifade edilen anne Asiye kitabın merkezinde yer alır. Bu haliyle kitap Diirmit’in değil Aliye’nin kitabıdır denilebilir…

Kitaptan bazı bölümler

"Dirmit başını cama dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın başına başını dayadı. Bir tulumba ağladı, bir o ağladı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı, yıldızlar söndü."


"Sonunda Dirmit, yazmanın bir yolunu buldu. Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu. Yüreğini "güp!, güp!" artıran sözcüğü hemen kâğıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip attı."

"Sana bakarken gözlerimi kapasam karanlıkta kalırsın... Haberin var mı?" 

“Kabukları kaldırayım deme, derin yaralar açarsın.”

‘’Dirmit omuz silkti. Başını önüne eğdi, ağlamaya başladı. O ağlarken herkes elini yüzüne alıp bir köşeye çekildi. Sonra sırasıyla herkes düşündüğünü söyledi. Ortak bir karar verildi. Dirmit'e dama çıkmak, şiir yazmak yasak edildi. Allah’ın gökte duran yıldızlarıyla, yerde kaynayan suyuyla uğraşıp durduğu için yedi gün, evin içinde kimseyle konuşmama cezası verildi. Dirmit hiç ses etmeden kararı dinledi. Burnunu çekip gözünün yaşını sildi. 'Size mektup yazabilir miyim, peki?' dedi.''

Ve kitap içinde Dirmit’e ait dünyanın en güzel isyan cümlesini bağırır: "Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar!"

Ancak Dirmit direnir… Kitapları, şiirleri, doğa ile olan ilişkisi ile direnir. O desteğini yıldızlardan, ağaçlardan, dağlardan, taşlardan, kuşkuş otundan, rüzgârdan alır, şiirden ve kitaplardan alır.

Kitapta Atiye'nin Azrail ile boğuşması kitabın adına yakışır şekilde anlatılır:

“O gece Azrail, bir seni yoklayayım diyerek Atiye’nin yanına geldi. Onu uykusundan seslenip uyandırdı. Koltuğundan tutup yatağın içine oturttu. Elini, bir Atiye’nin yüreğinin üstüne koydu; bir ciğerinin üstünde gezdirdi. Hırıl hırıl öten nefesini dinledi. Sonra Atiye’ye vaktinin geldiğini bildirdi. Çocuklarını uyandıracak, onlarla sarılıp koklaşacak kadar Atiye’ye zaman verdi. Atiye Azrail’in ellerine sarıldı. Kocasıyla helalleşmeden alıp kendisini götürmemesi için yalvardı. Oğlu Seyit’in askerden gelmesini beklemesini istedi. Ama Azrail Atiye’nin başına gelip gitmekten yorulduğunu öne sürüp isteğini geri çevirdi. Atiye hiç olmazsa Nuğber’e bir haber edilecek kadar ömür diledi. Azrail vakit kalmadığını, yüreğinin kapakçığının artık açılıp kapanmaktan yorulduğunu, birazdan hiç açılmamak üzere kapanacağını Atiye’ye duyurdu. Atiye, ‘kapanmamasının bir çaresi yok mudur?’ diye bir umutla sordu. Azrail ona çare bulunsa rahmindeki yaranın büyüyüp yayıldığını, tüm içini sardığını, yaranın onu öbür dünyaya götüreceğini söyleyip elinden artık bir şeyin gelmediğini Atiye’ye bildirdi”

"Var gücüyle Azrail’i göğsünden kaldırmak için çırpındı. Azrail’in elinden sıyrılıp yatağın içinde dikildi. Ağzına geleni verdi veriştirdi. Atiye'nin Azrail ile kavgaya tutuşması, kendisine karşı inancını bozması Allah’ın gücüne gitti. Azrail’e Atiye'nin başından geri çekilmesini emretti. Atiye'ye 'sancılarıyla ve yaralarıyla yaşama cezası' verdi."

Atiye Tanrı'ya karşı geldiği için eli sopalı zebanilerle karşılaşır: “Atiye ilkin hiç o yerli olmadı. Sonra, ‘ne sopasıymış anam bu!’ diye yandan aldı. Olmayınca dikine verdi, ‘benim gibi içi yaralı bir kadını dövmek, zebanilere iyi gelmezmiş’, dedi.”

Atiye öteki dünyadan da korkmaktadır. Hastalığının sonlarına doğru bir gün Dirmit’i yanına çağırır ‘’Kız Dirmit’’ der, ‘’sen okuyorsun, bilirsin’’ der… ‘’Beni ahirette melekler sorguya çektiklerinde ne diyeyim?’’ Dirmit omuzunu silkeler ve sakince cevap verir: ‘’Allah yazgımı yazdı ben de okudum dersin anne’’ der…

Roman, o küçük kız çocuğu büyümeden Atiye’nin ölümüyle sona erer…

Ve hüzün çökmüş içinizden için için, hazin hazin geçirirsiniz: ‘’Ah Dirmit ah! ‘’

Osman AYDOĞAN


İbn-i Haldun ve Mukaddime’si


02 Kasım 2020

İbn-i Haldun

Asıl adı; Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî’dir. Kısa adıyla ‘’İbn-i Haldun’’ diye tanınır.  Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen’in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırt edilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılır. 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğar, 19 Mart 1406 tarihinde Kahire’de vefat eder… Mezarı Kahire’deki Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’ndadır.

İbn-i Haldun’un hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi olan ‘’Et- tarif bi İbni Haldun ve rihletuhu garben ve şarkan’’ (Lesnetü Telif vel Terceme, 1951) isimli kitabıdır. İbn-i Haldun bu kitabında, kökeninin Hz. Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden ancak 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç ettiğinden bahseder.

Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim alır. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata’da danışmanlık yapar. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışmanı olur. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı nedeniyle iki yıl hapiste yatar. Mısır’a gelerek burada kadılık ve müderrislik (üniversite hocalığı) yapar. Şam'ı işgal eden Timur ile 1400 yılı Aralık ayında ve 1401 yılı başında iki hafta süre ile görüşür. Bu görüşmelerinin otobiyografisinde detaylıca anlatır. Bu görüşme bir ‘’fatih’’ ile bir ‘’bilgin’’in ilginç buluşması olarak tarihe geçer…

İbn-i Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden, 14. yüzyıl çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi olarak kabul edilir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınır.

İbn-i Haldun, tarihin objektif ve mantıksal bir temelde ele alınması gerektiğini söyleyerek tarihin düz ve çizgisel bir kalıba mahkûm edilmeden, döngüsel bir biçimde ve nedensellik ilişkisi üzerinde durarak olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bir bağlantıya işaret eder. Bu ise İbn-i Haldun’un birçok yazar tarafından onun determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar ile anılmalarına yol açar…

İbn-i Haldun’un bu döngüsel tarih görüşünü kendisinden 500 yıl sonra Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) savunur. İbn-i Haldun’un, maddi üretim ilişkilerinin; toplumsal yaşam ve düşünme tarzlarını, manevi, siyasi, fikirsel, kurumsal yapılanmayı etkilediğini yani alt yapının üst yapıyı belirlediği fikrini yine kendisinden yaklaşık 500 yıl sonra Karl Marks savunur.

Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra ‘’A Study of History’’ (Oxford University Press) isimli eserinde ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi" (a philosophy of history which is undoubtedly the greatest work of its kind that has ever yet been created by any mind in any time or place) diye söz eder…

Düşünür Cemil Meriç de  "Umrandan Uygarlığa" (İletişim Yayınları, 2004) isimli kitabında İbn-i Haldun’u şöyle tanımlar: “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir; girdapları, mağaraları, zirveleriyle…” Cemil Meriç kitabında ayrıca Mukaddime için şu ifadeyi kullanır: "Mukaddime ise bir beşeri ilimler ansiklopedisi" (s. 154)

Mukaddime

‘’Mukaddime’’ (Dergah Yayınları, 2013), İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. İbn-i Haldun, Mukaddime’yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri bu eserinde yer alır. İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapar... 

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde;

Faize karşı olduğunu ifade ederek emeğe endeksli bir gelir ilişkilerini doğru olduğunu söyler… Çok ve karmaşık vergiler yerine az miktarda, basit vergi toplamanın ülkenin vergi gelirlerini arttıracağını, sultanın ticaretle meşgul olmasının tebaa için zararlı olduğunu, bunun da vergi düzenini bozacağını, baskı ve zülüm zamanlarında toplumsal ve ekonomik durumun yıkıntıya uğrayacağını ifade eder… Refah seviyesi artan toplumların tüketim toplumuna kayacaklarını, kıtlık zamanlarında insanları açlığın değil, alışmış oldukları tokluğun öldürdüğünü söyler…

Mağlubun, ebedi olarak galibin şiarına, kıyafetlerine, mesleğine, sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkün olduğunu, insanın kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad ederek ona boyun eğeceğini ifade eder..

İslam’ın ne bir çağa, ne bir soya, ne bir ulusa özel ahkâm tahsis etmediğini, ayrıcalık vermediğini, ayrıcalığın sadece ehliyetten kaynaklandığını ifade eder…

Arap toplumunun, toplumlar içinde devlet politikasından en uzak bir toplum olduğunu, Arapların le geçirdiği ülkelerin çabuk yıkıntıya uğradığı yazar.

Bir toplumun çöküşünün belirtileri olarak; toplumda dayanışmanın yok olmasını, üretimin zayıflamasını, fiyat ve vergilerin artmasını, devlet yönetiminde liyakatin kaybolmasını, adaletsizliğin ve kayırmacılığın artmasını, umutların kırılmasını, karamsarlığın hâkim olmasını ve göçün hızlanmasını gösterir…

Abbasi halifesi Memun'un büyük paralar harcayarak Yunanların eserlerinden çeviriler yaptırdığından bahsederken Fars (İran) fethedildiğinde Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yok olup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan da dert yanar.

Mukaddime’de coğrafya kavramı

İbn-i Haldun Mukaddeme’sinde ana fikir olarak ‘’coğrafya kaderdir’’ fikrini ileri sürer. İbn-i Haldun kitabının herhangi bir yerinde doğrudan ‘’coğrafya kaderdir’’ ifadesini kullanmaz.  Ancak İbn-i Haldun’un kitabından yapılacak çıkarım budur: ‘’Coğrafya kaderdir.’’ Tıpkı ‘’bana her türlü günah ile gelin, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’ ayetinin Kur’an’da doğrudan yazmadığı, ancak Kur’an’ın bütününün bu anlamı verdiği gibi… Tıpkı “fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” vecizesinin doğrudan Voltaire’e ait olmayıp Voltaire’nin biyografisini yazan Evelyn Beatrice Hall’in Voltaire’nin bütün kitaplarından bu vecizeyi oluşturduğu gibi…

İbn-i Haldun’un burada kastettiği ‘’kader’’ anlamı, inzivadaki bir derviş gibi, bir ermiş bir tasavvufçu gibi söylenmiş mistik anlamda bir boyun büküş, bir kabullenme, bir razı geliş anlamı değildir. Hayatı Berberi ve Arap kabileleri arasındaki kavgalarla geçmiş olan İbn-i Haldun’un ‘’coğrafya kaderdir’’ sözünden kastettiği ‘’kendi coğrafyanızla ve komşu coğrafyalarla uzlaşarak barışık olun’’ mesajıdır.

Siyasî coğrafyanın kurucusu sayılan alman coğrafyacı Friedrich Ratzel bu düsturu İbn- Haldun’dan 400 yıl sonra 1807 yılında yazdığı ‘’Siyasi Coğrafya’’ isimli kitabında ‘’coğrafya, itaat edilmesi gereken amir ve temel bir kategoridir’’ şeklinde özetler.

‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü bizde ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar kullanır… Ahmet Hamdi Tanpınar bu sözü II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi münasebetiyle Ülkü Dergisinin 16 Mayıs 1945 tarihli nüshasında ''Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler'' başlıklı yazısında kullanır. Bu söz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ülkü Dergisindeki bu makalenin de yer aldığı çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen ‘’Yaşadığım Bibi’’ (Dergâh Yayınları, 2015) adlı kitabında da yer alır..

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bahsi geçen bu sözü şu şekildedir:

“Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki, bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir. Almanya öyle bir coğrafyada yaşıyordu ki bu millette uyanacak herhangi bir saldırganlık arzusu ister istemez karşısında Avrupa milletlerini çıkaracaktı. Almanya için yapılacak şey, onları bir ârıza gibi değil, ihmali doğru olmayan bir realite gibi tanımaktı.” (‘’Yaşadığım Gibi’’, Dergâh Yayınları, 2015, s. 88)

Mukaddime’de devlet kavramı

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul eder. Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun devlet üzerinde görüşlerini ‘’Mukaddime’’sinde şu şekilde açıklar:

“Devlet, insan tabiatının bir gereğidir. Çünkü ona göre insan tabiatı hem toplu yaşamaya hem de bir hâkimiyet altında bulunmaya muhtaçtır. Devlet ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişki felsefedeki madde ile şeklin münasebeti gibidir. Bundan dolayıdır ki, birindeki çözülme diğerinin de çözülmesini etkiler. Devletin olmadığı yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde hayat olmaz.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde devletin unsurlarını şu şekilde belirler: Irk, vergi toplama, hudutları koruma, hâkimiyet ve kanun koymadır. İbn-i Haldun’un ırktan kastettiği nüfus ve kültürdür. İbn-i Haldun’a göre devlet bu unsur üzerine kurulur. Bu unsuru onda “asabiyet” temsil eder. İbn-i Haldun ‘’Mukaddime’’sinde devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırır. Bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi ‘asabiyettir’ ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder. İkincisi ‘mal ve para’dır. Aksaklık ve bozulma da önce bu iki esasa arız olur.’’

Mukaddime’de devletlerin çöküşü üzerine bir tez

Devleti bu şekilde tanımlayan İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde devletlerin çöküşü üzerine şöyle bir tez ortaya atar:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) devletin yıkılmasını, çöküşünü şöyle anlatır:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

Devletlerin çöküşünün beş aşaması

İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:

1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.

2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.

3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.

4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmekte­dir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alış­kanlık ve yaşam biçimi olmuş­tur. Hükümdar ve yakın­ları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.

5.  İsraf döneminde ise devlet  bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlamaktadır. Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar… Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar. Kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lar. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider... 

İbn-i Haldun’a göre devlet, bu aşamalarında toplumsal ve siyasal koşullarda bir takım değişiklikler yapabilse sonucu değiştirmez… Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Braudel de bahsettiğim gibi benzer tezi tekrarlar.. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır...

Ancak İbn-i Haldun’a göre bu devletin bu yok olması sanıldığı gibi bir ''hiç olması'' anlamında değildir. Bu yok olma bir ‘’denize dökülmedir’’. İbn-i Haldun’a göre fiziksel bir yenilgi hiçbir zaman bir ulusun sonunu getirmemiştir. Her denize dökülüşte yenileşen bir toplum vardır... Böylesi bir yenilenmenin çözümü Hegel’e, Karl Marks’a kadar gider…

İşte İbn-i Haldun devletlerin çöküşünü ''Mukaddime''sinde işte böyle anlatıyor...

Günümüze dair

Bu noktada bir hususa açıklama getirmem gerekiyor.

Bu anlattığım bu beş safha, İbn-i Haldun’un anlattığı döngüsel olarak tekrarlanan 20 - 25 yıllık süre için geçerlidir. İbn-i Haldun, 20 -25 yıldan sonra gelen müteakip yeni yönetimin de benzer süreçleri yaşadığını, bu döngünün dört ila beş kez tekrarlanmasından sonra da devletin çöktüğünü ifade eder.

Bu noktada isterseniz yazımda bahsettiğim Thomas Hobbes’in ‘’Leviathan’’nında dile getirdiği tezini bir daha okuyun. Sonra da İbn-i Haldun’un tezini bir daha düşünün. En sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923, 1950, 1960, 1980, 2002 ve 2023 yıllarını tarihin diyalektik sarkacı ve İbn-i Haldun’un bu döngüsel süreci içerisinde değerlendirin. 2023 yılının ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlayın. Sonra da tehlike neredeymiş, beka sorunu neymiş bir üzerinde düşünün…

Bu yazı aynı zamanda Türk devlet yapısının, siyaset sosyolojisinin ve demokrasinin kronik hastalığından bahseder ve bu nedenle de önündeki bekleyen tehlikeden haber verir. Bana da sadece bu tehlikeyi ‘’arz etmek’’ düşer… Çünkü tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri ‘’Mukaddime’’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Osman AYDOĞAN


Sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır


01 Aralık 2020

Aralık ayına da girdik… Artık aylar hipodromlardaki yarış atları gibi ard arda geçiyorlar takvim yapraklarından…‘’Eylül toparlandı gitti işte / Ekim filan da gider bu gidişle’’ diyordu ‘’Acıyor’’ isimli şiirinde Turgut Uyar… Ekim de gitti, Kasım da gitti… Bu gidişle Aralık da tez gider…

Aylar takvimlerden böylesine hızla geçip giderken bizler kullandığımız bu ay isimlerinin geldikleri yerleri, kökenlerini ve kaynaklarını pek dikkat etmeyiz…

Ayların isimleri ve kökenleri

Latin, Arabî ve İbrânî takvimleri incelendiğinde, burada kullanılan ay isimlerinin Türkçe’de kullandığımız gün ve ay isimleriyle hemen hemen aynı veya benzer olduğunu görürüz. Ay isimleri genelde Babil, Süryani ve Romalılardan alınmıştır. Biz de bazı aylara bize yakın isimler vermişiz. Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül’ün kökeni Süryânîce’dir. Kasım ayı ise Arapça kökenlidir. Ayrıca Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül ayları hemen hemen aynı telaffuzla İbrânî takviminde de yer alır. Mayıs ayı İngilizce’de “May”, Ağustos ayı da August’dur.  Bu durum da toplumlar ve kültürler arasındaki geçişkenliğin ne kadar yoğun olduğunu gösterir…

Osmanlı ay yılı esaslı Hicri takvimin yanında, güneş yılına dayalı Rumi takvimi de kullanmıştır. Bu takvimde ay isimleri sırasıyla; Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani’dir. Yılbaşı Mart ayıdır. 1917’de Teşrinievvel, Teşrinisani, Kanunievvel, Kanunisani yerine Ekim, Kasım, Aralık, Ocak isimler verilmiştir.

Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin kökeni ve anlamı ise şöyledir:

Ocak (Türkçe): Kışın evlerde ateş yakılan yer. 
Şubat (Süryanice)
Mart (Latince): Maritus (mitolojik isim Mars'tan) 
Nisan (Süryanice) 
Mayıs (Latince): Tanrıça Maria'nın ayı.
Haziran (Süryanice) 
Temmuz (Süryanice) Temmuz aynı zamanda Sümerlerin bereket tanrınsın adıdır. Festivallerin adı da Dumuzi’dir. Burada ilginç bir açıklama yapmam gerekiyor: Dam, Sümerce kadın demektir. Eski Mısır’da Dama; bir araya gelme, Damuzu kadının erkek arkadaşı demektir. Günümüzde kullanılan ‘’Damsız girilmez’’ terimi de bu kökten gelmektedir..
Ağustos (Latince): Roma İmparatoru Augustus'un adından…
Eylül (Süryanice) Üzüm ayı anlamına geliyor
Ekim (Türkçe): Toprağı ekmekten 
Kasım (Arapça): Bölen 
Aralık (Türkçe): İki zaman dilimi arası.

Görüldüğü gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır.

Hicri takvimde aylar

‘’Kasım’’ ayının kökeni Arapçadır. Ancak Arap Hicri takviminde bu ad kullanılmaz. Hicri takvimde de 12 ay bulunmaktadır. Hicri takvimi ayın döngüsüne göre hesaplandığı için, güneş döngüsüne bağlı Miladi takvimden yaklaşık 10 gün kısadır. Bu da yıllar geçtikçe Hicri takvimin farklı mevsimlere rast gelmesine neden olur… El-Biruni ve El-Mesûdî İslam öncesi ve sonrasında da Arapların ve Müslümanların aynı ay isimlerini kullandıklarını ifade ederler…

Muharrem: Haram (mübarek) kılınmış. Günah işlemenin yasaklanmış olduğu mübarek ayların ilkidir.
Safer: ‘’Boş’’ anlamında… Gıda veya savaş için yola çıkılan ve evlerin boş bırakıldığı ay idi.
Rebiülevvel: İlk bahar. İsmi baharda verildiği için.
Rebiülahir: Son bahar. İsim ilkden sonra geliyor…
Cemaziyelevvel: İlk çorak toprak ya da ilk don. Yazın ismi verildiği için veya kışın su donduğu için.
Cemaziyelahir: Son çorak toprak ya da son don. İsim ilkden sonra geliyor.
Recep: Saygı, onur. Mübarek ayların ikincisidir.
Şaban: Dağılmış, yayılmış. Su bulmak için dağılınan aydır.
Ramazan: Yanma, sıcak olma. Oruç ayı, en saygın ve değerli kabul edilen aydır.
Şevval: Yükselmiş. Gebe dişi develer kuyruklarını kaldırır.
Zilkade: Barışa sahiplik eden. Üçüncü mübarek aydır.
Zilhicce: Hacca sahiplik eden. Hac ayıdır, son mübarek aydır…

İbrânî takvimine göre aylar

İbrânî takvimindeki ay isimleri ve Levant bölgesi olarak adlandırılan ve Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak’ı kapsayan bölgede kullanılan ve kısmen İbrânîce’den etkilenmiş olan ay isimleri de şu şekildedir: (İbrânî takvimi, Nisan’da başlar ancak aşağıdaki listede Tevet –Ocak- ayıyla başlatılmıştır. Listedeki ilk ismi İbrânî, ikinci isim ise Levant ay ismidir.)

Tevet: Kanun-essani
Sebat: Şubat
Adar: Adar
Nisan: Nisan
İyar: Ayyar
Sivan: Haziyran
Tammuz: Tammuz
Av: Ab
Elül: Aylül
Tişri: Tısrin-ül evvel
Marheşvan: Tısrin-essani
Kislev: Kanun-ül evvel

Avrupa takviminde kullanılan aylar

Antik Roma’da Venüs, Mars, Terminus (Gençlik) ve Iuventas (yaşlılık) adında dört ay ismi vardı. Diğerleri ilerleyen zamanlardaki yeni çalışmalar ile eklenmiştir. Bu ay isimlerinin kökeni tamamen Latincedir.

Januarius (Janus’a ithafen): January
Februarius (Februa’ya ithafen): February
Martius (Mars’a ithafen): March
Aprilis (Aphrodite’e ithafen): April
Maius (Maia’ya ithafen): May
Junius (Juno’ya ithafen): June
Julius (Julius Caesar’a ithafen): July
Augustus (Augustus Caesar’a ithafen): August
September (Yedinci ay): September
October (Sekizinci ay): October
November (Dokuzuncu ay): November
December (Onuncu ay): December

Temmuz, Roma’da Sezar, bu takvim oluştururken bu aya aile ismi olan Julius adını vermiş. 

Ağustos, İmparator Octivivus’un unvanı olan Agustus’ten gelir. Octavius, Sezar’dan geri kalmamak için Şubattan bir gün alıp bu aya eklemiş. O yüzden Temmuz ve Ağustos ayları art arda gelmesine rağmen 31 gün alır.  

Anadolu’daki eski ay isimleri

Eski Türklerde; Aramay, İkinçay, Ücünçay, Törtünçay gibi isimler kullanılsa da halk arasında; Gücük, Mart, Avril, Kiraz, Haziran, Orak, Harman, Çürük, Avara, Koç, Karakış, Zemheri gibi isimler de kullanılmıştır. Ayrıca Anadolu'da eski ay isimleri de şimdi kullandığımızdan daha farklı idi:

Zemheri: Ocak
Gücük: Şubat
Mart: Mart
Abrul: Nisan
Mayıs: Mayıs
Kiraz: Haziran
Orak: Temmuz
Ağustos: Ağustos
İlkgüz: Eylül
Ortagüz: Ekim
Songüz: Kasım
Karakış: Aralık

Eski mevsimler

Ayrıca mevsimler de farklı adlandırılırdı:

Bahar: Bahar (22 Mart - 5 Mayıs) ve Hıdırellez (5 Mayıs - 21 Haziran) 
Yaz: Gündönümü (22 Haziran - 13 Ağustos) ve Ağustos (14 Ağustos - 21 Eylül) 
Güz: Güz (22 Eylül - 5 Kasım) ve Kasım (6 Kasım - 21 Aralık) 
Kış: Zemheri (22 Aralık - 31 Ocak) ve Karakış (1 Şubat - 21 Mart)
Kış (ayrıca): Erbain (22 Aralık – 30 Ocak) ve Hamsin (31 Ocak - 21 Mart)

Hamsin’de havalar yumuşamaya başlayınca cemreler düşer. Cemre sıcaklık anlamına gelen bir kelimedir.  

Gündönümü

Kış Gündönümünde güneş ışıkları Oğlak Dönencesine dik gelir. Kuzey Yarıkürede günler uzamaya, Güney Yarıkürede kısalmaya başlar. Bu tarih, Kuzey Yarıkürede kışın, Güney Yarıkürede yazın başlangıcı sayılır.

Günler

Aylar ve mevsimler böyleyken gelelim günlere

Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsanız bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir. (veya hefte). ‘’Yedi günlük’’ anlamına gelen ''hafta'' ismi de buradan alınmıştır.

Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenleri şu şekildedir: 

Cuma  (Arapça) : Toplama, toplanma 
Cumartesi: Cuma (Arapça) + Ertesi (Türkçe) 
Pazar (Farsça): Ba: Yemek, zar: Yer 
Pazartesi: Pazar (Farsça) + Ertesi (Türkçe) 
Salı (İbrânice) : Üçüncü (Arapça ‘’salisen’’ de üçüncü anlamındadır. Hafta Pazar günü başladığı için Salı üçüncü gün anlamında)
Çarşamba (Farsça) : Ceharşenbe: Dördüncü gün 
Perşembe (Farsça): Pençşenbe: Beşinci gün 

Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalıdır

Hani bu sayfamda şiirler, sanat, edebiyat, tarih konularını paylaşıyorum ya… Bir arkadaşım ‘’ülkemde dertler, fakirlik, yoksulluk, Korona, hastalık değil de sanat, edebiyat ve şiir konuşulsa herkes mutlu olsa Osman Bey’’ diye nazik bir eleştiride bulunmuş… Yani ‘’ülkede bütün sıkıntılar bitti de sıra şiire, sanata, edebiyata mı geldi?’’ der gibi… İşte ben de o zaman bunlar dışında başka bir şey yazayım istedim... 

Çünkü son yıllarda artık üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum...

Daha önce yazmıştım ya Ludwig Wittgenstein'ı… Wittgenstein’ın dediği gibi, eğer bir şey hakkında konuşulamıyorsa o şey konusunda susmak lazımdır: ‘’Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalıdır.’’ (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesidir, Tractatus bu cümleyle biterdi. Ülkede siyasetin tıkandığı, bittiği, tükendiği yerde ve zamanda susmak da yeterli değildir. Çözüm: körlük ve sağırlıktadır. Zaten bizlerden de beklenen şey de budur: Üç maymunu oynamak...

Ve anlattığım gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır. Ancak Kasım adı da Arapların kullandığı Hicri takvimde yer almaz...

Osman AYDOĞAN


Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ne doğru: 10-11 Aralık 2020

30 Kasım 2020

Türkiye’yi yakından ilgilendiren AB Liderler Zirvesi bu yıl son olarak 10-11 Aralık 2020 tarihinde Brüksel’de yapılacak. Ve bu zirvede AB tarafından Türkiye'ye yapılacak yaptırımlar görüşülecek...

Bu zirvenin Türkiye tarafından önemini ve muhtemel alınacak kararları anlatmadan önce kısaca Avrupa Birliği Zirvesi’ni ve 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak son zirveye giden süreci anlatmak istiyorum…

Avrupa Birliği Zirvesi

Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Birliği'ne üye devletlerin başbakanları veya devlet başkanları ile Avrupa Birliği Zirvesi Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanının katılımı ile yapılan bir toplantıdır. 1974 yılından beri yılda en az dört defa toplanan ve “Zirve” olarak adlandırılan bu toplantılarda, liderler; önemli konuları tartışırlar, AB’nin orta ve uzun vadeli politikalarını belirleyen kararlar alırlar… Avrupa Birliği Zirvesi'nin herhangi bir yasama yetkisi yoktur. Buna rağmen, AB üyesi tüm devletlerin en üst düzey yetkililerinin bir araya geldiği ve temel politikaları belirlediği kurum olmasından dolayı siyasi bir ağırlık ve yönlendirme gücü taşır...

Zirve'ye, üye devletler tarafından 2,5 yıllığına atanan ve görev süresi bir defa uzatılabilecek olan AB Zirvesi Başkanı başkanlık eder. Zirve Başkanı, Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisinin yetkileri saklı kalmak kaydıyla, Birliği dışa karşı temsil etmekle görevlidir. Zirve Başkanı, aynı anda herhangi bir ulusal görevde bulunamaz.

1992 yılında resmi statü kazanan AB Zirvesi, Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte AB’nin 7 resmi kurumundan birisi olmuştur... Genel olarak Brüksel’de gerçekleştirilen toplantılara Dışişleri Bakanları da katılır. Her toplantı sonunda Başkanlık Sonuç Bildirgesi yayımlanır.

Toplantılar genellikle Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi'nin de karargâhı olan Belçika'nın başkenti Brüksel'deki Justus Lipsius binasında yapılır…

‘’Avrupa Konseyi’’ ile bahsettiğim ‘’Avrupa Birliği Zirvesi’’ genellikle birbirine karıştırılır. Bunun da nedeni kurum adlarını Türkçe’ye çevirirken yaşanan kavram kargaşasıdır.

İngilizcede “Council of European Union”, Fransızca’da “Conseil de l’Union européenne” olarak ifade edilen kurum AB’ye üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarının bir araya geldiği bahsettiğim bu zirvelerdir ve bunun için kullanılabilecek doğru ifade anlattığım gibi “Avrupa Birliği Zirvesi” olmalıdır.

‘’Avrupa Konseyi’’ ise merkezi Strazburg’da 1949 yılında kurulan ve AB kurumları içerisinde yer almayan ve Türkiye de dâhil olmak üzere 47 üyesi bulunan uluslararası örgüttür.  (Council of Europe – Conseil de l’Europe). Avrupa Konseyi Avrupa kıtasının en önde gelen insan hakları savunan organizasyondur. Bu 47 üyeden 28 devlet Avrupa Birliği'ne de üyedir. Tüm AK üye devletleri insan haklarını, demokratik değerleri ve hukukun üstünlüğünü korumaya dair hazırlanmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin tarafıdır. 

AB Liderler Zirvesi 2020 yılı toplantıları

AB Liderler Zirvesi’nin 2020 yılı son toplantısı 10-11 Aralık 2020 tarihlerinde Brüksel’de yapılacak. Bu toplantıda görüşülecek konuları anlamak için Temmuz zirvesine ve bir önceki toplantı olan 1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi’ne bakmamız gerekiyor…

AB Liderler Zirvesi; 17 -20 Temmuz 2020

Temmuz zirvesinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa, Türkiye’ye Doğu Akdeniz’deki tavrı nedeniyle ekonomik yaptırım uygulanmasını istediler. Ancak bu istek AB içinde yeterli destek bulunamayınca yaptırım kararının Aralık zirvesinde yeniden ele alınması kararlaştırıldı…

AB Liderler Zirvesi; 1-2 Ekim 2020

Bu toplantıda; Doğu Akdeniz'deki durum, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri,  Türkiye ile ilişkiler ve Türkiye’ye yaptırım, Belarus, Çin-AB ilişkileri, Dağlık Karabağ, Rus muhalif Aleksey Navalnıy'ın zehirlenmesi ile tek pazar, sanayi politikaları ve dijital dönüşüm gibi konular ele alındı…

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen (Alman), bu zirve esnasında yaptığı açıklamada, Türkiye'nin "Kıbrıs sularında doğalgaz arama çalışmalarında ısrar etmesi durumunda, Avrupa Birliği'nin ambargo uygulayabileceği’’ açıklamasında bulundu…

AB Liderler Zirvesi Sonuç Bildirisi; 1-2 Ekim 2020

Bu zirvenin yayınlanan sonuç bildirisinde; Doğu Akdeniz'de Kıbrıs Rum tarafının egemenliğinin ihlal edildiği, Ankara'ya Rum yönetimiyle diyalog kurması çağrısı ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz politikasını değiştirmemesi durumunda yaptırım seçeneğinin ‘‘derhal’’ uygulanacağı’’ ifadeleri yer aldı…

Uluslararası hukuk ve AB üyelerinin egemen haklarına aykırı düşecek eylemlerden kaçınmanın mutlak gereklilik olduğu savunulan bildiride, Türkiye ile Yunanistan arasında güven artırıcı adımların, istikşafi görüşmelerin yeniden başlayacağına yönelik açıklamaların memnuniyetle karşılandığı belirtildi.

Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırmalarının diyalog yoluyla ele alınması gerektiği belirtilen bildiride, Türkiye'ye "Kıbrıs Rum yönetimi ile diyalog kurması" çağrısı yer aldı. Bildiride AB'nin, Kıbrıs müzakerelerinin BM himayesinde yeniden başlamasını desteklediği, "Türkiye'den de bu yönde bir beklenti içinde" olduğu kaydedildi.

Bildiride Türkiye'nin, "tek taraflı adımlar atması halinde", AB'nin "elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacağı", bunların AB Antlaşması'nın 29. maddesiyle AB'nin İşleyişi Hakkındaki Antlaşmanın 215. maddesi uyarınca yapılacağı ifadesi yer aldı.

AB Anlaşmasının 215. maddesi AB'nin üçüncü ülkelere tedbir uygulamasını içeriyor. 29. madde ise üye ülkelerin, ulusal politikalarını AB'nin tutumuyla uyumlu hale getirmesini öngörüyor.

Ayrıca bildiride, AB Konseyinin gelişmeleri yakından takip etmeyi sürdüreceği, en geç aralık ayındaki toplantısında bunlara uygun kararlar alacağı kaydedildi.

Zirve sonunda verilen demeçler

1-2 Ekim 2020 tarihinde yapılan AB Liderler Zirvesi’nden sonra AB yetkilileri bazı demeçler verdiler:  

Zirve sonrasında konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Doğu Akdeniz krizinde Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimini desteklediğini yineledi.

Yine zirve sonunda konuşan AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen; ‘’Türkiye ile olumlu ilişkinin ‘provokasyonlar ve baskılar durunca’ başlayabileceğini’’  ifade ederek, "Ankara'nın bu faaliyetlerini tekrarlaması halinde, AB elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacak. Elimizde derhal uygulamaya sokabileceğimiz bir alet çantamız var" dedi.

Yine zirve sonunda konuşan Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Ankara'nın Kıbrıs konusundaki retoriklerinin ve AB ile tansiyonu yükselten adımlarının Türkiye ile Avrupa arasındaki ayrılık mesafesini daha genişlettiğini belirtti.

Pozitif gündem ajandasına dönmeyi arzuladıklarını bunun için de Türk tarafından temel bir yaklaşık farklılığı beklediklerini aktaran Borrell, Türkiye ile ilişkilerde gidilecek yöne 10-11 Aralık'ta yapılacak AB Liderler Zirvesinde karar verileceğini belirterek şöyle konuştu: "Zaman geçiyor ve artık Türkiye ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktasına yaklaşıyoruz."

Fransa Dışişleri Bakanı Jean Yves le Drian da zirve sonunda yaptığı açıklamada, “Türkiye ne yapması gerektiğini biliyor. Ya çatışmayı ya da işbirliğini seçecek” ifadesini kullanarak, Türkiye’nin ilişkileri yeniden tesis etmek için sözlerinin yeterli olmadığını ve eylemleriyle de yumuşama belirtisi göstermesini beklediklerini dile getirdi…

Avrupa Parlamentosu’nun kararı; 26 Kasım 2020

Bu arada Avrupa Parlamentosu 26 Kasım 2020 tarihinde yaptığı toplantıda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleriyle birlikte, 46 yıldır kapalı tutulan Maraş kentinin kısmen açılması kararını kınadı, “tek taraflı ve yasa dışı”  olarak nitelendirilen kararlar nedeniyle, 10-11 Aralık 2020 tarihinde toplanacak AB Konseyi’ni Türkiye’ye yaptırım uygulamaya çağırdı. AP’nin bağlayıcı olmayan ‘tavsiye niteliğindeki’ kararında, “Türkiye’nin yasa dışı eylemlerine karşı harekete geçilmesi ve sert yaptırım uygulanması” istendi…

AP’nin, “Türkiye’nin yasa dışı eylemlerinin ardından Maraş’ta artan gerilim ve müzakerelerin acilen yeniden başlatılması ihtiyacı” başlıklı bu kararında, AP’undaki 631 parlamenter lehte, 3 parlamenter ise aleyhte oy kullandı. Oylamada, 59 parlamenter çekimser kaldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KKTC ziyaretine ve Maraş’ın kısmen açılması kararına atıfta bulunulan kararda, Türkiye’nin “sahada yeni bir gerilim yarattığı, bu adımın iki taraf arasındaki uçurumu derinleştirdiği, Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümünü olasılığını da tehdit ettiği” belirtildi.

Kararda, ayrıca “Türkiye’den Kıbrıs’taki güçlerini çekmesi ve BM gözetimindeki Maraş’ı da gerçek sahiplerine vermesi” istendi. Türkiye’nin tek taraflı adımlarına karşı AB’nin “birlik içindeki konumunu sürdürmesi gerektiği” vurgulandı.

Avrupa Birliği Liderler Zirvesi; 10-11 Aralık 2020

10-11 Aralık 2020 tarihinde toplanacak olan AB Liderler Zirvesi anlattığım gibi Türkiye’ye yapılması düşünülen yaptırım konularını ele alacak olması nedeniyle Türkiye açısından çok önemli…

Hal böyleyken bir Alman gemisinin bu hafta Akdeniz’de bir Türk gemisini durdurması ve yaptırım kararında kilit rol oynayan Almanya ile Türkiye arasında da gerginliğe yol açmasının, AB içinde Türkiye’ye yaptırım isteyen tarafın elini güçlendirdiği iddia ediliyor.

Bu zirveden önce, 3 Aralık 2020 tarihinde açıklanacak olan AB Türkiye Raporu ile NATO Dışişleri Bakanları toplantısında da Türkiye konusu gündeme gelecek.

Daha önceki yıllarda Almanya gibi AB ülkeleri müstakil olarak Türkiye’ye yaptırım kararı alarak ambargo uygulamışlardı. Ancak tarihte ilk olarak Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması gündemde… Ve 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nden Türkiye’ye yönelik olarak bir yaptırım kararının da çıkması ciddi bir ihtimal…

Zaten bu ihtimal ciddi olduğu içindir Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Kasım 2020 tarihinde yaptığı bir konuşmada, "Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz." açıklamasında bulundu.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da 20 Kasım 2020 tarihinde 10-11 Aralık'ta yapılacak Avupa Birliği (AB) Zirvesi öncesinde Brüksel'e bir ziyaret gerçekleştirdi. Kalın, bu ziyaret kapsamında AB Konsey Başkanı Charles Michel'in Dış Politika Başdanışmanı Maryam Van den Heuvel, AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen'in Kabine Şefi Bjoern Seibert ve AB Dış İlişkiler Servisi Genel Sekreteri Helga Schmid ile ayrı ayrı görüştü.

Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu demecinin ve hem de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın bu Brüksel ziyaretinin, 10-11 Aralık'ta yapılacak Avrupa Birliği Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak alınacak muhtemel bir yaptırımın önlenmesine yönelik olduğu değerlendirilmektedir.

10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak alınabilecek yaptırımlar

Türkiye’de de bu nedenle son zamanlarda 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye yönelik olarak yaptırımlar çıkabileceği konusu tartışılıyor. Bu konuda Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı Meclis’te bir soru üzerine bazı açıklamalarda bulundu.

Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı’nın muhtemel yaptırımlar konusundaki açıklamaları

Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı, AB’nin bu zirvesinde Türkiye ile müzakereleri ya da Gümrük Birliği’ni askıya alması gibi seçeneklerin düşük olasılık olduğunu belirtti. Ancak diğer yandan AB’nin Türkiye’ye yaptığı mali yardımları tamamen askıya alabileceğini, sondaj çalışmalarına dâhil olan bürokratlara seyahat yasağı getirilebileceğine işaret etti.

Kaymakçı’nın ifadeleri şu şekilde;

“AB’nin alabileceği çeşitli kararlar var. Müzakereleri resmen sonlandırması: Böyle bir şeyin yapılabileceğine inanmıyorum. Bu, nitelikli oyçokluğu getiriyor. O noktaya gelir mi? Tahmin etmiyorum. Müzakerelerin resmen askıya alınması: Bu da kolay bir karar değil. Bu karar alınabilir belki ama alınsa dahi bunun bence çok olumsuz bir etkisi olmaz. Zaten müzakereler şu anda, maalesef, durma noktasına getirildi AB tarafından. Dolayısıyla, ben bunun bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Bu yönde bir karar çıkabilir mi? Sanmıyorum”

Kaymakçı, açıklamasında zirvede Türkiye’ye verilen mali yardımların tamamen askıya alınması seçeneğinin gündeme gelebileceğini kaydetti. “Mali yardımlarda geçen dönemde de kesinti yapmışlardı. Bunda da kesinti yapabilirler veya tamamen askıya alabilirler. Bu da Türkiye’yi çok olumsuz etkilemez ama tabii, Türkiye-AB diyaloğunu, sivil toplum kuruluşlarımızı, parlamenter diyaloğu, öğrencilerimizi, değişim programlarını olumsuz etkileyebilir” ifadesini kullandı. Kaymakçı, “Onun dışında, sondaj çalışmalarına dâhil olan üst düzey bürokratlarımıza seyahat yasağı getirilebilir yani getirilebilecek şeylerden bir tanesi de bu” diye konuştu.

Türkiye’nin Brüksel’le temaslarının sürdüğünü söyleyen Kaymakçı, “Belki önümüzdeki bir iki hafta içerisinde ön açıcı bir formül bulunabilir zirveye kadar diye düşünüyorum” görüşünü dile getirdi. Kaymakçı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tüm ülkelerin katılımıyla bir konferans toplanması önerisi olduğunu da anımsattı. Kaymakçı, açıklamasında “Bence burada çıkış yolu, Türkiye’nin Doğu Akdeniz konferansı önerisine cevap verilmesi. Bunun, tabii, bir çözüm olacağına inanmıyoruz ama en azından ortamı yumuşatsın ve Kıbrıs Türklerinin de içinde olduğu bir Doğu Akdeniz konferansında özellikle Kıbrıs Adası’ndaki enerji, hidrokarbon konusu ve gelir paylaşımı konusu da yavaş yavaş ele alınsın çünkü, bildiğiniz gibi, Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi de Türkiye’siz ve Kıbrıs Türkleri olmadan gerçekleştirilebilecek bir proje değil, yani hiç kimse denizin altına sekiz milyar Avroyu kolay kolay gömmez” ifadesini kullandı. 

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in muhtemel yaptırımlar konusundaki açıklamaları

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Eylül 2020 başında yaptığı açıklamasında bu muhtemel yaptırım kararlarından da bahsetmişti.

Borrell, yaptığı açıklamada kademeli bir yaptırım planı üzerinde çalıştıklarını, kişi ve şirketlerin yaptırım kapsamına alınabileceğini işaret ederek "doğal gaz arama faaliyetleriyle bağlantılı şirketlerin yaptırımlardan etkilenebileceğini" söylemişti. Bu da Türkiye için Doğu Akdeniz'deki sondaj ve arama faaliyetleri yürüten gemilere AB limanlarının kapatılması ve yedek parça sevkiyatının durdurulacağı anlamına geliyor…  Ya da söz konusu şirketlerle çalışan bankalar da yaptırım listesine alınabilir.


Açıklamasında, krizin tırmanması durumunda ise yaptırımların Türkiye'deki diğer ekonomik faaliyetleri etkileyecek şekilde genişletilebileceğini vurgulayan Borrell, bunun Türkiye ve AB arasında "yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu sektörleri kapsayabileceğini" dile getirmişti. Bu durumda da AB ve Türkiye arasında gümrüksüz mal alışverişini sağlayan Gümrük Birliği'nin hedef alınabileceği belirtiliyor. Türkiye'nin Gümrük Birliği'nin genişletilmesi talebinin de yaptırımlardan etkilenebileceği tahmin ediliyor.

Diğer bir yaptırım ihtimali de Türkiye ile ağır aksak ilerleyen AB'ye üyelik görüşmelerinin resmen durdurulması olabilir. Avusturya bu talebini zaten açıkça dile getiriyor. Ancak diğer AB ülkelerinde şimdilik bu konuda net bir görüş yok.

Dolaysıyla 10-11 Aralık 2020 tarihinde yapılacak olan Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’ni bekleyip göreceğiz…

Aynı anda iki tavşanı yakalamak isteyen ikisini de kaçırır

Eğer bu AB zirvesinden Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı çıkarsa ve ABD’de başkan seçilen, gerek seçim konuşmalarında gerekse de önceki politikalarında bakarak Türkiye hakkında Trump’tan daha farklı bir politika izleyeceği ve Türk-Amerikan ilişkilerinin Biden’ın başkan olması ile farklı bir eksende hareket etmeye başlayacağı tahmin edilen Jeo Biden’in de 03 Ocak 20121 tarihinde göreve başlamasıyla birlikte Türkiye’yi sıkıntılı ve sıcak günlerin bekleyeceği tahmin ediliyor…

Daha önce de AB birlik olarak ve AB ülkeleri müstakil olarak bazı sorunlar karşısında Türkiye’ye karşı menfi kararlar alma düşüncesindeydiler. Ancak AB’nin ve AB ülkelerinin bu niyetlerine genellikle ABD fren olurdu. Ancak bu sefer Türkiye’nin yanında yer alacak ABD olmadığı gibi ABD de Türkiye’nin karşısında… Türkiye’nin yaklaşmakta olduğu Rusya’nın ise AB üzerinde herhangidir etkisi ve yetkisi yok. Bir de artık AB başkentlerinde büyükelçi olarak bu tür tehlikeleri göğüsleyecek eski monşerler (!) de yok...  

Bu durum da bana Anadolu’nun binlerce yıllık imbiğinden damıtılarak geçen bir sözü çağrıştırıyor: ‘’Aynı anda iki tavşanı (‘’ABD – AB’’ ve ‘’Rusya’’) yakalamak isteyen ikisini de kaçırır!’’...

Osman AYDOĞAN




Juvenal


29 Kasım 2020


Son yazılarımda üst üste Roma imparatorları olan Caligula ve Marcus Aurelius’u anlatmıştım. Hazır Roma’dan bahsetmişken bugün de Romalı bir şairi anlatmak istiyorum: Juvenal

Asıl adı; Decimo Giunio Giovenale (Decimus Junius Juvenalis)’dır. Kısaca Juvenal olarak tanınır… Romalı şair, hiciv, taşlama yazarıdır. (MS 55-140) Juvenal, şairdir ama her şair gibi de filozoftur aynı zamanda... İnandıklarını şiirlerine aktarmaktan hiç çekinmez. Şiirlerinde, çevresine büyük korku salan İmparator Domitianus’un ve onu izleyen Traianus ve Hadrianus’un dönemlerinde Roma’nın kirli yüzünü ve bu dönemdeki toplumsal yozlaşmayla insanların budalalıklarını ve acımasızlıklarını hedef alır… Bu yüzden de birkaç defa Roma'dan sürgün edilir...  Vicdanı ‘’içimizdeki cellat’’ olarak tanımlar:  "İçimizde gizli bir kırbaç taşıyan o cellat."

Juvenal’in ülkemizde yayınlanan tek kitabı var: ‘’Yergiler – Saturae’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayıınları, 2006, Çev: Çiğdem Dürüşken ve Erdal Alova) Ayrıca Dr. Necdet Sümer’in doçentlik tezi olan ‘’Roma’da Satura: Toplumsal Değişim Açısından Lucilius, Horatius ve Juvenalis’in Saturalarında Amaç, İçerik ve Anlatım’’ (Hacettepe Üniversitesi, 1980) adlı kitapta Roma tiyatrosunda ilkel güldürü ve yergi türü olan Juvenal’ın saturaları yer alır…

Juvenal’in bilinen sözlerinden birkaçı; 

‘’Cebi delik yolcu, hırsızın yüzüne şarkı söyler.’’
‘’Yaşlılık, ölümden çok daha korkunçtur.’’
‘’Dürüstlük övülür ve ölür.’’
‘’Doğa reddederse, öfke şiir yaratır.’’
‘’Eleştiri kargayı affeder, fakat bunun üzerine güvercin misafir gelir.’’
‘’Asalet, bir ve biricik erdemdir.’’
‘’Sen daima sağlam bir kafan ve sağlam bir vücudun olması için dua et.’’
‘’Güzellikle faziletin birleşmesi nadirdir.’’
‘’Sakin ve mesut bir hayata ancak fazilet yolundan ulaşılabilir.’’
‘’Para arttıkça, para sevgisi de artar.’’
‘’Herkes öğrenmek ister, kimse de karşılığını vermeye kalkışmaz.’’
‘’Kimse birbirinden kötü olamaz ‘’
‘’Ekmek ve sirk oyunları Roma halkını sakin tutan etmenlerdir.’’

Görüldüğü gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün her yaştaki insana ve özellikle gençlere tavsiye olarak verdiği ‘’sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’’ sözünün kaynağıdır Juvenal.

20 yüzyıl önce Juvenal ‘’Ekmek ve sirk oyunları Roma halkını sakin tutan etmenlerdir’’ diyerek ekmek ve sirk oyunları ile Roma halkının uyutulduğundan şikâyet ediyordu.

Değişen ne ki?

Juvenal’dan 20 yüzyıl sonra seçim ve miting paketleri, magazin, penguen, AVM ve  futbol oyunları ile vatandaş yine uyutulmuyor mu?

Quis custodiet ipsos custodes?


Ancak Juvenal’in en meşhur sözü; 

‘’Quis custodiet ipsos custodes?’’

Türkçesi; ‘’Muhafızların muhafızlığını kim yapacak?’’


Juvenal’in diğer sözleri neyse de 20 yüzyıl öncesinden eski Roma'dan gelen bu söz günümüzdeki birçok soruyu da çağrıştırabilecek gayet fesat bir soru gibidir;

‘’Hukuksuz güç kullananlara kim güçlü hukuk kullanacak?’’
‘’Hukuksuz yargılayanları kim hukuka göre yargılayacak?’’
‘’Hukuku kendisine bağlayanları kim hukuka bağlayacak?’’
‘’Demokrasiyi ileri kurtarıcılardan kim kurtaracak?’’
‘’Harcamalarımızın hesabını sormaya yetkili olanların harcamalarının hesabını kim soracak?’’
‘’Yasalara uygunluğumuzu denetleyenlerin yasalara uygunluğunu kim denetleyecek?’’
‘’Özgürlükleri kötüye kullananları engelleme yetkisine sahip olanların, yetkilerini kötüye kullanmalarına kim engel olacak?’’

Bu liste uzayabilir.

İngiliz siyasetçi Lord Acton’un bir sözü vardı;

"Güç (iktidar) yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." 

Orjinali; ‘’Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men.’’

Hadi orijinal metnin ikinci kısmını ben tercüme etmeyeyim!

Eğer; yasa koyucu, silahlı güç sahibi, silahsız güç sahibi, siyasi güç sahibi, yerel yönetici, bürokrat, medya ya da topluluğun öyle gördüğü kişi gitgide evrensel yanlışa gidiyor, Hakk’tan, haktan, halktan ve hukuktan uzaklaşıyorsa...

Eğer ülkede doğru ve yanlış arasındaki sınır her zaman "kime göre, neye göre" ifadesiyle belirsizleşiyorsa...

Eğer siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem vali ve hem polis oluyorsa...

Eğer medya penguenleştirilerek maymunlaştırılıyorsa... Eğer medya yandaş, yalaka, yavşak, yılışık ve yalancı oluyorsa…

Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, medya kısaca güç sahipleri yozlaşıyorlarsa...  


Dönüyoruz o zaman Juvenal’a... 

20 yüzyıldan beridir değişen bir şey yoktur...

İşte çağımızın en temel sorunu budur:

Quis custodiet ipsos custodes?


Osman AYDOĞAN


Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye

28 Kasım 2020


Dün Demokratik Değişim Hareketi grubunun konuğu olarak Prof. Dr. Orhan Arslan ile beraber ‘’Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye’’ konulu bir söyleşiye katılmıştım… Bu söyleşi grubun sosyal medya hesaplarından canlı olarak yayınlanmıştı. Bu söyleşide değindiğim konuları aşağıda sunuyorum. Canlı yayınlanan söyleşinin video kaydının Youtube bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Her daim güncel olan bu konunun ilginizi çekeceğini düşünüyorum.

İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur. Bu yazıda bu dönüşüm çok özet olarak günümüze kadar incelenmiş ve sonunda da yeni güvenlik ihtiyaçları ortaya konmuştur. 


İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin ve güvenlik konusunun paradigması değişmiştir.


Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirmiştir. Revizyonistler, bu antlaşmanın Avrupa’da statükoyu sürdürmeye hizmet ettiğini savunurlar.

Vestfalya Barışı; Avrupa’da artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını ve dini devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağladılar.

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

Vestfalya Anlaşmasını çoğu tarihçiler bu nedenlerle modern çağın başlangıcı olarak kabul ederler…

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtilali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.


Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, sanayi devrimi, devletlerin pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dünya Savaşına doğru

Bu tarihten sonra dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri yer alır…


İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Dönemin Güvenlik Anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel, ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…


Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askeri bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu

Avrupa’yı burada bırakıp Osmanlı İmparatorluğuna kısaca bir göz atalım:


1299 kuruluş, 1453 İstanbul’un fethi ve 1529 Viyana kuşatması ile 16. yüzyılda üç kıtaya hükmeder. 1606 Zitvatorok Anlaşması ile prestij kaybeder. 1683’de Viyana önlerinde yenilir, 1699 Karlofça Anlaşması ile gerilemeye başlar. 1718 Pasarofça Anlaşması ile toprak kaybeder, 1792 Yaş Anlaşması ile çöküş sürecine girer. 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamıdır. 1828-1908 yılları Osmanlının ıstıraplı en uzun yüzyılıdır. 1839 Baltalimanı Anlaşması ile Kapütülasyonlar ile mali çöküş başlar. 1839 Tanzimat hareketi ile cumhuriyet fikri doğar, 1876 I. Meşrutiyet ile anayasal yönetime geçilir. Askeriyede, mülkiyede ve tıbbiyede yenilikler ve reformlar yapılır. 20 yüzyıl başında eğitimin, yeniliklerin ve Avrupa’daki fikir hareketlerinin zemin bulduğu Osmanlının anayurdu olan Balkanlar kaybedilir ve 1. Dünya savaşının sonunda da 1918’de Sevr Anlaşması ile Osmanlı devleti sona erer.

18. yüzyılda üç ülke yenilenme hareketinin içine girdi. Rusya, Büyük Petro ile, Japonya Meiji Restorasyonu ile bunu başarır… Ancak Osmanlının bütün yenileşme hareketleri hüsranla sonuçlanır...

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sebepleri:

Osmanlı İmparatorluğunun yenilenme hareketinde başarısızlığının ve çöküşünün çok sebepleri vardır. Bunlardan önemli olanlarını kısaca öyle sıralayabiliriz:


1. Devlet yönetimimin Doğu Roma geleneği olan fetih – ganimet - vergi - baskı sistemi üzerine oluşması,

2. Timur istilasının Anadolu şehirlerini birer kasabaya dönüştürmesi, Haçlı serelerinin şehirleri kıyılardan uzak iç bölgeler taşıması ve bu iki konunun yarattığı travma nedeniyle insanların mistik yöne sığınması, (Bu görüşü Fransız tarihçi Fernand Braudel savunur:  A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92)

3. Gazali etkisinin Fatih’ten sonra devlet yönetimine egemen olması, bilimi dışlaması (1453 ‘de sur önlerinde top dökebilen teknolojiden, 1529’da Viyana önlerine sürüyerek öküzlerle top taşınması),

4. Abbasi aydınlanmasını takip edememesi,

5. Avrupa Rönesans’ını görememesi,

6. Sanayi devrimini kaçırması,

7. Tarım ve din toplumu olarak kalması,

8. Sağlıklı ittifak ilişkilerinin olmaması…

9. Eğitimde bilimi ihmal edip fıkıh ve tefsir eğitimine ağırlık vermesi… (İbn-i Haldun’un ‘’Akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ sözü aslında Osmanlının neden battığının en açık ifadesidir.)

Türkiye Cumhuriyeti

1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün derin tarih bilinci ve dehasıyla genç Cumhuriyet güvenlik kurgusunu Selçuklu geleneği üzerine oturtarak ‘’arazi’ ile değil ‘’ittifak’’larla güvenlik sağladı. Bu maksatla Türkiye’yi çevreleyen Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yugoslavya ile 1934), Ortadoğu ülkeleriyle Sadabat Paktı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan, 1937) ve Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (1921) imzaladı. Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti güvenliğini komşularıyla yaptığı ittifaklarda buldu.


Dışarıda güvenliği bu şekilde sağlayan genç Türkiye Cumhuriyeti İbn-i Rüşt’ün manevi öğrencisi sayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bütün enerjisini içeride devrimlerin yerleşmesine, sanayileşmesine, bilime ve aydınlanma hareketine ayırdı.

Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında atları ve katırları için içeride yapamadığı nal mıhını İsveç’ten ithal ederken 1937 yılında Danimarka, Hollanda ve Polonya’ya yerli savaş uçağı ihraç eder hale gelmiştir.

Soğuk Savaş dönemi

Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılarak 1870 Sedan savaşından sonra başladığı kutuplaşmalar kurumsal hale gelir: Batı, ABD liderliğinde NATO’yu, Doğu, Sovyet Rusya liderliğinde Varşova Paktı’nı oluşturur…


Türkiye NATO’da ve ABD güdümünde

Türkiye 1952 yılında NATO’ya girer… Türkiye NATO’ya girmesiyle kendi uçak, top, tüfek, silah ve teçhizat üretim hattını ve fabrikalarını kapatarak ABD’den silah ve teçhizat alır… Alman yazar Jehuda Wallach’ın bir kitabında (Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1985) şu tezi öne sürer: ‘’Askerî yardım politik bağımlılık getirir.’’


Bu şekilde Türkiye Mustafa Kemal Atatürk’ün kurguladığı güvenlik politikasından uzaklaşarak komşularına sırtını dönüp güvenlik için teee uzaklardaki ABD’nin bacaklarına sarılır… Türkiye kendinin (milli) olmayan ABD’nin güvenlik politikalarının bir aracı haline gelir. Küba krizi, Kıbrıs krizi, Yeşil Kuşak projesi, bizim oğlanlar, sol hareketler üzerine baskı bu politikaların sonucudur…

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır… Tek kutuplu dünyaya dönülür. Küreselleşme başlar…


1990’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Ancak burada kitabın adına bir eleştiri getirmek istiyorum: Uygarlık, medeniyet tekdir. Bu uygarlık, medeniyet içerisinde farklı kültürler vardır. Dolaysıyla kitabın adı ‘’Kültürler Çatışması’’ olsaydı daha uygun olurdu diye düşünüyorum…

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.


1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşmüştür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2019 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır. Bu dönemde sanayi kapitalizmi yerini finans kapitalizmime bırakmış, sanayi kapitalizminin ana unsuru olan ağır sanayi, işçiler ve sendikalar önemini kaybetmiştir.

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), adalet, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, uzlaşma kültürü, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir.

Burada ‘’Jeokültür’’ kavramı içinde geçen her bir olgu ayrı ayrı açıklanmalıdır anacak ben en sonda geçen ‘’uzlaşma kültürü’’ ‘’dil’’ ve ‘’hukuk’’ konularını örnek olarak açıklamak istiyorum…

Jeokültür kavramından üç örnek: ''Uzlaşma kültürü'', ''dil'', ''hukuk ve adalet''

Uzlaşma Kültürü

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.


Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar ‘’Die Kultur des Kerieges’’ (Savaşın Kültürü) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’ Bir başka deyişle ‘’uzlaşma kültürü’’nün olmadığı toplumlarda çatışmalar kaçınılmazdır…

İşte böylesine önemlidir uzlaşı kültürü!... Toplumda uzlaşı kültürü olmayınca çatışma kültürü topluma savaşa sürüklüyor!....


Dil

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)


Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. 

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951) Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur… Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıp 1928 yılında tamamlanan ancak hemen hemen her yıl güncellenen Oxford sözlüğü her yıl eklene eklene 20 cilt haline gelmiş. Toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşmış… Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük her ne kadar arka sayfasına 104.481 sözcükten bahsetse de en ekleri, deyimleri ve yabancı kökenleri sözcükleri çıkarırsak en fazla 30.000 kelime içeriyor... Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz veya yerine koyamadıklarımız; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 82.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına (Red Fish) bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazardı… Bu kadar kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusanız da anlayamazsınız... Hoş biz de Shakespeare’i okumuyoruz ki zaten!...

Bu kadar az kelimeyle siyaset yapamazsınız, strateji oluşturamazsınız, güvenlik politikaları kurgulayamazsınız, sanat, edebiyat yapamazsınız, kültür oluşturamazsınız, ittifak yapamazsınız, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz… Vazgeçtim tüm bunları çağınızı kavrayamazsınız…  Hoş bizim de zaten siyaset falan da yaptığımız yok… Ülkede siyaset de tıkanmıştır. Arapça kökenli bir sözcük olan ‘’siyaset’’; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Artık neyi güç kullanmadan çözmüyoruz ki?

Hukuk ve Adalet

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ 

Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir...

Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria’nın 1763 yılında 25 yaşında iken yazdığı bir kitap var: ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene)

Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar. Kendisi idamı hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"

Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç gelmiştir.

Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:

”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.”... (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)

"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."

‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)

"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’

”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”

”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “

Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:

"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."

Bu kısımda son olarak hep birbiri ile karıştırılan ‘’hukuk devleti’’ ve ‘’hukukun üstünlüğü’’ kavramlarına değinmek istiyorum.

"Hukuk devleti" kavramı Kara Avrupası ülkelerinde geçerli bir kavramdır. Bu ülkelerde ‘’yazılı hukuk’’ devletin tekelindedir. Bu yüzden de hukuk; vatandaştan yana değil devletten yanadır. Anglo-Sakson hukukun egemen olduğu ülkelerde ise  "hukukun üstünlüğü" ilkesi bulunmaktadır. Bu ülkelerde bireyle devlet hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Bu devletlerde egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür... Bu şekilde "hukukun üstünlüğü" ilkesi sonucu gerçek demokrasi de Anglo-Sakson ülkelerinde boy verirken Kara Avrupası ülkelerinde "üstünlerin hukuku" hâkim olmuştur.

‘’Hukukun üstünlüğü’’ ilkesi çağdaş bir devletin en büyük güvencesidir.

Değişen güvenlik paradigmaları

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Tarih bize değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğinizi kurgulayamayan ve ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen toplumların sonunun hüsran olduğunu göstermiştir.

Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı

Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.


Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.

Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.

Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.

Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.

Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde büyük bir askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse bir kolordu kuvvetlerine eşit güçtedirler.

Günümüzde Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditleri

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.


Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra veya beş yıl sonra büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik ve kimyasal veya komşu bir ülkedeki nükleer santraldaki bir sızıntının (Çernobil gibi) Türkiye’yi etkilemesi de her zaman mümkündür.

Ülkede bir kuraklık neticede özellikle büyük şehirlerde su kıtlığının ve gıda arzında büyük bir azalmanın olması her zaman mümkündür…

Ülkede sayısı beş milyonu geçtiği söylenen sığınmacıların varlığı gelecek için ülke güvenliğinde zaten büyük bir tehdittir.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler mi?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak? Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?

Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Beş milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Fransa’nın, Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve günümüzün güvenlik ihtiyacı

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.


Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık gelişmiş silahlarla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı güvenlik birimlerinin yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, demokrasi, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Dilinizdeki kelime, sözcük sayısı ülkenin korunmasında ve güvenliğinde depolarınızdaki mermi sayısından daha etkilidir. Doğru güvenlik kurgulamaları doğru stratejilerle, doğru stratejiler de ülkeyi, dünyayı ve çağı algılayan doğru ve yeterli kelimelerle yapılır.

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, refah gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz… 

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?…

İbn’i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde ‘’Coğrafya kaderinizdir’’ derdi. Yani coğrafya kaderinizdir; yaşadığınız coğrafya ile etrafınızdaki coğrafya ile barışık olun derdi… 

Tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî, Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar ve güvenlik konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü söylerdi:  ''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Zaman ;coğrafya ile barışık olma ve dost edinme, dostları artırma zamanıdır…

Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri

Ülke refahını artırmayan, hakkı, hukuku ve adaleti tesis etmeyenevrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan her türlü siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ülkede siyasetin tıkanması ve siyasetin sorunlara çözüm üretememesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren, çarpık kentleşmeye göz yuman bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kamu yönetiminde şeffaflığın olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Coğrafya ile barışık olunmaması, komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Siyasetteki kapsayıcı ve kucaklayıcı olmayan, ötekileştirici ve şiddet içeren dil ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sağlıklı ittifak ilişkilerinin bulunmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Gıda arzı ve su güvenliğinin olmaması ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülke varlıklarının yabancıların eline geçmesi ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Ülkede denizcilik kültürünün eksikliği ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Kültür alanındaki eksiklik ve yetersizlik ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Sonuç

Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…

Tarih Baba bir de şunu göstermiştir: Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Demokratik Dönüşüm Hareketi. Söyleşi: Güvenlik Politikalarındaki Dönüşüm ve Türkiye
https://www.youtube.com/watch?v=-bsmitu4duY




Marcus Aurelius

27 Kasım 2020


Dünkü yazımda Roma İmparatorluğunun en ‘’deli’’ diye bilinen imparatoru Caligula’yı anlatmıştım… Daha önceki bir yazımda anlattığım Antik Roma'da yaşayan stoacı filozof Epiktetos üzerine bir arkadaşım bir başka stoacı olan İmparator Marcus Aurelius’u da yazmamı istemişti. Bugün, hem bu isteği yerine getirmek hem de Roma’nın en deli imparatorundan sonra Roma'nın en müstesna imparatoru olan Marcus Aurelius'u anlatayım istedim…  

Roma İmparatoru Marcus Aurelius

Marcus Aurelius İS 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamış, İS 161- 180 yılları arasında da Roma imparatoru olarak hüküm sürmüştür. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. O çağlarda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.


Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.

Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandır. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.

Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Marcus Aurelius'un kitabı: ’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler)

Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.


Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.

Marcus Aurelius’un kitabında yer alan sözleri:

Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım: 


"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’

''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''

"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''

''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir... İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''

''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''

"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."

"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."

"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."

"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."

“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’

"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."

''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“ 

“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“

"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."

“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”

“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”

‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”

‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’

“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’

‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’

“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”

‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’

‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’    

‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’

“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’

“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”

‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’

‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’

Marcus Aurelius’un ölümü

180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’  


Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.

Stoacı Marcus Aurelius

Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.


Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu…

Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.

Eski Yunanistan’daki Parnasos Dağının güneybasında bulunan Delfi arkeolojik alanındaki Kehanet Tapınağı'nda Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“

Platonun özlediği kral: Marcus Aurelius

Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın (Hominem te memento) diye fısıldamakmış.


Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.

Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum. Ama vazgeçtim günümüz politikacılarının Marcus Aurelius’tan bir şey öğrenmelerini, kendilerine Marcus Aurelius kimdir diye sorsak acep ne cevap verirlerdi?

Platon'un söylediği gibi keşke filozoflar kral, krallar filozof olsaydı!... 

Osman AYDOĞAN


Caligula

26 Kasım 2020


Şimdi size MS 37 - 41 yılları arasında hükümdar olmuş Roma İmparatorluğunun üçüncü imparatorunu, asıl adı ile ‘’Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’’ olarak tanıtsam, tanımazsınız. Çünkü kendisi takma adı olan ‘’Caligula’’ (Kaligula) diye bilinir. Julius Caesar (Jül Sezar) ile kan bağı vardır. Marcus Antonius'un oğlunun torunudur.

Kendisine verilmiş olan Latince '’Caligula’' takma adının da bir hikâyesi vardır. Gaius çocuk iken ailesinin Germanya'nın kuzeyindeki askerî seferlerine eşlik eder ve babasının bu seferlerinde ordusunun maskotu haline gelir. Askerler, annesi tarafından minyatür askerî üniforma ve bot giydirilip silah kuşatılan küçük Gaius'u görmekten çok hoşlanırlar ve kendisine Latince "Küçük asker botu’’ anlamına gelen bu lakabı (Caligula) takarlar...

Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu

Bir efsaneye göre Romus ve Romulus adlı kardeşler tarafından MÖ 753 yılında kurulan Roma şehri, önce Roma Krallığı’na ev sahipliği yapar. Bu krallık daha sonraları MÖ 510 yılında bir Senato tarafından yönetilen Roma Cumhuriyeti’ne dönüşür. Yaklaşık 500 yıl hüküm süren Roma Cumhuriyeti zamanla Roma İmparatorluğuna dönüşür.  Ancak Roma Cumhuriyetinin ne zaman imparatorluğa dönüştüğü konusunda tam bir kesinlik yoktur.


Tarihçiler farklı biçimlerde MÖ 44'te Julius Caesar'ın daimi diktatör olarak atanmasını, MÖ 31'de Aktium Deniz Muharebesi'nde Marcus Antonius'un yenilgisini, MÖ 27'de ilk yerleşim altında Octavianus (Augustus)'a Roma Senatosu'nun olağanüstü güçleri bağışlamasını ya da MS 27 yılını Cumhuriyet'i sonlandıran yıl olarak önerirler. Tarihçilerce genellikle kabul gören tarih; bir komutanın (Julius Caesar) savaş şartlarında kendine verilen üstün yetkileri kötüye kullanarak cumhuriyeti feshedip, kendisini imparator ilan ettiğidir.

Roma, bu tarihlerin birinde imparatorluğa dönüşse de MS 3. yüzyıla kadar ismen cumhuriyet olarak kalır... Bu süre içinde de imparatorluktan tekrar cumhuriyete dönüş çabaları da devam eder. İmparatorluk döneminde işlevi ve önemi azalsa da Roma Senatosu her daim varlığını sürdürür. 

Caligula

İşte Caligula, bu şekilde oluşan Roma İmparatorluğunun ikinci imparatoru olan İmparator Tiberius'un öldürülmesinin ardından MS 37 yılında onun üvey oğlu olarak askerlerin ve halkın sevinç gösterileriyle 25 yaşındayken Üçüncü Roma İmparatoru olarak tahta geçer.


Caligula, imparatorluğu süresince aşırı savurganlığı, tuhaflığı, ahlaksızlığı, acımasızlığıyla ve despotluğuyla tanınır ve genellikle soğuk, kibirli, bencil ve deli olarak tasvir edilir… Romalı tarihçi Suetonius, ‘’Caesar'ın Hayatı’’ adlı eserinde döneminin en ünlü olaylarını anlatır. Ancak bu dönemin en tarafsız tarihçisi olarak gösterilen Tacitus'un Caligula'nın saltanatı hakkında yazdıkları kaybolmuştur.

Caligula, Senato, soylular sınıfı, üst düzey yöneticiler ve tiranlar tarafından pek sevilen bir imparator değildir. Bu nedenle de hakkında anlatılanların gerçek olmadığı, dedikodu olduğu yönünde değerlendirmeler de vardır.

Caligula, çok sevilen Roma Generali Germanicus'un oğlu olması nedeniyle başlangıçta oldukça fazla sevgiye mazhar olur. Senato tarafından imparator ilan edildiğinde kalabalığın "bebeğimiz" ve "yıldızımız" selamlamaları arasında Roma'ya girer. Halk kurbanlar keser. Ona "Güneş" diye seslenirler.

Caligula'nın ilk imparatorluk yılları

Caligula’nın imparatorluğunun ilk yılları iyi geçer. İmparatorluğunun ilk zamanlarında cömerttir Caligula. Muhafızlara fazladan ödeme yapar, selefi olan İmparator Tiberius'un vatana ihanet belgelerini yok ederek vatana ihanet kovuşturmalarının geçmişte kaldığını ilan eder, sürgüne gönderilenleri geri çağırır ve İmparatorluk vergi sisteminden zarar görenlere yardım eder. Halka yiyecek, gıda dağıtır. Bunların ve yaptığı masrafların giderlerini karşılayabilmek için de malı, mülkü olanlardan, evlenenlerden, dava açanlardan vb. ağır vergiler alır. Bu davranışları başlangıçta kendisine halkın gözünde oldukça ün kazandırır. Küçük başarıları da yandaşlarınca yağcılıklarıyla oldukça abartılır.


Caligula'nın rahatsızlığı

Saltanatına uğurlu bir başlangıç yapan Caligula, MS 37 yılının Ekim'inde ciddi biçimde hastalanır. Bu hastalık onun saltanatının dönüm noktası olur. Bazı tarihçilere göre bu fiziksel rahatsızlık daha sonraları akıl hastalığına yol açar… Bazı kaynaklar, Caligula'nın davranışlarının kaynağını beyin iltihabı, sara ya da menenjit gibi olası bir tıbbi nedenlerle açıklamaya çalışırlar. Ancak Caligula'nın deli olup olmadığı sorusu bu güne kadar bir muamma olarak kalır.


Caligula’nın bu rahatsızlığı MS 39 yılından sonra Senato ile arasının açılmasına yol açar. Genç Calicula ve Senato arasındaki sürtüşmenin kesin nedeninin belirsizliğine rağmen, bazı kaynaklara göre İmparator bir geçit töreni istemiş ancak bu istek Senato tarafından reddedilmiştir. Ancak kesin olan şu ki; Caligula MS 39 yılında konsülleri Senatoya danışmadan görevden uzaklaştırmış ya da yeniden yerleştirmiş ve birkaç senatörü arabasının yanında resmi kıyafetleriyle koşmaya zorlayarak halkın önünde küçük düşürmüş olmasıdır. Bu nokta da Caligula'nın hayatının akışı, Romalılarca "bebeğimiz" ve "yıldızımız" diye selamlanan genç bir imparatordan despot bir diktatöre doğru dikkat çekici biçimde değişir. Görkemini yansıtmak için büyük binalar, kendisi için kocaman kocaman saraylar yaptırır.  

Saltanatı sırasında imparatorluğa katılan Moritanya iki eyalet olarak tekrar yapılandırılır. Alexandria ve diğer doğu eyaletlerinde Yahudiler ve Yunanlar arasında çıkan karışıklıklar bastırılır. Caligula, Rhegium ve Sicilya limanları iyileştirir, Mısır'dan yapılan tahıl ithalatını arttırır.  Kamu işleri tamamlanır, tapınaklar inşa edilir, binalar, duvarlar tamir edilir. Caligula aynı zamanda çok ikna edici iyi bir hatiptir ve genellikle Roma halkının gözünde popüler biri olarak tasvir edilir...

Caligula hakkındaki rivayetler

Caligula hakkında iddia edilen, rivayet edilen tuhaf hikâyeler olarak; aşırı zalimliğini, sapık cinsel maceraları ya da geleneklere ve Senatoya karşı olan saygısızlığı, politik aptallıkları ve kendisini tanrılaştırması anlatılır. Ayrıca, kuzey cephesindeki askerî seferlerindeki davranışları ve verdiği tuhaf emirler, din ve vergi politikalarındaki uygulamaları deliliğinin ve zorbalığının delili olarak kullanılır.


Caligula hakkında iddia edilen rivayetler şunlardır:

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri vardır. Sarayında bir genelev açar ve burada seks âlemleri yapar ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satar… Hatta amcası Claudius'u da bu genelevin kapısında görevlendirir.

Sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürür. Ardından karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatır.

Caligula'nın Incitatus ismindeki çok sevdiği atını bir rahip olarak adlandırır ve yaşaması için, içinde mermer bir ahır, altından bir yemlik bulunan bir ev ve mücevherlerle süslü gerdanlık takar ve en önemlisi Incitatus ismindeki bu atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “senatör” unvanını alır!...

Ülkenin kuzeyinde yaptığı askerî faaliyetlerinde gülünç ve tuhaf emirler verir. (Askerlerinin denize saldırması, askerlerine midye kabuğu toplatması emri vb.) Gece güneşin doğmasını emreder…

Arenada aslan ve kaplanlarla dövüşmek için yeterli suçlu kalmamışsa bazı izleyicileri arenaya attırır. Hayatına karşı herhangi bir komplo tertip edildiği zaman, komplocuların "ölmekte olduklarını hissedebilecekleri çok sayıda küçük yarayla" öldürülmesini emreder. Yemek yerken idamları seyreder. Birisinde idam cezası verdiği bir suçlunun hasta ve yaşlı babası oğlunun idamını izleyebilsin diye sedye bile tahsis eder! Tahıl ambarlarını kapatarak yurttaşlarını açlığa mahkûm eder. Kendisine yukarıdan bakılmasını suç sayar.

Halkı için sık sık "korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler" der.

Caligula, kendinisini yaşayan bir tanrı olarak ilan eder… Caligula’dan önce, Augustus zamanında, özellikle İmparatorluğun batısında, tanrılaştırılmış bir imparator kültü oluşturulur ve teşvik de edilirdi. Ancak Caligula bu kültü hayal edilemeyecek bir noktaya taşır. Calligula kendisini geri planda bir tanrı gibi takdim eder, ardından da dalkavukça yöntemlerle huzurunda bulunanların kendisini tanrı olarak benimsemelerini ve onaylamalarını talep eder. Ve çevresindeki dalkavukları da bu tanrı kültünü onaylarlar. Tanrılaştırılmış İmparator kültünün doğası, imparatorun çevresindeki ruhun onore edilmesi iken bu kült doğrudan Caligula'nın kendisine tapınılmasına doğru değişir. Heykellerin başları, birçok kadın heykeli de dâhil Caligula'nın başıyla yer değiştirir.  

Caligula'nın, bir imparator olarak özellikle Senato, soylular sınıfı, yöneticiler ve tiranlar düzenine karşı olan eylemleri sert olarak tanımlanır. Bu eylemler muhafızlar tarafından engellenen en az üç başarısız siyasi komplo girişimine neden olur.  

Ancak sonunda tıpkı Marcus Junius Brutus'un Julius Sezar'a yaptığı gibi, cumhuriyeti kurtarmak için korumalarının başı Cassius Chaerea tarafından baskısından usanan senatörlerin kumpası ve komplosuyla imparatorluğunun dördüncü yılında iken MS 41 yılında 29 yaşında iken öldürülür. Ancak bu suikastlar, tiranlar eliyle çürütülmüş Roma Cumhuriyetini kurtarmaya yetmez. Zira hem Brutus hem de Cassius Chaerea, Cumhuriyet adına kahraman ilan edildikten çok kısa bir süre sonra bu kez "cumhuriyeti yıkmaya teşebbüs" suçlamasıyla karşı karşıya kalırlar ve öldürülürler...

Gerçek nedir?

Caligula hakkında anlatılanların çoğu bahsettiğim gibi rivayettir, dedikodudur, söylentiden ibarettir. Ve bu söylentiler de git gide abartılarak iyice magazinleştirilir. Caligula her imparator gibi güç delisidir ancak abartıldığı kadar da deli değildir.


Bu rivayetlerin, dedikoduların doğruluğu ne olursa olsun tarihçiler Caligula'nın imparatorluk için uygunsuz, yetersiz ve hazırlıksız olduğu konusunda hemfikirdirler…

Romalı ünlü hatip Crispus, Caligula için "dünyaya ondan daha iyi bir köle ve daha kötü bir efendi gelmemiştir" diye konuşur. Onun efendiliği; Senato’ya, soylulara ve tiranlara, kötülüğü ve küstahlığı; zayıflara, güçsüzlere, halka ve köleliği ise Antik Roma'nın en büyük generallerinden biri olan ancak karanlık, münzevi ve kasvetli bir imparator olan Roma’nın 2. İmparatoru ve üvey babası Tiberius'a idi.

Caligula deli falan değildir. Onun deliliği, tiranlar eliyle çürütülmüş bir topluma, toplumunun geleneklerini, değerlerini, âdetlerini koruyayım derken ahlakı unutmuş, unutturmuş Senato’ya, soylulara ve tiranlara karşıydı. Aslında Caligula’nın hikâyesi, imparatoru bir kuklaya çevirip Roma'yı yönetmek isteyen tiranların, soyluların, zenginlerin iktidarı (gücü) nasıl etkilediğinin, siyaseti nasıl yönlendirdiklerinin hikâyesidir.

Caligula, Roma’da zenginlerin, soyluların, tiranların cumhuriyet düzeninden vazgeçtiği yıllarda iktidara gelir. İmparatorluk düzeninin devamı için cumhuriyetten tamamen vazgeçmek gerekiyor idi. Cumhuriyetin kurallı, yasalara dayalı yapısı Roma oligarşisi için engeldir. Bunun için önce zenginler, soylular ve tiranlar cumhuriyetten vazgeçerler. Cumhuriyet düzeni yerine; dinsel ve despotik bir dikta rejimini benimserler.  Seçim yerini komploya, hileye, hurdaya bırakır. Caligula’nın iktidarı da aslında bir komplonun eseridir…

Caligula aslında çözülmekte olan bir düzenin sembolüdür. Caligula aslında toplumda yeteneksizliğin, dinselliğin ve ahlaksızlığın yükselişte at başı yarıştığı bir dönemin ürünüdür. Caligula’yı bu dönemde öne çıkaran unsur ise Caligula’yı kendinden önce ve sonrakilerden ayıran pek çok olan şahsi özellikleriydi.

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri olduğu iddia edilir. Hâlbuki Caligula'nın ölümünün ardından onun hakkında en koyu eleştirileri yapan Seneca, Caligula’nın kız kardeşleriyle olan ensest ilişkisi hakkında çıkan dedikodulardan hiç bahsetmez ve ayrıca Seneca, Caligula'nın hayattaki kız kardeşleri Agrippina ve Julia Livilla ile olan yakın ilişkisi ile tanınır. Doğru olsaydı bu rivayet Seneca söylerdi her halde!

Caligula, sarayında seks âlemleri yaparken ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satarken ahlaksızdı da bu işi gönüllü olarak yapan Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, sarayında bir genelev açarken ve sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürdüğünde ve ardından da karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatırken ahlaksızdı da bu ahlaksız davranışı sineye çeken, kabullenen Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, Incitatus ismindeki atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “Senatör” unvanını alır. Bu nedenle de Caligula’ya deli derler ve onunla dalga geçerler. Doğrudur, Roma İmparatoru Caligula, atını çok sevmekte ve onu senatör yapmak istemektedir. Roma senatosu, Caligula’nın korkusundan bu öneriyi kabul eder. Aslında Caligula'nın maksadı farklıdır. Caligula bu davranışıyla, Senato'nun usulüne uygun şekilde aldığı bir kararın “hukuk” olarak kabul edilemeyeceğini anlatmak ister. Şimdi atını senatör yapmak isteyen Calicula deli ve ahlaksızdı da çıkarları gereği bu isteği onaylayan, kabul eden Senato çok mu akıllı ve ahlaklıdır? 

Caligula’nın, kendisini yaşayan bir tanrı olarak ilan ettiği rivayet edilir. Calligula kendisini bir tanrı gibi takdim ederken ve Caligula'ya kutsal sıfatlar yakıştırılırken, bu rolü ve bu sıfatları benimseyerek onaylayan, en azından tepkisiz ve sessiz kalan etrafındaki yandaşları, dalkavukları ve yağdanlıkçıları, Senato ve Roma'nın ilgili kurumları daha fazla ahlakçı ve dindar mı idiler?

İşte Caligula bu deliliği ile çürümüş, yozlaşmış bir Senatoya, senatörlere, soylulara, tiranlara, Roma'nın kurumlarına ve topluma karşı bir ayna olmak istemiştir.''Caligula'' ve ''toplum'' aslında bir ''tencere'' ve ''kapak'' hikâyesidir.  

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında ‘’Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır bu dünyada. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.’’ diye yazardı. Bozulmuş insanlardan oluşmuş bir toplum liderliğinin bir örneğiydi Caligula…

Aslında Roma’nın, Cumhuriyeti tamamen yıkmak isteyen güç sahipleri ve zenginleri istedikleri rejim için böylesi bir Caligula’yı ve böylesi bir toplumu yaratırlar. Roma’nın güç sahiplerinin bu isteği; hiçbir devlet tecrübesi olmayan, bilgisiz, görgüsüz, aklen ve bedenen hasta ancak güç sahiplerine ve zenginlere karşı köle, halka karşı küstah yönetici kimliği ile Caligula'nın şahsında cisimleşir. Ve Roma’da böylesi bir Caligula'ya; milli, dini ve ahlaki hiçbir değere sahip olmayan ancak bu sıfatları kullanan bir ekip ile olup bitenlere karşı üç maymunu oynayan, kayıtsız ve umarsız bir halk eşlik eder. Roma’da böylesine bir ortamda ise tek siyasal mekanizma olarak komplo ve entrikalar ortaya çıkar. Roma kurumları teker teker bitirilirken bu kurumların yerine güç sahiplerinin, büyük zenginlerin ve Roma Sarayı'nın içendeki dar grupların komploları ve entrikaları alır. Bu komplolar ve entrikalar da en sonunda Caligula’yı alır.

Ve günümüzde Caligula

Tarihte böylesine renkli bir imparator olan Caligula’nın birçok filmi ve TV dizisi yapılır.


İtalyan yönetmen Giovanni Brass (sanat camiasında takma adı olan "Tintoretto"'nun kısaltılmışı olan Tinto Brass olarak bilinir)  tarafından, Caligula’yı oyuncu Peter McDowell’in canlandırdığı 1979 yılında çekilen bir filmi vardır: ‘’Caligula - Aufstieg und Fall eines Tyrannen’’ (Caligula – Bir zorbanın yükselişi ve düşüşü). Bu filmde Caligula anlatılır. Ancak film afişlerinin üzerinde 18 yaş altı için sakıncalı olduğu yazılıdır. Film hakkında da bir sinema dergisi olan Moviepilot şunları yazar: "Hem estetik hem de itici olmak üzere, porno ve tarihsel uzun metrajlı film arasında başarılı bir dengeleme hareketi." Sinema magazin dergisi olan X-Rated Magazin ise filmi daha kısa anlatır: "Yüzyılın film skandalı.’’

En son 1996 yılı, genç Macar yönetmen Szabolcs Hajdu yapımı sinema filmi vardır: "Caligula". Bir de Caligula'yı genç İngiliz oyuncu John Simm'in canlandırdığı 2004 yılı yapımı mini TV dizisi "Imperium Nerone" dizisi bulunmaktadır. 

İsveçli müzik grubu Dark Funeral'ın solisti sahne adı olarak "İmparator Magus Caligula"'yı kullanır.

Kaynaklar

Caligula’yı günümüzde anlayacağımız şekilde anlatan en iyi eser Albert Camus’un ‘’Caligula’’ (Berfin Yayınları, 2017) isimli tiyatro oyunudur.  Aslında Albert Camus ‘’Caligula’’'yı yazarken o sıralarda yükselişte olan Hitler’i kastederek yazar!...


Caligula’yı anlatan diğer bir eser ise edebiyatçı, yazar ve gazeteci Ahmet Mümtaz İdil’in ‘’Dehşetin Kanlı Gölgesi Caligula’’ (Etkin Yayınları, 2013) adlı kitabıdır.

Caligula’yı anlatan bir diğer eser de Yalçın Küçük’ün ‘’Caligula - Saralı Cumhur’’ (Salyangoz Yayınları, 2007) isimli eseridir ki bu kitabı da okumanızı asla ve asla tavsiye etmem. Zinhaaaaar bu kitabı okumayınız, hatta elinize bile almayınız. Çünkü bu kitap yazarı Yalçın Küçük gibi sakıncalı, muzır ve tehlikeli bir kitaptır!...

İşte böylesine bir delidir Caligula... Tencere (Cumhuriyetten vazgeçip imparatorluğa dönüşen Roma) yuvarlanıp kapağını (Caligula) bulmuştur... 

Osman AYDOĞAN

Kadına yönelik şiddet...


25 Kasım 2020

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

1999 yılında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 25 Kasım günü ‘’Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak ilan ediliyor. O günden beridir her yıl 25 Kasım günü ’Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak tüm dünyada kutlanıyor...

Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960 yılında Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe bu şekilde “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.

‘’Kadına Yönelik Şiddet’’ tanımı

Günümüzde kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet giderek artan önemli bir toplumsal sorunlardan birisi haline geliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şiddetin tanımını “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma ihtimali bulunması” olarak yapıyor…

WHO, görüldüğü gibi şiddetin tanımını ‘’Fiziksel Şiddet’’ ve ‘’Psikolojik Şiddet’’ olarak ikiye ayırıyor…

Fiziksel şiddet içeriğinde; dayak, kesici ve vurucu maddelerle bedene zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmasını engelleyerek bedene zarar gelmesine sebep olmak yer alıyor...

Psikolojik şiddet içeriğinde ise; kişiyi aşırı denetleme ve kontrol altında tutma, aşağılamak, cezalandırmak, mahrum bırakmak, küçük düşürmek amacıyla yapılan sistematik şiddet davranışları bulunuyor…

Psikolojik şiddette, kişinin benlik değerine, kimliğine, dünyaya karşı bakış açısına savunmalarına zarar verme söz konusu olduğu için kişide ruhsal hastalıklara sebep olabiliyor… Psikolojik şiddet, bireyin kişilik yapısını ve benlik saygısını hedef aldığından, fiziksel şiddete göre çok daha büyük sürdürülebilir hasarlara neden olabiliyor.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet

Günümüzde kadına yönelik her iki şiddetin ülkemizde ne kadar yaygın olduğu konusunda sağlıklı rakamlar ne yazık ki elimizde mevcut bulunmamaktadır. Bunun nedeni psikolojik şiddet çoğunlukla kayıtlara girmezken fiziksel şiddette ise intihar süsü verilerek üstünün kapatılması ve her iki şiddet mağduru kadınların sessiz kalıp kendini kaderine mahkûm etmeleri olarak gösterilmektedir.

Ancak buna rağmen değişik kaynaklardan alınan verileri sunacak olursam 2019 yılında Ocak ayından Kasım ayına kadar geçen 324 günde bilinen erkekler tarafından 305 kadın öldürülmüş, 532 kadın şiddete uğramıştır. Sadece 2019 yılının Ocak Haziran aylarında 31 kadın tecavüze uğramış, 288 kadın seks işçiliğine zorlanmış, 138 kadın tacize uğramış ve 139 çocuk istismar edilmiştir.

Ancak bu sayı geçmiş yıllardan bugüne artarak gelmiştir. TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yayınlanan ‘’Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme Raporu’’nda Türkiye’de kadın cinayetlerinin son 10 yılda %1400 arttığı ileri sürülmektedir…

Ülkemizde kadın cinayetlerindeki bu artış gibi kadına yönelik olarak yapılan şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing gibi farklı alanlarda da benzer oranlarda kadına şiddet artarak devam etmiştir.

Türkiye’de kadına yönelik artan şiddetin kaynağı

Ülkemizdeki kadına yönelik artan bu şiddetin psikolojik, sosyolojik,  kültürel, geleneksel ve ekonomik nedenleri başta olmak üzere çeşitli sebepleri vardır. Ancak kadına yönelik bu artışın dört nedeni var ki üzerinde önemle durulmalıdır diye değerlendiriyorum.  

Bunlardan birincisi; toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemidir.

Toplumda kullanılan ve medyada sergilenen erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik nefret söylemleri ve kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen sözcükler, erkeklerin zihninde her zaman için patlamaya hazır bombalar gibi yer almaktadır.

Türk medyası, kadını “namus” ve “ahlak” gibi son derece kişisel ve muğlak terimler çerçevesinde; “ev kadını”, “vefakâr anne”, “özverili eş”, “cinsel obje”, “seksi güzel”, “güçsüz / itaatkâr”, “kötü kalpli”, “hırslı”, “cüretkâr” gibi sıfat ve rollerin altında ele alarak onu cinsellik, iktidar, aşk, aldatma/aldatılma, intikam, kıskançlık gibi konuların merkezine yerleştirmektedir. Türk medyası ayrıca “annelik” ve “ev kadınlığı” gibi rollerin bir kadının birincil vasıfları ve görevleri olduğu şeklinde sunmaktadır.

Kadınlar hakkında dilde yer alan ve günlük hayatta kullanılan bu tür sözcüklerin toplumda nasıl bir tahribat yarattığını Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ’nı yazdıklarını örnek olarak verebilirim.  Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ (Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128) isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerinden bahseder...

Selâme Mûsâ’ya göre, dildeki “fosilleşmiş” kelimelerin varlığı toplumda çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan ‘kan’, ’öç’, ‘ırz’ kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.” Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde dil konusunu hiç düşündük mü acaba?

Bunlardan ikincisi kadına ve çocuklara yönelik şiddetin cezasız kalması veya verilen cezaların caydırıcı olmamasıdır…

Tecavüzde hâkim karşısında kravat takmak iyi hal indirimi olarak değerlendirilmiştir… Değişik kurslarda, yurtlarda ve vakıflarda çocuklara yapılan toplu tecavüz vakalarının üstü örtülmüştür. Bir bakan, hem de kadın bir bakan bir vakıftaki 45 öğrenciye tecavüz edilmesi ile ilgili olarak "Bir kere yaşanmış bir olay" diyebilmiştir.

Bunlardan üçüncüsü ülkenin siyasi atmosferine hâkim olan şiddet kültürüdür

İktidarı ile muhalefeti ile siyaset meydanlarında, meclis kürsülerinde, TV’lerde, haber kanallarında ve açık oturumlarda sarf edilen kötü ve sert tondaki ağıza alınamayacak sözler, çirkin ifadeler, hakaretler, aşağılamalar ve buralarda sergilenen çatık kaşlar, parmak göstermeler, şiddet ve celâl tüm ülke sathına dalga dalga ve katlanarak yayılarak caddelere, sokaklara, evlere, odalara ve kuytu yerlere ulaşmakta ve buralarda kim kimi zayıf bulmuşsa onun ve özellikle toplumdaki en savunmasız olan kadınların bedenlerinde somutlaşmaktadır…

Bunlardan dördüncüsü siyasetçilerin kullandığı kadın düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı eril dildir…

Eril dil ve kadın düşmanı açıklamalar her partinin siyasetçilerince yapılıyor. Ancak bu konuda birinciliği iktidar partisinin kimseye kaptırmadığı kesindir… İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dile örnekler verecek olursak:

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009)

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: ‘’Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarılıyor!…

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan CB Erdoğan: "Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen ‘’Eşitlik İzleme Kadın Grubu’’ (EŞİTİZ)’ndan avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok…

Siyasetçinin bu eril dilinin sonuçları

La Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları Claude Julien'in söylediği gibi dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkilemektedir.

Boğaz kırk boğumdur derler... Bu konuşmak için, boğazdan bir ses çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşanlar iktidara mensup kişiler ise seksen değil yüzseksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır. Devlet yönetimi ciddiyet gerektirir...

Şiddete kaynaklık teşkil eden siyasetteki dil sorunu

Siyasetin temelinde ‘’dil’’ kavramı yatmaktadır. Bu nedenle de ‘’siyaset dili’’ büyük önem taşır. İster iktidarda, ister muhalefette olsun siyasetçinin dili, oraya buraya çekilmeyecek, kutuplaşmaya zemin hazırlamayacak ölçüde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır.

Siyasette yanlış anlamalara, alınganlıklara zemin hazırlayan, kutuplaştıran, öfke ve şiddet içeren sözler, davranışlar; yerini, akılcı ve gerçekçi çizgide söylemlere, tutum ve davranışlara bırakmalıdır.

Siyasetçi ‘’insanı merkeze alarak’’ halka anlayış, saygı ve sevgi ile yaklaşmalı, içten ve olumlu sözlerini beden dili ile bütünleştirmelidir. Ağzından çıkacak her sözü yerinde ve zamanında kullanmalı, böylece halk ile sıcak ilişki kurma becerisini gösterebilmelidir. Unutulmamalıdır ki “siyaset”; aklını kullanarak, dil ve beden dili aracılığı ile problemleri zor kullanmadan tatlılıkla çözme sanatıdır…

Politikada tartışma mutlaka olacaktır ama siyasi terbiye ve nezaket sınırlarını aşan, “olumsuz sözler ve davranışlar’’ halk sağlığını fazlasıyla tehdit etmektedir…

Siyasetçi, toplumda ‘’rol-model’’, yani örnek olma görevini üstlenmiş kişi demektir. Bu bakımdan, zaman zaman onun dilinde ifadesini bulan öfke yüklü söylemler ve buna bağlı olarak sergilenen nefret söylemleri, itici, kışkırtıcı jestler, mimikler ve davranışlar anlattığım gibi hiç de olumlu sonuçlar doğurmamaktadır…

Bu bağlamda, hiçbir siyasetçinin olumsuz sözleri, tutum ve davranışları kendisiyle sınırlı kalmamakta, hatta dalga dalga ülke sathına yayılarak bir domino etkisi yaratıp, toplumsal ve sosyal huzuru ve barışı bütünüyle tehlikeye düşmektedir... 

Bu nedenle her siyasetçi, önce iyice düşünmeli, sonra dikkatli bir şekilde konuşmalı ve nihayet özenli, olgun, örnek oluşturacak olumlu tavırlar sergilemelidir…

Kadını ihmal

Günümüz dünyasında kadına yönelik şiddetin bir başka boyutu daha vardır. Onu da yazmadan geçmek istemiyorum… Kadına yönelik şiddette gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: İhmal!... Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...

Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...

Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir…

Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir... Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir…

Sonuç

Kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak için 25 Kasım gününü bekleyerek sadece bu günü bir mücadele günü olarak anmak kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde pek bir anlam ifade etmeyecektir…

Öncelikle iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi çatışma ve şiddet kültürünü terk etmelidir. Siyasetçinin dili uzlaşıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı olacak şekilde düzgün, açık, net ve anlaşılır biçimde “sağlıklı” olmalıdır…

İktidarıyla, muhalefetiyle siyasetçi; kadın konusundaki ilkel düşüncesini, eril dilini ve maço davranışlarını düzeltmelidir… Kadın - erkek eşitliği konusunda siyasetçi topluma örnek olmalıdır…

Sözlüklerde yer alan, erkek egemen dilinin hâkim olduğu kültürün yol açtığı kadınlara yönelik fosilleşmiş, kadın düşmanlığına, kadına ve kadın bedenine hakarete dönüşen nefret sözcüklerinin tamamı ayıklanmalı ve bir daha kullanılmamalıdır…

Kadına yönelik şiddette verilen cezalar caydırıcı olmalıdır.

Acil uygulanması gereken yasalar

Bu kapsamda;

* Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 19 Aralık 1979 tarih ve 34/180 sayılı kararıyla kabul edilen ve Türkiye tarafından 1985 yılında çekinceleriyle kabul ettiği, ancak 2008 tarihinde 29. maddenin 1. fıkrasına ilişkin çekince hariç diğer çekincelerini kaldırdığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’’;

* Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun ‘’Kadınların ve erkeklerin insana yakışır işlerde çalışıp insana yakışır kazanç sağlayabilmeleri için gerekli fırsatların artırılması’’ strateji hedefleri;

* Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferanslarında yer alan Kadının Korunmasına İlişkin Uluslararası Sözleşmeler;

* 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan, Türkiye’nin de imzaladığı ve 1 Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye’de resmen yürürlüğe giren kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde olan ‘’İstanbul Sözleşmesi’’,

* 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu;

* 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun;

* T.C Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ‘’Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2018 - 2023)’’

Derhal uygulanmalıdır!... Zaman mazeret üretme değil, zaman eylem zamanıdır… Bu konuda eyleme geçmeyen sözlerin konuya hiçbir katkısı olmayacaktır…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 


Akdeniz’de bir Ortaçağ korsanlığı

24 Kasım 2020


Son iki gündür gündemi, Akdeniz’de seyir halinde olan bir Türk gemisinin Ortaçağ’daki korsanları andırırcasına bir Alman firkateyni tarafından izinsiz ve yasadışı bir şekilde hem de gemiye asker çıkararak aranması konusu oluşturuyor.

Önce Alman askerî gemisi Akdeniz’de ne arıyor onu bir izah edeyim…

Irini Operasyonu

Birleşmiş Milletlerin (BM) Libya’ya yönelik silah ambargosunun denetlenmesi için Avrupa Birliği (AB) tarafından Akdeniz’de adını ''Irini'' verdikleri bir operasyon başlatılıyor.

BM Güvenlik Konseyinin Libya’ya yönelik silah ambargosunun denetlenmesi için bahsi geçen bu 2292 numaralı kararında Libya’da meşru hükümet olan Milli Mutabakat Hükümeti ile istişare ve izin zorunlu kılınıyor. Ancak hal böyle iken AB tarafından başlatılan Irini Operasyonu için AB, Libya’nın meşru hükumetinden ne izin alıyor ne de konuyu istişare ediyor. Dolaysıyla AB tarafından Akdeniz’de yapılan böylesine bir harekâtın hiçbir meşru zemini bulunmuyor.

Ayrıca AB, bu bahsi geçen yasallığı tartışmalı Irini Operasyonun taktik komutanlığına Doğu Akdeniz’deki Türk Yunan ihtilafı bilindiği halde bir Yunanlı amirali, operasyon komutanlığına bir İtalyan amirali ve operasyon komutan yardımcılığına da bir Fransız amirali veriyor.

Akdeniz’de bir Ortaçağ korsanlığı

Bu operasyonda görev alan Almanya’nın ‘’Hamburg’’ isimli firkateyni de Akdeniz’de Libya'nın Misrata kentine doğru ilerleyen Roselina-A adlı Türk bandıralı yük gemisini, 22 Kasım 2020 Pazar günü Akdeniz açıklarında durduruyor ve gemi uluslararası hukuka aykırı bir şekilde saatlerce aranıyor…

Deniz hukukuna göre, gemilerde arama yapabilmek üzere gemiye personelin çıkabilmesi için bayrak devletinin rızasının alınması gerekmesine rağmen, Türkiye’den böyle bir izin almadan Hamburg Fırkateyni’nin personeli gemiye helikopterden iniş yapıyor. Sonra da Alman askerleri saatlerce gemide arama yapıyor… Ancak gemide insani amaçlı gıda maddeleri dışında bir şey bulunmuyor...

Bu uluslararası hukuk dışı uygulama üzerine Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy konuyla ilgili bir açıklama yaparak: “AB'nin ne meşru Libya Hükümetiyle ne ülkemizle ne de NATO'yla istişare etmeden başlattığı Irini Harekâtının tarafsızlığı hâlihazırda tartışmalıdır. Hal böyleyken, ülkemizden Libya'ya taşımacılık yapan gemilere uygulanan bu çifte standartlı ve hukuk dışı muamele asla kabul edilemez” diyor…

Türkiye Dışişleri Bakanlığı da yaptığı ayrı bir açıklamada müdahalenin “muğlak bir şüphe” üzerine “rıza alınmadan” yapıldığını vurgulayarak, Ankara’daki AB ve İtalya büyükelçileri ile Almanya Maslahatgüzarı’nın (Büyükelçinin Ankara dışında olması nedeniyle) Bakanlığa çağrıldığını ve Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal tarafından ilgili ülkelere nota verildiği belirtiliyor…

Bakanlık açıklamasında, “Roseline-A adlı Türk ticari gemisine Irini Operasyonu çerçevesinde Türkiye’nin izni olmadan çıkılması ve geminin denetlenmesi olayının protesto edildiği, verilen notada olayın uluslararası hukuka aykırı olduğu ve tazminat hakkının da muhafaza edildiğinin kayıt altına alındığı” vurgulanıyor…

Olay bu şekilde ve Türk Dışişlerinin olaya müdahalesi ve verdiği tepki de yerinde…

Ancak…

BM’ni şartlarına aykırı, Libya’nın meşru hükümetinin haberi, rızası ve onayı alınmaksızın ve NATO’nun da onayı ve haberi olmaksızın AB’nin nasıl böyle bir operasyon yapabildiği ve bu operasyon kapsamında hukuksuz bir biçimde Türk gemisine korsanca müdahale edilebildiği sorgulanmaya muhtaçtır.

Tarihte kısa bir yolculuk

Olayın meşru Libya hükumeti ve NATO dışında ülkemizle olan kısmını anlayabilmek için her zaman olduğu gibi yine geçmişe, tarihe ve tarihte yaşanan olaylara ve bu olaylar karşısında Türkiye’nin tepkisine gidelim… Çok kısa olarak:

Takvimler 01 Ekim 1992 gününü göstermektedir. O tarihte Ege Denizinde ABD ile ortak icra edilen “Kararlılık Gösterisi-92” tatbikatına katılan ABD uçak gemisi Saratoga’dan atılan “Sea Sparrow” güdümlü füze ile Türk donanmasına ait Muavenet gemisi vurularak gemi komutanı dâhil beş asker şehit edilir… Ancak bu olayı hem Türk Dışişleri Bakanlığı hem Genelkurmay Başkanlığı hem de Türk Devleti sineye çeker. Bu saldırı karşısında verilmesi gereken tepki verilmez…  Bu olayın detaylarını sayfamda anlatmıştım. (TCG Muavenet)

Takvimler 04 Temmuz 2003 gününü göstermektedir. Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birlikleri derdest edilip başlarına çuval geçirerek kaçırırlar… Bu olay da hem Türk Dışişleri Bakanlığınca hem Genelkurmay Başkanlığınca hem de Türk Devletince sineye çekilir. ABD’ye nota bile verilmez...

Takvimler 31 Mayıs 2010 tarihini göstermektedir. Mavi Marmara isimli yolcu gemisi birçok, milletten, dinden aktivistler, gazeteciler, sanatçılar, gönüllüler ile birlikte İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu kırmak için diğer beş gemi ile birlikte Akdeniz'de, İsrail'den 70-80 mil (130-150 kilometre) açıktaki uluslararası sularda bulunmaktadır. Bu tarihte İsrail, uluslararası karasuları kanunlarında karasuyu sayılmayan bu bölgede Mavi Marmara gemisine operasyon düzenler. İsrail’in onlarca asker, gemi ve helikopterle düzenlediği operasyonda 9 Türk vatandaşı hayatını kaybeder. Birçok yolcu da bu operasyonda yaralanır. Geri kalan gemiler ve yolcular da rehin alınır…

Türkiye, bu olay üzerine İsrail ilişkilerini sona erdirerek ilişkilerin tekrar normalleşebilmesi için üç şart koyar: İsrail'in yaşanan olay üzerine özür dilemesi, saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödenmesi ve İsrail'in Gazze ablukasını sona erdirmesi.  İsrail; olaydan üç yıl sonra uluslararası baskılar neticesinde Türkiye'den resmi olarak özür diler, saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul ederek olaydan yaklaşık altı buçuk yıl sonra 20 milyon Dolar tazminat öder. Ancak İsrail Gazze ablukasını hafifletse de asla kaldırmaz… Ölenler öldükleriyle kalırlar.

Takvimler 02 Haziran 2016 tarihini göstermektedir. O gün Alman Federal Meclisi 1915 olaylarını '’soykırım’' olarak niteleyen kararını almıştır. Ancak Türkiye bu karar karşısında yine yeterli bir tepki göstermemiştir…

Tarihler 01 Ağustos 2018 tarihini gösterdiğinde de ABD, Türkiye’de Türk yasalarına göre tutuklu bir rahibi gerekçe göstererek iki Türk bakan hakkında yaptırım kararı alır. Sonra da tutuklu bu rahip ABD Başkanı Trump’ın ricası üzerine serbest bırakılarak özel bir uçakla ABD’ye gönderilir. Bir başka tutuklu birisi de Alman Başbakanı Merkel’in ricası üzerine hapisten serbest bırakılarak Almanya’ya özel uçakla gönderilir.

ABD Başkanı Trump’ın uluslararası diplomatik kurallara ve nezaket kaidelerine aykırı hakaretler içeren mektupları aynı şekilde Dışişleri Bakanlığı ve Türk Devletince sineye çekilir…

Ve kısa bir fıkra

Yılanın biri, yılanların bilgesine giderek şikâyette bulunmuş: ‘’İnsanlar hep üzerime basıyorlar’’ diye… Bilge yılan cevap vermiş: ‘’Üzerine ilk basanın ayağını ısırsaydın bir daha kimse senin üzerine basamazdı…’’

Sonuç

Dış politika işte böyle bir şeydir… Bugün Akdeniz’de, Kızıldeniz’de, Basra körfezinde onlarca İran gemisi dolaşmaktadır. Acaba neden bir İran gemisinin başına bezer bir hadise gelmemektedir? Bunun cevabı İran diplomasisinde gizlidir. Neden Akdeniz’de bir Türk gemisinin başına böyle bir olay gelmiştir? Bunun cevabı da geçmişte benzer olaylar karşısında izlenilen yetersiz tepkilerde gizlidir.

Basında bu olay karşısında Almanya’ya derhal bir misillemede bulunmaktan bahsedilmektedir. Diplomaside mütekabiliyet esastır. Ancak bunu yaparken yanlışa düşmemek gerekir. Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlıştır. Diplomaside birinci kural saygınlığınızı, soğukkanlılığınızı ve tutarlılığınızı kaybetmemenizdir… Diplomaside saygınlığınızı; kişisel nitelikleriniz, hukuka olan saygınız ve uluslararası alandaki sosyal ilişkilerinizle kazanırsınız… Örnek istiyorsanız eğer beğenmediğiniz şimdiki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'i alın bir inceleyin derim.

Sorun; ‘’Eyyyy’’ hitaplarıyla dış politikayı bir iç politika enstrümanı olarak görenlerden, kullananlardan kaynaklanmaktadır.  


Osman AYDOĞAN


Öğretmenler Günü

24 Kasım 2020

Millet Mektepleri

24 Kasım 1928 tarihi Millet Mekteplerinin açıldığı gündür. Osmanlı döneminde okuma yazma oranı değişik kaynaklarda yüzde 2 ile 4 arasında gösteriliyordu... Ancak bu oran I. Dünya Savaşı öncesiydi... I. Dünya Savaşında ve özellikle Çanakkale Muharebelerinde okuryazarların çoğu kaybedildiği için Cumhuriyet kurulduğunda bu oran çok daha azdı... Millet Mekteplerinde işte az olan bu okuma yazma oranını artırmak için yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmişti…

Mustafa Kemal Atatürk: Millet Mektepleri Başöğretmeni

24 Kasım 1928 tarihi, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün "Millet Mektepleri Başöğretmenliği"ni kabul ettiği gündür. Bakanlar Kurulu, Mustafa Kemal Atatürk’e "Millet Mektepleri Başöğretmenliği" unvanını 11 Kasım 1928'de yaptığı toplantıda vermiş ve bu unvan, 24 Kasım'da Millet Mektepleri Talimatnamesinin yayımlanması ile resmileşmişti.

24 Kasım Öğretmenler Günü

Millet Mekteplerinin açılışı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü olan 1981 yılında 12 Eylül yönetiminin aldığı bir kararla ‘’24 Kasım Öğretmenler Günü‘’ olarak kutlanmaya başlanır. Bu kutlamaların çerçevesi de 26 Kasım 1992'de Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren ‘’Öğretmenler Günü Kutlama Yönetmeliği’’ ile belirlenir.

05 Ekim Dünya Öğretmenler Günü

Dünyada pek çok ülke, UNESCO tavsiyesiyle 1994 yılından beri her 05 Ekim gününü ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlarlar… 05 Ekim günü, 1966 yılında Paris’te gerçekleşen “Öğretmenlerin Statüsü Hükümetlerarası Özel Konferansı”’nın sona erip UNESCO temsilcileri ile ILO tarafından “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi”’ni oybirliği ile kabul edilişinin yıl dönümüdür.

 05 Ekim 1966 günü ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin, 145 paragraftan oluşan tavsiye kararları alınır. Bu tavsiye kararlarında; Öğretmenin işe alınmasından seçme ve formasyonuna, mesleğe hazırlıktan meslek sorunlarına kadar, istihdam güvenliği, öğretmen hak ve sorumlulukları, tatili, ücreti, özel izni, araştırma izinleri, sağlığı-sosyal güvenliği gibi konular yer alır.

Kendi kültürel ve tarihi özelliklerine, okul tatil günlerine göre çeşitli ülkelerde farklı tarihler ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlanır… Örneğin 12 Arap ülkesinde (Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Fas, Katar, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Tunus, Umman, Ürdün ve Yemen) her yıl 28 Şubat tarihi ‘’Öğretmenler Günü’’ olarak kutlanır…

Öğretmenler Günü’nün Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirilmesinin nedeni: Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği önem

Öğretmenler Günü’nün Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirilmesinin nedeni Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği büyük önemdi. Mustafa Kemal Atatürk yeni Türkiye’nin yaratılmasında öğretmenlere büyük görevler düştüğü inancındaydı.

16 Temmuz 1921: Ankara'da "Maarif Kongresi" (Millî Eğitim Kongresi) toplantısı

16 Temmuz 1921 tarihi Kurtuluş Savaşının en bunalımlı günlerinden birisidir.  Türk Ordusunun, Sakarya'ya kadar çekilmesine yol açan Kütahya-Eskişehir yöresindeki Yunan saldırısının tehlikeli şekilde geliştiği günlerdir.  

Asıl savaşın cehaletle yapılacağına ve çağdaş bir ulus olmamız için eğitimin yaygınlaşması gereğine inanan Mustafa Kemal Atatürk, işte Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği bu en buhranlı günlerde Öğretmenler Kongresi’ni düzenler… Mustafa Kemal Atatürk, bu kongrede şu konuşmayı yapar:

"Yüzyıllarca süren derin idarî ihmallerin devlet bünyesinde açtığı yaraları iyileştirme yolunda harcanacak çabaların en büyüğünü, hiç şüphesiz, irfan (bilgi ve kültür) yolunda kullanmalıyız… Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde, en önemli etken olduğu kanısındayım…’’

Mustafa Kemal Atatürk konuşmasında ayrıntıları eğitim uzmanlarına bırakmak istediğini belirterek, bazı genel ilkelere değinir, eski devrin hurafelerinden, boş inançlarından, Doğudan ve Batıdan gelebilecek zararlı etkilerden uzak, millî karakterimize ve tarihimize uygun bir kültüre muhtaç olduğumuzu vurgulayarak "Gelecekteki kurtuluşumuzun büyük önderleri" olarak selâmladığı öğretmenlere duyduğu derin saygıyı dile getirerek konuşmasını bitirir…

27 Ekim 1922: Mustafa Kemal Atatürk Bursa’da

Bursa'nın kurtuluşundan (10/11 Eylül 1922) hemen sonra TBMM Başkanı ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 13 Eylül Çarşamba günü milletvekillerinin bir telgrafıyla Bursa'ya davet edilir. Daveti kabul eden Mustafa Kemal Paşa 17 Ekim 1922 günü Bursa’ya gelir. İstanbul'daki İlkokul Öğretmenleri Birliği, Mustafa Kemal Paşa'yı yakından görebilmek ve özlem gidermek isteğinde bulunan öğretmenler için Bursa'ya bir gezi düzenlemiştir. Mustafa Kemal Atatürk 27 Ekim 1922 yılında İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere yaptığı konuşmada şunları söyler:

‘’Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız.’’

24 Mart 1923: Mustafa Kemal Atatürk Kütahya Lisesinde

Mustafa Kemal Atatürk, 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesinde öğretmenlere şöyle hitap eder:

‘’Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur... Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi.’’

25 Ağustos 1924: Mustafa Kemal Atatürk Mualimler Birliği Kongresi

25 Ağustos 1924 tarihinde, Muallimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde Mustafa Kemal Atatürk şunları söyler:

‘’Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.’’

14 Ekim 1925: Mustafa Kemal Atatürk İzmir Erkek Öğretmen Okulunda

Mustafa Kemal Atatürk, 14 Ekim 1925 tarihinde ziyaret ettiği İzmir Erkek Öğretmen Okulunda okulun öğretmenlerine ve öğrencilerine şu konuşmayı yapar:

*Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez.

Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretmenlere verdiği önem

Yıl 1923. Meclis’de vekil maaşları tartışılmaktadır. Devrin Maliye vekili Gümüşhane mebusu Hasan Fehmi Bey (Ataç), Mustafa Kemal’e soruyor;  “Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz; ne kadar verelim?” Mustafa Kemal şöyle cevap veriyor: ‘’Öğretmen maaşlarını geçmesin!’’

Öğrencileri, öğretmenleri ve okulu çok seven Mustafa Kemal Atatürk yurt gezilerinde okullara uğrar, sınıflara girer, sıralara oturur, ders dinler, öğrencilere sorular sorar, öğretmenlerle konuşur, her yerde öğretmenliğin üstün bir meslek olduğunu anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolu bir gün bir köy okuluna düşer. Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordur. Mustafa Kemal Atatürk sınıfa girince, öğretmen kürsüsünü Atatürk'e terk etmek ister. Mustafa Kemal Atatürk: ‘’Hayır, yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz’’ der ve şöyle devam eder konuşmasına: ‘’Eğer izin verirseniz biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfa girdiği zaman cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir...’’

Mustafa Kemal Atatürk, yıllar sonra, "Cumhurbaşkanı olmasa idiniz, ne olmak isterdiniz?" sorusuna şu cevabı verir: "Millî Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim…"

Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü...

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Gününü kutlar, ebediyete intikal eden öğretmenlerimize Allah'tan rahmet diler, yaşayan öğretmenlerimize sonsuz şükran ve saygılarımı sunarım…


Son bir söz 

Toplumların uygarlık düzeyi öğretmene verdiği değerle ölçülür. Çünkü öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duydukları şey ne en ileri, en modern eğitim araçları ve eğitim teknolojileridir ne de en ileri, en modern eğitim yöntemleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duydukları şey örnek alacakları ‘’model insan’’ öğretmenleridir.

Bu nedenle; 24 Kasım Öğretmenler Gününü; el öperek, hamasetle, duygu sömürüsü yaparak kutlamak yerine Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime ve öğretmenlere verdiği değeri yerine getirecek şekilde, daha nitelikli bir eğitimin yanı sıra öğretmenlerin konumlarını güçlendirmeyi, haklarını geliştirmeyi ve korumayı ve onları ‘’model insan’’ haline getirmeyi amaçlayan, 1966 yılında ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin, 145 paragraftan oluşan tavsiye kararlarının uygulanması daha uygun olacaktır…

Ne yazık ki ILO ve UNESCO tarafından öğretmenlerin statülerine ilişkin olarak alınan bu “Tavsiye Kararı”, Türkiye tarafından da kabul edilen ve altına imza atılan bir belge olmasına karşın, yıllardır Türkiye’nin bu yükümlülüklerini yerine getirdiğini söylemek pek mümkün değildir.

Bu yükümlülükler yerine getirilmediği gibi ne yazık ki anılmaz bile… Yok olan eğitimin yanında öğretmenler de yok oluyor… Öğretmenler yok oldukça toplumun gelişmişlik düzeyi de yok oluyor... Bizlere de kuru kuru, eli böğrümüzde bu günü hamasetle kutlamak kalıyor...

Osman AYDOĞAN

İlgili arkadaşlarım için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında Bursa’da,1923 yılında Kütahya’da öğretmenlere ve 1924 yılında Ankara’da Mualimler Birliği Kongresi üyelerine yaptığı konuşmalarının tam metnini veriyorum:

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere yaptığı konuşma

İstanbul’dan geliyorsunuz. Hoş geldiniz. İstanbul’un feyz meşalelerinin temsilcileri olan yüce topluluğunuz karşısında duyduğum sevinç sonsuzdur. Yüreklerinizdeki duyguları, kafalarınızdaki düşünceleri doğrudan doğruya gözlerinizde ve alınlarınızda okumak, benim için olağanüstü bir mutluluktur. Bu anda karşınızdaki en içten duygumu, izninizle söyleyeyim: İsterdim ki çocuk olayı, genç olayı, sizin ışık saçan sınıflarınızda bulunayım. Sizden feyz alayım. Siz bani yetiştiresiniz. O zaman ulusum için daha yararlı olurdum. Ne yazık ki elde edilemeyecek bir istek karşısında bulunuyoruz. Bunun yerine sizden başka bir istekte bulunacağım: Bu günün çocuklarını yetiştiriniz. Onları yurda, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden istiyor ve diliyorum.

Muallime Hanımlar, Muallim Beyler,

Yurdu ve ulusu kurtarmak isteyenler için yurtseverlik, iyi niyet, özveri çok gerekli niteliklerdir. Nedir ki bir toplumdaki hastalığı görmek, onu iyileştirmek, toplumu çağımızın isteklerine uygun olarak yükseltmek için bu nitelikler yetmez bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir. Bilim ve teknikle ilgili çalışmalar başladığı ve geliştirildiği yerse, okuldur. Bunu için okul gereklidir. Okul adını, hep birlikte, büyük saygı ile analım… (dinleyiciler, bir ağızdan “okul! diye bağırdılar).

Okul, genç beyinlere, insanlığa saygıyı, ulus ve yurt sevgisini, bağımsızlık onurunu öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düşünce, onu kurtarmak için tutulması uygun olan en doğru yolu belletir. Yurt ve ulusu kurtarmaya çalışanların ayrıca, işlerinde birer namuslu uzman ve birer çalışkan bilgin olmaları gereklidir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu yolla, girişilecek her türlü işin usa uygun sonuçlara ulaştırılması gerçekleşmiş olur.

Bayanlar, Baylar!

Yudumuz içinde uygarlıkla ilgili düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, bir an bile yitirilmeden, yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun içindir ki bilimle, teknikle uğraşanların bu alanlarda çalışmayı, birer namus borcu bilmeleri gerekir.

Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, yazarlarımız, durup dinlenmeden, ulusa bu acı günleri ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak yazacaklar, anlatacaklar, bu kara günlerin dönmemesi için, yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır.

Bayanlar, Baylar! Acı da olsa söyleyelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine değin, bir “Topluluk ” olarak yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya, bizi, yöneticilerimize göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır, tam bir ulus olarak yaşıyoruz. Bunu elle tutulur, gözle görülür kanıtı, hükümetimizin biçimi, hükümetimizin niteliğidir ki kanun onu Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı. Bütün dünya, bir an bile şüphe etmesin ki, Türkiye Devleti’nin biricik ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Bayağı çıkarlarını ve kendi güvenliklerini sağlamak için, ulus ve yurdun bağımsızlığını düşmanların eline bırakmakta bir sakınca görmeyen, bağımsızlığımıza son veren koşullara kapsayan Sevr Antlaşması’nı onayan yöneticilerin, sultanların, padişahların öykülerini, bu zorbaların yasa dışı davranışlarını Türk ulusu, artık, ancak ve yalnız tarihte okur.

Bayanlar, Baylar!

Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, yalnız ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız. Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız. Son bir söz: Sizin, seçkin bir topluluk olarak Bursa’ya gelmeniz, yalnız Bursa’yı değil, bütün Anadolu’daki kardeşlerinizi sevindirdi. İstanbul’dan getirdiğiniz selamları, bütün ulusa duyuracağız. Ben de sizden rica edeceğim ki, oradaki kardeşlerimize selamlarımızı iletiniz. İstanbul’un alın yazısı, İstanbul’da yaşayan gerçek Türklerin gönüllerinde ve duygularında yaşattıkları dileğe uygun olarak çizilecektir.

Bursa, 27 Ekim 1922

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında Kütahya Lisesi’nde öğretmenlere yaptığı konuşma

Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.

Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.

Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.

Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.

Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.

Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.

Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.

Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.

Kütahya Lisesi, 24 Mart 1923

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında Muallimler Birliği Kongresi üyelerine yaptığı konuşma

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1924 yılında Mualimler Birliği Kongresi üyelerine, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından Şehir Lokantasında verilen çay ziyafetinde yaptığı konuşma:

Saygıdeğer Efendiler!
Öncelikle bu toplantıyı düzenleyen Vasıf Beyefendi’ye huzurunuzda birkaç söz söylemek fırsatını verdiklerinden dolayı özellikle teşekkür ederim.

Hanımlar, Beyler!
Seçkin meclisinizin içinde bulunmaktan dolayı sevinçliyim. Türkiye Mualimler Birliği’nin Ankara’da kararlaştırıldığı ilk kongresini çok büyük mutlulukla karşıladım. Memleketimiz ve cumhuriyetimiz için, sizler gibi kıymetli öğretmen hanım ve beylerinin burada toplanması çok verimli sonuçların ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Hanımlar, Beyler!
Türkiye Muallimler Birliği’nin bütün memlekette şekillenmesini, Konya’yı olduğu gibi Van’ı ve Hakkari’yi de teşkîlâtı içine almasını ve her köyde üyeye sahip olmasını derin bir ilgi ile bekleyeceğim.

Öğretmenler!
Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.

Ben millî öğretim ve millî eğitimimiz hakkındaki görüşlerimi çeşitli zamanlarda ve çeşitli nedenlerle söyledim. Fakat bu görüşlerimi birkaç kelimede toplayarak tekrar etmeyi faydasız görmüyorum.

Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Millî ahlâkımız, uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle arttırılmalıdır. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlâk, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.

Efendiler! Bu görüşümde sizin tamamen benimle beraber olduğunuza şüphe etmiyorum. Genel öğrenim ve eğitim programımız da bu temelleri içine alır. Fakat biliyorsunuz ki, görüşlerin, programların kesin ve açık olması çok önemli olmakla birlikte verim ve eser verebilmesi, onların becerikli, anlayışlı ve özverili öğretmenlerimiz tarafından okullarımızda çok büyük dikkat ve gayretle uygulamasına bağlıdır. İşte özellikle sizden rica edeceğim konu budur. Sizin başarınız, cumhuriyetin başarısı olacaktır.

Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idariî inkılâplar sizin, saygıdeğer öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Hâkimiyet-i Milliye: 26.08.1924


Aptallığın Temel Yasaları

22 Kasım 2020


Carlo Maria Cipolla, (1922 -2000) İtalyan akademisyen ve ekonomi tarihçisidir. Ortaçağ ekonomi tarihi üzerinde uzmanlığı ile bilinir… Kaliforniya Üniversitesi’nde profesör unvanı ile ders verdi. ‘’Cipolla’’ İtalyanca ‘’Soğan’’ demekti…

Cipolla’nın kitapları

Cipolla’nın ülkemizde de yayınlanmış çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplar "Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi" (Ötüken Neşriyat, 2015), ‘’Zaman Makinesi Saat ve Toplum 1300-1700’’ (Kitap Yayınevi, 2002), ‘’Fatihler, Korsanlar, Tüccarlar’’ (Tarih Vakfı Yayınları, 2003), ‘’Silahlar ve Avrupa Sömürgeciliği’’ (Yöneliş Yayınları, 2014), ‘’Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet (Bağlam Yayıncılık, 1993), ‘’Yelken ve Top (Kitap Yayınevi, 2003) ve ‘’Neşeli Öyküler (Tarih Vakfı Yayınları, 2008)

Bir de Cipolla’nın ülkemizde yayınlanmayan, ekonomi tarihi üzerine mizahi bir dil kullanarak yazdığı denemeleri olan ‘’Allegro ma non troppo"  (Il Mulino, 2015)  adlı kitabı da var. (Haldun Taner’in aynı adlı Almanca yazılmış bir kitabı da var: ‘’Allegro ma non troppo", Sardes Verlag, 2007)

Neşeli Öyküler

Bu kitaplardan ‘‘Neşeli Öyküler‘‘ kitabında yazar, tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Örneğin; karabiber, nasıl oldu da Haçlı Seferleri'ne yol açtı? Osmanlı hanımları arasında gümüş Fransız paralarından yapılma kolye ve küpeler moda olunca Osmanlı ekonomisi nasıl krize girdi? William İngiltere'yi işgale giderken neden yanında bol bol şarap götürdü? Vikingler neden güneye akın yaptılar. İşte bu şekilde İtalyan iktisat tarihçisi Carlo M. Cipolla, kitabında üç olağandışı öyküde, kendi üslubuyla, 14. ve 18. yüzyıllarda geçen neşeli, tuhaf ama tamamen gerçek öyküleri anlatıyor.

Yazar, girişte anlattığım gibi; kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Ona göre tarih; büyük çapta aptalların yönlendirdiği komik olaylar ile gelişiyor. Dünyada insan var olalı beri aptallık da var, hatta kitabın yazarı ünlü tarihçiye göre yasaları bile var! Carlo M. Cipolla kitabın sonunda yer alan makalesinde ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı irdeliyor. (Sayfa: 72-87) Yazar bu yasaları "nükteli bir buluş" olarak niteliyor. ‘’Aptallığın Temel Yasaları’’ bölümü yazarın ‘’Allegro ma non troppo"  isimli kitabında da yer alıyor.

Cipolla, kitabında ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümüne şu girişle başlar: ‘’İnsanların işleri, genel kanıya göre, acınacak bir durumda. Zaten bu da bir yenilik değil. Ne kadar gerilere dönüp baksak da bu işler hep acınacak haldeydi. İster birey olarak, isterse örgütlü bir toplumun üyeleri olarak, insanların katlanmak zorunda kaldıkları sıkıntı ve sefalet, özünde, ta başlangıcından beri hayatın hiç olmayacak -hatta aptalca diyeceğim- biçimde düzenlenişinin sonucudur.’’

Ve devam eder Cipolla sözüne; ‘’Darwin'den beri kökenimizi hayvanlar âleminin öbür türleriyle paylaştığımızı biliyoruz. Solucandan file kadar, bütün türlerin günlük felaket, korku, yoksunluk, acı ve talihsizlik dozlarına katlanmak zorunda oldukları da biliniyor. Bununla birlikte, insanların, aynı insan türünden gelen bir insan grubunun neden olduğu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıkları vardır.’’

Cipolla işte insanların, insan grubunun neden olduğu bu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıklarını ‘’Aptallık’’ olarak tanımlıyor.

Cipolla’ya göre, tarih bazı insanların belirli eylemleri sonucunda diğer insanları etkilemesi ile şekilleniyor. İnsanlar kendilerine ‘‘fayda‘‘ sağlamak amacı ile eyleme giriyorlar ve ister istemez başka insanlara da eylemleri sonucunda zarar veriyor veya onlara da fayda sağlıyorlar.

Cipolla’ya göre insanlar dörde ayrılıyor

Cipolla, kitabında insanları dörde ayırıyor: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar. Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler, yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyor. 

Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişidir. Cipolla'ya göre dünyaya zekilerden çok aptallar yön veriyor.

Aptallığın temel yasaları

Cipolla’ya göre aptallığın temel yasaları ise şöyle:

1. Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal vardır.

Bu yasa, nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmayı engelliyor. Çünkü yasanın da belirttiği gibi, her tahmin gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak bir çıkarsamayla, tarih boyunca ve çeşitli grup, sınıf ve katmanlar içinde nerdeyse sabit bir oranda aptal bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu oranı "S" (sigma) simgesiyle belirteceğiz.

2. Belirli bir insanın aptal olma olasılığı, ayni kişinin herhangi bir başka karakter özelliğinden bağımsızdır.

Aptallığın "ilahiliğine" ilişkin olağanüstü bir gerçek var: Tabiat, her zaman ve her yerde "S" oranına eşit aptal bulunmasını sağlar. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını yaşayıncaya kadar fark etmenizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye giderseniz gidin, sonuçta etrafınızda her zaman aynı oranda -ve birinci temel yasa gereği, en kötümser tahminlerinizin de üstünde- aptal olacağını varsaymanız yararınızadır.

3. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.

Geleneksel toplumların kati ve değişmez hiyerarşisi içinde aptal olduğu halde iktidar sahibi olanları bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilir. Peki neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? Bu noktada, genel seçimlerin, iktidar sahipleri arasında da "S" sabit oranında aptal olmasını güvence altına almanın en etkili aracı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Birinci temel yasaya göre, seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal vardır. Birinci ve ikinci temel yasanın bileşimi ise, adaylar arasında, yine, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal olduğunu, üstelik de bunları, kendilerini eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmenizin olanaksız olduğunu ortaya koyar. Seçmenler arasındaki "S" oranındaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, ‘’Temel Tanımlar’'ın bir gereğidir.

4. Aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde, nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.

5. Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için su sonuçları doğurur: İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır, şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, Çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.

6. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümserler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini kaçınılmaz olarak, pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.

7. Aptal insan, var olan en tehlikeli insan türüdür. Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, Çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkalarına zarar verirler. Yani aptallar isin içine girince tüm toplum yoksullaşır.

8. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı ve/veya olanağı tanınmıştır.

Normalde, geri bir toplumda da, ileri bir toplumda da ayni "S" oranında aptal olması gerekir. İki toplum arasındaki temel fark, aptallara verilen bu etkin konumdan ileri gelir. Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, ''Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar'' ile ''Aptallığa Eğilimli Saflar''ın oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı "S"nin yıkıcı gücünü aşan güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenir.

Haydutlar

Cipolla kendilerine fayda sağlamak için başkalarına zarar verenleri haydut olarak niteliyor, ancak onları da ikiye ayırıyor: Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenler aptal-haydutlar oluyorlar. Kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenler ise zeki-haydutlar oluyorlar. Yine yazara göre siyasiler her ülkede aptal-haydutların arasından çıkıyor.

Cipolla'ya göre demokrasi ise her ülkede eşit oranda bulunan ve ne zaman ne yapacakları belli olmayan aptalların inatla ve sürekli olarak aptal-haydutları iktidara getirmesi olarak tecelli ediyor.

Aslında Cipolla’nın kitabı (Neşeli Öyküler) sıradan bir kitap. Ancak bu kitabı sıra dışı yapan da kitabının sonunda yer alan ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümü… Bu bölümü de ilginç kılan ise yaşadıklarımız…

Romalı şair Horatius ‘‘İnsanın gerçeğe gülmesini kim yasaklayabilir?‘‘ derdi. Ama Cipolla’nın ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı okuyup da günümüzle de ilişkilendirilince de yaşadığımız gerçeğe Horatius’tan farklı olarak ancak acı acı gülüyoruz…

Osman AYDOĞAN




Hafta sonu hikâyeleri (1)

20 Kasım 2020

Bugünü hafta sonu okumak üzere değişik hikâyelere ayırdım. Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile…

Bin aynalı tapınağın yavru aslanları

Hindistan’da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış ‘'bin aynalı tapınak'’ adıyla anılan çok görkemli bir mabet varmış. 


Günlerden bir gün, bir aslan yavrusu dağa tırmanmış, merdivenlerden çıkarak bin aynalı tapınağa girmiş. Tapınağın bin aynalı salonuna geçtiğinde karşısında bin tane aslan yavrusu görmüş. Korkarak tüylerini kabartmış... Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış... Korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini göstermiş. Ve bin aslan yavrusu da tüylerini dikmişler... Kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkartıp dişlerini göstermişler. Aslan yavrusu paniğe kapılarak tapınaktan kaçmış. Ve o andan başlayarak, bütün dünyanın tehlikeli, korkunç aslanlarla dolu olduğuna inanmış.

Bir süre sonra bir başka aslan yavrusu gelip dağa tırmanmış. O da merdivenleri çıkıp bin aynalı tapınağa girmiş. Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane aslan yavrusuyla karşılaşmış. Sevinçle kuyruğunu sallamış... Neşeyle oradan oraya zıplamış... Aslan yavrularını birlikte oynamaya çağırmış... Bu aslan yavrusu tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen aslanlarla dolu olduğuna inanıyormuş....

Hayat bir ayna gibidir… Nasıl bir görüntü verirseniz onu görürsünüz!... Bilenler bilir, bu söz (Hayat bir ayna gibidir) benim hayat düsturumdur…

Şekerler

Hindistan’daki maymun avcılarının maymunları yakalamak için çok kolay bir yönteme sahip oldukları söylenir.


Bir Hindistan cevizinin içi oyulup, oraya şekerler yerleştirilir. Oyuk, bir maymunun boş ellerini içinde kıstırmaya yetecek kadar geniş; ama bir avuç şekerle eli dışarı çıkaracak kadar geniş değildir. Hindistan cevizi kolayca çıkmayacak şekilde yarısına kadar yere gömülür.

Bir maymunun gelip Hindistan cevizini keşfetmesi an meselesidir. Ödülünü almak için elini Hindistan cevizinin içine soktuğu anda, avucundaki şekerle birlikte yakalandığını anlar. Maymunun iki seçeneği vardır. Ya şekerlere asılıp yakalanacak, ya da şekerleri bırakıp özgürlüğüne kavuşacak.

Maymun hangisini seçiyor dersiniz? Şekerlere asılıp yakalanmayı! Şekerleri hiçbir zaman yiyemeyecek olmasına rağmen maymun onları bırakmayı reddediyor. Sonuç olarak, hayatını teslim ediyor! Şekerlerin tadının ne kadar güzel olduğu aldatmacası, maymunun mutlak ölümüne neden oluyor.

Dışsal şeylerin bize tatmin getireceği yönündeki sabit aldanmamız, yaşamımızın kalitesini bozmakta, hayatı neşeli bir şekilde yaşama şansımızı öldürmektedir.

Gerçekten yaşanmaya değer, pek çok enfes anla dolu bir hayatı yaşamamıza engel olan hangi şekerleri sımsıkı kavrıyoruz hiç düşünüyor muyuz?

Gerçek üstünlük

Bir çocuk, ünlü bir Uzakdoğu sporları ustasıyla çalışmak için Japonya’nın bir ucundan diğerine seyahat etmiş. Usta ona ne istediğini sormuş. Delikanlı ona, ülkedeki en iyi Uzakdoğu sporcusu olmak istediğini söylemiş ve bunun için ne kadar süre eğitim görmesi gerektiğini sormuş. Usta ‘'En az on yıl’' demiş.


Delikanlı ‘'tüm öğrencilerinizin hepsinden iki kat daha fazla çalışsam?’' diye sormuş. ‘'Yirmi yıl'’ demiş usta. '‘Yirmi yıl mı? Tüm çabamla gece gündüz çalışsam?’' diye sormuş delikanlı.  Usta ‘'Otuz yıl’' diye cevap vermiş.

Delikanlının kafası iyice karışmış. Ustaya '‘Nasıl oluyor da, daha çok çalışacağımı söylediğim her sefer, sürenin daha uzun olacağını söylüyorsunuz?’' diye sormuş.

‘'Cevap açık'‘ demiş usta; '‘Bir gözünü varış noktasına diktiğinde, yolu bulman için geriye sadece bir göz kalıyor.'’

Müthiş bir hikâye değil mi?

Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, nasıl düşünerek ve derinlemesine bakabiliriz? Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, yaşamda güzel olan her şeyi kucaklamayı nasıl öğreniriz? Cevap basit: Öğrenemeyiz…

Huzur

Bir gün bilge bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder… Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Sanatçılar günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar… Sonunda, eserlerini saraya teslim ederler… Tablolara bakan kral sadece ikisinden gerçekten çok hoşlanır…  Ama birinciyi seçmek için karar vermesi gerekiyordur.

Resimlerden birisinde, sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların huzurlu görüntüsünü yansıtmaktadır… Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süsler… Resme kim baktıysa, onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünür…

Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli gökyüzünden yağmur boşalır ve şimşekler çakar… Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldar… Kısacası, resim hiç de huzur dolu görünmez….

Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki bir çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür… Çalılığın üzerinde ise anne bir kuşun ördüğü bir kuş yuvası görünür… Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyor... Harika bir huzur ve sükûn içinde…

Peki, ödülü kim kazandı dersiniz?

Kral ikinci resmi seçer… "Çünkü" der Kral "huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğinizin sükûn bula bilmesidir. Huzurun gerçek anlamı budur."

Sahi siz huzur mu arıyordunuz?

İki keşiş, bir kadın ve kıssadan hisse

İki keşiş yolda giderken, bir su birikintisinden karşıya geçmek için bekleyen genç bir kadın görürler. Keşişlerden biri, diğerini çok kızdırarak genç kadını kucaklayıp suyun öteki yanına geçirir…


Arkadaşının davranışına çok şaşırmış olan keşiş yaklaşık bir kilometre sonra yorum yapar: ‘’Biz keşişiz, bırak bir kadını taşıyıp karşıya geçirmek, kadınlara bakmamız bile yasak. Nasıl böyle bir şey yapabildin?’’

Diğer keşiş cevap verir: ‘‘Ben o genç kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen neden hala taşıyorsun?’’

Kıssadan hisse:

Sorunlarımızın, üzüntülerimizin ve hayal kırıklıklarımızın geçmişte kalmasına izin vermezsek bunlar omuzlarımızda bir yük haline gelir. Ağırlıkları, bizi gülmekten alıkoyar. Eğer keyifli bir yaşam istiyorsak, içinde bulunduğumuz koşullarla uğraşmalı, geçmişte yaşadıklarımızı kabullenmeyi öğrenmeliyiz. Değişmesini istediğimiz şeylerin üzerinde durmalı ve bunun için çaba sarf etmeliyiz.

Ama bunu yaparken olayların üzerinde çok fazla yoğunlaşıp, tüm gücümüzü bunun için harcamaya kalkarsak, çevremizde olup biten hiçbir şeyi göremez hale geliriz.

Çatlak testi

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine… Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış… Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve... Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış...


İki sene her gün bu şekilde geçmiş…

Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece bir buçuk testi su kalırmış... Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş... Fakat zavallı çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş...

İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama söyle demiş: "Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."

Adam gülümseyerek dönmüş testiye; "Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben  başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum... Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın... İki senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum… Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş…

Her birimizin kendine has kusurları vardır. Hepimiz birer çatlak testiyiz... 
Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükâfatlandıran, renklendiren…

Etrafınızdaki her kişiyi, oldukları gibi kabullenin. Dışlarındaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün...

***

Hikâyelerim bu hafta için bu kadar... Sizlere pırıl pırıl, sıcacık güzel mi güzel bir hafta sonu dilerim....

Osman AYDOĞAN

Dersu Uzala

21 Kasım 2020

Önce film: Dersu Uzala

‘’Dersu Uzala’’; 1975 yılında çekilen Akira Kurosawa'nın yönettiği Rus- Japon ortak yapımı müthiş diyaloglara sahip mükemmel bir filmdir. Filmin çekimi güç koşullar altında iki yıl sürer. Film 1976 yılında en iyi yabancı film Oscar'ını kazanır. Filmin yönetmeni Kurosawa da bu ödülü iki kez kazanan tek yönetmendir. Film, gayet sakin bir şekilde akan ve çok uzun sürmesine rağmen hiç sıkıntı vermeden izlenebilen bir filmdir..,

Akira Kurosowa

Akira Kurosawa ise sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen bir Japon sanatçıdır. Müzik sanatında Beethoven neyse sinema sanatında da Kurosawa odur. Yönetmenlerin Beethoven’idir Kurosawa…

Akira Kurosawa işsiz kaldığı 1960 ve 1970 yılları arası sonrası intihara teşebbüs eder. Ölümden dönen Kurusawa Rusların teklifi ile Dursu Uzala filmini Ruslarla ortaklaşa çeker.

Akira Kurosawa, Rusların bu teklifini; kendi otobiyografisi olan ve çocukluğunu ve yönetmenlik hikâyesini çeşitli anekdotlarla anlattığı ''Cama no abura'' isimli, ülkemizde de  ‘’Kurbağa Yağı Satıcısı’’ (Agora Kitaplığı, 2006) adıyla yayınlanan kitabında, doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna benzeterek şöyle sorar: ''Japon somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi?''

Maksim Munzuk

Dersu Uzala rolünü hakkını vererek başarıyla canlandıran 1999 yılında hayata gözlerini yuman sanatçı da Maksim Munzuk idi… Rusya Federasyonu bünyesinde Güney Sibirya'da özerk bir Türk cumhuriyeti olan Tuva (Tıva) bölgesinden olan Maxim Munzuk aktörlük dışında yönetmenlik, şarkıcılık, bestecilik ve folklörik müzik derleyiciliği yapan çok yönlü bir sanatçıdır. Sovyetler Birliği'nde ‘'Halk Sanatçısı'’ ve ‘’Tuva Cumhuriyeti Devlet Nişanı’’ ödüllerini kazanır…

Isaac Schwartz

Filmin muazzam film müziğini de 2009 yılında vefat eden Rus besteci Isaac Schwartz yapar. Isaac Schwartz da film boyunca dağların, tepelerin, ağaçların, bozkırın, rüzgârın, tipinin, doğanın melodisini müziğine işler.

Yüzbaşı Vlademir Arseniev

Vladimir Klavdiyeviç Arseniev (1872 - 1930), Rus Uzak Doğusunda görev yapan askerî haritacı bir subaydır. Arseniev, aynı zamanda botanikçi, kâşif ve yazardır… 20’inci yüzyılın başlarında, Yüzbaşı Vlademir Arseniev, Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya Ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir Moğol avcı olan Dersu Uzala ile karşılaşır... Yüzbaşı Arseniev bir süre Dersu Uzala ile beraber çalışırlar… Arseniyev, Dersu Uzla adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir…

Arseniev, işte bu bilge avcı Dersu Uzala ile birlikte Doğu Sibirya’da Ussuri havzasında 1902 ile 1907 yılları arasında yaptığı askerî haritacılık seyahatlerini ‘’Ussuri Diyarında’’ (1921) ve ‘’Dersu Uzala’’ (1923) adlı kitaplarında anlatır… Vlademir Arseniev'in ‘’Dersu Uzala’’ kitabı ülkemizde de aynı adla yayınlanır: ''Dersu Uzala'' (Alter Yayıncılık, 2012) Arseniev’in bugün Vladivostok'ta bulunan aile evi, yazarın adını taşıyan bir müze halindedir.

Arseniev, Dersu Uzala hakkında yazdığı kitapta onun engin doğa bilgisiyle kendisini sıkça şaşırttığını itiraf eder. Aynı şekilde çok iyi bir iz sürücü olan Dersu Uzala, izin hangi canlıya ait olduğunu bilmekle kalmaz aynı zamanda izi bırakan canlının yaşını, cinsiyetini, herhangi bir rahatsızlığı olup olmadığını, izi bıraktığı zaman dilimini, bir olay yaşadıysa olayın niteliğini yine o izden yola çıkarak anlar. Arseniev, Dersu Uzala'nın izlerde gördüğünden çok daha azını kelimelere döküp kendisine aktardığını ve aktarmadığı çok daha fazla şeyi bildiğini düşünür. 

Dersu Uzala filmi neyi anlatır?

Dersu Uzala filmi ise işte bu Rus Haritacı Yüzbaşı Vlademir Arseniev’in 1923 yılında yayınladığı ‘’Dersu Uzala’’ isimli kitabındaki anılarından yola çıkarak çekilir.

İşte bu yaşlı avcıyla bu yüzbaşının yaşadıklarıdır Dersu Uzala... Soğuk kış şartlarında yaşanan ölüm kalım mücadelesi içindeki onurlu bir hikâyedir Dersu Uzala...

Doğru olanın doğa ile savaşmak, doğayı kendimize uyarmak değil, doğa ile birlikte yaşamak olduğu mesajını verir Dersu Uzala… Bizim bu Dünyaya ait olduğumuzu ama bu dünyanın bize ait olmadığını anlatır Dersu Uzala…

Şehir denilen dev hapishanelerde ve ev denilen ‘’kutularda’’ tüm özgürlüklerden ve insanın tabiatından tamamen uzak bir nasıl yaşadığımızı bize anlatır, yüzümüze çarpar Dersu Uzala…

Vahşi kapitalizmin canavar kollarında tüketim girdabına kapılarak ‘’tüketici’’ adıyla nesne olarak yok olan insanın yok olmadan önceki doğallığını anlatır Dersu Uzala…


Dersu Uzala fakirdir. Geçimini avcılıkla sağlamaktadır. Dersu bir avcıdır ama aynı zamanda doğanın zor şartlarıyla mücadele edip, geçimini de doğadan sağlamasına rağmen, ona zarar vermekten kaçınan bir avcıdır Dersu Uzala...

Modernitenin antitezidir Dersu Uzala…

Filmden sahneler

İlk karşılaştıklarında Rus asker sorar Dersu Uzala'ya: ''Kimsin sen?'' Ve sorusuna devam eder asker: ''Çinli mi? bir Koreli mi?'' Dersu Uzala cevap verir: ''Hayır, ben bir gezginim!'' Kim olduğuna hayatta verilecek en güzel cevaplardan birisini verir Dersu Uzala. 

Bir gün bir barakaya rastlar Dersu Uzala. Bir süre barakanın içinde ve dışında dolaştıktan sonra eskiyen yerleri onarır ve Yüzbaşı'dan da bir miktar yiyecek ister. Yiyeceği ne yapacağını soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, onlar ayrıldıktan sonra barakaya gelecek olanları düşünerek yiyecek bırakmak istediğini söyler. Gelecek olan insanları görmeden, tanımadan, kim olduklarını bile bilmeden böylesi bir şeyi düşünen sanki eski bir Anadolu bilgesidir Dersu Uzala....

Birgün ormanda bir kaplan kafileyi takip eder. Kaplanın vurulma riski vardır. Dersu kaplanla konuşur, kaplana vurulmasın diye kaçması için yalvarır, bağırarak söyler kaplana; ''Neden bizi takip ediyorsun? Bizim seninle işimiz yok bu tayga hepimize yetmez mi? Ormanda yeterince yer yok mu?"

Dersu ormanda hiç suçu olmayan kaplanı yanlışlıkla öldürdüğü için doğa ananın adaletinde kendisinin de cezalandırılacağını düşünür. Vicdan azabının hükmünü doğa anaya bırakır. Bu nedenle kendini her gün bir parça daha yer, bitirir.

Dersu Uzala, bakışlarını gökyüzüne kaldırır, sonra etrafına bakınır. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Toprak, dağlar, ormanlar - hepsi insanın aynısıdır. Terliyorlar,” diye cevap verir. Sonra elini kulağına götürerek, “Dinle,” der… “Nefes alıp veriyorlar. İnsanlar gibi.”


Bir gün Yüzbaşı'yla beraber tabiatın vahşi pençeleri arasında kalakalınca bir an bile bocalamaz ve hayata sımsıkı sarılır Dersu Uzala. Kendisi ayakta kaldığı gibi Yüzbaşı'sını da ölümden kurtarır... Dersu Uzala'ya bir hayat borçlu olan Yüzbaşı, minnetle teşekküre hazırlanırken Dersu Uzala son derece aldırışsız, şöyle der: ''Beraber geldik, beraber çalıştık, teşekkür gereksiz."

Yüzbaşı, görevi bitip dağlardan ayrılırken Dersu Uzala'ya onu da şehre götürmek istediğini söyler. Yüzbaşı gerçekten bu yaşlı adamı sevmiştir. Yarım ağızla yapılan tekliflerden değildir yaptığı... Şehri düşünürken Dersu'nun yüzünün aldığı imrenme hali görülmeye değerdir. Fakat o, dağlarda kalmayı seçecektir. Kendisine para vermeyi teklif eden Yüzbaşı'ya teşekkürlerini bildirirken "alınteri" ile kazanmanın her şeyden daha yüce olduğunu söylemez ama hal ve hareketleri bunu bağırmaktadır… Avlayacağı somonları satarak kazanacağı paraların kendisine yeteceğini düşünmektedir çünkü o. Dersu Uzala yüzbaşının bu teklifini nazikçe reddeder: "Hayır yüzbaşı, teşekkür ederim. Vladivostok'a gidemem. Orada ne yapabilirim ki? Avlanamam, samurlara tuzak kuramam. Şehirde yaşarsam hemen ölürüm." 

Beş yıl sonra

Yüzbaşı, beş yıl sonra görev için kendini tekrar dağlarda bulduğunda içinde hep Dersu Uzala'yla karşılaşma ümidi vardır. Rütbesine ve karşısındakinin kim olduğuna bakmaksızın Dersu Uzala'yı arar. Yüzbaşı, Dersu Uzala'yı bulduğunda ona hasretle sarılır.  Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ormanda karşılaştıklarında birbirilerine koşmaları ve sarılmaları esnasında sanki insan annesini, babasını, kardeşini, eşini, çocuğunu bundan daha fazla bir özlemle sarılamayacağı hissine kapılır.

Konuşurlarken Yüzbaşı Dersu Uzala'ya ‘’somon bulup bulamadığını’’ sorar. Ne de olsa aradan epey zaman geçmiştir. Dersu Uzala ise, ‘’çok somon bulduğunu ve iyi para kazandığını’’ söyler. ‘’Peki, paraları ne yaptığını’’ soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, ‘’onları emanet için bir tüccara verdiğini, onun da paraları kaybettiğini’’ anlatır. Bunları anlatırken, hayata boşvermiş bir ruh haliyle, giden paraya yanmanın anlamsızlığını çağrıştıran bir gülümseme de fırlatır havaya. Kafaya takmadığı bellidir, sonra da bunun lafını hiç etmez. Üzüntüsüne dair hiçbir emare göstermez.

Dersu Uzala’nın Rus Yüzbaşı bağırarak arayışı vardı vadilerde ve dağlarda yankılanan : ''Kapitaaan, Kapitaaaaaaaaaaaaaaan!'' Sanırsınız ki Ferhat Şirin’ine, Kerem Aslı’sına, Mecnun Leyla’sına böylesine bir özlemle bağırmamıştır.

Kar fırtınasındaki ot toplama sahnesi vardı Dersu Uzala'nın... Yüzbaşının Rus aksanıyla çaresizce "Dersu" demesi da ayrı bir hoş duygudur...

Dersu Uzala ateş başında bir şarkı söyler… O şarkıda Dersu Uzala sanki tüm bir hayatı anlatır.

Filmdeki müthiş diyaloglardan sadece bir tanesiydi: Yüzbaşı sorar Dersu Uzala'ya: ''Bir şey mi arıyorsun?'' Yüzbaşı: ''Evet, bir mezarı.'' Dersu Uzala cevap verir: ''Burada henüz kimsenin ölmeye vakti olmadı...''

Yüzbaşı Vlademir Arseniev’in evinde

Viladimir Arseniev'in Dersu Uzala hakkında kaleme aldığı kitapla anlattığına göre Arseniev ile Dersu Uzala 1902'den 1907'e kadar Ussuri ormanlarında kilometrelerce yol alırlar. Bu geziler her ikisini de çok iyi ve yakın dostlar haline getirir. Keşif gezilerinin bittiği 1907'de Arseniev gözleri artık eskisi kadar iyi görmeyen ve bu haliyle avcılık yaparak hayatta kalması neredeyse imkânsız hale gelen Dersu'yu Kabarovsk'daki evinde birlikte yaşamaya davet eder.

Dersu Uzala Yüzbaşı'nın teklifini bu sefer kabul eder. Arseniev'in evine şehre gelmiştir Dersu Uzala. Bir süre evde Arseniev'in misafiridir.

Bir gün eve sucu gelir. Dersu suya para ödeyen Arseniev'in karısına "Niye suya para ödüyorsunuz? Su çok var; nehirlerde, göllerde, yağmur yağdığında. Bu adam bir hırsız!" deyip sucuya saldırır... 

Arseniev'in evi içinde bir masaya çarpar Dersu Uzala... Ve masadan özür diler Dersu Uzala... Çünkü ormanda bir ot çiğnese ondan özür dileyecek yapıdadır Dersu Uzala... Dersu Uzala için bir ağacın, bir odunun, bir karıncanın, bir yaprağın bir insandan hiç farkı yoktur...

Dersu Uzala bir gün Yüzbaşı'ya bu kibrit kutusu gibi evlerde nasıl yaşayabildiklerini sorar... O kış şartlarında evin bahçesine çadırını kurar ve bir süre orada yaşar Dersu Uzala...

Dersu Uzala, Yüzbaşı Arseniev'e minnettar olmakla birlikte dört duvar arasında ikamete ve şehrin boğucu ortamına daha fazla tahammül edemeyerek ayrılmak ister: ‘’Yüzbaşı! Lütfen bırak dağlara gideyim. Şehirde yaşayamam. Odun para, su para, ağaç kesince insanlar kızıyor.’’

Arseniev, Dersu Uzala'nın gitme isteğini üzüntüyle karşılar ancak ona engel olamayacağını anladığında orman koşullarında iyi bir tüfeğin kıymetini bildiğinden kendi tüfeğini hediye ederek onu yolcu eder.

Shakespeare'vari bir son

Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşurdu. Kurosawa da kaderin kahpe cilvesini Shakespeare'vari bir ustalıkla sona saklar:


1908 baharında dostu "kapitan"a veda eden Dersu Uzala, Primorsky Krai'de Amur bölgesine, kendi anayurdu olan Ussuri Nehri'nin kaynağına doğru yayan yola koyulur. Ancak Kabarovsk yakınlarındaki Korfovski istasyonunun yakınlarında elindeki kaliteli tüfeğini almak isteyen bir hırsız tarafından katledilir. Arseniev'in ifadesine göre öldürüldüğü tarih 13 Mart 1908'dir.

Filmin final sahnesinde, Yüzbaşı'nın o boynu bükük, o kolu kanadı kırık halini hatırladıkça hala sızım sızım sızlar içim...

Günümüzde Dersu'nun öldürüldüğü yerden çok uzak olmayan bir yerde, Korfovski köyünde onun hatırasına granit bir kaya yerleştirilmiştir. Bu kayanın etrafında da öğrenciler tarafından dikilen çam ağaçları bulunmaktadır.

Dersu Uzala’ya dair son birkaç söz

Filmi orijinal diliyle izlerseniz Dersu Uzala'nın konuştuğu Moğol dili içinde birçok kelimenin Türkçe olduğunu görürsünüz…

Ve görürsünüz ki sanki eski bir Anadolu bilgesiydi Dersu Uzala...

Ve filmi izledikten sonra görürsünüz ki günümüzde kirlenen sadece hava, toprak ve su değildi: İnsanın ruhu kirlenmişti günümüzde, insanın ruhu! Günümüzde kirlenen insanın ruhu idi hiçbir deterjanın temizleyemediği...

Ve insan ruhunun kirlenmeden önceki haliydi Dersu Uzala...

Ve filmin benim için çok daha fazla bir anlamı var: Sanki Yüzbaşı Arseniev bendim, Dersu Uzala da Şehriyar... Nasıl anlatsam bilmem ki, bir başka nasıl örtüşürdü Dersu Uzala'ya Şehriyar? Yüzbaşı Arseniev için Mançurya Ormanlarındaki Dersu Uzala neyse, benim için de Kâbil'de, Celâlâbâd'da, Hindikuş Dağlarında oydu Şehriyar... Filmde Dersu Uzala doğa hakkında Yzb. Arseniev’e öğretmenlik yapıyordu. Şehriyar ise oralarda bana hayat hakkında öğretmenlik yapmıştı. Sitem ''Şehriyar''da sağ üstte yer alan ''Şehriyar'a dair'' bölümünde bol miktarda Şehriyar ile geçen günlerimin hatıraları var... Bunları toparlayıp da ileride Yüzbaşı Arseniev gibi yazar mıyım, bilmem?...

Hani yarın da Pazar ya... Hani sokağa çıkmak için Korona kısıtlamaları da var ya… Hani hava da ülke gibi, ülkenin, dünyanın gündemi gibi kapalı, kasvetli, karanlık ve boğucu ya... İşte böyle bir zamanda içinizin, ruhunuzun, gönlünüzün açılması için gün boyu evde kalıp izlenebilecek bir filmdir Dersu Uzala!

Sizlere güzel mi güzel, sıcak, sımsıcak bir Pazar günü dilerim…

Osman AYDOĞAN

Filmde orjinal fotoğrafları da gösterilirdi Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ara ara siyah beyaz olarak:

  

 




Kıvır! Kıvır! Kıvır!

19 Kasım 2020

Yazmayayım diyorum olmuyor.... Ne ilke kalmış, ne karakter... Machiavelli'nin kemikleri sızlıyordur, adam ''ben bu kadar da dememiştim'' diye... Nasıl da kıvır kıvır kıvırıyorlar.... Köçekler halt etmiş bunların yanında.... Bugün 18 Kasım 2020, gece bir TV programında adamın birisi bir kıvırıyor, bir kıvırıyor, dedim ya köçekler halt etmişler bunun yanında... Sanki gazete arşivlerinde kendisini yalanlayan onlarca sözü ben söyledim...

Bunların böyle kıvır kıvır kıvırdıklarını görünce, tutamıyorum kendimi aklıma hep şu fıkra geliyor:

Adamın biri, gece yatakta uyurken, bir sağa dönüyormuş, bir sola… Vücudu, terden sırılsıklam olmuş… Yüzünden de boncuk boncuk ter damlıyor… Belli ki, “kâbus” görüyor…

Adam bu kâbus esnasında arada bir ızıdrap çeker bir halde bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!” Daha sonra rahatlıyor ancak sonra aynı ızıdrap çeker haliyle tekrar bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!”

Bu bağırmalara adamın karısı uyanmış… Dürtmüş kocasını, “Herif, herif uyan!” Uyanmış adam… Sormuş kadın; “Herif, niye bağırıyorsun öyle, ‘kıvır, kıvır’ diye?”

Adam, gözlerini ovuştura ovuştura, şöyle bir doğrulmuş yataktan… Anlamış ki yaşadığı bir rüya, bir kâbus... Önce rahat bir nefes almış, sonra da başlamış anlatmaya:

''Sorma hatun” demiş. ''Rüyamda işten çıkıp eve gelirken, zebellah gibi adamın biri takıldı peşime… Hızlı yürümeye başladım adam yine peşimde... Koşmaya başladım adam yine peşimde... Yol değiştirdim, sokak değiştirdim, ama adamdan yine kurtulamadım. Nereye gittiysem, bir gölge gibi adam takip etti beni… Baktım kurtuluş yok, girdim bir camiye! Adam yine peşimde!.. Çıktım minareye!.. Adam da arkamda!.. Minarenin üçüncü şerefesinde yakaladı beni adam… Yatırdı yere, pantolonumu, donumu çıkarıp parmağını popoma takıp, başladı şerefeden aşağı beni sarkıtmaya!.. Ben de aşağı düşmemek için, başladım bağırmaya; ‘kıvııır, kıvır, kıvır’ diye!.. Adam parmağını kıvrık tutmayıp, bir düzeltse var ya anında düşeceğim aşağıya!.. Adam parmağını düzeltir gibi oluyor, ben de başlıyorum tekrar bağırmaya: 'kıvır, kıvır, kıvır' diye.”

Kıvır, kıvır, kıvırıyorlar işte... Şimdiden başımız döndü vallahi... 

Osman AYDOĞAN

Duvardaki resim

18 Kasım 2020


Bugüne gelmeden –mutat olduğu üzere- kısa bir tarih turu yapalım… İkinci Dünya Savaşına gidelim... Önce Romanya sonra da Türkiye’den iki örnek vermek istiyorum…

II. Dünya Savaşında Romanya’da kahvelerdeki duvar resimleri

Hitler Romanya üzerinden Moskova’ya giderken işgal ettiği bölgelerde kahvelerde duvarlarda Hitler’in fotoğrafı vardır… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve arkasından da Rus askerleri gelirken yine aynı kahvelerdeki duvarlarda da bu sefer Stalin’in fotoğrafı vardır. Burada tuhaf olan bu fotoğrafların arkalı önlü olmalarıdır; bir yüzünde Hitler’in fotoğrafı, diğer yüzünde ise Stalin’in fotoğrafı. Çünkü bazı bölgeler birkaç kez el değiştirirler.

II. Dünya savaşındaki Türkiye’deki resim

Türkiye II. Dünya Savaşına katılmadığı için kahve duvarlarında değişen fotoğraflar yoktur ama ülke siyasetinde değişen fotoğraflar vardır.


Yine Hitler Moskova’ya ilerlerken Türkiye’de ne kadar solcu varsa tutuklanırlar… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve Ruslar karşı taarruza geçmişken de bu sefer de solcular serbest bırakılıp ülkede ne kadar Türkçü, Turancı, milliyetçi varsa onlar tutuklanırlar.

Bu konuyu açayım…

İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği milliyetçi blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsızdır… Her iki taraftan gelen baskılara direnmektedir. Bu günlerde Türkiye’deki Turancılar savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanmaktadırlar… Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek verir…

Almanya'nın o dönemki Ankara büyükelçisi von Papen Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplar ve destek arar… 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşür… Büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamaz… Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemez… Hatta Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı edilir, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanır, hatta bizzat hükümetten destek bulur… Ta ki Ruslar Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlayıncaya kadar...

Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine döner…

1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna yurtsever insanlar tabutluklara tıkılır… Bu çerçevede o dönem Türkçü diye bilinen Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan ve Fethi Tevetoğlu gibi insanlar tutuklanır. Olayı gülünç kılan ise, bu insanlara isnat edilen suçun "Turancılık" olmasıdır.

Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) isimli kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade eder… Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer verir: Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı." Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."

Tarihin hep tekerrürden ibaret olduğunu söyler, yazar ve çizerim ya… Gelelim günümüze, günümüzdeki duvar resimlerine…

ABD’nin Ilımlı İslam Politikası ve Türkiye

2000’li yılların başı, özellikle Bush ve Obama dönemleri ABD’nin ılımlı İslam’la dansı ve bu çerçevede BOP ile geçti… Bu Türkiye’den Mısır’a, Tunus’tan İran’a, AKP’den Mursi’ye, İhvan-ı Müslimin’den Hamas’a kadar tüm bölgede kurum ve kuruluşlarla yaşandı… Bu çerçevede; ABD, ABD'nin kucağına oturmuş sümüklü bir vaiz bozuntusunun çetesi (FETÖ) ve içeride bu çetenin, çete ne istediyse veren iktidardaki işbirlikçileri ve ABD müttefikleri tarafından ülke içinde milli, Cumhuriyetçi, laik ve ulusal karakterde başta TSK ve askerler olmak üzere ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa kumpaslarla tarumar edildi...  Ülke dışında ise BOP eşbaşkanlarının da katkısıyla Irak, Libya ve Suriye yerle bir edildi. Mısır’da yönetim değişti.

Dünyadaki radikal İslam’ın yükselmesi ve dünyadaki ılımlı İslam’ın ABD tarafından kendisine biçilen rolü oynayamaması ile beraber ABD’de rüzgârlar ters yönde esmeye başladı… ABD’de Trump ile beraber ABD’nin baş düşmanı; ılımlısı ılımsızı ayrılmaksızın siyasal İslam’ın ta kendisi oldu. Bu çerçevede ABD ılımlı İslam'la dans döneminde ve özellikle Obama zamanında İran ile uzlaşırken, Trump ile beraber ABD hedefine İran'ı oturttu. 

Nasıl ki ülke içinde FETÖ ile iltisaklı kişi ve kurumlarla (FETÖ’nün ağababaları hariç) amansız bir mücadele edilmiş ise, ABD tarafından da Trump döneminde Ortadoğu’da siyasal İslam’la ve bu bağlamda İhvan, Hamas, El Kaide, El Nusra ve İŞİD ile içli dışlı olan kişi, kurum, kuruluş ve organizasyonlarla amansız bir mücadeleye girişildi.

Ancak Türkiye’de pragmatist ve Makyavelist bir politika izleyen AKP iktidarı ABD’ye ödün vererek, Trump ile uzlaşma yoluna giderek bu dönemi bir şekilde atlattılar.

ABD’de yeni bir dönem ve Başkan Jeo Biden

03 Kasım 2020 Salı günü ABD’de yapılan başkanlık seçimlerini Jeo Biden kazandı. Jeo Biden, Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken başkan yardımcısıydı… Bu nedenle Jeo Biden’in, ABD’nin dünyadaki ve Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını aynen hatta daha da sertleştirerek sürdüreceğini tahmin edilmektedir… Jeo Biden, bütün siyasal hayatı boyunca Yunan ve Ermeni lobilerinin müttefikiydi. Ayrıca Jeo Biden, seçim öncesinde Erdoğan / AKP iktidarını otoriterlikle suçlamış ve demokratik yoldan değiştirilmesi için çalışacağını belirtmişti.

Jeo Biden’in gerek seçim konuşmalarında gerekse de önceki politikalarında bakarak Türkiye hakkında Trump’tan daha farklı bir politika izleyeceği ve Türk-Amerikan ilişkilerinin Biden’ın başkan olması ile farklı bir eksende hareket etmeye başlayacağı tahmin ediliyor…

Bu çerçevede, son yıllarda ABD ile gerilimler yaratan S-400, Suriye, Libya ve Halkbank gibi meseleler konusundaki ABD ile, daha doğrusu Trump ile yapılan pazarlıkların iptal olacağı ve yerine “Biden kararları” geleceği değerlendiriliyor. Ayrıca ABD’de Biden yönetiminin, ABD ve dünyada insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü gibi konulara daha fazla ağırlık vereceği kıymetlendiriliyor…

Jeo Biden başkan seçildikten sonra Türkiye, ABD ve AB ekseninde yaşanan gelişmeler

Her ne kadar ABD’de seçimler 03 Kasım 2020 tarihinde yapılmışsa da seçim sonucunun netlik ve Biden’in seçildiğinin kesinlik kazanması 06 Kasım 2020 tarihinden sonra belli oldu…


Jeo Biden’in başkan seçilmesinden sonra Türkiye’de yaşananlar

Peki, 06 Kasım 2020 tarihinden sonra, yani Joe Biden’in seçildiğinin kesinlik kazanmasından sonra Türkiye’de neler oldu? Kronolojik sıraya göre:

* 06 Kasım 2020: Daha önce Halkbank Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüten Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal görevden alındı.

* 08 Kasım 2020: ABD Başkanı Donald Trump'ın danışmanı ve damadı olan Jared Kushner ile yakın ilişkisi olan ve kendisi de Saray’ın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etti.

* 13 Kasım 2020: Cumhurbaşkanı Erdoğan (AKP Tekirdağ İl Kongresinde): ‘’Ülkemizde ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz.’’ diye konuştu...

* 14 Kasım 2020: Hâkimler Savcılar Kurulu (HSK) iş insanı Osman Kavala hakkında tutuklama kararı veren ve tahliye taleplerini reddeden tüm hâkimlerin listesini istedi.

Jeo Biden’in başkan seçilmesinden sonra ABD kanadında yaşananlar 

* Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter’in verdiği mesajlar

11 Kasım 2020:  “ABD seçimlerinden sonra AB-ABD ilişkileri” konferansına videolu yayın ile katılan Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter konuşmasında Türkiye’ye dönük olarak şu mesajları verdi:

- Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak ya da yaptırımlar yoluyla ekonomisini çökertmek arayışında değiliz...

- Gümrük Birliği müzakerelerin dondurulması ve Türkiye'ye yaptırım uygulanması yönünde çağrıda bulunan Emanuel Macron'un tutumuna katılmıyorum.

- Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye’nin davranışlarını değiştirmesi için baskı yapılabilecek birçok yolu vardır.

-  Türkiye'nin açık pazar ve açık ticaret koşullarına mecbur olması ABD ve AB için önemli bir "başlangıç noktası"dır.

- NATO üye ülkeleri birlikte ve koordineli bir şekilde bir arada durmaları gerekmektedir. Türkiye bizi birlik olmuş bir şekilde gördüğünde davranışlarını tekrar gözden geçirecektir.

* ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Avrupa ve Orta Doğu turu

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 14 Kasım 2020 günü Fransa’dan başladığı ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu 10 gün sürecek Avrupa ve Orta Doğu gezisinin ilginç noktaları şunlardı:

- Pompeo, 16 Kasım 2020 günü Fransa’nın ardından Türkiye’ye geldi. Pompeo Türkiye’den muhatabı olan Türk Dışişleri Bakanı dâhil hiçbir diplomatik kimseyle görüşmeyerek sadece Fener Rum Ortodoks Patriği ile görüşüp Türkiye’den ayrıldı. İsmini açıklamayan Türk yetkililer, "Pompeo, Çavuşoğlu'nun davetini geri çevirdi" açıklamasında bulundular.

- Mike Pompeo’nun, bu Avrupa ve Orta Doğu gezisininde ziyaret edeceği yedi ülke içinde bir tek Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisi ile görüşmemiş oldu…

- Pompeo, Fener Rum Ortodoks Patriği ile görüştükten sonra İstanbul’un fethinden 110 yıl sonra Osmanlı’nın duraklama devrine girerken inşa ettiği Rüstem Paşa Cami’sini de ziyaret etti. Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı, Hristiyan tebaadan devşirme bir Osmanlı sadrazamı idi. Ayasofya’nın ibadete açılmasına ABD’den en yüksek sesli tepkiyi veren kişi olan Pompeo’nun, İstanbul’a gelip de Ayasofya yerine Rüstem Paşa Cami’sini ziyaret etmesinin bir politik nedeni olmalıydı.

- Pompeo, gezisine Türkiye’nin ardından Rusya karşıtı Gürcistan’a gitti… Oradan da Pompeo, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan’a gidecek.

- Ayrıca Pompeo, İsrail’de kalacağı iki günde Golan Tepeleri’ne ve Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerini ziyaret etmeyi planlıyor. Daha önce ABD’li hiçbir üst düzey yetkili Filistinlilerin tepkisini çekmemek için buralara gitmemişti.

Almanya ve Fransa Dışişleri bakanlarının ortak çağrıları

Joe Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter’in yukarıda bahsettiğim; ''NATO üye ülkeleri birlikte ve koordineli bir şekilde bir arada durmaları gerekmektedir. Türkiye bizi birlik olmuş bir şekilde gördüğünde davranışlarını tekrar gözden geçirecektir'' açıklamasından kısa bir süre sonra, dün, 17 Kasım 2020 tarihinde, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve Fransız mevkidaşı Jean-Yves Le Drian; Fransız Le Monde, Alman Die Welt ve Amerikan Washington Post gazetelerinde yayınlanan ortak bir makale kaleme aldılar… Bu ortak makalede her iki bakan esas olarak ‘’Biden'ın başkanlığı ile transatlantik birliğin güçleneceği’’ mesajını verdiler.

İki bakan makalelerinde Türkiye’ye de yer verdiler. İki bakan makalelerinde Türkiye'nin "öngörülemez bir ülke" olduğunu iddia ederek Biden’e Türkiye'ye karşı ortak hareket edilmesi için çağrıda bulundular.  İki bakan Joe Biden'a seslenerek, "Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de ve başka yerlerde büyük sorunlar oluşturan davranışları karşısında ortak bir çizgi belirlememiz gerekecek" ifadelerini kullandılar… İki bakan makalelerine; "Dün olduğu gibi bugün de ABD ile Avrupa kadar iyi, yakın ve doğal ortaklar mevcut değil’’ sözleriyle son verdiler. (Es gibt keine besseren Partner)


Sonuç

Jeo Biden’in seçilmesinden sonra bu iki haftalık zaman süresince hem Türkiye hem de ABD ve AB tarafından yaşananlar ve açıklamaların şu üç sonucu doğurduğu değerlendirilmektedir:

Birinci sonuç şudur:

Yeni dönemde de, öncesinde de olduğu gibi ABD'nin siyasal İslam ile daha sert mücadele edeceği değerlendirilmektedir. Ancak ABD’nin bu mücadeleyi bizzat kendisinin yürüteceği de düşünülmemelidir. Emperyalizmin mutat davranışı olduğu üzere maşalar kullanılıp, yumurtalar tokuşturulacaktır. Bu mücadelenin de en basit yolunun da bölgede bir Şii - Sünni çatışmasının fitilini ateşlemek olacağı değerlendirilmektedir. Zaten bölgede var olan lokal, küçük çapta ve vekâleten yürütülen Şii - Sünni çatışmasının daha büyük bir çatışmaya, daha net ifadelerle bölgede Suudilerin başını çekeceği bir Sünni ittifakla, İran'ın başını çekeceği bir Şii ittifak arasındaki çatışmaya yönlendirileceği ve evrilebileceği kıymetlendirilmektedir. Libya, Suriye, Doğu Akdeniz, Kafkasya derken böylesi bir kutuplaşmaya Türkiye’nin itilmesi ihtimali mevcuttur. Bu çerçevede Türkiye’nin böylesi bir kutuplaşmaya girmemesi için çok dikkatli olmalıdır...

İkinci sonuç ise;

Türkiye’de Jeo Biden’in seçilmesinden sonra yapılan görevden alma, istifa gibi politik davranışların ve ‘’hukukta yeni bir reform’’, ‘’hukuk devleti’’ gibi söylemlerin Biden yönetimine karşı verilmek istenilen mesajlar, bir ön konumlanma ve bir yeni mevzilenme niteliği taşıdığı, bir başka deyişle ‘’duvardaki resmin’’ değiştirilmeye çalışıldığı izlenimini verdiğidir.

Üçüncü sonuç ise:

Önümüz kış… Havalar usul usul soğumaktadır. Gerek ABD’den ve gerekse de AB’den esen rüzgârlara, verilen demeçlere ve mesajlara baktığımızda da dışarıda ve içeride siyasetin de yavaş yavaş ısındığı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.  ‘’Yazın yenen hurmalar’’ ile ilgili bir deyim vardı ama ben devamını unuttum…

Allah sonumuzu hayreylesin!

Osman AYDOĞAN




Yakınmak!

17 Kasım 2020


Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır... Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî Şirâzî ve Hâfız Şirâzî’yi bütün dünyada tanır…

İran’ın İslamiyet’i kabul etmesinden sonra İran edebiyatının yüzyıllar boyunca Türk edebiyatına büyük etkileri olmuş ve Divan edebiyatımızın başlıca kaynağını teşkil etmiştir.. Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış’’ dizesiyle başlayan ‘’Rindlerin Ölümü’’ isimli şiirinde geçen ‘’Hâfız’’ İranlı şair Hâfız-ı Şirâzî’dir.

Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki… İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün bir hikâye anlatmak istiyorum…

Geçen hafta yazdığım Sabahattin Ali’nin ‘’Melankoli’’ isimli şiirini anlatırken Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde geçen ‘’sebepsiz hüzün hocamdı’’ dizesini kullanmıştım. Bu dizeden de yola çıkarak, ‘’bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim...’’ diye yazmıştım.  

Bu yazım da bana yıllar yıllaaar öncesinden Çetin Altan’ın bir köşe yazısında anlattığı bir İran hikâyesini hatırlattı. Çetin Altan’ın bu yazısını olduğu gibi aktarıyorum:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Gencecik bir veliaht, babası ölünce İran tahtına çıkmış. Ülkesini iyi yönetmek için dünya tarihini öğrenmek istemiş. Ünlü, ünsüz ne kadar bilgin varsa sarayına çağırmış. Demiş ki: ''Bana dünya tarihini yazınız!. Okuyup öğreneyim, ülkemi ona göre doğru dürüst yöneteyim.''  Bilginler: ''Buyruk sizin sultanım'' demişler ve çalışmak için dağılıp gitmişler.

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl... On yıl... Yirmi yıl... Bilginlerden ses seda yok. 

İran Şahı, yeniden haber salmış bilginlere: ''Ne oldu dünya tarihi? Okuyup öğrenecek, ülkeyi ona göre yönetecektik... Tez getirin araştırmalarınızı, incelemelerinizi, çalışmalarınızı, yazdıklarınızı!...''

Bilginler, kırk deve yüklü kitapla yola çıkıp saraya gelmişler: ''Araştırdık, inceledik, çalıştık, yazdık. Buyurun işte kırk deve yükü kitap'', demişler. Şah: ''Benim'' demiş, ''kırk deve yükü kitabı okuyup ülkeyi ona göre yönetmeye zamanım yok. Siz bunu biraz kısaltın da öyle getirin!...''

Ve yine bir yıl geçmiş... Üç yıl... Beş yıl... On yıl..

Şah, merak edip duruyormuş dünya tarihini... Sonunda bilginler, kırk deve yükü kitabı iki deve yüküne indirmişler. Saraya gelip, yıllarca sürmüş olan araştırmalarının, incelemelerinin, çalışmalarının özetini Şah’a sunmuşlar...

Şah: ''Yok'', demiş; ''bunları okumaya da zamanım yetmez. Siz gidin, bunların özetini de çıkarıp öyle gelin!...''

Yine aradan yıllar geçmiş... Şah yaşlanmış. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönetmek zorunda kaldığı için üzgün, bilginlere bir haber daha salmış. ''Ne oldu bizim dünya tarihinin özeti?''

Bu kez bilginler bir eşek yükü kitapla gelmişler. Şah, dökülmüş saçları ve ak sakalıyla kitaplara bakmış: ''Vakit yetmeyecek'', demiş. ''Siz bunun da özetini çıkarıp öyle gelin!''

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl...

Şah, ölüm yatağına düşmüş. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönettiği için kendisini suçluyor, sayıklamalı karabasanlar içinde, "Şu dünya tarihini öğrenemeden şahlık etmenin utancıyla ölüp gideceğim, ne yazık" diyormuş.

Derken efendim... Bilginlerin pir-i fanisi, koltuğunun altında bir kalın kitapla çıkagelmiş. ''Sultanım, dünya tarihini özetleye özetleye bu kitaba indirdik'', demiş.

Ama Şah, son nefesini vermek üzereymiş: ''Onu da okumaya vakit kalmadı'', demiş. ''Hiç değilse bana şu dünya tarihini, sözlü olarak kısaca kulağıma anlatın. Öğrenmeden ölmüş olmayayım.''

Bilginlerin pir-i fanisi, Şah’ın kulağına eğilmiş: ''Dünya tarihinin özeti şudur'' demiş: ''Doğdular, acı çektiler ve öldüler.''

Bu hikaye ince, çekimli ve hatta derin görünüyor... Oysa Şark mazoşizminin tipik bir anlatımıdır. İnsanlar doğarlar, yakındıkları kadar da acı çekmezler. Durgun göllerde taş kaydırdıkları günler olur... Sevdikleriyle ilk kez kavuştukları günler... Diploma aldıkları günler... İş buldukları günler... Tavlada mars yaptıkları günler... Türkü çağırdıkları günler... Askerliği bitirdikleri günler... Dönerli beğendi yedikleri günler... Yeni doğmuş çocuklarının ayaklarını kokladıkları günler...

Yakınmak, Şarkın alışkanlığıdır. Şahların, köle, kul olarak kullandığı insanlar, yakınmayı, bir kader saysınlar diye...

Yaşam, yakınmanın bitmediği yerde bir zebani topuzu; yakınmayı yenmiş olanların da bir gül bahçesidir...

Osman AYDOĞAN


Mümtaz Soysal

17 Kasım 2020


İsmi ile müsemma, mümtaz bir cumhuriyetçi, mütevazı bir devlet adamını ve seçkin siyasetçi ve değerli bir hocayı, hocaların hocasını geçen yıl, 11 Kasım 2019 tarihinde yitirmiştik… Cumhuriyet'in okullarında aldığı eğitimle evrensel değerlere ulaşmayı başarmış bir aydındı… Türkiye’nin Kıbrıs tezlerinde yılmaz savunucusu ve KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın danışmanıydı…

Cumhuriyetin nesli tükenen gerçek entelektüeliydi, akademisyeniydi, yazarıydı, aydınıydı, siyasetçisiydi, haza beyefendisiydi… Kısaca gerçek bir devlet adamıydı… Dünyayı tanıyan, Türkiye’yi seven, ahlaklı, namuslu, ilkeli siyasetçi kuşağının son temsilcilerindendi… Kısaca ‘’Eski Türkiye’’nin ‘’Yeni Türkiye’’ye uymayan bir değeriydi…

‘’Anayasaya Giriş’’, ‘’Anayasanın Püf Noktası’’, ‘’Aklını Kıbrıs’la Bozmak’’, ‘’İdeoloji Öldü mü?’’, ‘’İçgüveysinin Encamı’’, ‘’Öpülesi Gemiler’’, ‘’Balinanın Böcekleri’’, ‘’Güzel Huzursuzluk’’ ve ‘’100 Soruda Anayasanın Anlamı’’ kitaplarının yazarıydı...

Mümtaz Soysal’ın hayatı

Mümtaz Soysal,1929 yılında Zonguldak’ta doğar, Galatasaray Lisesi'ni (1949), ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (SBF) (1953) bitirir. Fark dersi sınavlarını vererek Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden de mezun olur. (1954). 1956'da SBF'de asistan olarak çalışmaya başlar… 1958'de siyasal bilimler alanında doktora çalışmasını tamamlar… 1963'te SBF'de doçent, 1969'da ise profesör olur. 1971 yılında aynı fakültenin dekanlığına seçilir. SBF'de Anayasa Hukuku profesörü olarak uzun yıllar ders verir… 1961 Anayasası'nı hazırlayan Kurucu Meclis'te görev yapar…

12 Mart Muhtırasından sonra 18 Mart 1971'de SBF Dekanlığı esnasında, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nca gözaltına alınıp tutuklanır… 1968'den beri okuttuğu Anayasa'ya Giriş ders kitabında komünizm propagandası yapmakla suçlanır, 6 yıl 8 ay ağır hapis, 2 ay 20 gün Kuşadası'nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve kamu haklarından ebediyen mahrumiyete mahkûm edilir. Toplam 14.5 ay Mamak Cezaevi'nde kaldıktan sonra beraat eder.

Hukukçuluğunun yanı sıra Forum, Akis, Yön, Ortam gibi dergilerde, Yeni İstanbul, Cumhuriyet, Ulus, Barış, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yazarlık yapar. 1969-71'de Akdeniz Sosyal Bilim Araştırma Konseyi Başkanlığı, 1974-78 arasında Uluslararası Af Örgütü İkinci Başkanlığı görevlerini yürütür.. 1979'da BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Uluslararası İnsan Hakları Öğretimi Ödülü'nü alır.

15 Temmuz 1983 günü Paris Orly Havaalanı'nın THY bürosu önünde patlayan bir bombanın neden olduğu sekiz kişinin ölümüne ve altmış dolayında kişinin de yaralanmasına yol açan Orly Havalimanı saldırısını gerçekleştirmekten dolayı tutuklanan ASALA mensuplarının yargılandığı davaya Türk mağdurları temsilen müdahil taraf uzman tanık olarak katılır. Bu davada sözde soykırım tezlerini boşa çıkarır ve Ermeni teröristlerin ceza almasını sağlar.

1991 seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) listesinden Ankara'dan kontenjan adayı olur ve TBMM'ye seçilir. TBMM'de Çekiç Güç, OHAL, demokratikleşme, Kıbrıs, özelleştirme gibi konularda hükümet politikalarını eleştiren konuşmalar yapar ve bu konularda Anayasa Mahkemesine davalar açar... SHP'nin hükümet ortaklığı içindeki pasif tutumuna sürekli tepki gösterir… Siyasetteki "vuruşarak çekilme" kavramı kendisine aittir.

Kısa bir süre için Dışişleri Bakanı olarak görev yapar... Ancak bir süre sonra bakanlıktan istifa eder… Aslında emperyalizmin oyuncağı olmayacağı anlaşıldığından siyasetteki önü kesilip istifaya zorlanır…  

1995 genel seçimlerinde DSP’den Zonguldak milletvekili seçilir... Daha sonra Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’le anlaşmazlığa düşerek DSP’den de ayrılır (1998). 2002'de Bağımsız Cumhuriyet Partisi'ni kurar ve bu partinin genel başkanı olur. AB ve İMF ile ilişkilere milli mücadele anlayışıyla yaklaşılması ve Kuvayı Milliye ruhunun yaşatılması bu partinin ilkeleridir…   

Mümtaz Soysal’ın kişiliği

Kısaca her yerde bulabileceğimiz Mümtaz Soysal’ın hayat hikâyesi bu kadar… Şimdi gelelim onun bir başka yerde bulamayacağınız mümtaz kişiliğine:

Askerî darbelerde kendisi çok mağdur olmasına rağmen, ülkesine ve ülkesinin ordusuna asla küsmez… ‘’Yetmez ama evet’’çi liboş demokratların siyasal İslamcıların değirmenine nasıl su taşıdıklarını her fırsatta anlatır…

Gerçek bir ‘’Deniz’’ aşığı idi… Her fırsatta ‘’Denizcilik Bakanlığı’’nın kurulması ihtiyacını dile getirdi. Bu konuda çok da çaba harcadı ama başaramadı… Ülkemiz bakanlıkların sayısı ve niteliği konusunda garip bir ülkedir aslında… Ülkede kültür yok ama Kültür Bakanlığı var… Ülkede tarım ve hayvancılık yok ama Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı var… Ülkenin neredeyse dört tarafı derya deniz ama ülkede bir Denizcilik Bakanlığı yok…

Denizci hikâyelerine, gemilere ve deniz türkülerine vurgundu... Bunu bildiğim için bir dersinden sonra kendisine Karadeniz Deniz Türküleri CD’sini hediye etmiştim… Çok mutlu olmuştu…

Şiire, edebiyata ve felsefeye aşırı ilgisi vardı. İdeoloji ayırımı yapmaksızın Türk şairlerini çok severdi. Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiirini yazılarında çok sık kullanırdı:

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’

Dışişleri Bakanı Mümtaz Soysal

T.C.’nin 50. Hükümetinin 27 Temmuz 1994 ve 28 Kasım 1994 tarihleri arasında tam tamına dört ay ve bir gün süren SHP’den Dışişleri Bakanı olduğu zaman yaptıklarını kısaca anlatmadan geçmek olmaz diye düşünüyorum:

Mümtaz Soysal, Fransa’ya resmi bir ziyarete gidecektir. Fransız Dışişleri Bakanından randevu talep edilir. Ancak zaman olmadığı gerekçesiyle bu talebe Fransa Dışişleri Bakanı olumlu cevap vermez. Mümtaz Soysal görüşmede ısrar eder. Yine olumlu cevap alamayınca ziyareti iptal eder. Bunun üzerine Fransa Dışişleri Bakanı randevu verir. Ve görüşme planlanandan çok daha uzun sürer. Günümüzde ise ABD’nin Dışişleri Bakanı İstanbul’a geliyor da vaktim yok diye Türk Dışişleri Bakanı ile görüşmüyor. (Gazeteler, 16 Kasım 2020) Uğrunda tasarruf edilemeyen itibara bakınız!

Dışişleri Bakanı iken Amerika’ya vize uygulaması başlatır. ABD’ye bu vize uygulaması T.C. tarihinde ilk ve tektir.

Kendisi Dışişleri Bakanı iken oğlu askerliğini Jandarma Komando olarak Van’da PKK ile sıcak çatışmaların yaşandığı bir karakolda yapar.

Dışişleri Bakanlığından istifa edip de Bakanlıktan ayrılırken Tofaş’ın Şahin marka kendi otomobiline binerek ayrılır. Aynı günün akşamı Ankara da gece eşiyle kol kola taksi beklerken görülür…

Kendisine yapılan en büyük eleştiri Türk Telekomu sattırmadı diyedir.  Ancak Mümtaz Soysal’ın yaptığı tek şey Anayasa ve yasalara aykırı durumu mahkemeye taşıyarak bu satışın engellenmesidir. Ne yani, Anayasa ve yasalar öylece dururken Anayasa profesörü görmezden mi gelecekti? Mümtaz Soysal’ın yapmak istediği tek şey idarenin hukuka uymasını istemektir. Eğer siyasi iktidar samimi olsaydı satışa engel olan Anayasa ve yasaları değiştirir ondan sonra satardı. Ancak Mümtaz Soysal’ın bu satışı engellemeye gücü yetmedi.

Aslında Türk Telekom'u iki yıllık karına satıp Araplara peşkeş çeken, o parayı daha tahsil bile edemeyip ülkeyi onlarca milyar dolar zarara uğratan zihniyeti görünce Mümtaz Soysal’ın ne kadar da haklı olduğunu görüyoruz.

Mümtaz Soysal, bir kâhin, bir müneccim sezgisiyle FETÖ tehlikesini 30 Eylül 2005 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde yayımlanan "son pişmanlık gelmeden" başlıklı yazısında şöyle anlatıyordu:

“...Unutmayalım ki, süreç aynı zamanda Cumhuriyeti zayıflatma sürecidir. Bir gün, büyük olasılıkla AB'ye karşı bir ‘babalanma’ sonrası, bugünkü iktidar çoğaltılmış oylarla daha da güçlü olarak geri dönerse ve "İslam Cumhuriyeti" ilan edilip Esenboğa'ya inen Amerikan uçağından ‘sulu gözlü bir Türk Humeyni’si inerse, şimdi yakınıp sızlanan, ama ilerici partilerden uzak duran ve Cumhuriyetçi bir siyasal cephe kurmaktan kaçınan insanlarımızın ‘ahı vahı’ ve son pişmanlığı fayda etmeyecektir.”

Mümtaz Sosyal, 1972 yılında Mamak Cezaevi'nde iken yazar Sevgi Soysal ile evlenmişti. Ancak Sevgi Soysal 1976 yılında genç yaşta hayatını kaybeder…

Sevgi Soysal

Burada kısaca Sevgi Soysal’a de yer vermeden edemeyeceğim…


Sevgi Soysal Alman asıllı bir annenin beş çocuğundan biriydi. Sevgi Soysal (1936-1976) Mümtaz Soysalın ilk eşi, ancak Mümtaz Soysal, sevgi Soysal’ın üçüncü eşiydi…

Sevgi Soysal’ın ilk eşi tiyatro profesörü Özdemir Nutku (1955-1960), ikinci eşi sinemacı Başar Sabuncu (1965-1971) idi.   Korkut Nutku, Sevgi Soysal’ın Özdemir Nutku’dan olan oğlu, Funda ve Defne Soysal da Mümtaz Soysal’dan olan kızları idi.

12 Mart edebiyatçıları arasında sayılan Sevgi Soysal Türk edebiyatında siyasal ve toplumsal bakışıyla, öğretici olmayan ama sorgulamaktan da geri durmayan naif diliyle, bazen alaycı anlatımıyla kendine özgü yere sahip bir yazardı.  

Sevgi Soysal; ‘'Yürümek’ romanı ile TRT Roman Başarı Ödülü (1970)’nü, '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanı ile de Orhan Kemal Roman Ödülü (1974)’nü kazanmıştı. Diğer eserleri: ‘’Tutkulu Perçem’’, ‘’Tante Rosa’’, ‘’Şafak’’, ‘’Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’’, ‘’Bakmak’’, ‘’Barış Adlı Bir Çocuk’’ "Bakmak", ‘’hoş geldin Ölüm’’ ve "Paralar Cebe Kadınlar Eve" kitaplarıydı…

Bu kitaplardan '’Yenişehir'de Bir Öğle Vakti’' romanını okumamışsanız eğer henüz hayattayken kaçırmayın derim…

Kasım ayları güz aylarının sonuncusu, yaprakların döküldüğü bir aydır… Sevgi Soysal’ın ilk eşi Özdemir Utku 08 Kasım 2019’da, son eşi Mümtaz Soysal bundan üç gün sonra 11 Kasım 2019’da bu dünyadan göçüp gittiler. Sevgi Soysal da Kasım ayını o kadar çok seviyor olacak ki kendisi de yine bir Kasım ayında (22 Kasım 1976) bu dünyadan göçüp gitmişti…

Sevgi Soysal’a yer vermemim nedeni Mümtaz Soysal’ın nasıl bir mümtaz kadınla evli olduğunu anlatmam içindi…

Hoşgeldin Ölüm

Mümtaz Soysal rahatsızlığı nedeniyle uzun bir süredir medyada gözükmüyordu, yazmıyordu, suskundu, hep suskundu...

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında şöyle yazardı: "Ölmeyi göze almak. Çok söylenmiş, bilinen bir cümle. Ölmeyi göze alanlar çıktı. Ama susmayı göze almak. Yeterince durulmadı bunun üstünde.''

Manzarayı umumiyemiz karşısında yıllarca susmayı göze almıştı Mümtaz Soysal…

Sevgi Soysal ‘’Hoşgeldin Ölüm’’ kitabında yine şöyle yazardı: "Eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için vardır. Yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak için değildir."

Mümtaz Soysal, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için yaşadı…

Mümtaz Devlet adamı Mümtaz Soysal’ı birinci vefat yıldönümünde saygı, minnet ve rahmetle anıyorum... Allah rahmet eylesin… Artık böylesine devlet adamları kalmadı. Hal-i pür mealimiz ortada...

Osman AYDOĞAN



Mutlu Olma İhtimalimiz

16 Kasım 2020

Psikanalizin babası Sigmund Freud’un tüm eserlerinden derlenmiş bir aforizmalar kitapçığı var: “Mutlu Olma İhtimalimiz” (Zeplin Kitap, İstanbul, 2014) Kitap ve aforizmalar güzel ama kitabın bir küçük problemi var: Aforizmaların kaynağı yok!. Kaynak gösterilmemiş! Hal böyle olunca Freud’u az çok tanıyan (!) birisi olarak bu söz de mi Freud’a ait diye bazı tereddütler geçirsem de aşağıda bu kitaptan kısa bazı alıntıları sunmaktan duramadım.

Her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile...

Kitaptan alıntılar

* Hayatın anlamı konusunda kendini sorguluyorsan, hastasın demektir. Tuhaf değil mi? İnsan kötü bir şey yapacağını hissettiği zaman, mutlaka vicdanını susturacak bir sebep bulur. Mutsuzluğu tatmadan, hep mutlu olmak istersin. Oysa nelerin seni mutsuz ettiğini bilmeden, nelerle mutlu olacağını bilemezsin.

* Yaratılışın planında ‘’insanoğlu mutlu olacaktır’' diye bir kaide yoktur.

* İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir.

* Mutlu olma ihtimalimiz bünyemiz tarafından zaten sınırlandırılmıştır. Mutsuzluğu tecrübe etmek ise, mutluluğa nazaran daha kolaydır.

* Haz ilkesinin insana empoze ettiği nihai amaç olan mutluluk, ulaşılabilir bir amaç olmamasına rağmen, bizler gene de bu amacı gerçekleştirmekten vazgeçemez, bu ya da şu şekilde ona ulaşmaya çalışırız.

* İnsanların çoğu özgürlüğü gerçekten istemezler; çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar.

* Medeniyetin ilk şartı adalettir.

* Taş atmak yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur.

* insanlar, inandıkları şekilde yaşamadıklarına inanmazlar.

* Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk vazgeçeceği kişi siz olursunuz.

* Kedilerle geçirilen zaman boşa harcanmış değildir.

* Eğer öpecek bir şeyiniz yoksa sigara içmeniz kaçınılmazdır.

* Biri beni dövdüğü zaman kendimi savunabilirim, ama biri beni övdüğü zaman tamamen savunmasızım.

* İnsan komplekslerini ortadan kaldırabilmek adına kendini hırpalamaktansa onlarla yaşamayı öğrenmeli; çünkü kompleksler onun hal ve hareketlerine yön veren gayet meşru güçlerdir.

* Bir gün dönüp geçmişe baktığınızda, mücadelelerle geçen yılların hayatınızın en güzel yılları olduğunu fark edeceksiniz.

* Nereye gidersem gideyim, benden önce bir şairin oraya gittiğini görüyorum.

* İstediğin şeyi elde edemiyorsan, elde ettiğin şeyi isteyeceksin.

* Din, gerçekliğin reddedilmesinin yanı sıra, aynı zamanda arzu edilen bir yanılsamalar sistemidir. Ve böyle bir şeye de ancak mutluluk dolu bir sanrısal karışıklık halinde rastlanabilir. Dinin on birinci emri de şudur: "Sorgulamayacaksın!’’

* İnsan, üç farklı yönden gelen acı çekme tehditleriyle karşı karşıyadır. Bunlardan biri, bizzat kendi bedenimizden kaynaklanan ve bir süre sonra yok olup gitmeye mahkûm olan ve uyarıcı bir işaret olarak ağrı ve endişe olmadan yapamayan acılar; diğeri dış dünyadan kaynaklanan ve bunaltıcı ve acımasız yıkımlarla daha da hiddetlenen acılar; sonuncusu ise diğer insanlarla aramızdaki ilişkiden kaynaklanan acılardır. İşte bu sonuncusundan kaynaklananlar, diğerlerine nazaran muhtemelen en ıstıraplı acılardır.

Kitap en azından bu tespit için okunmalıdır: ''Diğer insanlarla aramızdaki ilişkiden kaynaklanan acılar diğerlerine nazaran muhtemelen en ıstıraplı acılardır.'' 

Osman AYDOĞAN

 




Ateşkes Anlaşması


15 Kasım 2020

Azerbaycan Ordusunun 08 Kasım 2020 günü Dağlık Karabağ’daki kadim Azerbaycan kenti Şuşa’yı geri almasının ardından Hankendi’ye doğru ilerlemesi beklenirken, 10 Kasım 2020 günü Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Bugün Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorununa son verildi" açıklamasıyla Ermenistan ile bir ateşkes anlaşması yapıldığını duyurdu…

Bu ateşkes üzerine de dün bir yazı yazdım. Ancak yazım öncesinde de sonrasında da hem Azerbaycan basınından tanıdıklarımla hem de Türkiye’den arkadaşlarımla görüştüm. Bu konuda görüştüğüm kişilerden bir kısmı genellikle bu ateşkes anlaşmasından pek memnun değillerdi.

Bu memnuniyetsizlik bana 1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşını ve bu savaştan esinlenerek yazılmış ve ateşkesi bekleyen ‘’Six Day War’’ isimli güzel mi güzel bir müzik parçasını hatırlattı. (Bazen şarkının ismi kısaca ‘’Six Days’’ olarak da geçer.)

27 Eylül 2020 günü başlayıp 10 Kasım 2020 günü yapılan ateşkes anlaşmasıyla sona eren Azerbaycan ve Ermenistan arasında cereyan eden bu 44 günlük savaş ve bu ateşkes için hangi edebiyatçılar, hangi sanatçılar, hangi müzisyenler kim bilir hangi eserleri ile anacaklardır.

Ben bu konuyu edebiyatçılara ve sanatçılara havale edip, bu yazımda, bahsettiğim 1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’nı ve bu savaş için yazılan ateşkesi bekleyen bu şarkıyı anlatmak istiyorum.

Altı Gün Savaşı

1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge 1967 yılında altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) diye adlandırılan 1967 Arap-İsrail Savaşı ile sona erer. Bu ‘’Altı Gün savaşı’’; 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.

Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter. 

Bu savaş şimdiki birçok sorunun da temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail'in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.

Burada Golan Tepelerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor: Golan Tepeleri (Arapça: Hadbetü'l-Cevlān, Osmanlıca; Cevlân Tepeleri), Suriye'nin güneybatı, İsrail'in kuzeydoğu ucundaki zengin su kaynakları ile tanınan tepelik bölgedir.  İsrail, Golan tepelerini 1967 yılında işgal, 1981 yılında da tek yanlı olarak ilhak eder. Bu ilhaka karşı çıkan Saddam'lı Irak, Kaddafi'Li Libya yok edildikten ve Suriye paramparça edildikten sonra 25 Mart 2019 tarihinde de ABD Başkanı Donald Trump, ABD’nin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzalar... Irak'ın, Libya'nın yok edilmesine, Suriye'nin tarümar edilmesine katkı sağlayanlar bu karara karşı da kuru gürültüden başka tepki gösteremezler... 

1967 yılındaki bu ''Altı Gün Savaşı'', 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu ayrı bir yazı konusu…

’’Six Day War’’ şarkısı

1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşından esinlenerek yazılan ‘’Six Day War’’ isimli bu şarkıyı 1971 yılında içinde "Six Day War"ın da bulunduğu tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow (Asıl adı: Joshua Paul Davis, 1972 doğumlu,  ''DJ Shadow'' sahne adıyla tanınıyor, Amerikan plak yapımcısı ve DJ) seslendirmiştir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir. 

Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini vereceğim… Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.

Bu şarkı savaşa karşı bir ağıttır, savaşa karşı bir feryâddır, savaşa karşı bir figândır... Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır...  Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda 5 Haziran'da başlayan haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlamıştır. 10 Haziran Cumartesi gününe kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok ama çok geçtir. 

Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır.  Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.  

Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani; “yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez. Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)

Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?


Bu coğrafyada da zaten bu şarkıdaki gibi yarın asla iş işten geçmeden önce gelmezdi... Evet, bu coğrafyada yarın mutlaka gelirdi de ancak iş işten geçtikten sonra gelirdi.. Yani ''Bad el harab-ül Basra'' (Basra harab olduktan sonra) gelirdi...

Bu coğrafyaya Basra harap olmadan önce bakıyorum, Basra harap olduktan sonra bakıyorum, bu coğrafyada son günlerde yaşadıklarımıza bakıyorum, bu coğrafyada son yıllarda yaşadıklarımıza bakıyorum... Gazetelere, televizyonlara, televizyonlarda konuşanlara bakıyorum... Bu coğrafyada bütün bu yaşadıklarımız, TV'lerde bütün bu izlediklerimiz bana 1998 Yunanistan yapımı ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ (Eternity and a Day) isimli filmin bir sahnesini ve bu sahnede bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu müthiş bir soruyu hatırlatıyor:

“Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?” 

Biz bu coğrafyada sevmeyi unutunca da bu coğrafyada yarın hiç bir zaman asla geç olmadan gelmiyor...

Ancak Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşmasıyla yarın geç olmadan gelmiştir. Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşması ile Azerbaycan’ın diğer kazanımlarının yanında yarının geç olmadan gelmesi bile tek başına büyük bir kazançtır..

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’': (1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi. Mardin şehri görüntüleri eşliğinde)

https://www.youtube.com/watch?v=1W5BA0lDVLM

Six Day War

At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız

It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin

The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız

And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun

Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen

A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi

They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç


Dağlık Karabağ Ateşkes Anlaşması ve nihai çözüm

14 Kasım 2020


Dağlık Karabağ probleminin iki temel ayağı

1992 yılından beri Ermenistan işgali altındaki Dağlık Karabağ probleminin iki temel ayağı vardır: Birincisi yaklaşık alanı 4400 km. kare olan Yukarı Karabağ Bölgesidir. Diğeri ise bu bölgenin etrafındaki yine Ermenistan işgali altındaki yedi kent (reyon) merkezi ve yaklaşık 250 köydür. Bu bölgelerin tamamı 1992 yılından beridir Ermenistan işgali altındadır. Bu sorunun çözümü için AGİT bünyesinde 1992 yılında kurulan, eşbaşkanları ABD, Fransa ve Rusya olan Minsk Grubu çeşitli barış girişimlerine rağmen bir sonuç alınamamıştır.


Haritada koyu kırmızı ile gösterilen bölge Dağlık Karabağ Bölgesi, turuncu renkte gösterilen bölge ise Dağlık Karabağ etrafındaki Ermenistan tarafından işgal edilen Azerbaycan topraklarını göstermektedir. Her iki bölge de 1992 yılından beridir Ermenistan işgali altındaydı.

27 Eylül 2020 tarihinde başlayan çatışmalar

27 Eylül 2020 günü Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ’da başlayan çatışmalar sonucu Azerbaycan Ordusu 1992 yılından beridir Ermenistan tarafından işgal altında bulunan Dağlık Karabağ ve civarındaki işgal altındaki topraklarını kurtarmak için ilerlemeye başladılar.


Ateşkes görüşmeleri

Çatışmalar esnasında Rusya’nın arabuluculuğu altında 09 Ekim 2020 tarihinde Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan dışişleri bakanları arasında Moskova’da ateşkes görüşmeleri yapıldı. Bu görüşmelerde Ermenistan tarafı; Dağlık Karabağ bölgesi dışında işgal altında bulunan bu yedi reyonun önce beşini, sonra ikisini boşaltma kararını ve Dağlık Karabağ’ın statükosunu da ayrıca değerlendireceklerini ileri sürdüler.


Azerbaycan ordusunun ilerlemesi

Bu teklif açıkça bir oyalama taktiği idi. Görüşmelerden sonuç alınamayınca Azerbaycan ordusunun ilerlemesi devam etti. 08 Kasım 2020 tarihine kadar Azerbaycan ordusu Yukarı Karabağ civarındaki dört kent (reyon) merkezi, üç kasaba ve 250 civarında köyü Ermenistan işgalinden kurtardı.


08 Kasım günü ise Şuşa kurtarıldı. Şuşa’nın özelliği Yukarı Karabağ bölgesinde kurtarılan ilk kent olmasıdır. Ayrıca Şuşa stratejik konumu nedeniyle Yukarı Karabağ bölgesinin en önemli kentidir. Uluslararası tanınırlığı olmayan sözde Yukarı Karabağ Ermeni yönetimimin başkent ilan ettiği Hankendi’ye on km. mesafededir. Şuşa’yı kontrol eden Dağlık Karabağ’ı kontrol ederdi. Öyle ki uluslararası tanınırlığı olmayan sözde Yukarı Karabağ Ermeni yönetimimin liderlerinden Arayik Harutyanyan’ın, Şuşa’yı kastederek ‘’Düşerse Karabağ düştü demektir’’ dediği kent idi Şuşa… Şuşa’nın kurtarılması ile Azerbaycan, Ermenistan karşısında hem askerî hem politik hem de psikolojik bir üstünlük sağlamış idi.

Rusya çatışma süresince neden sessiz ve tepkisiz kaldı

Bu noktaya kadar Rusya hep sessiz ve tepkisiz kalmıştır. Buna neden olarak Ermenistan yönetiminin Batı ve ABD yanlısı olması nedeniyle Rusya’nın Ermenistan’a bir ders vermesi ve Azerbaycan karşısındaki yenilgi neticesinde ABD yanlısı yönetimi Ermenistan yönetiminden uzaklaştırmak istemesi olarak yorumlandı. Bu gerekçe doğrudur, ancak yeterli değildir.


Azerbaycan yönetiminin başarısı

Bunda Azerbaycan yönetiminin de uzun yıllardır inşa ettiği diplomasi ayağını kullanarak başarı sağlaması yatmaktadır. Bu şekilde Azerbaycan yönetimi, özellikle Ermeni diasporasının çok yoğun ve etkili olduğu ve aynı zamanda Minsk grubu eşbaşkanları olan Rusya, Fransa ve ABD’nin çatışma süresinde sessiz ve etkisiz kalmalarını sağlamıştır. Ayrıca Azerbaycan yönetimi hayati önemdeki iki müspet konuda başarılı olmuştur: Birincisi, Azerbaycan’ın her türlü Ermenistan kışkırtmasına ve Ermenistan’ın Azerbaycan şehirlerini ve sivil halkı hedef alan saldırılarına cevap vermemiş olmasıdır. İkincisi ise Azerbaycan yönetimi bu çatışmayı uluslararası arenaya etnik temelli bir Ermeni – Azeri çatışması olarak değil de bir hak, hukuk ve adalet temeline oturtarak taşımış olmasıdır.


Bu başarıda Türkiye’nin rolünü de zikretmek gerekmektedir. Türkiye Azerbaycan’a sağladığı siyasi ve askeri desteğinin yanı sıra Türkiye’nin son yıllarda Rusya ile kurduğu siyasi ilişkiler de bu başarıda rol oynamıştır.

Ateşkes Anlaşması

Azerbaycan Ordusunun 08 Kasım 2020 günü Şuşa’yı geri almasının ardından Hankendi’ye doğru ilerlemesi beklenirken, 10 Kasım 2020 günü Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Bugün Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorununa son verildi" açıklamasıyla Ermenistan ile bir ateşkes anlaşması yapıldığını duyurdu.


Dağlık Karabağ anlaşmasının maddeleri

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in duyurduğu ateşkes anlaşmasının maddeleri şu şekildedir:


* Azerbaycan ve Ermenistan kontrol ettikleri pozisyonlarda kalacaklar.

* Ermenistan işgali altındaki Kelbecer ilini 15 Kasım'a kadar, Ağdam ilini 20 Kasım'a kadar ve Laçin ilini ise 1 Aralık'a kadar Azerbaycan'a teslim edecek.

* Dağlık Karabağ'da temas hattında ve Laçin koridorunda Rus barış gücü bulunacak. Üç yıl içinde Ermenistan ile Hankendi arasındaki rota oluşturulacak. Rus askerleri bu rotanın korunması için yeniden konuşlandırılacak. Rus barış güçleri burada 5 yıl kalacak, tarafların itiraz etmemesi halinde ise bu süre otomatik olarak 5 yıl uzayacak.

* Taraflar esirlerini ve cenazeleri değiştirecek.

* Bölgedeki tüm ekonomik bağlantılar ve ulaştırma bağlantıları ise yeniden kurulacak.

* Azerbaycan'ın batı illeri ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasındaki ulaşım koridoru da açılacaktır.

 *Tarafların ateşkese uymasını denetlemek amacıyla bir mekanizma oluşturulacak.

* Ermenistan ordusu, geri çekilmesini Rus askerlerinin denetiminde yapacak.

* Yerinden edilmişler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin kontrolünde Dağlık Karabağ ve etrafındaki bölgelere dönecek.

Haritada taralı mavi alan ve taralı açık yeşil alan ateşkes anlaşması neticesinde Ermenistan tarafından Azerbaycan’a bırakılacak toprakları, koyu yeşil alan Azerbaycan'ın 27 Eylül 2020 tarihinden 10 Kasım 2020 tarihine kadar askerî güç ile Ermenistan işgalindan kurtardığı bölgeleri göstermektedir. Gri alan ise ateşkes anlaşması ile statüsü belli olmadan Ermenistan'a bırakılan Azerbaycan toprağını göstermektedir. Bu gri alanın nüfusunun %70'i Ermeni kökenlidir. 

Ateşkes anlaşmasının değerlendirilmesi

Bu anlaşma Ermenistan’da infiale ve protestolara yol açtı. Ancak Azerbaycan ve Türkiye’de de bu anlaşmayı beğenmeyenler oldu.


Tabii ki kazanan Rusya olmuştur. Güney Kafkasya’da Rusya’yı dışlayarak sorunun çözülmeyeceği bilinen bir gerçektir. Rusya bunu sağlamıştır. Ancak reel politik olarak bakıldığında bu anlaşma ile Azerbaycan’ın azami kazanç elde ettiğini söylemek mümkündür. Bu anlaşmanın açık ve net iki kaybedeni vardır: Ermenistan ve Fransa… Fransa sorunun başından sonuna kadar uzaktan mırıldanmaları hariç hiçbir etkisi olmamıştır.

Bu anlaşma nihai bir anlaşma olmayıp bir ateşkes anlaşmasıdır. Ateşkes olması da iyi bir şeydir. Bu anlaşma ile öncelikle kan dökülmesine son, siyasi görüşmelere ise fırsat verilmiştir.

Şeyh Sâdî Şirâzî’nin bir deyişi vardı:

"Be-merdî ki mülk-i ser-â-ser zemîn
neyrezed ki hûnî çeked ber zemîn"

(Baştan başa bütün dünya, bir damla kanın yere dökülmesine değmez)

Keza Azerbaycan’ın ulusal şairlerinden İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu şair Hüseyn Cavid de Sâdi gibi şöyle derdi:

‘’Kesse her kim cahanda kan izini
Kurtaran dahi odur, yeryüzünü’’

Bu anlamda artık kan dökülmeyecektir. Bu büyük bir kazançtır...

Kısa vadeye değil, uzun vadeye bakılmalıdır. Doğrudur; bardağın boş tarafları vardır. Ancak Azerbaycan bardağın dolu tarafına odaklanmalıdır. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da vardır. Azerbaycan kazandıklarına odaklanmalıdır: 28 yıl sonra savaşarak kurtarılan vatan toprakları vardır. Kurtarılan Şuşa vardır. Kurtarılan yedi reyon üç kasaba vardır. Mermi dahi atmadan, bir damla kan dökmeden bu anlaşma ile kurtulan Laçin, Kelbecer ve Ağdam reyonları vardır. Kurtarılan 250 köy vardır. Azerbayca'dan Nahçıvan’a açılan koridor vardır ki bu koridor sayesinde Azerbaycan, Nahçıvan üzerinden Türkiye'ye bağlanmaktadır. Bu koridor sayesinde Hazar üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Türkiye'ye bağlanmaktadır. Azerbaycan’ın askeri bir zaferi vardır. Azerbaycan’ın kazandığı bir özgüven vardır. Azerbaycan’ın kazandığı “ordu, millet ve devlet” bütünlüğü ve uyumu vardır…

Diğer yandan da 200 yıldır devam eden Dağlık Karabağ sorununun kırk günde birden bire bütünüyle çözüleceği de beklenilmemelidir. Sorunun nihai çözümü için de Azerbaycan, bir daha bir otuz yıl beklemeyecek şekilde ekonomik, politik, diplomatik ve askerî yönden uzun vadeli, uzun soluklu ve çok yönlü bir mücadeleye hazırlanmalıdır. 


Nihai anlaşma için belki de 1992’yılında dile getirilen karşılıklı toprak değişimi de olabilir. Ama ben hep daha uzun vadeli çözümü hayal ederim: Güney Kafkasya’da, Rusya ve Türkiye’nin öncülük edeceği Azerbaycan (Nahçıvan dâhil), Gürcistan ve Ermenistan arasında bir “ekonomik işbirliği bölgesi“ oluşturulması. Bu düşüncemin şu an için uygulanabilecek ortamı olmadığının farkındayım. Ancak sürekli düşmanlık ve gerginlik kimseye fayda sağlamayacaktır. Böyle bir durum hem bölge ülkelerine hem de bölge halklarına zarar verecek, sürekli çatışma hali her daim emperyal güçlerin iştahını kabartacak, olan bölge ülkelerine ve bölge halklarına olacaktır.

Zaman hamasetle değil aklıselim ile hareket etme zamanıdır.

Osman AYDOĞAN




Melankoli

13 Kasım 2020


Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumuydu: Melankoli. Nükhet Duru’dan başka kimse ruhumuza üflercesine böyle söyleyemezdi zaten bu şarkıyı. Sabahattin Ali 1932'de Konya Hapishanesi’nde yazar bu şiiri ve deli gibi âşık olduğu Ayşe Sıtkı isimli kadına ithaf eder:

‘’Beni en güzel günümde,
Sebepsiz bir keder alır,
Bütün ömrümün beynimde, 
Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kederimi,

Bir ateş yakar tenimi,
İçim dar bulur yerini,
Gönlüm dağlarda dolanır.’’

Bu şiiri severek okur, Nükhet Duru'yu da severek dinlerdik değil mi?


Şiirin son dizesinde ''İçim dar bulur yerini, gönlüm dağlarda dolanır’’ derken gerçekten benim içim her daim dar bulur yerini, sığmaz içim içine, çözümü dağlarda bulur gönlüm, gönlüm dağlarda dolanır…

Gönlüm dağlarda dolanırken o dağların bana yadigarı Şehriyar’ı hatırlarım. Ve onun bana nadiren kızdığı o anı anımsarım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi o keskin keskin, o çakmak çakmak gözleri ile bana hiddetle söylendiği o anı anımsarım… O an Celâlâbâd’da, zemheri aylarının o dondurucu soğuğunda, o yüksek rakımda, uzaklarda Hindukuş dağları bir gelin elbisesi gibi o kar örtüsüyle bembeyaz giyinmişken Şehriyar'ın bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarladığı o anı anımsarım: ‘’Anlamadın mı hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana… ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana… Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana...

Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, başımı öne eğerek, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dâhi hiç içimin rahat olmadığını hiç… Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde hâlâ tarifi bir mümkünsüz, anlatılması bir imkânsız sessiz sedasız bir hüzün olduğunu… Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a...

O günler çoook, çok gerilerde kaldı artık...

Kaldı ama sadece ben mi, bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim... Ve bizlere de hüzün hep mutluluk verirdi… Ve hüzün hiç peşimizi bırakmazdı bizim... Hüzün bir kedinin kuyruğu gibi hep bizimle beraber gelirdi biz nereye gidersek gidelim...

Tacik asıllı, ABD vatandaşı Khaled (Halid) Hosseini’nin "Uçurtma Avcısı" (Everest Yayınları, 2004) isimli romanında geçerdi: "Gerçekle yaralanmak, bir yalanla oyalanmaktan daha iyidir." Bir gerçekle yaralandığımızdan mıdır yoksa bir yalanla oyalandığımızdan mıdır bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısınında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda bir türlü aşkı beslemeyi bilmeyişimiz nedeniyle miydi bu sebepsiz kederlerimiz, nedensiz hüzünlerimiz?

İşte bu sebep miydi ki Âşık Mahzuni Şerif'e, insana hüzün şırınga eden o ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünde: ''Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizelerini söyleten! İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlarda bir baykuş gibi ötmeyi istemek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir gitmek isteği? Muhtemeldir ki Mahzuni; kaynağı beslenmediği için ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; hastalanarak, yaralanarak, yorularak, solarak, matlaşarak ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir... 

Haldun Taner’in ‘’Yalıda Sabah’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2015) isimli kitabında geçerdi (s. 81): “Sebepsiz mutluluktur asıl mutluluk” diye. Zaten söylerdi bana hep Şehriyar: ‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir.’’ Haldun Taner’in, Şehriyar’ın söylediği gibi mutlu olmak için hep bir sebep, hep bir neden aramamızdan mıydı bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

18. yüzyılda Afrika’dan gemilerle tıkış tıkış Karayip plantasyonlarına getirilen kölelerin ölümcül duygusuymuş melankoli. Tarihçiler, kölelerin çevreye uyumsuzluk, hastalık ve açlık yüzünden öldüğü kadar, melankoli sebebiyle de de öldüklerini yazarlar...

Sanırım bütün bu anlatılanlar bu sebepsiz kederlerimizin, bu nedensiz hüzünlerimizin asıl sebebiydi…

Shakespeare melankolinin insanı nasıl da düşünmeyle birleşerek pasifleştirdiğini anlatırdı eserlerinde...

Yoksa yoksa Shakespeare’in söylediği gibi bu sebepsiz hüzünlerimizin, bu nedensiz kederlerimizin, bu melankolimizin düşünmeyle birleşmesi miydi bu pasifliğimiz, bu yılgınlığımız, bu sessizliğimiz? 

İşte, işte hep bütün bunlardan dolayıdır ki Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe'nin bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumu beynimizde takılmış bir plak gibi, gece gündüz, gün yirmidört saat bir bitmemecesine döneeeer durur: 

"Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde acı bir tortusu kalır.''

Osman AYDOĞAN


Nukhet Duru'nun sesinden: Melankoli
https://www.youtube.com/watch?v=qKj8EOuvRcI

Melankoli

Beni en güzel günümde 
Sebepsiz bir keder alır. 
Bütün ömrümün beynimde 
Acı bir tortusu kalır. 

Anlıyamam kederimi, 

Bir ateş yakar derimi, 
İçim dar bulur yerimi, 
Gönlüm dağlarda bunalır. 

Ne kış, ne yazı isterim, 

Ne bir dost yüzü isterim, 
Hafif bir sızı isterim, 
Ağrılar, sancılar gelir. 

Yanıma düşer kollarım, 

Görünmez olur yollarım, 
En sevgili emellerim 
Önüme ölü serilir... 

Ne bir dost, ne bir sevgili, 

Dünyadan uzak bir deli... 
Beni sarar melankoli: 
Kafamın içersi ölür.

Sebahattin Ali, 1932 Kânunievvel (Aralık), Konya



Üç Kız Kardeş


12 Kasım 2020

Anton Çehov,un 1900'de yazdığı “Üç Kız Kardeş” (İmge Kitabevi, 2014) adlı dört perdelik güzel bir tiyatro oyunu var. İlk kez 1901 yılında Moskova’da sahnelenir…

Çarlık Rusya’sının son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarı olan Çehov,un “Üç Kız Kardeş” adlı oyunu Çehov'un en hareketli, buna rağmen en ince ayrıntılarda en derin psikolojik yorumları yansıtan bir eseridir. Oyun, Rusya'da ayrıcalıklı sınıfa ait bir ailenin değişen koşullar ve yeni değerler karşısında yaşadığı çelişkiler ve bireysel çöküşler üzerine kuruludur. Oyunda aile üyelerinin geçmişleri ve özlemleri ön planda yer alır…

Oyunun konusu

Oyun, babaları General Prozorov’un onbir yıl önce Kuzey Rusya’da bir taşra kentine atanmasıyla bu şehre gelen ve babalarının vefatıyla bu taşra kentinde kalan ancak Moskova özlemi ile yanan üç kız kardeşi anlatır.  Olga, Masha ve İrina bu generalin kızlarıdır. Bu kızlardan en büyükleri Olga yirmi sekiz yaşında bekâr bir lise öğretmenidir. İkinci kardeş Masha yirmi bir yaşında ve öğretmen olan Kuligin’le evlidir. İrina henüz yirmi yaşında, bekâr ve çalışma hevesiyle yanıp tutuşan üçüncü kız kardeştir. Bir de oyunda bu kızların ağabeyleri Andrey vardır. Andrey, okumaktan hoşlanan entelektüel birisidir… Bu kardeşler, babaları ölüp devir de değişince, değişen yaşam koşullarına uyum sağlamaya çalışırlar. Kardeşler için yaşam yavaş yavaş değişmek zorundadır.

Bu aile artık bu taşra kentinde Moskova özlemiyle yaşamaktadır. Bu aile için Moskova bir idealdir, bir hayaldir, bir ütopyadır. İrina bu kasabada bildiği İtalyanca’sını bile unutmaktadır. Andrey Moskova’daki restoranları hayal eder. Andrey oyunda bir yerde şöyle der: "Moskova'da bir restoranın muazzam büyüklükteki salonunda oturursun, kimse tanımaz seni. Ve sen kimseyi tanımazsın. Ama yine de yabancı hissetmezsin kendini. Burada ise herkesi tanırsın, herkes seni tanır; ama yine de yabancısındır..." Bu nedenle de oyunda sürekli "Moskova'ya, Moskova'ya" repliği tekrar edilir.

Oyun neşeli gibi başlasa da zamanla oyuna hüzün hâkim olur. Çünkü lüks ve şatafatlı bir hayatları olan, mutlu gibi görünen üç kardeşin hayatları aslında hiç de göründüğü gibi değildir. Andrey de iyi bir kariyere sahip olmasına ve sevdiği bir kadınla evlenmesine rağmen onun da hayatının ilerleyen zamanları umduğu kadar mutlu olmadığı görülüyor.

Çehov’un eserlerinin ortak özelliği olan boğucu taşra yaşamı ve toplumsal çevrenin eleştirisi bu oyunda en üst seviyede yer alır…

Çehov, eserinde hayal edilen yaşama ulaşabilmek için yalnızca hayal etmenin yeterli olmadığını hedef ve gaye için de çaba harcanması gerektiğini vurgular. Çehov’a göre insan, hayatın getirdiklerine hapsolursa mutluluğu asla yakalayamaz… Çehov bu fikrini yıllar sonra Freud’un öğrencisi Alfred Adler, ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ (Okuyan Us Yayınları, 2013) kitabında şöyle formüle eder:  "Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu."

Oyunda sık sık kendisi de bir subay olan Rus yazar ve şair Mihail Yuryeviç Lermontov (*)’a atıf yapılır…

Umut ve umutsuzluk

Çehov’un “Aksırık”, “Kutlama”, “Bir Evlenme Teklifi” ve “Ayı” gibi oyunlarından sonra bu eser bu haliyle Çehov'un oldukça "umutsuzluk" barındıran bir oyunudur… Ancak içinde hep gelecek umudu barındırır. Aşağıdaki tiratlar hep bu umudu yansıtır:

Moskova'ya gitme umudu bütünüyle yok olduğunda Olga, kız kardeşleri Masha ve İrina'yı kucaklayarak şöyle der: "... zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, sayımızı; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi..."

Andrey': "Yaşadığımız şu hayat iğrenç, ama buna karşılık geleceği düşündüğümde içim öyle rahatlıyor, her şey öyle kolay, öyle engin görünüyor ki... Uzakta bir ışık parlıyor sanki ve özgürlüğü görüyorum. Kendimin ve çocuklarımın başıboşluktan, kvas içip lahanalı kaz eti yemekten, öğle sonrası uykularından, şu aşağılık asalaklıktan nasıl kurtulacağımızı görüyorum..."

Prozorovlar’ın evlerine çeşitli kesimlerden gelen misafirleri onların bu sıkıcı yaşamlarını bir nebze olsun çekilir kılar. Bu misafirlerden birisi de Moskova’dan bu taşra kentine yeni gelen Batarya Komutanı Albay Verşinin’dir. Verşinin yeni geldiği Moskova’yı anlatır, kızlar hayranlık ve özlemle onu dinler. Verşinin’in oyundaki bir tiradı da şu şekildedir: “Ben de sizin okuduğunuz okulda okudum. Harp akademisine girmedim. Çok okuyorum. Ama kitap seçmesini bilmiyorum. Belki de bana hiç gereği olmayan şeyler okuyorum. Yaşadıkça daha çok öğrenmek istiyorum. Saçlarım ağarıyor, artık, hemen hemen ihtiyar sayılırım. Ama bildiklerim çok az ah, hem de ne kadar az! Ama bana öyle geliyor ki, yine de en önemli, en gerekli şeyi biliyorum; hem de iyice biliyorum. Mutluluğun olmadığını, olmaması gerektiğini, bizim için mutluluk olmayacağını size ispat etmeyi ne kadar isterdim. Biz sadece çalışmak zorundayız. Çalışmak. Mutluluk torunlarımızın, bizden çok sonra geleceklerin talihidir.”

İrina’nın hayranlarından birisi de Baron Tuzenbah’tır. Baron Tuzenbah’ın tiradı: “Pekâlâ. Bizden sonra balonlarda uçacaklar, ceketlerin modası değişecek… Belki de altıncı hissi bulup geliştirecekler. Ama hayat o eziyetli; o esrar dolu, mutlu hayat, yine eskisi gibi kalacak. İnsan bin yıl sonra da yine hep öyle içini çekerek: ‘ah yaşamak ne zor’ deyip duracak, bununla birlikte yine, tıpkı şimdiki gibi ölümden korkacak, onu istemeyecek.”

Oyunda kız kardeşlerin ağabeyi Andrey’in şu tiradı acaba bizi mi anlatırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum: “Neden, neden daha yaşam yolunun başlangıcında can sıkıcı, renksiz, silik, tembel, duymaz, yararsız mutlu kişiler olup çıkıyoruz. İki yüz yıllık tarihi var şu şehrin. İçinde iki yüz bin kişi yaşıyor. Ama ne geçmişte ne de şimdi bir tek kişi yok ki diğerlerine benzemesin. Kendini öyle yüce bir amaca adamış tek kişi bile yok. İnsanda kıskançlık duygusu ya da öykünmek için tutku uyandıracak ufacık yetenekli bir sanatçı, bir tek bilim adamı yok. Sadece arabalara kurulup gezer, yer, içer, uyur. Sonra da ölürler… Sonra başkaları doğar bunlar da yer, içer, uyur ve can sıkıntısından aptallaşmamak için, iğrenç dedikodularla, votkayla, kumarla, hileli davalarla hayatlarında değişiklik yaparlar… Karılar kocalarını aldatır, kocalar da yalan söylerler, hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyormuş gibi davranırlar. Çocuklar karşı konulması zor, adi bir etki altında ezilirler, onlardaki tanrısal kıvılcım söner… Ve bu çocuklar da, tıpkı ana-babaları gibi birbirine benzeyen, acınacak bir kadavra haline gelirler. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”

Ancak Andrey’den faklı olarak ben; geleceği düşününce rahatlayamıyorum, ağırlaşıyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlamıyor, uzaklar loş ve karanlık. Hiçbir şey göremiyorum.

Osman AYDOĞAN

(*) Mihail Yuryeviç Lermontov (1814 - 1841), Rus yazar ve şair. Bir subayın oğludur. Lermontov, bir süre Moskova Üniversitesi'ne devam eder. Üniversite yılları Lermontov'a, toplumsal sorunların büyük bir heyecanla tartışıldığı çok canlı bir entelektüel ortamdan yararlanma fırsatı sağlar…

1832 yılında üniversiteden ayrılır, Harp Okuluna kaydolur. 1834 yılında asteğmen rütbesiyle mezun olur. 1837 yılında Puşkin'in bir düelloda öldürülmesi üzerine (Bu konuyu Puşkin’i anlatırken yazmıştım) derinden etkilenerek "Şairin Ölümü" adını verdiği bir şiir kaleme alır. Ancak dönem tüm ilerici, özgürlükçü düşünce ve etkinliklerin yoğun baskı altında tutulduğu bir dönemdir. Lermontov da bu şiirinde Puşkin'in bir düello sonucu ölümünü cinayet olarak nitelemekte ve Çarlık yönetimin suçlamaktadır. Bunun üzerine tutuklanarak Kafkasya'daki bir birliğe sürülür.

1838 yılında sürgün cezası kaldırılan Lermontov St. Petersburg'a döner. Kısa sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına girer. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen Lermontov'a, Puşkin'in ardılı gözüyle bakılmaya başlanır. "Çağımızın Bir Kahramanı" adlı romanıyla da büyük bir beğeni toplar.

1840 yılın başlarında St. Petersburg'daki Fransız büyükelçisinin oğluyla giriştiği bir düello, bu özgürlük yanlısı genç şairin Petersburg'dan uzaklaştırılması için bir bahane oluşturur. Çarlık yönetimi onu tekrar Kafkasya'ya sürgüne gönderir.

Lermontov, 1841 yılının şubat ayında izinli olarak St. Petersburg'a döner. Ancak izin süresinin bitiminde görev yerine dönerken yolda hastalanır ve Piyatigorsk kentinde bir süre dinlenmek zorunda kalır. Bu kentte 27 Ekim 1841 günü, kralcı bir Fransız subayla düello yapar ve bu düellonun sonunda da tıpkı Puşkin gibi yaşamını yitirir...

Yirmi yedi yıllık kısa yaşamına karşın Lermontov, şiirleri, tiyatro oyunları ve romanıyla Rus edebiyatının gelişimi üzerinde derin etkiler yaratır… Kendisinden sonraki pek çok Rus edebiyatçı üzerinde Lermontov'un etkilerini görmek mümkündür. Tıpkı Çehov’un ‘’Üç Kız Kardeş’’ oyununda olduğu gibi… Lermontov, Fransız özgürlükçü düşüncesinden belirgin biçimde etkilenen aydın bir edebiyatçıdır.

Mihail Lermontov, ana dili Rusça’nın yanı sıra Almanca, Fransızca, Azerice ve Gürcüce de bilir. Yani şair ve yazar olmak öyle kolay olunmuyor. Hem de yirmi yedi yıllık kısa bir yaşama karşın..



Entropi

11 Kasım 2020

Dünkü yazımda (Bir istifa hikâyesi - 2) ‘’entropi’’ kavramından bahsedince bu kavram hakkında kısa bir açıklama yapma gereğini duydum...

Fizikte ''Entropi'', bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten psikolojiye, toplumbilimden teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar.

Bilim adamları düzensizliği ''Entropi'' adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez.

Birkaç örnek:

* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.

* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.

* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Bir “sistem” bir ''denge noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge noktası'' etrafında dalgalanma) denir. Bir politik sistem olarak Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı durumu buna örnek olarak gösterilebilir. Ve Türkiye’nin son yıllarını tanımlanacak olursa Türkiye’nin “istikrarsızlığın istikrarı” aşamasını yaşadığı söylenebilir.

Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, teolojik ve virüstük olaylara bakıldığında Türkiye’yi bekleyen en büyük ve gerçek tehlikenin; Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmesi olduğu söylenebilir.

İşte ülkeyi bekleyen en büyük ve gerçek tehlike budur.

Osman AYDOĞAN





Bir istifa hikâyesi (2)

10 Kasım 2020

Önce bir fıkra…

Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan da büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Müzakereyi Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklerdir. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz’i seçerler.

Ancak Moiz’in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa da kabul eder.

Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar…

Papa ve Moiz bir süre karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.

Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.

Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkarır. Moiz de çantasından bir elma çıkartır.

Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: “Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler” der.

Müzakere sonrasında Papa’nın etrafına toplanan kardinaller Papa’ya ne olduğunu sorduklarında Papa: ‘’Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı’yı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek Tanrı’nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek Tanrı’nın onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı’nın bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?’’

Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz’in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz: ‘’Önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.’’

‘’Sonra ne oldu?’’ diye kalabalık heyecanla sorar. Moiz: ‘’Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!…’’

Fıkra bu kadar…

Şimdi hemen bu fıkra ile yazı başlığımda istifa hikâyesinin ne ilgisi var demeyin…

Türkiye’de, bir bakan / politikacının 08 Kasım Pazar günü saat 19.00’da cereyan eden bir istifa olayı var. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak politik bir yönü olmayan ve genellikle insanların fotoğraflar paylaştığı Instagram hesabından ‘’sağlık sebepleri gerekçesiyle’' istifa ettiğini duyuruyor… Bir de istifa metni: ‘’(Allah) Sonumuzu hayreylesin’’ diye bitiyor. Sanıyorsunuz ki yarın kıyamet kopacak…

08 Kasım saat 20.50’da istifaya ilişkin soru işaretlerinin arttığı sırada Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın resmi Twitter hesabından son aylara ait bütün gönderiler siliniyor…  

09 Kasım saat 21.55’de ise yani istifa haberinden 27 saat sonra Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndan konuyla ilgili açıklama yapılıyor: “Cumhurbaşkanımız tarafından yapılan değerlendirme sonunda, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın görevden af talebi kabul edilmiştir…”

Bakan ‘’istifa ediyorum’’ diyor… CB İletişim Başkanlığının açıklamasında ‘’Bakanın görevden af talebi kabul edilmiştir’’ deniyor sanki Arapça kökenli ‘’istifa’’ sözcüğünün ne anlama geldiğini bizden daha iyi bilmiyorlarmış gibi… Ve bu açıklama yapılana kadar da 27 saat süresince de sanki Maliye Bakanlığının çaycısı istifa etmişçesine ne resmi makamlardan bir açıklama ne de yandaş medyada bu istifa hakkında bir haber konusu yapılıyor.

Ve Türkiye istifanın açıklanmasından beri bu istifa üzerine kafa yoruyor: Bakan neden istifa etti? Bakan niçin istifa etti? diye… Ve bu istifa hikâyesine ne anlamlar çıkarıyorlar ne anlamlar aynı fıkradaki Papa gibi…

Ancak durum hiç de fıkradaki Papa’nın anladığı gibi derin anlamlı değil… Durum fıkradaki Moiz’in anladığı kadar basit…

Ben de bu istifa hikâyesin Moiz’in anladığı gibi anlatayım…

16 Nisan 2017'de gerçekleşen halk oylamasında yeni anayasa kabul edildi. Yeni anayasaya göre de 24 Haziran 2018 tarihinde seçimler yapıldı.

Yeni anayasa gereği artık ülkede bir başbakan yok, bakanlar kurulu da yok, bakanlar kurulu olmayınca da ortada hükumet de yok. Yeni anayasa gereği ortada işlevsel ve denetleyici bir meclis de yok... Sadece CB ve ona ayrı ayrı bağlı bakanlar var. Bakanlıkları koordine edecek ve onları denetleyecek bir kurul, bir makam, bir mercii, bir meclis de yok… CB; hem devlet başkanı, hem bakanların ayrı ayrı başkanı, hem parti başkanı, hem asrın lideri... Yeni hastaneler, Suriye, İdlib, Libya, Korona, Dağlık Karabağ derken CB’nın başını kaşıyacak vakti de yok…

Yani şu an bütün bakanlıklar koordinesiz, denetimsiz ve müstakil olarak çalışıyorlar. Bir bakanlığının aldığı bir karardan diğer bakanlığın, diğer kurumların, Büyükşehir Belediyelerinin haberi yok…

Hazinede de para yok. Gayri satacak devlet kuruluşu da yok. Bitti. Şanssızlık; Korono nedeniyle yazın beklenen turist dövizi de gelmedi. Ödenecek borçlar de kapıda…

Bir de ABD’de yapılan seçimleri, ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası ve ABD’nin CAATSA (Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yaptırımlarının devreye girmesi konusunda pek de Türkiye hakkında iyi şeyler düşünmeyen Jeo Biden kazanıyor…

Şu ana kadar Türkiye, bir mirasyedi gibi, mirasyedinin babadan kalan parasını yemesi gibi Cumhuriyetin kurulu düzeni sayesinde bu noktaya kadar yiye yiye geldi. Cumhuriyetin kurduğu o düzen de artık kalmadı, o düzen de yok… 

09 Kasım Pazar akşamından beri sanki Patagonya’daymışcasına ülkede yaşanan bu istifa hikâyesi ülkede gelecekte yaşanacak olan evrensel sosyal entropi kanununun ayak sesleridir… Bu istifa hikâyesine fıkradaki Papa gibi derin anlamlar yüklemeye de hacet yohtur…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Ne şairane mevsimdi sonbahar

10 Kasım 2020

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti... Bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçti gözlerimin önünden...

Bir sonbahar daha geçti Celâlâbâd’da rengârenk... Bir güz daha geçti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...

Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurdu yüzüne insanın…

Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldi hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk baktı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında...

Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildi yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar ruhumla öpüşmüş gibiydi…

Hızını artırdığında uğultuları geldi rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldi...

Yavaş yavaş pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Börtü böcek yaz konserlerini kesti, kuşların cıvıltıları sustu, yaz otları da sararıp soldu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örttü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların...

Daha erken oldu akşamlar... Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battı güneş dağların ardından... Alev alev yandı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde indi karanlıklar… Usul usul bastı geceler...

Sonra sonra hayattaki tek arkadaşım, abim, kardeşim ve her şeyim Şehriyar’ı anımsadım. Zaten her Celâlâbâd’ı anımsayışımda Şehriyar’ı hatırlarım. Mustafa Kemal Atatürk hayranı idi Şehriyar… Atatürk için; ‘’O dünyanın gördüğü en büyük devrimciydi’’ derdi… ‘’O büyük insanı anlamak her fâninin harcı değildir’’ derdi… Mustafa Kemal’in ‘’Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.’’ sözünü hiç dilinden eksik etmezdi hiç… ‘‘İşte’’ derdi ‘’Doğu’da eksik olan bu: Bilim ve akıl…’’ ‘’Bizde bilim ve akıl olmadığı için sefalet içindeyiz’’ derdi...

Ve iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki buralara gelmişim, iyi ki buralardaydım, iyi ki bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim...

Bu yörenin en yeşil bölgesi olan Celâlâbâd’da yeşillikten hiç eser kalmadı artık. Celâlâbâd; sarı, sapsarı, kahverengi, pastel bir renge büründü…

Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra, haykıra haykıra bir sonbahar daha geçti...

Mevsim, Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiirindeki dizeleri gibiydi aynen; ''Ne şairane mevsimdi sonbahar'':

‘’Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar 

Bahçeleri talan eden bir deli rüzgârdı 
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar 
Eskiden sonbaharın bir güzelliği vardı. 

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana 

Sonbahar dahi bir tuhaf bir başka geliyor 
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana 
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor.’’

Şair Tarancı’nın söylediği gibi o şairane mevsim ''sonbahar'' gitmiş ve nihayetinde memlekete hüzün gelmiştir... Gayri yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri vardır... Artık bahçeleri talan eden bir deli rüzgâr vardır... Kırılan dal, düşen yaprak ve şaşkın uçan kuşlar vardır...

Bu nedenledir ki Şair Tarancı yine ''Atatürk'' şiirinde Atatürk'ün bu manzara karşısındaki üzüntüsünü anlatır:

‘’Atatürküm eğilmiş vatan haritasına 

Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler 
Atatürk neylesin memleketin yarasına
Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler.

Nerde istiklâl harbinin o mutlu günleri 

Türlü düşmana karşı kazanılan zaferi 
Hiç sanmam öyle ağarsın bir daha tan yeri 
Atatürküm ben ölecek adam değildim der.

Git hemşehrim git kardeşim toprağına yüz sür

Odur karşı kıyadan cümlemizi düşünür 
Resimlerinde bile melül mahzun düşünür 
Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister.’’ 

Ey Türk istikbâlinin evlâdı! Anlıyor musun? Yüreklerimizi burkan vatan gerçekleri karşısında zaman şaşkın uçan kuşlar zamanı değildir... Kırılan dallar, düşen yapraklar baharda daha gür, daha güçlü, daha bir çığlık çığlığa doğmak içindir.

Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister...

Osman AYDOĞAN




Müyesser Yıldız neden tutuklandı?

10 Haziran 2020

Müyesser Yıldız’ı Balyoz ve Ergenekon kumpaslarına karşı Ankara’da yapılan ‘’Sessiz Çığlık’’ eylemlerinin bir parçası olarak Çankaya’da AYM önünde yapılan nöbette tanımıştım. TSK’ne kurulan Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında Türk basınının büyük bir çoğunluğu basitçe, kişiliksizce mevzi gerisinde saklanmış vaziyette sessiz kalırken, bir kısmı da şerefsizce, adice, onursuzca, arsızca ve hayâsızca TSK’ne kin kusarken Müyesser Yıldız bu kumpaslara karşı tek başına TSK’ni TSK’nden da daha çok savunan, hakkını arayan, koruyan yiğit bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız, FETÖ kumpasıyla Oda TV davasından yaklaşık on altı ay cezaevinde yatmış, daha sonra bütün kumpas mağdurları gibi beraat etmişti. Müyesser Yıldız, beraat ettikten sonra da avukatlarının ‘‘Hakkınızı kuvvetlendirmek için, tescil ettirmek için tazminat alın. Çünkü haksız tutuklama karşısında vatandaşın devletten tazminat alma hakkı var’’ teklifine karşı; ‘’‘Devletin yargıcı, polisi hata yapabilir, devleti yönetenler hata yapabilir ama ben devletime tazminat davası açmam’’ diye cevap veren ve devletine dava açmayan yurtsever bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız ayrıca Türk basınında herkeslerden daha fazla olarak hükumetin bir türlü aydınlatmak istemediği, pek çok bölgesi karanlıkta kalan 15 Temmuz vakasını aydınlatmaya çalışan nadir basın mensuplarından da birisiydi…

Halen Odatv Ankara Haber Müdürü olarak görev yapan Müyesser Yıldız 08 Haziran 2020 tarihinde bir astsubay ile yaptığı telefon görüşmesinde edindiği bilgileri ‘’haber yapmaması’’ nedeniyle sabah vakti evinden "Siyasal ve Askeri Casusluk’’ suçlamasıyla önce gözaltına alındı sonra da tutuklandı. İfadeye çağırsalar sanki kaçacak.

Müyesser Yıldız, gözaltına alınmasının ardından Emniyet’te su istemesi ancak verilmemesine üzerine avukatı aracılığıyla şu açıklamayı yaptı: “Canı sıkıldıkça, 8-10 senede bir suç uyduran devletin suyunu da ekmeğini de istemiyorum. FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz. Ben bunların suyunu da ekmeğini de istemiyorum.” 

Müyesser Yıldız’ın bu açıklaması bana bir Fransız sosyolog ve yazar Dr. Gaston Bouthoul’u (1896 – 1980) hatırlattı.

Şimdi diyeceksiniz ki Müyesser Yıldız ile bu Fransız’ın ne ilgisi var? Bu ilgiyi anlayabilmek için Dr. Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ (Cem Yayınevi, 1997) isimli kitabını kısaca anlatmam lazım…

Dr. Bouthoul ve ''Politika Sanatı'' isimli kitabı

Dr. Bouthoul, savaş sosyolojisinin öncüsü olarak tanınır. Onun ana ilgi alanı sosyal bir phänomen olarak savaştır. Dr. Gaston Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ dışında Türkçe yayınlanmış iki kitabı daha var: ‘’Sosyoloji Tarihi’’ ve ‘’Siyaset Sosyolojisi’’.

’’Politika Sanatı’’ kitabı, yazarın Antikçağ’dan başlayıp Ortaçağ’a, oradan da XVI., XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıl diye her yüzyıla ayrı bir bölüm açarak XX. yüzyıla kadar, politika ile ilgili eserler veren, siyaset sahnesinde yer alan kralların, hükümdarların, filozofların, sosyal bilimcilerin, dini liderlerin ve askerlerin yönetim sanatı hakkındaki fikirlerinden yaptığı bir derlemedir. Kitabın orijinal adı: ‘’L'art de la Politique’’ dır.

Yayınevi bu kitabın arka kapağında şunu yazar:  ‘’Amacı Konfüçyüs’ten Lenin'e Platon'dan De Gaulle'a değin politika üstüne eğilmiş 78 ünlü filozof ve devlet adamının gerek değişik, gerek çelişik, gerekse birbirini destekleyen görüşlerini, en belirgin yanlarıyla politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile bir arada sunuyoruz.’’

Kitabın Antikçağ ile ilgili bölümde ilk antlaşmalar, Çin filozofları Lao Tzu'dan ve Konfüçyus’dan aforizmaları yer alır… Kitabın bu bölümünde Grek kültürüne yer verilir, Atina demokrasisi gibi kavramlar kısa kısa açıklanır, Platon ve yönetim felsefesi, idealar dünyası, yurttaşların görev dağılımı gibi kavramlara atıfta bulunulur… Bu çağdaki düşünürlerden Mensius’a, Thukidides,e, Aristoteles’e ve Cicero’ya yer verilir.

Kitabın bu bölümü günümüze ışık tutması açısından diğer bölümlere göre daha ilginçtir. Kitabın 25. sayfasından itibaren Platon’un politika üzerine görüşlerine yer verilir. Bu sayfalarda verilen Platon’un politika üzerine düşüncelerinin bir kısmı sanki günümüzü anlatır gibidir: 

“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın!”

“Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söylenebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur.”

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Bilmem bu sözler sizlere tanıdık geliyor mu?

Bu sözleri burada bırakıp şöyle çok kısa bir geriye gidelim:

Hani sözde FETÖ ile mücadele ediyorlar ya…

O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ne seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''

Bir dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat da şöyle konuşuyordu: “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik.” (Gazeteler, 21 Temmuz 2016)

Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):

‘’Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum... Bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’

Aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu. 

Peki, açık açık FETÖ’ne hizmet ettiğini, FETÖ ne de dediyse yaptıklarını söyleyen Bülent Arınç şimdi nerede: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyesi olarak Saray’da…

Peki, Bülent Arınç’ın ‘’Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ne peşkeş çekti’’ dediği İ. Melih Gökçek şimdi nerede? Hiç adam hakkında ‘’FETÖ terör örgütüne üye olmamakla beraber FETÖ’ne yardım ve yataklıktan’’ dolayı dava açıldığını duydunuz mu siz hiç?

Peki, “cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyen Dengir Mir Mehmet Fırat'ın vefat ettiği Temmuz 2019 tarihine kadar hiç ifadesine başvurulmuş muydu?

Hiç bu muhteremler hakkında dava açıldığını duyan var mıydı?

Öyle mi?

Bir bankada üç kuruş hesabı var diye vatandaşı FETÖ ile suçlayıp yargılayacaksınız ama öbür taraftan aynı bankanın yöneticilerini SPK’nın başına (gazeteler 17 Nisan 2018) ve Merkez Bankasına yönetici olarak (gazeteler 18 Ocak 2020) atayacaksınız, bu bankadan milyonlarca TL kredi kullanan FETÖ övgücüsünü de TV’lerde makbul bir yorumcu olarak hala baş tacı yapacaksınız? Sonra da kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı tutuklayacaksınız… Öyle mi?

Sahi, zamanında Meclis kürsülerinde, TV’lerde FETÖ’ne övgüler düzenler, teee ABD’ye kadar gidip FETÖ elebaşısının yanında boy boy arz-ı endam edip el etek öpenler, ABD’ye gidenlerle ona selam gönderenler, arkasından salya sümük ağlayanlar, FETÖ’nü savunanlar, elebaşını ülkeye davet edenler, mahkemelerde elebaşını aklayanlar şimdi neredeler? Bunlar hakkında da açılmış bir tane dava var mıdır? Şimdi de kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı tutuklayacaksınız… Öyle mi?

“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasası’nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime;….’’ diye yemin etmiş bir ABD vatandaşını Malezya’ya büyükelçi olarak atayacaksınız, ABD’ye bağlılık ve sadakat yemini etmiş bu ABD vatandaşına gönderdiğiniz devletin çok gizli kriptoları casusluk olmayacak, Müyesser Yıldız’ın bir astsubay ile konuştukları casusluk olacak… Öyle mi?

Devletin en gizli bilgilerinin bulunduğu Kozmik Oda’yı dünyanın en büyük casusluk örgütü FETÖ’ye sonuna kadar açacaksınız, bu casusuluk olmayacak, sonra da bir astsubayla telefonla görüştü diye Müyesser Yıldız’ı casuslukla suçlayacaksınız.... Öyle mi?

FETÖ’nün marabalarını, ayak takımını hapse atacaksınız ancak FETÖ’nün ağababalarının bir kısmını devletin en üst kadrolarında görevlendireceksiniz, geri kalanını da dışarıda serbestçe dolaştıracaksınız sonra da bunun adı FETÖ ile mücadele olacak, ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı da tutuklayacaksınız… Öyle mi?

15 Temmuz’u bir türlü aydınlatmayacaksınız, ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurup başına da görevini yapsın diye yılların FETÖ savunucusu Reşat Petek’i verip 15 Temmuz’u aydınlatmayacaksınız, sonra da Müyesser Yıldız’ı 15 Temmuz'u aydınlatmaya çalışıyor diye gözdağı vermek için tutuklayacaksınız... Öyle mi?

Ne diyordu Müyesser Yıldız, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada: ‘’FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz.’’

Müyesser Yıldız’ın bu cümlesinde sarf ettiği her bir kelime neden tutuklandığının gerekçesidir aslında…

Politika Sanatı

Ancak biz yine de tekrar dönelim Dr. Gaston Bouthoul’un ‘’Politika Sanatı’’ isimli kitabına… Ne demişti Dr. Gaston kitabında Platon’dan alıntı yaparken:

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Müyesser Yıldız’ın tutuklanması aslında Dr. Gaston’un kitabında Platon’dan alıntı yaparak bahsettiği bu temizliğin bir parçasıdır…

Yayınevi de kitabın arka sayfasında bu eserin yayınlanma amacı için demişti ya: ‘’Politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile…’’ 

Ben de öyle diliyorum zaten!

Hem Müyesser Yıldız’ın neden gözaltına alındığını hem de tanık olduğumuz ülkenin geçmiş politik yaşamını daha iyi anlamamız açısından bu kitabın yurt ve dünya sorunlarında bize ışık tutmasını diliyorum... 

Osman AYDOĞAN



ABD başkanlık seçimleri ve bir film

07 Kasım 2020

ABD'de başkanlık seçimleri


Türkiye dâhil tüm dünya 03 Kasım 2020 Salı gününden beri ABD ile yatıp ABD ile kalkıyor. Konu ABD başkanlık seçimlerini kim kazanacak; Tump mı Biden mi?

Ancak hayretler içerisinde görüyorum ki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanı özellikle yandaş kalemşörler ve kadrolu yandaş TV yorumcuları Türkiye’ye yaptığı onca hakaretlere rağmen Trump kazansa daha iyi havasındalar. İçler acısı bir durum…

Ben ABD uzmanı değilim... Bir vakitler yetersiz İngilizcemle Atlantik kıyısından Paifik kıyısına kadar süren iki hafalık bir ABD gezim hariç ABD ile hiçbir işim olmadı. Ancak şunu bilirim ki tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de seçimler semboliktir. Seçmenin önüne seçilmesini istedikleri kişileri koyarlar ve seçin derler. Seçmen de ehveni şer olanı seçer... Konu bu kadar basittir. Özellikle ABD’de seçimlerde ABD politikasına kim uygunsa vitrine seçilmesi için onu koyarlar ve onu seçtirirler.

En azından yaşayarak hatırladığımız eski Hollywood yıldızı ve California Valisi Ronald Reagan’dan George H.W Bush’a, Bill Clinton’dan oğul George W. Bush’a, ABD tarihinin ilk siyah başkanı Barack Obama’dan Donald Trump’a bu hep böyle olmuştur. Bu başkanlar o dönemki ABD politikasını yürütecek en uygun kişiler olduğu için vitrine konup seçilirler... Yoksa ABD politikası başkanlar yoluyla hiçbir zaman değişmez...  

Örnekler verecek olursam;

Birinci örnek Barack Obama örneğidir. ABD, ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını yürütürken vitrine ihtiyacı olan siyahi Obama konur, ardından da gizli Müslüman olduğu söylentileri yayılır... Öyle ki Obama başkan seçildi diye ülkemizde Van'ın Gürpınar ilçesi Çavuştepe köyünde, Barack Obama için 44 adet kurban kesilir... (Gazeteler, 08 Kasım 2008) ABD'nin ''Ilımlı İslam'' ve BOP politikası için Türkiye'ye ihtiyacı olması nedeniyle de Obama ilk yurt dışı seyehatini Türkiye'ye yapar ve burada kendisine eşbaşkanlar bulur. 

Bir başka örnek de Trump'tır. ABD’nin yaşadığı ekonomik ve toplumsal sorunlara karşı ihtiyaç duyduğu ‘’otoriter ve milliyetçi’’ politikalar için de bu sefer bu politikalara uygun karaktere sahip Trump vitrine konur. ABD hala bu politikalara ihtiyaç duyduğu ve Trump’ın kişiliği nedeniyle dünyada sarsılan ABD imajı için ise aynı politikaları biraz daha yumuşatarak götürecek olan Jeo Biden öne çıkarılır... Biden’in önünün açılması için Demokrat aday anti-neoliberal görüşleri ile tanınan Bernie Sanders’in önü antidemokratik bir biçimde kesilerek Sanders devre dışı bırakılır... 

ABD'de olan biten budur... 


Dolayısıyla bizdeki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanlarının ahkâm kestiği gibi değişen bir şey olmayacaktır. ABD’inde ve dünyada düzen ve politikalar değişmeyecek, isimler değişecek ancak dünyada düzülenler hep aynı ülkeler olacaktır.  Bu bu kadar basittir…

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı vardır. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail’dir.  Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade etmişti: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” 

Bu strateji doğrultusunda ABD’nin başına bir Cumhuriyetçi mi yoksa bir Demokrat mı gelmiş, seçimde Trump mı yoksa Biden mı seçilmiş fark etmiyor. 

Trump’ın görev süresince İsrail için neler yaptığını yaşayarak gördük: Trump, Yahudi asıllı damadı ve danışmanı Jared Kushner'in de etkisiyle, İsrail'in tüm isteklerini bölgedeki dengeleri gözetmeksizin gözü kapalı kabul ederek; Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmiş, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanımış ve İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşim bölgelerini artık yasa dışı olarak görmediğini açıklamıştı.   

Jeo Biden ise Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken de başkan yardımcısıydı...

Şimdi bu fikrimi destekleyen ABD yapımı bir filmden bahsedeceğim: ‘’The Post’’

The Post

12 Ocak 2018 tarihinde ülkemizde usta yönetmen Steven Spielberg'in bir filmi gösterime girer; Tom Hanks ve Meryl Streep'in başrolde olduğu ‘’The Post’’ filmi… . Meryl Streep filmde Washington Post gazetesi sahibi ve Amerika’nın ilk kadın gazete yayıncısı Katherine Graham'ı (Kay) canlandırır…


Film Vietnam Savaşı'nı bitiren ve Başkan Nixon'ın koltuğunu sallandıran Pentagon Belgelerini yayımlama kararı alan Washington Post gazetesi çalışanlarının hukuk ve basın mücadelesini konu alıyor. Daha doğrusu izleyici öyle algılıyor. Filmde anlatılan aslında ABD derin devleti veya eski deyimle ABD müeeses nizamıdır (establishment)...

Filmin ayrıntıları

Filmin giriş sahnesi Vietnam Savaşıdır. ABD Vietnam bataklığında debelenip asker kaybederken Vietnam’a cephede ne gibi sorunlar yaşanmaktadır diye bir gözlemci göndermiştir. Gözlemci de gördüklerini rapor eder:  Rapor ABD halkının ve senatonun uzun yıllar boyunca Vietnam konusunda yanıltıldığını ortaya koymaktadır. Vietnam’da ABD’li askerler ölmektedir. Durum hiç de iç açıcı değildir. Oysa bu savaşın kazanılamayacağı en başından bellidir ve iç siyasette kullanılmak için Vietnam’a ilave askerler gönderilerek savaş sürekli uzatılmaktadır. Ancak Savunma Bakanı Robert McNamara kamuoyuna olumsuz raporun aksine siyasetinin gereği ‘‘zafer’’ yolunda açıklamalar yapar.

Suskun kalmaya vicdanı elvermeyen gözlemci birkaç yıl sonra bu gizli belgeleri The Times (The New York Times) gazetesine verir. 13 Haziran 1971 tarihinde The New York Times Yazarı Neil Sheehan, tarihe ‘’Pentagon Papers’’ diye geçecek ilk belgeyi yayımlar. Belgeler özetle Amerika Devleti’nin Vietnam Savaşı ile ilgili kamuoyuna söylediği yalanları ifşa etmektedir. Belgeler yayınlandıktan hemen sonra gazete hükumet tarafından uyarılarak vatan hainliği ile suçlanır ve belgelerin yayınlanması yasaklanır. Daha sonra da devlet sırlarının açığa çıkarılması casusluktur diyerek The Times'a dava açılır. Bunun üzerine gözlemci, belgeleri Washington Post gazetesine de verir.

Filmin ikinci yarısı The Times gazetesine dava açılmış ve belgelerin yayını yasaklanmış olmasına rağmen Washington Post gazetesi elde ettiği bu belgeleri yayınlayıp yayınlamama tartışmasıyla geçer ve sonunda belgeleri yayınlama kararı alarak belgeleri yayınlarlar. Bu şekilde aynı davaya Washington Post da dâhil olur.

Sonuçta mahkeme Vietnam savaşı ile ilgili gizli belgelerin gazetede haber yapılmasının basın özgürlüğü olduğuna, casusluk olmadığına karar verir. Filmin sonunda mahkeme kararı verilirken gerekçe olarak basın özgürlüğünün ABD kurucu büyüklerinin değerlerinden olduğu söylenir…

Film bu kadar…

Ancak film Steven Spielberg'in filmi olunca insan ister istemez filmde gözünü dört açması gerekiyor.

Filmin verdiği mesajlar

“Kötüler vardır ama atalarımızın kurduğu sistem iyilerin kazanmasına olanak tanır” düsturuyla hareket eden, “Amerikan Rüyası”na inanmaktan vazgeçmeyen ve  “Amistad” (1997) ve “Lincoln” (2012) gibi filmlerde ülkenin kurucu yasalarına olan güvenini tam olarak dile getiren Steven Spielberg ‘’The Post” filminde de nasıl bir mesaj verecek diye merakla bekliyor insan… .


Steven Spielberg bu filmde de ülkenin kuruluş ilkelerine ve Anayasası’na referanslarla bir kez daha ABD’yi taltif etmekten geri kalmıyor. Ama öte yandan - Spielberg'e haksızlık da etmemek lazım - gazetecilik, basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkı, hukuk ve ahlak üstüne ve mesleki dayanışmanın önemi, gazetecilerin devletin değil kamunun çıkarını gözetmesi gerektiği gibi mesleğin evrensel ilkelerinin mesajlarını da veriyor.  Ve medya-sermaye-devlet ilişkileri konusunda da üzerine kafa yorulmayı hak eden malzemeler sunuyor.

Film, Oliver Stone’un Vietnam dramalarının aksine, ana hattıyla Vietnam savaşına ve orada olan bitene karşı değil, sadece savaşın kaybedilmesine ve kamuya yalan söylenmesine karşı. 

Yani filmin esas problemi Vietnam halkına yapılan acımasız saldırı veya savaş ahlâkını bile yerle bir eden ihlaller değil. 13 milyona yakın sayıda Vietnamlının katledilmesi ve Amerika’nın emperyalist emelleri hiç değil. Film, yetkilileri sadece savaşı kaybetmekle ve halkı bilgilendirmemekle suçluyor. Basın da olaya bu bakış açısıyla yaklaşıyor, “kaybediyormuşuz, bizi bilgilendirmediler ve bize yalan söylediler, Amerikan evlatları boşuna öldü…” diyor. Kaygı bu… 13 milyonu bulan Vietnam evladı kimsenin umurunda değil.

Filmde Amerikan efsaneleri Eisenhower ve Kennedy bir cümlede geçiştirilerek, bütün kötülükleri -tarihi olarak da günah keçisi olan- Nixon’ın üzerine atılıyor. Yani kötü olan Amerika değil, kötü olan Nixon mesajı veriliyor…

Filmde geçen diyaloglar

Filmdeki her bir diyalog adeta mesleğin temel ilkeleri üzerine hatırlatmalardan oluşuyor. Hele bir gazeteci dayanışması var ki, unutulmaz: The New York Times’a yönelik mahkeme kararının ardından Washington Post'un idealist genel yayın yönetmeni Ben Bradlee (Tom Hanks), ekibine “Onlar kaybederse biz de kaybederiz” uyarısında bulunuyor...

Filmde geçen bir cümle; ''Bir askerî harekât siviller (hükümet) tarafından çok sıkı kontrol edilmelidir.''

Filmin sonunda geçen tarihi bir cümle daha; “Basın yönetenlere değil yönetilenlere hizmet için vardır.”

Yine filmin sonunda bizlere de tanıdık gelen bir talimat: ‘’Hiçbir Washington Post muhabiri bundan sonra bir daha Beyaz Saray'a girmeyecektir!’’

Filmin gösterdiği bir diğer gerçek: ‘’Bir ülkede bağımsız yargı olmadan basın özgürlüğü asla söz konusu olamaz.’’

Filmde bize ait bir figür

Filmin bir de bizimle, ülkemizle bir bağı var. ''Filmin bizimle ne ilgisi olabilir ki'' diyecek olursanız – boşuna beklemeyin – ülkemizdeki basına ve gazetecilere açılan çeşitli davalara atıfta bulunmayacağım. Filmin bizimle şöyle bir ilgisi var:

Film başrol oyuncuları girişte söylediğim gibi Tom Hanks ve Meryl Streep. Özellikle Meryl Streep filmde fevkalade üstün bir performans sergiliyor. Ancak filmde öne çıkan bir karakter var ki işte o karakter bizimle ilgili...

İşte filmde öne çıkan o karakter, oyuncu Bob Odenkirk’in canlandırdığı Washington Post muhabiri Ben Bagdikian'dır.  İşte o karakter Ben Bagdikian da bizim hemşerimizdir. 1920 Maraş doğumludur. Aynı zamanda gazetecilik profesörüdür. Noam Chomsky’yi etkilemiştir. Medya ve iletişim uzmanı olan Robert W. McChesney tarafından yüzyılın en iyi gazetecilerden biri olarak tarif edilmiştir… 1983 yılında yazdığı ''The Media Monopoly'' kitabında medyanın tekelleşmesi uyarısında bulunarak bütün Amerikan medyasının toplam 50 kişinin elinde toplandığını, bir salona sığacak kadar az sayıda insanın bütün medyayı yönetmesinin oldukça tehlikeli olduğunu söyler. Kitabının 2004 basımında ise bu sayıyı beş olarak güncelleyerek, tehlikenin geldiği boyuta işaret eder. (Sahi ülkemizde medya kaç kişinin tekelindedir?) Ben Bagdikian, 2016 Mart ayında da vefat eder. Toprağı bol olsun…

Sonuç

Sinema sadece bir eğlence aracı değildir. Eğer sinemaya bu gözle bakılırsa yani eğlence aracı olarak bakılırsa bu film hiç de eğlenceli bir film değildir, aksine sıkıcıdır da denilebilir.


Ancak; bugün hafta sonu, yarın Pazar… Ülke gündemi gibi hava da kasvetli, kapalı ve soğuk… Bu havada Korona riski de pusuda beklerken evinize kapanın, İnternetten bulun bu filmi ve basın hürriyeti, yargı bağımsızlığı ve sınır ötesi askerî harekât konusunda zor dönemlerden geçen bir ülkenin vatandaşı olarak bu filmi izleyin derim.  

1998 yılında bir mitingde Bülent Ecevit, "Bu düzen değişecek" deyince bir vatandaş "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" diye sormuştu. Ben de basındaki yandaş kalemşörlere ve TV’lerdeki kadrolu yandaş sözde ABD uzmanlarına sorayım: Siz merak etmeyin, ABD’de düzen hayatından memnun. Düzülenler ne zaman değişecek? Siz ondan haber verin!..

Osman AYDOĞAN

The Post filminin tanıtımı:
https://www.youtube.com/watch?v=nrXlY6gzTTM



Post-truth

06 Kasım 2020

Biliyorsunuz; yabancı kökenli sözcüklere ifrit olurum. Daha önceleri bu sayfalarda Farsça kökenli sözcükleri anlatmıştım sizlere… Farsça ‘’bâhten’’ fiilinden gelen sözcükleri açıklamıştım, “dâşten” fiilinden gelen sözcükleri anlatmıştım... Yine bu sayfalarda kafama Fransızca sözcükleri takmıştım,  ‘’La Cantine’’, ‘’Brasserie’’, ‘’Patisserie’’ ve ‘’Bistro sözcüklerinden bahsetmiştim… Bugün de kafama İngilizce güncel bir sözcüğü taktım: ‘’Post-truth’’. Nasıl takmam ki? Günlerdir kafamda uğuldayıp durur.


Ancak ‘’Post-truth’’u açıklamadan önce kısa bir giriş yapmam lazım!

Fransız düşünür Alain Badiou’nun en büyük tespitidir. Bu tespit; atom bombasının bulunmasından daha vahimdir, daha gaddardır, daha şedittir, daha acıtıcıdır. Bu tespit yaşadığımız çağımızı anlatır. Bu tespit beş kelimeden oluşan basit bir cümledir: ‘’Hakikat var değildir, hakikat olur.’’

Badiou’nun tespiti gibi, bilimsel bir ‘’algı yönetimi’’ desteği ile günümüzde her yerde gerçek ‘’kara’’ olan ne varsa insanlara sanal ‘’ak’’ olarak sunulmuştur ve sunulmaktadır... Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unutmuşlardır. Zaten istenilen de budur.

George Orwell, zamanında “Evrensel riyakârlık dönemlerinde hakikati söylemek devrimci bir eylemdir” demişti. Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Oxford Sözlüğü, Badio'nun, Orwell'in tespitlerini sanki kayda geçirircesine Anglo-Sakson kültürünün zamanın ruhunu kavramlaştırma geleneğinin uzantısı olarak ‘’Post-truth’’ (Hakikat / gerçek sonrası) sözcüğünü 2016 yılının sözcüğü olarak seçmiş. Bunu da; “objektif hakikatlerin kamuoyunu şekillendirmede duygular ve kişisel inançlara göre daha az etkili olduğu koşullar” diye tanımlamışlar. Birebir tercüme böyle olunca anlaşılması zorlaşıyor ama basitçe diyor ki ‘’artık gerçekler önemli değil, insanlar olaylara duygusal yaklaşıyorlar.’’

Oxford Sözlüğü 2016 yılının “hakikat sonrası” (Post-truth)’nı yılın sözcüğü seçmiş ama sözcüğün kökeni aslında çoook eskilere uzanıyor. 2004 yılında Amerikalı araştırmacı yazar ve öğretim üyesi Ralph Keyes bir kitap yazarak bu ifadeyi kitabının kapağına taşıyor: ''Post-Truth Dönemi: Çağdaş Yaşamda Sahtekârlık ve Aldatma'' (Delidolu, 2017)

Yazar bu kitabında toplumlarda gittikçe yaygınlaşan yalanı ve aldatmayı, dürüstlüğün değer kaybedişini derinlemesine inceliyor. Bu kitap, hakikat sonrasına ilişkin en kapsamlı teorik yaklaşımı sunuyor. Bu kitap; toplumsal yaşamımızı radikal biçimde şekillendirmeye başlayan hakikat sonrası çağın (Orwell’in söylediği  ‘’Evrensel riyakârlık dönemi’’nin) yükselişini ve bu durumun tehlikelerini gözler önüne seriyor.

Yazar kitabında ''Post-truth'’u şöyle açıklıyor: “Beyaz yalan dostu bir çağda yaşıyoruz. Şu konuda ikilemdeyiz: Bir yandan kendi yalanlarımıza bahane bulurken diğer yandan yalancılığın bu kadar yaygın olması karşısında dehşete düşüyoruz. Zeki insanlar olarak, suçluluk duymadan paçayı kurtarabilmek için gerçeği örtbas etmeye gerekçeler buluyoruz. Ben buna hakikat sonrası diyorum.”

‘’Post-truth’’ sözcük karşılığı kısaca ‘’hakikat / gerçek ötesi’ ’veya ‘’gerçek sonrası’’ olarak da tercüme etmek mümkünse de bu sözcükler  ‘’Post-truth’’’ın tam karşılığını vermiyor.

Bu sözcüğün (Post-truth) anlamını tam olarak anlamak için bu kavramı dünyada ve ülkemizde nasıl kullanıldığını örnekleriyle vermem gerekiyor:

Hani Saddam’ın kitle imha silahları vardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’. Hani Kaddafi halkına ateş açıyordu ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha. Hani Baltık Denizinde fotoğrafı çekilmiş olup da Körfez’de Saddam yapmışçasına bir karabatak fotoğrafı vardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani İŞİD’i Esad yaratmıştı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani İŞİD’e ‘’öfkeli gençler’’ diyorlardı ya, hani İŞİD’e İŞİD bile diyemiyorlar ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani El Kaide’den El Nusra’ya ne kadar İŞİD müttefiki varsa, Esad ile savaşan ne kadar eli silahlı terörist varsa ‘’muhalif’’ diyorlardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha…

Bu ‘’Post-truth’’ bize hiç de yabancı değil aslında… Bir vakitler ‘’Camide içki içtiler’’ diye servis ediyorlardı ya, hani ‘’Kabataş’ta bir masum bacı’’ vardı ya, hani ‘’Balyoz’’, ‘’Ergenekon’’ diye darbe masalları vardı ya…  İşte yerli birçok ‘’Post-truth’’ daha…

PKK ile Oslo’da pazarlık yapıyorsunuz, PKK'nın Güneydoğu'da şehirlere kasabalara yığınak yapmasına göz yumuyorsunuz adı ‘’Çözüm Süreci’’ oluyor… FETÖ ile devletin yıllardır yaptığı uyarılarına, MGK kararlarına rağmen işbirliği yapıyorsunuz, ne istedilerse veriyorsunuz sonra da adı ‘’aldatıldık’’ oluyor… TSK’nın kırk yılda yetiştirdiği pırıl pırıl subaylarını, generallerini ''Ergenekon'', ''Balyoz'' vb. darbe masalları ile zindanlara atıyorsunuz, yine ‘’aldatıldık’’, ''pardon'' diyorsunuz… BOP’un eşbaşkanı oluyorsunuz sonra ‘’Eyyy, üst akıl’’ diyorsunuz, Esad ile kol kola geziyorsunuz, sonra da ‘’Eyyy, Esed’’ diyorsunuz…  Alın size yerli birçok ‘’Post-truth’ daha… Hani ülke üçüncü sınıf bir kabile devletine dönüştürülürken ‘’ileri demokrasi’’ masalları anlatılıyordu ya… İşte gerçek bir ‘’Post-truth’’ daha…

Dolar 8.5 TL’yi, EURO 10,0 TL’yi geçmiş, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, cari açığı kapatacak para yok, yatırımlar yok, turist gelmiyor, yabancı sermaye gelmiyor, ekonomiye güven dip yapmış, dış borç tavan yapmış, döviz yok, sanayi üretimi neredeyse durmuş, eğitim gerilemiş, hukuk ayaklar altına alınmış, uluslararası alanda ‘’değerli bir yalnızlığa’’ düşmüş, dış politikada çizdiğiniz zik zaklardan başınız dönmüşken ‘’böyyük devlet’’, ‘’ekonomide şaha kalktık’’ masalları anlatarak ‘’yedi düvele ayar veren devlet’’ görüntüsü yaratılıyor ya alın size ‘’hakiki’’ ve ‘’gerçek’’ bir ’Post-truth’’ daha…

İşte size yerli bir ‘’Post-truth’’ daha: 2017 yılı Ocak ayının son haftasında T.C. Başbakanı Gezi Parkı protestolarını kastederek demişti ki; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’ Sanki o zamanlar TV’lerde gümbür gümbür Gezi Parkına Topçu Kışlası adı altında AVM, otel, rezidans yapacağız diyen bendim… Sabahın beşinde çadır kurup çevre nöbeti tutan gençlere sanki ben saldırdım…Öğrenci çadırlarına o gaz bombalarını sanki ben attım.. Öğrenci çadırlarını sanki ben ateşe verdim... Ne diyor koskoca T.C. Başbakanı gözlerimizin içine baka baka; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’  İşte yerli ‘’Post-truth’’ın en alası…

Bir büyük ‘’Post-truth’’ daha: Ülke demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, demokrasilerde olmazsa olmaz kuvvetler ayrılığı ilkesinden uzaklaşıyor, diktatörlüğe, tek adamlığa doğru gidiyor… Cevap hazır: ‘’Prangalardan kurtuluyoruz..’’

Soma'da 301 madenci diri diri toprağa gömülmüş, ''güvenlik zaafı var'' diyorsunuz, ''ihmal'' var diyorsunuz; ''fıtrat'' diyorlar, Adana Aladağ'da kız öğrenci yurdunda yangın çıkıyor, 11 kız çocuğu diri diri alevlerde yanıyor, ''ihmal'' var, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz; ''kader'' diyorlar, kendilerine yakın bir vakıf yurdunda kendilerine emanet edilmiş çocuklar vakıf personelinin ''tecavüz''üne uğruyorlar; ''bir defalık'' diyorlar, Elazığ’da, İzmir’de deprem oluyor, yüzlerce insana beton mezar oluyor, ’’kader’’, ‘’Allah’tan geldi’’ diyorlar… İşte yerli ‘’Post-truth’’ın birkaçı daha…

Anayasa referandumunda YSK mühürsüz oyları geçerli sayıyor, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz, ''atı alan Üsküdar'ı geçti'' diyorlar... Bundan büyük ’'Post-truth’' olur mu hiç?

İşte size geçmişten birkaç ‘’Post-truth’’ daha: ''Yolsuzluk'' var, ''hırsızlık'' var, ''kara para aklama var'' diyorsunuz, bunun için ''belge'' sunuyorsunuz; ''sahte'' oluyor, ''mahkeme'' diyorsun; ''kumpas'' oluyor, ''tape'' veriyorsun; ''montaj'' oluyor, ''sahtekâr'', ''rüşvetçi'' diyorsun; ''hayırsever vatandaş'' oluyor, “cari açığı kapatan ihracat şampiyonu”, “altın ihracatı yapan bir zat’’, ‘’ülkeye katkısı olan, hayır işlerine giren bir zat'' oluyor, adam ''itiraf''ta bulunuyor; ''iftira'' deniyor, ''hırsızlık'', ''yolsuzluk'', ''rüşvet'' diyorsun; ''vatan'', ''millet'', ''Sakarya'' diyorlar, ''doğru''yu söylüyorsun ''ihanet'' oluyor... Bizdeki '’Post-truth’’ların sonu yok ki!

Ülkenin bütün kurumlarını ve bakanlıklarını FETÖ'nün çiftliğine çevirmişler... FETÖ ile mücadele ediyoruz diye çiftliklerdeki bütün marabaları içeri almışlar, içeri alıyorlar ancak bütün çiftlik ağaları, bütün çiftlik kâhyaları, Ankara'yı parsel parsel FETÖ'ne peşkeş çekenler, FETÖ'ne ne istedilerse verenler, sümüklü bir meczubu teee ABD'ye kadar gidip, el etek öpüp bu meczupla fotoğraf çektirenler, bu hoca bozuntusunu TV'lerde, meydanlarda, basında öve öve bitiremeyenler ellerini kollarını sallayarak dışarıda dolaşıyor... Emir kulu gariban erler ile askerî öğrencileri de müebbet zindana tıkılıyor... Bunun adı da FETÖ ile mücadele oluyor... Aha işte size yerli ‘’Post-truth’’ın bir en alası daha…

Yok ben bu ‘’Post-truth’’ ecnebi sözcüğünü de tercümesini de (‘’hakikat-gerçek-  sonrası’’ veya ‘’gerçek ötesi’’) pek sevmedim… Zaten başta da ifade ettiğim gibi bu sözcükler  ‘’Post-truth’’’ın tam karşılığını vermiyor.

Çünkü ''hakikat'' bu ülkede hiçbir zaman, evet hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi ki. ‘’Yalan’’ ve ‘’riya’’ ikilisi yıllar yılı bu ülkenin hakiki ve gerçek politikası ve kavramları olmuştur.

Çünkü yıllardır tekrarlanan yalanların ikna edicilikte artık hakikatten üstün olması; olmamışların olmuş gibi gösterilip fikirler ve inançların birtakım emeller doğrultusunda manipüle edilmelerini yaşayarak görmedik mi? Görmüyor muyuz?

Hayır, hayır… Ben bu ‘’Post-truth’’ sözcüğünün ’’hakikat-gerçek-sonrası’’ veya ‘’gerçek ötesi’’ gibi dolambaçlı ifadelerle açıklanmasını sevmedim.

Ben bu sözcüğün –her ne kadar Arapça kökenli de olsa, Osmanlıcadan gelen bir sözcük de olsa - ben Türkçesini  - George Orwell'in sözünde kullandığı kelimeyi - kullanmak istiyorum: ''Riyakârlık''

Yine ben yazımın başına döneyim... George Orwell'in sözüne atıf yapmıştım ya...  Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Osman AYDOĞAN



Doları saldım çayıra

05 Kasım 2020


Tam da günümüzü anlatan bir şiir paylaşayım önce:

Doları saldım çayıra

Doları saldım çayıra

Halkı da Mevlâ kayıra 
Bu krizi hayıra 
Yoranın da avradını.

Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını.

Hem hırsızın hem yüzsüzün
Babası zengin dürzünün 
Bunların meyit namazın
Kılanın da avradını.

Biçare mazlum söz söyledi 
Cümle halkı dahleyledi 
Sorarlarsa kim söyledi 
Soranın da avradını.

Şimdi gelelim ''bu şiiri kim söyledi?'' kısmına... Siz sormadan ben söyleyeyim: Bu şiiri 16. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Kazak Abdal yazar.(*) Şimdi diyeceksiniz ki 16. yüzyılda ‘’dolar’’ mı vardı? Olmaz olur mu? Köyü yıkıp harap eden münkir münâfıkların, hem hırsız hem de yüzsüzlerin bulunduğu her yerde ve her zaman ‘’dolar’’ da olmuştur…

Peki, kimdir bu şiiri yazan Kazak Abdal?

Kazak Abdal

Kazak Abdal yaşamıyla ilgili yazılı bir bilgi olmayan usta halk ozanlarımızdandır. Romanya Türklerindendir. Bir şiirinde asıl adının "Ahmet" olduğunu söyler. Bektaşi tarikatından olduğu tahmin ediliyor. Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağılıdır. Şiirlerinde taşlama, mizah ve yergi vardır. Yerici -alaycı tutumu, güldürücü diliyle din tacirlerine, yalancılara, cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler.


Balım Sultan diye bilinen ve Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan'ın "giyinişini, yürüyüşünü övdüğüne" bakılarak 16. yüzyılda yaşadığı sanılıyor:

"Arslan gibi apıl apıl yürüyen
 Kendi özün hak sırrına bürüyen
 Kepeneğin yanı sıra yürüyen
 Mürsel baba oğlu Sultan Balım'dır."

Kazak Abdal'ın en çok bilinen şiiri ise ‘’Eşeği saldım çayıra’’ isimli şiiridir:

Eşeği saldım çayıra

Eşeği saldım çayıra

Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da avradını.

Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını.

Müfsidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyit namazım
Kılanın da avradını.

Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de avradını.

Dağdan tahta getirenin
Mezarına götürenin
Talkınını bitirenin
İmâmın da avradını.

Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını.

Kazak Abdal'ı tanıtırken söylediğim gibi Kazak Abdal'ın aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler. Kazak Abdal bu şiirini hem hırsız hem de yüzsüz olup köyü yıkıp harap eden münkir münâfıkların soyuna yazar...  

Osman AYDOĞAN

(*) ‘’Doları Saldım Çayıra’’ isimli şiir ise Kazak Abdal’ın işte bu ‘’Eşeği saldım Çayıra’’ isimli şiirinden devşirilir... Bu şiiri merhum Hasan Pulur, 12 Nisan 2001 tarihinde Milliyet gazetesindeki yazısında kullanır... Ancak kaynağı bilinmiyor.

Bu şiiri Ruhu Su, Cem Karaca ve Erkan Oğur şarkı olarak söylerler. Üçü de güzel söyler. Ancak ben Erkan Oğur'un şarkısının bağlantısını veriyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=FFqWrp_pKw8



Gülten Akın

04 Kasım 2020

Şiirlerinde hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren, toplumsal şiirin enerjisini kadın duyarlılığı ile birleştiren, Sezen Aksu’nun ‘’Deli Kızın Türküsü", Edip Akbayram'ın ‘’Özgürlük’’, Grup Yorum'un ‘’Büyü Yavrum’’ ve ''Sıyrılıp Gelen'' isimli hüzün şarkılarının kırılgan söz sahibi ve Türk şiirinin öz annesi olan bir şairimizden bahsetmek istiyorum...

Cemal Süreyya'nın, ‘’Ümmüşşiir’’ (şiirin anası) diye tanımladığı, Türk şiirinin yüz akı bir kadın şairimizden bahsetmek istiyorum...

Dar zamanların, ince şeylerin, naif sözcüklerin, yazın bitiğinin, güzün geldiğinin, yağmurda üşüyen ıslak serçelerin bir şairinden bahsetmek istiyorum...

Durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti olmadığı bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtan, Gülten Akın'dan bahsetmek istiyorum...

‘’Kuş uçsa gölge kalır’’ adlı şiir kitabında şöyle biterdi bir şiiri:

''Bende bir gülten kaldı
hangi bağa diksem yabancı''

Bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtu Gülten Akın, hangi bağa diksek yabancı kalan…

Ve ülkemin köylü, kentli tüm kadınlarını ve onların kara bahtlarını anlatırdı ‘’Kestim Kara Saçlarımı’’ isimli şirinde:

''Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön''

‘’Seni Sevdim’’ şiirinde şöyle seslenirdi sevdiceğine:

''Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
'Uyandım bir sabah' gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara''

‘’Çağrı’’da ise şöyle seslenirdi sanki Godot'yu beklercesine beklediğine:

''Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık''

‘’Sessiz Arka Bahçeler’’de şöyle seslenmişti bugünleri görerek:

''Durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır kıldı duruşun''

Ve şöyle seslenirdi mazlumlara, zalimlere, zulmedenlere:

''Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir 
ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi 
iğne deliğinden geçeğen olur
dokuna dokuna kıyıcıya cellada varır
sebebin kapısında durur''

‘’Üşümekten Değil Korku’’ isimli şiirinde ömrünün sonunda yorgun ve yılgın bir savaşçıydı o artık... Sevgiler ürkütmüştü onu:

‘’Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’

Ölüme yaklaştığında ‘’Veda’’ isimli şirinde de hepimize birden seslenmişti:

''Ben yoruldum gidiyorum
kendi endişeni kendin seç''

Böylesine ölüme yaklaştığını sezdiğinde bile yaşam sevincini hiç yitirmemişti. İşte son dizeleri:

''İnadın anlamı yok
Ölünüyor
Ben bilmezden geliyorum''

‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde… Aynen öyleydi. Aynen öyle... Bu devirde kimsenin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya. Şimdi dünya daha bir boşlukta, şimdi dünya daha fazla bir hoyratlıkta, daha bir kabalıkta, daha bir karanlıkta...

Ve ‘’Güz’’ şiirinde ''Bu güz öleceğim'' demişti:

''Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm
Kaçırdılar on iki Çocuk doğurdum. bekledim gözlerim
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım

Ağlama kız, deme incirim Yar Yar
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım.
sebebolanları nerde bulayım
adamdan içerli kuşlar ağlasın''

Ve Gülten Akın’ı şiirindeki gibi beş sene önce bugün (04 Kasım 2015) bir güz gününde kaybetmiştik…. Türk şiiri öksüz kalmıştı... Allah rahmet eylesin... Katar katar göç ettikçe şairlerimiz; susuz havuzlarda, gübresiz bahçelerde, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık! 

‘’Beni Sorarsan’’ şirinde ise sanki yokluğunda burada kalan bizleri anlatır gibiydi:

''Beni sorarsan
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi''

‘’Yağmurlu’’ şiirinde de sanki biz ona seslenirdik:

''Burda geceler kaldı sen gittin.''

Ey şair! Söylediğin gibi; yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti, sevgiler ürküttü bizi... Burası kış artık... Kalbin elem günleri geldi... Sen gittin... Burda geceler kaldı...

Ve durup ince şeyleri anlamaya artık vaktimiz kalmadı!

Osman AYDOĞAN



Papatya

03 Kasım 2020

Uzakta bir şehir

Çok çok ücra bir köşesinde değilse de Doğu’nun yine de Doğu Anadolu’da bir şehrin şehre kuşbakışı bakan bir tepesindeyim. Mevsim sonbahar. Günlerden 03 Kasım 2020. Gün batmak üzere... Güneşin zaten uzak, soluk ve ısıtmayan ışıkları bulutların arasında belli belirsiz parlıyor. Ağaçlar; batmakta olan böylesi bir güneşin aydınlattığı sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun renkleriyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden insan gibiler...

Buz gibi havada ayakta kuşbakışı şehri seyrediyorum…

Yavaş yavaş pastel bir renk alıyor uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Börtü böcek çoktaaan yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, seyrettiğim şehir gibi bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüş doğa...

Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, gece üstünü örtüyor şehre kadar olan vadilerin, yamaçların, tepelerin... Perde perde iniyor gece şehrin üstüne… Usul usul basıyor karanlıklar… Şehrin ışıkları yavaş yavaş epil epil ışımaya başlıyor…

Papatya

Ben iliklerime kadar üşümeye başlıyorum… Ve tek tük açık lokantaların birinden, uzaktan uzaktan tanıdığım ve çok sevdiğim bir müzik geliyor: ‘’HiraiZerdüş’' mahlası kullanan müzisyen, yazar Hakan Bozdağ'ın Papatya albümünde yer alan ‘’Papatya’’ isimli şarkısı… Şarkının bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Ve şarkıyı hiç bitmemesini istercesine huşu içerisinde dinliyorum:

‘’Gözlerin zehri şarap eder mi?
Alıp içsem beni sarhoş eder mi?
Bir hayale daldım uyan derler mi?
Beni böyle koyup gitme olur mu?’’

Bir taraftan şarkı geliyor uzaklardan uzaklardan bir taraftan Hakan Bozdağ’ı hatırlıyor zihnim:

Hakan Bozdağ'ın kullandığı ‘’HiraiZerdüş’' mahlası "kutsal iyiliğe giden yol karanlıktan geçer" anlamına geliyor.

Hakan Bozdağ, 1983 yılında Artvin, Şavşat’ta doğar... Çocukluk yılları Artvin Arhavi’de geçer. 3 yıl İran’da Şiraz ve Suriye’de Şam şehirlerinde öğrenim görür…  İbranice, Farsça, Kürtçe ve bunlara bağlı türeyen lehçelerde eserler yazar. ‘’Elya’’ (Karina Yayınevi, 2014) adıyla ilk kitabını çıkarır. Elya’yı diğer kitapları izler: ‘’Çok Güzel Tükendik’’ (Kanes Yayınları, 2018) ve ‘’Topla Yüreğini Gidelim Buradan’’ (Kanes Yayınları, 2019)

Hakan Bozdağ kendisini şöyle tanıtıyor:

‘’15 yaşında Kendime “HiraiZerdüş” diye bir isim taktım. Anlamı: “Kutsal iyiliğe giden yol, karanlıktan geçer.” Kutsal bir iyilik hayal eden birinin ilk önce karanlıktan geçmesi ve ayakta kalması gerekiyordu.

16 yaşında dünya edebiyat tarihine geçebilme fikrine kapıldım ki aslında bu bir çılgınlıktı. Bir ilkokul diplomasını bile hediye horoz karşılığı almış bir adam için fazla geliyordu. Bu fikri taşımak bile delilikti ama kendimce bilmediklerimi öğrenmek için nefes almaya başlamıştım. Günlerce, aylarca, senelerce dil ve din bilimi hakkında araştırmalar yaptım. Kutsal kitaplar ve türemelerini okudum. Zihnim bir kaplumbağa olmayı az ötede bırakıp bir tavşana dönüşüyor ve hızı giderek katlıyordu. En az yatırımı almakla hiç değişmeyen ve hep kendi gibi kalan bir beden sahibiydim. Hızlıca çürüyen bir bedene yatırım yapmak zaten akıl kârı bir şey değildi.

İnsan okuma ve dinlemeyle işe devam ettim. Her sınıftan dinlemeye kalkıştığım insanların renklerini biriktirdim. Bu da senelerce sürdü. Cevap vermek için sürekli bekliyordum. Kendime uyanmadan, dünya içindeki halklara ve dillere uyandım ruhumla. Bir hiçten varlık türeten İlahi güç adına sorgulanacak milyon şey geçiyordu aklımdan. Aklım artık bana yetmiyordu.

Dilleri ve dinleri teraziler üzerinde tarttım durmadan. Bakışlarım yumuşuyordu. Bakışlarım yumuşadıkça Yaradan nazarında zerreleşiyordum. Bir hiçten bir hiçe doğru toza dumana bulanıyordum ama yorulmadan ve açlık hissi ile yaşamaya devam ediyordum… Ve nihayet, başımı kâinatın iradesi önünde eğdiğim bir gün, insan olduğumu hatırladım. Bu bana fazlaca şey kattı.

İnsan başıma kaldığım zamanlardı. İrademin serçe kuşu gagasında biriken su kadar bile olmadığını fark ettim. Bu hayallerimden vazgeçmek için bir sebep doğurmuyordu. Sancım çiftleştikçe, genişliyordu beynim. Aklıma türlü nimetlerden renklenen cennet geliyordu. Cennet nakışları örtünüyordu fikirlerim üzerine.

Ve yazmak ağır bir eylem oluyordu bu yüzyılda. Evet, anlaşılmak güç geliyor hatta güç veriyordu. Ama yazmak paha biçilmezdir diyordu içimdeki ben. Amacın izinde zerre toz kalmıyordu geleceği süslerken. Mavi ve beyaz kalıyor; siyah gidiyordu…

26 yaşına geldiğimde, fikirlerimin daha da çıldırdığını fark ettim. Çerçevelerin yetmediğini, çizgilerin kısa olduğunu gördüm. Herhangi bir iradenin seviyesini aşağı gören biri değilim. Bu benim haddim değil ama kendi amacımın bir ismi olmalıydı ve o amaca yazarak hizmet etmeliydim. Ve bu fikirlerin kaynadığı dönemlerin içinde. “Kirli edebiyat”la karşılaştım zihnimde. Esnedikçe genişle, yakınlaştıkça uzaklaş, kayboldukça görün dedim… Zaman yerinde duran bir şey değildi elbette. Nihâyet cesaret ederek; 2015 yılı başlarında yazılarımı insanlarla paylaşmaya başladım. Bu çıldırmış fikrin sevenleri olmaya başladı. Onlara günbegün edebi türde bir şeyler yazmaya devam ettim. Yanımda olanlar desteklediler beni ve nihayet cesaretim bana bir kitapla devam etmemi emretti. Yazdım! Yazmaya devam ediyorum. İlk kitabımın ismi ELYA. Sonrası Çok Güzel Tükendik; son kitabımın ismini, Yaradan’ın bana verdiği yaşam hakkı sona erinceye dek değiştireceğim…’’

Ve şarkı bitiyor ama hava buz kesiyor, ben de buz kesiyorum, ruhum buz kesiyor, tir tir titriyorum…

‘’Ellerin kışı bahar eder mi?
Tutuşunca yüreğimi örter mi?
Ey ruhuma kır alemi papatya
Beni böyle…’’

Osman AYDOĞAN

HiraiZerdüş, ‘’Papatya’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NZ-Rw2vDJhs

Papatya

Gözlerin zehri şarap eder mi?
Alıp içsem beni sarhoş eder mi?
Bir hayale daldım uyan derler mi?
Beni böyle koyup gitme olur mu?

Yine gel akşam üstü
Gece sabaha varmadan
İzin olsun üzerimde olur mu?

Ellerin kışı bahar eder mi?
Tutuşunca yüreğimi örter mi?
Ey ruhuma kır alemi papatya
Beni böyle…

Dönemeç

02 Kasım 2020

''Dönemeç'' şiiri, Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan, insanın beynine bir mıh gibi çakılan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ (Büyük Doğu Yayınları, 2013) kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer:

Dönemeç

Bir gündü, hava ılık 
Ve cadde kalabalık

Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; 
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. 
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, 
Çarpıldım sendeledim.

Bir gündü mevsim bayat 
Ve esnemekte hayat.... 
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam; 
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam. 
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım; 
Bir köşede ağladım.....

Necip Fazıl Kısakürek, 1940

Şiirin bölümleri

Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.  Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’ 

İkinci bölüm ise bu ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiştir. Ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince de bir köşede oturup ağlamıştır.

Hayatınızın bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar misali çırpın çırpın çırpınır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır... Artık hayatınız her daim bahardır... Öteki dönemeçte ise ''memat'' vardır... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar, bitmemecesine, dinmemecesine kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır... Ve artık umutsuzca kalbiniz çırpın çırpın çırpınır…

Şiirde geçen ''tabut''; o incecik kadının artık yokluğunu, erişilmezliğini anlatır, yoksa ölümünü değil... 

Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.

Ve bu dönemeçlerin her birinde insan bir köşede oturup için için ağlar, hüngür hüngür ağlar, zırıl zırıl ağlar... Dönemeçten önceki mevsimin hatırası insanın yüreğini dağlar... Artık dışarıda mevsim cıvıl cıvıl Haziran, içinizde mevsim hazin hazin sonbahar...

Dönemeç’e tekrar dönmek üzere bu şiirle ilgili bir başka şiiri ve bu başka şiirle ilgili bir bilgiyi aktarmak istiyorum.

Karanfil Sokağı

Ahmet Arif muhteşem şiiri ''Karanfil Sokağı''nda da böylesi bir kadından ve böylesine bir yıldırım aşkından bahseder... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu'dandır... Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır. Necip Fazıl bu şiirinde aşık olduğu kadına ''Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince'' diye hitap ederken Ahmet Arif de bu şiirinde ''Bir dal süzülür mavide'' diye bahseder:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

İşte böylesine büyülü, efsunlu bir kuvvettir şiir... ''İpince bir endam'' ve ''mavide süzülen bir dal'' ile iki ucu birleştirir... İşte bu nedenle derdi zaten Ceyhun Atuf Kansu: ''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez.” 

Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e

Ahmet Arif’in yazımda bahsettiğim ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' kitabındaki ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olduğu iddia edilir. Bu kanıyı güçlendiren ise Ahmet Arif’in âşık olduğu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşan kitabıdır: ''Leylim Leylim Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019).

Ancak ben; Ahmet Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki; Leyla Erbil İstanbulludur, kentsoyludur ve Leyla Erbil'in tüm tahsil hayatı İstanbul'da geçer... Leyla Erbil Ankara’da hiç bulunmaz… Leyla Erbil, hele hele o zaman bir gecekondu semti olan şiirde de adı geçen ne Altındağ ne de İncesu'dandır... Zaten şiirde de geçen kadının da ''saksıda boy vermesi'' sanki kentsoylu bir kadını değil de taşralı, gecekondudan bir kadın olduğunu anlatır gibidir... Dolayısıyla Ahmet Arif'in bu şiirinde bahsettiği kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum...

Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları da değerlendirecek olursam: Bu mektuplarda Franz Kafka'nın Sevgili Milena'sına, Halil Cibran'ın âşık olduğu Mey Ziyâde'ye yazdığı mektuplardaki derinlik yoktur diye düşünüyorum. Bu kadarını söylemek isterim.

Şimdi tekrar dönelim ‘’Dönemeç’’ şiirine…

Şiirde iki bölüm vardı: Birinci bölümde canlı bir hayat, ikinci bölüm ise bayat bir mevsim anlatılırdı. Ve ben şiiri anlatırken insan hayatının da birçok dönemeci olduğunu anlatmıştım.

Sadece insan hayatı değildi ki dönemeçleri olan… Toplumların da devletlerin de dönemeçleri olurdu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin de tıpkı şiirdeki gibi dönemeçleri oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kurulduğunda; ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, ulusal onur, ulusal gurur gibi kimliği, sanayileşme, kalkınma, demokrasi, yurtta ve dünyada barış ve muasır medeniyet seviyesine erişme gibi bir hedefi olan cıvıl cıvıl canlı bir bir hayatı vardı.

Türkiye Cumhuriyeti de çok dönemeçten geçti. Türkiye Cumhuriyeti bu dönemeçlerden geçe geçe; sanatı vıcıklığa, siyaseti tüccarlığa, dini yobazlığa, milleti ümmete, hukuku gukuka, Hakk’ı batıla, gücü despotizme, eğitimi Ortaçağa, bilimi hurafeye, basını yandaşlığa, âlimi dalkavukluğa, derinliği sığlığa, devleti aşirete, zarafeti ve efendiliği kabalığa, niteliği niteliksizliğe dönüşerek bayat bir mevsime dönüştü.

Artık bu bayat mevsimde memat vardır.

Ve tabutta, gencecik bir Cumhuriyet, anladım; 

Bir köşede ağladım...

Osman AYDOĞAN




İki ayrı depremin ardından!

01 Kasım 2020

İzmir'in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51'de 6.9 büyüklüğündeki bir deprem meydana geldi... AFAD, depremde İzmir’de bazı binaların yıkıldığı, çok sayıda binada da hasar oluştuğunu, biri boğulma olmak üzere 60 kişinin hayatını kaybettiğini, 885 kişinin yaralandığını bildirdi.

Bu depremle ilgili olarak gerek yazılı ve görsel medyada ve gerekse de sosyal medyada analizler yapılmakta ve tartışma yaşanmaktadır... Yetkililer de her depremden sonra olduğu gibi mebzul miktarda ‘’……ceeeeeek!’’li, ‘’….caaaak!’’lı demeçler vermektedirler.

Deprem bölgesi ülkemizde tabii ki bu deprem ilk deprem değil. Türkiye en son büyük depremi 21 yıl önce yaşamıştı. 
17 Ağustos 1999 günü gece saat 03.02'de Türkiye’nin kuzey batısında 7.4 şiddetinde bir deprem meydana gelmiş, neredeyse bütün Türkiye sallanmış, bir dakikaya yakın süren inanılmaz şiddetteki bu deprem ağırlıklı olarak Marmara Bölgesini etkilemiş ve İzmit, Yalova, Gölcük, Adapazarı ve İstanbul'un bazı bölümleri yerle bir olmuştu. Bu depremde resmi olarak 17.480, resmi olmayan rakamlara göre de 40-50 bin arası insanın öldüğü söylenmişti…

Bu depremin ardından da o zamanki ebedi sorumsuz yetkililer basında , TV’lerde yine mebzul miktarda ‘’….ceeeekkk‘’li, ‘’…..caaaakkkk!’’lı demeçler vermişler, sonra da verilen bu sözler havada uçuşup kaybolmuş, geriye vergileri kalmış, ancak sorumlular vergilerin de nerelere harcandığı bir türlü açıklayamamışlardı. TV’lere çıkan herbokologlar da akla ziyan abuk sabuk tartışmalar yapmışlardı…  

Bu yazımda; önce 1999 Marmara depreminden sonra yapılan bu akla ziyan tartışmaları anlatacağım… Sonra da bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi ve ardından yaşanılan tartışmaları ve sonuçlarını anlatacağım… Sonra da sizlere bu iki tartışmayı mukayese etme görevi vereceğim!... Bu iki depremi mukayese edelim ki bizler hangi çağda yaşıyoruz bir anlayalım!...

Gerçi bu yazımı daha önce 1999 Marmara depreminin 21. yıldönümü vesilesi ile yazmıştım... Şimdi güncelleyerek tekrar yazıyorum... 

1999 Marmara depremi ve deprem nedeniyle yapılan tartışmalar.

Bu depremden sonra çok tartışma yapıldı... Belki çok şey unutuldu ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kaldı. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman idiler… Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getirdiler…

Bunların iddiasına göre: ''Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.'' Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can vermişti. Onlar için de aynı şeyleri yazdılar: ''Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.''

Mesela kamuoyunda ‘’Cübbeli Ahmet’’ diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü 17 Temmuz 1999 Marmara depremini hemen ardından şu konuşmayı yapar; “Mevlam zina yuvalarını vurdu”,  ‘’Deprem fuhuş ve faiz yuvalarını vurdu…”

Sonra üniversite kapısına sevk ettikleri türbanlı bir militan kadına pankart açtırırlar: ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ Gazeteci Fatih Altaylı, Radyo D'de Bab-ı Ali isimli programda bu kadına "fahişe" dedi diye tazminat öder... Ancak bu kadına arka çıkanlar Fatih Altaylı'ya olmadık hakaretler yağdırırlar... Hatta Hasan Karakaya, Fatih Altaylı'ya küfür ve hakaretler içeren bir yazısında resmen ''or... çocuğu'' (Ayna, 10 Ekiim 1999) diye hitap eder. Hatta 28 Şubat süreci nedeniyle TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından ifadesi alınan Fatih Altaylı bu komisyona sarf ettiği bu ''fahişe'' sözü nedeniyle açıklama yapmak zorunda kalır!...

Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak'ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri olur:  "Güven Erkaya'nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu."

Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlattılar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri gelir: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’

17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmadı. Sadece birkaç müteahhit suçlandı, göstermelik olarak tutuklandılar sonra da serbest bırakılırdılar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmadı… Ve deprem fıtrattır denildi, kaderdir denildi, takdiri ilahidir denildi ve geçildi… Ve ülkemizde gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmadı…

1755 Büyük Lizbon Depremi

Bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi anlatmak istiyorum…

1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölür. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip eder. O dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelir. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılır. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip eder.

Bu deprem Portekiz'i son derece olumsuz bir şekilde etkiler. Portekiz'de politik tansiyon yükselir, ekonomi çöker ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açar. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu'nda Cabo de São Vicente'den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin etmektedirler.

1755 Büyük Lizbon Depremi'nden sonra yapılan tartışmalar ve düşün dünyasına etkileri

Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade eder. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi''  inancı (Leibniz’in optimizmi) büyük yara alır. Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşmiştir. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile toplarlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ derler. Ve devam ederler; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükâfatımız büyük olacak.”

Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklar... Ve der ki Voltaire: "Bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır." Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırır her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunur depremin fiziksel nedenlerini... 

Bu fikirler Avrupa'nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştirir. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul edilir…

Voltaire bu Büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazar: "Poeme sur le desastre de Lisbonne" (Lizbon Felaketi Şiiri) Ve bu şiir; Voltaire’nin, Leibnitz’in felsefesini eleştirdiği ‘’Candide’’ (Oda Yayınları, 2010) isimli eserinin girişi diye adlandırılır…

Konu dışı ama Candide’’de bizimle ilgili şöyle bir bölüm vardır: Romanın kahramanı çıktığı uzun yolculuğun son demlerinde İstanbul'a varır ve bilge bir dervişe hayatın anlamını sorar. Şu cevabı alır dervişten: "Sana ne be adam? Bu senin işin mi ki?" Roman kahramanız pes etmez, üsteler: "Ama efendim… Dünyada bu kadar acı ve sefalet var. Bütün bunlar neden oluyor?" Ancak bilge dervişin cevabı bize umut vermez: "İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır'a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?" Bizde de zaten hep böyle olmuştur. En uzak tarihten en yakın tarihe kadar, Padişahımız ne zaman Mısır'a kutsal amaçla bir gemi yollasa içindeki sıçanların rahatını hiç mi hiç düşünmemiştir! Doğu siyasetinin özüdür bu söz aslında… Gülten Akın ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde...

Neyse, konuyu dağıtmadan gelelim Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’’ne: (şiir uzun ama burada bir bölümü)

“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları 
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”

Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılır ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söyler: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”

Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söyler: "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor". Çünkü depremde ölenler sadece yoksullardı. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o "başka şey", insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de "Sosyoloji"de aranmalıydı. 

İşte böyle ortaya çıkar Jean-Jacques Rousseau’nun ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001) isimli kitabı…

Rousseau'nun; insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal bir olgu olup olmadığını, uygarlaşmanın bir insan topluluğu için zorunlu olup olmadığını sorguladığı ve ilkel topluluklardan devletli topluluklara, hukuk düzenine geçişi ve dolayısıyla insanlar arasında ortaya çıkmış olan eşitsizliğin kaynağı üzerine önemli fikirler içeren bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitabı doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açar.

Rousseau bu kitabında; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "iş bölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını ve bütün bunların insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğunu iddia eder.  Rousseau’ya göre uygarlık alanında atılan her adım, eşitsizlik alanında atılan bir adımdır. Ona göre uygarlık gelişir, uygarlığın gelişmesine paralel olarak mülkiyet anlayışı değişir. Mülkiyet anlayışının değişimi, insanların doğal durumdan kopmasına neden olur ve neticesinde eşitsizlik doğar.

Rousseau’ya göre insanlar arasında var olan iki tür eşitsizlik söz konusuydu: Birincisi, doğuştan gelen yaş, sağlık, beden gücü, zekâ ve ruh nitelikleri arasındaki farklılıklar. Diğeri ise siyasetin doğurduğu eşitsizlik. Rousseau, eşitsizliğin ortaya çıkışında, doğal durumdan uygar topluma geçişte kaybedilen bazı değerlerden bahseder. Bu değerler; acıma duygusu ve merhamettir. Uygarlığın öne sürdüğü akıl yürütmenin, bu değerleri yok ettiğini vurgular.

Eşitsizliğin en büyük nedeni olarak öne sürdüğü özel mülkiyet kavramına gelince; Rousseau, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, geleneklerin ve alışkanlıkların çeşitliliğine bağlı olarak gerçekleştiğini söyler. Özel mülkiyet, toplumdaki ahlaksal çöküntünün başlıca nedenidir. Bu çöküntüye mülkiyet edinme hırsı neden olmuştur. Bu hırs ve tutkunun körüklediği yozlaşmanın, yoksulun zengine bağımlı hale getirerek onu köleleştirdiğini savunur.

Jean Jacques Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ (Bulut yayınları, 2007) adlı kitabında bu kitabına oranla bu düşüncelerini biraz daha yumuşak bir şekilde ifade etmeyi tercih eder. Özgürlükten vazgeçmenin, insan olmaktan çıkmak anlamına geldiğini vurgulayan Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ adlı kitabında insanın ancak toplum içinde özgür olabileceğini savunur.

Rousseau’ya göre her şeyden önce insan Thomas Hobbes’un tam aksine (zira Hobbes’a göre insan doğuştan bencil bir varlık olarak doğmuştur) doğuştan iyi bir birey olarak doğmuştur. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda kötü değildir. Toplumsal hayata geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği kötü yönetimlerin insanı kötüleştirdiğini savunur. Rousseau’ya göre kötülük toplumun kurumsallaşmasının bir sonucudur.

Rousseau bu kitabında ayrıca şunları da söylüyordu:

‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir.  O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanaati altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli hem de en çirkinidir.’’

Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:

‘’İnsanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.'’ (Dikkat edin yıl 1700'lü yıllardır. Rousseau 1712-1778)

Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Rousseau kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Ben de dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur diye düşünürüm; insan vazgeçebildiği oranda zengindir diye bilirim...

Zaten Voltaire de bu kitabı okuduktan sonra Rousseau ile olan mutat atışmalarının bir parçası olarak Rousseau’ya yolladığı mektubunda kitapla ilgili olarak şu ifadeleri kullanır: ‘’Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.’’

Ve sonuç…

Biraz uzun yazdım ama şunu göstermek istedim: 17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalmıştır...

Marmara Depremi'nin ardından 21 yıl geçtikten sonra bile 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde yine 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılmış, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememekten bahsedilmiş, ölenlere mevlit okutulmuş, yine bol miktarda ''....ceeekkk''li, ''.... caaaaakkk''lı konuşmalar yapılmıştır....

Değişen bir şey yoktur. İzmir depreminden sonra bakın yaşanan tartışmalara, yetkililerin demeçlerine yine aynıdır.

Ancak gerçek olan bir şey varsa oda; deprem için alınan vergilerin ilgisiz yerlere harcanmaya devam edileceği ve deprem fikrinin yine unutulmaya bırakılacağıdır. 

Türkiye’nin en büyük güvenlik sorunu; cehalet, sahtekârlık, ilgisizlik ve sorumsuzluktur.

Arz ederim

Osman AYDOĞAN



İzmir depreminin düşündürdükleri


31 Ekim 2020

İzmir'in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51'de 6.9 büyüklüğündeki bir deprem meydana geldi. Deprem İstanbul’da da hissedildi. AFAD, depremde İzmir’de bazı binaların yıkıldığı, çok sayıda binada da hasar oluştuğunu, biri boğulma olmak üzere 36 kişinin hayatını kaybettiğini, 885 kişinin yaralandığını bildirdi.

Marmara Denizi’nde de, Malatya – Elazığ hattında da günlerdir değişik büyüklüklerde deprem oluyor…  1999 depreminin bir benzeri hatta daha büyük ölçekte olanı da yıllardır İstanbul’da bekleniliyor...

Deprem bir güvenlik sorunudur.

Depreme tekrar dönmek üzere kısaca insanın güvenlik ihtiyacını ve bu ihtiyaçtaki değişimi kısaca anlatarak tekrar deprem konusuna dönmek istiyorum.

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur.

İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

Değişen güvenlik paradigmaları

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı ve güvenlik paradigmaları 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen toplumların sonu hüsran olmuştur.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin paradigması değişmiştir.

Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirir…

Vestfalya Barışı ile Avrupa’da devletler daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon alır ve dini, devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağlarlar…

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtlali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.

Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, Sanayi Devrimi, devletlerin Pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletlerarası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dönemin güvenlik anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde 18. ve 19. yüzyılın güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder; ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel; ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan; yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer; ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…

Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askerî bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

I. ve II. Dünya Savaşları

20. yüzyılın başında dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri.

İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Sonunda bu iki blok 1914 yılında savaşa tutuşur. Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılır: Batı (NATO) ve Doğu (Varşova) Sonra da 1990 yıllarına kadar Soğuk savaş dönemi yaşanır…

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağılır. Tek kutuplu dünyaya dönülür… Küreselleşme başlar… .

1990’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanır. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1990). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürer: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.

1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2020 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır.

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.

Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar:  ‘’Die Kultur des Krieges’’  (Savaşın Kültürü) (Die Kultur des Krieges, John Keegan, Rowolt Tb. 2007) (Bu kitap Türkçeye ‘’Savaş Sanatı Tarihi’’ olarak çevrilmiştir, Doruk Yayınları, 2007) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), uzlaşma kültürü, insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir…

Günümüzdeki güvenlik paradigmaları

Günümüzde artık güvenlik 18. yüzyılda olduğu gibi belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askerî bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlanmamaktadır. Bölge, arazi, coğrafya ve askerî güç artık önde olan bir güvenlik parametresi değildir.

Günümüzdeki güvenlik parametreleri jeoekonomiyi ve jeokültürü oluşturan güçlerden oluşmaktadır. Jeoekonomik güç olarak uluslararası kuruluşlar, finans kuruluşları, medya kuruluşları, NGO’lar, global şirketler yer almaktadır. Jeokültür olarak da toplumun uzlaşma kabiliyeti, hukuk (Evrensel-laik hukuk), insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, sanat, edebiyat, felsefe ve dil yer almaktadır.

Almanya örneğinde jeoekonomi ve jeokültürün günümüzde kullanımı

Almanya her iki savaşta kaybettiği Prusya topraklarını Alman jeokonomisini ve jeokültürünü kullanarak bir tek mermi bile atmadan tamamen geri almıştır.

Bugün itibarıyla Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Avusturya, Slovenya ve Macaristan’ın hemen hemen bütün fabrikaları, hemen hemen bütün şirketleri, AVM’leri, toptancıları, perakendecileri, ekmek fırınları, pastaneleri, kahvehaneleri, berberleri ve kuaförlerinin neredeyse tamamı Alman şirketleri tarafından satın alınmıştır. Almanya’nın bu gücü İkinci Dünya Savaşında başaramadığı Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır. Bugün itibarıyla Yunanistan’ın bütün tur operatörleri, turizm şirketlerinin neredeyse tamamı Almanya’ya aittir.

Almanya’nın da en büyük partneri de sanıldığı gibi üyesi olduğu AB veya müttefiki olduğu ABD değil Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi de yoktur.

Almanya bu gücü sayesinde günümüzde yaşanan Korona salgın hastalığını en rahat atlatan devletlerden bir tanesidir.

Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi Fransa’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Almanya’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, mültecilerdir, salgın hastalıklar, doğal afetler ve halkın refahında olabilecek kayıplardır.

Günümüzde Almanya’nın askerî bir güç olarak sadece bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Ancak Alman Silahlı Kuvvetleri içerisinde Federal Silahlı Kuvvetleri Altyapı, Çevre Koruma ve Hizmetleri Federal Ofisi (BAIUDBw) (Das Bundesamt für Infrastruktur, Umweltschutz und Dienstleistungen der Bundeswehr (BAIUDBw), Sanitätsdienst (Bünyesinde dünyanın en büyük askerî hastaneler zincirini barındıran Tıbbi Hizmetler), Cyber- und Informationsraum (Siber Bilgi Alanı) gibi günümüz tehditlerine cevap verebilecek unsurlarının her biri neredeyse kara, hava ve deniz kuvvetlerine eşit güçtedirler.

Gelelim Türkiye’ye…

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.

Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra, beş yıl sonra veya on beş yıl sonra dünkü İzmir depremi gibi veya daha büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Koranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik, kimyasal veya nükleer bir saldırıya maruz kalması da her zaman mümkündür.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler, İHA’lar, SİHA’lar mı?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

Büyük depreme maruz kalmış İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Koronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak?

Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz? Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Dört milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve yeni ordu

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.

Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık anlattığım gibi gelişmiş silahlarla, güçlü ordularla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları; deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı ordunun yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları; halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, ‘’refah’’ gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz…

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?

Günümüzde ülke için ulusal güvenlik tehditleri

Deprem bölgesi ülkemizde depreme dayanıklı bina yapmayan ve bunu kontrol etmeyen, dere yataklarına, heyelan bölgelerine bina yapan ve yapılmasına göz yuman, imara aykırı binaları imar affıyla yasal hale getiren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Bilim yerine hurafeler üzerine araştırma yapan üniversiteler ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Ülke gençliğini bilimle donatıp çağın ihtiyaçlarına göre yetiştirmek yerine onları ‘’kindar ve dindar nesil’’ yetiştirme projesine kurban eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir.

Sırf kendi partisinden diye ülkedeki makamları niteliksiz adamların eline teslim eden bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir…

Komşu ülkelerle barış içinde yaşayıp onlarla beraberce ekonomik işbirliği bölgeleri oluşturmak yerine onlardan düşmanlar yaratıp, sonra da bu düşmanlara göre silah üretip silah ithal ederek halkının refahını düşüren bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ülke refahını artırmayan, evrensel hukuk ilkelerinden, demokrasiden ve sosyal adalet prensibinden uzaklaşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Ulusal çıkar yerine içte ve dışta ideolojik çıkar peşinde koşan bir siyaset ülke için ulusal bir güvenlik tehdididir...

Sonuç

Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğini kurgulayamayan ve güvenlik birimlerini ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemeyen ve eğitemeyen ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarını çağın gereklerine göre gidermeyen toplumların sonu hüsran olmuştur. Ve Tarih Baba da ısrarla ve ısrara hep bunu söylemiştir…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN



Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır
...


29 Ekim 2020

İki ayda bir yayınlanan tarih ve kültür dergisi olan ‘’Tarih Çevresi’’ dergisinin Eylül – Ekim 2020 tarihli ‘’Atatürk Tarihi Dosyası’’ başlıklı sayısında değerli bilim insanı, Atatürk araştırmacısı, çok değerli ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’ (Doğan Kitap, 2019) kitabının yazarı Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in ‘’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’ başlıklı bir makalesi yayınlandı. (s. 37 -38) Yazar bu makalesinde Mustafa Kemal’in daha 33 yaşında bir yarbay iken 1. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri kaynaklara atıflar yapılarak anlatır…


Bu makalenin bağlantısını, makalenin tamamını okumak isteyen meraklıları için yazımın sonunda veriyorum. Ancak ben buraya makalede kaynaklar gösterilerek verilen Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine nasıl girdiğini Osmanlı Genelkurmay Karargâhı penceresinden aktaran kısmını alıntılamak istiyorum…

Makalenin ilgili bölümü:

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya harbine nasıl girdi?

Acaba bu sırada İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde neler oluyordu diye bir soru aklınıza gelmiştir diye düşünüyorum. Şimdi o sorunun yanıtını kısa olarak veriyorum.

İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde Türk kurmaylarınca yapılan bazı çalışmaları ve bu yüzden başlarına geleni ise sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında şöyle anlatmıştır:

“Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman yine Harbiye Nezareti Erkânı Harbiyesinde görevliydim. Goben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girişinden sonra, Almanlar bizi de savaşa sokmak için zorlamaya başlamışlardı. Enver Paşa, Ali İhsan (Sabis) Bey ile beni çağırarak savaşa girip girmememiz konusunu her yönüyle inceleyen bir rapor hazırlamamızı istedi. Kazım Karabekir de bizimle beraber harekât şubesindeydi. Ali İhsan, Kazım Karabekir ve ben baş başa vererek Osmanlı İmparatorluğunun jeopolitik ve jeostratejik durumunu etüt ettik. Bu çalışmalarımız, Balkanlarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bağlantı kurulmadan ve Bulgarların davranışları öğrenilmeden bir karara varılamayacağını ortaya koyuyordu. Bu durumu Enver Paşa’ya anlatmıştık. Ayrıca geniş yurt parçasında, birbirine uzak mesafelerde açılacak cepheler karşısında savunma yapılabileceğini, hatta silahlı tarafsızlık politikasının çok daha hayırlı olacağını belirten bir rapor hazırlamış ve Harbiye Nazırı’na vermiştik. Bu rapordan sonra karargâhta görevli Almanlar üçümüzün de karargâhtan uzaklaştırılmamız için büyük çaba göstermeye başlamışlardı. Enver Paşa, Almanların bu istekleri üzerine Ali İhsan Bey, Kazım Karabekir ve beni ayrı ayrı cephelere göndermekte tereddüt etmemişti.”

“Hâlbuki bahis konusu raporu verene kadar görevli Almanlar, Ali İhsan Bey’le beni kendilerine çok yakın hissediyorlardı. Zira ikimiz de uzun süre Almanya’da kalmış ve kendileriyle çalışmıştık. Ancak bizler de her şeyden önce Devletimizin ve Milletimizin çıkarlarını düşünmek zorundaydık. Diyebilirim ki, Türk Erkânı Harbiyesi’nde, Enver Paşa’dan başka hiç kimse, Almanların birinci dünya savaşındaki başarılarının devamlı olacağına inanmış değildi. Hatta Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve sınıf birincisi Hafız Hakkı Paşa bile bizlerle beraber ‘silahlı tarafsızlık’ görüşünü savunmaktaydı.”

“Türk Erkânı Harbiyesi’ndeki bütün isteksizliklere rağmen, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Goben ve Breslav zırhlılarının Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla savaşa katılmış oluyorduk.”

Orgeneral Asım Gündüz -o günlerde kurmay yarbay rütbesindedir- anlatımına şöyle devam etmiştir:

“Almanlar doğuda Rusları sıkıştırınca, biz de Kafkaslardan Türk yurduna atılarak, Rus cephelerini çökertme umuduna kapılmıştık. İngilizler ise, Rus dostlarına yardım için, Mısır’da topladıkları kuvvetleri Çanakkale’ye çıkarmışlardı. Bu sırada, Fethi (Okyar) Bey’le beraber Sofya’da ataşemiliter olan Mustafa Kemal, Çanakkale’de Liman von Sanders’in kumanda ettiği ordunun 19’uncu tümenine tayin edilmişti. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal Çanakkale’ye geçerken, Harbiye Nezareti’nde beni ve Ali İhsan (Sabis) Bey’i ziyaret etmişti. Onun, o gün söylediklerini aynen hatırlıyorum. Mustafa Kemal: “Yahu’’ diyordu… ‘’Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?”

“Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Nitekim Enver Paşa’dan hemen randevu almış ve görüşmüştü. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkmıştı. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli idi. Tekrar yanımıza geldiği zaman: “Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde, demişti.”

“Mustafa Kemal tekrar bize dönmüş ve kâğıt istemişti. Sonra masaya oturmuş ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazmış ve Harbiye Nezareti’ne vermişti.”

Bahsettiğim konu makalede böyle anlatılır…

Yarbay Mustafa Kemal’in, 1. Dünya Harbi başlamadan önce ve başladıktan hemen sonra bu harbe Osmanlı İmparatorluğunun girmemesi konusundaki ikazları:

Yazar, makalenin başında 1914 yılında Atatürk’ün genç bir yarbay iken (Sofya’da askeri ataşedir) henüz 1. Dünya Savaşı başlamadan önce hükumete yakın arkadaşlarına yaklaşan dünya harbine girmememiz gerektiğini hükûmete iletmesini istediği mektuplarına yer verir.


Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a yazdığı bu mektuplarından birisi şu şekildedir:

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”

Savaş başladıktan sonra da Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Doktor Tevfik Rüştü Aras’a şu mektubu yazar:

‘’Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim.  Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmaklığını isterim.”

Yazar makalesinin sonunu da şöyle bitirir:

Son olarak bir konuya işaret etmek istiyorum. Biliyorsunuz Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de vardı. Atatürk o eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişti ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu. O cümle şöyleydi:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Altını kırmızı kalemle çizdiği ve yanına da ikişer çarpı işareti koyduğu o cümle “ihtiyat” ve “tedbir” hakkında idi… Bugünkü dille söylersek “ihtiyat = ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma” ve “tedbir = bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma” anlamındadır. O cümleyi huzurunuzda bir daha tekrarlıyorum:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Bu da benim notum

Libya iç savaşında savaşan gruplar geçen hafta 23 Ekim 2020 tarihinde bir ateşkes anlaşması imzaladılar. Bu anlaşma ile AKP Hükumetinin Libya’da düşman bellediği General Hafter daha bir ön plana çıkar. Bu anlaşmaya göre Libya’daki bütün yabancı güçler üç ay içerisinde Libya’yı terk edeceklerdir. Üç ay sonra ne olacağı tamamen belirsizdir. Suriye’de ise İdlib’deki gözlem noktalarından Türkiye adım adım çekilmektedir…  

Ne büyük öngörü değil mi?

Ekonomi tükenmiş durumda… Siyaset tükenmiş durumda… Dış siyaset ‘’Eyyyy!’’ nidalarına indirgenerek dışarıda hiçbir dost bırakılmamış… İç siyasette her türlü itiraz FETÖ ve PKK suçlamaları ile sindirilmiş... Kayyumlar ve tutuklamalar siyaset yapma aracı haline getirilmiş…  

Yazılarımı takip edenler bilirler. Tarih ile ilgili yazılarımda hep ‘’günümüz koşullarının 1914 öncesi koşullarını çağrıştırıyor’’ diye yazarım.


‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın... 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor... Bölgemizde Rus Çarlığı yerine Rusya vardır. İngiltere yerine ABD vardır. Almanya ve Fransa yine aynı Almanya ve Fransa’dır. Araplar yine aynı Araplardır. Osmanlı İmparatorluğu yerine Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat ve Terakki Partisi yerine de Adalet ve Kalkınma Partisi vardır. Yine Kafkasya, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz kaynamaktadır... Osmanlı yerine Türkiye Cumhuriyeti yine buralarda cephe açmaktadır. Osmanlının, Rusya ve İngiltere ile kavgalı olduğu gibi Osmanlının yerine Türkiye Cumhuriyeti yine Rusya ve İngiltere yerine ABD ile kavgalıdır... Osmanlının müttefik olduğu Almanya ile bu sefer Türkiye Cumhuriyeti kavgalıdır....

Tek fark; İttihat ve Terakki Partisi politikalarıyla koca imparatorluğu batırırken amacı tükenmiş bu imparatorluğu kurtarmak idi... Adalet ve Kalkınma Partisi ise bin bir güçlükle kurulan genç bir Cumhuriyeti reklam arası görüp, kurucularını ayyaş diye aşağılayıp, dindar ve kindar politikalarıyla batırma istikametinde ilerler... 

Bölgemizde 1. Dünya Harbi öncesine göre değişen hiçbir şey yoktur. Leone Caetani’nin yargısı bile:


“Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Osman AYDOĞAN

Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ’’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’, Tarih Çevresi,  Atatürk Tarihi Dosyası, Eylül – Ekim 2020, s. 37 – 38:
https://www.tarihcevresi.net/eylul-ekim/

Bu makale aynı zamanda AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi)'de de yayınlanır. Burada makale yazı karakteri itibarıyla daha okunaklıdır:
https://avim.org.tr/Blog/ATATURK-UN-GELECEGI-SEZIS-VE-ONGORU-GUCU-1914-YILI

 



29 Ekim: ''En büyük bayramımız''

28 Ekim 2020


Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak basarken kafasında var olan projeyi Nutuk’ta şöyle anlatır: “Efendiler!... Bir tek karar vardı, o da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.”

Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edilir? Bu soruyu Fahrettin Altay, Atatürk’e sorar ve şu yanıtı alır: ''Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır...'' Çünkü Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması sayesinde bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim. 

Cumhuriyetin ilan edilişinin bayram olarak kutlanması

2 Şubat 1925 tarihinde Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilir ve bu teklif 19 Nisan 1925 tarihinde TBMM tarafından kabul edilir… 628 sayılı bu kanun ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına 29 Ekim, 1925 yılından itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanır…


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bugünü ‘’en büyük bayram’’ olarak nitelendirir…

Cumhuriyet ve Demokrasi

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’in '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'den de bahseder. (s. 360-364):


Duverger kitabında faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Duverger, bu kitabında Atatürk hakkında şunları yazar: “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’ Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği, onun demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, faşist veya komünist ideolojiler gibi, bir tarikat veya kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir…

Maurice Duverger’nin deyişiyle Cumhuriyet Tek Parti rejiminden “mahcubiyet” duymuştur. Gelecekte demokrasiye geçilmesi fikri Cumhuriyet’in özünde ve kurucularında mevcuttur. 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk, bir muhalefet partisi (Serbest Fırka) kurdurmak kararı nedeniyle çevresindekilerin (Fethi Okyar) kaygılarına karşı şöyle der: “Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yoktur. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...” Mustafa Kemal Atatürk sözlerinin devamında demokrasiye geçmeyi hedeflediğini söyler: ‘’Vakıa bir meclis vardır, fakat dâhilde ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben Cumhuriyet’i şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum…” (Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, ‘’Fethi Okyar’ın Anıları’’, İş Bankası Yayınları, 1999, s.103-104)

İşte bu nedenlerle Duverger'nin yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarından Celal Nuri (İleri) Cumhuriyetin ilanını “milletin taç giymesi” olarak takdim eder. (Celal Nuri İleri, ‘’Taç Giyen Millet’’, Cihan Biraderler Matbaası, 1924)

Cumhuriyetin millete vaat ettiği “taç” ise yıllardır ülkeyi yönetenlerin bir türlü anlayamadıkları ''farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılma tasavvuru'' olan “demokrasi” fikrine dayanan ''toplumsal barış'' idi... Mustafa Kemal Atatürk’ün de hedeflediği ve arzuladığı gibi Cumhuriyet, ''demokrasi'' ile taçlandığı ölçüde, ''taç'' giyen millet, özgür ve barış içinde yaşama imkânı bulabilecektir. Bu anlamda demokrasi tacı ile onurlanmayan bir ''Cumhuriyet''in içi boş bir kavram olmaktan öte bir anlamı olmayacağı da aşikârdır. 

Cumhuriyet; ''bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramları içinde barındırır. ''Bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramlar da ancak ve ancak demokrasi ile mümkündür. Bu anlamda Cumhuriyetin fazileti demokrasisidir. Demokrasisi olmayan bir Cumhuriyetin faziletinden de bahsedilemez...

Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ‘’Cumhuriyetin 50. Yıl Marşı’’nda söylediği gibi:

‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, 
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.’’

Demokrasi ile taçlanması umudu ile ''En Büyük Bayramımız'' kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN

Muhyiddin Abdal  

27 Ekim 2020

Muhyiddin Abdal 16. yüzyıl kaynaklarında ismi geçen tasavvuf edebiyatının önemli şairlerindendir. Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilir.

Edirne ile Kırklareli arasında yer alan ve eski adı Çöke olan Hacıdanişment Köyü’nde yaşamış olduğu bilinir. Muhyiddin Abdal ‘’Seyrannâme’’ isimli şiirinde, şiire Çöke'den başlar ve pek çok yeri gezdikten sonra tekrar Çöke'ye döner. Bütün yaşamı boyunca belde belde dolaştığı ve 1529 yılında vefat ettiği tahmin edilir… Günümüzde "Muhyiddin Baba Türbesi" olduğu söylenen yer ise Edirne'nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacıdanişment ile Vaysal köyleri arasında bulunan "Muhittin Baba Tepesi"ndedir…

Muhyiddin Abdal  şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Fazlullah, Hacı Bektaş Velî, Otman (Utman) Baba, Şahkulu, Kumral Baba ve Akyazılı gibi Kalenderîlerin ve Bektaşîlerin ulu saydıkları kimselerden bahseder. Hece vezni ile Hurufi anlayışta yazdığı şiirlerini küçük bir divanda toplar. Çukurova Üniversitesinde araştırmacı Bayram Durbilmez tarafından 1998 yılında “Muhyiddin Abdal Divânı’’ adlı bir doktora tezi yapılır. Muhyiddin Abdal'ın bütün şiirleri bu tezde yer alır… Bir de yazar İbrahim Aslanoğlu’nun Muhyiddin Abdal'ın hayatını anlattığı ve divânına yer verdiği ‘’Muhyiddin Abdal’’ (Can Yayınları, 2007) isminde bir kitabı var. Ne yazık ki bu iki eser dışında Muhyiddin Abdal hakkında yayınlanmış başka eser yoktur.

İnsan İnsan 

Fazıl Say, gençlik yıllarında; Ömer Hayyam, Nâzım Hikmet, Metin Altıok, Cemal Süreya, Orhan Veli Kanık, Can Yücel, Pîr Sultan Abdal ve Muhyiddin Abdal’ın şiirlerinden bestelediği eserlerini 2013 yılında çıkardığı ‘’İlk Şarkılar’’ isimli albümünde yer verir...

Fazıl Say'ın bu albümünde 
Muhyiddin Abdal Divânı'nda bulunan ‘’İnsan insan’’ isimli şiiri de yer alır... Fazıl Say tarafından bestelenen bu eser; Güvenç Dağüstün, Cem Adrian, Selva Erdener ve Burcu Uyar tarafından seslendirilir. Bu eserin bağlantısını ve şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum… Arkasından da meraklıları için şairin ‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ ve ''Seyrannâme'' isimli şiirlerini veriyorum...

Bu günler gayri güz günleri… Hava artık kapalı, kasvetli, yağmurlu, gamlı ve kasvetli… Zaman gamı kederi, kasveti bırakıp bu şaheseri dinleme ve şiir üzerinde düşünme zamanı diye düşünüyorum… 

İnsan nedir, can nedir, iman nedir, güman nedir, eren nedir, erkân nedir, mihman nedir, mümin nedir, münkir nedir, ayan nedir, pinhan nedir, nişan nedir, her ne kadar sözlük anlamını şiirin başında verdimse de itiraf edeyim ki gerçek anlamlarını ben bu yaşa geldim ama ben hala bilemedim…

‘’Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim…’’

Osman AYDOĞAN

Fazıl Say; ''İnsan İnsan''
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0

Muhyiddin Abdal’ın şiirinde geçen "Müminin kalbinde olan / İman nedir şimdi bildim" kısmını Fazıl Say bestelediği eserinde "Canların kalbinde olan / İnanç nedir şimdi bildim" olarak değiştirir… Fazıl Say şarkısında şiirin 1., 2. ve 6. kıtalarını kullanır. Şarkının sonunda yer alan ve şiddeti gittikçe artan uğultu ise İstanbul Gezi Parkı olayları esnasında canlı kaydedilen seslerdir.

Şiirden önce küçük bir sözlük:

Münkir: İnkâr eden.
Şekk: Şüphe, zan.
Güman: İnanç.
Mihman: Konuk, misafir.
Ayan: Gözle görülen, açık, belli.
Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş, mahfi.
Kendüz: Kendi özü, nefs, can, ruh.

İnsan insan 

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim

Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim

Takvâ ehlinin sattığı
Mü’minlerin ok attığı
Münkirlerin şekk ettiği
Güman nedir şimdi bildim

Bir kılı kırk yardıkları
Birin köprü kurdukları
Erenler gösterdikleri
Erkân nedir şimdi bildim

Sıfât ile zât olmuşum
Kadr ile berât olmuşum
Hak ile vuslat olmuşum
Mihman nedir şimdi bildim

Muhyeddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hâzır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim

Bundan sonrası meraklıları için:

Zahid bizi ta’n eyleme

Zahid bizi ta'n eyleme 
Hak ismin okur dilimiz 
Sakın efsane söyleme 
Hazret' e varır yolumuz 

Sayılmayız parmağ ile 
Tükenmeyiz kırmağ ile 
Taşramızdan sormağ ile 
Kimse bilmez ahvalimiz 

Erenler yolun güderiz 
Çekilip hakk'a gideriz 
Gaza-ı ekber ederiz 
İmam Ali'dir ulumuz 

Erenlerin çoktur yolu 
Cümlesine dedik beli 
Gören bizi sanır deli 
Usludan yeğdir delimiz 

Tevhid eden deli olmaz 
Allah diyen mahrum kalmaz 
Her seher açılır solmaz 
Bahara erer gülümüz 

Muhyî sana ola himmet 
Aşık isen cana minnet 
Elif Allah mim Muhammed 
Kisvemizdir dalımız

Seyrannâme

Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm

Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm


Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm

Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm

Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm

Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm

Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm

Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm

Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm

Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm

İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm

Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm

Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm

Muhyiddin Abdal



Rudyard Kipling

26 Ekim 2020


Rudyard Kipling (1865-1936), İngiliz şair, roman ve hikâye yazarıdır. Hindistan'da doğar. İngiltere'deki öğreniminden sonra yeniden Hindistan’a döner. Gazeteciliğe başlar, hikâye, roman ve şiirleriyle üne kavuşur. İngiltere'ye yeniden dönüşünde yayımladığı kitaplarıyla ününü artırır. Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikâyecisi olarak tanınan Kipling’in Hindistan eserlerinin kaynağı olur. Toplum yaşamını, din ve töreleri eserlerinde ustalıkla işler. İngiliz milliyetçisidir. Sömürgeciliği savunur.

İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılındaki Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırır.

Nobel Edebiyat Ödülleri Komitesi ona layık görülen ödüle şu gerekçeyi sunar: "Bu dünyaca ünlü yazarın eserlerine karakterize; güçlü gözlem, orijinal betimleme yeteneği, taze fikirleri ve olağanüstü anlatı yeteneği nedeniyle." Zaten şu söz de ona ait: ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır.’’

Rudyard Kipling'in sözleri

Rudyard Kipling, bu sözünü teyit edercesine aşağıdaki sözlerin de sahibidir:

"Gerçek adam her kadını fethedebilen değil, aynı kadını defalarca fethedebilendir." 

"Tanrı her yere yetişemiyordu ve bu yüzden anneleri yarattı."

“Doğu Doğu’dur. Batı da Batı... Ve bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir.” 

"Altı dürüst hizmetkârım vardı, bütün bildiklerimi bana öğreten onlardı. İsimleri: Ne, neden, ne zaman, nasıl, nerede, kim?"

‘’Geçmiş günleri yeniden yaşamaya kalkmak aptallıkların en büyüğüdür, çünkü sönmüş şeylerin üzerinden soğuk bir yel eser.’’


“Ama ruhun acısını dindirmek için Tanrı’nın yardımı dışında tek bir ilaç var, o da insanın sanatı, bilgeliği ya da zihninin bir başka yararlı uğraşısı.”

‘’Sahipler daima eşyalarının kölesidir.’’

‘’Kadının tahmin ettiği şey, erkeğin emin olduğu şeyden daha doğrudur.’’

‘’Herkesin iyi olduğuna inanmayı seçiyorum. Bu beni büyük bir dertten kurtarıyor.’’

‘’Her zaman umut vardır.’’

"Aklın, yola çıkmadan ya da henüz yoldayken seni uyarmaz, bi bakmışsın ki yolun en ucuna varmışsındır. Ne kadar ileri gittiğimizi ancak geriye dönüp baktığımızda anlayabiliriz."

Rudyard Kipling'in ‘’If-’’ şiiri


Bizim bildiğimiz en önemli şiiri ‘’If-’’ şiiridir. Kipling bu şiirini 1. Dünya Savaşında kaybettiği oğlu için yazar. Şiir ilk olarak 1910 yılında Kipling'in kısa hikâyeleri ve şiirlerinden oluşan kitabında (Rewards and Fairiesin) yayınlanır... Bu şiir Britanya'da en sevilen şiirlerinin seçildiği oylamalarda sık sık en çok sevilen şiir seçilir... BBC’nin The Book Worm programında İngiltere’nin en gözde şiiri olarak yorumlanır. Atatürk'ün ''Gençliğe Hitabesi'' bizde ne anlama geliyorsa Kipling'in bu şiiri de Britanya'da odur...

Tarihçi Halil Berktay’a göre Kipling şiirde, Kraliçe Viktorya döneminin stoik değerleri ve davranış kodlarını sıralar. Bu kodlar şunlardır: “Sükûnet, soğukkanlılık, sabır, dürüstlük, kin gütmemek, böbürlenmemek, hayal kurmak ama hayallerine kapılmamak, düşünmek ama düşüncelerini saplantıya dönüştürmemek, risk almak ama kaybedince kılını bile kıpırdatmamak, felâketlerden yılmamak, başarıdan başı dönmemek. Ne pahasına olursa olsun dayanma iradesi, düşmanlarından korkmamak, dostlarına fazla güvenmemek. Aşırılıklardan kaçınmak, dengeli olmak, duygularını belli etmemek.”

Şiir, dünya çapında 27 dile çevrilir, insanlara ilham kaynağı olur, kartlara basılır, ceplerde taşınır, ofislere, salonlara, yatak odalarına asılır. 

Şiirin, "If you can meet with Triumph and Disaster and treat those two impostors just the same" (Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir İkisine de vermeyebilirsen değer) mısrası dünyanın en önemli tenis turnuvaları arasında yer alan Wimbledon'ın düzenlendiği Merkez Kort'ta oyuncuların giriş kapısında yazılıdır. Ayrıca şiir İsviçreli tenisçi Roger Federer ve İspanyol tenisçi Rafael Nadal'in karşılaştığı 2008 yılı Wimbledon Finali'nin tanıtım videosunda kullanılır.

Bu şiir Türkçeye eski başbakanlarından Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle, yazar ve hitabet sanatçısı Nejat Muallimoğlu tarafından da ‘’Eğer’’ ismiyle tercümesi yapılır... Her iki tercümeyi ve şiirin orijinalini yazımın sonunda veriyorum...

Bu arada küçük bir bilgi: 12 Eylül yönetimi tarafından 1981 yılında Ecevit'in ‘’Arayış’’ dergisindeki yazıları yasaklanır ve dergideki görevlerine son verilir. Bu nedenle, dergide yayımlanması düşünülen ve yasaklar kapsamına girdiğinden dergiden son dakikada çıkarılan yazı yerine Ecevit'in yıllar önce Kipling'ten ‘’Adam olmak” başlığıyla çevirdiği şiiri yayımlanır. Ancak çevirinin kimi kast ettiği veya neden yayımlandığı hususunda vehme kapılan yönetim tarafından söz konusu derginin yazı işleri müdürü sorgulanır ve dergi 1982'de de kapatılır.

''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez” derdi Ceyhun Atuf Kansu... Ben de benzer şekilde derim ki: ''Şiir okuyan toplumda asla umut kesilmez.” Bu şiiri okumaya, anlamaya ve içselleştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var diye düşünüyorum. 

Osman AYDOĞAN

Şiirin Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle yapılan tercümesi:

Adam olmak

Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse

Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana.

Düşlere kapılmadan düş kurabilir

Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden.

Döküp ortaya varını yoğunu

Bir yazı-turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek.

Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen

Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakkasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir.

Şiirinin Nejat Muallimoğlu tarafından ‘’Eğer’’ ismiyle yapılan tercümesi:

Eğer

Çevrendekiler kafalarını kaybeder, seni mes’ul tutarsa,

Sen, yine de soğukkanlı kalırsan;
Sen güvenirsen kendine, herkes şüpheli de olsa,
Ama, o şüphelere de gerçek payı bırakırsan;

Bekleyebilir, ama beklemekten usanmazsan,

Yalan da söyleseler hakkında, sen yalana başvurmazsan;
Nefret de etseler senden, sen nefret hissi beslemezsen,
Ve tepeden de bakmaz, bilgiçlik taslamazsan;

Hayâller kurabilir; ama kendini hayâle kaptırmazsan,

Düşünebilir, ama gaye olmazsa düşüncen;
Zaferden de içsen, felâketten de tatsan,
Ve tutmazsan faklı birini ötekinden.

Tahammül edebilirsen işitmeye, söylediğin gerçeğin

Evrilip, çevrilip kapan yapıldığına, gâfiller için;
Veya bakabilirsen kırılmasına koca bir ömür verdiğin şeyin,
Ve başlarsan yeniden yapmaya, eskimiş de olsa âletlerin;

Yığabilirsen bütün kazancını bir tepe gibi önüne,

Ve sokabilirsen tehlikeye, bir yazı tura oyununda;
Ve kaybedip, başlayabilirsen sıfırdan, yine de
Söylemeksizin bir tek kelime dahi kaybettiğin hakkında;
Kalbin, sinirlerin, damarların artık tükenmiş de olsa,
Sen, yine de zorlayabilirsen onları, sana etmeleri için hizmet;
Durabilirsen ayakta, hiçbiri kalmamış da olsa,
Sadece onlara seslenen azminle: “Devam et!”

Kalabalığa hitap ederken de koruyabilirsen zarafetini,

Krallarla yürürken de hak verdirirsen tevazuuna;
Ne düşmanların ne de dostların incitebilirse seni,
Ve ─yüzde yüz de olmasa─ güvenebilirse herkes sana

Ecelin gelip çattığı son bir dakikayı bile,

Doldurabilirsen sen onu, altmış saniyelik bir yarışmış gibi;
Senindir bu dünya bütün nimetleriyle,
Ve ─dahası─ işte o zaman adam olacaksın, oğlum.

Şiirin İngilizce orijinali:

"If—"

If you can keep your head when all about you

Are losing theirs and blaming it on you;
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too:
If you can wait and not be tired by waiting,
Or being lied about, don’t deal in lies,
Or being hated don’t give way to hating,
And yet don’t look too good, nor talk too wise;

If you can dream—and not make dreams your master;

If you can think—and not make thoughts your aim,
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same:
If you can bear to hear the truth you’ve spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build ’em up with worn-out tools;

If you can make one heap of all your winnings

And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
And never breathe a word about your loss:
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: ‘Hold on!’

If you can talk with crowds and keep your virtue,

Or walk with Kings—nor lose the common touch,
If neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much:
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds’ worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that’s in it,
And—which is more—you’ll be a Man, my son!

Rudyard Kipling



Mehlika Sultan

25 Ekim 2020

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da bu dağda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Simurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.

Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz.

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal… Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı... Şiirde sadece Kaf Dağı geçemez. Şiirde geçen; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı da masalsı unsurlardır. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benzer. Birçok araştırmacı Mehlika Sultan’ı Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetirler.

Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ derdi… İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerimizdeki aşkın somutlaşmış halidir Mehlika Sultan… Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayallerimizi süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olamadığımız dünya güzeli bir peridir Mehlika Sultan. Hayal edilen güzelliktir, sonsuzluğun sembolüdür Mehlika Sultan. Zaten Mehlika ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamında bir kelimedir.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur yedilerdir... Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası. Bu yola düşenler üçler kadar az değil, ama kırklar kadar da çok değil, orta sayıda bir gruptur...

Mehlika Sultan bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu olurmuş…

Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılır, tasvir edilir Mehlika Sultan; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’. 

Yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederler ve yollara düşerler. Bu yolculuk her gün daha da uzar ve daha da ıstırap vermeye başlar. Niceleri bu yolda hayatlarını feda etmiştir ama Mehlika’nın kara sevdalıları varırlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyudur. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremezler... Suya bakınca gizli bir dünya görürler. Zannederler ki etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yerdir. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atar suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla ererler yolculuğun son demine. 

Belki de Mehlika Sultan’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Kalır yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında ve geriye hiçbir zaman dönmezler.

”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” derdi Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildi Mehlika Sultan…  

‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ derdi Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcük bulamadığımız bir duyguydu Mehlika Sultan…

‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ derdi yine Cibran… İşte ulaştığımız değil de ulaşmak istediğimiz bir hayaldi Mehlika Sultan…

‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ derdi yine Cibran… İşte sevginin bize Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yoldu Mehlika Sultan…

Belki de hayat Mehlika Sultan’ların uğrunda yaptıklarımızdır, hayallerimize hedeflerimize uğraşma çabasıdır. Bir hedef, bir maksat değildir Mehlika Sultan. Kaf Dağı'na giden yoldur Mehlika Sultan. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşamasak ta bu uğurdaki çabamızın ödülüdür Mehlika Sultan.

Biliyor musunuz ki şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra Mehlika Sultan'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru bir mâverâya gidercesine Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci genç de bendim!... Bu çok uzun emel gurbetinin yoktu ucu... Daimâ yollar uzadı, uzadı, uzadı... Aynada bir gizli cihân göründü... Sonra ayna düştü, hayal perdelerinin arasından bir akiscik çıktı aradan... Su çekildi rü'yâ oldu...  Yolumun karanlığa saplanan noktasında bir hayâl âlemi peydâ oldu... Ve ben de göçtüm o hayâl âlemine... İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları...

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç seneler geçti henüz gelmediler...

Osman AYDOĞAN

Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı: 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Kara sevdalı birer âşıktı. 

Bir hayâlet gibi dünya güzeli 

Girdiğinden beri rü'yâlarına; 
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli 
Gittiler görmeye Kaf dağlarına. 

Hepsi, sırtında aba, günlerce 
Gittiler içleri hicranla dolu; 
Her günün ufkunu sardıkça gece 
Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' 

Bu emel gurbetinin yoktur ucu; 
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: 
Ömrü oldukça yürür her yolcu, 
Varmadan menzile bir yerde ölür. 

Mehlika'nın kara sevdalıları 
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, 
Mehlika'nın kara sevdalıları 
Baktılar korkulu gözlerle suya. 

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. 
Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' 
Sandılar doğdu içinden bir ân 
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. 

Bu hâzin yolcuların en küçüğü 
Bir zaman baktı o viran kuyuya. 
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü 
Parmağından sıyırıp attı suya. 

Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. 
Erdiler yolculuğun son demine; 
Bir hayâl âlemi peydâ oldu 
Göçtüler hep o hayâl âlemine. 

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Seneler geçti, henüz gelmediler; 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Yahya Kemal BEYATLI

Libya’da kalıcı ateşkese varılırken

24 Ekim 2020

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams, dün, 23 Ekim 2020 Cuma günü Cenevre Ofisi’nde Arapça olarak “Libyalılara müjde” diye yaptığı açıklamada Cenevre'deki 5+5 Ortak Askeri Komite toplantılarının dördüncü turunun ‘’kalıcı ateşkesle sonuçlandığını’’ duyurdu…

Libya’nın tarihi geçmişini, Kaddafi’yi, Kaddafi’nin katledilmesini ve Libya’nın emperyalistler tarafından parçalanmasını, bu parçalanmada görev alan işbirlikçilerini bir başka yazıma bırakıp iç savaş ve kaos içerisindeki Libya’nın son beş yılındaki gelişmeleri, bu iç savaş ve kaosun iki tarafını adım adım, yıl yıl anlatarak ve günümüze ve dün varılan ‘’ateşkes anlaşmasına’’ nasıl gelindiğini kısaca açıklamak istiyorum…

Libya’daki 2011 yılındaki kargaşa esnasından günümüze kadar ülkede iç savaşın ve kaosun iki tane figürü vardır: Bunlardan birisi ülkenin doğusunda savaşan silahlı grupların başında bulanan General Halife Hafter (D.1943), diğeri de ‘’Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi’’ Başkanı ve Başbakanı Libyalı iş adamı ve siyasetçi Fayiz Mustafa es-Serrac (D.1960)’tır.  

General Halife Hafter, Sovyetler Birliği'nde askeri eğitim alır. 1969'da Kral İdris'in Muammer Kaddafi tarafından devrilmesinde görev yapar. 1986 yılında Fransa'nın desteklediği Çad kuvvetlerine yenilip ve 300 askeri ile esir olunca Muammer Kaddafi tarafından hain ilan edilir.  Bunun üzerine Hafter, ABD'ye kaçar. 2011 yılında Kaddafi karşıtı gösterilerin artması ile birlikte ABD’den Libya'ya geri döner.

Yıllara göre Libya’daki gelişmeler

Yıl 2015

Libya’da yenilenen seçimlerden sonra 2015 yılında General Hafter, Tobruk merkezli ‘’Temsilciler Meclisi’’ tarafından "orgeneral" rütbesine yükseltilerek "Libya Ulusal Ordusu" isimli silahlı grubun başına "Başkomutan" olarak atanır.

Basında genellikle hep ‘’Hafter’in Güçleri’’ diye geçiyor ancak bu güçlerin ne kadar olduğu pek verilmez. Müteakip olayları ve saldırıları anlayabilmemiz için bu güçlerin bilinmesi gerekiyor. Hafteri'in emrinde 30 binden fazla asker, 7 bin 200'den fazla paralı savaşçı bulunuyor. Es-Saka ve Hafter'in oğlu liderliğindeki 106. Tugay başta olmak üzere doğu bölgelerinde büyük tugaylar bulunuyor. Hafter'in kontrolünde 7 hava üssü mevcut. Cufra Hava Üssü ve EL-Vatiyye Hava Üssü Hafter’in kontrolündeki önemli hava üslerinden ikisidir. :

Yıl 2016

Birleşmiş Milletler'in girişimleriyle, 2016 yılında Fas'ın Suheyrat kentinde varılan "Libya Siyasi Anlaşması" uyarınca ‘’Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi’’ kurulur. Ve bu UMH başbakanı olarak da Libyalı iş adamı ve siyasetçi Fayiz Mustafa es-Serrac atanır. Sarrac, 17 Aralık 2015 tarihinde imzalanan Libya Siyasi Uzlaşı Anlaşması sonucunda oluşturulan Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başkanı olarak seçilmişti. Sarrac, 30 Mart 2016 tarihinde Libya Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanlığı'na, 5 Nisan 2016 tarihinde de Libya Başbakanlığına seçilir. Sarrac halen her iki görevi de birlikte yürütmektedir.

Kuruluşun ardından da UMH, uluslararası toplum tarafından Libya'nın tek meşru temsilcisi olarak tanınır. UMH, Libya’da savaşan grupların diğer bir tarafıdır…

Böylece Libya’da Tobruk'ta ‘’Temsilciler Meclisi’’ ve başkent Trablus'ta da ‘’Milli Genel Kongre’’ olmak üzere iki meclis ortaya çıkar…

Yıl 2017

Her iki tarafla da diyaloğunu sürdüren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un girişimiyle 2017 yılı yazında her iki grubun lideri Hafter ve Serrac Paris yakınlarında bir araya gelerek (Paris Zirvesi) yaptıkları açıklamada ateşkes ilan edilmesi ve 2018'de seçimlerin yapılması konularında anlaşma sağladıklarını bildirirler…

Ancak Hafter tarafı anlaşmanın hayata geçirilmesi için silahlarını bırakmadan başkente girme şartını ortaya koyar. Dolayısıyla ateşkes anlaşması yürürlüğe giremez…

Yıl 2018

2018 yılı yaz aylarından itibaren Afrika'nın en büyük petrol rezervlerine sahip Libya'nın toplam petrol ihracatının yüzde 60'ının yapıldığı Petrol Hilali bölgesinde yaz boyunca süren çatışmalar şiddetlenir. Çatışmalar nedeniyle petrol üretimi neredeyse tamamen durdurulur.

Bu çatışmalar esnasında 2018 yılı boyunca 1.567 kişi ölür, 2.000 civarında kişi yaralanır ve 141 kişi kaçırılır…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Serrac 2018 yılında iki kez Türkiye’de ağırlanır ve kendisine en üst düzeyde Libya’ya her alanda destek verileceği bildirilir.  Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın 5 Kasım 2018 tarihinde Libya’ya yapmış olduğu ziyaret esnasında da iki ülke arasında askeri işbirliği konuları ele alınır.

Yıl 2019

2019 yılı Şubat ayında Libya'nın uluslararası tanınırlığa sahip tek yasal temsilcisi UMH Başbakanı Serrac ile ülkenin doğusundaki silahlı güçlerin lideri Hafter’in, BM ara buluculuğunda BAE'nin başkenti Abu Dabi'de gerçekleştirdikleri görüşmeler (Abu Dabi Görüşmeleri) neticesinde "geçiş döneminin yılsonunda yapılacak seçimlerle tamamlanması konusunda anlaştıkları" duyurulur…

Bu anlaşma çerçevesinde BM Libya Özel Temsilciliği'nin Libya'daki anlaşmazlığın çözümü için ortaya koyduğu uluslararası yol haritasının bir parçası olarak ülkedeki tüm aktörlerin katılımıyla 14-16 Nisan 2019 tarihinde Libya’nın güneybatısındaki Gadamis kentinde "Ulusal Diyalog Konferansı" düzenlenmesi planlanır.

Ancak, söz konusu konferansa günler kala, General Hafter, başkent Trablus'u ele geçirmek için 4 Nisan 2019 tarihinde saldırıya geçer…

Ancak UMH'nin direnişi sebebiyle Hafter’in Trablus saldırısı başarısızlıkla sonuçlanır...

Libya'da Hafter’in 4 Nisan 2019 tarihinde başlattığı saldırılar neticesinde 200'den fazlası sivil olmak üzere 1500'e yakın insan hayatını kaybeder… Yaklaşık 300 bin Libyalı ise ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalır…

Bu süreçte BM’nin de tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni Türkiye desteklerken, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Rusya ve Fransa Hafter'i desteklerler…  

Ancak Paris Zirvesi ile başlayan ve Abi Dabi görüşmeleri ile belli bir noktaya varan müzakereler Hafter’e o dönem için hem zaman hem de uluslararası zeminde meşruiyet kazandırır…

Kasım 2019 tarihinde de Türkiye ile Libya arasında imzalanan askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması kapsamında Türkiye, Trablus'ta Birleşmiş Milletler'in meşru kabul ettiği Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne (UMH) hem silah hem de istihbarat ve askeri destek vermeye başlar…

Aralık 2019 tarihinde Türkiye ile UMH arasında Doğu Akdeniz’de sınırları belirleyen mutabakat ile bir askeri işbirliği anlaşması daha imzalanır…

Yıl 2020

Libya için 2020 yılı oldukça hareketli geçer…

Bu süreçte uluslararası aktörler, “siyasi çözüm” için BM önderliğinde yeniden görüşmelerin başlaması yönünde harekete geçerler. BM Libya Özel Temsilcisi Gassan Selame, temel olarak “ateşkes, uluslararası konferans ve ulusal uzlaşı müzakerelerinden” oluşan üç aşamalı bir yol haritası için Libya kriziyle ilgili ülkelerin katılımıyla Almanya'nın Berlin kentinde bir konferans düzenlemek için hazırlık yapar.

Bu arada Libya'da UMH Başkanlık Konseyi Başkanı Serrac, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Fransa’yı Hafter’i destekleyerek Libya’nın iç işlerine karışmakla suçlar.

Serrac, bu açıklamaya paralel olarak, UMH, yapılması planlanan Berlin Konferansı’na katılmak için yedi maddeden oluşan ön şartlarını da yazılı olarak açıklar.  

Berlin Konferansı

Başlangıçta 1 Ekim 2019 tarihi olarak planlanan Berlin Konferansı Serrac’ın bu ön şartları nedeniyle tehlikeye girer. Serrac’ın ön şartlarından vazgeçmesiyle bu konferans Libya’daki iç savaşa doğrudan ve dolaylı taraf olan ülkelerin katılımıyla 19 Ocak 2020 tarihinde yapılır. Konferans, 7 başlıkta 55 madde içeren sonuç bildirgesiyle sonuçlanır.

Berlin Konferansı’nın sonuç bildirgesi incelendiğinde;

6. madde; “Tüm katılımcılar Libya’daki silahlı çatışmalara müdahale etmeme ve Libya’nın içişlerine karışmama taahhüdünde bulunmuştur.” 

10. madde; “Çatışma içerisindeki taraflar ya da onlara destek verenler, Libya topraklarında ve hava sahasında tüm askeri hareketliliği sonlandıracak” denilir.

13. madde; “BM’nin terörist kabul ettiği gruplarla işbirliği yapılmasını’’ yasaklar…

19. madde; ‘’Libya’ya savaşçı sevkini’’ yasaklar…

20. madde; ‘’Terörist gruplara desteğe son verilmesi gerektiği’’ni bir kez daha vurgular…

Ve 25. madde; “Libya Temsilciler Meclisi’nin onayladığı tek, birleşik, kapsayıcı ve etkin bir hükümetin kurulmasını destekliyoruz.” şeklindedir.

Libya Temsilciler Meclisi ise Serrac hükümetini değil, Hafter’i desteklemektedir. Bu madde ile Hafter meşruiyet kazanarak Hafter’i destekleyen Temsilciler Meclisi esas yetkili kılınır. Libya’daki tüm yabancı güçlerin ve askeri unsurların ve savaşçıların çekilmesi istenir.

Dolayısıyla Berlin Konferansı bütün anlaşmalarını Serrac ile yapan Türkiye’yi Libya’da devre dışı bırakır…

5+5 formatındaki ortak askeri komite toplantıları

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından, Libya'da kalıcı ateşkes sağlamak amacıyla İsviçre’nin Cenevre kentinde 5+5 formatındaki ortak askeri komite toplantılarının yapılması kararlaştırılır. Bu maksatla İsviçre'nin Cenevre kentinde 3 Şubat 2020 tarihinde başlayan 5 üyesinin UMH, diğer 5 üyesinin de Halife Hafter'e bağlı Libya Ulusal Ordusu tarafından belirlendiği 5+5 formatındaki ortak askeri komite toplantılarının ilk turu 8 Şubat 2020 tarihinde sona erer... Bu görüşmelerin 18 Şubat 29020 tarihinde başlaması gereken ikinci turu Halife Hafter'e bağlı milislerin 18 Şubat 2020 Salı günü Trablus Limanı'na düzenlediği saldırılar nedeniyle askıya alınsa da 20 -24 Şubat 2020 tarihleri arasında yine Cenevre’de yapılır.

Yaz aylarındaki gelişmeler

Mayıs ve Haziran 2020 ayları boyunca UMH, Hafter'in başkente yönelik saldırısını püskürterek, Hafter ve milislerini başkentin kapılarından iyice uzaklaştırır…

Libya hükümetinin başkentin güneyini ve yaklaşık 13 bin kilometrekarelik alanı Hafter milislerinden arındırmasıyla Hafter’in gücü zayıflar. Bunun üzerine Hafter, UMH’ye destek veren ülkeleri ve Türkiye’yi suçlar…

Hafter’in zayıflamasıyla Hafter'i destekleyen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Fransa ve özellikle Rusya gibi uluslararası aktörler, Suheyrat Anlaşması içinde de meşruiyet taşıyan Tobruk Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih gibi sivil siyasi bir isimle çıkarlarını yürütme arayışına girerler…

Taraflar arasında Sirte'de kilitlenen düğüm, bir güç dengesi doğurur…

Uluslararası toplumun da baskıları sonucu Libya Başbakanı Serrac ve Tobruk Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih, 21 Ağustos 2020 tarihinde karşılıklı ateşkes ilan ettiklerini duyururlar…

Söz konusu adım, Libya'da uzun bir süreden sonra iki tarafın da bağlı kalacağını duyurduğu ve çatışmasızlık sonrasında gelen bir ateşkes olması nedeniyle olumlu bir beklenti ortamı oluşturur.

Libya Diyalog Toplantısı

Her iki grupla da diyaloğunu devam ettiren Fas, Buznika kentinde Libya hükümetine bağlı Libya Devlet Yüksek Konseyi ile Halife Hafter'in Tobruk'taki Temsilciler Meclisi heyetleri arasında 6-10 Eylül 2020 tarihinde "Libya Diyalog Toplantıları" başlıklı görüşmeler yapılır…

Görüşmelerde, ülkedeki üst düzey kurumlara getirilecek isimlerin atama kriterleri hakkında uzlaşıya varıldığı duyurulur. Söz konusu anlaşmayı hayata geçirecek prosedürlerin tamamlanması için ise eylül ayının son haftasında yeniden toplanma kararı alınır. .

Fas'ta 2015 yılında imzalanan Suheyrat Anlaşması'nın 15'inci maddesine göre söz konusu üst düzey kurumlar "Libya Merkez Bankası Müdürü, Sayıştay Başkanı, İdari Kontrol Birimi Başkanı, Yolsuzlukla Mücadele Heyeti Başkanı, Yüksek Seçim Kurulu Başkanı ve Üyeleri, Yüksek Mahkeme Başkanı ve Başsavcı"dan oluşuyor. Libya'nın doğusu ve batısında iki ayrı yönetim olması nedeniyle söz konusu üst düzey kurumlar da çift başlı bir yapı sergiliyor.

Yine 5+5 formatındaki ortak askeri komite toplantıları

Cenevre'deki 5+5 Ortak Askeri Komite toplantılarının üçüncü turu Korana virüs salgını nedeniyle 2020 yılı Haziran ayında video konferans yöntemiyle gerçekleştirilir…

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams, 19 Ekim 2020 tarihinde yaptığı açıklamada Cenevre'deki 5+5 Ortak Askeri Komite toplantılarının dördüncü turunun 19 Ekim 2020 tarihinde başlayıp 24 Ekim 2020 tarihinde son bulacağını bildirir.  

Libya'da kalıcı ateşkes anlaşması

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams 23 Ekim 2020 Cuma günü Cenevre Ofisi’nde düzenlenen imza töreninde Arapça olarak yaptığı açıklamada “Libyalılara müjde” şeklinde duyurduğu anlaşmayı “tarihi” olarak niteleyerek  "Libya'da savaşan tüm tarafların kalıcı ateşkeste anlaştı" diye duyurur.

Anlaşmadan duyduğu memnuniyeti dile getiren Williams, “Kalıcı bir ateşkes anlaşmasına giden yol genellikle uzun ve zordu. Umarım anlaşma Libyalıların acılarına son verir ve yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalanlar evlerine dönebilir” diye konuşur.

Williams yaptığı açıklamada da Libya’da bulunan tüm paralı askerlerin ve yabancı savaşçıların üç ay içinde Libya’yı terk etmek zorunda olduklarını belirterek, cephedeki bütün askeri birliklerin ve silahlı grupların üslerine geri döneceğini” duyurur. Libya’ya yabancı güçlerin müdahalesini eleştirir. “Yabancı müdahalenin kapsamı kabul edilemez” diyen Williams, “Bu ülkeler ellerini Libya’dan çekmeliler” ifadelerini kullanır.  

Williams yaptığı açıklamada Ras Lanuf ve Es Sider bölgelerinde petrol üretiminin yakın zamanda tekrar başlayacağını da dile getirmeyi de ihmal etmez...  

Anlaşma çerçevesinde 23 Ekim 2020 günü başkent Trablus’tan kalkan bir yolcu uçağı Bingazi’ye ilk tarifeli seferi gerçekleştirir. İki şehir arasındaki uçuşlar, General Hafter’e bağlı güçlerin başkent Trablus’a başlattığı saldırılarla birlikte geçen yıl nisan ayında durdurulmuştu.  

Avrupa Birliği (AB) ateşkes kararını “memnuniyet verici” olarak değerlendirirken, AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, “Kalıcı ateşkes siyasi diyaloğa devam edilmesinin anahtarıdır” yorumunu yapar.  

Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “üst düzeyde bir ateşkes değil. Kalıcılığını zaman gösterecek” diye memnuniyetsizliğini belirterek bu anlaşmaya şüpheyle yaklaşır.

Bu arada Tunus Dışişleri Bakanlığı da ev sahipliği yapacağı Libya müzakerelerinin 9 Kasım 2020 tarihinde başlayacağını duyurur…

Sonuç

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 28 Şubat 2011 tarihinde ‘’NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız’’ diyerek NATO’nun Libya’ya müdahalesinde karşı çıkar. Henüz bu sözlerin üzerinden bir ay bile geçmeden yine aynı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 21 Mart 2011 tarihinde ‘‘NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir’’ diye demeç vererek Türkiye, Batının saldırısına uçak, gemi ve denizaltılarıyla destek verir. Libya'ya NATO hava operasyonunun komuta merkezi de İzmir'de olur. NATO üyesi olan 28 devletten sadece 8 tanesi Libya müdahalesine katılır. Bu müdahaleyle Kaddafi devrilir, sonra da linç edilerek öldürülür.

Kaldı ki o Kaddafi; 5 Şubat 1975 yılında başlayan ve üç yıl süren ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu esnasında Libya’nın savaş uçakları ve füzelerini Türkiye’nin hizmetine vermeye hazır olduğunu bildirmiş, elindeki bütün uçak yakıtı rezervlerini de Türkiye’ye tahsis etmiş ayrıca Türkiye ile bir petrol anlaşması imzalayarak, 3 milyon ton ham petrol ve 200 bin ton fueloili düşük fiyata vermeyi taahhüt etmişti. Nankörlük böyle bir şey olsa gerek!...

Kaddafi sonrasında çıkan kaos ortamında Libya’da İslamcı isyancılar Kaddafi yanlılarına karşı savaşırlar... Daha sonra Türkiye tarafından bu İslamcı isyancılara bavullarla nakit 300 milyon Dolar nakit para gönderilir. Bu paralar birbiriyle savaşan iki Müslüman gruptan birinin diğerlerini daha iyi öldürmesi içindir.

O zamanki Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bu durum ortaya çıkınca açıklama yapmak zorunda kalır: ‘‘Biz Libya'daki yeni yönetime üç ayrı seferde 100 milyon dolar gönderme sözü verdik. Aslında paranın hepsini bir seferde istediler ama ben uçak düşer müşer diye vermedim… Çünkü 100 milyon dolar nakit para yaklaşık 1.100 kilo ediyor. Önce 10 milyon dolar gönderdik, 100 kilo tutuyordu. Sonra 30'ar milyon dolarlık paketleri burada veya Libya'da teslim ettik.’' (Hürriyet, 11.09.2011)

Türkiye’nin Libya konusundaki hataları bununla da sınırlı kalmaz.

Metin içinde anlattığım gibi Libya’da iki taraf savaşmaktadır. Her iki taraf da Libyalıdır. Her iki taraf da Müslümandır. Almanya’sından Fransa’sına, BAE’inden Fas’ına, Rusya’sından Mısır’ına kadar dünya âlem hem de çoğunluğu Hristiyan olmasına karşın Libya’daki birbiriyle savaşan bu iki taraf ile görüşür. Libya ile ilgili tarafların yaptığı bütün barış görüşmeleri yine metin içinde anlattığım gibi ülkelerin bu iki grupla olan ikili diyalogları sayesinde Paris’te, Berlin’de, Cenevre’de, Abuu Dabi’de, Fas’ın Buznika kentinde yapılır. Ancak Türkiye, daha doğrusu AKP Hükumeti Libya’da savaşan her iki grup arasında bir büyük olarak arabulucu olacağına, birbirisi ile savaşan Müslümanları barıştıracağına sadece ve sadece savaşanlardan bir tarafı ile Serrac ile görüşür, Hafter’e açık açık düşmanlık besler, Hafter’i darbecilikle suçlar.

Sonuç mu? Libya ile ilgili hiçbir barış görüşmesinde Türkiye’nin adı geçmez… Sonuç Türkiye’nin bütün masalardan dışlanması olur.  Libya’da savaşan her iki grubun barışması demek Türkiye’nin bu gruplardan birisi ile yaptığı anlaşmaların iptal edilme riski demek. Türkiye'nin Libya için yaptığı bütün çabaların boşa gitmesi demek… Bundan dolayıdır ki her ikisi de Müslüman olan iki tarafın kalıcı bir ateşkes üzerinde anlaşmasına sevineceğinize hayıflanırcasına demeçler verirsiniz…

Sahi, dün açıklanan kalıcı ateşkes anlaşması gereği üç ay sonra size Libya’dan çıkın derlerse ne yapacaksınız?

Stratejik sığ bir strateji ancak bu kadar olur…

Osman AYDOĞAN



Hancı ve Yolcu

 23 Ekim 2020

Dün anlattığım Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ isimli şiiri, bu şiire çok yakın, bu şiirle büyük benzerlikleri olan bir başka şiiri hatırlatır: Bizlerin ‘’Hancı’’ ismiyle bildiğimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın (1926 - 2014) ‘’Binbirinci Gece’’ isimli şiirini.

Bekir Sıtkı Erdoğan

‘’Kara gözlüm, efkârlanma gül gayri, ibibikler, öter ötmez ordayım’’ diye başlayan hepimizin bildiği ‘’Kışlada Bahar’’ isimli şiirin de söz yazarıdır Bekir Sıtkı Erdoğan. Aynı zamanda Cumhuriyetimizin 50. Yıl Marşı’nın da söz yazarıdır Bekir Sıtkı Erdoğan.

Daha önce ‘’Acıyor’’ isimli şiirini paylaştığım Turgut Uyar, Işıklar Askerî Lisesi mezunu iken, Bekir Sıtkı Erdoğan da Kuleli Askerî Lisesi mezunudur. 1948 nasıplı Harbiyelidir (Kara Harp Okulu). Aynı zamanda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi mezunudur.  On yıl kıt’a hizmeti yaptıktan sonra Heybeliada Deniz Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar. Halk şiiri geleneğini gününün koşullarıyla bağdaştırarak hece ölçüsüyle, bazen de aruz vezniyle Türkçe’nin inceliklerini yansıtan duygulu şiirler yazar. Gerçekte aruz veznini çok iyi kullanan bir şairdir. Bu vezinle pek çok gazel ve rubai yazar. Bekir Sıtkı Erdoğan şiirlerinde ‘’Nihai’’ mahlasını kullanır… ‘’Kışlada Bahar’’ gibi bazı şiirleri bestelenir.

Binbirinci Gece

Bekir Sıtkı Erdoğan’ın en bilinen şiiri de hepimizin ‘’Hancı’’ diye bildiği ‘’Binbirinci Gece’’ isimli şiiridir. ‘’Bin Birinci Gece’’ şiiri, hece vezniyle yazılmış gurbet ve sılayı en iyi anlatan harikulade bir şiirdir. Bu şiir ilk olarak 1949 yılında ‘’Şadırvan’’ dergisinde yayımlanır.

Bekir Sıtkı Erdoğan, bu şiirinin her kıtasının sonunda redif olarak ‘’yavaş yavaş’’ sözcüklerini kullanır.

"Gurbetten gelmişim yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş
Aman karanlığı görmesin gözüm
Beyaz perdeleri, ger yavaş yavaş’’

Burada şiirin redifi olarak kullanılan "yavaş yavaş" ayağı, Karacaoğlan’ın bir şiirinden alınır:

"Dilber kalk gidelim fakirhaneye
İtiraz etme gel yavaş yavaş"

Bu şekilde şair eski bir şiir kalıbından modern bir şiir yaratır....

Bu şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ şiirini hatırlatır. Ancak ‘’Han Duvarları’’nda geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın hüzünlü, melankolik ve titrek dizelerinin yanında ‘’Binbirinci Gece’’ şiirinde hüznün yanında neş’e de vardır. ‘’Binbirinci Gece’’ şiiri, ‘’Han Duvarlar’’ şiirinde geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın dizelerini birebir çağrıştırır. En büyük fark; Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, gurbet ve sıla özlemini han duvarlarına yansıtırken, ’'Binbirinci Gece’’ şiirinde, gurbet ve sıla özlemi doğrudan hancıya yansıtılır…

Faruk Nafiz Çamlıbel, ‘’Han Duvarları’’ şiirinde at arabasıyla yaptığı üç günlük yolculukta Ulukışla, Niğde, Araplı Beli, (Yeşilhisar) İncesu ve nihayet Erciyes Dağı ile Kayseri’ye ulaşır. Bekir Sıtkı Erdoğan, ise “Binbirinci Gece” şiirinde İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan tren ile başladığı iki gün süren yolculuğunda aynı güzergâhı ters istikamette takip ederek Kayseri – (İncesu –Yeşilhisar) - Niğde üzerinden Bor ilçesine ulaşır… Her iki şiirde de bahsi geçen han Kayseri İncesu ilçesindeki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı handır. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın bu yolculuğu sanki Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ şiirine cevap mahiyetinde bir yolculuktur.

‘’Binbirinci Gece’’ şiiri Selahattin İnal tarafından Türk musikisi formunda bestelenir. Bestelenmiş halini yazımın sonunda veriyorum…

Yine Yeşilhisar

Ancak her iki şairin de yolculuk esnasında içinden geçtikleri ama şiirlerinde geçirmedikleri, şiirlerinde yer vermedikleri bir ilçe var: Yeşilhisar… ‘’Han Duvarlar’’ı şiirinde Araplıbeli’nden sonra gelen, ‘’Hancı’’ şiirinde ise İncesu’daki bu handan sonra gelen Yeşilhisar.  ‘’Han Duvarları’’ şiirindeki ovası, uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsiminde olan Yeşilhisar… ‘’Hancı’’ şiirinde; ‘’sıla burcu burcu, ille ocağım, çoluk çocuk hasretinde kucağım’’ diye geçen dizeler sanki ona söylenmiş gibidir… Hancı şiirinde; ‘’on yıldır evimin kapısı örtük’’ diye geçen, ‘’ilk önce kımıldar hafif bir sancı, ayrılık sonradan kor yavaş yavaş’’ diye geçen dizeler sanki bana söylenmiş gibidir… Kim bilir; belki de bu dizeler size söylenmiş gibidir… 

Binikinci Gece

Aslında Bekir Sıtkı Erdoğan’ın bu şiirinin devamı bir başka şiiri daha var: ‘’Binikinci Gece’’ isimli şiiri.

‘’Binbirinci Gece’’ şiirinde şair ‘’Hancı’’ya kendisini anlatırken;

''Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim; çekinme, doldur be hancı
İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş''

‘’Binikinci Gece’’ şiirinde ise hepimizi, bizleri, yani ‘’yolcu’’yu anlatır: 

''Beni benden, kendi benliğim çaldı
Gölgem uzadıkça, boyum kısaldı
Ellerim bomboş bir roman kaldı
İçimdeki kahramanı kaybettim''

Osman AYDOĞAN

Binbirinci Gece

(Hancı)

Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş
Aman karanlığı görmesin gözüm
Beyaz perdeleri, ger yavaş yavaş

Sıla burcu burcu... ille ocağım
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur baş ucuma, sor yavaş yavaş

Güç bela bir bilet aldım gişeden
Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan
Hancı n'olur, elindeki şişeden
Birkaç yudum daha ver yavaş yavaş

Ben o gece, hem ağladım, hem içtim
İki gün, diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan, Niğde'yi geçtim
Uzaktan göründü, Bor yavaş yavaş

Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim; çekinme, doldur be hancı
İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş

Bende bir resmi var, yarısı yırtık
On yıldır evimin kapısı örtük
Garip bir de sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş

İşte hancı ben, her zaman böyleyim
Öteyi ne sen sor, ne ben söyleyim
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim
Şu bizim hesabı, gör yavaş yavaş

Binikinci Gece

(Yolcu)

Ben sarhoş değilim, yol sokak sarhoş
Hancıyı kaybettim, hanı kaybettim
Hayatı sayfa sayfa okuduğum boş
Sonundaki, imtihanı kaybettim

Anladım, her gerçek, bir yalan gizler
Beni aldatıyor dağlar, denizler
Meçhul bir zamana karıştı izler
Saati, dakikayı, anı kaybettim

Beni benden, kendi benliğim çaldı
Gölgem uzadıkça, boyum kısaldı
Ellerim bomboş bir roman kaldı
İçimdeki kahramanı kaybettim

Bu başımda esen, bir kavak yeli
Ben ondan deliyim, o benden deli
Onu aynalarda gördüm göreli
Bekir Sıtkı Erdoğan'ı kaybettim

Bekir Sıtkı ERDOĞAN

‘’Hancı’’ şiiri 1977'de Ajda Pekkan - Tanju Okan ikilisiyle Türk pop tarihinde gelmiş geçmiş en mükemmel, en olağanüstü, en muhteşem düeti icra edilir. Ancak bu şarkının orijinali 80'li yıllarda slow eserlerini severek dinlediğimiz Paul Mauriat Orkestrasının ‘’Toccata’’ isimli şarkısıdır. ‘’Hancı’’'nın bir de  Selâhattin İnal’ın bestesiyle Uşşak makamında  Türk sanat müziği versiyonu da vardır. Bu eserlerin bağlantılarını veriyorum. Severek dinleyeceğinizi umuyorum.

Tanju Okan – Ajda Pekkan: ‘’Hancı’’
https://www.youtube.com/watch?v=YKv9BJAolT8

Şarkının orijinali Paul Mauriat: ‘’Toccata’’:
https://www.youtube.com/watch?v=pfkIWnThTB4

Zeki Müren, ‘’Hancı’’:
https://www.youtube.com/watch?v=0EJiOk4K7TI

Müzeyyen Senar: ‘’Hancı’’: 
https://www.youtube.com/watch?v=yMsYywz74BE

Han Duvarları

22 Ekim 2020


Haftaya şiirle başlamış, Dünya klasiklerinden üç örnek sunmuştum… Bugün de bizden bir klasik olan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirini sunmak istiyorum…

Faruk Nafiz ve Şükûfe Nihal

Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirini, umutsuz aşkı Şükûfe Nihal’den ayrılmak için 1922 yılında Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayinini isteyip atama gerçekleştiğinde Kayseri'ye giderken yazar. Bu konuyu bu sitede (Şehriyar) Şükûfe Nihal’i anlattığım ‘’Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım…’’  isimli yazımda daha detaylı olarak anlatmıştım…


Ulukışla’dan Kayseri’ye yolculuk

Faruk Nafiz önce trenle Ulukışla’ya gelir. Buradan da at arabasıyla Kayseri’ye geçer. Ve ‘’Han Duvarları’’ şiiri işte buradan, Ulukışla’dan başlar. Ve şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ulukışla’dan Kayseri’ye at arabası ile yaptığı üç günlük yolculuğu anlatır. Şiiri bu kadar etkileyici kılan şairin şiirde kullandığı kelimeler ve duygudur. Şiir için edebiyatçılar; ‘’duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu’’ derlerdi. İşte bu tanım tam da bu şiir için geçerlidir. Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ şiiri, aslında şiirin yolculuğa bürünmüş halidir.

Yeşilhisar

Yolculuk üç gün sürer ama şiirde birkaç mevsim birden anlatılır... Aylardan marttır. Ulukışla ve Niğde, Araplıbeli'ne kadar bu ay hala kış ayı gibidir, soğuk ve karlıdır... Şiirde de belirtildiği gibi Niğde'den Kayseri'ye giderken Araplıbeli geçildi mi Yeşilhisar ovası gelir. İşte bu ayda da Yeşilhisar ovası uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsimindedir. Bu mevsimler şiirde net olarak -Yeşilhisar'ın ismi zikredilmeden -  anlatılır. Ve şiirde ovası, uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsiminde olan Yeşilhisar da çocukluğumdan beridir benim hasretim olan memleketimdir…


Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış

Şiirin içinde parça parça Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hüzünlü hikâyesi de koşma şeklinde anlatılır. Şiire adını veren de ''Han Duvarları''ndaki bu yazılardır. Aslında iki şiir iç içedir. Biri koşma diğeri modern şiir türünde yazılan iki şiir bir şiirde buluşur. ‘’Han Duvarları'’ şiirinin en önemli özelliği de budur. İstanbul ile Anadolu’yu birleştirir, aydın ile halkı kaynaştırır.  Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tam olarak bilinmemektedir. Şiirin akışına göre Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile Faruk Nafiz mart aylarında ve bir yıl arayla arka arkaya bu hanlarda konaklayarak seyahat etmişlerdir. 

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikâyesi hüzünlüdür, gamlıdır, kederlidir. Ve bu hikâyede tam olarak da Anadolu'nun o zamanki insanının hikâyesi anlatılır... Şiirde savaşların ne kadar gaddar, ne kadar vahşi, ne kadar kötü olduğu Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın şahsında anlatılır. Türküler, ağıtlar, feryâdlar, figânlar boşuna yakılmamıştır. 

Faruk Nafiz'in bu yolculukta konakladığı ilk han Ulukışla'daki Öküz Mehmet Paşa Hanı'dır. (Şimdiki adı Kervansarayı'dır.) Bu handan şiirde bahsedilmez. Faruk Nafiz'in konakladığı ikinci han Niğde'deki handır. Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın bu han duvarına yazdığı koşmayı 1921 yılına tarihlendiğini bilir.  Çünkü şiirinde şöyle diyordu Faruk Nafiz: ''Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... '' Bu şu demektir: koşmanın yazıldığı tarih 08 Mart 1337'dir. Yani miladi takvime göre 08 Mart 1921'dir. "10 yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan" diye başlayan mısra ile Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın 1911'den beri evine dönemediğini anlar. Bunun nedeni ise savaşlardır; Balkan Savaşı’dır, Çanakkale Savaşı’dır, 1. Dünya Savaşı’dır, Kurtuluş Savaşı’dır... Aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, savaştan savaşa koşan Anadolu insanının sembolüdür. Maraşlı Şeyhoğlu Satımış’ın en büyük derdi, en büyük acısı ayrılıktır, evden, aileden, sevgiliden ayrı kalmaktır, rüzgârın önüne katılmış kuru bir yaprak misali huduttan hududa sürüklenmektir. 

‘’Han Duvarları’’ şiiri Ulukışla’dan Kayseri’ye doğru iklimi ve coğrafyayı anlatırken Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri ise tarihi ve bütün bir hayatı anlatır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizelerinde hüzün vardır, ayrılık vardır, gurbet vardır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri Faruk Nafiz’in yolculuğunun Kayseri'den önce son durağı olan İncesu’daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı handa son bulur.

Faruk Nafiz şiirinde bu dizelere başlamadan şöyle der:

''Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.'' 

Şiirde ayrıca geçecek ama ben bu koşmanın tamamına burada yer vermek istiyorum:

On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan    
Baba ocağından yar kucağından    
Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
Huduttan hududa atılmışım ben  

Faruk Nafiz'in konakladığı üçüncü han Niğde'den sonraki Araplıbeli'ndeki handır. Bu handaki duvarda da şu dizeleri okur:

Gönlümü çekse de yârin hayali    

Aşmaya kudretim yetmez cibali    
Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
Rüzgârın önüne katılmışım ben

Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın Araplıbeli'nden sonraki İncesu’daki handa duvarda son dizelerini görünce bu son dizelere yer vermeden önce şiirinde söyle ifade eder: ‘’Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!’’ (Küçük bir bilgi: İncesu'daki bu han Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın yaptırdığı handır.)

Garibim namıma Kerem diyorlar    
Aslı'mı el almış haram diyorlar    
Hastayım derdime verem diyorlar    
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben

Faruk Nafiz bu dizelerden sonra şiirine şöyle devam eder:

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:    
      "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" 

Anlıyoruz ki; on yıldır baba ocağından, yar kucağından ayrı kalmış, gönlü çekse de yârin hayali aşmaya kudreti yetmemiş cibali (dağları), bir çiçek dermeden sevgi bağından, rüzgârın önüne katılmış bir kuru yaprak misali huduttan hududa atılmış, gidemediği memleketinde Aslı'sını da eller almış ve bu nedenle kendisine Kerem, derdine de verem denilen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, terhisinden sonra memleketi Maraş’a ulaşamadan Hakk’ın rahmetine kavuşmuş... İşte Maraşlının bu hikâyesi, bu derdi, bu sıla hasreti ve bu çaresizliği insanın yüreğini dağlar, burnunun direğini sızlatır, ruhunu incitir…

Ve ben Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın kaderine yandım...


Osman AYDOĞAN

Han Duvarları

                        -Osmanzâde Hamdi Bey'e-


Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, 
Bir dakika araba yerinde durakladı. 
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, 
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... 
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, 
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. 
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! 
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, 
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... 
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, 
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, 
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... 

Ellerim takılırken rüzgârların saçına 
Asıldı arabamız bir dağın yamacına. 
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, 
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! 
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, 
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar 
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. 
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. 
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. 
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince 
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. 
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. 
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. 
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. 
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, 
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, 
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan. 
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan 
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, 
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... 
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine 
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. 

Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; 
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. 
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, 
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: 
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, 
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. 
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri 
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. 
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya 
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. 
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, 
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. 
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, 
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. 
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı 
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı. 
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler 
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... 
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, 
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; 
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, 
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, 
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. 
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa 
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; 

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan 
Baba ocağından yar kucağından 
Bir çiçek dermeden sevgi bağından 
Huduttan hududa atılmışım ben" 

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... 
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. 
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! 
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; 
Araya gitti diye içlenme baharına, 
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına! ... 

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, 
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk. 
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri 
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. 
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, 
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... 
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, 
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. 
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, 
İki dağ ortasında boğulan bir geçide. 
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden 
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: 
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, 
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. 
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, 
Burada son fırtına son dalı kırıyordu... 
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, 
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. 
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; 
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... 
Gönlümde can verirken köye varmak emeli 
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli! " 
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana 
Biz menzile vararak atları çektik hana. 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş 
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. 
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, 
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor... 
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, 
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. 
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, 
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor; 

"Gönlümü çekse de yârin hayali 
Aşmaya kudretim yetmez cibali 
Yolcuyum bir kuru yaprak misali 
Rüzgârın önüne katılmışım ben" 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, 
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... 
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde 
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. 
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık, 
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. 
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, 
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! 

"Garibim namıma Kerem diyorlar 
Aslı'mı el almış haram diyorlar 
Hastayım derdime verem diyorlar 
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben" 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında, 
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında. 
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! 
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı! 
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna, 
Post verenler yabanın hayduduna kurduna! .. 

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu: 
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu? " 
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, 
Dedi: 
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! " 
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, 
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... 
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi. 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri 
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, 
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. 
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, 
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! 
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, 
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

Ailesi de Maraşlı olan şarkıcı Kıraç da ‘’Keklik’’ isimli şarkısının sonunda Maraşlı Şeyhoğlu’nun dizelerini okur:
https://www.youtube.com/watch?v=WRxTIOrYSM0

Louis Aragon

21 Ekim 2020

Mademki haftaya şairlerle ve şiirlerle (Edgar Allen Poe: Annabel Lee, Paul Valery: Deniz mezarlığı) başladık, bir başka şair ve onun bir başka şiiriyle devam edeyim o zaman...

Bu sefer de yine Fransa’dan bir şairi, Louis Aragon’u ve onun en güzel eseri olan Türkçeye ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ adıyla çevrilen “Il n’y a pas d’amour heureux” adlı şiirini anlatayım.

Louis Aragon

Louis Aragon (1897 - 1982) çağdaş Fransız ozanlarının en önemlilerinden birisidir. 20. yüzyılın en önemli şiir akımı olan Sürrealizm'in kurucularından birisidir. Louis Aragon, aynı zamanda roman ve deneme yazarıdır. Ününü II. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı gizli karşı koyma hareketiyle artırır…  

Asil adı Louis Marie Andrieux’dir. Louis Aragon´u takma adıdır ve hep bu adı kullanır. Rus yazar Elsa Triolet ile evlenir. Bütün aşk şiirlerinin karısı Elsa için yazar. Evlenmeden önce Else’ye şunu söyler: "Bayan, ben size âşıksam bundan size ne!..."

Louis Aragon, yıllarca bir kadın için şiir yazar ve sonra da bulduğu o kadına da Else’ye yazmaya devam eder. Aragon, bir şiirindeki "ölmenin sevmekten daha kolay" olduğu dizesini 42 yıl beraber yaşadığı Else’nin ölümü üzerine yazdığı söylenir. Ama nedeni konusu rivayettir ve dedikodu konusu olduğu için burada buna yer vermek istemiyorum…

Louis Aragon, karısı Elsa için yazdığı aşk şiirleriyle dünya aşk şairi, Fransa’nın kurtuluşu için yazdığı şiirlerle Paul Eluard ile birlikte direnme hareketinin yurtsever şairi, Fransa’da ve dünyada bestelenen ve ünlü şarkıcılar tarafından yorumlanan şiirleriyle “şanson” türünün şairi olur…

Şarkıya dönüştürülen şiirlerine örnek olarak Fransız şarkıcı Françoise Hardy’nin yorumladığı bizde ‘’Mutlu aşk yoktur’’ diye bilinen ‘’Il n'y a pas d'amour heureux’’ şarkının bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Zülfü Livaneli'nin ‘’Sus söyleme’’ isimli şarkısının sözleri de Louis Aragon’a aittir. Livaneli şarkının nakaratında da  ‘’Mutlu aşk yoktur’’ diye Aragon’un bir başka şiirinin adını kullanır.

Türkçeye çevrilen şiirleri ‘’Elsanın Gözleri’’ (Kırmızı Yayınları, 2009) adlı kitapta toplanmıştır…

Bugün, Paris metrosunun 7. hattının son durağının adı: ‘’Louis Aragon’’ durağıdır…

Louis Aragon’un sözleri:

Her şair ve yazar aynı zamanda bir filozoftur… Louis Aragon’un her biri aforizme niteliğindeki sözlerini aşağıda sunuyorum..

* Beni sev ya da benden nefret et, ikisi de benim yararıma.. Seversen hep kalbinde olurum, nefret edersen hep aklında.

* Ve insan kırar; göğsüne bastırırken sevdiği şeyi.

* Sakın görünüşe aldanma, görünüşte herkes insandır.

* Bizi seveni elimizin tersiyle iteriz, layık olmayanı ise hakettiğinden fazla severiz. Sonra da bırakıp gitti deriz. Hepsi bu...

‎* İnsan hüznünün sonu yoktur.

* Gitmeden önce düşün; Çünkü döndüğünde bulduğunla, giderken bıraktığın asla aynı olmayacak.

* Aşkın en acımasız yanı; Ağzından çıkmaya cesareti olmayan sözlerin, yürekte fırtınalar koparmasıdır.

* Giden geri dönüyorsa, sevdiğinden değil. Daha iyisini bulamadığındandır.

* Dehanın doğasının ahmaklara yirmi yıl sonra kullanacakları fikirleri vermek olduğunu biliyoruz.

* Ağzınızdan çıkanlara daima dikkat edin. Çünkü bir sözü unutmak bir yüzü unutmaktan çok daha uzun zaman alır.

* Ne zaman ki bir kadını, "dişi'' değil, ''kişi'' olarak görürsek işte o zaman uygar ve medeni bir toplum oluruz.

* Hayal gücün, sevgili dostum, senin hayalinin alamayacağı kadar değerlidir.

* Aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir.

* Gerçeklik, hem iskeleden hem sancaktan saldırıya uğrayan bir gemidir.

Mutlu Aşk Yoktur

Louis Aragon’un en önemli şiirlerinden birisi olan ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ şiiri bir savaş dönemi şiiridir. Aragon bu şiirini İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa Nazi işgali altındayken yazar… Ançak Aragon’un şiirinde söylemek istediği bizde yaygın olarak anlaşıldığı gibi; mutlu aşkın olamayacağı,  aşkın hüzünle biteceği, aşkın mutsuzlukla sonuçlanacağı değildir. 

Louis Aragon’un kendi ifadesiyle bu şiirini şöyle açıklar: ‘’Söz konusu mutsuzluk, işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi? (...) Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında, hemen hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekte, bu şiirde ortaya konulan sorun, mutlu aşkın olup olamayacağı değil, mutlu çiftin olup olamayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır."

Bir başka açıdan da şunu demek istiyor Aragon; ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ ancak kadın - erkek çiftinin yürütemediği "bakımsız aşk vardır." Söylerdi zaten Cemal Süreyya bir şiirinde:

‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi vazgeçtim mutlu aşkı aşk bile yoktur eğer bakım olmazsa, saygı ve sevgi olmazsa, korunmazsa, beslenmezse, ilgilenilmezse…

Fransız felsefeci ve edebiyatçı Roland Barthes’in güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.

Aşkın bahsedilen bu sorumluluğunu taşıyamayıp mutlu aşkın olmadığına inananlar bu şiire bu anlamı yüklerler… Mutlu aşk tabii ki vardır lakin mutlu olmayı bilmeyen, mutluluğu sürdürmeyi beceremeyen insanlar vardır... Aşktan değil de hüzünden mutlu olan, yaşama sevincini kaybetmiş, kendisi ile kavgalı, çevresi ile kavgalı, mutlu olmasını, aşkı beslemesini öğrenememiş, iki kişilik cenneti cehenneme çeviren insanlar vardır megaloman, melankolik, hüzünlü, kederli, mız mız yeryüzü küskünü, yaşamdan mutlu olmayan, olamayan…

Mutsuz insanlardan değil bir ''mutlu aşk'' beklemek, ''aşk'' bile beklenemez...  Âşık olunacaksa eğer, aşka layık olunacaksa eğer önce mutlu olmasını öğrenmek gerekir…

Dünkü yazımda da yazmıştım: Paul Valery, ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi… Kim çevirirse çevirsin şiirin hiçbir çevirisi orijinal dili kadar tat ve anlam vermez… Şiir çevrilmez aslında, şiir çevrileceği dilde yeniden yaratılır ve o dile adapte edilir… Bu nedenle aşağıda ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ şiirinin dört ayrı çevirisini, sonunda da her zaman olduğu gibi şiirin orijinalini veriyorum… Tanrı’nın Şiiri’nin bir dizesinin bile tefsir adı altında yüze yakın yorumunun yapıldığı bir dünyada bir faninin şiirinin dört ayrı yorumu olmuş çok görmeyin derim…

Osman AYDOĞAN

Fransız şarkıcı Françoise Hardy: ‘’Il n'y a pas d'amour heureux’’ (Türkçe altyazılı, Cemal Süreyya’nın çevirisi ile: Mutlu Aşk Yok ki Dünyada)
https://www.youtube.com/watch?v=KSjVDiIF6tQ&app=desktop

Mutlu aşk yoktur

İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayati garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur

Hayati bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur

Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur

Vakit çok geç artık hayati öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarki için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur

Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da

Çev: Gertrude Durusoy ve Ahmet Necdet


Mutlu aşk yoktur

Hiçbir şey elinde değildir insanın:

Ne gücü, ne güçsüzlüğü, ne de yüreği.
Açtığını sansa da kollarını, gölgesi bir haçtır onun.
Paramparça olur avucunda sımsıkı tuttuğu mutluluk.
Bir garip, bir acili boşluktur günleri.
Mutlu aşk yoktur.

Bir başka kader için giydirilmiş
Silahsız askerlere benzer hayati.
Çaresiz, kararsız kaldıktan sonra akşamları,
Neye yarar ki sabahları erkenden uyanmaları.
Söyle bunları bir tanem, tut gözyaşlarını.
Mutlu aşk yoktur.

Güzelim, sevgilim, kanayan yaram benim.
Yaralı bir kuş gibi taşırım yüreğimde seni.
Ve onlar bakarlar bilmeksizin, geçerken biz,
Tekrarlayıp ardımdan benim ördüğüm sözleri:
Ve apansız ölürler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur.

Vakit yok artık öğrenmeye hayati.
Ağlasın birlikte yüreklerimiz gün ışıyıncaya dek.
Küçümencik bir şarki için bile nice mutsuzluk gerek.
Bir ürperişi bile nice pişmanlıkla ödemek.
Bir ezgi için bile nice gözyaşları dökmek
Mutlu aşk yoktur.

Hüsranla bitmeyen aşk yoktur.
Yara açmayan aşk yoktur kalpte.
İz bırakmayan aşk yoktur insanda.
Ve tıpkı senin gibidir vatan aşkı da.
Gözyaşlarına boğulmayan aşk yoktur.
Mutlu aşk yoktur.
İkimizin aşkıdır bu gene de.

Çev: Orhan Suda

Mutlu aşk yok ki dünyada

Aslında hiçbir şey kâr değil insana

Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayati kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız askerlere benzer hayati
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri ve sakin ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım cibanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkiyi mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa

Çev: Cemal Süreya

Mutlu sevi yoktur

Hiçbir şeyi sürgit elinde tutamaz kişioğlu

Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ve ne de yüreğini
Kollarını açtı sanırken bir haç olur gölgesi
Bir tuhaf bir acili kopmadır günleri
Sıkı sarılmak isterken ezer mutluluğunu
Mutlu sevi yoktur

Yaşamı şu silahsız askerlere benzer
Ki başka bir yazgıyla donatmışlardır onları
Neye yarar sabah erken uyanıp kalkmaları
Çaresiz ve kararsız kalırlar akşamları
Söyle bunları canim gözyaşını tutuver
Mutlu sevi yoktur

Sevgilim güzelim yürekte yaram benim
Bir yaralı kuş gibi taşırım içimde seni
Ve şunlar ki bilmeden izler geçmişimizi
Yineler hep arkamdan ördüğüm sözcükleri
Ve ölmeye can atar koca gözlerin için
Mutlu sevi yoktur

Vakit geç artık çok geç yaşamı öğrenmeye
Ağlasın yüreklerimiz topluca karanlıkta
Bunca mutsuzluk ah küçük bir türkü uğruna
Bir ürperti uğruna bunca sıkıntı bunca
Ve de bunca hıçkırık bir gitar ezgisine
Mutlu sevi yoktur

Hiçbir sevi yoktur ki yoğrulmasın acıyla
Ve hele yurt sevgisi hele özellikle sen
Hiçbir sevi yoktur sarartıp soldurmayan
Ve hele yurt sevgisi hele özellikle sen
Hiçbir sevi yoktur beslenmesin gözyaşıyla
Mutlu sevi yoktur
Ama ikimizin sevisi budur.

Çev: Tahsin Saraç

Il n’y a pas d’amour heureux

Rien n’est jamais acquis à l’homme Ni sa force
Ni sa faiblesse ni son coeur Et quand il croit
Ouvrir ses bras son ombre est celle d’une croix
Et quand il croit serrer son bonheur il le broie
Sa vie est un étrange et douloureux divorce
Il n’y a pas d’amour heureux

Sa vie Elle ressemble à ces soldats sans armes
Qu’on avait habillés pour un autre destin
À quoi peut leur servir de se lever matin
Eux qu’on retrouve au soir désoeuvrés incertains
Dites ces mots Ma vie Et retenez vos larmes
Il n’y a pas d’amour heureux

Mon bel amour mon cher amour ma déchirure
Je te porte dans moi comme un oiseau blessé
Et ceux-là sans savoir nous regardent passer
Répétant après moi les mots que j’ai tressés
Et qui pour tes grands yeux tout aussitôt moururent
Il n’y a pas d’amour heureux

Le temps d’apprendre à vivre il est déjà trop tard
Que pleurent dans la nuit nos coeurs à l’unisson
Ce qu’il faut de malheur pour la moindre chanson
Ce qu’il faut de regrets pour payer un frisson
Ce qu’il faut de sanglots pour un air de guitare
Il n’y a pas d’amour heureux.

Louis Aragon



Paul Valery


20 Ekim 2020

Şiir üzerine

Mademki haftaya şiirle (Annabel lee) başladım… O halde şiir ile devam edeyim istedim… Her ne kadar Alman ekolünden de olsam şiir denilince illaki de Fransız şiiri derim… Bertolt Brecht'in en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Erinnerung an die Marie A. (Marie A.'nın Anısına) şiiri teee lise yıllarımdan beridir ezberimdedir. Niye ezberledim? Kim çevirirse çevirsin şiirin hiçbir çeviri Türkçesi şiirin orijinal dili kadar bana ne tat veriyor ne de anlam veriyor da ondan. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki şiir çevrilemiyor, çevrileceği dilde yeniden yaratılıyor, o dile adapte ediliyor… İşte bu nedenle sırf Fransız şiirlerini Fransızcasından okumak için Fransızca öğrenmek isterdim...

Fransız şiiri

Fransız şiiri okudukça derinleşen, anladıkça genişleyen, içselleştirdikçe içinde kaybolunan sonsuz bir umman gibidir… Zaman zaman bu sitemde Louis Aragon’dan, Arthur Rimbaud’an, Charles Baudelaire’den, Gerard de Nerval’den ve Paul Eluard’dan örnekler vermiştim… Özellikle Charles Baudelaire’den… Bugün ise Fransa’nın yetiştirdiği en büyük şairlerden ve düşünce insanlarından birisi olan Paul Valery’den bahsetmek istiyorum…

Paul Valery

Paul Valery (1871 - 1945), 20. yüzyılın en büyük şairlerinden, en büyük sanatkârlarından, şiirini  musiki üzerine bina etmiş, bir hayal dünyası ile yoğurmuş, Sembolizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür. 1894'ten başlayıp ölünceye kadar her gün düşüncelerini defterlerine not eder. Valery, bu şekilde kaleme aldığı 271 adet defterde insanın bilinç tahlilini yapar… Söz konusu defterlerin içeriğinde din, siyaset, kültür, sanat, felsefe konularında birçok yazı bulunur.  Paul Valery, bilincini kaydettiği ve yazarın kimliğinin aynası sayılan bu defterleri “Cahiers” adıyla yayınlar… Bu kitap ülkemizde ‘’Defterler / Cahiers’’ (Ankara Üniversitesi Basımevi, 1965) yayınlanır…

Paul Valery  şairliğinin yanında, sanattan bilime, psikolojiden dil konusuna dek pek çok alanda özellikle felsefe ve eğitim üzerine de yazıları vardır. Paul Valéry bu düşünce zenginliğini beş kitaplık “Variétés” (Çeşitlemeler) adlı yapıtında toplar... Ancak ne yazık ki bu kitap ülkemizde yayınlanmaz… Ne de olsa içinde felsefe vardır, zararlı olabilirdi! 

Hayatının son dönemlerinde College de France’da Şiir Kürsüsü Profesörlüğü ile onurlandırılır…

Ancak Paul Valery’nin ülkemizde Türkçe olarak şu kitapları yayınlanır:  ‘’Monsieur Teste’’ (Everest Yayınları, 2016), ‘’Eupalinos ve Öteki Söyleşimler’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Degas Dans Desen’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018), ‘’Mimar Üzerine Aykırı Düşünceler’’ (Janus Yay. 2018), ‘’Bugünkü Dünyaya Bakış’’ (Çan Yayınları, 1972) ve ‘’Tinsel Kriz’’ (Afa Yayınları, 1996)

Paul Valery, şiirde sembolizm akımının öncülerinden birisi olarak kabul edilir. Paul Valery, şiirlerindeki anlamı direkt olarak okuyucuya vermez… Paul Valery’nin şiirlerinde okuyucu şiiri anladığı şekilde hayal eder… Paul Valery, şiirdeki anlamı okuyucunun avcuna bırakmayarak, anlamı okuyucunun kendi iç dünyasında aramasını sağlar. Paul Valery’e göre anlam, şiirin sunduğu imgeden, hayalden başka bir şey değildir. Bunun için Paul Valery; "Bir edebi eserin değeri, her kişiye göre ayrı bir yoruma meydan vermesidir" diye düşünür…

Bu düşünceyi bizden Ahmet Haşim de savunur. (Ahmet Haşim’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) Paul Valery’e göre şiirler ilerlemezler ve aşılmazlar… Onlar yeniden doğarlar… Bu düşüncesini şöyle ifade eder Valery: "Bir şiir asla bitmez, sadece terkedilir." Paul Valery'e göre şiir ile düz yazı arasındaki farklılık, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzer.

Paul Valery dil için; "ete saplanmış Tanrı" der. Bu şekilde dile hâkim olmanın yabana atılmayacak bir güç ve iktidar kaynağı olduğunu ifade eder. (Bu sözü desteklercesine bir Yunan atasözü de vardı: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' (Dil konusundaki düşüncelerimi bu sitemde ''Dil ve Türkçe Üzerine’’ başlığı altında 11 seri yazım ile uzun uzun anlatmıştım.)

Paul Valery, Andre Gide'nin yakın arkadaşıdır. Andre Gide’ye adadığı ‘’La jeune Parque’’ (Genç Park) ile ''Deniz Mezarlığı'' adındaki şiirleri, Fransız çağdaşlarını olduğu kadar bizden Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairleri de etkiler… Ahmet Hamdi Tanpınar kendisinden ‘’üstat’’ diye bahseder.

Protest müzik grubu olan ‘’Ezginin Günlüğü’’nün müziği Cüneyt Duru’ya ait ‘’Cin’’ isimli şarkısı Paul Valery’nin ‘’Le Sylphe’’ isimli şiirinden alınmıştır:

Cin

Ne gören var ne bilen
Bir kokuyum büyülü
Yelle savrulup gelen
Ne diriyim ne ölü

Ne gören var ne bilen
Bir düş, ya bir düşünce
Düğüm çözülür hemen
Elimi değdirince

Ne okur ne anlarsın
En iyi kafaların
Ne kolay yanılması

Ne gören var ne bilen
Çıplak bir göğüs birden
İki gömlek arası

Çeviri şiiri öldürür

Paul Valery, yazımın girişinde verdiğim düşüncemi desteklercesine ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi ama ben yine de şiir sever arkadaşlarım için bu şiirin çevirisini yazımın sonunda veriyorum.

‘’Çevirinin şiiri öldürdüğü’’ konusunu Edip Cansever’in ‘’ Şiiri Şiirle Ölçmek Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar’’ (YKY, 2017) isimli kitabında geçen bir hatırasıyla açıklamak istiyorum:

Edip Cansever, ilk şiir kitabı basıldıktan sonra bir tanıdık sayesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’la buluşmaya gider. Narmanlı Han’da buluşurlar ve Tanpınar, Edip Cansever’in şiirlerini okuduktan sonra; "Bunlar muhteşem şeyler ama şiir değiller" der. Ve Tanpınar okuması için Edip Cansever’e Paul Valery'nin bir kitabını verir. Edip Cansever, o sıralarda Fransızca dersi almaktadır ancak Fransızcası Valery okuyacak kadar iyi değildir. Fransızca dersi aldığı hocasından Valery’nin bazı şiirleri çevirmesini ister.. Ancak hocasının yaptığı çevirileri okuyunca hayal kırıklığına uğrar. Bu olaydan sonra Edip Cansever uzun süre Paul Valery'nin şiirleriyle ilgilenmez. Sonunda anlattığı bu anısını şu cümlelerle tamamlar; "Yıllar sonra anladım ki, hocamın Fransızcası kusursuzdu ama hiç şiirce bilmiyordu. Bu yüzden Valery'i uzun süre fark edemedim…"

Paul Valery’nin üzerinde düşünülmeye değer sözleri:

Paul Valery, 1945 yılında vefat ettiğinde devlet töreni ile defnedilir... Ne de olsa Fransa şairlerinin, düşünürlerinin kıymetini bilir. Bir benzetme yapmam gerekirse Paul Valery, Fransa'nın Attila İlhan'ı idi...

Bu nedenle Paul Valery’yi daha iyi tanımak için onun ‘’Deniz Mezarlığı’’ isimli şiiri vermeden önce Paul Valery’nin aşağıda yer verdiğim her birisi aforizma niteliğindeki sözlerini aktarmak istiyorum. Üzerinde düşünmeniz dileği ile…

* Savaş, birbirini tanımayan insanların, birbirini tanıyıp gayet iyi geçinen insanların çıkarı için birbirlerini katletmesidir.

* Sertlik, bir çeşit ahmaklıktır.

* Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile, azami şekilde uyanık olmalıdır.

* Bir şey arzu etmek, mutlu olmamak demektir.

* Eğer devlet güçlü olursa, o bizi ezer. Eğer o zayıf olursa biz yok oluruz.

* Politika, insanları kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır.

* Hayatta en hızlı eskiyen şey, yeniliktir.

* Toplumun en büyük kötülükleri seçim ve diplomadır.

* Yoksulluk deyip de geçme; en büyük zenginlik onun zenginliğidir, bir kez olsun sofrasına oturmadan, onun ekmeğini yer herkes; yerler yerler, tüketemezler.

* Düşünür; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kimsedir.

* En önemli düşüncelerimiz, duygularımızla çelişenlerdir.

* Her zaman yazabileceğimi hiçbir zaman yazmam.

* Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.

* Yazmak, geleceği görmektir.

* Yaşamak için unutmak lazımdır.

* Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı tekrar okurken anlarız.

* Başarı, insanın isteğini elde etmesi, mutluluk ise, elde ettiğini istemesidir.

* Kitapların gayesi insanlara dürüst, terbiyeli ve çalışkan olmayı öğretmektir.

* İçimde bir ada yapmıştım; zamanımı onu tanımak, onu tahkim etmek için kullanıyordum.

* Ciddi insanlardan pek az fikir çıkar. Fikirlerle dolu insanlar, asla ciddi olmazlar.

* Bir budalanın aklından neler geçer bilmiyorum ama zeki bir adamın aklı budalalıklarla doludur.

* ... Buradan yola çıkarak, en güçlü zihinlerin, en öngörülü mucitlerin, en bilge düşünce âlimlerinin meçhul yaşamları boyunca cimri davranmış ve sırlarını kimselere açmadan ölüp gitmiş insanlar oldukları kanısına vardım...

* Söylediğin her şey seni anlatıyor. Özellikle başka birinden söz ettiğinde…

* Yüksek seviyede olan hiçbir kültür "saf" değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.

* Ne mutlu kendileri ile barışık olanlara, kendileri ile diyalog içinde olanlara!

* Gördüklerim beni kör ediyor, işittiklerim sağır. Bilginlerimse zır cahil.

* Bulmak bir şey ifade etmez. Zor olan bulunanı tamamlamaktır.

Ve en önemli sözü:

* Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelir.

Osman AYDOĞAN

‘’Deniz Mezarlığı’’ isimli şiiri Paul Valery’nin şiir sanatının doruklarına çıktığı eseridir. Paul Valery'nin orta yaşlarda iken Cahit Sıtkı Tarancı’nın ifadesiyle ‘’'olgun, kâmil çığlıklarını savurmaya hazırlandığı’' yaşlarda yazdığı şiiridir. ‘’Deniz Mezarlığı’’ isimli şiiri Valery’nin şiir hakkındaki görüşlerinin en iyi örneklerinden birisidir…

Deniz Mezarlığı

Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın
Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır
Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi
Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi
Bir düşünceden sonra, ah o ne mükâfattır

İnce pırıltıların o ne saf hüneridir
Bir seçilmez köpükte nice elmas eritir
Nasıl bi sükûn sanki peyda olur o demde
Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur
Ebedi bir davanın saf marifeti budur
Zaman kıvılcım, hülya bilmek olur âlemde

Basit Minerva mabedi tükenmeyen hazine
Yığın halinde sükûn, göz önünde define
Kaşlarını çatan su, bi alev perde altı
Kendine nice uyku saklayan göz, ey bana
Mukadder olan sükût… Ruhta yükselen bina
Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey çatı.

Bir tek ahın içinde belli zaman mabedi
Etrafımda denize bakışlarımın bendi
Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne
Ve bütün tanrılara son adağım olarak
Asude bir meneviş dağıtır kucak kucak
Şahane bir istihkar irtifalar üstüne

Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse
O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse
Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner
Benliğimin ilerde duman olacak özü
Eriyen ruha söyler bir şarkıyla gökyüzü
Nasıl değişmededir ulu sahiller…

Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi
Ne kaldı onca gururumdan, ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinliklerine
Ölülerin evleri üzerinden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.

Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına
Ruhum! Getirmekteyim seni ilk durumuna
Gör kendini! Ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin, donuksun işte yarı yarıya.

Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı
O cılız parmaklıkları yiyen girinti
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler
Hangi ten çekmekte tembel sınırına beni
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım tende anar yitişlerimi.

Örtük kutsal maddesiz bir ateşle
Bağrını vermiş şu toprak köşesine
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındandır, taştan, loş ağaçlardan
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere
Uyur vefalı deniz, mezarlarımın üstünde!

Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım.
Hepsi de o senin iri elmasının kusuru
Ama onların o ağır mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.

Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı, kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerede sözcükleri ölülerin, o senli benli
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere.

Belki tiksinme kendimden, öz sevgisi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N’olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor.
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya.

Rüzgâr çıkıyor… Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çeviriyor.
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular;
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar;
Yıkın dalgalar; şenlikli sularınızı akıtın.
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!

Paul Valery
Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil

Le cimetière marin 

Ce toit tranquille, où marchent des colombes,
Entre les pins palpite, entre les tombes ;
Midi le juste y compose de feux
La mer, la mer, toujours recommencée !
O récompense après une pensée
Qu'un long regard sur le calme des dieux !

Quel pur travail de fins éclairs consume
Maint diamant d'imperceptible écume,
Et quelle paix semble se concevoir!
Quand sur l'abîme un soleil se repose,
Ouvrages purs d'une éternelle cause,
Le temps scintille et le songe est savoir.

Stable trésor, temple simple à Minerve,
Masse de calme, et visible réserve,
Eau sourcilleuse, Oeil qui gardes en toi
Tant de sommeil sous une voile de flamme,
O mon silence! . . . Édifice dans l'âme,
Mais comble d'or aux mille tuiles, Toit !

Temple du Temps, qu'un seul soupir résume,
À ce point pur je monte et m'accoutume,
Tout entouré de mon regard marin ;
Et comme aux dieux mon offrande suprême,
La scintillation sereine sème
Sur l'altitude un dédain souverain.

Comme le fruit se fond en jouissance,
Comme en délice il change son absence
Dans une bouche où sa forme se meurt,
Je hume ici ma future fumée,
Et le ciel chante à l'âme consumée
Le changement des rives en rumeur.

Beau ciel, vrai ciel, regarde-moi qui change !
Après tant d'orgueil, après tant d'étrange
Oisiveté, mais pleine de pouvoir,
Je m'abandonne à ce brillant espace,
Sur les maisons des morts mon ombre passe
Qui m'apprivoise à son frêle mouvoir.

L'âme exposée aux torches du solstice,
Je te soutiens, admirable justice
De la lumière aux armes sans pitié!
Je te tends pure à ta place première :
Regarde-toi! . . . Mais rendre la lumière
Suppose d'ombre une morne moitié.

O pour moi seul, à moi seul, en moi-même,
Auprès d'un coeur, aux sources du poème,
Entre le vide et l'événement pur,
J'attends l'écho de ma grandeur interne,
Amère, sombre, et sonore citerne,
Sonnant dans l'âme un creux toujours futur !

Sais-tu, fausse captive des feuillages,
Golfe mangeur de ces maigres grillages,
Sur mes yeux clos, secrets éblouissants,
Quel corps me traîne à sa fin paresseuse,
Quel front l'attire à cette terre osseuse ?
Une étincelle y pense à mes absents.

Fermé, sacré, plein d'un feu sans matière,
Fragment terrestre offert à la lumière,
Ce lieu me plaît, dominé de flambeaux,
Composé d'or, de pierre et d'arbres sombres,
Où tant de marbre est tremblant sur tant d'ombres ;
La mer fidèle y dort sur mes tombeaux !

Chienne splendide, écarte l'idolâtre !
Quand solitaire au sourire de pâtre,
Je pais longtemps, moutons mystérieux,
Le blanc troupeau de mes tranquilles tombes,
Éloignes-en les prudentes colombes,
Les songes vains, les anges curieux !

Ici venu, l'avenir est paresse.
L'insecte net gratte la sécheresse ;
Tout est brûlé, défait, reçu dans l'air
A je ne sais quelle sévère essence ...
La vie est vaste, étant ivre d'absence,
Et l'amertume est douce, et l'esprit clair.

Les morts cachés sont bien dans cette terre
Qui les réchauffe et sèche leur mystère.
Midi là-haut, Midi sans mouvement
En soi se pense et convient à soi-même ...
Tête complète et parfait diadème,
Je suis en toi le secret changement.

Tu n'as que moi pour contenir tes craintes !
Mes repentirs, mes doutes, mes contraintes
Sont le défaut de ton grand diamant ...
Mais dans leur nuit toute lourde de marbres,
Un peuple vague aux racines des arbres
A pris déjà ton parti lentement.

Ils ont fondu dans une absence épaisse,
L'argile rouge a bu la blanche espèce,
Le don de vivre a passé dans les fleurs !
Où sont des morts les phrases familières,
L'art personnel, les âmes singulières ?
La larve file où se formaient les pleurs.

Les cris aigus des filles chatouillées,
Les yeux, les dents, les paupières mouillées,
Le sein charmant qui joue avec le feu,
Le sang qui brille aux lèvres qui se rendent,
Les derniers dons, les doigts qui les défendent,
Tout va sous terre et rentre dans le jeu !

Et vous, grande âme, espérez-vous un songe
Qui n'aura plus ces couleurs de mensonge
Qu'aux yeux de chair l'onde et l'or font ici ?
Chanterez-vous quand serez vaporeuse ?
Allez! Tout fuit! Ma présence est poreuse,
La sainte impatience meurt aussi !

Maigre immortalité noire et dorée,
Consolatrice affreusement laurée,
Qui de la mort fais un sein maternel,
Le beau mensonge et la pieuse ruse !

Qui ne connaît, et qui ne les refuse,
Ce crâne vide et ce rire éternel !
Pères profonds, têtes inhabitées,
Qui sous le poids de tant de pelletées,
Êtes la terre et confondez nos pas,
Le vrai rongeur, le ver irréfutable
N'est point pour vous qui dormez sous la table,
Il vit de vie, il ne me quitte pas !

Amour, peut-être, ou de moi-même haine ?
Sa dent secrète est de moi si prochaine
Que tous les noms lui peuvent convenir !
Qu'importe! Il voit, il veut, il songe, il touche !
Ma chair lui plaît, et jusque sur ma couche,
À ce vivant je vis d'appartenir !

Zénon! Cruel Zénon ! Zénon d'Êlée!
M'as-tu percé de cette flèche ailée
Qui vibre, vole, et qui ne vole pas !
Le son m'enfante et la flèche me tue !
Ah ! le soleil . . . Quelle ombre de tortue
Pour l'âme, Achille immobile à grands pas !

Non, non ! .... Debout ! Dans l'ère successive
Brisez, mon corps, cette forme pensive !
Buvez, mon sein, la naissance du vent !
Une fraîcheur, de la mer exhalée,
Me rend mon âme . . . O puissance salée !
Courons à l'onde en rejaillir vivant !

Oui! grande mer de délires douée,
Peau de panthère et chlamyde trouée
De mille et mille idoles du soleil,
Hydre absolue, ivre de ta chair bleue,
Qui te remords l'étincelante queue
Dans un tumulte au silence pareil,

Le vent se lève! . . . il faut tenter de vivre !
L'air immense ouvre et referme mon livre,
La vague en poudre ose jaillir des rocs !
Envolez-vous, pages tout éblouies !
Rompez, vagues! Rompez d'eaux réjouies
Ce toit tranquille où picoraient des focs !

Paul Valery



Annabel Lee

19 Ekim 2020

Amerikalı şair ve Amerikan edebiyatının ıstıraplı devi Edgar Allen Poe'nun lirizmin doruğundaki ''Annabel Lee'' isimli bir şiiri var.

Önce bu şiirin hikâyesini anlatayım:

Küçük yaşta ana ve babasını kaybeden Poe, kuzenlerinden Virginia Clem'le evlenir... Bu sıradan bir evlilik değildir. Edebiyat tarihinin unutulmaz hikâyelerinden biridir bu evlilik...

Kumara ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle Virginia üniversitesinden kovulan Poe, şiir yazarak vakit geçirip kurallara boyun eğmediğinden West Point (ABD Harp Okulu)'ndan da ayrılmak zorunda kalır...

Evlendiği zaman beş parası yoktur Poe'nun. Ömrü boyunca da olmamıştır zaten...  ''Canavarlar'' adlı eseri üzerinde tam 10 yıl çalışır... Neredeyse her sayfasında birkaç defa silip tekrar yazan Poe, 10 yılda hazırladığı bu eseri ancak 10 dolara satabilir...

Evlendiklerinde Poe 26, karısı Virginia 13 yaşındadır... Pek çok insan bu evliliğin mutluluk getirmeyeceğine, kısa zamanda boşanmayla sonuçlanacağına hükmederler... Lakin hiç de öyle olmaz... İkisi bir arada mutlu ve oldukça romantik bir hayat yaşarlar... Poe, çocuk denecek kadar küçük yaştaki karısını büyük bir aşkla taparcasına sever...

Poe ile Virginia'nın yaşadığı ev, her an yıkılacak kadar viranedir... Ama kırlar ve elma ağaçlarıyla çevrili güzel bir yerdir... Bahar gelip de güney rüzgârları esmeye başladığı zaman leylak ve kiraz çiçeklerinin kokusu dolar eve... 

Poe bu evi üç dolar aylık kirayla tutmasına rağmen bunu bile ödeyemez... Yeterli yiyecekleri olmadığından küçük karısı Virginia hastalanır... Lakin paraları da yoktur... Yiyecek bir şey de alamazlar... Ama mutludurlar.... Poe sevgili karısına aşkla şarkı söylemesini, karısı da onu sevmesini bilir... 

Bazen günlerce bir şey yiyip içmeden aç karnına otururlar... Bahçede hindibalar yetiştiği zaman toplayıp, pişirerek karınlarını doyurmaya çalışırlar... Poe ile karısının açlıktan öleceklerini hisseden komşuları, acıdıklarından sepetlerle yiyecek getirirler...

İşte bu evde ölür Virginia.... Aylarca saman dolu yatakta yatarak... Bedenini sıcak tutacak bir elbiseden mahrum olması ölümüne sebep olur Virginia'nın... Çok soğuk günlerde annesi kollarını, Poe da ayaklarını ovalayarak ısıtmaya çalışırlar onu… Poe, West Point'te giydiği er kaputunu Virginia'nın titreyen vücuduna örterken, kedileri de ayakları ucuna yatırarak ve annesiyle durmadan okşayarak ısıtmaya çalışırlar...

Biricik karısı öldüğü zaman Poe'nun cebinde cenazeyi kaldıracak kadar parası da yoktur... Komşulardan biri yardım etmese sevgili Virginia'sı Pottersfield'deki kimsesizler mezarlığına gömülecektir.

Virginia kış aylarında ölmüştü... Aylar geçer, nice baharlar gelir geçer, kışlar geçer... Poe, evlendiği ve çok sevdiği tek kadın olan Virginia'yı hiç unutmaz... O evin bahçesinde oturup yıllarca hasretini çektiği biricik karısı için lirizmin doruğundaki şiirlerini yazar...

İşte "Annabel Lee" de bu masalsı aşkla ve o unutulmaz ıstırapla yazılır... Picasso'nun bir deyişi vardı; ''Sanat, acı ve hüznün çocuğudur.'' diye... Hewingway de; "Mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz" derdi. Bu ifadelerin somut göstergesidir ''Annabel Lee''.

''Annabel'', Virginia'nın ölüsüne verdiği isimdir Poe'nun... 

Eserleri okurken, ardındaki dramı, gamı, kederi de görmek gerekir diye düşünürüm… Bu nedenle uzun uzun anlattım...  Ateşten sözcükler bütünüdür Annabel Lee… Her kelimesi alev alev açan birer çiçek gibidir Annabel Lee... Bence dünyanın en güzel şiiridir Annabel Lee... Türkçe çevirisinin de bu kadar güzel olmasını çevirmen şair Melih Cevdet Anday'a borçluyuz. Okudukça gün kor kızıla çalar, usul usul olur akşamlar, perde perde iner gece, karanlıklar, bir annenin uyuyan çocuğunun üstünü örtercesine uyuyan doğanın üstünü çöker yavaş yavaş…

Yazımın sonunda şiirin orijinal İngilizcesini, Türkçesini ve hasta yatağında Annabel Lee ve Poe’yi gösteren bir kuru kalem resim çalışmasını veriyorum…

Osman AYDOĞAN

Tabii böylesine güzel bir şiir şarkıya dönüştürülmemiş olamazdı. Bağlantıda ise ABD'li oyuncu, şarkıcı ve güzellik unvanı sahibi Monica Gil'in kadife sesinden ''Annabel Lee'':
https://www.youtube.com/watch?v=LtAXmO0FNj0

Bir not: Şiir ''Bir deniz ülkesinde'' diye başlar ya... Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan'ın anne ve babası bu şiiri çok severlermiş ve "Bir deniz ülkesinde" kısmının ''Deniz Ülke'' kısmını alıp ona isim yapmışlar... 

Annabel Lee  

Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,-
Evet!- bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.

Edgar Allan Poe, Çev. Melih Cevdet Anday

Annabel Lee 

It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of ANNABEL LEE;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.

I was a child and she was a child,
In this kingdom by the sea;
But we loved with a love that was more than love-
I and my Annabel Lee;
With a love that the winged seraphs of heaven
Coveted her and me.

And this was the reason that, long ago,
In this kingdom by the sea,
A wind blew out of a cloud, chilling
My beautiful Annabel Lee;
So that her highborn kinsman came
And bore her away from me,
To shut her up in a sepulchre
In this kingdom by the sea.

The angels, not half so happy in heaven,
Went envying her and me-
Yes!- that was the reason (as all men know,
In this kingdom by the sea)
That the wind came out of the cloud by night,
Chilling and killing my Annabel Lee.

But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we-
Of many far wiser than we-
And neither the angels in heaven above,
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee.

For the moon never beams without bringing me dreams
Of the beautiful Annabel Lee;
And the stars never rise but I feel the bright eyes
Of the beautiful Annabel Lee;
And so, all the night-tide, I lie down by the side
Of my darling- my darling- my life and my bride,
In the sepulchre there by the sea,
In her tomb by the sounding sea.

Edgar Allan Poe



Çanakkale Savaşında Avusturyalı bir şehide: Anna Schwarz

18 Ekim 2020

Geçen sene aylık ‘’Düşünce ve Tarih’’ dergisinin Eylül 2019 tarih ve 48. numaralı nüshasında araştırmacı yazar İsmail Tosun Saral’ın ‘’Anna Schwarz. Nam-ı Diğer Ordu Hemşiresi. Alman Madam Erika’’ başlıklı güzel bir makalesi yayınlandı. Böylesine güzel bir çalışmanın kaybolmaması için bugünkü yazımı bu makaleye ayırıyorum… Yazının geniş bir özetini sunuyorum. Ancak ara başlıklar, ifade şekli ve italik yazılar bana ait.

Anna Schwarz. Nam-ı Diğer Ordu Hemşiresi. Alman Madam Erika

Çanakkale’de şehitlikte bir mezar taşı

Halk arasında ve bugün resmi kayıtlarda “Alman Hemşire Madam Erika’nın Mezarı” olarak bilinen Tabip Binbaşı Ragıp Bey’in eşinin mezarı Eceabat Yalova Köyü şehitliğinde bulunmakta ve çevre halkı ayrıca bu mezara gerçek ismi “Anna”yı andıracak şekilde, belki de Alman olmasından dolayı, “Ana Hatun’un Mezarı” da demektedir.’’

Mezar taşındaki yanlışlıklar silsilesi

Bu mezarın dış duvarına hatalı ve kötü bir Türkçeyle “Yaralı Türk askerlerini tedavi ederken top mermisi ile hayatını kaybeden Doktor Yüzbaşı Ragıp Bey’in refikası hemşire. 26 Eylül 1915” yazılı bir kitabe bulunuyor. Mezarın dış duvarındaki bu yazının fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum…

Oysa ölen ne Ragıp Bey’dir, ne de Ragıp Bey’in rütbesi yüzbaşıdır. “Tabip Yüzbaşı” yerine “Doktor Yüzbaşı” yazılması da ayrı bir gaflettir.

Mezar taşının üzerinde ise şu ifade bulunur: ”İfa-yı vazife esnasında top mermisi ile terk-i hayat eden Madam Doktor Ragıp Bey’in hâb-gâh-ı ebedisi 4 Kânunuevvel 1331’’ Yazımın sonunda mezarın fotoğrafını veriyorum. Ancak taş mezar üzerinde yatay olarak durduğu için bu yazı fotoğrafta okunmuyor.

Hâlbuki hicri ‘’4 Kânunuevvel 1331’’ tarihi, miladi 17 Aralık 1915 tarihine denk gelir. Mezar dış duvarında yazdığı gibi 26 Eylül 1915 tarihi değil…

Mezarın dış duvarında yazılı olan “Refika= eş, hayat arkadaşı” sözcüğü halk arasındaki söylenme şekli ile zamanla “Erika” haline dönüşür ve Gelibolu Yarımadası Tarihî Millî Parkı’nın kayıtlarında da “Madam Erika” olarak yanlış şekilde yerini alır.  

Hemşire Anna Schwarz

Hemşire Bayan Ragıp, ‘’Graf Friedrich von Hochberg’’ ismindeki Alman Sağlık Hizmetleri Misyonu Sahra Hastanesinde gönüllü hemşire olarak çalışıyordu.

İngilizler yarımadadan kaçmalarından birkaç gün önceden topçu ateşiyle Türk mevzilerini vurmaya başlarlar. Bu bombardıman sırasında Sahra Hastanesine de top mermileri düşer ve Başhekim Ragıp Bey’in eşi ordu hemşiresi Bayan Ragıp da şehit düşer…

Osmanlı Hilal-i Ahmer Başkan Yardımcısı Dr. Besim Ömer (Prof. Dr. Akalın) Paşa hastanenin bombalanmasını 18 Aralık 1915 günü Uluslararası Kızı Haç Komitesi nezdinde protesto ederek hemşire hanımın adını “Rabia” olarak bildirir…  

Hacettepe Üniversitesi Araştırma Görevlisi Dr. Emre Saral’ın Avusturya arşivinde yaptığı araştırma sırasında “Budapesti Hirlap” ve “Neues Wiener Journal” gazetelerinin 25 Ocak 1916 nüshalarında konu ile ilgili iki yazı bularak Çanakkale Kara Savaşları konusunda çok iyi araştırmaları olan gazeteci Sayın Yetkin İşcen’e vermesiyle mezarda yatanın gerçek kimliği belirlenir... Sonrasında da "Alman Hemşire Erika'nın kimliğini belirledik... Güzel değildi ama melek gibiydi” başlığı ile 2016 yılında makale konusu olarak kayda geçer.

Böylelikle, Sayın Dr. Emre Saral’ın bulduğu gazete haberinden yola çıkarak aslında Dr. Ragıp Bey’in eşinin Alman olmadığı, Avusturyalı ve Viyana’nın Liesing köyünden olduğu, adının da Ragıba, Rabia veya Erika olmayıp “Anna Schwarz olduğu belirlenir.

Dr. Ragıp kimdir?

1881 yılında Selanik yakınlarındaki Nevrekop’da doğan Dr. Hasan Ragıp Bey’in hayatı cephelerde geçer. Trablusgarb, Balkan Harbi, Büyük Savaş ve İstiklâl Mücadelesine katılır. 3’ncü rütbeden Alman Demir Salip Nişanı, Avusturya-Macaristan Franz Josef nişanı ve İstiklal madalyası ile onurlandırılır.

Soyadı kanunu çıktığında “Erensel” soyadını alır. 1927-1937 yılları arasında TC Devlet Demiryolları Sıhhıye Müfettişi olarak çalışır. Bektaşî olan Ragıp Bey uzun yıllar Atatürk’ün özel hekimliğini yapar. Atatürk‘ün çok sevdiği yakın arkadaşlarından birisidir… Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın özel doktoru iken 6 Ocak 1953’de bir kalp krizi sonucu Ankara’da hayata gözlerini yumar…  

Avusturyalı Gazeteci Georg Bittner’in anlatımıyla Anna Scwarz’ın şehadeti

Avusturyalı Gazeteci Georg Bittner uzun yıllar bir muamma olarak kalan ilginç olaya söz konusu haberinde açıklık getirir:

“Biz misafirler bu mahfelde hazırlanan portatif sahra karyolalarında uyuyacaktık. Gece, çekiç darbeleri beni rahatsız etti. Sabah kalktığımda penceremin önünde yeni yapılmış ve üstüne haç işlenmiş bir tabut gördüm. İngilizler önceki gün bir hastaneyi donanma ateşi ile vurmuşlar ve orada çalışan bir gönüllü hemşireyi şehit etmişler. Penceremin önünde gördüğüm tabut onun tabutu idi.”

Daha sonra Bittner gazetesine yolladığı yazıda gerçeği gün yüzüne çıkarır: (Georg Bittner, “Avrupa ve Asya Arasında” Neues Wiener Journal, Salı, 25 Ocak 1916)  

“Havanlarımız İngilizlerin yarımadadan kaçmalarından birkaç gün önce onların siperlerine müthiş bir ateş açmışlardı. Bu ateşe misilleme olarak İngilizler 'Graf Friedrich von Hochberg Sağlık Hizmetleri Misyonu Sahra Hastanesi'ne ateş açtılar. Bu ateş esnasında Türk Başhekimi Ragıp Bey’in Viyana yakınlarında bir köy olan Liesing doğumlu eşi ordu hemşiresi Anna Schwarz da şehit düştü.

O Viyana yakınlarında bulunan Liesing köyündendi. Adı Anna Schwarz’dı. Türk doktor bana hayatının romanını bütün acı-tatlı iniş çıkışlarıyla bir doğuluya has bir şekilde, içten olarak anlattı. Bu acı-tatlı anılar bir Avrupalının anılarından daha hissi idi. Eşini savaştan 9 yıl önce İstanbul’da tanımıştı. Bu cesur kadın Balkan savaşında Bulgar cephesinde Kızılay Hemşiresi olarak görev yapmış, birçok Türk kadın ve çocukla birlikte Bulgarlara esir düşmüştü. Bu esarette yüzlerce muhtaç kişiye bir yardım meleği olmuştu. Ayrıca Bulgarlar bir Avusturya vatandaşı olması nedeniyle ona saygı duymuşlardı. Gelibolu kara muharebeleri başlayınca derhal gönüllü olarak başvurdu. Önce Tekirdağ’da bir hastanede görev yaptı. Kocası Müşir von Sanders’in karargâhına atanınca da kocasına yakın olmak için Yalova’da bulunan hastaneye nakil oldu.''

Başhekim Ragıp Bey şöyle anlattı; 'Hemşireler önceleri rüzgâra açık bir alanda çadırlarda kaldılar. Bu nedenle daha sonra da bir tepenin ardına yerleştirildiler. Ancak, bu yeni yerin de düşman ateşine doğrudan açık olduğunu gördüm. Ekselans Von Sanders’den eşim ve diğer hemşireler için daha korunaklı bir mekân yapılması hususunu istirham ettim. Ne var ki Ekselans von Sanders bu isteğimi uygun görmedi. Kendi ellerim ve imkânlarımla hemşirelerin kaldığı mekân üzerine kocaman bir kızıl Haç işareti yaptım. İngilizlerin bu Kızıl Haç işaretine saygı duyacaklarını düşünmüştüm. Çünkü Kızılay işareti onlara bir mana ifade etmiyordu. İngilizlerin top ateşi başlamadan önce karım çadırından dışarı bir şey almak için çıkmış olmalı ki bir top mermisi onu buldu. Sağ bacağını kalçasından kopardı, anında öldü. Vücudunda başka yara bere görülmedi.' Doktor bir an için gözyaşlarını sildi. 'Karım zengin değildi. Fakat benim için bir melekti.' Vatanından uzakta ölen bu Avusturyalı hakkında başka hiç bir kimseden hiçbir şey duymadım. Avusturya-Macaristan askerlerinin onun mezarına çiçek bırakmış olmaları, subayların ise son dualarını yapmış olmaları muhtemeldir.”

Illustrierte Kronen Zeitung: “Bir Liesingli Gönüllü Hemşire Gelibolu’da Şehit Düştü”

Dr. Ragıp Bey’in eşi Anna Hanım’ın şehit düşmesiyle ilgili bir başka haber de Illustrierte Kronen Zeitung’da “Bir Liesingli Gönüllü Hemşire Gelibolu’da Şehit Düştü” (Eine Liesingerin als freiwillige Krankenschwester bei den Dardarrellen gefallen, Illustrierte Kronen Zeitung, 20.1.1916. s. 2, 3 ) başlığı ile yer alır:

İngilizlerin ve Fransızların Gelibolu yarımadasından atılmasıyla sonuçlanan görkemli Çanakkale Muharebelerinde özverili hayır işini yerine getirirken son muharebelerin birinde bir Türk Başhekiminin karısı olan Liesingli Anna Schwarz şehit düştü. Çanakkale cephesinde 5’nci Ordu'ya atanan kocası Başhekim Dr. Ragıp Bey yanında gönüllü hemşire idi. Bakımına verilen yaralı ve hasta askerlere yorgunluk belirtisi göstermeden bakmanın özverili sorumluluğunu üstlenmişti.

17 Aralıkta çalıştığı hastane İngilizler tarafından bombalandı ve bir şarapnel parçası hemşireye isabet etti. Yaralanma ölümcül oldu. Mesleğinin kurbanı hemşire, anavatanından uzakta olağan dışı bir merasimle Türk toprağına gömüldü.

Başhekim refikası Anna Ragıp Liesing’de doğdu. Babası bir fabrika işçisiydi. Babası ve annesi erken öldüler. Kızlık soyadı Schwarz olan Anna onbir yaşında hem yetim hem de öksüz kaldı. Bu nedenle akrabaları onu yanına aldılar. Liesing Mahallesi Sarg Gasse’de (Günümüzde Viyana Liesing’de Sarggasse hala duruyor ve Karl Sarggasse olarak geçiyor.) 3 numaralı evde oturan Franz ve Franziska Heinz bu yetim ve öksüz çocuğu evlatlık olarak aldılar. Kendisi de bir fabrika işçisi olan Bay Heinz zengin olmasa da yavrucağa sevgi dolu bir ev sundu. Anna Schwarz ilkokula ve sonrada halk okuluna devam etti. Okul bittikten sonra bir zengin ailenin yanına oda hizmetçisi olarak girdi. On yıl önce aile İstanbul’a taşındı. Anna Schwarz işinden ayrılmadı ve Türk başşehrinde işvereninin geniş çevresini gördü. İstanbul’da yakında karısı olacağı cesur bir adamın gönlünü fethedeceği hiç aklına gelmemişti. İşvereni İstanbul’da büyük bir evde oturuyor ve birçok misafir ağırlıyordu. Bu misafirlerden birisi de Askerî Tabip Dr. Ragıp Bey’di. Dr. Ragıp ziyaretlerini daha sık yapmaya başladı ve ziyaretlerini güzel Avusturyalı oda hizmetçisi kız için yaptığını asla saklamadı. Bir süre sonra Anna Schwarz hanımla evlenmek istediğini beyan etti ve isteği kabul edildi. Düğün Schwarz Hanımın İstanbul’a geldiği aynı yıl içinde yapıldı. Kaderinin bu dönemecinde Anna Ragıp Liesing’deki kendisini büyüten ailesine nişan ve düğün haberini sevinçle duyurdu. İstanbul’dan yolladığı sayısız mektuplarda daima kocasının ne kadar bir muhteşem ve güzel bir insan olduğunu, onu taparcasına sevdiğini, onun yanında kendisini dünyanın en mutlu kadını olarak gördüğünü yazdı. Hayatın zorluklarıyla daha genç yaşta tanışan Bayan Dr. Ragıp kocasına sadık bir can yoldaşı oldu.

Balkan Savaşı başlayınca hemşire olarak cepheye gitti. Trakya’daki Hilal-i Ahmer hastanelerinde çalıştı. Bu hastanelerin birinde kocası Dr. Ragıp Bey’de başhekim olarak çalışıyordu. Bir gün Liesing’e bir mektup ulaştı. Bu mektupta Dr. Ragıp Bey eşinin amcası ve teyzesine üzüntü ile Anna’nın kaybolduğunu bildiriyordu. Mektup umutsuzlukla doluydu. Ama sonra başka bir mektup geldi ve Dr. Ragıp Bey bu mektubunda sevinçle karısının bulunduğunu bildiriyordu.

Türk ordusunun geri çekilişi sırasında farklı hastanelerde çalışan karı koca birbirini kaybetmişti. Yıllar boyunca Bayan Dr. Ragıp, Liesing’deki yakınları ile bağlantısını kesmedi. Bu nedenle yakınları Dr. Ragıp Bey’in terfi ettiğini, Anna’nın kocası tarafından Kızılay emrinde gönüllü hemşire olarak göreve yerleştirildiğini öğrendiler.

Günlerden bir gün Liesing’e bir mektup geldi. Bu mektupta Dr. Ragıp Bey karısının açıklı ölümünü Heinz ailesine bildiriyordu. Şeref alanında ölen karısı için Türk doktorun sade bir dille yazdığı mektubu aşağıda yayınlıyoruz. Bu mektup sadık kocasının şehit karısına olan sevgisinin en güzel anıtıdır.

Bnb. Ragıp’ın Anna Schwarz’ın şehadetini Anna Schwarz’ın amcasına haber veren mektubu:

“Sevgili Amca, Graf Hochberg’in Alman Sahra Hastanesinde gönüllü hemşire olarak çalışan zavallı karım 17 Aralık 1915 günü bir şarapnel parçası ile ölümcül bir şekilde yaralandı. Bu beklenmeyen ölüm beni o kadar çok sarstı ki yazamıyorum. Graf Hochberg’in sahra hastanesi genel karargâhtan sadece 20 dakika uzakta. Anna oradaki fedakârlık isteyen görevinden çok mutlu idi. Çünkü hep bana yakın olmak isterdi. Bombanın patlamasını duyduğum anda onun yanına atla gittim. Ama artık o yoktu. Zavallı karımın acı çekmeden ölmüş olması tek tesellimdir. Bunun dışında yeri doldurulamaz acı kaybımdan dolayı sonsuz üzüntü duyuyorum. Onu çok seviyordum. Bana çok güzel şeyler öğretti, yetiştirdi ona çok minnettarım. Oh zavallı Annam! Niçin benden böyle acı vererek ayrıldın?

Sevgili Amca, Yasımı daha iyi anlatamadığım için lütfen beni bağışlayınız. Zavallı Anna, tam mesut olacağı sırada benden çok kötü bir şekilde ayrıldı. İki ay önce binbaşı rütbesine yükseltildim. Ben sadece onu sevdim ve onu mesut etmek istedim.

Maalesef! Sevgili Amca, Çok ağlamak istiyorum. Belki gözyaşlarım acımı biraz hafifletir. Benim zavallı Anna’mın cenaze töreninde birçok kişi hazır bulundu. Askerî şerefle gömüldü. Almanlar, Avusturyalılar, Türkler hep hazır bulundular. Hatta bir askerî bando da vardı. Cenaze törenine ekselans Müşir Liman von Sanders Paşa da katıldı. Türk subaylar İstanbul’a çelenk siparişi verdiler. Mezarına 15 çelenk kondu. Mezarını mermerden yaptıracağım. Etrafına demir parmaklık koyacağım. Benim zavallı karımın ölmesi yazık, gerçekten çok yazık! Zengin değildi, fakir de değildi. Ne var ki çok asil bir kalbi vardı. Sadece insanların iyiliğini düşünürdü. Beni her hususta yetiştirdi. Güneş artık benim için parlamıyor sevgili Amca! Ben acı kaybımı ve zavallı sevgili Anna’mı unutamıyorum. Allaha ısmarladık benim sevgili Amcam, İnşallah Liesing’te görüşürüz. Lütfen benim en içten gelen üzüntülerimiz bütün herkese iletiniz.

Sizin Dr. Ragıbınız. Çanakkale Cephesinde 5’nci Ordu Başhekimi.”

Anna Schwarz hakkındaki Türk yazarlarının yanlış bilgileri

İbrahim Karahan isimli bir yazar ‘’Erica Ana Çanakkale'nin Beyaz Meleği’’ (C Planı Yayınevi, 2016) isimli bir kitap yazar. Bu kitapta da İbrahim Karahan hiç ama hiç  Anna Schwarz’dan bahsetmez. Hep Erica diye bahseder. Yazar Anna Scwarz’ı Alman vatandaşı yapıp hiç adından bahsetmeksizin baştan sona ‘’Erica’’ olarak anlatır. Dr. Ragıp’ı Almanya’ya göndererek, Dr. Ragıp ile –kendi ifadesiyle- Erica’yı Almanya’da tanıştırır. Yetim ve öksüz Anna Scwarz’ı anneli babalı biri olarak tanıtır. Kitap bir roman olarak kurgudur ancak arka plan olarak kullandığı tarih Anna Schwarz hakkında tamamen yanlış ve temelsiz bilgilerle doludur…

Bu yanlışlık burada da kalmaz… Gazeteci Yılmaz Özdil, 18 Mart 2017 tarihinde Sözcü Gazetesinde ‘’Çanakkale’’ başlıklı bir makale yazar ve bu makalesinde bu konuyu işler. Ancak Yılmaz Özdil de, makalesinde Anna Scwarz’ı Alman vatandaşı yapıp hiç adından bahsetmeksizin baştan sona ‘’Erica’’ olarak anlatır. Yılmaz Özdil de Dr. Ragıp’ı Almanya’ya göndererek, Dr. Ragıp ile –kendi ifadesiyle- Erica’yı Almanya’da tanıştırır. Yetim ve öksüz Anna Scwarz’ı anneli babalı biri olarak tanıtır. Yılmaz Özdil’in makalesi de baştan sona yanlış bilgilerle doludur. Yılmaz Özdil yazısında kaynak göstermez ama muhtemel ki bu bilgileri İbrahim Karahan’ın yukarıda bahsettiğim ‘’Erica Ana Çanakkale'nin Beyaz Meleği’’ isimli kitabından almıştır. Yılmaz Özdil’in makalesinin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…

Ve bir dua

Makalenin yazarı İsmail Tosun Saral yazısını ‘’Yüce Allah hepsinden razı olsun!’’ duasıyla bitiriyordu.

Evet, Yüce Allah hepsinden razı olsun! Amin!

Osman AYDOĞAN

Yılmaz Özdil’in Sözcü gazetesinde yer alan 18 Mart 2017 tarihli makalesi:
https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yilmaz-ozdil/canakkale-1741486/

Anna Schwarz'ın Çanakkale Yalova Şehitliğindeki mezarı:



Ingeborg Bachmann

17 Ekim 2020

Ingeborg Bachmann (1926-1973), 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın şair ve yazarlarındandır. 1945 - 1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, hukuk, psikoloji ve Alman filolojisi okur. Prof. Leo Gabriel’den felsefe ve Freud’un öğrencisi Prof. Viktor E. Frankl’dan psikoterapi dersleri alır… Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaşır. Heidegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine (Martin Heidegger'in Varoluşçuluk Felsefesinin Eleştirel İncelemesi) doktorasını yapar. İlk şiirleri 1948 - 49 yıllarında yayımlanır. 1959 - 60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi’nde şiir konulu dersler verir. 1964 yılında Georg Büchner Ödülü’nü, 1968 yılında ise Avusturya Büyük Devlet Edebiyat Ödülü’nü alır. 1965 yılından itibaren Roma’da yaşamaya başlar.

Ingeborg Bachmann, II. Dünya savaşı sonrası Alman edebiyatının en önemli yazarları arasında sayılan İsviçreli yazar ve mimar olan Max Frisch ile yaşadığı çalkantılı ilişki sonucunda bunalıma girer... Bu bunalım dönemimde de uyku hapı kullanır… Roma’da yalnız yaşadığı evinde aşırı miktarda aldığı uyku hapının etkisiyle sigarasını söndürmeyi unutur. Sigaranın yol açtığı yangında evi yanar. Kendisi yaralı olarak kurtarılır… Ancak yaralarına yaklaşık bir ay direndikten sonra, tam 47 yıl önce bugün, 17 Ekim 1973 tarihinde vefat eder. Tesadüf o ki yazdığı şiirlerden birisinin bir dizesi de şu şekildedir: "Ben ise yalnız başıma yatmaktayım yaralarımla, buzdan dikenlerin içinde…"

Malina

Tesadüf bu kadar da değildir. Ingeborg Bachmann, bu bunalımlı döneminde '’Todesarten'’ (ölüm biçimleri) adlı projesi üzerine çalışmaktadır… 1971 yılında bu bunalım döneminde yazdığı ‘’Malina’’ (YKY, 2004) isimli romanı bu projenin ilk romanıdır.

Ingeborg Bachmann’ın bunalımı ‘’Malina’’ isimli romanında da şu ifadeyle yer bulur:

“Düşüşler çağına geldim, komşular zaman zaman bir şey mi oldu diye sorduruyorlar. Küçük bir mezara düştüm, başımı vurdum ve kollarımı burktum, bir dahaki düşüşe değin hepsi iyileşmiş olmalı ve ben aradaki bu zamanı mezarda geçirmek zorundayım, bir sonraki düşüşten korkmaya başladım bile, ama biliyorum ki kehanete göre, yeniden ayağa kalkabilene değin üç kez düşeceğim.”

Şiir kitapları

‘’Malina’’, tek romanı ve son eseridir Ingeborg Bachmann’ın. İlk eserleri şiir kitaplarıdır. Şiirleri iki kitapta toplanmıştır. İlk şiir kitabı 1953 yılında yayınlanır: ‘’Die gestundete Zeit’’ (Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004) İkinci şiir kitabı 1956 yılında yayınlanır: ‘’Anrufung des Großen Bären’’ (Büyük Ayı’ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004)

Radyo oyunları

Ingeborg Bachmann 1952 yılında yazdığı ‘’Ein Geschäft mit Träumen’’ (Bir Düş Alışverişi) adlı oyununda düş satan bir dükkânda kendi aşkları üzerine kurulu düşleri almaya sıra geldiğinde, özveride bulunmaktan kaçıp, sıradan kişiliği tercih eden bir insanın tragedyasını anlatır. Bu oyunu 28 Şubat 1952 tarihinde Viyana Radyosu'nda yayınlanır.

1955 yılında yazdığı ‘’Die Zikaden’’ (Ağustosböcekleri) oyununda bir adaya toplanmış insanların kırılgan ve buruk yaşam öykülerinden bahseder. Bu oyunu da 25 Mart 1955 tarihinde Hamburg Kuzeybatı Almanya Radyosu'nda yayımlanır.

1959 yılında yazdığı ‘’Der gute Gott von Manhattan’’ (Manhattan’ın İyi Tanrısı) adlı oyununda da insanın vazgeçilmez tutkusu “aşk“ı irdeler ve gerçek aşkın bütünüyle olanaksızlığını bir mahkeme ortamında sorgular… Bu oyunu da Bavyera ve Kuzey Almanya Radyoları'nın ortak yapımı olarak yayımlanır.

Bachmann, sonra da bu üç oyununu tek bir kitapta toplayarak ‘’Hörspiele’’ (Radyo Oyunları, YKY, 2005) adıyla yayınlar…

Ingeborg Bachmann, bu eserlerinde insanoğlunun yaşamındaki gerçekleri felsefi boyutta derinlemesine inceleyerek kurulu düzene ters düşen aşkların asla gerçekleşemeyeceğini anlatır…

Deneme ve Öykü kitapları

1960 yılında deneme eseri olan ‘’Frankfurter Vorlesungen’’ (Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay., 1989) yayınlanır. 1961 yılında ise öykü kitabı olan ‘’Das dreißigste Jahr’’ (Otuzuncu Yaş, YKY, 2004) yayınlanır.

Ingeborg Bachmann ve Ahmet Cemal

Ülkemizde, şiirden denemeye farklı türlerden Bachmann’ın eserlerinin ve Bachmann ile yapılmış bir dizi söyleşinin yer aldığı bir kitap da Ahmet Cemal’in hazırlığı ve çevirisiyle yayınlanır: ‘’Bu Tufandan Sonra´’ (Metis Yayınları, 1998)

Ahmet Cemal, ‘’Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’’ (Can Yayınları, 2012) isimli deneme kitabında da Bachmann'dan alıntılar yapar... 

Ingeborg Bachmann’ın ülkemizde yayınlanan bütün eserlerini Ahmet Cemal tercüme eder…

Ingeborg Bachmann’ın kitaplarında yer alan sözleri

Ingeborg Bachmann’ın derinliğini anlayabilmek için kitaplarında ve söyleşilerinde yer alan şu sözlerini vermek ve daha sonra da eserlerinden bir örnek aktarmak istiyorum:

"Faşizm bir kadın ve bir erkek arasındaki ilişkide baslar…" 

"Gerçek savaş her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla başlar…"

"Tek kelime söylemeyin, siz kelimeler!..."

‘’Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur.’’

‘’Yaşayacak bir ‘niçin'i bulunan, hemen hemen tüm ‘nasıl’lara dayanabilir.’’

‘’Çünkü birbirimize söylediğimiz sayılı şeylerle, ona gerçekten söylemek istediğim şeyler arasında bir hava boşluğu var..’’

‘’...çünkü insanoğlu karanlık bir yaratıktır, yalnızca karanlıklarda kendi kendisinin efendisidir ve gün ışığında yeniden köleliğine döner.’’

‘’Toplum, düşünebilecek en kanlı arenadır. Bu arenada eskiden beri, bu dünyanın mahkemelerine sonsuza değin kapalı kalan, en inanılmaz cinayetlerin tohumları en kolay biçimde ekilmiştir.’’

‘’...ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.’’

‘’İvan gece soruyor bana: Neden yalnızca ağlama duvarı var, neden bugüne kadar kimse bir sevinme duvarı yapmamış?’’

‘’O denli zengin bir yanılgı içinde yaşıyoruz ki kimse ötekine ya da egemenliğe karşı sesini yükseltmiyor. Dış dünyada öteki insanların bizi felce uğratmaları bu yüzden; çünkü onlar birtakım haklar alıyorlar, çünkü onlardan birtakım haklar alınıyor veya esirgeniyor ve çünkü o insanlar, hakları olmaksızın birbirlerinden sürekli bir şeyler istemekteler.’’

“Yani bulunduğumuz yerde, burada, özel bir yerde değil (çünkü özel bir yer hiçbir yerde yok), kalmak ve düşünmek için, savunulmayı gereksinmeyen bir yerde, ayrıcalıklarını birilerine zorla benimsetmenin gerekli olmadığı bir yerde, ama yine de bizi besleyebilecek, sevebileceğimiz, iyi hatlarla, var olan iyi hatlara öykünerek, yeni hatlar oluşturarak, bir çehre kazandırabileceğimiz bir yerde. Bu, her yerde olabildiği takdirde, o zaman artık hiçbir yerin çehresi ötekine itici gelmeyecek ve ürkütmeyecek. Ve o zaman çehreler rahatça Fransızca, İtalyanca, Almanca ve bunun gibi adlar taşıyabilecekler. Ve yüz hatları olarak yazılan, o zaman adı neyse rahatça o adı taşıyabilecek ve herkesin mutlulukla kendi dili sayabileceği bir dilde yazılmış olabilecek.” (Bachmann, bir arada insan olarak kalabilmenin koşullarını daha 1960’lı yılların başında yazıyordu.)

''Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.'' (Bachmann bu yazıyı ölümünden dört ay önce yazar.)

İrlandalı yazar Samuel Beckett, ’’Godot'yu Beklerken'’ isimli eserinde oyun kahramanları hiç gelmeyecek bir kişiyi beklerken, Ingeborg Bachmann da burada hiç gelmeyecek bir zamanı bekler…

Ağustosböcekleri

Ingeborg Bachmann’ın ‘’Radyo Oyunları’’ kitabında yer alan ‘’Die Zikaden’’ (Ağustosböcekleri) isimli oyunu bir adaya toplanmış insanların kırılgan ve buruk yaşam öykülerini konu alır.

Bu oyunun başında şöyle bir bölüm yer alır: ‘’Küçük eve bir başkası taşınacak. Birkaç yabancı daha adadan ayrılacak, yenileri gelecek. Gelenler çoğaldığında yalnızlığın da fiyatı artacak ve kıyılar dolacak. Soluk yüzler güneşte yanacak ve kumlar parmakların arasından kayacak, ta ki bir gölge adanın üzerinde kanat çırpana ve rüzgâra doğru üflenmiş bir tüy yere düşene kadar.’’

Görüldüğü gibi oyun, bir adanın tasviri ile başlar. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri gelir, ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşır. Oyunda ‘’Ağustosböcekleri” diye anılanlar, insandır aslında.

Ancak adadaki insanlar; insanca yaşamayı, insanı; ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşmüşlerdir. Adadaki insanlar; yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son vermişler ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyulmuşlardır.

Bachmann’ın oyunundaki ada, insanların bugünkü dünyasıdır aslında. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içerisinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe arandığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.

Oyun, şu itirafla noktalanır: ‘’Kurumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denize doğru yuvarlandı. Olduğumuz yerde kalakaldık ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandı. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe daha kuruyup küçüldüler; şimdi ise özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş olarak şarkılar söyleyip duruyorlar - ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için...’’ Bachmann’ın Ağustosböcekleri adlı radyo oyunu bu satırlarla son bulur…

Bu yorumu Ahmet Cemal, bahsettiğim gibi ‘’Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’’ (Can Yayınları, 2012) isimli deneme kitabında da kullanır.

Bachmann, ‘’sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için’’ deyince de aklıma Şair Özdemir Asaf’ın güzel bir şiiri geliyor: ‘’Uzun Bir Öykü’’

Uzun Bir Öykü

Hiç kimsenin kafesine 
Koyamayacağı bir kuş... 
Kaçmasını öylesine 
Uçmasını böylesine 
Unutmuş. 
Bir insan sesine 
Gelip konmuş.

İnsan sesi

Özdemir Asaf’ın şiirindeki; hiç kimsenin kafesine koyamayacağı, kaçmasını öylesine uçmasını böylesine unutmuş bir kuş bir insan sesine gelip konmuşken bizler insan sesini unuttuk… Bizlerin, bu iklimlerde yaşayanların sesleri insan sesi olmaktan çoktaaan çıktı gitti... Bu ülkede yaşayanların sesi, insan sesi olmaktan çıktığından, çıkarıldığından beri de hayatın müjdecisi olan sesler artık duyulmaz oldu… Ingeborg Bachmann’ın “Ağustos Böcekleri” adlı radyo oyununun sonunda yazdığı gibi, artık sevmeye son verdiğimiz için seslerimiz, kendi lanetlerimizin etkisiyle, insan sesi olmaktan çıkmıştır. Artık kurumuş gırtlaklardan çığlıklar yükseliyor... Bu konuda tek kelime söylemeyin, siz kelimeler!...

Vefatının 47. yılında Ingeborg Bachmann’ı saygıyla anıyorum.

Toprağı bol olsun…

Osman AYDOĞAN

Meraklısı için bu bölümde Ingeborg Bachmann’dan iki şiir sunuyorum. Şiirlerin Türkçeleri şiirin sonunda veriyorum.

Die gestundete Zeit

Es kommen härtere Tage.
Die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.
Bald mußt du den Schuh schnüren
und die Hunde zurückjagen in die Marschhöfe.
Denn die Eingeweide der Fische
sind kalt geworden im Wind.
Ärmlich brennt das Licht der Lupinen.
Dein Blick spurt im Nebel:
die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.

Drüben versinkt dir die Geliebte im Sand,
er steigt um ihr wehendes Haar,
er fällt ihr ins Wort,
er befiehlt ihr zu schweigen,
er findet sie sterblich
und willig dem Abschied
nach jeder Umarmung.

Sieh dich nicht um.
Schnür deinen Schuh.
Jag die Hunde zurück.
Wirf die Fische ins Meer.
Lösch die Lupinen!

Es kommen härtere Tage.

Die gestundete Zeit. 1953.

Ertelenmiş zaman

Daha çetin günler gelmekte.
Bir zaman ki, geri çağrılmak üzere
ertelenmiş, görünüyor şimdi ufukta.
Bağlamalısın artık neredeyse pabuçlarını,
köpekleri de kovmalısın toplanma yerlerine.
Çünkü balıkların bağırsakları
buz kesmiş rüzgâr altında.
Yoksul bir ışık vermekte kandiller.
Bakışların bir hayalet olmuş sisler denizinde:
bir zaman ki, geri çağrılmak üzere
ertelenmiş, görünüyor şimdi ufukta.

Ötelerde sevgilin, gömülmekte yavaş yavaş,
dalgalanan saçlarına kadar yükselmiş kum,
sözünü kesiyor konuştuğunda,
susması için emir vererek,
ölümlüdür nasılsa sevgilin kumlara göre
ve ayrılışlara da gönüllü,
her kucaklaşmanın ardından.

Bakma etrafına.
Bağla pabuçlarını.
Geri kovala köpekleri.
Dök balıkları denize.
Söndür kandilleri!

Daha çetin günler gelmekte.

Çeviri: Ahmet Cemal
Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, 2016

Bruderschaft 

Alles ist Wundenschlagen,
und keiner hat keinem verziehn.
Verletzt wie du und verletzend,
lebte ich auf dich hin.

Die reine, die Geistesberührung,
um jede Berührung vermehrt,
wir erfahren sie alternd,
ins kälteste Schweigen gekehrt.

Kardeşlik

Her şey yaralamaktır aslında,
ve rastlanmamıştır birbirini bağışlayana,
senin gibi incinmiş ve inciterek,
kulaç attım hep sana.

Arı olana, yani başka her temasla
çoğalan ruhsal temasa gelince,
yaşlanarak ediniriz o deneyimi ancak,
en soğuk suskunluğa gömüldüğümüzde.

Çeviri: Ahmet Cemal
Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, 2016



Gününüz kutlu olsun!

17 Ekim 2020

Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan MÖ 209 yılı Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilir. O günden bugüne Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti dâhil çeşitli Türk devletlerine hayat vermiş Türk ordusunun askerî tarihinde çeşitli sınıflar, rütbeler, hiyerarşiler vardır ancak bütün bu ordularda o günden (MÖ 209) 1951 yılına kadar ‘’Astsubay’’ sınıfı, rütbesi ve hiyerarşisi yoktur.

Yani 1951 yılına kadar Türk ordu geleneğinde ‘’ast’’ diye başlayan bir sınıf, bir sıfat, bir unvan, bir zümre yoktur. Ordunun ‘’Nefer’’i vardır, ‘’Onbaşı’’sı vardır, ‘’Çavuş’’u vardır, ‘’Mülazım’’ı vardır, ‘’Yüzbaşı’’sı vardır, ‘’Kolağası’’sı vardır, ‘’Binbaşı’’sı vardır, ‘’Kaymakam’’ı vardır, ‘’Miralay’’ı vardır, ‘’Mirliva’’sı vardır, ‘’Ferik’’i vardır, ‘’Müşir’’i vardır, vardır, vardır ama ‘’Ast'' ile başlayan bir sınıfı, bir zümresi, bir rütbesi, bir ünvanı yoktur.  Bu orduda ayrıca ‘’Astsubay’’ sınıfı olmadığı gibi bugünkü anlamda ‘’Subay’’ ve ‘’General’’ sınıfı da keskin anlamlarıyla yoktur. Sadece askerlerin rütbeleri vardır… ‘’Er’’ de er değil, ‘’Nefer’’dir Nefer.

Osmanlı dönemi

Osmanlının son zamanlarında ordunun orta kademe yönetici ihtiyacını karşılamak maksadıyla bilgi ve becerisi gelişmiş erbaşların hizmete alınması ihtiyacı hasıl olur ve bu erbaşlara da ‘’Gedikli Erbaş’’ rütbesi verilir… Ancak bu gedikli erbaşlar kıtalarda gösterdikleri başarı ve yeteneklerine göre üst rütbelere yükselebilmektedirler….

Bu sınıfın eğitim ihtiyacını karşılamak üzere 1909 yılında çıkarılan bir nizamname ile Osmanlı Devleti’nin yedi ordu bölgesinde ilkokul düzeyinde "Gedikli Küçük Zabitan İptadi Mektepleri" açılır… Bu mektepler; 1’nci Ordu İstanbul, 2’nci Ordu Konya, 3’ncü Ordu Selanik, 4’ncü Ordu Sivas, 5’nci Ordu Halep, 6’ncı Ordu Bağdat ve 7’nci Ordu Yemen de açılan Gedikli Küçük Zabitan İptadi Mektepleridir.

Bu okulların açılmasının ardından bu okulların devamı niteliğinde ortaokul düzeyinde ‘’Küçük Zabitan Mektepleri’’ açılır…

’Küçük Zabitan Mektepleri’’ mezunları doğrudan kıtaya gönderilmez. Küçük Zabitan Mektepleri mezunları sınıf okulu eğitimlerini;1909 yılında kurulan Selanik, Edirne, Beyrut, Erzincan, Bağdat, Gedikli Küçük Zabit Mektepleri ile 1910 yılında İstanbul Rami Kışlasında Kurulan Sahra ve Ağır Topçu, 1911 yılında İstanbul Bakırköy'de kurulan Süvari, 1912 yılında İstanbul Halıcıoğlu'nda kurulan Ulaştırma, 1912 yılında İstanbul Balmumcu'da kurulan Jandarma ve 1914 yılında İstanbul Haydarpaşa'da kurulan Sıhhıye Gedikli Küçük Zabitan Mekteplerinde alırlar…

Birinci Dünya Savaşında esnasında işgal edilen bölgelerde bulunan bu okullar kapanır. Diğer okullar ise 1924 yılına kadar faaliyetlerini sürdürürler…

Cumhuriyet dönemi

22 Nisan 1925 tarih ve 648 sayılı kanunun birinci maddesinde ‘’Küçük Zabit ‘’olarak adlandırılan rütbeler ‘’Çavuş’’, ‘’Başçavuş Muavini’’ ve ‘’Başçavuş’’’ olarak sıralanır.

Daha sonra da değişik zamanlarda on adet ‘’Gedikli Erbaş Hazırlama Orta Okulu Açılır’’. Bu okullar; İstanbul / Halıcıoğlu (1924 - 1934 / 1960 - 1961), Ankara (1929-1936), Konya (1931 – 1938 / 1951 - 1964) , Merzifon (1941 - 1962), Kayseri / Zincirdere (1942 - 1949), Elazığ (1943 - 1944), Mersin (1955 - 1963), Afyon / Emirdağ (1959 - 1960), Çorum (1959 - 1961) ve Ankara Elektronik (1960 - 1964) Gedikli Erbaş Hazırlama Okullarıdır.

10 Haziran 1935 tarih ve 2771 sayılı Ordu Dahili Hizmet Kanununda (İç Hizmet Kanunu) bir kısım tanımlamalar yapılarak Gedikli Sınıfı olarak; Onbaşı, Çavuş, Üstçavuş, Başçavuş ve Başgedikli rütbeleri tanımlanır.

1951 yılı ve sonrası

Türkiye’nin NATO’ya girecek olması nedeniyle NATO’ya (siz onu ‘’ABD ordusuna’’ diye anlayın) uyum maksadıyla 1951 yılında Astsubaylık Kanunu kabul edilerek ‘’Astsubaylığın’’ tanımı yapılır…

02 Temmuz 1951 gün ve 5802 sayılı Astsubay Kanununa göre ‘’gedikli erbaş’’ adı ‘’astsubay’’, ‘’başgedikli’’ adı ‘’kıdemli başçavuş’’ olarak değiştirilir…

Bu kanunda astsubaylığın tanımı, görevleri ve yükümlülükleri net olarak yapılır... Bu kanundaki astsubay rütbeleri de; Astsubay Çavuş, Astsubay Üstçavuş, Astsubay Başçavuş, Astsubay Kıdemli Başçavuş olarak belirlenir. Daha sonraki tarihlerde bu konuda çeşitli düzenlemeler olduysa da o günden bugüne bu böyledir.

Görüldüğü gibi Türk ordu tarihinde 1951 yılına kadar bir ‘’astsubay’’ tanımlaması yoktur.

Okullar

1964 yılında astsubay yetiştirme sisteminde yeni bir düzenleme yapılarak ortaokul düzeyindeki okullar kapatılarak lise düzeyinde eğitim veren hazırlama okulları açılır.

Ordunun teknik sınıflar dışındaki muharip ve yardımcı sınıf astsubay ihtiyacını karşılamak için çeşitli illerde açılan Astsubay Hazırlama Okulları 1961 yılından itibaren peyderpey kapatılarak önce 1962 yılında Konya’da toplanır… Sonra da Konya’daki Astsubay Hazırlama Okulu 1966 yılında Çankırı’ya taşınır… Bu okulda eğitim 1973 yılına kadar iki yıl olarak devam eder, bu tarihten sonra eğitim süresi üç yıla çıkartılır.

1960 yılında Ankara'da açılan ve teknisyen astsubay ihtiyacını karşılayan Elektronik Erbaş Hazırlama Okulu, 1964 yılından itibaren lise düzeyine yükseltilerek adı ‘’Elektronik Astsubay Hazırlama Okulu’’ olarak değiştirilir.

Balıkesir'de 1987 yılında ‘’Teknik Astsubay Hazırlama Okulu’’ açılır. 1988’de Ankara'daki ‘’Elektronik Astsubay Hazırlama Okulu’’ da Balıkesir'e taşınarak her iki okul birleşir. 1997 yılında da Çankırı'da bulunan ‘’Astsubay Hazırlama Okulu’’nun da Balıkesir'e taşınmasıyla Balıkesir’de ‘’Çok Programlı Astsubay Hazırlama Okulu’’ kurulur.

Bando sınıfı için ise ayrı bir okul ve eğitim sistemi hazırlanır. İlk olarak 23 Kasım 1831 tarihinde İstanbul'da "Musika-i Hümayün" okulu kurulur. Bu okul 1924 tarihinde Ankara'ya taşınır. Bu okul sırayla 1939 yılında ‘’Ankara Musiki Gedikli Erbaş Hazırlama Ortaokulu’’, 1949 yılında ‘’Askerî Muzika Meslek Okulu’’, 1964 yılında ‘’Askeri Mızıka Okulu’’ adlarını alır. 1985 yılında ‘’Silahlı Kuvvetler Mızıka Astsubay Hazırlama ve Sınıf Okulu’’ adı ile Meslek Lisesi statüsüne kavuşur.

11 Nisan 2002 tarih ve 4752 sayılı Astsubay Meslek Yüksek Okulları Kanunu ‘’Silahlı Kuvvetler Mızıka Astsubay Hazırlama’’ okulu hariç tüm kuvvetlere mahsus Astsubay Hazırlama Okulları kapatılarak Astsubay Meslek Yüksek Okulları kurulur ve Astsubay Meslek Yüksek Okulları 2003 – 2004 Eğitim ve Öğretim döneminden itibaren eğitimlerine başlarlar.

Bu noktada iftiharla bir açıklamada bulunmak istiyorum: Bu satırların yazarı naçizane ben, 2003 yılında kapatılan ‘’Çok Programlı Astsubay Hazırlama Okulu’’nun son okul komutanı ve 2003 yılında Balıkesir’de açılan ‘’Astsubay Meslek Yüksek Okulu’’nun kuruluşunda da görev alarak ilk okul komutanı olarak görev yaptım. Yine aynı okulda 2008 – 2010 yılları arasında da okul komutanı olarak görev yaptım…

2003 yılında ‘’Silahlı Kuvvetler Mızıka Astsubay Hazırlama Okulu’’ eğitime devam eder. Ancak Bando Sınıf Okulu yerine ‘’Bando Astsubay Meslek Yüksek Okulu’’ kurulur…

2003 yılındaki düzenlemelerde kapatılmayan ‘’Silahlı Kuvvetler Mızıka Astsubay Hazırlama Okulu’’nun adı 2015 yılında ‘’Bando Lisesi’’ olarak değiştirilir.

15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminden sonra 31 Temmuz 2016 tarihinde yayınlanan 669 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması ve Milli Savunma Üniversitesi Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname (KHK) Madde 104 ile ‘’Harp Akademileri, askerî liseler ve astsubay hazırlama okulları’’ kapatılır. Kalan bütün askerî okullar Milli Savunma Üniversitesine bağlanır.

Ancak bu KHK’de şöyle bir tuhaflık vardır: KHK’nin yayınlandığı tarihte ülkede kapatılacak, vazgeçtim ‘’astsubay hazırlama okulları’’nı, tek bir ‘’astsubay hazırlama okulu’’ dahi bulunmamaktadır! Anlattığım gibi kalan son ‘’Silahlı Kuvvetler Mızıka Astsubay Hazırlama Okulu’’nun adı da 2015 yılında ‘’Bando Lisesi’’ olarak değiştirilmişti. Neyse o kadar tuhaflıklar arasında böylesi bir tuhaflık da olsun diyelim…

Sonuç

Hani günümüzde moda ya ‘’reform’’ yapmak… Günümüzde moda ya ‘’Osmanlıcılık’’ aşkı. Yapacaksanız eğer buyurun buradan yapın. Dönün eskiye, yeniden düzenleyin sınıfları, rütbeleri! Ne yani; Harbiye ‘’Kartal Yuvası’’dır da Balıkesir’deki Astsubay Meslek Yüksek Okulu ''Serçe Yuvası'' mıdır? Balıkesir'deki Astsubay Meslek Yüksek Okulu da ‘’Şahin Yuvası’’ değil midir?... ''Ast'' da ne oluyor? Yok mudur o güzelim Türkçemizde bu kelimenin karşılığı olacak daha naif, daha latif, daha zarif bir kelime?

Ben satırlarımda ‘’Ast’’ sıfatını kullanmak istemezdim ama kullandığın ‘’ast’’ sıfatı yasal düzenlemelerde geçen bir sıfattır.

29 Aralık 1962 tarihinde ‘’Türkiye Emekli Malül Müstafi Astsubaylar Yardımlaşma Cemiyeti’’ kurulur... Bu cemiyet 17 Ekim 1984 tarihinde ‘’Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)’’ne dönüşür.

‘’Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)’’nin kuruluş günü olan 17 Ekim de ‘’Astsubaylar Günü’’ olarak kutlanır.

Türk ordusunun gururu, belkemiği, cefakârı, vefakârı, emektârı arkadaşlarımın günlerini kutluyor, kendilerini saygıyla, şükranla ve minnetle anıyor, kendilerine sağlık, sıhhat ve afiyet diliyor, ebediyete intikal edenleri ve şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum.

Gününüz kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN



Bülbülü Öldürmek

16 Ekim 2020

ABD’nin Minnesota eyaleti içinde yer alan Minneapolis şehrinde bir beyaz polis, 25 Mayıs 2020 günü George Floyd isminde bir siyah adamı sokak ortasında boğarak öldürür. Tabii ki bu ABD’deki ilk siyah cinayeti değildir… Ardından tüm ABD’de gösteriler başlar. Özellikle siyah işçi sınıfına karşı yapılan artan ırkçı saldırılar, artan işsizlik, yoksulluk, dışlanmışlık ve Trump’ın dengesizliği ve faşizan söylemleri ABD toplumunu patlama noktasına getirir…

ABD’deki bu olaylar da beni çooook eskilere götürür… Trump’un bu dengesizliği, faşizan söylem ve uygulamaları ABD başkanları ve yönetimleri için yeni değildir…

ABD’de zencilerin neler yaşadıklarını, nasıl bir süreçlerden geçtiklerini, hassasiyetlerinin neden kaynaklandığını ve neden sürekli ayaklandıkları konusunda bize fikir verebilecek Amerikalı yazarı, Harper Lee (1926-2016)'nin Pulitzer ödüllü güzel bir kitabı var: ‘’Bülbülü Öldürmek’’ (Sel Yayıncılık, 2014) Kitabın orijinal adı ‘’To Kill a Mockingbird’’ ancak ‘’Mockingbird’’ kavramı ülkemizde olmadığı için kitap bu şekilde çevrilmiş.

‘’Bülbülü Öldürmek’’, 1930'ların Büyük Deprseyon’uyla sarsılmış ABD’nin güneyinde yer alan Maycomb denilen kendi halinde bir kasabada büyüyen ufacık bir kız çocuğunun ağzından anlatılan ve kitabın yazıldığı 1957 yılında bile hala ABD’de temel bir sorun olan ırk ayrımcılığı, sosyal hiyerarşi, insani değerler, dürüstlük, alçak gönüllülük, dostluk, sevgi, aşk ve çocuk eğitimi gibi konulara değinen ve ABD’de insan hakları sürecinin gelişimini, ırkçılığı, hukuk sistemini bu kız çocuğunun ağzından çok güzel bir şekilde anlatan bir kitaptır.

Romanda yetişkinlerin acımasız dünyasını anlamaya çalışan birbirinden akıllı iki küçük kardeş Scout ve Jem ve gerçek olamayacak kadar muhteşem olan ve çocuklarına adaleti ararken çoğunluğun fikirlerine değil vicdanına kulak vermesi gerektiğini öğreten avukat babaları Atticus Finch... İçinde bu efsanevi üçlüyü (iki küçük kardeş Scout, Jem ve babaları Atticus Finch) barındıran, kelimelerin kifayetsiz kaldığı güzellikte bir romandır ‘’Bülbülü Öldürmek’’.

Romanda özetle; bir “zenci”nin haksız yere suçlanması, önyargılar, riyakârlık, sınıf ve ırk çatışması anlatılır. Ancak kitabın verdiği mesaj bu küçük ABD kasabasının sınırlarını aşıp, adaletin ve dürüstlüğün önemini anlatan evrensel bir hikâyeye dönüşür…

Harper Lee, ‘’Mockingbird’’ü romanda masumiyetin simgesi olarak kullanmış. Romanda öldürülen şey ise aslında ‘’masumiyet’’tir. Romandaki birçok karakter ‘’Mockingbird’’ olarak görülebilir aslında…

Dünya edebiyatında çocukların dünyasını anlatan ‘’Şeker Portakalı’’, ‘’Pal Sokağı Çocukları’’, ‘’Charlie'nin Çikolata Fabrikası’’ ve ‘’Boyalı Kuş’’ gibi eserler arasında ‘’Bülbülü Öldürmek’’; bir çocuğun dünyasını, hayata bakışını ve hayatı algılayışını en iyi anlatan kitaptır diye düşünüyorum….

“Bülbülü Öldürmek” ilk yayımlandığında ABD’de satış rekorları kırar. Bu romanın böylesine büyük başarı sağlamasının nedeni, anlattığım gibi olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesidir.

Bu roman aslında Harper Lee’nin otobiyografisidir. Harper Lee, babasından ve küçüklüğünden esinlenerek bu romanı yazar…

Bu roman ile Harper Lee, 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Bir yıl sonra kitap, Gregory Peck’in başrolünü oynadığı aynı isimli bir filmde beyazperdeye aktarılır. Robert Mulligan'ın yönettiği 1962 yapımı bu film ABD’de "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek Kongre Kütüphanesi'nin "Ulusal Film Arşivi"nde muhafaza edilir. Ancak filmi daha iyi anlayabilmek için film izlemeden önce kitabı okunmalı diye düşünüyorum…

‘’Bülbülü Öldürmek’’, Harper Lee’nin ilk ve tek kitabı diye biliniyordu. Ancak 2014 yılında yazarın 1950’lerin ortasında yazmış olduğu ‘’Bülbülü Öldürmek’’in devamı olduğu söylenen başka bir romanı daha keşfedilir: ‘’Go Set a Watchman’’ Türkiye’de ‘’Tespih Ağacının Gölgesinde’’ (Sel Yayıncılık, 2015) diye yayınlanır…

Kitaptan seçtiğim bazı bölümler:

"Aklı başında kişiler yeteneklerinden gurur duymazlar."

"Atticus bana, sıfatları kaldırırsan geriye gerçekler kalır demişti."

"Yakından tanıdığında bütün insanlar iyidir Scout."

"İnsanların çoğu iyidir, Scout, yeter ki sen onları bir gün gör."

"İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır... Zararsız olanları öldürmenin günah olduğunu aklından çıkarma.”

''Mimozalarımın kokusunu alıyor musun? Bu akşam meleklerin soluğu gibi güzel kokuyorlar.''

"Bir nedene sığınmak insanlara iyi geliyor."

"Atticus bana insanlarla konuşurken kendimle ilgili konulardan söz etmek yerine onlarla ilgili konulardan söz etmenin daha kibar bir davranış olacağını söylemişti."

"Sonunda insanların garip yaratıklar olduğuna, zorunlu olmadıkça uzun uzun onları düşünmemeye karar verdim."

"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez." 

''Sonunda ben de öyle düşünmüştüm,'' dedi. ''senin yaşındayken. Bir tür insan varsa niçin birbirleriyle geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin birbirlerini kırmak için bu kadar çaba harcıyorlar? Scout, öyle sanıyorum ki, bir şeyi anlamak üzereyim, Boo Radley'in bunca yıl niçin evine kapandığını anlıyor gibiyim... Çünkü evinde kalmak istiyor...''

‘’Atticus: Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği. Jem: Gerçek olması doğru olduğu anlamına gelmez.’’

'' Galiba ben büyüyünce soytarı olacağım, '' dedi Dill. Jem'le ikimiz yürümeyi bıraktık. '' Evet, efendim, bir soytarı, '' dedi. ''Dünyada başka insanlar için yapabileceğim hiçbir şey yok, gülmekten başka, işte ben de bu yüzden bir sirke katılıp gülmekten öleceğim.'' ''Ters söylüyorsun, Dill'' dedi Jem. ''Soytarılar kederlidir, insanlar onlara gülerler.''

“Demokrasi” dedi. “Bu kelimenin anlamını bilen var mı?” Elimi kaldırdım. Atticus’un bir sözü aklıma gelmişti. ‘’Ne demek Jean Louise?” “Herkese eşit haklar tanımak, hiç kimseye ayrıcalıklı davranmamak” dedim.

"Tutuklanmaktan mı korktun, yaptığın şeyi kabullenmek zorunda kalmaktan mı?" "Hayır efendim, yapmadığım şeyi kabullenmek zorunda kalmaktan."

"Atticus, yanılıyor olmalısın... " "Nasıl?" "E, pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor." "Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar," dedi Atticus, "Ama başkalarının yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır."

''Cesaretin eli tabancalı bir adam olduğunu sanmanı istemem. Mertlik baştan bitik olduğunu bilip de çabalamak, olacakları göğüsleyebilmektir. Binde bir kazanırsın ama kazandığında olur.''

"Basit bir kuralı öğrenirsen, herkesle daha iyi geçinirsin Scout. Bir insanı, sorunu onun açısından düşünmeye alışmadıkça anlaman olanaksızdır." "Efendim?" "Derisinin içine girip gezineceksin."

‘’Bir kibrit çakıp kaplumbağanın altına tutmanın iğrenç olduğunu söyledi Dill.’’ "İğrenç falan değil, sırf dışarı çıkarmak için, ateşin içine atmak gibi bir şey değil," diye gürledi Jem. "Kibritin ona zarar vermeyeceğini nereden biliyorsun?" "Kaplumbağalar hissetmez, aptal," dedi Jem. "Hiç kaplumbağa oldun mu?"

"Başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. Kim size ne derse desin, sinirlerinize hâkim olun. Değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin. Öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir."

"Bana kalırsa tek bir tür insan var. İnsanların hepsi insan."

"Bazı adamlar vardır, o adamlar öbür dünyayla o kadar meşguldürler ki bu dünyada yaşamayı hiç bilmezler."

"Ne var ki bir İncil, birinin elinde babanın elindeki viski şişesinden daha kötü olabilir."

Bir hukuk öğretisi olarak Bülbülü Öldürmek

 Yine kitapta şöyle bir bölüm geçer:

 "Hepimiz biliyoruz ki, bazı insanların bizi inandırmaya çalıştıkları gibi insanlar eşit yaratılmamıştır… Bazıları ötekilere göre daha zekidir, bazı insanlar doğuştan kazanılmış daha fazla olanağa sahiptir, bazı insanlar ötekilere göre daha fazla para kazanır, bazı kadınlar başka kadınlara göre daha iyi kek yapar… Bazı insanlar pek çok başka insanın normal kapsama alanı içine girmeyen yeteneklere sahiptir. İnsanlar ancak tek bir durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler – bir yoksulu Rockefeller Ailesi’nin bir ferdiyle, bir budalayı Einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören bir tek kurum vardır. Bu kurum da baylar, hukuk kurumudur."

Aslında roman, günümüzde ülkemizde pek uygulanmayan hukukun ve mahkemelerin temel ilkeleri olan; ‘’adalet ile kanunlar arasında bir çelişki varsa adaletten yana saf tutulması gerektiği’’, ‘’mahkemelerin ‘kanun uygulamaya’ indirgenemeyeceği, mahkemelerin görevinin adaleti tecelli ettirmek olduğu’’, ‘’asla niyet okunmayacağı, mahkemeleri somut olguların bağladığı...’’ ve ‘’ ‘geciken adaletin’ adalet olmadığı, bazen bir günlük tutukluluğun bile ‘’adaletsizlik’’ anlamına geldiği’’ öğretisini vurgular…

Keşke!

Bu kitabın, ülkemizde hukuk fakültelerinde tüm öğrencilere ve ülkemizdeki tüm hukukçulara zorunlu bir ders olarak okutulması gerek diye düşünüyorum. Tabii anlarlarsa!

Bülbülü Öldürmek’’; ayrımcılığa, ötekileştirmeye, ırkçılığa karşı toplumsal yargıların oluşmadığı o çocuk kalbimizin daha merhametli ve daha adil olduğunu anlatan bir romandır. Değil hukuk fakültelerinde keşke ortaokul ve liselerde zorunlu okutulması ve içselleştirilmesi gereken bir kitap olsa!…

Osman AYDOĞAN



Yeraltından Notlar

15 Ekim 2020

Dostoyevski’nin, ilk olarak 1864 yılında basılan “Yeraltından Notlar” (Can Yayınları, 2011) isminde güzel bir kitabı var. Kitabın adı her ne kadar ‘’Yeraltından Notlar’’ ise de yer üstünde yazılmış en iyi eserlerden birisidir. Dostoyevski'nin en güzel eseridir.

Bu kitap, Dostoyevski'nin başta Albert Camus olmak üzere birçok Batılı düşünürü varoluşçu anlamda etkileyen bir klasik olarak kabul edilen kısa romanıdır. Nietzsche kitap için “Yeraltından Notlar, hakikati kanla haykırır” der. Kitap aslında Dostoyevski'nin o dönemki Rus aydınına karşı seslendirdiği bir haklı sitemdir.

Kitapta, insanın psikolojisi mükemmel bir şekilde yansıtılır… Kitapta, insanın kendi içinde düştüğü anlaşmazlıkları acımasızca yüzene vurularak, çaresiz bir insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikâyesi anlatılır.

Kitap; ‘’Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben’’ diye başlar. Kitap, okuruna "yeraltı" diye adlandırdığı bir ruh halinden seslenen kahramanın uzun, çılgınca söyleviyle bu şekilde başlar. Ardından, bu ahlakçı, uyumsuz, dürüst kişinin yaşadığı bir aşağılanma olayı anlatılır.

Dostoyevski’nin, “Yeraltından Notlar”ında, “insanın en iyi tanımlaması” diyerek şu saptamayı yapar: “İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi… Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.”

Ve kitabın başka bir yerinde de şöyle devam eder: "İnsan olmak, gerçek insan, etiyle kemiğiyle insan olmak bile ağır gelir bize. Utanırız bundan, insan olmayı yüzkarası sayarız, benzeri olmayan toplumsal birtakım insanlar olmak için çabalarız. Ölü doğmuş insanlarız biz ve uzun zamandır canlı babaların çocukları değiliz, giderek daha çok hoşlanıyoruz böyle doğmuş olmaktan. Zevk duyuyoruz bundan. Çok yakın bir gelecekte bir şekilde düşüncelerden doğmanın yolunu bulacağız."

Kitaptan beğendiğim birkaç cümle:

"Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza ‘ölçülü davranış’ kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben." 

"Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan. Tokadı yiyince, bilinç öyle bir ezilir ki pestile döner."

‘’Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?’’

"İki kere iki çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız bir küstahlıktır. İki kere iki dört ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir."

"Acı çeken kimse inlemekten zevk alır; almasa inlemesini pekâlâ tutardı."

"Bir de bakarsınız, asıl amaç uçup gitmiş, sebepler toz olmuştur; suçlu ele geçmemektedir, aşağılanma aşağılanmadan çıkıp diş ağrısı cinsinden kaderin cilvesi haline gelmiştir. Yapacağın tek şey kalıyor, o da duvarı daha sert yumruklamak."

"Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan.’’

"...gerçekte ne istiyorum biliyor musunuz? Hepiniz cehennemin dibine gidin, işte onu! Huzur istiyorum. Bütün dünyayı şu saniye, tek kuruşa satarım, sırf rahatsız edilmemek için. Dünya cehennemin dibine batacak mı, yoksa çayımı içemeyecek miyim? Batarsa batsın derim, ben çayımı içeyim de."

"Aslında hepimiz mutluyuz, farkına varabilsek."

"Sevgi ile kin kalpte uzun süre barınamaz."

"Geçmişe baktığım vakit, boşa harcadığım tüm anları, yaşam hakkındaki bilgisizliğim yüzünden yanılmalarla, yanılgılarla, önemsiz işlerle yitirdiğim tüm anları düşündükçe bir kan damlası yüreğimi kaplıyor. En iyiye ulaşmak için değiştireceğim kendimi. Tüm umudum bundadır."

 “Ve görüyorsun ki; alnımıza yazılanla, kalbimize kazınan bir olmuyor...”

"Öyle ya, belki yalnızca mutluluğu sevmiyordur insan. Belki aynı ölçüde acıyı da seviyordur? Belki acı da mutluluk kadar çıkarınadır? Ayrıca insan kimi zaman acıyı tutkuya varan bir sevgiyle arzular."

"Bizler arzu edilenden ziyade arzu etmeye aşığızdır."

‘’İnsana lüzumlu olan tek şey, onu nereye sürükleyeceği belli olmayan hür iradedir.’’

"Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık."

''Bizler artık hayatın bu çeşit tatlılıklarından faydalanamayacak kadar baltalandık. Acının fazlası, daha doğrusu bu kadar manasız sıklığı, uyuşturuyor, kurutuyor.''

Günümüz, ülkemiz ve bizler

Dostoyevski’nin kitapta geçen bir sözü vardır ki tam da günümüzü, bizleri, aydınlarımızı, aydın karanlığında cayır cayır, alev alev yanan ülkemizi ve ülkemizin kaderini anlatır:

“Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim. Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak zorundadır.”

Acı olan  şu ki; Dostoyevski bu kitapta kendini anlatmış gibi gözükse de aslında bizleri anlatıyor, çoğunuz böylesiniz demek istiyor, siz işte busunuz demek istiyor, gerçekleri acı da olsa yüzümüze yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor...

Osman AYDOĞAN



Aşk-ı Memnu

14 Ekim 2020

TV pek izlemem, hele hele dizi hiç mi hiç izlemem... Ancak bu kuralımın dizi yönünden bir istisnası oldu: O da Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ eserinden uyarlanan - ilki değil de ikincisi- dizi oldu. Onun da birkaç bölümünü izledim. Tamamını izleyemedim çünkü gözlerimin önünde sevdiğim bir eser yakılıyormuş gibi, sevdiğim roman kahramanları Bihter, Behlül, Peyker, Nihal, Habeş Beşir ve diğerleri katlediliyormuş gibi hissettim.

Romanda her cümlesi, her sözcüğü özenle kaleme getirilmiş betimlemeleri, anlatımları dizide görmek imkânsız. Ve kitapta anlatılan illaki Habeş Beşir… Kitaptaki o gururlu, o onurlu, o içten, o duygusal, o platonik aşkıyla ve o dik duruşuyla özleştiğiniz Habeş Beşir dizide silik bir karakter olarak sahnelenir, bu haksızlığa isyan edersiniz. Habeş Beşir, veremli o yeniyetme çocuk, doğduğu yerlerin çöl güneşini özleyerek ölür. Habeş Beşir’in doğduğu yerleri özleminde Beşir ile özleşip hem platonik aşkınızı hem de doğup büyüdüğünüz ancak hep ayrı kaldığınız kendi memleketinizin ve memleketinizin güneşinin özlemiyle yanıp tutuşan kendinizi görürsünüz. 

Dizide Bihter, hiç anlaşılmadan bir ahlâksızlık abidesi olarak, bir ihanet sembolü olarak sunulur. Kitabı okumayanlar için Bihter’e bir haksızlık bu, bir saygısızlıktır bu. Bihter'in safına geçer bu haksızlığa isyan edersiniz.

Kitapta anlatılan Bihter – Behlül aşkının bir benzerini Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ünde Necip ile Suad arasında görürsünüz, Franz Kafka ile Milena arasında görürsünüz, Goethe'nin ''Genç Werther'in Acıları''nda Werther ile Lotte arasında görürsünüz, Halil Cibran ile Mey Ziyâde arasında ve Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ında görürsünüz.

Kitapta aşkın soyluluğu anlatılırken dizide aşkın soysuzluğu sergilenir. Kitapta aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğu anlatılır. Kitapta Louis Aragon'un, "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşunu okuyarak yaşarsınız. Kitapta âşık olan bir insanın kalbini, ruhunu ve iç dünyalarını tüm çıplaklığı ile görürüsünüz. Ancak dizide sadece rengârenk giysiler, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve cinsellik sergilenir.

Dizide Bihter’in trajik yaşamına –âdeta merhametsizce- kayıtsız kalınır. Hiç üzülmezsiniz Bihter'e. Hatta ''oh olsun!'' geçer içinizden... Ancak kitapta bu trajik yaşama içiniz parçalanır, yüreğiniz dağlanır, hatta oturur hüngür hüngür ağlarsınız...

Aşk-ı Memnu; kanımca dil, anlatış, canlandırış açılarından Halid Ziya’nın Türk romanının bugüne kadar yazılmış en değerli eseridir. Gönül isterdi ki orijinal diliyle anlayarak okuyasınız. Halid Ziya'nın orjinal diliyle basılmış bu eserin ilk baskısını, bir vakitler emlâk komisyonculuğu yaparken bir evde kıymeti bilinmeyip terk edilmiş halde bulan sevgili arkadaşım İlhan Tellioğlu bana hediye etmişti. 

Geçen senelerde bir kitap ekinde Halit Ziya'nın bu şaheseri ''Aşk-ı Memnu''nun yazarın kaleminden çıktığı şekliyle, dili ve imlası korunarak Yapı Kredi Yayınları'ndan Ocak 2018’de yeniden yayınlandığı haberini okudum... Sanki Halid Ziya benmişimcesine sevindim... Eğer bu kitabı henüz okumamış iseniz bu baskısını okuyun derim…

Bu eseri neden orijinal diliyle okumanız istiyorum biliyor musunuz?

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük var: ‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’. Bu sözlük Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cild halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün  British Museum’da dır. Bu sözlük 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Aradaki fark, kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdü, ruhumuzdu, ufkumuz, âfâkımız, duygumuz, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

İşte bu nedenledir ki bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir. Çünkü cümlede geçen ''muhtaç'' farklıdır ''gereksinim'' farklıdır, ''kudret'' farklı anlamdadır ''güç'' farklı anlamdadır, ''asil'' ile kastedilen ile ''soylu'' ile kastedilen aynı şeyler değildir. 

İşte bu nedenledir ki ‘’Aşk-ı Memnu’’nun günümüz Türkçesine çevrilmiş hali hiç mi hiç orijinal halinin verdiği içtenlik, duygu, anlam ve düşünce derinliğini vermiyor… Kitabın anlamı ile dizinin anlamı nasıl ki birebir örtüşmüyorsa kitabın orijinal hali ile sadeleştirilmiş hali yine birbiriyle örtüşmüyor... 

Halid Ziya, Suut Kemal Yetkin'e 1943'te yazdığı mektupta diyor ki: "Firdevs Hanım, Nihal, Bihter, hele bedbaht Beşir, şimdi uzaktan bunları düşünürken hepsini ayrı ayrı görüyor zannındayım. Hele Nihal gözlerimin önünde sapsarı, süzgün simâsıyla hep Ada çamlıklarında babasının yanında dolaşıyor gibidir. Beşir'in öksürüklerini işitiyorum..." Ve yazar Selim İleri bir yazısında bu mektup üzerine der ki: ''Büyük bir kıskançlıkla ben de görüyor ve işitiyorum. Fakat sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ise bilmiyorum.''

Selim İleri'nin sorduğu gibi sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ben de bilmiyorum ama beni sorarsanız; ben, ülkemde yaşanan her şeyi TV'de bu diziyi izler gibi izliyorum ama içimde Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ kitabının orijinal diliyle akışı; kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa geçiyor, kalbim kafesinde çırpınan yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınıyor ve içimde yağmur yağmış, güneş vurmuş ve ardından sam yeli görmüş bir kar topu gibi her daim ılgıt ılgıt birşeyler eriyor... 

Kitabı okurken görürsünüz ki Halid Ziya’nın orijinal halindeki  ‘’Aşk-ı Memnu’’ bir kurgu iken, TV dizisindeki ''Aşk-ı Memnu'' sanki günümüzde yaşadığımız gerçek Türkiye'yi birebir anlatıyor. 

Beşir’in öksürükleri ise aslında derinden derine Cumhuriyetin öksürükleri gibi geliyor....

Osman AYDOĞAN



Hermann Hesse ve Bozkırkurdu

13 Ekim 2020

Bu sitemde 17 Haziran 2020 tarihinde 1946'da Nobel Edebiyat Ödülü almış 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olan İsviçreli yazar ve ressam Hermann Hesse (1877 -1962)’nin ‘’Gertrud’’ isimli kitabından bahsetmiş, alıntılar yapmıştım…

Ancak söz Hermann Hesse’den açılmışken, onun bir başyapıtı olan, burjuvazi ve aydın eleştirisinin yapıldığı ‘’Bozkırkurdu’’ (Der Steppenwolf) (Yapı Kredi Yayınları, 2003) isimli romanını anlatmasam olmazdı…

Ancak ‘’Bozkırkurdu’’nu anlatmadan önce Hermann Hesse’yi daha iyi tanımamız için onun birkaç sözüne yer vermek istiyorum.

Hermann Hesse’nin sözleri

“İnsanlık ile siyaset birbirini dışlar. İkisine birden hizmet etmek hiç kolay değildir.”

‘’İnanç da sevgi de aklın yolunu izlemez.’’

"Sevilmek mutluluk değildir, mutluluk bir başkasını sevmektir."

"Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz."

"Biz bir insandan nefret ediyorsak, bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan, kendi içimizde yuvalanmış birinden nefret ediyoruzdur; bizim kendi içimizde olmayan şey bizi kızdırmaz..."

"Tek bir karakter yoktur. İçinizde sonsuz sayıda ve değişen güçlerde sonsuz karakter vardır. Bunlar güçlerine, zamana ve mekâna göre kendilerini gösterirler."

“Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder. Ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.”

"Her insanın tek bir gerçek işi var; kendine giden yolu bulmak."

‘’İnsan asıl bir hayale sahip olmalı; ona ulaşma yolu ise kolaydır.’’ (Man muss einen Traum finden, dann wird der Weg leicht.)

‘’Biz çocuksu düşüncelerimizden korktuğumuzda, hışırdar ağaç orada akşamları. Nasıl bizden uzun yaşıyorlarsa, öylesine uzun düşünceleri vardır ağaçların; uzun soluklu ve sakin. Onların dediğini gerçekten anlamadığımız sürece, bizden daha akıllı görünürler. Fakat eğer ağaçları duymayı öğrenirsek, işte o zaman özellikle düşüncelerimizin kısırlığı, aceleciliği ve çocukça telaşının, eşsiz bir neşe kaynağı olduğunu görürüz. Ağaçların dediğini gerçekten duyabilen kişi, artık ağaç gibi olmak istemez. O kişi artık olduğundan başka bir şey olmayı da istemez. İşte bu özüne, vatanına dönüştür. İşte bu mutluluktur.’’

‘’Her insanın kendi kendisinden çok şey beklemesini anlıyor ve onaylıyorum. Ama aynı şeyi başkalarından da beklemesini ve yaşamını iyi uğrunda sürdüren bir ‘savaşa’ dönüştürmesini anlayışla karşıladığımı ve onayladığımı söyleyemem; çünkü savaş, eylem ve muhalefet en küçük bir değer taşımıyor gözümde.’’

‘’Dünyayı değiştirmeye yönelik her istemin savaşa ve şiddete yol açacağını bildiğimi sanıyorum. Dolayısıyla, şu ya da bu muhalefet cephesine katılmam olanaksızdır; çünkü bunun doğuracağı sonuçları uygun görmüyor, yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğü ortadan kaldırabileceğine inanmıyorum.’’

‘’Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incinip kırılmalarımız sevgi ve hoşgörü noksanlığıdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş, en iyi niyetlerle de yola çıkıyor olsa yararsızdır bence.’’

Bozkırkurdu

Kendini dış dünyadan soyutlamış, aşırı bilmenin ve düşünmenin neticesinde zihinsel işkencelerin karanlık dehlizlerinde hapsolmuş bir adamın öyküsüdür ‘’Bozkırkurdu’’...

Roman kahramanı kendisi için "yolunu şaşırıp kendisine yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım. Bir bozkırkurduyum" der… Kitaptaki roman kahramanı Harry Haller de Hermann Hesse'nin ta kendisidir…

Kitaptan bazı bölümler:

‘’Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek iş, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.’’

‘’Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm.’’

"Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocamana statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü.

İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları.

Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, O zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan. "

“İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. Ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. Böyle biri bir gün gelip suda boğulur.''

Yaşadığı çağın ilerisinde olan kişilerin çektiği sıkıntıları anlatan bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’... Yaşadığı toplumla kendi arasındaki farkları fark edenlerin okuması gereken bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’... Hayatı yaşamak yerine onu düşünmek gibi bir gaflete düşmüşseniz eğer, ait olmadığınızı düşündüğünüz bir dünyada yaşıyorsanız eğer, içinizde farklı birkaç benlik, kişilik taşıyorsanız eğer kendinizi bulabileceğiniz bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...  Okumadan geçirdiğiniz her yeni güne lanet etmenize vesile olacak bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...

Osman AYDOĞAN



Askerî Yazılar

12 Ekim 2020

Fransızların 1743 ve 1790 yılları arasında yaşamış çok özel geçmişi olan bir generalleri var: General Jacques De Guibert

General Guibert, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanan bir dizi askerî çatışma olan Yedi Yıl Savaşları'nın pek çok askerî seferine katılır, 1785'te askerî akademide hocalık yapar ve bundan üç yıl sonra da mareşal olur. Şöhretini savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yapar…

General Guibert, kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdeleyerek bunlardan pratik sonuçlar çıkarır. Öngörüleri ve önerileri başta II. Federic ve Napoléon Bonaparte olmak üzere birçok komutanı derinden etkiler, yaptığı analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturur…

Sonrasında Clausewitz'in sentezi daha ön plana çıkınca, Guibert'in popülaritesi azalır ancak etkileri yurttaş - asker / modern ordu / profesyonel ordu kavramlarının fikir babası olarak Guibert'in etkisi günümüze kadar gelir…

İşte bu Fransız General Jacques De Guibert’in ‘’Askerî Yazılar 1772 – 1790’’ isimli güzel bir eseri var. (Askerî Yazılar 1772 – 1790, Anahtar Yayınları, İstanbul 2005)

Askerî Yazılar

Adı üstünde ‘’askerî yazılar’’, dolayısı ile kitap askerî konulardan, savaş sanatından bahsediyor.

Ancak bu kitabın ilginç bir özelliği var: Bu kitabında Guibert, savaş sanatını anlatırken arka planda devrim öncesi Fransa’yı ve bu dönemdeki Fransız politikacılarını, Fransız halkını ve Fransız Ordusunun gözden düşmesini ve aşağılanmasını anlatır.

İşte bu noktada da ilginç bir benzerlik var:

Ortada 1789 öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’si arasında paralellik kuracak nesnel veriler de olmamasına rağmen Guibert’in kitabında anlatılan devrim öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’sinin özellikle ordunun aşağılanması, gözden düşmesi arasında büyük benzerlikler bulunur. 1789 öncesi Fransa ile olan bu benzerlikler 1960 öncesi Türkiye ve 1919 öncesi Osmanlı ile de vardır. Tıpkı günümüzde de olduğu gibi…

Ancak bu tarihler öncesi olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı anlamında değildir tabii ki.

1919 öncesi Osmanlı Ordusu Balkan Bozgununu yaşar, Trablusgarp’ta savaşır, Birinci Dünya Harbinde Kafkasya’dan Galiçya’ya, Basra’dan Mısır’a kadar olan cephelerde kahramanca savaşmasına rağmen kapasitesinin üstündeki bir hırsın kurbanı olarak Anadolu evladı bu cephelerde harcanarak mağlup ilan edilir, bu cephelerden döndüğünde askerlerinin, subaylarının yüzüne kimsecikler bakmaz, hatta bu askerler aşağılanır, hatta hatta yaralılar, gaziler bile ortada bırakılır….

Ordunun benzer bir aşağılanma süreci 1960 öncesinde de yaşanır. Örnek çoktur ama bir örnekle yetineyim: O zamanki Başbakan Adnan Menderes,1957 yılında, yüksek rütbeli subaylara şu sözleri söyler: “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım. Ben orduyu yedek subaylarla da idare ederim.”

Günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti Ordusu; Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Causluk vb. kumpas davaları ile yıllarca ‘’darbeci’’ diye aşağılanarak şerefi ile oynanır… Pırıl pırıl, gelecek vaat eden subayları ve generalleri harcanır… Bu generallerin ve bu subayların kadroları salya sümük FETÖ denen bir teröristin eline verilir… 15 Temmuz 2016 günü yine bu FETÖ denen teröristin sözde asker müritleriyle silah arkadaşlarına silah doğrultarak kendi milletine bombalar yağdırır… Sonrasında da bu olay da bahane edilerek okulları, akademileri, hastaneleri elinden alınır, komuta yapısı dağıtılarak ordunun genetiği bozulur…

Egenekon ve Balyoz kumpas davalarıyla TSK'ya kumpaslar kurulduğu dönemde 4 Temmuz 2008 tarihinde, FETÖ’ya her daim salya sümük övgüler düzen, ABD’ye her gittiğinde FETÖ’ye arzı endam eden iktidarın has adamı üst düzey bir siyasetçi de TV'lerde Egenekon ve Balyoz kumpas davalarıyla savunarak; “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye demeçler verir. Bununla da yetinmez aynı siyasetçi 11 Mart 2009 tarihinde Van’da yaptığı bir konuşmada da TSK’yı kastederek; ‘’Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Yoksa bunların savaşacak halleri yok. Askerlikten başka her şeyi yapmışlar’’ diye orduyu aşağılar. O zat ki FETÖ’ye övgüler düzerken, teee ABD’ye kadar gidip FETÖ’ye arzı endam ederken  "İyi ki savaşmamışız" dediği ordunun 12 generali, aynı anda geceleri Kuzey Irak dağlarında savaşıyordu… Yine bu sözlerden önce Şırnak Bestler - Dereler'de yerel adı Mergümer Tepe olan Uğur Tepe'de bir tümgeneral komutasında beş tuğgeneral 05 Mayıs 2007 tarihinden itibaren elde silah birlikleriyle beraber günlerce uykusuz operasyon yönetiyordu...

Günümüzde de her 15 Temmuz yıldönümünde hazırlanıp her tarafa asılan afişlerde Türk Ordusu salya sümük, pejmürde Patagonya ordusu gibi acziyet içerisinde resmedilir…

Bu liste uzar gider. Burada keseyim istiyorum... Maksadım Fransız General Jacques De Guibert’in kitabında anlattığı Fransız Devrimi öncesi Fransa’daki ordunun aşağılanmasıyla günümüzdeki Türk ordusunun aşağılanması arasındaki benzerlikleri ortaya koymak.

Ancak yukarıda da yazdığım gibi tekrarlayacak olursam; bu tarihler öncesi olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı anlamına gelmediğini belirtmek isterim…

Bir taraftan ordu böylesine aşağılanırken aynı zamanda ülke doğasını, gücünü ve kapasitesini aşan politikalarla ülke Ortadoğu’ya bulaştırılır, maksadı, süresi ve siyasi hedefi belirsiz olarak Suriye’ye askerî harekâta girişilir, aynı şekilde Libya’ya askerî yönden taraf olunur…

Etrafımızdaki ateş çemberinin giderek daraldığı, ülkenin dünyada ve bölgede giderek yalnızlaştığı ve bunlardan dolayı iç barışa ve güçlü bir orduya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacağımız bu günlerde, akademik ve askerî dehası şüphesiz tartışılmaz olan General Jacques De Guibert’in bahsettiğim kitabında geçen şu müthiş tespitinin önemini vurgulamak istiyorum:

‘’Ulusların kendi güç ve doğalarıyla tamamen çelişen güvenlik kurgulamaları, askerlik mesleğinin kentli kesimin en yoksul kesimine bırakılması, bayraklarının altında şerefle yürüyüşlerini sürdüren askerlerin aşağılanmaları ve mutsuzlukları, yurtseverlik ve erdem duygularının kalmayışı bir ülkenin bekâsını olumsuz etki eden hayati derecedeki faktörlerdir.’’

Gerisi, etrafımızdaki gelişmeleri okuyabilecek ve General Jacques De Guibert’in bu tespitini anlayabilecek siyasilere kalmıştır… Her ne kadar yakılan kâfir Giordano Bruno ''anlamak zordur'' dese de...

Gerçek ‘’Bekâ’’ tehdidi ise işte burada yatmaktadır. Çünkü tarihin çöplüğü, kendi ordusunu aşağılarken hırsları ülke kapasitelerinin çok çok üstünde olan liderlerin kendileri ile beraber ülkelerini de harcadıklarının örnekleriyle doludur.

Arz ederim!...

Osman AYDOĞAN



Franz Kafka

11 Ekim 2020

Karmaşıklıklarla, zıtlıklarla ve çelişkilerle dolu bir yaşamı ve yazgıyı ararsanız eğer karşınızda Kafka’yı bulursunuz. Kafka, çoğumuzun yaptığı gibi yaşamayı; bir mücadele, bir kavga, bir savaş, ama önceden kaybedilmiş, teslim olunmuş ve yitirilmiş bir savaş olarak görür. Bu nedenle en yakın arkadaşı Max Brod, Kafka hakkında; ''üzgün bir kalple, neşeli bir zihne sahip olduğunu’’ söyler ki bu söz melankolinin hüküm sürdüğü bu coğrafyada sanki bizler için söylenmiş gibidir.

Gerçekte verem zayıf bünyesinin yakasına yapışır, memurluğu edebiyattaki gelişmesi engeller, beş evlenme girişimi başarısızlıkla sonuçlanır, yazılarının büyük bir bölümünü yarım bırakır ve en sonunda da en yakın arkadaşına yapıtlarını tümünü yakması isteği ile teslim eder…

Kafka (1883 – 1924) modern dünya edebiyatının özgün yazarlarından birisidir. Kafka'nın duygu dünyası günlük ve mektuplarında ifade bulur… ‘’Babaya Mektup'’ta (Brief an den Vater) Kafka'nın hiç anlaşamadığı ve sürekli baskısını gördüğü babasıyla olan ilişkisi anlatılır. Hayatta olduğu süre içerisinde yedi kitap yazar. Bunların dışında üç tamamlanmamış roman ve birçok mektup ve günlük bırakr gerisinde. Kafka, yakın arkadaşı Max Brod'dan öldüğünde tüm bu eserlerini yakmasını ister. Max Brod'un Kafka'nın bu isteğini yerine getirmemesi sayesinde bugün bu eserleri okuma şansına sahibiz.

Kafka eserlerinde suç, özgürlük, yabancılaşma, sorumluluk ve otoriteye bireysel karşı koyma gibi temaları işler… Romanlarında, kapitalist kurumların (modern devlet, modern tüketim vb.) bireyi hoyratça yabancılaştırmasını umutsuzca haykırır, ezilen, insanlık değerlerinden soyutlanan kişileri gözler önüne serer hem de acı ve karamsarlık içinde üstelik hiç bir çıkış yolunu sorgulamadan...

Bir yazısında buna şöyle bir örnek verir: ''Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var... Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay. Herkes sürüye katıldığından ötürü güven içerisinde, kentlerin yollarında geçip işe, yemeklerin başına ve eğlenceye gidiyor. Tıpkı büroda olduğu gibi, sınırları iyice çizilmiş bir yaşam. Böylesi bir yaşamda mucizeler değil, yalnızca kullanma talimatları, dolduracak başvuru formları ve kurallar var. Özgürlükten ve sorumluluktan korkuluyor. O nedenle insanlar, kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyor.''

Yazılarını hep Almanca yazar… Kafka, kendisini bir mektubunda, ana dili Almanca olan biri olarak tanımlar… (Almanca benim anadilim, fakat Çekçe kalbimde yatıyor.)

En çok bilinen iki eseri vardır Kafka’nın: Birincisi ‘’Dava’’ (Der Prozess), diğeri ise ‘’Değişim’’ (Die Verwandlung)’dur. ‘’Dava’’nın kahramanı Joseph K., tutuklanma ve ölüm cezasına çarptırılma nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektir. ‘’Değişim’’de seyyar satıcı Gregor Samsa bir sabah yatakta uyanır, irice bir böceğe dönüştüğünü görür… Sırtüstü yatmaktadır… İlk sorunuyla karşılaşır; yüzüstü dönmeye çalışır, beceremez… Gregor Samsa’nın hamam böceğine dönüşmesi, ailesinin şaşkınlığına değil, öfkesine yol açar… Gerek ‘’Dava’’da ve gerekse de ‘’Değişim’’de günümüzde ülkemizdeki kimi davalara (Balyoz, Ergenekon vb.) ve bazı dönüşümlere (İleri Demokrasi, çağdaşlaşma, gelişme, vb.) dönük çok çağrışımlar vardır…

Kafka’nın kadınlara ait ilk duygusu iki kez nişanlanıp bir türlü evlenemediği Felice Bauer’e yazdığı mektuplarda yer alır… (Sevgili Felice’ye Mektuplar, Gün Yayıncılık, İstanbul, 2004)  Felice Bauer, Kafka’nın 13 Ağustos 1912’de Max Brod’un evinde tanıştığı, Berlin’li bir memurdur. Kafka, Felice Bauer'i ilk gördüğünde edindiği izlenimleri şu şekilde yazar: "O kadının kim olduğunu fazla merak etmiyordum, onu hemen olduğu gibi kabul etmiştim. Kemikli ve anlamsız yüzü, anlamsızlığını hemen ortaya koyuyordu. Boynu çıplaktı. Bir bluzu öylesine giyivermişti. Çok evcimen görünüyordu... Ona ilk kez dikkatli olarak otururken baktım, oturduğumda ise sarsılmaz bir fikre sahip olmuştum." İki kez nişanlandığı Felice Bauer, Kafka'ya ‘’Dava’’ adlı romanını yazmasında ilham kaynağı olur… Kafka aşk ateşiyle yanarken edebi kimliğinin en üst noktasına ulaşır ve bu gücü kaybedeceğinden korktuğu için de çoğu zaman ilişkisini bir evliliğe götürmemek için çeşitli bahaneler ortaya koyar…

Sevgili Milena 

1920 yılında ise Kafka, Milena Jesenka ile mektuplaşmaya başlar. Kafka’nın, Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘‘Sevgili Milena’’ (Say Yayınları, 2016) isimli kitabı ise pek bilinmez… Kafka’yı tanımak için ‘’Sevgili Milena’’ okunmaya değer diye düşünüyorum… Kafka, yapıtlarını Çekçeye çevirirken tanıştığı Milena’ya, istirahate çekildiği Meran’dan mektuplar yazar. Dostça başlayan mektuplaşmalar bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşür.

Yalnızca mektuplarda kalan gizli bir aşktır bu… Ancak Milena evli, kendisi de nişanlıdır. Bu sebepledir ki Milena’ya yazdığı mektuplar, aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Kafka’nın Milena’ya olan aşkı, aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğunun kanıtıdır. Lois Aragon'un "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşunu Kafka'nın Milena'ya mektuplarında görürüz… Bu nedenle Kafka bir mektubunda Milena’ya şunları yazar: ‘’Ah Milena! Denize düşmüşüz sanki elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz. Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir.’’ Bu aşk, Attila İlhan’ın ‘’Ben sana mecburum’’ isimli şiirindeki şu dizeyi anımsatır; ‘‘Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu mektuplar büyük bir yazarın iç hesaplaşmalarını ve duyarlılığını sergiler… Bu mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak.’’ ‘‘Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’

Bir mektubunda evlilik ile ilgili olarak şunları yazar Kafka Milena’ya; ‘‘Bütün evliliklerin ’yalnızlıktan’ kurtulmak için yapıldığına inanmıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam o ’melek’ de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekle bir yuva kurulmaz. Birinin yalnızlığı ötekine yansır, karanlık gecelerde bile.’’

Burada Kafka, insanların genellikle düştükleri yanılgıyı vurgular; ‘‘Mutlu olmak için evlenilmez; ancak ve ancak mutluluğu paylaşmak için evlenilir.’’ Siz mutlu değilseniz neyi paylaşacaksınız ki? Özdemir Asaf’ın da söylediği gibi ‘’yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsaydı zaten yalnızlık olmazdı…’’ Çünkü yalnızlık ruhsal, sosyolojik ve toplumsal bir durumdur. Çünkü insanın bireysel özü, kendi içinde değil, dışıyla kurduğu nesnel ilişkilerde gizlidir.

Kafka, Milena’ya yazdığı mektupları hep ‘’Senin Franz’’ diye bitirir. Milena ile birkaç kez buluşurlar. Bir buluşma öncesi Milena’ya şöyle yazar Kafka: "Aylar sonra ilk defa gözlerim bir işe yarayacak, seni görerek."

Farklı farklı mektuplarında Milena’ya şunları yazar kafka:

‘’Yorgunum, hiçbir şey bilmiyorum; tek istediğim, yüzümü kucağına koymak, başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak."

‘’Bugün bir Viyana haritası gördüm. Senin sadece bir odaya ihtiyacın olduğu halde böylesine büyük bir şehrin inşa edilmiş olmasını bir anlığına aklım almadı.’’

‘’Hiçbir masalda herhangi bir kadın için, benim kendi içimde senin için verdiğim mücadeleden daha büyük bir mücadele verilmiş olduğuna inanmıyorum.’’

''Bak Milena, ‘en çok seni seviyorum’ diyorum; ama gerçek sevgi bu değil, ‘sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla’ dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.”

"Yanımda yürümüştün Milena, düşünsene yanımda yürüyordun..."

"Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı Milena?"

"Hayatın iki saati, iki sayfa yazıdan iyidir demeyin; yazı daha yoksul ama daha açıktır."

'Kalbim bir olta iğnesinin ucunda asılıymış gibi oluyor, küçük, incecik bir iğnenin ucunda. Ve bu yüzden çok ince korkunç keskin bir acıyla yırtılıyor sürekli.'’

"Ve senin yanında öylesine huzurlu, öylesine huzursuz, öylesine baskı altında ve öylesine özgürüm ki böyle olması çok doğal. Bu yüzden bunu fark ettikten sonra hayatın geri kalanından vazgeçtim." 

"Kanımca, yalnızca insanı ısıran ve iğneleyen kitaplar okunmalı okunacaksa. Eğer okuduğumuz kitap, kafamıza vuracağı bir yumrukla bizi sarsmazsa, neden oturup okuyalım o kitabı? Senin yazdığın gibi, bizi mutlu etmesi için mi? Aman tanrım, yok daha neler; kitaplarımız olmasaydı da mutlu olabilirdik pekâlâ ve çok sıkıştık mı, bizi mutlu edecek kitapları oturup kendimiz de yazabilirdik. Oysa bizim gereksindiğimiz kitaplar, bizi acılara boğan bir mutsuzluk gibi, kendi canımızdan da çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi, tüm insanlardan uzak ormanlara sürgüne gider gibi, bir intihar gibi bizi etkileyen kitaplardır; kitap dediğin, bir balta olmalıdır, içimizdeki donmuş denizi kırmaya yarayan." 

"Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içerisindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin…"

"Benim için dünya binlerce ‘belki’ ile dolu... Dürüst bir insanım Milena. Esaretin izin verdiği kadar dürüst. Bir şeklimle herkese benzemeyen farklı bir yön var bende. Huzur içinde bir dakika bile çok görülmüştür bana. Her şeyi savaşarak kazanmak mecburiyetindeyim. Sadece geleceğimi değil geçmişimi de kendim yaratmak zorundayım. Dünya sağa dönüyorsa bu ritme uymak için benim sola dönmem gerekiyor. Palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben?"

Kafka ve Halil Cibran

Kafka ciğerlerinden rahatsızdır. Bir mektubunda da bu rahatsızlıkla ilgili olarak Milena’ya şunları yazar; ‘’Ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ Zayıf bir bünyesi vardır Kafka’nın. Kafka’nın mektubundaki bu ifadesi yine bünyesi zayıf olan Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın yine âşık olduğu Mey Ziyâde isimli bir kadına yazdığı mektubundaki şu ifadesini anımsatır; ‘‘Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’

Her ne kadar Kafka lise yıllarından itibaren yoğun bir şekilde Friedrich Nietzsche ile ilgilenmiş, özellikle de Nietzsche’nin “Also sprach Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eseri Kafka’yı büyülemiş ve Kafka kendine yaşam paraleli olarak filozof Kierkegaard’ı görmüş ve onun için; “O beni bir arkadaş gibi doğruluyor“ demişse de aslında Lübnanlı yazar ve şair Halil Cibran’la hayatı büyük bir benzerlik içindedir.

Halil Cibran’ın Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarında Kafka’nı Milena’ya yazdığı mektuplardaki ifadeler ile benzerlikler vardır; ‘’Bazen uzakta olan bir dost, yakında elinizin altında olan bir arkadaştan daha iyidir.’’ ‘’Yetenekli bir kadın her zaman bin erkekten daha iyidir.’’ ‘’Bu dünyada ruhunuzun dilinden anlayabilen çok insan var mı?’’ "Bizi anlayanlar, bizim içimizdeki bir şeylere de hükmederler."

Milena’ya yazdığı bir mektubundaki şu ifade var ki Kafka’nın, sanki kendilerine yazılan mektuplara, iletilere, yazılara, selamlara uzun süredir cevap vermeyen herkese yazılmış gibidir; ‘‘Size Prag’dan, sonra da Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız – onun için yazıyorum bugün – sakın kırmış olmayayım sizi? İki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: ‘Üzülme, iyiyim’, ya da yazacaksınız bana.’’

Yazdığınız mektuplara, iletilere, yazılara, selamlara cevap verilmiyorsa, karşı tarafın sessizliği sürüyorsa, merak etmeyiniz Kafka’nın deyimi ile karşı taraf size şu mesajı vermektedir; ‘‘bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, üzülmeyin iyiyim’’.

Mektup kültürümüzü hatırlamak için Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘’Sevgili Milena’’ (Say Yayınları, İstanbul, 2000) ve Halil Cibran’ın 20. yüzyılın Arap edebiyat dünyasının önde gelen kadın yazarlarından Lübnan’lı Mey Ziyâde’ye yazdığı mektupları içeren ‘’Aşk Mektupları’’ (Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2009) okunmalı diye düşünüyorum…

Sözcükler insanoğluna düşüncelerini gizlesinler diye verilmedi

18 Haziran 2010 tarihinde vefat eden Portekizli yazar José Saramago’nun bir röportajında söylediği şu sözlerini buraya aktarmak istiyorum; ‘‘Bazıları yaşamları boyunca okurlar, ama hiçbir zaman sayfadaki sözcükleri okumaktan öte gitmezler; sözcüklerin hızlı akan bir ırmağın üstündeki atlama taşları olduğunu, karşı kıyıya erişebilmemiz için oraya yerleştirildiklerini ve önemli olanın karşı kıyı olduğunu anlamazlar. Sözcükleri birbirimizi anlamak, hatta bazen birbirimizi bulmak için kullanırız. Sözcükler insanoğluna düşüncelerini gizlesinler diye verilmedi.’’

Birbirimizi anlamanın, birbirimizi bulmanın en iyi yolu ise birbirimize yazmaktır. Öyleyse; birbirimizi anlayamamamızın nedeni de birbirimize yazmamak değil midir? Yoksa Kafka’nın yazdığı gibi içimizin korkunç sarsıntılarını mı ortaya koyuyor mektup yazmak? Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek mi demek? Bu nedenle mi cevapsız bırakılıyor, mektuplar, iletiler, yazılar?

Hâlbuki José Saramago’nun söylediği gibi sözcükler birbirimizi anlamanın, birbirimizi bulmanın en iyi yoludur… Yine José Saramago’nun söylediği gibi; ‘’sözcükler insanoğluna düşüncelerini gizlesinler diye verilmedi…’’

Kafka’yı en iyi anlatan eser Gustav Janouch'la yaptığı söyleşileridir. (Kafka ile Konuşmalar, İz Yayıncılık, 2001) Bu söyleşide bizlerin hiç dikkat etmediği bir konuya değinir: "Gözleri etüd ederim hep, bana kelimelerden daha çok şey söylerler. Bütün dostlarımın harikulade gözleri vardır. İçinde yaşadığım karanlık kafesi aydınlatan tek şey, onların gözlerindeki parıltıdır."

Yine Janouch ile yaptığı bir söyleşide; "devrim buhar olup dağılır, geriye yalnızca yeni bir bürokrasinin çamuru kalır" der.

Kafka’nın kitaplarındaki diğer sözleri:

"Bu dünya öyle bir şeydir ki, ondan el çekilerek değil, sonuna dek yaşanarak yok edilebilir...''

"Kendimden başka hiçbir eksiğim yok." 

"İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet’ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. "

"Dünya ve kendi Ben’im uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bedenimi didik didik ediyor." 

"İç dünya sadece yaşanabilir, tanımlanamaz." 

"En kötüsü de sahip olamadığın şeylere ait olmak.’’

‘’Dünya ile arandaki savaşta, dünyanın yanında ol.’’ 

"Bence istediğin zaman yalnız kalabilmek mutluluğun en önemli nedenlerinden biridir."

"Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Başardığım ne varsa ancak yalnızlığım karşılığıdır."

"Birden, uzak yüzyıllarda kara ya da beyaz derili bir sürü çarpık insanın ölüme götürülürken duyduğu acıyı içimde hissettim."

‘’Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamaktır mutluluk.’’

''Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.''

"Ev halkını koruyan bir Tanrı düşüncesinden daha güzel ne olabilir."

''Tanrı, insanda kötü bir gün geçirmiş olmalı.''

"Gözle görülür bütün dünya, bir anlık huzur arayan insanın güdülenmesinden başka bir şey değildir." 

“Yazdığım söylediklerimden farklı, söylediklerim düşündüklerimden farklı, düşündüklerim ise düşünmem gerektiği gibi değil ve bunların da hepsinin sonu karanlığa gidiyor.”

‘’Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez. İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği eski hücresinden alınıp ilk işi nefret etmeyi öğrenmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp yakarır. Bunda belirli bir inancın kalıntısı da etkilidir; taşınma sırasında efendi koridorda görünecek, tutukluya şöyle bir bakacak ve diyecektir ki: "Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık." 

"Zenginlik dediğiniz nedir ki? Bazıları için eski bir gömlek bile bir servettir. Bazılarının da milyonlarca parası vardır, öyleyken yoksul bilirler kendilerini. Zenginlik düpedüz göreceli bir şeydir, doyum sağlamaz insana. Doğrusu yalnızca özel bir durumdur. İnsanı sahip olduğu nesnelere bağımlı kılar ve boyuna yeni kazançlarla, yeni bağımlılıklarla bunların elden çıkıp gitmelerini önlemek zorunda bırakır. Zenginlik, maddeye dönüşmüş bir güvensizlik sadece."

"Sessizlik, güçlülüğün dile gelmesidir. Karşıtlıklar yasasıdır bu. Onun için sakin olun. Sakinlik, sessizlik kişiyi özgür kılar, darağacında bile."

"Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir. Ancak bu ip üzerinde yürümek için değil takılıp düştüğünde kendini hatırlatmak içindir."

Kafka’nın Prag’daki evi müze haline getirilmiştir. Bu mütevazı müze Prag’a gittiğinizde sizleri ziyarete bekler. (Zlata Ulicka) Ayrıca Prag’da 2003 yılında yapılmış bir heykeli de bulunmaktadır. Heykelin ayakları dibindeki farklı renkten taşlardan yapılmış bir böcek bulunmaktadır. Ne de olsa Batı’da, Batı’yı Batı yaptıkları için sanata, sanatçıya, edebiyata ve edebiyatçıya vefa borcu vardır.

Kafka’yı anlamak için ‘’Dava’’ ve ‘’Değişim’’ neyse de illa ki ‘’Sevgili Milena’’ okunmalı diye düşünüyorum…

Osman AYDOĞAN

 



Monica Ertl

10 Ekim 2020

Dün Che Guevara'nın katledilişinin 53. yıldönümü idi. Ve ben Che Guevara'yı, katledilişi anısına yazılmış bir ağıt olan ‘’Hasta Siempre’’ şarkısıyla andım. Hep arkadaşlarım ve büyüklerim uzun yazdığım için beni uyarırlardı. Ben yine de eleştirileri göze alarak şarkıyı besteleyen Victor Jara’ya da yazımda yer vererek yazımı uzatmıştım.

Ancak Che’yi anlatıp, Viktor Jara’yı da anlatıp Monica Ertl’i anlatmasam, Monica Ertl’e büyük haksızlık yapmış olurdum. Dünkü yazımda Monica Ertl’ye yer versem yazıyı da uzatmış olurdum. Bu nedenle bugünkü yazımı da bu olağanüstü kadın Monica Ertl’e ayırıyorum…

Önce Che ile Monica Ertl arasındaki bağı söyleyeyim: Monica Ertl, Che’nin intikamını alan kadındır.

Monica Ertl’i tanımak için önce babasından ve ailesinden başlamamız gerekiyor.

Monica Ertl’in babası

Monica Ertl’in babası Hans Ertl (Almanya, 1908 – Bolivya, 2000) Alman bir kâşif, antropolog, yazar ve film yapımcısıdır. Hans Ertl, Sosyalist Alman İşçi Partisi liderlerini filmini çekerek şöhret olur. Sonra da “Çöl Tilkisi” lakaplı Erwin Rommel’in Afrika-Tobruk’da yapacağı harekâtı belgelemek için Rommel emrine atanır. Bu nedenle istemeden de olsa ‘’Adolf Hitler’in fotoğrafçısı” olarak tanınır.

Hans Ertl, Nazi partisi üyesi değildir. Ancak Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan ceketi her daim gururla taşır. Savaştan sonra Nazi yanlısı olmamasına rağmen Schutzstaffel’in (Nazi Partisi özel polis gücü) kurbanı olarak Almanya’da kalamaz. İlk önce Şili’ye gider, Juan Fernandez takımadalarında kalır sonra da 1952 yılında Bolivya’ya gider. Bolivya’da Chiquitania bölgesine yerleşir. Orada kendi elleriyle inşa ettiği, “La Dolorida” adlı çiftliğinde ölene dek yaşar.

Hans Ertl’in büyük kızı Monica Ertl, 1937 yılında Almanya’da doğar. Hans Ertl, Bolivya’ya yerleştiğinde de Monica 15 yaşındadır.

Monica Ertl’in ideolojik oluşumu

Monica Ertl, Bolivya’da babasının sanatını öğrenir. Bu vesileyle de Bolivyalı belgesel yapımcısı Jorge Ruiz ile çalışır. Bu ise Monica Ertl’e sinema tarihinde belgesel film yapımcılığı dalında kadınların öncüsü unvanını kazandırır.

Bu arada aileye Monica’nın “Klaus Amca’’ (El tío Klaus) dediği bir Alman işadamı olan ve “Lyon Kasabı” olarak bilinen Lyon’da eski Gestapo şefi, Klaus Barbie (1913-1991) katılır.

Monica Ertl, 1958 yılında Almanya'dan Bolivya'ya göçen bir maden mühendisiyle evlenir. Kocasının işi dolayısıyla bir süre Şili'de bakır madenlerinde yaşadıktan sonra Bolivya'ya tekrar geri dönerler. Monica, Bolivya'ya geldikten sonra sinema sektörüne atılır. Birkaç film çeker. Bu sırada on yıllık evliliğinin ardından kocasından boşanır.

Monica, kocasından boşandıktan sonra yerli olan yoksul aileler yararına çalışırken gördükleri sayesinde Guevarist milislerin oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Ordusu'na (ELN) sempati duymaya başlar.

Bundan sonra Monica’nın babası ile arası açılır. Babası hiç istemeksizin onu çiftlikten kovar… Kız kardeşi Beatrice’nin BBC News için verdiği bir röportajında Monica hakkında şunları söyler: “Babam bize karşı çok soğuktu ve Monica onun en sevdiği kızıydı…’’ Ve Beatrice, röportajında şunu da söyler:  ‘’Monica, Che’yi bir ilah gibi görürdü’’…

ELN içinde Monica

Monica, Bolivya ormanlarında Che Guevara’nın öldürülmesinden (Ekim 1967) sonra doğrudan ELN'ye katılır. ELN içerisinde yerli dillerinde "genç kız" ya da "kız arkadaş" anlamlarına gelen "İmilla" adını alır. ELN’ye katılmasıyla ailesinden tamamen uzaklaşır. Bu sırada ailesiyle senede bir defa mektup yazarak haberleşir. Mektubu da bir cümleden ibarettir: “Beni merak etmeyin… Ben iyiyim…” Bir daha da ailesini hiç göremez.

ELN içerisindeki gerillaların tek hedefleri vardır: Yaralı olarak ele geçirilmesine rağmen infaz edilen ve daha sonra da elleri kesilen Che Guevara'nın intikamını almak… Ve en büyük hedef de bu infazdan ve ellerinin kesilmesinden sorumlu olan Bolivya Ordusu komutanlarından Albay Roberto Quintanilla Pereira'dır. Gerilla kamplarında eğitim gören Monica'nın da tek hayali işte bu Pereira'yı öldürmektir…

İntikam için hiç bir yol uzun değildir

Che Guevara'nın Bolivya’da öldürülmesinden sonra kendisini Boliivya’da güvende hissetmeyen Albay Roberto Quintanilla Pereira Bolivya Hükumetinden kendisinin güvenli bir ülkeye diplomat olarak atanmasını talep eder. Bolivya Hükumeti de kendisini güvenli olarak gördüğü Almanya'nın Hamburg kentine konsolos olarak atamasını yapar.

Pereira'yı öldürerek Che'nin intikamını alma kararında olan Monica, Che’nin öldürüldüğü Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapar. Sahte bir Arjantin pasaportuyla önce İsviçre'ye oradan da Hamburg'a geçer.

Tarihler 1 Nisan 1971'i gösterir. Saat sabah 09.40’dır. Monica, derin gök mavisi gözleri, tüm zarifliği ve güzelliğiyle Bolivya'nın Hamburg Konsolosluğu'na gider. Kendini öncesinde konsolos Pereira'yla görüşmek isteyen Avustralyalı bir gazeteci olarak tanıtarak randevu almıştır. Monica Pereira'nın odasına girdikten sonra hiç konuşmadan çantasında tabancasını çıkartır ve yakın mesafeden üç el ateş eder. Kurşunlar hedefine ulaşır. Pereira'yı orada ölür… Monica, peruğunu, çantasını, Colt Cobra 38’lik silahını ve üzerinde “Ya zafer ya ölüm – ELN” yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakarak olay yerinden kaçar.

‘’İntikam için hiç bir yol uzun değildir" diyen Monica Ertl yedi bin mil yol giderek böylece intikamını almış olur.

Monica’nın öldürülmesi

Monica, bu amacını gerçekleştirip olay yerinden kaçtıktan sonra tüm dünyada bir Monica avı başlar. Monica iki yıl Fransa'da kalır. 1973 yılında Bolivya'da görülür.

Ve Monica, yazımda bahsettiğim, Monica'nın “Klaus Amca’’ (El tío Klaus) diyerek büyüdüğü, eski bir Nazi savaş suçlusu ve Lyon Kasabı olarak bilinen, ancak 2. Dünya Savaşı sonrası Bolivya'ya iltica ettikten sonra "soğuk savaş" döneminde ABD'nin Latin Amerika'daki sol-devrimci hareketi engellemek adına görevlendirdiği ve Bolivya Hükümeti adına çalışan ajanlardan biri olan Klaus Barbie tarafından 12 Mayıs 1973 tarihinde tuzağa düşürülerek öldürülür…

Monica’nın cenazesi ailesine verilmez. Bolivya’da bilinmeyen bir yere gömülür…

Monica’nın ölümünden sonra babası Hans Erlt, Bolivya’da belgesel filimler çekerek yaşamaya devam eder ve İspanya ve Bolivya’da bulunan bazı kurumların yardımıyla bir müzeye dönüştürülen kendi çiftliğinde 2000 yılına kadar yaşar. Hans Ertl, 2000 yılında 92 yaşında iken bu çiftliğinde ölür. Çok sevdiği, Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan eski Alman askeri ceketi ile birlikte bu çiftliğe gömülür. Mezarı, bu çiftlikte, kendisinin sağ iken hazırladığı iki çam ağacı arasında ve memleketi Bavyera’dan getirilen toprağı içindedir. Son arzusunu küçük kızı Heidi yerine getirir…

Sonuç

Che için nice destanlar yazılmış ancak ne yazık ki Monica Ertl görmezden gelinmiştir. Monica Ertl’i anlatan fazla kitap yoktur. Ülkemizde ise hiç yoktur. Monica Ertl’i, Alman gazeteci Jürgen Schreiber, yazdığı "Sie starb wie Che Guevara. Die Geschichte der Monica Ertl" (Che Guevara gibi öldü. Monica Ertl’in hikâyesi) (Artemis & Winkler Verlag, 2009) adlı kitabı ile anlatır. Zaten Monica Ertl de Che gibi katledilmiştir. Kitap adı buna vurgu yapar... Bir de Monica Ertl hakkında bir film yapılmıştır: Alman yönetmen Christian Baudissin’in 1988 yılı yapımı filmi: ‘’Gesucht: Monica Ertl - Die Frau, die Che Guevara rächte’’ (Aranıyor: Monica Ertl – Che Guevara’nın intikamını alan kadın)

Eğer Monica Ertl, emperyalizme ve kapitalizme hizmet eden bir figür olsaydı hakkında ne çok kitaplar yazılır, ne çok şarkılar bestelenir ve de ne çok filmler çekilirdi... Görüldüğü gibi, hayatınız emperyalizme ve kapitalizme hizmet etmiyorsa Monica Ertl gibi görmezden geliniyorsunuz...

Monica Ertl, kimbilir kimine göre cesur bir kadın, kimine göre bir gerilla, bir başkasına göre bir katil, daha bir başkasına göre de belki de bir terörist olarak tanımlanıyordur. Ancak Monica Ertl’in hikâyesi, bir ideali, bir davayı, bir kavgayı ve adaleti seven ve savunan başı dik bir kadının hikâyesidir.

Aslında Monica Ertl’in hikâyesi adalete dönük bir isyanın bir kadın kalbinde adaletin tecelli etmeden bitmeyeceğinin somut bir hikâyesidir.

Toprağı bol olsun…

Osman AYDOĞAN



Hasta Siempre

09 Ekim 2020

‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Hasta Siempre, 53 yıl önce bugün, 09 Ekim 1967 yılında yargısız katledilen Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Hasta Siempre, Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri  Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara'ya aittir.

Şarkının ortaya çıkış süreci:

Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Che Guevara’nın Küba’dan ayrılmasına neden bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. Castro, Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.

Che Guevara, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.

Che Guevara, mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar.

Şarkının yorumları 

Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che Guevara’nın Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanır.

Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri, Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu) da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.

Devrime yakılan bir ağıt popüler kültüre nasıl malzeme olur

Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone'nun popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni,  Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir. Victor Jara, muhtemel ki bu eserini vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiştir!. 

Bu örnek tek de değildir. Günümüzde devrim şarkıları ve devrim simgeleri popüler kültür tarafından sıkça da kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda bir Netflix yayını olan İspanyol yapımı ''La Casa de Papel'' dizisinde de İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sıkça çaldığını, soyguncuların Guantanamo esirlerinin kıyafetleriyle benzer olduğunu, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini, kıyafetlerinin renginin de Kızıl Ordu’yu çağrıştırdığını anlatmıştım...

Nathalie Cardone’ye ait bahsettiğim bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek; ''Doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak...'' ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiş. Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsettiğim bu yorumunu veriyorum... 

Ham ervah

''Che''den bahsedince bir zamanlar Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük (!) Türk siyasetçisinin Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci hatırladım. O zamanki Meclis Başkanı İsmail Kahraman, Che Guevara için ‘‘katil ve eşkıya’’ diye bir ifade kullanmıştı. (Gazeteler, 28.08.2016)... Bu söz üzerine Büyükelçi Casals da şöyle bir demeç vermişti:

‘'Küba’nın en büyük düşmanları bile böyle bir ifade kullanmadı. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır. Che Guevara için ‘katil kişilik’ dediğiniz zaman onun Küba devrimi için mücadelesinden bahsetmiş oluyorsunuz. Bu da saygıda kusur etmektir. Che Guevera’ya ‘katil’ diyerek, benim Devlet Başkanıma da aynı ifadeyi kullanmış oluyorsunuz.’’

Tabii Sayın Büyükelçi nereden bilsindi, kendi ülkesinin kurucusu Atatürk'ü dahi anlayamamış, ona değil saygıda kusur etmek, hakaretler bile yağdıran, adını her yerden kazımaya çalışan ham ervahın anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sembolü Che'yi nasıl anlayacağını?...

Tabii ki Sayın Büyükelçi nereden bilsindi, Che Guevara, Amerikan emperyalizmine karşı savaşırken, Che Guevara’ya ‘‘katil ve eşkıya’’ diyen zatın, 16 Şubat 1969 tarihinde, Amerikan 6'ncı Filosu İstanbul’a geldiğinde üniversite gençliği sömürgeci emperyalizmi protesto ederken, Amerikan 6. Filosu’nu “Yaşasın Amerika!” diye törenle karşılayan grubun (Milli Türk Talebe Birliği - MTTB) o zamanki başkanı olduğunu…

Tabii ki Sayın Büyükelçi nereden bilsindi, Che Guevara’ya ‘‘katil ve eşkıya’’ diyen zatın, aynı tarihte (16 Şubat 1969) o zaman başkanlığını yaptığı grubun anti-emperyalist karakter taşıyan gösterideki öğrencilere saldırarak iki öğrencinin bıçaklanarak öldürülmesine ve yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olan katliamın baş sorumlularından biri olduğunu…

Tabii ki Sayın Büyükelçi nereden bilsindi, Che Guevara’ya ‘‘katil ve eşkıya’’ diyen zatın, 21 yüzyılda Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye saldıran Amerikan emperyalizmine eşbaşkanlık yapanların zihniyetinden olduğunu…

Tabii ki Sayın Büyükelçi nereden bilsindi böylesi bir ham ervahın anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sembolü Che'yi nasıl anlayacağını?..

Tabii ki bunlar Sayın Büyükelçinin kabahati… Neyse, biz dönelim konumuza…

Che Guevara

Che Guevara, İspanyol ve İrlanda asıllı bir ailenin beş çocuğunun en büyüğü olarak Arjantin'in Rosario şehrinde 14 Haziran 1928 tarihinde dünyaya gelir. Che Guevara'nın asıl adı Ernesto Guevara'dır. ''Che'' onun lakabıdır. Aslen Arjantinlidir. Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordur.

Che Guevara, tam 53 yıl önce bugün, 09 Ekim 1967 tarihinde Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu'nun elindeyken yargısız katledilir...

Ne adamlar gelmiş geçmiş bu dünyadan değil mi? Che Guevara'nın şahsında, politik bir mücadelenin sağlam bir kişilik, güçlü bir karakter, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, bilgelik, sonsuz bir azim ve güçlü bir irade gerektirdiğini, bu özelliklere sahip olmayanların ise bu özelliklere sahip olan politik karakterlere saldıran gelip geçici birer politik figüran ve ham ervah olarak kaldığını görüyorsunuz. Bunun için tarihin çöplüğüne gitmeye gerek yok, etrafınıza bir bakın yeter!

Victor Jara

Che’nin katledilmesinin üzerinden altı yıl geçmiştir.

Hasta Siempre’nin bestecisi Víctor Jara, Salvador Allende ve sol partilerini birleştiği bir hareket olan ‘’Unidad Popular’’ yararına Şili’de birçok konserler verir. 11 Eylül 1973'te Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Víctor Jara "Teknik Üniversite"deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Şili Ulusal Stadyumu'nda işkence görür. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular'ın şarkısını söylemeye çalışır. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır, vahşice dövülür, sonrasında elleri kesilip tribün önüne asılır, dipçikle kafası parçalanır sonrasında da bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınına atılır…

Eylül 2003'te Jara’nın öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Şili Ulusal Stadyumu'nun adı ‘’Estadio Víctor Jara’’ (Victor Jara Stadı) olarak değiştirilir…

9 Aralık 2004 tarihinde Jara'nın ölümünden 31 yıl sonra yargıç Juan Carlos Urrutia Jara öldürüldüğü sırada Şili Ulusal Stadyumu'nun en üst rütbedeki sorumlusu emekli subay Mario Manríquez Bravo hakkında dava açar. 2012 yılında bu emekli subay, sekiz eski asker ve emri veren askeri savcı ile beraber hapse mahkûm olur… En son, Eylül 2014'te sorumlu görülen üç eski subay daha mahkûm edilir…

Adaletin kötü bir huyu var, er veya geç tecelli ediyor işte.

Che'yi yargısız katledilişinin 53’üncü yılı vesilesiyle işte bu şarkıyla anmak istedim: ''Hasta Siempre''

Toprağı bol olsun!

Osman AYDOĞAN

Nathalie Cardone, ''Hasta Siempre''
https://www.youtube.com/watch?v=kTqwy6ay1HQ

Şarkının Türkçe sözleri:

Sonsuza dek

Biz seni sevmeyi 
tarihin yükseklerinden öğrendik 
cesaretinin güneşi 
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda) 

İşte burada (duruyor) 
tatlı varlığının 
kalbe sıcaklık veren saydamlığı 
kumandan Che Guevara 

(Nakarat)

Şanlı ve güçlü elin 
tarihe ateş açar 
bütün Santa Clara (halkı) 
seni görmek için uyandığında 

(Nakarat)

Rüzgarı yakarak gelirsin 
bahar güneşleriyle.. 
gülüşünün ışığıyla 
bayrağı dikmek için 

(Nakarat)

Devrimci aşkın 
seni yeni bir davaya götürüyor 
ki orada senin kurtarıcı kolunun 
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar 

(Nakarat)

Biz mücadelemize devam edeceğiz 
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi 
ve Fidel'le sana diyoruz ki 
sonsuza kadar, komutan 

(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada) 

(Nakarat)




Jerome David Salinger

08 Ekim 2020

Jerome David Salinger, Amerikan edebiyatının klasiklerinden ‘’The Catcher in the Rye" in (Ülkemizde ‘’Gönülçelen’’ ve ‘’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’’ ismiyle yayınlanır) yazarı ve münzevi bir yaşam tarzıyla tanınan Amerikalı bir yazardır.  1 Ocak 1919 tarihinde New York’da doğar ve New Hampshire eyaletinin küçük bir kasabası olan Cornish'te yalnız yaşadığı evinde 27 Ocak 2010 günü 91 yaşında iken hayata veda eder.

Salinger, yazılarını ve eserlerini kolay kolay paylaşan bir yazar değildir. Sosyal yaşantısı olmadığı, içe kapanık ve yalnızlığı ile adeta evlenmiş biri olduğu iddia edilse de Salinger’in Britanyalı dostu Donald Hartog’a yazdığı ve günlük yaşantısından bahsettiği ve yeni üniversiteye bağışlanan elli mektubu Salinger’in hiç de öyle münzevi ve asosyal olmadığını gösterir.

1965'ten bu yana, herhangi bir şey yayımlamayan, kazandığı ünden rahatsız olduğu için meraklı gözlerden giderek kaçan yazar, kendisi hakkındaki yayınları hukukî yollarla engellemeye çalışır… Ortak anılarını kamuoyu ile paylaştığı için eski sevgilisi Joyce Maynard ile öz kızı Margaret Salinger'i da hayatından çıkarır…

Böylece Salinger en son eserini vefatından yaklaşık 45 yıl önce yayımlamış olur!...

Hiç basın önüne çıkmaz… Hep basından kaçar… Bu kuralını da bir kez, 1974’te boza ve The Times’ın muhabirine şöyle der: “Yayınlamamak, müthiş bir huzur hali. Çünkü yayın, özel hayatımın korkunç bir şekilde işgal edilmesi demek. Yazmayı seviyorum. Fakat sadece kendim için, kendi zevkim için yazıyorum.”   

Gönülçelen - Çavdar Tarlasında Çocuklar

Salinger, İlk kez 1951 yılında basılan ve Holden Caulfield adlı bir gencin ergenlik döneminin getirdiği düşünceler, bu düşüncelerin olgun dünyayı sorgulaması ve ikisinin arasındaki anlaşmazlıkların tema olarak işlendiği ve yabancılaşma ve isyan hikâyesini anlatan ’’The Catcher in the Rye"  romanı ile üne kavuşur… Kitap, asi ve muhakeme yeteneği genelden farklı gelişmiş bir çocuğun, Holden Caulfield`ın ağzından yazılır…

Salinger’in modern zamanların başyapıtı olarak değerlendirilen ’’The Catcher in the Rye"  romanı, ahlak dışı ve açık saçık bulunduğu için ABD’nin birçok tutucu bölgesinde uzun süre yasaklanır… Roman dünya çapında ilgi görürken 65 milyondan fazla satar…

Yazar tarafından hiçbir zaman doğrulanmamasına rağmen, kitaptaki bazı olayların ve Holden`ın insanlara bakış açısının Salinger`a ve yaşadıklarına benzediği, Holden`ın aslında Salinger`ın kendisi olduğu söylenir… 1953'te bir lise gazetesine verdiği röportajda Salinger romanın "bir nevi" otobiyografik olduğunu söyler ve şöyle der; ‘’Çocukluğum o kitaptaki oğlanınkine çok benzer geçti … İnsanlara bundan bahsetmek büyük bir ferahlama getirdi.’’

Kitap, ülkemizde Adnan Benk`in çevrisiyle Can Yayınları tarafından ilk baskısı 1995`te, ikinci baskısı ise Kasım 2001`de ‘’Gönülçelen’’ ismiyle, Coşkun Yerli’nin çevirisiyle de ‘`Çavdar Tarlasında Çocuklar’` adıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından 1997`de yayımlanır…

Kitapta, Holden Caulfield şöyle tanıtır kendini: (Bu aynı zamanda kitabın başlangıç cümlesidir); ‘’Anlatacaklarımı gerçekten dinleyeceksiniz, herhalde önce nerede olduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını da bilmek istersiniz ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum.’’ 

Kitaptan beğendiğim şu üç cümleyi aşağıda aktarıyorum;

“Çok iyi yaptığınız bir işte kendinizi sürekli denetim altında tutmazsanız, bir süre sonra gösterişe kaçarsınız. Gösterişe kaçınca da, eskisi kadar iyi yapamazsınız o işi.”

“Diyeceğim, çiftlikle değil de amcasıyla ilgileniyorsa, çiftliğini bırakıp amcasını anlatmalı insan. Ama benim demek istediğim, çoğu zaman, bizi çok ilgilendirmeyen bir konuyla söze başlamadıkça, bizi en çok neyi ilgilendirdiğini anlayamayız. Diyeceğim, çoğu zaman kendinizi zorlasanız bile, bir şey gelmez elinizden. İyisi mi, diyorum ben, bir insan sözleriyle ilgi çekebiliyorsa, bir konuya kaptırabiliyorsa kendini, o insanı artık rahat bırakmalı.”

“Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da canım her istediğinde onu arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.” 

Ve kitap şöyle bitiyor: “… Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater’ı ve Ackley’i bile, sözgelimi. Sanırım, o lanet Maurice’i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.” 

Salinger, Gönülçelen'in film haklarını satmayı da hiçbir zaman kabul etmez.

Salinger, edebiyat kariyeri boyunca Gönülçelen'in dışında birkaç kitap ve kısa hikâyeler yayınlar. Bunlar; "9 Stories (9 Öykü)"(1953), "Franny and Zooey" (1961), "Raise High the Roofbeam Carpenters (Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar)" (1963) ve "Seymour - An Introduction (Bir Giriş)" (1959)

Jerome David Salinger’in üzerinde düşünülmesi gereken sözleri

‘’Kadın bedeni keman gibidir, hakkını vermek için iyi bir müzisyen olmak gerekir.’’ 

‘’Dünyada hoş şeyler de var. Hakikaten hoş şeyler yani. Hepsini birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil küçük egolarımıza gönderiyoruz.’’ 

‘’Bir şeylere üzülüyorsam, tuvalete gitmem gerekse bile gitmem. Üzülmekten gidemem. Üzülmeyi bırakıp gidemem.’’

‘’Ben kimsenin ardından, ‘İyi şanslar!’ diye bağırmam. O ne korkunç bir sözdür, bir düşünürseniz.’’

‘’Yaşlanmak; imkânlarınızın artması; ama onları kullanma gücünüzün kalmamasıdır.’’

Olgunluğa erişmemiş kafanın özelliği

Kendisiyle görüşmek isteyenlere, onu huzur içinde bırakmalarını, rahatsız etmemelerini söyleri hep. Bu isteğine 27 Ocak 2010 günü tam olarak kavuşan Salinger için bir anma töreni düzenlenmez. Son sözlerinin "the end" olduğu rivayet edilir.

Müzikle ilgilenenler Teoman’ın ‘’Gönülçelen’’ isimli albümünü anımsayacaklardır. Teoman bu albümüne bu ismi Salinger’in kitabından esinlenerek verir…

Kitap, (Gönülçelen –veya- Çavdar Tarlasındaki Çocuklar) okunmaya değer diye düşünüyorum. ‘’Doğu’’ ve ‘’Batı’’ arasındaki farkı, intihar eylemcilerini ve ölümü yücelten Doğu kültürünü daha iyi anlamamız için Salinger’in kitabındaki şu ifadesi üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum; (Gönülçelen, Sayfa 204)

“Olgunluğa erişmemiş kafanın özelliği, bir dava uğruna seve seve can vermektir; olgun kafanın özelliği ise, bu dava uğruna seve seve yaşamaktır.” 

Osman AYDOĞAN



José Saramago

07 Ekim 2020

José Saramago, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli sıra dışı bir edebiyatçı, düşünür ve yazardır. 16 Kasım 1922’de, Arapça kökenli ve anlamı ''Dar Yol'' veya ''Dar Geçit'' anlamına gelen Portekiz'in Azinhaga köyünde doğar ve yaşadığı Kanarya Adaları’ndaki Lanzarote Adasındaki evinde 18 Haziran 2010 tarihinde 87 yaşında hayata veda eder…

İlk kitabını yazmaya 50'li yaşlarında başlar, 60'lı yıllarının ikinci yarısında "hayatımda başıma gelmiş en güzel şey" dediği -kendinden 25 yaş küçük sevgilisi ile -evlenir, 70'lerinde ise Nobel ödülünü alır... Bu şekilde hayatı erteleyerek yaşayan, geç kalmışlık duygusu hisseden her insanın önüne bir umut ışığı olur... 

Kendisinden 25 yaş küçük eşiyle aşk hikâyesini şöyle anlatır: “Kendisini on beş dakikamı çalmak isteyen bir okur olarak tanıtıp beni Lizbon’a çağırdığında kabul ettim. Öğleden sonra saat 4’te buluştuk. O 36, ben 63 yaşındaydım. Deli gibi konuştuk ve romanlarımın geçtiği yerlerde dolaştık. Gitti ama içimde bir yere dokunmuştu. Kısa süre sonra ona bir mektup yazdım: ‘Hayat koşulların elveriyorsa görüşmek isterim.’ Bu, evli olup olmadığını sorma şekliydi. Her şey böyle alevlendi.”

Saramago 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanır. Ödül almasından hemen sonra kendisiyle yapılmış bir söyleşide; "Nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna verdiği cevap ilgi çekicidir: "Hayatımda aldığım en büyük ödül karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır."

Saramago; eserlerindeki üslubu, yazım biçemi, kelime kullanımı, cümle yapısı ve mizahi ile çok farklı ve usta bir yazardır.  Düz yazılarında, noktalama işareti olarak nokta ve virgülden başkasını kullanmaz. Eserlerindeki sıra dışı hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlar. Eserlerindeki bu haliyle kendine özgü bağımlılık yapan bir anlatım tarzı vardır.

Ancak kalitesine rağmen cümle kurgularının zorluğundan dolayı birçok insan okumakta zorluk çeker. Öyle ki; ‘’Baltasar ve Blimunda’’ romanınındaki (Gendaş Kültür, 2000) çok derin bir aşkı sanki okuyucu anlamasın diye yazmıştır…

Farklı siyasi düşünceleri vardır. Bir ara gittiği İsrail'de, işgal altındaki topraklara da uğrar ve buraları Nazi Almanyası işgali altındaki yerlere, mülteci kamplarını da Auschwitz'e benzetir. Yazılarında Hıristiyanlığı, Haçlı Seferlerini ve Engizisyon Mahkemelerini eleştirir.

‘‘İsa'ya göre İncil’’  (Merkez Kitaplar, 2006) isimli kitabı Katolik dünyasında bir tür küfür ve hakaret olarak yorumlanır. Çünkü bu kitapta Hıristiyanlık, İsa'nın gözüyle tekrar anlatılırken, Tanrı'nın her şeye kadir olmadığı ve Şeytan'ın da neredeyse bir iyilik meleğine dönüştüğünü görülür ve Tanrı'nın bu dünyadaki işlerini açıklamak için kitapta İsa tarafından denir ki: ‘‘Ey İnsanoğlu, O'nu affet, çünkü ne yaptığını bilmiyor.’’

Saramago, dinlerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını söyleyip ilginç bir de öneride bulunur; "Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir."

Saramago bir ateisttir. Ateist olduğunu da şu şekilde anlatır: "Evet, su katılmamış bir ateistim ve bunun bin tane sebebi var. Sadece bir tanesini hatırlatayım size. Kâinat yaratılana kadar, ebediyette, Tanrı hiçbir şey yapmadı. Sonra, nedendir bilinmez, onu yaratmaya karar verdi. Altı günde yaptı bunu, yedinci gün istirahate çekildi. O günden beri istirahatte. Ebediyen de istirahate devam edecek. Ona nasıl inanılabilir ki?"

Son kitabı ‘’Kabil’’ (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)de  bütün insanlık tarihini tek cümlede şöyle özetler: "İnsanlık tarihi, Tanrı'yla anlaşmazlıklarının tarihidir; O bizi anlamaz biz de O’nu anlamayız."

‘’Çatıdaki Pencere’’ (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012) isimli kitabında üzerinde düşünmemiz gereken şu ifadeleri kullanır: ''Öyle mi düşünüyorsunuz? Bence değil. Bu yıkıcıysa, o zaman her şey yıkıcı, hatta soluk almak bile. Böyle hissediyorum ve böyle düşünüyorum, tıpkı nefes alır gibi, aynı doğallıkla, aynı ihtiyaçla. İnsanlar birbirlerinden nefret ediyorlarsa yapacak bir şey yok. Hepimiz nefretlerin kurbanıyız. Hepimiz istemediğimiz ve sorumlusu olmadığımız savaşlarda öleceğiz. Gözlerimizi bağlayacaklar ve sözcüklerle içimizi nefretle dolduracaklar. Ne için? Yeni bir savaşın tohumlarını atmak için, yeni nefretler yaratmak için, yeni bayraklar, yeni sözcükler için. Bunun için mi yaşıyoruz? Çocuklar doğurup savaşlara göndermek için mi? Kentler kurup yerle bir etmek için mi? Barışı arzulayıp savaşmak için mi?''

Yine aynı kitabında (Çatıdaki Pencere) mutluluk hakkında şunları yazar: ''Büyüyünce mutlu olmak isteyeceksin. Şu anda mutluluğu düşünmüyorsun ve tam da bu nedenle mutlusun. Düşününce, mutlu olmak isteyince, mutlu olamazsın. Sonsuza dek. Muhtemelen sonsuza dek... Duydun mu beni? Sonsuza dek. Mutlu olma arzun ne kadar güçlüyse, o denli mutsuz olacaksın. Mutluluk fethedilen bir şey değildir. Sana öyle olduğunu söyleyecekler. İnanma buna. Mutluluk ya vardır ya da yoktur.''

Saramago, Nobel ile ilgili bir konuşmasında şunları söyler: "Kayaların yapısını incelemek için başka bir gezegene araçlar gönderebilecek kapasitede olan bu şizofren insanlık, milyonlarca insanın açlık nedeniyle ölmesinden fütursuzca bahsedebiliyor. Mars'a gitmek, komşuya gitmekten daha kolay görünüyor."

Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Şu söz de Saramago’ya ait; ‘’Dünya tüm anlamını yitirmişse gözyaşlarının ne anlamı kalırdı ki." Ve devam eder Saramago; "insan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz."

2007 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanır; ‘‘Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’

Saramago’nun Berlusconi hakkında da pek iyi şeyler düşünmez. Saramago Berlusconi için der ki; ‘’Berlusconi'nin İtalya'ya faşizmi tekrar getirmek istediğine dair en ufak bir şüphem yok. 30'lu yılların faşizmi gibi kol kaldırmak gibi gülünç hareketlerle vuku bulan bir faşizm değil fakat aynı oranda gülünç hareketleri var.’’

Gerçekten de faşizm artık günümüzde sembol olarak gamalı haç, siyah giysiler taşımıyor, saç ve bıyık şekilleri ve gülünç hareketlerle karakterize edilmiyor… Saramago’nun söylediği gibi; ‘’Siyah gömlekli bir faşizm değil Armani kravatlı bir faşizmdir Berlusconi.’’ 

Saramago, ‘’Körlük’’ (Can Yayınları, 1999) adlı romanında ise; bir adamın birdenbire kör oluşunu, bunun bir salgın halinde toplumda yayılmasıyla tüm bir uygarlığın dağılmasını anlatır. Bu kitapla ilgili bir soru sorulduğunda sanki günümüzdeki bizleri anlatan şu cevabı verir; "Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlarız."

Yine aynı kitabında şunları yazar Saramago; ‘’Papaz giysisi giymekle papaz olunmadığı gibi, eline asa almakla da kral olunmaz, bu gerçeği hiç unutmamak gerekir.’’   

Tam bir kurgu ustasıdır Saramago. Kesinlikle bir defa okunup kenara atılacak kitaplar yazmamıştır. Saramago’yu henüz hiç okumamış olanlar için gerçekten fazlasıyla büyük bir kayıp diye değerlendiriyorum. Saramago’yu tanımak ve anlamak için en azından yazarın ‘‘Körlük’’ isimli kitabı okunmalı diye düşünüyorum…

José Saramago, dönemin Portekiz Hükümeti ‘’İsa'ya Göre İncil'’i sansürlemeye kalkışınca, eşi ile göç ettiği Kanarya Adaları'ndaki Lanzarote adasında 18 Haziran 2010 tarihinde vefat etti. Naaşı Lizbon’a getirildi ve Lizbon’da yakılır…

Yazarın küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyüne, bir kısmı da hayatının son 17 yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesindeki bir ağacın altına gömülür…

Saramago, kitapları, yazı ve fikirleriyle Vatikan’ın fazlaca canını sıkmış olacak ki, ölümünden sonra bir Vatikan gazetesi O’nun için ‘’Dünyaya kötülük yaymak için gelmişti’’ diye bir ifade kullanır.

Yaşarken yazılarından ve fikirlerinden dolayı sürüldüğü ülkesinde ölümü üzerine ülkesi Portekiz’de iki günlük milli yas ilan edilir. Dönemin Portekiz Başbakanı Jose Socrates yazarın vefatı için; ‘‘Kültürümüzün büyük simalarındandı. Kaybıyla medeniyetimiz bugün fakir kaldı’’ diye demeç verir.

Saramago'nun bahsettiği Armani kravatlı faşizmi bugün Rusya'dan, Macaristan'a, oradan da ABD'ye çevremizde rahatça görebiliyoruz artık...

Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor... 

Osman AYDOĞAN

José Saramago’nun Türkçeye çevrilen eserleri;

Ressamın El Kitabı (Can Yayınları, 1999)
Umut Tarlaları (Can Yayınları, 2003)
Baltasar ve Blimunda, (Gendaş Kültür, 2000)
Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl (Can Yayınları, 2003)
Yitik Adanın Öyküsü  (Merkez Kitaplar, 2006)
Lizbon Kuşatmasının Tarihi (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004)
İsa'ya göre İncil (Merkez Kitaplar, 2006)
Körlük  (Can Yayınları, 1999)
Bütün İsimler  (Gendaş Kültür, 1999)
Bilinmeyen Adanın Öyküsü  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001)
Mağara  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (Merkez Kitaplar, 2007
Küçük Anılar, (Can Yayınları, 2008)
Filin Yolculuğu, (Turkuvaz Yayınları, 2009)
Çatıdaki Pencere, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012)
Kabil, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)



İstanbul’un Kurtuluşu

06 Ekim 2020

İstanbul, bundan 567 yıl önce Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilir. İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından önce Mondros Mütarekesi ile 13 Kasım 1918 tarihinde İngiliz ve Fransızlar tarafından önemli ve stratejik noktaları kontrol altına alınır sonra da 16 Mart 1920 tarihinde, fethinden 467 yıl sonra İngiliz ve Fransızlar tarafından idareye el konularak bütünüyle işgal edilir. 10 Ağustos 1920'de tarihinde de Osmanlı İmparatorluğunu bitiren Sevr Anlaşması imzalanır.

Sanatçı çağının tanığıdır derler. Bu tanıma uygun bir şekilde bir resim sanatçısı Sevr Anlaşmasının imzalanmasını Fatih Sultan Mehmet’i, kabrinde Sevr Anlaşması'nı imzalayanları endişe ile izlerken tasvir eder:

Birinci Dünya Savaşı sonunda sadece İstanbul işgal edilmez. İtalyanlar Antalya bölgesini, Fransızlar Adana ve Antep bölgesini, arkasında İngilizler olan Yunanlılar da bütün bir Güney Marmara ve Bat Anadolu’yu işgal ederler.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Kurtuluş Savaşı verilir. Önce İtalyanlar ve Fransızların işgal ettiği bölgeler kurtarılır. Sonra da 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz neticesinde 09 Eylül 1922 tarihinde de İzmir kurtarılır. Böylece Yunan işgali de sona erer…

Büyük Taarruz'dan sonra İzmir'e doğru Türk ordusunun ilerleyişini bir başka sanatçı da şöyle resmeder:

Bir başka resim sanatçısı da Türk askerinin işgalci Yunan askerini kulağından tutmuş, Ege'nin karşı yakasına gönderirken tasvir eder:

Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesinden sonra Fahrettin Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu İtilaf Devletleri kontrolündeki tarafsız bölgeye doğru ilerler. Bunun üzerine Müttefik kuvvetlerde bulunan Fransız ve İtalyan birlikleri geri çekilirler. Çanakkale'de bulunan İngiliz birlikleri Komutanı General Harington'un emriyle savunma durumuna geçerler.

İngiltere, Ankara Hükûmeti ile görüşmeye başlayarak anlaşma yollarını arar. Ankara Hükûmeti bu görüşmelerde İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini ister. İngiltere başbakanı Lloyd George bu istekleri reddederek birliklere muharebe durumuna geçmesi emrini verir. Ancak İngiliz birlikleri Komutanı General Harington ateş açılmaması emrini verir. Türk birlikleri, İngiliz direnişi ile karşılaşmadan tarafsız bölgeye girerek Çanakkale Boğazı'na doğru ilerlerler. Türklerle savaşılmasını istemeyen Winston Churchill'in başını çektiği bir grup bakan istifa ederler.

İzmir'in kurtuluşundan sonra Damat Ferit Paşa 21 Eylül 1922 tarihinde ülkeden Avrupa’ya kaçar.

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra, 23 Ağustos 1923 tarihinden itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul'dan ayrılmaya başlar. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 taraihinde Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk ederler.

6 Ekim 1923 tarihinde ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul'a girer ve 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal resmen sona erer…

Yine devreye sanatçılar girer. Kimliği bilinmeyen bir sanatçı tarafından İstanbul’un kurtuluşu şu şekilde resmedilir:

Resimdeki Osmanlıca yazıları günümüze tercüme edecek olursak:

Resmin sağ üstünde bulunan ilk satır: ‘’Mehmed'in hikâyesi’’, ikinci satır ise ‘’Edirne Fatihleri’’ olarak yer alıyor…

Resmin en alt birinci satır:

“Açdın bugün al sancağını Sultan Selime,
Yâd eyleyecek nâmını hürmetle Edirne.”

En alt ikinci satır:

“Şad eyledin ervahını ecdadı kiramın,
Kurtardı büyük milleti azmi meramın”

Olarak yer alıyor…

Resmin İstanbul’un kurtuluşundan sonra çizildiğini değerlendiriliyor. Çizimde İstanbul’un fatihi Fatih Sultan Mehmet, Fatih Sultan Mehmet’in arkasında Alparslan ve Alpaslan’ın arkasında Mimar Sinan ile beraber; Mustafa Kemal Atatürk ve Mustafa Kemal Atatürk'ün arkasındaki İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ı karşılıyorlar.

Çizimde İstanbul’un fatihi Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un kurtarıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ün elini sıkarak kucaklıyor. Fatih Sultan Mehmet’in ve Atatürk’ün ayaklarının altında ise Türkiye’yi parçalara ayıran Sevr Anlaşmasının yırtılmış hali resmediliyor. Çizimde arka planda Mimar Sinan’ın inşa ettiği Edirne’deki Selimiye Cami yer alıyor. Sevr Anlaşması’na göre Edirne ve Kırklareli Yunanistan’a veriliyordu. Atatürk, Sevr Anlaşması’nı yırtıp atınca Edirne ve Selimiye Cami de kurtulmuş oluyor. İşte bunu hatırlatmak için resimde Selimiye Cami ve onu inşa eden Mimar Sinan da yer alıyor.

Bugün İstanbul'un işgalden kurtuluşu ama aynı zamanda Damat Ferit’in de öldüğü gündür. İşgal döneminde uygulamalarıyla, en çok da Sevr ile damga vuran Damat Ferit, İstanbul’u geri aldığımız gün, yani 6 Ekim 1923 tarihinde tarihin bir cilvesi olarak Fransa’nın Nice şehrinde ölüyor..

İşte İstanbul’un kurtuluşu böyledir. Ancak ne yazık ki, bu kurtuluşu anlamayanlar ve ''Kurtuluş Savaşını keşke Yunan kazansaydı'' diyebilecek kadar çiğ, nankör ve hain olanların izinden gidenler, tüm Türk yurdunu, tüm İstanbul'u ve tüm camileri kurtaran, bu nedenle de Alpaslan'ın selam durduğu, Fatih Sultan Mehmet'in tebrik için kucakladığı İstanbul'un kurtarıcısına İstanbul'da bir mabette lanet okuyacak kadar çiğ, nankör ve haindirler...

İstanbul’un fethini çağına göre değerlendirmek lazımdır. Günümüzde fetih kutlamaları artık Ortaçağ’da kalmış bir düşünce ürününün tezahürüdür. İstanbul için kutlanacak bir vesile var ise o da 06 Ekim 1923 İstanbul’un kurtuluşudur... 

Bu vatanı bize armağan edenleri, İstanbul'u kurtaran, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarını ve emeği geçenleri şükran, minnet ve rahmetle anıyorum...

06 Ekim 1923 İstanbul’un kurtuluşu kutlu olsun… 

Osman AYDOĞAN



Arthur Schopenhauer

05 Ekim 2020

Dünkü yazımda Jean-Jacques Rousseau’un ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ isimli kitabını tanıtırken aynı zamanda Jean-Jacques Rousseau’un çekildiği uzletgâhındaki kitapta geçen karamsar ruh halini de anlatmıştım. Jean-Jacques Rousseau’nun bu karamsar ruh hali de bana; 1788 – 1860 yılları arasında yaşayan, Felsefe Tarihi'nde irrasyonalist ve karamsar olarak bilinen, yine sonu Jean-Jacques Rousseau gibi yalnızlık ve sefalet içinde biten bir Alman filozof ve düşünürü anımsattı: Arthur Schopenhauer

Schopenhauer, Alman felsefe dünyasındaki ilklerdendir. Dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu söyler. Felsefe tarihinin, Batı kadar Doğu’ya da en açık, hayatın temel sorunlarını yazan filozoflarından birisidir. Doğu felsefesinden etkilendiği söylenir. Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisidir. Hegel’in etkisindeki Alman felsefesinde Hegel’in karşıtı konumunda yer alır.

Bazı eleştirmenler kendisini düşüncelerini bir bilgi kuramına oturtmadığı için bir filozof olmaktan çok bir düşünür olarak tanımlarlarken Nietzche de “Schopenhauer’i anlamadan felsefe yapılmaz” diye düşünür. Franz Kafka, Schopenhauer’i bir üslup dâhisi olarak ve sadece dili için bile kesinlikle okunmalı diye niteler. Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, Schopenhauer için şöyle konuşur; ‘’Benim diğerlerinden daha çok beğendiğim bir Alman yazar var: Schopenhauer. Alman dilini sadece Schopenhauer'i orijinal dilinde okuyabilmek için iyice öğrendim.’’

İsteme ve Tasarım Olarak Dünya

Schopenhauer’in en ünlü yapıtı henüz 30 yaşına varmadan 1818 Yılında yayınladığı ‘‘İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’dır. (Die Welt als Wille und Vorstellung) (‘’İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’, Biblos Yayınları, 2005) Ancak Schopenhauer’in değeri bu kitapla anlaşılmamıştır. Schopenhaur’ın asıl anlaşılması 1851′de, altmış üç yaşındayken yayımladığı denemeler ve aforizmalar toplamı olan ve okunması mitolojik bilgi gerektiren ‘’Parerga ve Paralipomena’’ (Biblos Yayınları, 2007) kitabı ile anlaşılmaya başlanmıştır. Bu kitap ülkemizde ‘’Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine’’ (Say Yayınları, 2009) adıyla da yayınlanır.

Schopenhauer ‘’‘İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’ isimli eserine şöyle başlar; ‘’Die Welt ist meine Vorstellung: – dies ist die Wahrheit, welche in Beziehung auf jedes lebende und erkennende Wesen gilt.‘‘ (Dünya benim tasarımımdır; bu yaşayan, kavrayan her varlık için geçerli bir gerçekliktir.)

Schopenhauer’in ‘’Tasarım olarak Dünya’’ ve ‘’Dünya benim tasarımımdır‘’ düşüncesi Ludwig Wittgenstein’nin temel düşüncesiyle çok yakın benzerlik gösterir. Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde şu düşünceleri dile getirir; ‘’Olguların mantıksal tasarımı düşüncedir. Bir olgu bağlamının düşünülebilir olması şu demektir; biz onun bir tasarımını kurabiliriz. Doğru düşüncenin toplamı dünyanın bir tasarımıdır. Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan olanaklıdır da. Tasarı da gerçeğin taslağıdır.’’ Görüldüğü gibi Schopenhauer gibi Wittgenstein de ’’Dünya benim tasarımımdır’‘ düşüncesinde birleşirler.

Schopenhauer ‘’İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’ isimli bu eserinde içimizdeki gerçekliğin bilincimiz tarafından bastırıldığını söyler. Schopenhauer’e göre; bilinçdışı gerçekler, yani istenç, bilincin altında bastırılmış bir şekilde mevcuttur. İstem, hayati bir güçtür; ayak direyen, zorlayan, her türlü eylemimizin kökü, bastırılmaya çalışılan veya dışa vurulmaya çalışılan bir istence dayanır.  Bu eserinde Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin istenç (irade) olduğunu ileri sürer. Schopenhauer'a göre bu istenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahiptir ve kendisini görüngü dünyasında gösterir. Bütün görünenlerin kaynağıdır. İnsan bedeni de onun eseridir. Aklın denetimde olmayan bu istenç, insanları parmağında oynatır ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayâllerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokar.

O'na göre; anlamsız, boş, acı dolu, kötü bu hayattan kaçınmanın tek yolu vardır; o da istencimizi öldürmek. Bu onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, başkalarına yardım etmeyi, mutluluğumuzu olabildiğince arttırmayı değil, acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltir.

Schopenhauer'in felsefesi, aklın (rasyonalizm) temele oturtulduğu felsefe tarihinde yeni bir bakış açısı anlamına geliyordu ve bu bakış açısı da psikoloji, psikanaliz, müzik ve edebiyat gibi entelektüel ve sanatsal alanlarda büyük etki gösterir.

Schopenhauer'a göre; birbirlerini en çok büyüleyenler, birbirlerini en çok tamamlayanlardır. Schopenhauer felsefesinde, Budizm’e ve ateizme oldukça yakın ve zengin duran veriler ve bilgiler vardır. Budizmin Almanya'daki yayılımında Schopenhauer'in etkisi olduğu söylenir…

Schopenhauer’in sözleri

Schopenhauer'in listesini yazımın sonunda verdiğim kitaplarından alınan sözleri aşağıda sunuyorum… Her bir sözün üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum. Ancak Schopenhauer’in bu sözleri üzerine düşünürken;

* Schopenhauer'in yaşadığı dönemin düşünce ortamı, hayatı, melankoli yüklü yaşamı ve kişiliği, (Bu konuda Schopenhauer’in kitaplarını yayımlamış olan Dergâh Yayınları arka kapağa, “Schopenhauer’i anlamak için dönemin düşünce ortamından çok kendi hayat hikâyesini incelemek gerekir. Schopenhauer’in yaşamı melankoli yüklüdür” diye yazmıştır.)

* Başlangıçta bahsettiğim özelliklerinden irrasyonalist oluşu ve karamsarlığı,

* Schopenhauer’in sahip olduğu ‘‘acı, yaşamın özüdür’’ düşüncesi ve

* Yalnızlık ve sefalet ile sona eren yaşamı değerlendirilmeli ve dikkate alınmalıdır diye düşünüyorum.

Schopenhauer’in “Aşka ve Kadınlara Dair” isimli eserinde yer alan kadınlara ait genellikle olumsuz olan görüşlerine burada yer vermedim. Bu olumsuz düşüncelere yukarıda bahsedildiği gibi yaşadığı dönemin düşünce ortamının ve kendisi 43 yaşında iken 17 yaşındaki Flora’ya olan karşılık bulmayan aşkının etkili olduğu değerlendirilir…

Schopenhauer’in sözleri: (Her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile)

* Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır.

* Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur. Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.

* Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır.

* İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın başınıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığınızı açıklamaktan daha başka yolları da vardır.

* Üç türlü aristokrasi vardır; birincisi yaş ve kıdem; ikincisi servet; üçüncüsü akıl ve bilgidir. En şereflisi sonuncusudur.

* İyimserlik dinlerde olduğu gibi felsefede de gerçeklerin yerini almış temel bir yanılgıdır.

* İnsanlarla uğraşmada üstünlüğe ulaşmanın tek yolu onlardan bağımsız olduğunuzu göstermenizdir.

* Önemsememek önemsenmeyi getirir.

* Hayatın ilk elli yılı metin, geri kalanı yorumdur.

* Gelişimimiz için bir aynaya ihtiyacımız vardır.

* Kimseyi yaralama, ondan çok yardım et herkese yapabildiğince.

* Her mesele kabul edilene kadar üç aşamadan geçer; ilkinde gülünç duruma düşürülür, ikincisinde ona karşı mücadele edilir, üçüncüsünde tabii sayılır.

* Her çocuk bir bakıma bir dahi ve her dahi bir bakıma bir çocuktur.

* Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür...

* En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.

* Yıkmak düzeltmekten, yalan söylemek ispatlamaktan daha kolaydır.

* Beraberinde getirdikleri umutlar ve korkularla akın akın gelen arzulara teslim olduğumuz sürece kalıcı mutluluğa ya da huzura hiçbir zaman kavuşamayız.

* Acı çekenler ile acı çektirenler aynıdır.

* Hayvanlarla beraber acı çekmek, kendisine güvenileceğine izin verdiğimiz karakterin yardımseverliğine bağlıdır. Kim hayvanlara karşı gaddar davranıyorsa, iyi bir insan olamaz.

* En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.

* Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır; "bunca mutsuzluğu ve bu üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"

* Herkes kendinde eksik olanı sever.

* Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı.

* Para deniz suyuna benzer, ne kadar çok içersen o kadar çok ona susarsın.

* Merhamet ahlakın temelidir.

* Yazgı kartları karıştırır, biz de oynarız.

* Yanlış bir görüşü geri almak onu savunmaktan daha çok kişilik gerektirir.

* Sayfaların arasında gözyaşları, ağlama, dişlerin birbirine çarpması ve karşılıklı katletmenin korkunç gümbürtüsü olmayan felsefe, felsefe değildir.

* Sağlık her şey değildir, ama sağlık olmadan her şey bir hiç.

* Evlenmek, haklarını ikiye bölmek ve görevlerini ikiye katlamak demektir.

* Bilincimiz ruhun sadece yüzeyi ki yerkürenin sadece yüzeyini bildiğimiz gibi onun da içini değil, sadece kabuğunu biliyoruz.

* Her aptal çocuk bir böceği ezebilir. Ama dünyanın bütün profesörleri bir böcek yaratamaz.

* İnsanları tanıdığımdan beri hayvanları severim.

* Başkalarının fikirlerine aşırı derecede önem vermek, herkeste var olan bir manyaklık.

* Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor.

* İnsanların kader dedikleri çoğu zaman sadece kendi kendilerine yaptıkları aptal oyunlar.

* Bana yapılan haksızlık bana hiç bir şekilde ona haksızlık yapma hakkını vermez.

* Çoğu hakikat sadece kimsenin sorunu ele alacak ve üstüne gidecek cesareti bulamamasından dolayı ortaya çıkmıyor.

* Dili bir kelime daha fakir kılmak, bir ulusun düşüncesini bir kavramdan yoksun kılmak demektir.

* Dinler ateşböcekleri gibidir: Parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar. Tüm dinlerin koşulu yaygın olan belirli bir derecede cehalettir. Ki sadece bu havada yaşayabilirler ancak.

* Akıllı olan, sohbet sırasında ne hakkında konuştuğundan ziyade kiminle konuştuğunu düşünerek hareket edecektir. Bunu yaptığı takdirde sonradan pişman olacağı hiçbir şey söylemeyeceğinden emindir.

* Nasıl gemide giderken ilerlememiz kıyıdaki nesnelerin geri çekilmesiyle, dolayısıyla da küçülmesiyle kendini belli ediyorsa, ihtiyarlamamız da büyük yaşlardaki insanların bize genç görünmeleriyle kendini belli eder.

* Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi. 

* Yetenek başkalarının vuramadığı hedefi vuran nişancı gibidir; dahi ise başkalarının göremediği bir hedefi vuran bir nişancı.

* Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.

* İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında molalarda yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk almadan geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan ölümün kollarına koşar.

* Ölümden sonra doğduğundan önce neysen o olacaksın.

* Büyük acılar daha önemsizlerinin hissedilmesini engeller ve tersine, büyük acıların yokluğunda en küçük dertler ve sıkıntılar bile bize büyük acı verir.

* Olabildiğince az şey dilemek ve çok şey öğrenmek istiyorum.

* Değişim değişmeyen tek şeydir.

* Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.

* Felsefe yüksek bir dağ yoludur, ıssız bir yoldur ve yukarı çıktıkça daha da ıssızlaşır. Bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı, her şeyi geride bırakmalı ve kış karında güvenle ilerlemelidir... Kısa süre içinde altındaki dünyayı görür; kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur, düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz. Ve yuvarlaklığını da görür. Kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür, oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.

* Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.

* Sırrım konusunda sessizliğimi korursam benim esirim olur; eğer ağzımdan kaçırırsam ben onun esiri olurum. Sessizlik ağacında huzur meyveleri yetişir.

* Eğer dalaverecilerin oyuncağı ve soytarıların maskarası olmak istemiyorsak, ilk kural içine kapanık ve ulaşılmaz olmaktır.

* Birisi sizin için gerçekten çok değerli ise, bunu ondan sanki bir suçmuş gibi gizleyin. Bu hoş bir şey değildir ama doğrudur. Çünkü bırakın insanları, köpekler bile büyük dostluklara katlanamazlar.

* İki ayaklı hayvanların sıradan sohbetleri kadar kısır ve sıkıcı bir sohbeti sürdürmektense hiç konuşmamak daha iyi.

* İnsanlarla kurulan neredeyse bütün bağlar bir kirlenme, bir pislenmedir. Ait olmadığımız acınası yaratıklarla dolu bir dünyaya indik. Daha iyi olan az sayıda insana saygı duymalı ve değer vermeliyiz; gerisine talimat vermek için dünyaya geldik, onlarla arkadaş olmak için değil.

* Kibar ve dostça davranarak insanları esnek ve itaatkâr yapabilirsiniz; bu yüzden sıcaklık balmumu için neyse kibarlık da insan doğası için odur.

* Hayat bir parça nakış işlemesine benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes işlemenin ön tarafını görür, ikinci yarısında ise tersini. İkincisi o kadar güzel değildir, ama daha öğreticidir, çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.

* Karşımızdakinin yalnızca kendi budalalığımız, kusurumuz ve kötülüğümüz olduğunu akıldan çıkarmayarak her insan budalalığına, kusuruna ve kötülüğüne hoşgörülü bir şekilde yaklaşmalıyız.

* Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine dayanabiliyorum, ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi ürpermeme neden oluyor.

* Şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.

* Dikensiz gül yoktur ama gülsüz pek çok diken vardır.

* Zekâm bana değil, dünyaya aittir.

* İnsanoğlu benden hiç unutamayacağı birkaç şey öğrendi.

* İsteklerimizi sınırlamalıyız, arzularımızı dizginlemeli, öfkemizi bastırmalı, bireyin sahip olmaya değecek şeylerden yalnızca sınırlı bir paya erişebileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız...

* İnsan, büyük bir hayretle, binlerce yıllık var olmayıştan sonra birdenbire var olduğunu görür; bir süre yaşar ve sonra yeniden yok olması gereken aynı oranda uzun zaman gelir.

* Avrupa'nın bilgili adamlarına ve filozoflarına: Sizin için Fichte gibi çenesi düşük birisi bütün zamanların en büyük düşünürü Kant'ın eşitidir ve Hegel gibi işe yaramaz, arsız bir şarlatan derin düşünür olarak değerlendirilir. Bu yüzden sizin için yazmıyorum.

* İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.

* Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir.

* Tüm istekler ihtiyaçtan, dolayısıyla yoksunluktan, dolayısıyla ıstıraptan doğar.

* Benim gibi insanlar tarafından geride bırakılan fikirler, anıtlar hayattaki en büyük zevkimdir. Kitaplar olmasa uzun zaman önce umutsuzluğa gömülürdüm.

* Kütüphaneler insanlığın tek güvenilir ve kalıcı olan belleğidir.

* Okurken bir başka kimse bizim için düşünür; biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki öğrenci yazmayı öğrenirken öğretmen tarafından kalemle çizilmiş yerleri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak bizi her zaman bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki, çok fazla - yani neredeyse bütün gün okuyan- ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen adamın sonunda yürümeyi unutması gibi... Birçok eğitimli adamın durumu bundan farklı değildir. Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir.  

Schopenhauer’in sözleri bunlar. Tabii ki hepsi bu kadar değildir. 

Kendisinin de söylediği gibi gerçekten de insanoğlu ondan hiç unutamayacağı birkaç şey öğrendi. 

Toprağı bol olsun…

Osman AYDOĞAN

Schopenhauer’in ülkemizde yayınlanan diğer eserleri;

‘’Aşka ve Kadınlara Dair’’, Say Yayınları, 2006
‘’Parerga ile Paralipomena’’, Biblos Yayınları, 2007 ( Bu kitap 2009 Yılında ‘’Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine’’ adıyla Say Yayınlarından  yayınlandı)
‘’Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine’’, Say Yayınları, 2007
‘’Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’’, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006
‘’Üniversiteler ve Felsefe’’, Say Yayınları, 2008
‘’Hayatın Anlamı’’, Say Yayınları, 2007
‘’Okumaya ve Okumuşlara Dair’’, Say Yayınları, 2011
‘’Güzelin Metafiziği’’, Say Yayınları, 2010
‘’Din Üzerine’’, Say Yayınları, 2009
‘’Aşkın Metafiziği, Kör İradenin Tutsaklığı’’, İkarus Yayınları, 2009 (Sosyal Yayınlar, Selahattin Hilavîn Türkçesi ile, 1997)



Jean-Jacques Rousseau

04 Ekim 2020

Jean-Jacques Rousseau’un ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ (Bordo Siyah Yayınları, 2004) isimli güzel bir kitabı var. Rousseau'nun ''İtiraflar''dan sonra yazdığı ancak bitiremeden öldüğü bir kitaptır. Rousseau bu kitabını, ''İtiraflar''ın tersine sadece kendisi için yazar.

Ölüme yaklaştığını anlayan Rousseau, "Kimse istemiyor beni bari kendimi tanımaya adayım bu son yıllarımı" diyerek, ölümünden altı yıl evvel, 1782 yılında kaleme almaya başlar bu kitabını… Rousseau kitabında insanlardan neden kaçtığını, neden inzivaya çekildiğini ve tefekküre sığındığını anlatır… Rousseau, kitabının 10. bölümünü yazdıktan sonra hayata gözlerini yumar ve kitap yarım kalır. Rousseau’nun ölümü, her bölüm ayrı ayrı şeylerden bahsettiğinden bu pek bozmaz kitabın akışını.

Rousseau eserine şu şekilde başlar: "İşte yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne dostum ne de ait olduğum bir toplum. İnsanların en şefkatlisi, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliği ile dışlandı. Bunlar, olanca kinleriyle hassas ruhuma hangi azabın daha çok dokunabileceğini araştırıp beni kendilerine bağlayan bağları kesip attılar. Onları istemedikleri halde sevebilecektim. Sevgimden ancak insan olmaktan çıkma yoluyla kurtuldular. Mademki öyle istediler, şimdi benim için yabancı, meçhul ve hiçtiler! Fakat onlardan ve her şeyden kopartılan ben neyim? Bana bunu araştırmak kalıyor…’’

Rousseau, bu duruma düşeceğini bilemez, başına geleceklerin hiçbirini önceden tahmin edemez… Kitabında; ‘'… ayak takımının oyuncağı olacağını, gelen geçenin beni yüzüne tükürerek selâmlayacağını, bütün bu kuşağın söz birliğiyle onu diri diri gömmekten hoşlanacağını..." diye yazar… ‘'Uzun zaman boşuna var gücüyle çırpındığını’’ da ifade eder kitabında…

Rousseau, belki de bu nedenle kitabında, sıkıcı, müşteki ve huysuz bir insanın dilini kullanır. Düşmanlarının ona saldırmasından ziyade saldırış biçimini eleştirir…

Rousseau’nun eserini özetleyen ifadesi şu olsa gerek: "Acı ve boşuna bir karşı koymanın yorgunluğuyla uzlaşamayan o her şeye katlanmanın verdiği dinginlikle derdimi unutabildim." Rousseau, derdini unutan, düşmanlarıyla uğraşmaktan yorgun düşen ve haklılığından güç alan ama artık dingin bir şekilde seyreden bir adam olarak yazar kitabını…

Ölümünden on yıl sonra önce Fransa’nın, ardından da tüm dünyanın tamamen değişmesine neden olacak İhtilali’n en önemli düşünürünün bu acınacak halini ve bu kadar yalnız ve mutsuz ölmesini anlamak gerçekten zordur…

Kitaptan alıntılar

Rousseau; gözleri fal taşı gibi açılmış halde, feryat figan halinde, çığlık çığlığa, hazin hazin, üzüntülü bir halde şu tespitlerde bulunur kitabında:

"Benim için yeryüzündeki her şey bitti. Dünyada ümit edeceğim ya da korkacağım hiçbir şey kalmadı. Uçurumun en dibinde zavallı, bahtsız bir ölümlü gibi sakin; ancak tanrı kadar da kaygısızım."

"Avuntuyu umudu ve sessizliği ancak kendimde bulduğum için, ölene dek yalnızım, kendimden başka hiç kimseyle uğraşmayacağım ve uğraşmamayı istiyorum."

‘’İnsanlar, beni yalnız yaşamaya mahkûm edince, onların beni mutsuz olmam için tecrit etmekle mutluluğuma benden çok hizmet ettiklerini gördüm.’’

"Beni çevreleyen şeylere, onlarda beni kızdıran, içimi bulandıran bir şeyler bulmaksızın göz atamıyorum."

‘’Yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar. Artık bu yaşta o zevki duyamam; iş işten geçti. Bundan böyle iyilik de kötülük de etseler, onlardan gelen her şeye karşı ilgisizim.’’

 ‘’Mademki her şey oldu, daha ne korkum var onlardan? Durumumu daha da kötüleştiremeyeceklerine göre, daha fazla telaşa da düşüremezler. Endişe ve korku; işte, sayelerinde kurtulduğum iki bela; bu da benim için bir tesellidir. Gerçek dertler beni az etkiler; karşılaştığım sorunlarla baş edebilirim, ama korktuklarımla asla. Ürkmüş hayal gücüm onları türlü şekillere sokar, genişletir, büyütür. Beklemek, karşılaşmaktan daha müthiştir…’’

"Hayatın çalkantısına ta çocukluğunda atılmış olan ben, bu dünyada yaşamak için yaratılmamış olduğumu ve gönlümün arzuladığı duruma asla gelemeyeceğimi deneyimlerimle erkenden öğrendim."

‘’Ruhum henüz canlı duygularla dolu, beynim de artık, sıkıntılarla üzüntülerin doldurduğu birkaç çiçekle süslü olduğu halde, kendimi masum ve talihsiz bir ömrün sonunda görüyordum. Yalnız ve yalnız bırakılmış olduğum için yaşlılığın soğuk havasını duymaya başladığım gibi sönmeye yüz tutan imgelemim yalnızlık evrenini gönlüme göre tasarlanmış imgelerle şenlendirmez olmuştu. İçimi çekerek kendi kendime, ‘Bu dünyada ne suç işledim?’ diyordum. Yaşamak için doğmuştum, yaşamadan ölüyorum.’’

"Gerçek ihtiyacın kendisini hissettirdiği noktalar azdır. O noktaları çokmuş gibi gösteren alışkanlık ve hayal gücüdür. Bu yüzdendir ki endişeye düşer, kendimizi mutsuz ederiz."

"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna asla inanmadım. Özgürlük daha çok, yapmak istemediğini yapmamaktır."

‘’Mutsuzluk, kuşkusuz en büyük öğretmendir.’’

"Hayal gücümün ürünleri arasında artık yaratıdan çok, hatırlama var."

“İyilik etmek insan yüreğinin duyabileceği mutlulukların en gerçeğidir.”

‘’Doğarken girdiğimiz kavga alanından ölümle çıkarız.’’ 

“Eğer yüreğinize bedeninizden daha fazla ihtimam gösterilmişse, ufak tefek eksikliklere daha kolay katlanılır hale gelir.”

Kitabındaki üçüncü ‘’Gezi’’ başlıklı bölümü Solon’un '’Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum'' sözüyle başlar ve şöyle devam eder Rousseau: ‘’İhtiyarlarımız her şeyi düşünüyor ve öğreniyorlar ama nasıl öleceklerini hiç düşünmüyorlar’’' Ve ekliyordu Rousseau; ‘’Ölürken nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne yararı var?’’

Siz de feryat figan halinde, çığlık çığlığa, hazin hazin, üzüntülü bir halde bu tespitlere katılıyorsanız eğer; siz de Rousseau gibi yaşlanıyor ve Solon gibi öğrene öğrene ihtiyarlıyorsunuz demektir.

Geçmiş olsun!

Osman AYDOĞAN




Epiktetos

03 Ekim 2020

Epiktetos, MS 55 ve135 arasında yaşadığı bilinen stoacı bir filozoftur.. Phrygia (Frigya) Hierapolis’te (Şimdiki Pamukkale yakınları) köle olarak doğduğu rivayet dilir. Kuzeybatı Yunanistan'daki Nicopolis'e sürülene kadar Antik Roma'da yaşar. Hhayatının büyük bölümü Nicopolis'de geçti ve orada da öldü. Asıl adı bilinmiyor. Epiktetos adı lakabıdır. Epiktetos; Yunanca “satın alınmış adam -köle - uşak” anlamına geliyor… MS 68 yılında İmparator Neron’un ölümünden bir süre sonra azat edilir…

Stoacılık

Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu.

Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.

Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.

Epiktetos’un düşünceleri

Epiktetos ardında yazılı bir eser bırakmaz. Ancak Nicopolis’teki okulundan bir öğrenci olan Flavius Arrianus, Epiktetos’un ders anlatımlarını ve konuşmalarını yazıya dökerek bunları sekiz kitap halinde derler. Ancak bu sekiz kitaptan geriye sadece dört tanesi kalır. Flavius Arrianus aynı zamanda Epiktetos’un öğretilerinden oluşan ‘’Encheiridion’’ adında küçük bir el kitabı da hazırlar…

Günümüzde ülkemizde Epiktetos'u anlatan en iyi kitap ''Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler'' (Kaknüs Yayınları, 1999) isimli kitaptır. Ayrıca Arrianus hazırladığı Epiktetos’un öğretilerinden oluşan ‘’Encheiridion’’ adında küçük bir el kitabı da ülkemizde yayınlanmıştır: ‘’El Kitabı Enchiridion’’ (Lotus yayınları, 2020)

Epiktetos’a göre, Tanrı herkese mutlu olma aracını bahşetmiştir. Ancak bunun için insanın sarsılmaz bir karaktere sahip olması ve kendine hâkimiyet gerektirmektedir. Kendine hakimiyet de iki ana kısımdan oluşur: Gerçeklik karşısında kendi tutumunuzu kontrol etmek ve duyularınızı kontrol etmek.

Stoacılar mutluluğu, hayatta her ne olursa olsun ‘’kabul etme’’ bilgeliğini benimseyerek ararlar… Sokrates’in, ölümünü cesaret, metanet ve vakarla karşılamasından yüzyıllar sonra Epiktetos şöyle söyler: “Ölümden kaçamam, ama ölüm korkusundan kaçabilirim.” Bütün olayları kontrol edemezsiniz, ancak olanlara karşı tutumunuzu kontrol edebilirsiniz. Korkularınızı kontrol etmek, irade sayesinde mümkündür. 

Epiktetos ahlak konusunun üzerinde eski Stoacılardan daha çok durur. Fikirlerini tekrar tekrar Socrates'e atfederek amacımızın kendi hayatlarımızın efendisi olmak olduğunu savunur.

Kısaca Epiktetos’un felsefesinin ana hatları kısaca şöyledir: Tanrı’ya güvenmek, vicdanın sesini dinlemek ve insanların kardeşçe yaşamaları… Epiktetos’a göre insan, iradeden bağımsız olan iyi ya da kötü hiçbir şey bulunmadığını öğrenmeli ve olayları öngörmeye veya yönlendirmeye kalkışmayıp sadece onları anlama çabası göstermelidir. Epiktetos’a göre insana kendisinden başka birisi zarar vermez. Ona göre insanlar akıllı yanlarıyla Tanrı’nın çocuklarıdırlar ve kendilerinde tanrısal ögeler taşırlar.

Epiktetos, yine felsefe öğreniminde ilerlemek için bilgiç geçinmekten sakınılmasını gerektiğini ileri sürer. Çünkü ona göre, bazı kimselerin gözünde önemli bir kişiymiş gibi görünmek, kişinin kendinden şüphe etmesini de beraberinde getirir. Kişinin hem kendine hem de dış eşyaya iradesini uydurması kolay değildir. Bunlardan birine bağlanmak ötekini itmek zorundadır.

Ona göre her birimizin gerçek efendisi; istediğimizi bize veren ve istemediğimizi yolumuzdan uzaklaştırandır. Öyleyse özgür olmak isteyen her insan ne başkalarının elinde olan şeyleri istemeli, ne de onlardan kaçınmalıdır. Kişi bunu yapmazsa zorunlu olarak esirdir.

Epiktetos’un sözleri:

* Kader önünde sonunda öyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimsenin arkasından konuşmaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir.

* İnsanları asıl üzen “şeyler” değildir, o şeyler hakkındaki fikirleridir. Örneğin, ölüm hiç de korkunç bir şey değildir, öyle olsa Sokrates’e bile korkunç gelirdi; korkunç olan daha çok ölümün korkunç olduğu fikridir. Öyleyse, ne zaman hüsrana uğramış, kızgın, üzgün veya kederli hissedersek hissedelim, başkalarını suçlamayalım, sadece kendimizi, daha doğrusu kendi fikirlerimizi suçlayalım. Kendi dertleri için başkalarını suçlamak, felsefi anlamda cahil olan kişinin davranışıdır. Öğrenmeye başlayan kimse, kendini suçlar. Eğitimli kimseler ne başkalarını ne de kendini suçlar.

* Arzularını ve tutkularını ortadan kaldır. Artık senin için hiçbir zalim kalmaz.

* Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?

* Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır.

* Başkalarına ait bir şeye göz koyup haset ediyorsanız, unutmayınız ki elinizdekini de yitiriyorsunuz demektir.!

* Kendinin efendisi olmayan hiç kimse özgür değildir.

* İnsanları tedirgin eden, olan biten değil, olan bitenle ilgili inandıkları.

* Kimseyi övmeyen, kimseyi kötülemeyen, kimseden yakınmayan, kimseyi suçlamayan olgun insandır.

* Gücünü aşan rolü üzerinde alırsan, bu rolü, iyi oynamadığın gibi yapabileceğin rolü de terk etmiş olursun.

* Gerçek anlamda aydınlanmış kişiler, hiçbir zaman başkalarına öykünmez. Bunun yerine onlar kendilerinin önceki halini aşmaya çalışırlar. Başkalarıyla yarışma, kendinle yarış.

* Sen de güneş gibi ol, beklenilen iyiliği istenilmeden yap.

* Zaman en değerli varlığındır ve asla geri dönmez.

* Nöbetçiler yanlarına sokulanlara parolayı sorar. Sende öyle yap, hayaline gelen her şeye parolayı sor. Hiç baskına uğramazsın.

* Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen, sahip olduklarına sevinen insan, akıllı bir insandır..!

* Olaylar önemli değildir; onları algılayışımız önemlidir.

* Yarınlar düşlerinin güzelliğine inananlarındır.

* Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar.

* Hayatında olup biten şeylerin, dilediğin şekilde olmasını isteme: nasıl oluyorlarsa, öyle olmalarını iste. Böylece her zaman mutlu olursun.

* Felsefede, politikada, edebiyatta ya da herhangi bir sanatta olağanüstü olan tüm insanlar, melankoliktir.

* Bana "Ben sana zarar verebilirim, tekme atabilirim" dersen, bil ki insana değil, eşek ve ata uygun bir özellikle övünüyorsun.

Epiktetos bütün felsefeyi şu cümleyle özetler: ''Felsefeyle uğraşıyorum, deme; kendimle uğraşıyorum de''

Mutlu olmak için Epiktetos’un fikirlerini ve sözlerini içselleştirmek gerekir diye düşünüyorum…

Sizlere, pırıl pırıl, mutlu, musmutlu güzel bir Pazar günü diliyorum…

Osman AYDOĞAN



TCG Muavenet

02 Ekim 2020

Bundan tam 28 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde Ege Denizi Saroz Körfezi’nde ‘’Display Determination - 92 (Kararlılık Gösterisi - 92) isimli bir NATO tatbikatı yapılmaktadır. NATO tatbikatı olduğu için Türkiye ve ABD’de bu tatbikata katılır…

Bu tatbikata katılan ABD uçak gemisi USS Saratoga tarafından gece saat 23.00 civarında, peş peşe iki adet Sea Sparrow füzesi fırlatılır…

USS Saratoga tarafından peş peşe atılan iki adet Sea Sparrow füzesi havada hedeflerine doğru giderlerken, ben füzelerin hangi hedefe doğru nasıl gittikleri hakkında şu bilgiyi vermek isityorum…

Sea Sparrow füzesi bir Hava Savunma Sistemidir. RIM-7 Sea Sparrow diye bilinir. AIM-7 hava-hava füzesinin savaş gemilerinde hava savunma maksatlı kullanılmak için uyarlanmış bir sürümüdür. Artık günümüzde kullanılmamaktadır. Artık günümüzde birçok donanma Sea Sparrow üzerinden geliştirilen ESSM sistemini kullanmaktadır. ESSM, Evolved Sea Sparrow Missile (Geliştirilmiş Deniz Zıpkını Füzesi)’nin kısaltılmış adıdır…

Sea Sparrow füzesinin güdüm sistemi ‘’Yarı Aktif Radar Güdümlü’’ sitemdir. Bu şu demektir. Füze gemiden fırlatıldıktan sonra gemi üzerindeki atış kontrol radarıyla hedef üzerine mutlaka nişan alınmalı ve alınan nişanın hedef vurulana kadar sürdürülmelidir….  

Sea Sparrow füzesinin aktif olarak ateşlenebilmesi için yedi ayrı emniyet safhasının geçilmeli ve nihayetinde asıl hedefleri hava hedefleri olan bu füzelerin satıh hedeflerine karşı kullanılması için de SASS moduna getirilmesi gerekmektedir...

Sea Sparrow füzesinin aktif olarak ateşlenebilmesi için de gemideki en az beş personelin ortak kararı ve fiili çalışması gerekmektedir.

Ayrıca Amerikan USS Saratoga uçak gemisi, kendisinden peş peşe füzelerin fırlatıldığı anda, hiçbir muharebe durumuna ve hazırlığına ihtiyaç duyulmayan tatbikatın 2. ve 3. safhaları arasına denk düşen tatbikat dışı bölümde bulunmaktadır. 

Zaten bu tatbikatın fiili atış bölümü de yoktur…

İşte bundan tam 28 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde gece saat 23.00 civarında tatbikat dışı bölgede bulunan USS Saratoga uçak gemisi tarafından peş peşe atılan iki adet Sea Sparrow füzesi gider gider, süzülür süzülür ve nihayetinde TCG Muavenet gemisini vurur…

Bu olayda TCG Muavenet gemisinde görev yapan Gemi Komutanı Deniz Kurmay Yarbay Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Haktepe, İkmal Çavuş Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak şehit olur. 22 personel ise yaralanır…

ABD tarafı olayı şöyle açıklar:

USS Saratoga uçak gemisi Adriyatik’te görevlidir ve Yugoslavya uçaklarının taarruzlarına karşı sürekli tetikte görev yaparken NATO tatbikatı nedeniyle kısa süreliğine Ege Denizi’ne intikal eder. Olay da bu esnada meydana gelir. ABD’ye göre yaşanan olay, tatbikattaki bir taktik oyun gerçek zannedilerek meydana gelmiştir.

ABD USS Saratoga uçak gemisi tarafından hazırlanan raporda ise olay ‘’Ege’ye çıktığının farkında olmayan Harekât Bölümü personelinin eğitimsizliğinden ve bilgisizliğinden kaynaklanmıştır’’ denir…

 Sonuçta USS Saratoga’nın komutanı Albay James M. Drager ile saldırıdan sorumlu yedi subay mahkemeye bile sevk edilmez. Sadece disiplin cezası alırlar. ABD tarafından şehit ve gazilerimize cüzi miktarda bir tazminat ödenir…

Bu olay nedeniyle de ABD Türkiye’den diplomatik olarak özür dilemez… Sadece dönemin ABD Dışişleri Bakanı Lawrence Eagleburger, haberi TC Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir’e “Geminizi batırdık, özür dileriz” diye iletir…

Ayrıca ABD, sözde kendi yasaları gereği TCG Muavenet’te oluşan hasarı ödeyemediğinden, bunun karşılığında Türkiye’ye sekiz adet Knox sınıfı firkateynini ucuz fiyata kiralarlar sonra da satarlar… Ancak Knox sınıfı firkateynler daha önce de Türkiye'ye teklif edilmiştir... Ancak uçak gemilerine refakat etmek üzere yapılmış olan ve Türk karasularına uygun olmayan bu gemiler bakım masrafları ve ömürlerinin dolmuş olması nedeniyle kabul edilmemiştir. Bu Knox sınıfı sekiz adet gemi, içleri boş olarak Türkiye gelir... TC, bu hurda gemileri, denizde tekrar hizmete alabilmek için bolca para harcayarak içlerini düzenler.  İhtiyacımız olmayan bu hantal gemiler içleri yığınla para harcanarak düzenlendikten sonra sadece beş yıl sonra hurdaya ayrılıp jilet olurlar…

TCG Muavenet, olaydan sonra, köprüsünden hasarlı olmasına rağmen, kendi gücü ve iradesiyle, Çanakkale boğazından geçerek, gölcük donanma komutanlığı tesislerine ulaşır.  Ancak TCG Muavenet onarılamayacak derecede hasar gördüğünden hurdaya çıkarılır. Olaydan sonra USS Saratoga uçak gemisi de apar-topar hizmet dışı edilir.

TCG Muavenet şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi saygıyla anıyorum...

Osman AYDOĞAN



Yeni Ekonomi Programı

29 Eylül 2020

Hazine ve Maliye Bakanının bugün (29 Eylül 2020) açıkladığı 2021-2023 dönemine ilişkin ‘’Yeni Ekonomi Programı'’nda çok şeyler söylüyor. Ancak bu söylemler bana Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin bir kitabını, bir röportajını ve bir yazısını hatırlatıyor...

Türkiye’de ‘’ekonomik büyüme’’ probleminin yanında ‘’gelir adaletsizliği’’ sorununun da olduğu herkesin malumudur. Ekonomilerde gelir dağılımı ölçen Gini katsayısı açısından Türkiye Avrupa’da en kötü ülke durumdadır. Türkiye’de yılda 10 bin dolardan az kazanan yetişkinlerin oranı da yüzde 75’i geçiyor. TÜİK’in Eylül 2019 tarihinde açıkladığı verilere göre Türkiye’de toplumun en zengin yüzde 20'sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20'sinin gelirine oranı bir önceki yıl göre 7,5'ten 7,8'e çıkıyor. Gelir dağılımı eşitsizliği ölçütlerinden olan ve sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1'e yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı ifade eden Gini katsayısı da, 2018'de bir önceki yıla göre 0,003 puan artışla 0,408 olarak tahmin ediliyor. Yani Türkiye’de gelir adaletsizliği her gün gittikçe artıyor…

Ancak durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Son yıllarda başta ABD ve Avrupa olmak üzere ülkelerdeki en zengin yüzde 1’in elindeki servetin yüksekliği giderek artıyor. Bu durum gelişmiş ülkelerde doğum oranlarının azalmasıyla servet belirli ellerde toplanırken Türkiye gibi ülkelerde ise sosyal adaletsizlikle sağlanıyor.

21. Yüzyıl’da Kapital

İşte bu tartışmayı Fransız iktisatçı Thomas Piketty ‘’21. Yüzyıl’da Kapital’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) isimli kitabında dile getiriyor.

Thomas Piketty kitabında "kapitalizm ekonomik eşitsizliğe neden oluyor" tespitini yaptıktan sonra özet olarak şunu söylüyor: ‘’Sermaye, ekonomiden hızlı büyüdüğü zaman, eşitsizlikler ortaya çıkar. Bu eşitsizlikler büyük huzursuzluklara yol açar ve demokratik değerleri zayıflatır. ‘’

Kitaptan bazı bölümler:

‘’Bugün sermayenin yol açtığı eşitsizlik, uluslararası olmaktan ziyade ulusal bir sorundur; sermayenin mülkiyetindeki eşitsizlik, bir ülkeyi diğerine düşürmekten ziyade, her ülkenin içinde zenginler ve yoksulları karşı karşıya getirmektedir.’’

‘’ Asıl mesele eşitsizliklerin büyüklüğünden ziyade meşrulaştırılıp meşrulaştırılmadığıdır. Kazananların toplumsal hiyerarşiyi bu şekilde tarif etmek istemesi şaşırtıcı değildir, kaldı ki bazen kaybedenleri buna ikna etmekte başarılı oldukları aşikardır.’’

‘’Otuz yıl sonra, en üst binde birlik kesimin dünyanın toplam sermayesinden aldığı pay toplam servetin %60’ına erişecektir; ciddi bir baskı aygıtı ya da fazlasıyla güçlü bir ikna aracı ya da her ikisi birden olmadan böyle bir durumun mevcut politik kurumlar çerçevesinde gerçekleşebileceğini hayal etmek oldukça zordur.’’

‘’Dini otoriteler, faiz gibi belli yatırım türlerini ve faaliyetleri yasakladılar ancak aynı otoriteler sermayeden getiri elde etmenin meşruiyetini sorgulamamışlardı. Tarım toplumlarında dini otoriteler, hem kendilerinin istifade ettiği hem de toplumu yapılandırmak için kullandıkları toplumsal grupların geçimini sağlayan toprak kirasının meşruiyetini sorgulamaya asla yanaşmadılar.’’

‘’Endişelenmemiz gereken asıl konu kamu borçları değildir, Kamu borçları toplam özel sermayeden çok daha azdır ve tasfiye edilmeleri düşünüldüğü kadar zor olmayabilir. Asıl acil olan eğitim sermayesinin arttırılması ve doğal sermayedeki tahribatın önlenmesidir.’’

Thomas Piketty’nin röportajı

Şimdi gelelim Thomas Piketty’nin Galatasaray Üniversitesinde bir konferans vermek üzere 2014 yılı Kasım ayında geldiği Türkiye'de verdiği röportajına ('’Servet vergisi koyun'’, Barış Balcı, Hürriyet, 11.11.2014)

Thomas Piketty röportajında özetle; düşük oranda bile olsa zenginlere getirilecek servet vergisinin Türkiye’de şeffaflık yaratacağını belirtiyor. Piketty, Türkiye’nin Japonya’dan daha çok dolar milyarderi olduğu bilgisi için ise, “dehşet verici’’ ifadesini kullanıyor. Piketty, servet eşitsizliğinin sadece yetenek ve inovasyonla alakalı olmadığını gösterdiğini söylüyor…

Piketty röportajında özetle şunları söylüyor:

‘’Diğer gelişen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin eğitime ve yeteneklere geniş çaplı bir yatırım yapmaya ihtiyacı var. Bu da yeterli finansman ve vergi gelirleriyle olabilir. Türkiye’nin gelir ve servet konusunda daha çok şeffaflığa da ihtiyacı var. Orta sınıf ve dar gelirliler, zenginlerin daha az vergi ödediğini, burada bir adaletsizlik olduğunu gördüklerinde kamu harcamaları için vergi ödemeyi kabul etmezler. Mali adalet başarılı bir kalkınma stratejisinin anahtarlarından biridir.’’

‘’Evet, net servete, başlangıçta düşük oranlı, sonraki aşamalarda artan bir verginin Türkiye gibi ülkede çok faydalı olacağını düşünüyorum. Hiç olmazsa bu vergiyi getirmek, farklı servet gruplarının yıldan yıla nasıl faaliyetler gösterdiğini ortaya çıkaracak ve kamuoyuna daha fazla bilgi ve şeffaflık sağlayacak. Gelir ve servet dinamikleri hakkında güvenilir kamusal bilginin eksik olması, demokratik tartışmayı çok zor hale getirir. Eğer Türkiye’nin Japonya’dan fazla dolar milyarderi varsa, bu kesinlikle dehşet verici bir durum. Bu, servet eşitsizliğinin sadece yetenek ve inovasyonla alakalı olmadığını gösteriyor.’’

‘’Servet eşitsizliği, sermaye kaçışı, vergi kaçırma ve genel olarak finansal şeffaflığın eksikliği gibi konuların Avrupa ve ABD’ye göre Türkiye, Brezilya ve Çin gibi ülkelerde daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu alanlarda ilerleme kaydetmek için ülkelerin güçlerini birleştirmesi gerekir. Hepimizin çözmemiz gereken basit bir problemi var. Eğer kamuoyunu küreselleşmenin sosyal ve mali adaletle birlikte gerçekleşebileceğini ikna edemezsek, insanlar giderek milliyetçi çözümlere itibar gösterecek.’’ 

Thomas Piketty’nin röportajında verdiği cevaplar Türkiye ekonomisinin sadece büyüme ekseninde tartışılmaması gerektiğinin altını çizen bir uyarı niteliğinde oluyor…

Thomas Piketty’nin bir yazısı

Piketty, ayrıca bir yazısında, Ortadoğu ülkelerinde petrolün ve servetin çok küçük bir nüfusun elinde toplanmış olmasının IŞİD’in ve İslam adına yapılan terörün nedeni olduğunu vurguluyor.

Bölgedeki servet ve petrol dağılımının, çok küçük bir yönetici azınlığın zenginliğine ve çok büyük kitlelerin “yarı köle” koşullarında yaşamasına yol açtığını belirtiyor. 

Bölgedeki bu büyük gelir dağılımı çelişkisinin IŞİD’i ve terörü tetiklediğini söylüyor. 

Bu düzeni, kendi çıkarları için istismar eden Batılı ülkelerin desteklediğini belirten Piketty, İslam adına yapılan terörü doğuran bu ekonomik eşitsizlikten de Batı ülkelerini sorumlu tutuyor. 

Terörle mücadelenin de en iyi biçimde, ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi yoluyla yapılacağını belirtiyor.

Gandhi’nin bir sözü

Piketty’nin hem kitabı ve röportajı hem de diğer yazıları bana Gandhi’nin bir sözünü hatırlatıyor:
 
“Şiddetin kökleri: çalışmadan elde edilen zenginlik, ahlaktan yoksun ticaret, insanlıktan yoksun bilim, özveriden yoksun tapınma, ilkeden yoksun politika...”

Son söz

Eğer Türkiye’de geleceğe dönük olarak ekonomik kalkınma, sosyal adalet ve sosyal barış hedefleniyorsa Thomas Piketty’nin ve Gandhi’nin sözlerine kulak verilmesi gerekiyor… Ancak Türkiye’de yönetimden ve ekonomiden sorumlu olanlar ekranlarda ''Yeni Ekonomi Programı'' diye masallar anlatıyor…

Osman AYDOĞAN



Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle…

01 Ekim 2020

‘’Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar.’’

Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz ve en içli şairi Turgut Uyar’ın ‘’Acıyor’’ isimli şiiri işte böyle biterdi: Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle… Öyle olmadı mı? Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle…

1982 yılında yayınladığı bir şiir kitabı var Turgut Uyar’ın: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da işte bu şiiri var Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’ (Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!) Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırmış: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki?

Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’  Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmaz!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse..'' Acıyor işte, sevgim acıyor!...

Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey herhalde… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle, sevgim acıyor… Acıyor işte, sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse!...

Zaten günümüzü, yaşadığımız dünyayı anlatmıştı bir şiirinde:

"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar" 

Evet, artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgiler naylondandır, aşklar naylondandır, dostluklar naylondandır, insanlar naylondandır, mevsimler naylondandır. Sevgimizin acıması da bundandır zaten…

Onun şiirlerinde kendini bulur insan...

Subaydır ya kendisi… Her subay gibi turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştirmiş Turgut Uyar:

‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’

Bu şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum.  Bu şiirin tamamını vermesem, bu kadarı, çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi bir şey olurdu. Bu şiir, Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı hayatı anlatır. Kendimi buluyorum bu şiirde... Benim de binlerce yıldız kayarken kanımda, ben neye sevdalıydım böyle? Ben de bilmiyordum işte... 

Turgut Uyar, Türk şiirindeki ‘’İkinci Yeni’’lerdendi…

‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…

''İkinci Yeni'' şairleri, şiirlerinde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı, yazımın girişinde verdiğim gibi Turgut Uyar’dır. Turgut Uyar, şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesi mezunu bir subaydır... Hemen hemen her subay gibi o da şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir o. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairidir o. Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairidir o. Belki de Türk şairlerinin en içli şairidir o.... Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahseder: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem ‘yapma oğlum’ derdi ona, ‘o, içli bir çocuk’ ”. Turgut Uyar hep o çocuk oldu ve o çocuk gibi hep içli bir şair oldu.

Subaylıktan istifa ederek ayrılmıştır ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ isimli şiirinde şöyle der:

‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’

Yine kendimi buluyorum bu şiirde de; ben de severim omuzlarımı bir gün, sırmaları, apoletleri olmasa da!

Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söylenir. Şiirleri böyle bir birikimin ürünüdür.

Cemal Süreya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapar Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli sever, içerken de içli içer. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlamaz. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını bilir. Turgut Uyar 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle der: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.

Bir şiirinde kendi ölümünü anlatmıştı:

"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."

Zaten o gidince de bu dünyada her şey eksik kalır...

Turgut Uyar Aşiyan mezarlığına defnedilir. Mezar taşında tek bir sözcük yazılıdır ismi dışında: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayıdır: 04 Ağustos'ta (1927) doğar, 22 Ağustos'ta (1985) vefat eder. Ruhu şâd olsun…

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ İşte bu nedenle, Eylül toparlanıp da gidince Türk şiirinin bu en içli şairini anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim!

Turgut Uyar girişte anlattığım ''Acıyor'' şiirinde şöyle devam ederdi:

‘’Tavrım birçok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse…’’

Öyle değil miydi? Sonbahar geldi hüzün, ilkbahar geldi kara hüzün, bazen yaz ortasında gündüzün, sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse..

Osman AYDOĞAN

Acıyor

Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Turgut UYAR


Turnam Seninle

Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankaranın İstanbulun dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?

Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…

Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…

Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…

Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..

Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafanın yanında..

Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..

Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..

Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…

Turgut UYAR



Puşkin

30 Eylül 2020

‘’Ey güzel ülke! Uzak ülke.
Ey bilmediğim ülke!
Ne kendi isteğimle geldim sana,
Ne de soylu bir atın sırtında.
Beni bu yiğit delikanlıyı,
Gençliğin ateşi sürükledi sana.
Bir de başımdaki şarap dumanları…’’

Ataol Behramoğlu'nun çevirdiği, Nadir Göktürk'ün bestelediği Tanju Duru'lu, Emin İgüs'lü ‘’Ezginin Günlüğü'nün’’ seslendirdiği ve severek dinlediğimiz bu dizeler Puşkin’in bir şiiridir.

Nâzım Hikmet'in; "ömrüm boyunca bir tek şiir çevirdim Türkçeye’’ dediği şiirin şairidir Puşkin.
Nâzım Hikmet’in; ‘’öldü diye her seferinde dehşetli bir keder duydum’’ dediği şairdir Puşkin.
Nâzım Hikmet’in; ‘'yeryüzünde batısı, doğusu, kuzeyi, güneyi içinde sevdiğin dört şair say deseler, bu dörtten biridir’’ dediği şairdir Puşkin.

Nâzım'ın çevirdiğini bahsettiği Puşkin şiiri ise ‘’Kleopetra ve Âşıkları'’dır. ‘’Kleopetra ve Âşıkları’’ şiirinde Puşkin aşağıdaki dizeleri bir şarkıcıya söyletir;

‘’Mutluluğunuz sizin, benim aşkımdadır,
Dinleyin beni, ben dilersem eğer, siz
Benimle bir olabilirsiniz.
İhtiras alışverişine kim giriyor, kim?
Aşkımı satıyorum ben,
Hayatı pahasına bir gecemi benim
Söyleyin, kim satın alacak içinizden?’’

Aleksandr Sergeeviç Puşkin 26 Mayıs (bazı kaynaklar Puşkin’in doğum tarihini 06 Haziran olarak verirler) 1799’da doğar ve 29 Ocak 1837’de Moskova’da vefat eder.

Annesi ve babası çok kültürlü, soylu ve aristokrat insanlardır. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyidir. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı’nı neredeyse ezberler ve Fransızca şiirler yazmaya başlar.

Kendisine Rus masallarını anlatan, eski Rus türkülerini söyleyen yaşlı dadısı Arina Rodionovna ona Rus halkının ruhunu aktarır ve Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhunda silinmez izler bırakır.

Puşkin, dönemin baskıcı ortamına ve yönetime karşı, sanatın özgürlüğü konusunda düşüncesini eserlerinde ustaca yansıtır. Bir şiirinde bunu net bir şekilde görmekteyiz:

‘’Çünkü yasak tanımaz rüzgâr,
Zincir vurulmaz kartala, genç kız kalbine.
Şair de öyledir işte
İçinden geldiği gibi yaşar...’’

Eserlerinin bir kısmını görevli olarak gittiği Kafkasya’da yazar. Burada ünlü "Kafkas Esiri" (Kavkazskiy Plennik -1822, şiir) ve "Bahçesaray Çeşmesi" (Bakhchisarayskiy Fontan – 1824, şiir) adlı eserlerini yazar. Bu dönemdeki şiirlerinden birisinin adı da ‘’Gece sisi kaplamış tepelerini Gürcistan’ın’’dır:

‘’Gece sisi kaplamış tepelerini Gürcistan'ın;
         Karşımda akıyor Aragva uğultulu.
Hem hüzün hem bir hafiflik var içimde; kederliyim,
         Seninle dopdolu, aydınlık bir keder bu.
Seninle, sadece seninle... Hiçbir şey
         Bozmuyor, tedirgin etmiyor üzgünlüğümü,
Ve yürek yeniden tutuşuyor, seviyor yeniden,
         Sevmemesi olanaksız çünkü.’’

Puşkin, bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma, bu aşk ve bu yanlış tercih; yeryüzünde çoğu insanın yaptığı gibi… Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur.

Puşkin Natalya’ya evlenme teklif eder; Natalya ise, şairin evlenme teklifini belirsiz bir tarihte cevaplanmak üzere erteler. Puşkin, bu durum karşısında umutsuzluğa kapılır ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyarak Moskova’dan uzaklaşmak ister. Bu nedenle de, 1829’da, Natalya’yı unutabilmek amacıyla bir gözlemci olarak Rus ordusuna katılır ve Osmanlı topraklarına Erzurum’a kadar gelir. Sonradan yazdığı “Erzurum Yolculuğu” adlı eserinde yol izlenimlerini anlatır.

İşte bu yolculuğunda Sibirya’dan Polonya’ya kadar bilinen bir aşk şiirini Erzurum’da yazar; Türkçe okunuşu ile  "Ya vas lyubil"; ‘’Seviyorum Sizi’’ Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle Türkçesi; (Seviyorum Sizi, Aleksandr Puşkin, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviren: Ataol Behramoğlu, 2006)

‘’Seviyordum sizi ve bu aşk belki
İçimde sönmedi bütünüyle.
Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi
İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle.
Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.’’

Puşkin, ‘’Erzurum Yolculuğu’’ kitabında, Anadolu halkı ile İstanbul şehri halkının ve sarayın çözülmesini, halk ile yönetimin kopukluğunu, kendi yarattığı yeniçeri Eminoğlu karakterinin ağzından güzel bir şiirle anlatır, Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle;

‘’Gâvurlar övüyor şimdi İstanbul'u
ama yarın demir ökçeleriyle
uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu
ve çekip gidecekler bırakıp öylece
İstanbul bırakmasın hala uykuyu.’’

(Şiir uzun, şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum.)

Moskova’ya dönen Puşkin, Natalya’ya evlenme teklifini yineler. Uzun çekişmelerden sonra Natalya’nın ailesini de ikna etmeyi başarır ve sonunda nişanlanırlar. Natalya ise, bu duruma karşı kayıtsız kalır ve sadece izlemekle yetinir. Natalya’nın bu tutumu da sonuna kadar böyle devam eder. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in.

Ayrıca rejim karşıtı söylemleri nedeniyle de bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden içi büyük bir acıyla dolsa da Puşkin, yazmaya devam eder. “Yevgeni Onegin”, “ Don Juan”, “Veba Sırasında Ziyafet” gibi manzum tragedyalarını ve “Dubrovski”, “Maça Kızı” gibi önemli eserlerini bu dönemde yazar. Gogol’la olan arkadaşlığı da bu döneme rastlar. Öyle ki, Gogol’a ünlü ‘’Ölü Canlar’’ romanını yazma fikrini Puşkin verir.

‘’Şair’e’’ şiiri ise bu döneminin eseridir; Sefer Aytekin’in çevirisiyle ‘’Şair’e’’ şiiri;

‘’Ey şair! Kulak asma, sevgisine sen halkın
O canım methü sena, anlık gürültü, geçer;
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol, boşver.
Sen Çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü,
Yürü, hür vicdanının seni çektiği yere,
Olgunlaştır, sevgili meyveyi, tefekkürü;
Hizmetine karşılık bir mükâfat bekleme.
Her şey sendedir, sende; büyük mahkeme sensin;
Eserine, elden çok, kıymet biçebilensin,
Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?
Memnunsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün, ateşini yakan ulu mihraba,
Şamdanını, çocukça öfkeyle, sarsadursun.’’

Evde mutluluğu bulamayan Puşkin’in kadınlara aşırı bir düşkünlüğü oluşur. Şu sözü bu özelliğini anlatır: ‘’Mutluluğun iki biçimi vardır. Biri bir kadına sabırsız bir halde umutla giderken ve diğeri bir kadından ve tutkudan kurtulmuş olarak geri dönerken.’’

‘’Evime çekinmeden, serbestçe
evimin kadını olarak gir...’’

diye söyler Puşkin şiirinde bütün güzel kadınlara…

1833'te tamamladığı şiirsel romanı ‘'Yevgeni Onegin’' Rus Edebiyatı’nın en büyük başyapıtı olarak görülür. Bu eseri 1879 yılında operaya uyarlanır. Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov  '’Yevgeni Onegin’' için ‘’yabancı bir dilde anlam derinliğiyle verilmesi mümkün değildir”  diye ifade eder.

En büyük eseri "Yüzbaşının Kızı" ile ilgili olarak Gogol şöyle demektedir: ‘’Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.’’

Puşkin, Rus ve dünya yazınına, aralarında ‘’Ruslan ile Ludmila’’, ‘’Çingeneler’’; ‘’Bahçesaray Çeşmesi’’, ‘’Kafkas Tutsağı’’, ‘’Yevgeni Onegin’’ gibi anlatı - şiirler de bulunan ölümsüz bir şiir mirası bırakır. Fakat onun ‘’Byelkin′in Hikâyeleri’’, ‘’Dubrovski’’, ‘’Yüzbaşının Kızı’’ vb. öykü ve romanları da şiir türündeki yapıtlarından daha az ünlü değildir.

Şiir çevirisinin özel güçlükleri nedeniyle, kendi ülkesi dışında şiirlerinden çok, öykü ve romanlarıyla tanınır. Her şair Puşkin’den izler taşır. Çünkü Puşkin, şiirin ölümsüz yaratıcılarından, yol göstericilerinden biridir. Son yazdığı şiirlerinden birisidir;

‘’Tüm arzularımı yaşadım ben
Hayallerime de soğudum artık
Sadece acılarım kaldı içimde
Meyveleri kalbimdeki boşluğun...’’

38 yaşına rağmen tüm arzularını yaşamıştır artık, hayallerine de soğumuştur, sadece acıları kalmıştır içinde. Bu yaşta sanki intiharına karar verir; çünkü ömrünün bu anında kader George Charles d'Anthès adında Fransız Ordusunda görev yapan birisi ile karşılaştırır O’nu.

Puşkin, o sıralarda kendisine yazılan birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d'Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının eşi Natalya Puşkin’e kur yaptığını, Natalya’nın da buna kayıtsız kalmadığını öğrenir. 1837’de d'Anthès’i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin’in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü d'Anthès’in ordunun en iyi nişancılarından olduğu bilinmektedir.

27 Ocak 1837'de St. Petersburg yakınında düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin'in şahidi arkadaşı Danzas'tır. Düello'da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d'Anthès, Puşkin’i karnından yaralamayı başarır.

"Yüzbaşının Kızı" romanındaki yazdığı şekilde gerçekleşen düello sonucu iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak 1837 yılının soğuk bir öğleden sonrası yine bir hikâyesinin kahramanı gibi hayata gözlerini yumar.

Şairin öldüğünü duyunca evinin kapısının önünde toplanan ve ‘’Yevgeni Onegin’’in son baskısını kapış kapış tüketen halk, şairin ölümü üzerine neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelir. Bu gerekçe ile olayların çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa verir.

Rus Edebiyatı uzmanı Ataol Behramoğlu bir yazısında Puşkin’in Çar karşıtı olması nedeniyle bu düellonun bir komplo olabileceğini yazar.

Moskova’da Kremlin’e dik inen Tverskaya Ulitsa (Tverskaya Caddesi) üzerinde hemen Puşkinskaya Metrosundan Tverskaya çıkışının açıldığı yerde heybetli bir heykeli bulunmaktadır.

26 Mayıs 1880’de Moskova’da yapılan bu Puşkin Heykeli’nin açılış törenine, Dostoyevski bir konuşma yapması için davet edilir. Kendi çalışmalarına ara veren Dostoyevski, hayatı boyunca hayranlık duyduğu, manevi yol göstericisi ve büyük Rus dehâsı olarak gördüğü Puşkin hakkında bir konuşma hazırlar. Tören Çar’ın emriyle ertelenmesine rağmen, Dostoyevski büyük bir cesaretle yola çıkar ve konuşmasını yapar. Rus edebiyatında “büyük bir olay” ve bir dönüm noktası olarak değerlendirilen bu konuşmada Dostoyevski, tüm hayatı boyunca karşılaştığı, kendisine yöneltilen suçlama ve eleştirilere meydan okur; Batıcılarla Slavcıları, halkla aydınları, Rusya’yla Avrupa’yı uzlaştırmaya çalışır.

Puşkin’in heykelini çevreleyen küçük park, Moskova’da sevgililerin önemli buluşma mekânlarından birisidir.  Bu parkta amatör müzik grupları konserler verir. Puşkin’in heykelinin önünde her daim taze bırakılmış çiçekler bulunur. Nedeni bir Rus’a sorulduğunda; ‘’Puşkin’i sevmek Rusya’da bir gelenektir’’ cevabı verilir. Çünkü oralarda hâlâ vefa vardır, sanata, edebiyata saygı vardır, kadir kıymet bilme vardır, bizde olduğu gibi şairlerin mezarları tahrip edilmez oralarda.

Birçok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus edebiyatının kurucusu kabul edilir. Tüm Rus kitaplarında adı "bir dâhi" olarak anılır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halkının ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda “gerçekçilik akımı”nı başlatan şair ve yazardır. Rusların Dante'si olduğu söylenir. Dante nasıl İtalya'ya bir dil armağan ettiyse Puşkin de Ruslara o enfes edebiyat dilini hediye etmiştir.

Dostoyevski onun için '’Rus Edebiyatı’nın peygamberidir’' der… Tolstoy da Puşkin hakkında şöyle der: "Ondaki güzellik duygusu kimsede olmadığı kadar gelişmiştir. Sanatçıya gelen ilham ne kadar güçlü olursa, onu esere yansıtmak için gereken çaba da bir o kadar büyük olur. Puşkin’in şiirleri öylesine sade ve pürüzsüzdürler ki, aynen bu şekilde ona aktarıldığını düşünürüz. Oysa onun bu sadelik ve pürüzsüzlüğe ulaşmak için ne kadar emek sarf ettiğini bilmeyiz."

Puşkin çevirileriyle bilinen ünlü Türk edebiyatçı ve şair Ataol Behramoğlu Puşkin hakkında şunları söyler: ‘’Ben, Puşkin’in hemen hemen tüm şiirlerini de Türkçe’ye tercüme ettim. Türkiye’de basılan ‘Sizi Seviyorum’ kitabında Türk okuyucuları Puşkin’in pek çok lirik şiirlerini bulabilirler. Puşkin’in doğum günü olan 6 Haziran, herkes için, Rus Edebiyatı ve tüm Ruslar için çok önemli gündür. Puşkin’in eserlerinden hiç olmazsa bazı satırlar bilmeyen bir tek Rus insanı, hatta bir tek Rus çocuğu bulunmaz sanırım. Puşkin’in sanatı, Rus dili hazinesidir.’’

Saygıdeğer bilim insanı Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Siyaset Bilimi doktora derslerinde Tarihçi İlber Ortaylı’nın, ana lisanı gibi Rusça bilen annesini derse getirip derste öğrencilerine Rusça Puşkin'in şiirlerini okuttuğunu söylüyor… Tarihçi İlber Ortaylı'nın, 1918’de doğan, hayatı Kırım’dan Petersburg’a, oradan Viyana’ya, İstanbul'a ve Ankara DTCF Rus Dili hocalığına kadar uzanan annesi Şefika Karaşay Ortaylı, ne yazık ki daha yenilerde 10 Temmuz 2020 tarihinde Ankara'da vefat etti... Allah rahmet eylesin... Bu derslere girip de Rusça bilmesem de bu şiirleri kendisinden dinlemeyi ne kadar çok isterdim!...

Puşkin’i okumadan bu dünyadan gitmemek lazım! Puşkin’i tanımak için en azından "Yüzbaşının Kızı" okunmalı diye düşünüyorum.

Osman AYDOĞAN

Erzurum Yolculuğu  

Gâvurlar övüyor şimdi İstanbul'u
ama yarın demir ökçeleriyle
uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu
ve çekip gidecekler bırakıp öylece
İstanbul bırakmasın hala uykuyu

İstanbul peygamberin yolundan ayrıldı
onu baştan çıkardı kurnaz batı
dalarak utanç verici zevklerin koynuna
o ihanet etti duaya ve kılıca
küçümsüyor artık savaş alanından akan teri
şarap saati oldu dua saatleri

Söndü inancın kutsal ateşi
dolaşır evli kadınlar mezarlıklarda
her kocakarı her hacı ana
hareme sokarlar erkekleri
işbirlikçi harem ağası uykuda

Ama Erzurum öyle mi ya?
bizim dağlı, çok yollu kentimiz
kapılmadık biz zevkü sefaya
yüzvermedik isyan şarabına
günah yolundan gitmedik, gitmeyiz

İnanç sahibiyiz, oruç tutarız
kutsal sulardır doyuran bizi
düşman üstüne rüzgâr gibi
uçup gider atlılarımız
girilmez haremlerimize
serttir harem ağalarımız
kadınlar rahatça otururlar içerde

Puşkin’in Eserleri

Ruslan i Lyudmila – Ruslan ve Ludmila (1820) (şiir)
Kavkazskiy Plennik – Kafkas Esiri (1822) (şiir)
Bakhchisarayskiy Fontan – Bahçesaray Çeşmesi (1824) (şiir)
Tsygany, – Çingeneler (öyküsel şiir) (1827)
Poltava (1829)
Küçük Trajediler (1830)
Boris Godunov  (1825) (dram)
Papaz ve uşağı Balda'nın Hikâyesi (1830) (şiir)
Povesti Pokoynogo Ivana Petrovicha Belkina – İvan Petroviç Belkin'in hikâyesi (Beş kısa hikâyeden oluşur: Atış, Kar Fırtınası, Cenazeci, Menzil Müdürü ve Bey'in Kızı) (1831) (düzyazı)
Çar Saltan Masalı (1831) (şiir)
Dubrovsky (1832-1833, yayınlandı1841, roman)
Prenses ve 7 Kahraman (1833, şiir)
Pikovaya Dama – Maça Kızı (hikâye) (1833) daha sonra operaya uyarlanmıştır.
Altın Horoz (1834, şiir)
Balıkçı ve Altın Balığın Hikâyesi (1835, şiir)
Yevgeni Onegin (1825-1832) (şiirsel roman)
Mednyy Vsadnik – Bronz Süvari (1833, şiir)
Yemelyan Pugachev isyanının Tarihi (1834, düz yazı)
Kapitanskaya Dochka - Yüzbaşının Kızı (1836, düz yazı)
Kirdzhali – Kırcali (kısa hikâye)
Gavriliada
Istoriya Sela Goryukhina – Goryukhino Köyü'nün Hikâyesi (bitirilmemiştir)
Stseny iz Rytsarskikh Vremen – Şövalye Hikâyeleri
Yegipetskiye Nochi – Mısır Geceleri (kısa şiirsel hikâye, bitirilmemiştir)
K A.P. Kern – AP. Kern'ne (şiir)
Bratya Razboyniki – Haydut Kardeşler (oyun)
Arap Petra Velikogo – Büyük Petro'nun Arabı (tarihsel roman, bitirilmemiş)
Graf Nulin – Kont Nulin
Zimniy vecher – Kış akşamı



Heyder Baba’ya Selam

28 Eylül 2020

Bugünkü yazımda Azerbaycan'ı ve Karabağ'ı anlatınca şiirlerinde ''Şehriyar'' mahlasını kullanan İran Türkistanından Azeri Türkü bir ozan ve onun ''Heyder Baba'ya selam'' isimli şiiri aklıma geldi.

Muhammed Hüseyin Şehriyar

Bu ozanın asıl adı Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizî’dir. (1906 - 1988) Şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanır. Kısaca Muhammed Hüseyin Şehriyar olarak tanınır. Tebriz doğumlu Azeri Türküdür. Şiirlerini hem Azerbaycan Türkçesi ile hem de Farsça olarak yazmıştır.  İran şiirinde Hafız kadar önemli bir şahsiyettir. Anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça , iyi derecede Fransızca bilir. 

Şehriyar'ı bize tanıtan, günümüzde yaşatan  Azerbaycan İlimler Akademisinden ‘’Şehriyar'ın Hayatı ve Sanatı’’ adlı tezi ile filoloji doktoru unvanını alan Yusuf Gedikli'nin ''Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri'' isimli kitabıdır. (Ötüken Neşriyat, 1990) Şehriyar'ı tanıtan bir diğer kitap da Azeri yazar Esmira Fuad’ın ‘’Muhammed Hüseyin Şehriyar, Yaşamı, Edebi Çevresi ve Eserleri’’ adlı eseridir. (Peon Yayınları, 2014)

Şair kelimesinin hakkını veren şairlerdendir. Aşağıdaki dörtlük sanırım bunu gösterir:

''Bir insan köçürse dünyadan eger,
sen ele bilme ki, tek bir can gedir.
Her sönen baxışda saysız dilekler,
her kiçik tabutta bir cihan gedir''

Heyder Baba’ya Selam

Muhammed Hüseyin Şehriyar'ın 1951 yılında en bilinen eseri ve başyapıtı olan ‘’Heyder Baba’ya Selam’’ şiir kitabı yayımlanır. Şiire ismini veren Heyder Baba, Şehriyar’ın köyünün üstünde kurulu olduğu dağın adıdır. Şiirin önemli bir kısmını Şehriyar'ın çocukluk hatıraları ve o günlere duyduğu özlem oluşturur.

“Heyder Baba'ya Selam’’ aslında Azeri kültürünün bir köy senfonisidir. Şiirle beraber kendinizi birden bire Azerbaycan’ın renkli, canlı ve coşkun doğasının kucağında, “Heyder Baba” tepesinde gök yüzünün ışığı ve sağanak yağmuru altında, sel gibi akan suları arasında ama özellikle çocukluğunuzda buluverirsiniz.

Şair şiirine selamla başlar:

‘’Selam olsun şevketinize, elinize
benim de bir adım gelsin dilinize’’

Sonra şiirde şairin çocukluk anıları başlar:

‘’Hatırlar mısın nasıl koşar, kaçardım!
kuşlar misali kanat çırpıp uçardım!’’

Ve ve ve Doğu’nun binlerce yıllık kaderini şu iki dizede özetler:

‘’Behiştimiz cehennem olmakdadır, 
Zilheccemiz meherrem olmakdadır.’’

‘’Behişt’’, Azerice cennet demektir. Zilhicce ile de Muharrem ayındaki matem ve sevinç günlerine atıf yapılır. İmam Hüseyin’in şehadeti (sonsuz matem) Muharrem ayındadır. İşte büyük usta Şehriyar’ın, Zilhicce aynının muharrem olmasından kastı normalde güzel olması gereken günlerin hep matem havası içinde geçmesidir. Öyle değil midir? Normalde güzel olması gereken günlerimiz hep matem havası içinde geçmekte değil midir? Behiştimiz cehennem olmakta değil midir? 

Şiirinde Şehriyar sanki vasiyetiymişçesine demez mi ki "birbirizden ayrılmayın, amandı". Şehriyar sanki günümüzdeki bizleri anlatmakta değil midir?

‘’Heyder Baba, göyler bütün dumandı, 
Günlerimiz birbirinden yamandı, 
Birbirizden ayrılmayın, amandı, 
Yakşılığı elimizden alıblar, 
Yakşı bizi yaman güne salıblar!’’

Sonra sonra yürekten çığlık çığlığa kopan bir haykırışla tüm bir dünyayı, tüm bir hayatı, tüm bir tarihi anlatır Şehriyar:

‘’Heyder Baba, dünya yalan dünyadı, 
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı, 
Oğul doğan, derde salan dünyadı, 
Her kimseye her ne verib alıbdı, 
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı. 

Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler, 
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler, 
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler, 
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu, 
Dünya mene harâbe-i şâm oldu.'' 

Bizim bildiğimiz, sözleri Sabahattin Ali'ye bestesi Zülfü Livaneli’ye ait olan ‘’Leylim ley’’ türküsünü Azeri sanatçi Çingiz Habibiyan Şehriyar'ın yukarıdaki dizeleri ile yorumlar. Azerilerin ifadesiyle; ''Çingiz Həbibiyan Şəhriyar'ın məşhur 'Heydərbaba' şerini Zülfü Livanəlinin bəstəsi ilə ifa edir...  Bakın görün!'' Yazımın sonunda bu yorumun bağlantısını verdim. Mutlaka ama mutlaka dinlemenizi isterim. Azeri müziği bizim müziğimizin fersah fersah üstündedir zaten!

Şehriyar'ın şu dizeleri tam da günümüzü anlatmaz mı?

''Şehriyar’ım gözüm yaşı sel kimin,
Garip sen mi vetanında el kimin,
Sevdan üreğimde kara yel kimin,
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Haramzadalardan yoldaş olar mı?''

Yaşadığımız günleri görünce, gittiğimiz karanlık çağı düşününce onun bir başka şiirindeki dizeleri gelir aklıma, için için ağlarım ben:

"Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım 
iki yabancı kafa kafaya verip ağlayayım."

Yazımın sonundaki bağlantıda şair Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri’’ni veriyorum. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar duygulandırmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar mahzun bırakmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar hırpalamamıştır. Bu şiiri Şehriyar’ın sesinden dinlerken yazılarımda hep bahsettiğim Hindukuş Dağlarının karı gibi için için eririm ben…

Bu şiiri Şehriyar'ın sesinden dinlerken hep memleketim Yeşilhisar'a, çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirir, çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, dayılarımı, halamı, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı, Heyder Baba'yı değilse de Havdıra Dağını bir bir hatırlarım ben. 

Şimdi bu destanı okuma vaktidir. Şiiri orijinal haliyle Azerice olarak aşağıda veriyorum. Şiir Türkçeymişcesine anlaşılır açıklıktadır.... Şiirin uzunluğu yanıltmasın sizi, eğer kırsal kökenden geliyorsanız şiirde kendinizi, köyünüzü veya kasabanızı bulursunuz.

Aziz şairimizi saygıyla yâd ediyorum... Ruhu şâd, mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...

Osman AYDOĞAN 

Bir not: Yazılarımda hep ismi geçen Şehriyar ile bu sitenin adı olan Şehriyar’ın anlattığım Şair Şehriyar ile bir ilgisi yohtur. Sadece isim benzerliği vardır...

Çingiz Həbibiyan, sözleri Şəhriyar'ın 'Heydərbaba' şiirinden, Zülfü Livaneli'nin bestesi ile:
https://www.youtube.com/watch?v=2La_fxVMABc

(Bu şarkıda geçen ''Leylim ley'' yerine kullanılan ''neynim ney'' Azerice; ''umutsuz durum, çaresiz durum'' demek...)

Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri
https://www.youtube.com/watch?v=yA4CRNAOWx8

Heyder Baba’ya Selam

Heyder Baba, ıldırımlar şakanda, 
Seller, sular şakkıldayıb akanda, 
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda, 
Selâm olsun şevkatize, elize, 
Menim de bir adım gelsin dilize. 

Heyder Baba, kehliklerin uçanda, 
Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda, 
Bahçaların çiçeklenib açanda, 
Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele, 
Açılmayan ürekleri şâd ele. 

Bayram yeli çardakları yıkanda, 
Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda, 
Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda, 
Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun, 
Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun. 

Heyder Baba, gün dalıvı dağlasın, 
Üzün gülsün, bulakların ağlasın, 
Uşaklarun bir deste gül bağlasın, 
Yel gelende ver getirsin bu yana, 
Belke menim yatmış bahtım oyana. 

Heyder Baba, senin üzün ağ olsun, 
Dört bir yanın bulak olsun, bağ olsun, 
Bizden sora senin başın sağ olsun, 
Dünya kazov-kader, ölüm-itimdi, 
Dünya boyu oğulsuzdu, yetimdi. 

Heyder Baba, yolum senden keç oldu, 
Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu, 
Heç bilmedim gözellerin neç oldu, 
Bilmezidim döngeler var, dönüm var, 
İtginlik var, ayrılık var, ölüm var. 

Heyder Baba, igit emek itirmez, 
Ömür geçer efsus bere bitirmez, 
Nâmerd olan ömrü başa yetirmez, 
Biz de vallah unutmarık sizleri, 
Görenmesek helâl edin bizleri. 

Heyder Baba, Mir Ejder seslenende, 
Kend içine sesden-köyden düşende, 
Aşık Rüstem, sazın dillendirende, 
Yadındadır ne hövlesek kaçardım, 
Kuşlar tekin kanad çalıb uçardım. 

Şengülava yurdu, aşık alması, 
Gâh da gedib orda konak kalması, 
Daş atması, alma-heyva salması, 
Kalıb şirin yuhu kimin yadımda, 
Eser koyub, ruhumda her zadımda. 

Heyder Baba, Kuru gölün kazları, 
Gediklerin sazak çalan sazları, 
Ket kövşenin payızları, yazları, 
Bir sinema perdesidir gözümde, 
Tek oturub, seyr ederem özümde. 

Heyder Baba, Karaçemen caddası, 
Çovuşların geler sesi, sedası, 
Kerbelâ’ya gedenlerin kadası, 
Düşsün bu aç, yolsuzların gözüne, 
Temeddünün uyduk yalan sözüne. 

Heyder Baba, şeytan bizi azdırıb, 
Mehebbeti üreklerden kazdırıb, 
Kara günün ser-nüviştin yazdırıb, 
Salıb halkı bir-birinin canına, 
Barışığı beleşdirib kanına. 

Göz yaşına bakan olsa, kan akmaz, 
İnsan olan hancer beline takmaz, 
Amma hayıf, kör tutduğun burakmaz, 
Behiştimiz cehennem olmakdadır, 
Ziheccemiz meherrem olmakdadır. 

Hazan yeli yarpakları tökende, 
Bulut dağdan yenib kende köçende, 
Şeyhülislam gözel sesin çekende, 
Nisgilli söz üreklere deyerdi, 
Ağaçlar da Allah’a baş eyerdi. 

Daşlı bulak daş-kumunan dolmasın, 
Bahçaları saralmasın, solmasın, 
Ordan keçen atlı susuz olmasın, 
Deyne bulak, hayrın olsun, akarsan, 
Ufuklara humar-humar bakarsan. 

Heyder Baba, dağın daşın seresi, 
Kehlik okur, dalısında feresi, 
Kuzuların ağı, bozu, karası, 
Bir gedeydim dağ-dereler uzunu, 
Okuyaydım: 'Çoban, kaytar kuzunu'. 

Heyder Baba, Sulu yerin düzünde, 
Bulak kaynar çay çemenin gözünde, 
Bulakotu, üzer suyun üzünde, 
Gözel kuşlar ordan gelib keçerler, 
Halvetleyib bulakdan su içerler. 

Biçin üstü sünbül biçen oraklar, 
Ele bil ki, zülfü darar daraklar, 
Şikarçılar bildirçini soraklar, 
Biçinçiler ayranların içerler, 
Bir huşlanıb, sondan durub biçerler. 

Heyder Baba, kendin günü batanda, 
Uşakların şamın yeyib yatanda, 
Ay bulutdan çıkıb kaş-göz atanda, 
Bizden de bir sen onlara kıssa de, 
Kıssamızdan çoklu gam u gussa de. 

Karı nene gece nağıl deyende, 
Külek kalkıb kap-bacanı döyende, 
Kurd keçinin Şengülüsün yeyende, 
Men kayıdıb bir de uşak olaydım, 
Bir gül açıb ondan sora solaydım. 

‘Emmecan’ın bal bellesin yeyerdim, 
Sondan durub üs donumu geyerdim, 
Bahçalarda tiringeni deyerdim, 
Ay özümü o ezdiren günlerim, 
Ağac minib, at gezdiren günlerim. 

Heçi hala çayda paltar yuvardı, 
Memmed Sadık damlarını suvardı, 
Heç bilmezdik dağdı, daşdı, divardı 
Her yan geldi, şıllak atıb aşardık, 
Allah, ne koş, gamsız-gamsız yaşardık. 

Şeyhülislam münâcatı deyerdi, 
Meşed Rahim lebbâdeni geyerdi, 
Meşdâceli bozbaşları yeyerdi, 
Biz hoş idik, hayrat olsun, toy olsun, 
Fark eylemez, her n’olacak, koy olsun. 

Melik Niyaz verendilin salardı, 
Atın çapıb kıykacıdan çalardı, 
Kırkı tekin gedik başın alardı. 
Dolayıya kızlar açıb pencere, 
Pencerelerden ne gözel menzere. 

Heyder Baba, kendin toyun tutanda, 
Kız gelinler hena, pilte satanda, 
Bey geline damdan alma atanda, 
Menim de o kızlarında gözüm var, 
Aşıkların sazlarında sözüm var. 

Heyder Baba, bulakların yarpızı, 
Bostanların gülbeseri, karpızı, 
Çerçilerin ağ nebatı sakkızı, 
İndi de var damağımda, dad verer, 
İtgin geden günlerimden yad verer. 

Bayram idi gece kuşu okurdu, 
Adaklı kız bey çorabın tokurdu, 
Herkes şalın bir bacadan sokurdu, 
Ay ne gözel kaydadı şal sallamak, 
Bey şalına bayramlığın bağlamak. 

Şal istedim men de evde ağladım, 
Bir şal alıb tez belime bağladım, 
Gulam gile kaçdım, şalı salladım, 
Fatma hala mene çorab bağladı, 
Han nenemi yada salıb ağladı. 

Heyder Baba, Mirzemmed’in bahçası, 
Bahçaların turşa şirin alçası, 
Gelinlerin düzmeleri, tahçası 
Hey düzüler gözlerimin refinde, 
Heyme vurar hatıralar sefinde. 

Bayram olub, kızıl palçık ezerler, 
Nakış vurub, otakları bezerler, 
Tahçalara düzmeleri düzerler 
Kız-gelinin fındıkçası, henası, 
Heveslener anası, kaynanası. 

Bakıçının sözü, sovu, kağızı 
İneklerin bulaması, ağızı, 
Çerşenbenin girdekânı, mövizi 
Kızlar deyer: “Atıl-matıl, çerşenbe, 
Ayna tekin bahtım açıl, çerşenbe”. 

Yumurtanı göyçek, güllü boyardık, 
Çakkışdırıb sınanların soyardık, 
Oynamakdan birce meğer doyardık, 
Eli mene yaşıl aşık vererdi, 
İrza mene novruz gülü dererdi. 

Novruz Ali hermende vel sürerdi, 
Kâhdan enib küleşlerin kürerdi, 
Dağdan da bir çoban iti hürerdi, 
Onda gördün ulak ayak sahladı, 
Dağa bakıb kulakların şahladı. 

Akşam başı nahırçılar gelende, 
Kodukları çekib, vurardık bende, 
Nahır keçib gedib yetende kende, 
Heyvanları çılpak minib kovardık, 
Söz çıksaydı, sine gerib sovardık. 

Yaz gecesi çayda sular şarıldar, 
Daş kayalar selde aşıb, karıldar, 
Karanlıkda kurdun gözü parıldar, 
İtler gördün, kurdu seçib ulaşdı, 
Kurd da gördün, kalkıb gedikden aşdı. 

Kış gecesi tövlelerin otağı, 
Kentlilerin oturağı, yatağı, 
Buharıda yanar odun yanağı, 
Şebçeresi, girdekânı, iydesi, 
Kendi basar gülüb-danışmak sesi. 

Şücâ haloğlunun Baki savgati, 
Damda kuran samavarı, söhbeti, 
Yadımdadı şestli keddi, kameti, 
Cünemmegin toyu döndü, yas oldu, 
Nene Kız’ın baht aynası kâs oldu. 

Heyder Baba, Nene Kızın gözleri, 
Rakşende’nin şirin-şirin sözleri, 
Türki dedim, okusunlar özleri, 
Bilsinler ki, adam geder ad kalar, 
Yahşı-pisden ağızda bir dad kalar. 

Yaz kabağı gün güneyi döyende, 
Kend uşağı kar güllesin sövende, 
Kürekçiler dağda kürek züvende, 
Menim ruhum ele bilin ordadır, 
Kehlik kimi batıb kalıb, kardadır. 

Karı Nene uzadanda işini, 
Gün bulutdan eyirerdi teşini, 
Kurd kocalıb, çekdirende dişini, 
Sürü kalkıb dolayıdan aşardı, 
Badyaların südü aşıb-daşardı. 

Hecce Sultan emme dişin kısardı, 
Molla Bağır emoğlu tez mısardı, 
Tendir yanıb, tüstü evi basardı, 
Çaydanımız arsın üste kaynardı, 
Kovurkamız saç içinde oynardı. 

Bostan pozub getirerdik aşağı, 
Doldurardık evde tahta tabağı, 
Tendirlerde pişirerdik kabağı, 
Özün yeyib, tohumların çıtlardık, 
Çok yemekden lap az kala çatlardık. 

Verzeğan’dan armud satan gelende, 
Uşakların sesi düşerdi kende, 
Biz de bu yandan eşidib bilende, 
Şıllak atıb bir kışkırık salardık, 
Buğda verib armudlardan alardık. 

Mirza Tağı’ynan gece getdik çaya, 
Men bakıram selde boğulmuş aya, 
Birden ışık düşdü otay bahçaya, 
”Eyvay dedik, kurddu”, kayıtdık, kaşdık, 
Heç bilmedik ne vakt küllükden aşdık. 

Heyder Baba, ağaçların ucaldı, 
Amma hayıf cevanların kocaldı, 
Tokluların arıklayıb acaldı, 
Kölge döndü, gün batdı, kaş kereldi, 
Kurdun gözü karanlıkda bereldi. 

Eşitmişem yanır Allah çırağı, 
Dayır olub mescidüzün bulağı, 
Râhat olub kendin evi, uşağı, 
Mensur Han’ın eli kolu var olsun, 
Harda kalsa, Allah ona yar olsun. 

Heyder Baba, Moll’ İbrahim var, ya yok? 
Mekteb açar, okur uşaklar, ya yok? 
Hermen üstü mektebi bağlar, ya yok? 
Menden ahonda yetirersen selâm, 
Edebli bir selâm-ı mâ lâkelâm. 

Hecce Sultan emme gedib Tebriz’e, 
Amma ne Tebriz ki, gelemmir bize, 
Balam durun, koyak gedek evmize, 
Ağa öldü, tufakımız dağıldı, 
Koyun olan yad gediben sağıldı. 

Heyder Baba, dünya yalan dünyadı, 
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı, 
Oğul doğan, derde salan dünyadı, 
Her kimseye her ne verib alıbdı, 
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı. 

Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler, 
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler, 
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler, 
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu, 
Dünya mene harâbe-i şâm oldu. 

Emoğluynan geden gece Kıpçağ’a, 
Ay ki çıkdı, atlar geldi oynağa, 
Dırmaşırdık, dağdan aşırdık dağa, 
Meşmemi Han göy atını oynatdı, 
Tüfengini aşırdı, şakkıldatdı. 

Heyder Baba, Kara gölün deresi, 
Hoşgenâb’ın yolu, bendi, beresi, 
Orda düşer çil kehliğin feresi, 
Ordan keçer yurdumuzun özüne, 
Biz de keçek yurdumuzun sözüne. 

Hoşgenâb’ı yaman güne kim salıb? 
Seyyidlerden kim kırılıb, kim kalıb? 
Amir Gafar dam daşını kim alıb? 
Bulak gene gelib gölü doldurur, 
Ya kuruyub, bahçaları soldurur. 

Amir Gafar seyyidlerin tacıydı, 
Şahlar şikar etmesi kıykacıydı, 
Merde şirin, nâmerde çok acıydı, 
Mazlumların hakkı üste eserdi, 
Zalimleri kılıç tekin keserdi. 

Mir Mustafa dayı, uca boy baba, 
Heykelli, sakkallı, Tolustoy baba, 
Eylerdi yas meclisini, toy baba, 
Hoşgenâb’ın âb-ı rûsu, erdemi, 
Mescidlerin, meclislerin görkemi. 

Mecdüssâdât gülerdi bağlar kimi, 
Guruldardı, buludlu dağlar kimi, 
Söz ağzında erirdi yağlar kimi, 
Alnı açık, yakşı, derin kanardı, 
Yaşıl gözler çırağ tekin yanardı. 

Menim atam süfreli bir kişiydi, 
El elinden tutmak onun işiydi, 
Gözellerin âhire kalmışıydı, 
Ondan sonra dönergeler döndüler, 
Mehebbetin çırağları söndüler. 

Mir Sâlih’in deli sevlik etmesi, 
Mir Aziz’in şirin şahsey getmesi, 
Mir Memmed’in kurulması, bitmesi, 
İndi desek, ahvâlâtdı, nağıldı, 
Keçdi getdi, itdi batdı, dağıldı. 

Mir Abdül’ün aynada kaş yakması, 
Çövçülerinden, kaşının akması, 
Boylanması, dam-divardan bakması, 
Şah Abbas’ın dürbini, yâdeş behayr, 
Hoşgenâb’ın hoş günü, yâdeş behayr. 

Sitâr’ emme nezikleri yapardı, 
Mir Kadir de her dem birin kapardı, 
Kapıb, yeyib, dayça tekin çapardı, 
Gülmeliydi onun nezik kappası, 
Emmemin de, ersininin şappası. 

Heyder Baba, Amir Heyder neyneyir? 
Yakın gene samavarı keyneyir, 
Day kocalıb, alt engiynin çeyneyir, 
Kulak batıb, gözü girib kaşına, 
Yazık emme, havâ gelib başına. 

Hanım emme Mir Abdül’ün sözünü, 
Eşidende eyer ağzı, gözünü, 
Melkâmıd’a verer onun özünü, 
Da’vaların şuhlugılan katallar, 
Eti yeyib, başı atıb yatallar. 

Fizze hanım Hoşgenâb’ın gülüydü, 
Amir Yahya em kızının kuluydu, 
Ruhsâre artist idi, sevgiliydi, 
Seyid Hüseyn Mir Salih’i yansılar, 
Amir Cefer geyretlidir, kan salar. 

Seher tezden nahırçılar gelerdi, 
Koyun kuzu dam bacadan melerdi, 
Emme Can’ım körpelerin belerdi, 
Tendirlerin kavzanardı tüstüsi, 
Çöreklerin gözel iyi, istisi. 

Göyerçinler deste kalkıb uçallar, 
Gün saçanda kızıl perde açallar, 
Kızıl perde açıb, yığıb kaçallar, 
Gün ucalıb, artar dağın celâli, 
Tebietin cevanlanar cemâli. 

Heyder Baba, karlı dağlar aşanda, 
Gece kervan yolun aşıb çaşanda, 
Men hardasam, Tehran’da, ya Kâşan’da, 
Uzaklardan gözüm seçer onları, 
Hayâl gelib, aşıb keçer onları. 

Bir çıkaydım Damkaya’nın daşına, 
Bir bakaydım keçmişine, yaşına, 
Bir göreydim neler gelib başına, 
Men de onun karlarıylan ağlardım, 
Kış donduran ürekleri dağlardım. 

Heyder Baba, gül konçesi handandı 
Amma hayıf, ürek gazası kandı, 
Zindegânlık bir karanlık zindandı, 
Bu zindanın derbeçesin açan yok, 
Bu darlıkdan bir kurtulub kaçan yok. 

Heyder Baba, göyler bütün dumandı, 
Günlerimiz birbirinden yamandı, 
Birbirizden ayrılmayın, amandı, 
Yakşılığı elimizden alıblar, 
Yakşı bizi yaman güne salıblar! 

Bir soruşun bu karkınmış felekden, 
Ne isteyir bu kurduğu kelekden? 
Deyne, keçirt ulduzları elekden, 
Koy tökülsün, bu yer üzü dağılsın, 
Bu şeytanlık korkusu bir yığılsın. 

Bir uçaydım bu çırpınan yelinen, 
Bağlaşaydım dağdan aşan selinen, 
Ağlaşaydım uzak düşen elinen, 
Bir göreydim ayrılığı kim saldı? 
Ölkemizde kim kırıldı, kim kaldı? 

Men senin tek dağa saldım nefesi, 
Sen de kaytar, göylere sal bu sesi, 
Baykuşun da dar olmasın kefesi, 
Burda bir şîr darda kalıb bağırır, 
Mürüvvetsiz insanları çağırır. 

Heyder Baba, gayret kanın kaynarken, 
Karakuşlar senden kopub kalkarken, 
O sıldırım daşlarıynan oynarken, 
Kavzan, menim himmetimi orda gör, 
Ordan eyil, kâmetimi darda gör. 

Heyder Baba, gece durna keçende, 
Köroğlunun gözü kara seçende, 
Kıratını minib, kesib biçende, 
Men de burdan tez matlaba çatmaram, 
Eyvaz gelib çatmayıncan yatmaram. 

Heyder Baba, merd oğullar doğginan, 
Nâmerdlerin burunların oğginan, 
Gediklerde kurdları dut boğginan, 
Koy kuzular ayın şayın otlasın, 
koyunların kuyrukların katlasın. 

Heyder Baba, senin könlün şad olsun, 
Dünya varken ağzın dolu dad olsun, 
Senden keçen yakın olsun, yad olsun, 
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr, 
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar

Şair Şehriyar



İnsan Yetiştirme Düzenimiz

27 Eylül 2020

Halil Cibran’ın şöyle bir sözü vardı: "Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar..." Tıpkı Halil Cibran’ın sözlerindeki gibi; evrensel eğitim sistemi gökyüzünü, yıldızları, güneşi işaret eder… Bizim kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ ise gökyüzüne, yıldızlara, güneşe değil de parmaklara bakar.

İşte bu nedenle de bizim kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ işin bilimsel esası gözden kaçırılıp şimdi olduğu gibi geçmişte de siyasete ve ideolojik düşüncelere alet edilerek yıllardır hangi parmağa bakacağını da şaşırarak yazboz tahtasına çevrilmiştir.

Daha ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’; ‘’eğitim’’ nedir, ‘’öğretim’’ nedir, ‘’talim’’ nedir, aralarındaki fark nedir, nerede eğitim, öğretim yapılır, nerede talim yapılır ayırdında bile değildir. Hal böyleyken eğitim; ‘’yakından’’ olsa ne olur, ‘’uzaktan’’ olsa ne olur? EBA çökse ne olur çökmese ne olur?

Eğitim nedir, ne değildir?

Eğitimde; bir akıl yürütme vardır, neden sonuç ilişkisi vardır, durmadan sorgulama vardır, araştırma vardır. Ama biz eğitim yapmadık; öğretim yaptık. Eğitilmiş zihnin, öğretim görmüş zihinden daha farklı olduğunu anlayamadık. Hep ‘’nasıl’’ sorusuna cevap aradık, hiç ‘’niçin’’ sorusuna yönelmedik.

***

‘’Şüphe aklın yarısıdır’’ derler (Sokrat'ın sözü), eğitim işte bunu vermeliydi, veremedik.  Eğitim almış insan; şüphe etmeli, soru sormalı, eleştirmeli, analiz etmeli, sorgulamalıdır. Ama biz her şeyi sorgulamadan ya kabul, ya da ret ediyoruz.

***

En önemli Alman edebiyatçısı, şair, yazar, politikacı ve doğa bilimcisi olan Goethe; ‘’üç bin yıllık geçmişin hesabını yapmayan insan günü birlik yaşayan insandır’’ der. Sokrat’ın sözü idi; ‘’sorgulanmamış hayat, yaşanmamış bir hayattır.’’ Bu sözleri hiç ama hiç anlamadık, anlayamadık.

***

Aynı zamanda felsefe ve edebiyat öğretmeni olan Norveçli yazar Jostein Gaarder’in çok güzel bir kitabı var; ‘’Sofi’nin Dünyası’’ ‘’Sen kimsin?’’ diye başlıyor ilk cümle. (Sofi, Sophia’da geliyor, Türkçesi ‘’gerçek’’ demek) Felsefede sorular önemlidir, cevaplar değil... Gaarder kitabında sorgulama yapıyor, düşünmeyi, yaratıcılığı öğretiyor. Sorgulama beyin hücrelerini, zihni çalıştırıyor...

***

Alman felsefesinin kurucu isimlerinden olan Immanuel Kant’ın üç kitabının da adı ne ilginçtir; ‘’Saf aklın eleştirisi’’, ‘’Pratik aklın eleştirisi’’ ve ‘’Yargı gücünün eleştirisi’’dir. Eleştiriden, analizden ve yorumdan yoksun bir eğitim, eğitim değildir, anlamadık. Ama bizde eleştiri ‘’övgü’’ ile ‘’yergi’’ arasındadır. Eleştiri yok itaat vardır, sadakat vardır. Eleştiri için; bilgi gereklidir, anlama gereklidir, yorumlamak gereklidir, bilmedik, bilemedik…

***

Eğitim felsefi olmalıdır, anlamadık... Felsefe; insan düşüncesini (tutuklu olan insan düşüncesini) özgürlüğe kavuşturmak içindir, bilmedik… Eğitimin amacı insanı düşündürmektir, kişinin analiz ve sorgulama kabiliyetini artırmaktır. Eğitimin işlevi nesilden nesile kültürün aktarılması da değildir. Eğitimde, kültürü analiz edecek, geliştirecek, yeni sentezlere ulaştıracak bireylerin yetiştirilmesi söz konusudur.

***

Güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur. İyi bir eğitim sistemi, bireyler arası farklılıkları korumalıdır. Oysaki bugünkü eğitim sistemimiz bireyleri birbirine benzetmektedir. Bireyler arası farklılıkları dikkate almayan bir eğitim sistemine sahip toplumun gelişme ve değişme imkânı oldukça sınırlıdır... Eğitimde herkesi bir kabul ediyoruz. Öğrenciyi şekil verilecek bir ‘’balmumuma’’, ‘’yontulmamış bir mermere’’ benzetiyoruz. Öğrencinin bir ‘’özerkliği’’ olduğunu, bir ‘’kişiliği’’ olduğunu unutuyoruz. Eğitim yapalım derken öğrencinin kişiliğini ve özerkliğini yontarak ona zarar veriyoruz.

***

Antropologlar insanın evrim basamaklarında ellerin çok önemli olduğunu belirtiyorlar. Onlara göre; zekânın artması, büyük ölçüde serbest hale gelen ellerde yatan olağan üstü üretim potansiyeline cevap olarak ortaya çıkmıştır. Eller serbest hale gelince işlevi artmış ve bedenin özgürlüğüne paralel olarak beyni de özgür hale gelmiştir. Eğitim süreci bireyi hem fiziksel hem de zihinsel açıdan özgür bırakması gerekmektedir.

***

Ama bizim kültürümüze, yapılan eğitimimize bakalım; sadece düşüncemiz değil, bedenimiz de hapis, ellerimiz hapis, bacaklarımız hapis, rahat hareket ettiremeyiz, toplum olarak jimnastiği, halk oyunlarını, dansı bilmeyiz. Bedenimiz hapis, bedenimizi rahat hareket ettiremeyiz. Davranışlarında özgür olamayanlar düşüncelerinde de özgür olamazlar.

***

Sokrat’ın sözüdür; ‘’doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.’’ Sokrat’ın amacı ders vermek değil, öğretmek değil, amacı; aynı konuyu paylaşan insanlarla konuşmaktır. Bu bizim aile yapımızda, eğitim sistemimizde, insan yetiştirme sistemimizde olmayan bir şeydir; konuşmak... Bizde dersler sadece anlatılır; konferans verir gibi... Aslında ‘’Sofi’nin dünyası’’  hepimizin dünyasıdır. Sorgulanması gerekir. Ama anlamadık.

***

ABD'li yazar ve gazeteci Nancy Horowitz (N.H.) Kleinbaum’un eseri; ‘’Ölü Ozanlar Derneği’’ ince bir kitap... Robin Williams başrolu oynamıştı aynı isimle filmi yapılırken... Eğitim, sanat ve sorgulama üzerine yazılmış bir kitap... Romanda  öğretmen ‘’her zaman eğitimin amacı özgür düşünebilmeyi aşılamaktır’’ der. Filmi daha etkileyici idi..

***

Bizde eğitim ''talim'' zihniyeti ile ele alınmıştır. Talim davranış değişikliği yapmaz. Talim edilmiş zihin özel bir beceriyi kazanmış zihindir. Talim ‘’nasıl’’ sorusunu sorar; arabayı nasıl kullanabilirim, piyanoyu nasıl çalabilirim, dil’i nasıl öğrenebilirim. Malum askerlerin eğitimidir talim; ‘’tüfek şu şekilde çatılacaktır!’’ Bunun alternatifi, sorgulaması, ‘’niçin’’i, üzerinde düşünülmesi yoktur. Ama eğitim ‘’niçin’’ sorusunu cevaplar. Eğitim talim etmek değildir, anlamadık, anlayamadık…

***

Çocuğa terbiyeyi evde ailesi verir. Devlet terbiye vermez. Devlet terbiye vermeye kalkarsa bu eğitim olmaz, başka şey olur. Milli Eğitim Bakanlığında eğitim sistemimize yön veren kuruluşun adının da ‘’Talim ve Terbiye Kurulu’’ olması ne ilginçtir. 

***

Eğitimde eksik olan bir konu da ‘’sevgi’’ konusudur. Alman kökenli ABD'li ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof olan Erich From ‘’Sevme Sanatı’’ isimli kitabının giriş kısmında yazardı; ‘’insanın eğitim düzeyi ne olursa olsun ‘’sevmek’’ her insanın kolayca ulaşabileceği bir edim değildir.’’

Sandık ki, ana lisan gibi ‘’sevme duygusu’’ da insanda birden bire gelişecek.  Eğitim sistemimizde hiç ‘’sevgi eğitiminin’’ yeri olmadı. Bisiklete binerken bile bir öğrenme sürecinden geçiyoruz. Zaten ‘’sevgi’’ kavramının da içini boşalttık. Sevgi deyince; sadece annemizi, eşimizi, çocuklarımızı sevmeyi anladık. Bu çerçevede sınırladık, başka insanları sevmedik veya başka kavramlarla karıştırdık. Bu dar anlamda bile hep sevilmeyi bekledik, hiç sevmek için çaba göstermedik. Zaten kendimizi bile sevmedik. Kendini tanıyıp seven kişi tutarlı bilgi elde ettikçe başkalarını da sever. Bunu anlamadık bir türlü

***

ABD'li yazar Russel W. Gough’un ‘’Karakteriniz Kaderimizdir’’ (Orjinali: ''Character is Everything'') isimli güzel bir kitabı var. Gough der ki kitabında; ‘’karakter gelişimi, okulların yeni ve teknik açıdan mükemmel bir müfredat uygulamaya başlamasıyla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Genç bir insanın iyi davranış alışkanlıkları edinmesinin en iyi yolu bu davranışlara sahip yetişkinlerde kendini özdeşleştirmesi ve onları taklit etmesidir.’’

Öğrencilerin eğitim sürecinde birinci derecede ihtiyaç duyacakları şey; ne en ileri eğitim teknolojileridir, ne en ileri eğitim yöntemleridir, ne de bilgisayar tabletleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duyacağı tek şey model alacakları örnek insandır.

***

Einstein’ın bir sözü; (biraz kaba, özür dileyerek aktarıyorum) ‘’Hangi mesleğe sahip olursa olsun, felsefeden, sanattan ve edebiyattan nasip almadan yetişen bir insanın Pavlov’un köpeğinden pek bir farkı yoktur.’’ Eğitimden, insan yetiştirme düzenimizden sorumlu olanlara duyurulur…

***

Eğitimin asıl hedefi de kendisi ile barışık, toplumu ile barışık, gülen, tebessüm eden, yaşamının nihai hedefi mutlu olmak ve mutlu kılmak olan  bir insan yetiştirmek olmalıdır. Eğitim  (ve de disiplin ) adı altında insanlarımızın yaşama sevinci budandı. (Hala da buduyorlar) Kültür olarak ne varsa hepsi insana hüzün şırınga ediyor... Yüzlerimizde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var... Giysilerimiz kara, yüzlerimiz kara, gözlerimiz kara, içlerimiz kara... Yeryüzü aslında Tanrı’nın kutsal kitaplarında vaadettiği cennet ama biz bunun farkında olmadığımız gibi içimizde bir cehennem yaşatıyoruz alev alev...

***

Ve eksik olan çok önemli bir şey daha: Özgüven. Aslında sona bıraktım ama en önemlisi öğesidir eğitimin özgüven. Özellikle eğiticilerin davranışlarında yargılayıcı, denetleyici ve müdahaleci bir tavır hâkimdir. Aslında yargılayıcı, denetleyici ve müdahaleci bir tavır da heves kırar, hedef küçültür ve özgüven sarsar… En büyük eğitici olarak başta anne  ve baba olarak bu tavrı sergiliyoruz. Sanki insanlarımızın doğuştan Tanrı’nın bahşettiği özgüvenini yok etmek için çaba harcıyoruz. Çocuk evde, öğrenci okulda, birey işyerinde bir kusur mu işledi, hemen olumsuz hitaplarla yargılar itham edilir.

***

Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını,  insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık…

***

Eğitimbilimciler ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler, ‘‘kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler... Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur.  Hâlbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar.  Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…  

Hâlbuki olması gereken onara ederek, değer vererek, yücelterek eğitmektir. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz… İnsan yetiştirme düzenimiz eğitim adına insanlarımıza hükmetmeye çalışıyor. İnsanlara hükmetmeye kalktığınızda onları kaybedeceğinizi bilmedik. İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’nin sözüydü: ‘‘Otorite ve hiyerarşi insan doğasına aykırıdır. Nerede otorite var orada isyan vardır.’’ Zaten daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine eğitim adını verdik. 

Eğitimin İngilizce karşılığı Education... Education; İngilizceye Latinceden “educatum” kelimesinden geliyor. “E” içten dışa, “duco” gelişme-ilerleme anlamında... Bizim dilimiz Türkçe’mizde ise eğitim; “eğmek-bükmek” kökünden türeme...
Biz çocuklarımızı, gençlerimizi, insanlarımızı eğiyoruz, büküyoruz... Onlar ise geliştiriyor, gelecek inşa ediyor...

Başta da ifade etmiştim ya ''güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur'' diye... Ezilen, eğilen, bükülen, üzülen hatta örselenen zayıf insanlarla nasıl bir güçlü toplum olacağız ki?

***

İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco’ya atfen bir söz vardır; ‘’Bütün kitaplar (Kutsal Kitapları kasteder) iman etmek için değil, anlamak ve araştırmak içindir.’’ Kutsak Kitabımız Kur’an’da yüce Allah der ki ‘’Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.’’ (Yusuf  Suresi  2’inci Ayet)

Ama dinimizi bizden de çok iyi bildiklerini iddia eden mevcut iktidarın bir vakitlerdeki Maarif Nazırı okullardaki Kur’an eğitimi için diyorlardı ki: ‘’öğrencilerimiz Arapça okuyacaklar ancak anlamayacaklar’’!!!… 

***

Özet olarak eğitim insana analitik düşünce, soyut düşünce, özgüven, insan sevgisi, yaşama sevinci, özgürlük duygusu ve mutlu olmak ve mutlu kılmak isteği vermelidir. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamaz, bir devlet yücelemez.

Eğitim belleğe bilgi doldurmak değildir. Eğitim; irdeleme, sorgulama, analiz etme, çözümleme ile düşünme yeteneğinin ve kişiliğin geliştirilme sürecidir.  Eğitim, hele hele günümüzde olduğu gibi ‘‘talim‘‘ hiç değildir.

Böyle bir eğitimin sonunda da öğrenciye; ''eleştirel düşünme'', ''işbirliği'', ''zihinsel çeviklik ve esneklik'', ''inisiyatif alma'', ''sözlü ve yazılı iletişim'', ''veri analizi'' ve ''hayal kurma'' alanlarında küresel beceriler kazandırılmalıdır. 

***

Bir yandan; "Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben açıkçası korkuyorum, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum" diyen profesör olmuş, rektör yardımcısı olmuş sözde eğitimciler, diğer yandan "Eğitim seviyesi arttıkça bizim oy oranımız düşüyor. Bunu anketlerde doğruluyor" diyen nazırlar! Ne diyeyim, ne yazayım, insan yetiştirme düzenimiz kimlere emanet! 

Platon; ''Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır'' derdi. Böylesine aydınlıktan korkan bir zihniyete emanet edilen bir eğitim sistemiyle vardığımız noktayı uluslararası bir ölçme ve değerlendirme  projesi şu şeklide ortaya koyuyor…

OECD’nin PISA testi

Açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin matematik okuryazarlığı, fen bilimleri okuryazarlığı ve okuma becerileri konu alanlarının dışında, öğrencilerin motivasyonları, kendileri hakkındaki görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplayan ve değerlendiren bir araştırma projesidir. Burada geçen  “okuryazarlık” kavramı, öğrencinin yazılı kaynakları bulma, kullanma, kabul etme ve değerlendirmesi olarak tanımlanmaktadır.

PISA’nın her üç yılda bir yaptığı ve son olarak 2018 yılında yapılan ve 3 Aralık 2019 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 37 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 39, okuma becerilerinde 40, matematikte ise 42. sırada yer aldığı belirtiliyor. Bu sıralamada Türkiye, üç ders alanında da OECD ortalamasının oldukça gerisinde kalarak 37 OECD ülkesi içerisinde 31. sırada bulunuyor… Bu şekilde Türkiye eğitim haritasında Güney Amerika, bazı Afrika ülkeleri ve doğu Avrupa ülkeleri ile birlikte en düşük seviye olan kırmızı renkli ülkeler arasında yer alıyor…

Ayrıca OECD, PISA 2015 kapsamında yayınladığı üçüncü raporu olan ‘’Öğrenci Refahı’’ sıralamasında, 15 yaş düzeyindeki öğrencilere yapılan yaşam memnuniyeti anketine göre Türkiye 72 ülke arasında son sırada yer alıyor...

Türk Eğitim Sisteminin son beş PISA sonucu

* 2003 yılında 41 ülke arasında; fende 33, matematikte 35, okuduğunu anlamada 35'inci sırada.
* 2006 yılında 57 ülke arasında; fende 43, matematikte 43, okuduğunu anlamada 37'inci sırada.
* 2009 yılında 65 ülke arasında; fende 43, matematikte 43, okuduğunu anlamada 41'inci sırada.
* 2012 yılında 65 ülke arasında; fende 43, matematikte 44, okuduğunu anlamada 41'inci sırada.
* 2015 yılında 72 ülke arasında; fende 51, matematikte 48, okuduğunu anlamada 49'uncu sırada.

Sonuç

Rıfat Ilgaz söylerdi zaten: ‘’Kötü öğretmen, kötü öğrenci, kötü veli yoktur. Kötü eğitim sistemi vardır.‘’  Bu kötü eğitim sitemimizi düzeltmediğimiz takdirde sonumuz cehalettir,  felakettir, karanlıktır…

Böylesine bir eğitim uzaktan olsa ne yazar yakından olsa ne yazar… EBA’ları çökse ne yazar, çökmese ne yazar, eğitim; gökyüzüne, güneşe, yıldızlara değil de parmaklara baktıktan sonra…

Osman AYDOĞAN

Bir not: Yazının başlığı ‘‘İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’… Bu başlığı Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi eğitim bilimcilerden olan değerli hocam merhum Prof. Dr. Yahya Kemal Kaya’nın yayınlanmış olan doktora tezinin ismiydi. Burada kendisini rahmetle anıyorum. Nur içinde yatsın.



Azerbaycan – Ermenistan, Karabağ sorunu ve Türkiye’nin tutumu

28 Eylül 2020

Dün, 27 Eylül 2020 günü akşamüzeri ajanslara acil koduyla şu haber düşüyor: ''Azerbaycan ve Ermenistan'ın Karabağ’da karşılıklı saldırılarında 23 sivil öldü''... Ardından her iki ülke de ilk ateşi karşı tarafın açtığını savunuyor. Her iki ülkede sıkıyönetim ve ayrıca da seferberlik de ilan ediliyor. Azerbaycan, "karşı saldırı neticesinde" Ermenistan işgali altında bulunan altı köyün kontrolünü ele geçirdiklerini duyuruyor… Ermenistan ise bunun gerçeği yansıtmadığı açıklamasını yapıyor…

1992 yılından beridir Ermenistan tarafından işgal edilen Karabağ'da durum bu sefer ciddi gibi gözüküyor...

Bugüne kadar çözülemeyen Karabağ sorununun birinci derecede iki taraftarı vardır: Ermenistan ve Azerbaycan… Ermeni tarafı; Ermenilerin Dağlık Karabağ’da nüfus olarak çoğunluğu teşkil ettikleri ve bu nedenlerle kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olduklarını iddia ediyor… Azerbaycan tarafı ise, Karabağ bölgesinin hukuki ve tarihi olarak kendilerine ait olduğunu, bölgedeki etnografik yapının, Rus ve Sovyet politikalarıyla suni olarak değiştirildiğini ileri sürüyor…

Bugünkü durumda Karabağ, resmen Azerbaycan'a bağlı, nüfusunun çoğu Ermeni olan, şu an Ermenistan işgali altındaki özerk bir bölgedir. Ancak işgal altında olan sadece Karabağ toprakları da değildir. Karabağ ile Ermenistan sınırı arasındaki Azerbaycan topraklarının da %9'u Ermenistan işgali altındadır.

Bugünkü ciddi durumu tam olarak anlayabilmek için küçük bir tarih turu yapmamız gerekiyor. 

Tarihi süreç

15 Mart 1917 tarihinde Rus İmparatorluğunun yıkılmasıyla Mehmet Emin Resulzade'nin mücadelesi sonucu 28 Mayıs 1918 tarihinde ‘’Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’’ kurulur… Her imparatorluğun dağılmasından sonra yaşanan etnik çatışmalar ve karşılıklı toprak talepleri gibi, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti kurulur kurulmaz da Ermenistan, Azerbaycan’a karşı toprak iddiasında bulunur. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, 28 Nisan 1920'de ‘’Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’’ olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine katılmasından sonra da Ermenistan’ın bu iddiaları devam eder.

Aslında Ermenilerin; Karabağ, Erivan ve Nahçıvan topraklarına ilişkin iddialarının başlangıcı 18. yüzyıla kadar uzanır. Ermenistan’ın tek hayali denizden denize (Hazar Denizi'nden Akdeniz’e) büyük Ermenistan'ı kurmaktır... 

Dağlık Karabağ

5 Temmuz 1921'de Rusya Komünist Partisi Merkezi Komisyonu, Kafkasya Bürosu Azerbaycan ve Ermenistan arasında barış için Azerbaycan sınırları içinde Şuşa şehri merkez olan ‘’Dağlık Karabağ’’a geniş özerklik verilmesini kabul eder… Bu karardan memnun olmayan Ermeniler 1923’te Dağlık Karabağ’ın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne katılmasını gündeme getirirler.  

Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan’a sınırı olmadığı için Azerbaycan Merkezi İcra Komisyonu'nun 7 Temmuz 1923 tarihli kararıyla merkezi Hankendi olarak Azerbaycan’ın terkibinde ‘’Dağlık Karabağ Özerk Vilayeti’’ oluşturulur.

Böylelikle SSCB ülkelerinde, Karabağ’da yaşayan Ermenilerden çok daha fazla sayıda Ermeni yaşamasına rağmen, sadece Azerbaycan’da özerk vilayet kurulmuş olur. Ancak Sovyetler Birliğinde yaşayan  Azeri Türkünün sayısı Azerbaycan’da yaşayan Ermenilerin sayısından çok daha fazla olmasına rağmen Azeri Türkleri, Ermenistan’dan özerk vilayet isteğinde bulunmazlar. Ermenistan’da 200 binden fazla Azeri Türkü yaşadığı halde, onlara kültürel özerklik vermediği gibi, 1948-1953 ve 1988 yıllarında çok sayıda Azeri Türkü Ermenistan’dan baskı ile zorla göç ettirilirler…

Özerk vilayetin Ermeni nüfusu zaman zaman ayrımcı sloganlar atarak Ermenistan’la birleşmeleri için protestolar yaparlar. Bu protestoların en büyüğü 1988 yılının Şubat ayında olur…

1987’de Azerbaycan ve Ermenistan arasında Dağlık Karabağ çatışmasının başlamasının ardından bu sorun 1991’in sonunda savaşa dönüşür…

1989 Kasım ayında SSCB Yüksek Sovyeti, Dağlık Karabağ’ın özerkliğinin kaldırılıp doğrudan Azerbaycan’a bağlanmasına karar verir. Daha sonra 1989 Aralık ayında Ermenistan Yüksek Sovyeti Moskova’nın kararını geçersiz sayarak Karabağ Özerk Bölgesinin Ermenistan’a birleştirildiğini açıklar…

26 Kasım 1991'de Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Yüksek Kurulunun kararıyla Sovyetler Birliği, Dağlık Karabağ’ın özerklik statüsünü kaldırır. . Aynı gün bağımsız Azerbaycan parlamentosunun kararıyla 7 Temmuz 1923 ve 16 Haziran 1986 tarihli kararlar hükümden düşürülerek Dağlık Karabağ’ın toprakları Hocavend, Terter, Goranboy, Şuşa ve Kelbecer idari bölgeleri arasında bölüştürülür. Sovyet Birliği'nin dağılmasının ardından Birleşmiş Milletler, Dağlık Karabağ’ı bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin toprağı olarak tanır…

Artık uluslararası hukuka göre Dağlık Karabağ, Azerbaycan'ın bir parçasıdır. Ancak yıllardır yapılan Ermeni göçleriyle nüfusun çoğunluğunu Ermeniler oluşturur... Ancak bu Ermeniler Azerbaycan yönetimine karşı çıkarlar.

Çatışmaların başlaması

Çatışmaların ilki 1988'de Karabağ Ermenilerinin, Karabağ'ın Sovyet Azerbaycan'dan Sovyet Ermenistan'a devredilmesini talep ettiği zaman başlar. Çatışma, 1990'lı yılların başlarında, geniş çaplı bir savaşa dönüşür.

Hocalı katliamı

1992 yılı boyunca Ermeni ve Rus askeri birlikleri, sınır boyunca Azeri köy ve yerleşim alanlarını yağmalayarak, buradaki insanları katleder. Ermeni vahşetinin en büyük örneği ise 26 Şubat 1992 yılında Karabağ’ın Hocalı kentinde sergilenir. Katliamda 63'ü çocuk, 106’sı kadın ve 70'i de yaşlı olmak üzere toplam 613 Azeri Türkü katledilir. Bu katliamda 150 Azeri Türkü de kaybolur. 1988-1994 arası yaşanan savaşta toplam 32 binden fazla sivil Azeri Türkü ve 16 bin civarında da Azerbaycan askeri öldürülür…

Bişkek Protokolü ve ateşkes

1994 yılında Azerbaycan ile Ermenistan arasında Bişkek Protokolüyle bir ateşkes imzalanır… Halen bir barış anlaşması imzalanmadığı için iki ülke arasındaki savaş hali hukuken hala devam etmektedir. Ancak Ermeniler sağlanan ateşkesi sık sık ihlal ederek, her geçen gün Karabağ’ın etrafındaki Azerbaycan topraklarını işgal etmeye devam ederler. Ateşkesin imzalandığı 1994 yılından bu yana Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 20’si Ermeni işgali altındadır.  Azerbaycan, bu ateşkes ile sadece Dağlık Karabağ bölgesini işgal altında kalmaz, Dağlık Karabağ’ın yanı sıra, Ağdam, Füzuli, Laçın, Qubadlı, Cebrayıl, Zengilan və Kelbecer ilçeleri de işgal altında kalır...

Bu sorunun çözümü için AGİT bünyesinde 1992 yılında eşbaşkanları ABD, Fransa ve Rusya olan Minsk Grubu kurulur. Minsk Grubunun çeşitli barış girişimlerine rağmen bir sonuç alınamaz…

Nisan 2016 olayları

1994 yılında imzalanan ateşkes bu şekilde 2016 yılı Nisan ayına kadar sürer. 2016 yılında 1 Nisanı, 2 Nisana bağlayan gece ve 27-28 Nisan günlerinde Ermenistan Silahlı Kuvvetleri sınır hattında Azerbaycan birliklerine ve sivil halka saldırır. Saldırı sonunda Azerbaycan tarafından Ermeni birlikleri önce geri püskürtülür sonra da Azerbaycan birlikleri 25 yıl aradan sonra ilk kez toprak kazanımı elde ederler.

2016 yılı Nisan ayında yaşanan bu dört günlük bir gerginlik, bu ateşkesten sonra o güne kadar yaşanan en şiddetli çatışma olur. O günden sonra iki ülke arasındaki gerginlik sürekli artar…

Temmuz 2020, Tovuz bölgesine yapılan Ermeni saldırısı

Yakın zamanda 12 Temmuz 2020 tarihinde sıcak çatışma ile iki ülke yine birbirleriyle karşı karşıya gelir. Bu çatışma, Ermenistan’ın Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine saldırı ateşi açmasıyla başlar. Bu saldırılarda Azerbaycan’ın 11 askeri ve 1 tuğgenerali şehit olur.

Genelde çatışmalar daha çok Karabağ bölgesinde olurken bu sefer Ermeni saldırısı alışılmışın dışında Karabağ bölgesinin 200 km kuzeyinde bulunan Tovuz bölgesinde gerçekleşir. Tovuz Bölgesi; Türkiye ve Azerbaycan’ın önemli ulaştırma ve enerji projelerinin geçiş noktası üzerinde bulunmaktadır. Bakü-Tiflis demiryolu buradan geçmektedir. Bakü-Tiflis petrol boru hattı buradan geçmektedir. Güney Kafkasya boru hatları buradan geçmektedir. Ermenistan’ın bu stratejik bölgeye saldırması tabii ki tesadüf değildir, düşündürücüdür…

Bu saldırının hemen ardından Türkiye ile Azerbaycan arasında Azerbaycan’da ortak bir askerî tatbikat yapılır…

27 Eylül 2020 tarihinde yaşanan çatışmalar ve sonrası

Son olarak dün, 27 Eylül 2020 tarihinde her iki ülke de Karabağ’da karşılıklı saldırılarda 23 sivilin öldüğünü bildirir. Her iki ülke de ilk ateşi karşı tarafın açtığını savunur. Her iki ülkede sıkıyönetim ilan edilir. Her iki ülkede ayrıca seferberlik de ilan edilir. Azerbaycan, "karşı saldırı neticesinde" Ermenistan işgali altında bulunan altı köyün kontrolünü ele geçirdiklerini duyurur… Ermenistan'dan ise bunun gerçeği yansıtmadığı açıklaması gelir.

Bu son çatışmanın ne getireceği belirsizdir. Ancak Karabağ, Ermeni işgalinden kurtulmadığı sürece bu çatışmanın bölgeyi daha büyük sorunlara gebe bırakacağı aşikârdır. Bu çatışmanın ardında Rusya, Çin, İran ve İsrail’in de hesaplarının bulunduğu değerlendirilmektedir. Şimdilik Rusya sessizliğini korumaktadır.

Türkiye’ye bir eleştiri

Türkiye, bütün bu tarihi süreç boyunca ve özellikle Karabağ konusunda Azerbaycan’ı resmi söylemlerin aksine hep yalnız bırakır. Türkiye’nin bütün hamasi sözleri sadece iç kamuoyuna yönelik olur. Ancak fiiliyatta Azerbaycan’a Türkiye tarafından somut bir destek sağlanmaz. Sadece Azerbaycan’a karşı değil, Türkiye tüm Orta Asya Türklerine, Kerkük Türklerine de karşı ilgisizdir. Ancak umulur ki bu son olaylarda Türkiye gerçekten desteğini Azerbaycan’dan esirgemez.

Türkiye’nin Azerbaycan’a karşı vahim günahları

Türkiye’nin Azerbaycan’ı yalnız bırakmasının hikâyesi uzun ve hazindir. Burada çok kısa olarak Türkiye’nin vahim günahlarını sıralamak istiyorum:

Boraltan Köprüsü katliamı

İkinci Dünya Savaşı yıllarında neredeyse tüm Türk coğrafyası Sovyetler tarafından işgal edilir. Komünist rejim kendisine karşı tehlike olarak gördüğü her şeyi yok eder. Özellikle Türklerin yaşadığı ülkelerde taş üstünde taş bırakmayan ve insanları sürgün eden komünist rejim Azerbaycan’daki Türkleri de hedef alır. 146 aydın Azeri Türkü Sovyet rejiminin katliamlarından kaçarak kendilerine “anayurt” olarak gördükleri Türkiye’ye sığınmak isterler.  

Azerbaycan’daki Sovyet komünist birliklerinden kaçmayı başaran bu Azeri Türkü aydınlar, Iğdır’daki sınır kapısına yakın bölgedeki Aras Nehri üzerinde bulunan Boraltan Köprüsü’nü geçerek Türkiye sınır karakoluna sığınırlar. Bu Azeri Türkü aydınlar Türkiye’ye sığınarak kurtulduklarını düşünürler. Ancak bu 146 Azeri Türkü aydın, Türkiye tarafından Sovyet Komünist Rejime iade edilir. Ruslara teslim edilen 146 Azeri Türkü, hemen elleri ayakları oracıkta bağlanarak Boraltan Köprüsünün öbür tarafında, Boraltan Köprüsünün bu tarafındaki Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilirler…  Bazı kaynaklara göre iade edilen Azeri Türklerinin sayısı 407’dir… Azerbaycan’ın büyük milli şairi Almas Yıldırım, bu olayı “Dönek Kardeş” adlı bir şiirinde de dile getirir…

Hocalı katliamı

26 Şubat 1992 yılında Karabağ’ın Hocalı kentinde sergilenen katliamda 63'ü çocuk, 106’sı kadın, 70'i yaşlı olmak üzere toplam 613 Azeri Türkü katledilir.  Bu katliamda 150 Azeri Türki de kaybolur. Bu katliam esnasında o zamanki Başbakan Süleyman Demirel, “Rusların Kızıl Orduları ile yirmi yedi bin atom başlıklı füzeleri var” diyerek, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey’in Hocalı’daki yaralıları taşımak için tahliye maksadıyla talep ettiği dört helikopteri vermez. Bunun üzerine Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey, “Türkiye’den dört tane helikopter istedim vermediler, ben daha ne isteyeceğim?” diye sitemde bulunur. Cumhurbaşkanı Turgut Özal da bu katliam için, “Bunda üzülecek ne var? Onlar Şii, biz Sünni’yiz. Onlara İran yardım etsin” diye demeç verir…

Ermeni açılımı

10 Ekim 2009 tarihinde, İsviçre’nin Zürih kentinde Türkiye ve Ermenistan arasında, “Diplomatik ilişkilerin tesisi” ve “İkili ilişkilerin geliştirilmesi” başlıklı iki protokol, iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından, ABD, Rusya ve İsviçre dışişleri bakanlarının da hazır bulunduğu bir ortamda imzalanır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki son resmi belgenin 13 Ekim 1921’de Kars’ta imzalandığını düşünülürse bu protokollerin ne kadar büyük önem arz ettiği görülür.

Bu protokollere göre;  iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden inşa edilmesi, Türkiye ve Ermenistan’ın karşılıklı olarak temsilcilikler açması, dışişleri bakanlıkları arasında düzenli siyasi istişarelerin yapılması, Türkiye ve Ermenistan aralarındaki sınırın protokolün yürürlüğe girmesinden itibaren 2 ay içerisinde de açılması ve tarihsel sorunlar için de kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelemesini yapmak üzere bir alt komite kurulması öngörülür…  

Gerçi bu protokoller her iki ülkenin meclislerinde onaylanmaz ama Karabağ sorunu çözülmeden yapılan bu protokoller Azerbaycan’ı derinden incitir.

Bu protokollerin imzalanmasından hemen sonra Bursa’da 14 Ekim 2009 tarihinde yapılan Türkiye-Ermenistan futbol maçına Türkiye, Azerbaycan bayraklarının stada sokulmasını yasaklar. O zamanki Bursa Valisi Şahabettin Harput, devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada, “Azerbaycan bayrağı veya başka türlü flama ve sloganlarla buraya gelip, maç seyretmeye müsamaha göstermeyeceğiz ve müsaade etmeyeceğiz” diye açıklamada bulunur. Ve stada bir tane bile olsa Azeri bayrağı alınmaz. Maça getirilen Azeri bayrakları da toplatılır.  

Bu maçtan bir yıl önce de 6 Eylül 2008'de Ermenistan’da Ermenistan – Türkiye milli maçı yapılır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Ermenistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan'ın davetiyle Türkiye-Ermenistan milli maçını seyretmek için Ermenistan'a gider. Maçtan önce Ermenistan başkanlık sarayında Gül ve Sarkisyan arasında 1.5 saatlik ikili bir görüşme yapılır. Görüşmede ikili ilişkilerdeki sorunlar, işgal edilmiş Azerbaycan toprakları ve Kafkasya İstikrar ve Güvenlik Pakt'ı görüşüldü. Görüşmede ayrıca Türkiye-Ermenistan arasındaki düzenli istişare mekanizması sayısının arttırılması, görüşmelerin dışişleri bakanları seviyesine çıkartılması, ay sonundaki BM zirvesinde iki Cumhurbaşkanının tekrar bir araya gelmesi, tarih komisyonu oluşturulması konusundaki çabaların hızlandırılması, ekonomi alanında bir komitenin daha oluşturulması kararlaştırılır.  

Aslında bu davet yalnızlıktan kurtulmayı hedefleyen Ermenistan'ın spor kılıfı giydirilmiş bir diplomasi oyunudur. Ermeniler için bu ziyaretin önemi iki ülke arasındaki meseleleri görüşerek çözmekten çok sınırların açılmasına gidilen bir yoldur.  

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Ermenistan ziyareti en çok Azerbaycan tarafından eleştirilir. Halkın sert tepkisine karşı Azerbaycan yönetimi daha temkinli davranmayı tercih eder. Azerbaycan, "Bu ziyaret Azerbaycan-Türkiye ikili ilişkilerini bozmaz ama bu ziyaret Türkiye-Ermenistan diplomatik ilişkilerinin başlatılması ziyaretiyse Azerbaycan bundan rahatsızdır" şeklinde remi görüşünü bildirir.

Türkiye'nin Ermenistan’a karşılıksız yaptığı jestler

* 1988'de Ermenistan'da gerçekleşen Spitak Depremi'ne Türkiye yardım malzemesi gönderir.

* 23 Ağustos 1990'da kabul edilen Ermenistan Bağımsız Bildirgesi'nin 11. maddesinde Doğu Anadolu'dan Batı Ermenistan olarak bahsedilir… Türkiye buna ses çıkarmaz.

* Şubat 1991'de Ermenistan Parlamentosu'nun kabul ettiği yasayla Türkiye-Ermenistan sınırlarını belirleyen 1921 Kars Anlaşması'nı tanımadığını ilan eder. Türkiye yine ses çıkarmaz.

* 16 Aralık 1991 Türkiye tüm bunlara rağmen Ermenistan'ın bağımsızlığını tanır.

* 1993'de Türkiye, savaşta zor durumda olan Rusya ve ABD'den yardımın gelmesini bekleyen Ermenistan'a buğday ve elektrik yardımında bulunur.

* 5 Temmuz 1995'de yapılan referandumla kabul edilen Ermenistan Anayasası'nın 13. maddesinin 2. paragrafında, Türkiye'de bulunan Ağrı Dağı, "Ermenistan'ın devlet simgesi" olarak nitelendirilir. Türkiye yine ses çıkarmaz.

* 1995'de Türkiye Ermenistan'a h-50 hava koridorunu açar…

* 16 Ekim 2003'de Türkiye Ermenistan'a hava sahasını açar…

* Şubat 2007'de Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan arasında imzalanan demiryolu projesinin 11. maddesinde Ermenistan’a işgalden vazgeçmesi ve projeye katılması teklif edilir. 24 Temmuz 2008'de projenin Kars'taki temel atma töreninde Abdullah Gül açıkça Ermenistan'ın işgalden vazgeçerek projeye katılmasını ister…

* 29 Mart 2007 Türkiye Ermeni kilisesi Akdamar'ı onarır ve törenle açar.

* 24 Nisan 2008 Türk bayrağının yakılıp, çiğnendiği tarihte Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan 1915 olaylarıyla ilgili Ermenistan dış politikasını şöyle açıklar: "Ermeni soykırımının uluslararası alanda tanınması ve kınanması Ermenistan dış politikasının vazgeçilmez ve meşru bir parçasıdır. Bütün Ermenilerin ana vatanı olarak Ermenistan, tarihi adaletin tecelli etmesi için çabalarını devam ettirmek zorundadır." Türkiye yine tepkisizdir. Pardon sürçü lisan ettim. Türkiye tepkisiz olur mu: Türkiye, Ermeni açılımına devam eder…

Neyse konu uzun... Konu Karabağ… Siz tarihe bir göz atın da siyasetçilerin hamaset dolu ‘’İki devlet tek millet’’ sözlerine pek inanmayın. Onu, bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılırken Türkiye'nin eli böğründe seyrettiği, Atatürk ve Türkiye aşığı, Azerbaycan'ın ilk Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey söylüyordu…

Osman AYDOĞAN



Türk Dili Kurultayları ve Dil Bayramı

26 Eylül 2020

“Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır’’ düşüncesinde olan. Mustafa Kemal Atatürk, Birinci Tarih Kurultayı çalışmalarının sürdüğü 10 Temmuz 1932 gecesi, Çankaya Köşkünde birlikte olduğu dil ve tarih uzmanlarına; ‘’Dil işlerini düşünecek zaman da gelmiştir. Ne dersiniz?’’ diye sorar. Bu öneri sevinçle karşılanınca Mustafa Kemal Atatürk düşüncesini şu sözlerle açıklar: “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” 

Hükümete başvuru yapılır ve 12 Temmuz 1932’de ‘’Türk Dili Tetkik Cemiyeti’’ (Türk Dil Kurumu) kurulur. Kurumun başkanı Samih Rıfat, genel yazmanı Ruşen Eşref Ünaydın olur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Celal Sahir Erozan da kurucu üyeleridir.  Cemiyet nizamnâmesinin 3. maddesine göre Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal koruyucu başkandır. 

Birinci Türk Dil Kurultayı

Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 26 Eylül 1932 - 5 Ekim 1932 tarihleri arasında İstanbul’da Domabahçe sarayında ‘’Türkçe Kurultay’’ adıyla 917 kişilik katılımla ‘’I. Türk Dili Kurultayı’’nı düzenler… Katılanlar arasında saz şairleri ve köylü kadınlar da vardır. Çünkü Mustafa kemal Atatürk dil çalışmalarına bizzat halkın katılmasını istiyordur. Bu maksatla da Birinci Türk Dili Kurultayı için yayınlanan bildiride kurultaya yalnız uzmanların, Türkçe edebiyat öğretmenleri ile yazarların değil, halktan da dileyenlerin katılması öngörüldüğü için, yayımlanan bildiride "Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir. Kendini kurultaya çağrılmış saymalıdır" diye ifade kullanılır. (Bu yöntem Oxford Sözlüğünün hazırlanması yöntemidir. Simon Winchester, ‘’Deli ve Dahi’’, Sabah Kitapları, 2000. Sitemde Oxford Sözlüğünün hazırlanmasını anlatmıştım)

Saz şairleri ile yeldirmeli köylü kadınların sergiledikleri görüntü toplantının ulusal niteliğinin simgesi sayılır. Fotoğraflarını yazımın sonuna ekliyorum...

Birinci Türk Dil Kurultayı’nda davetliler arasında dil bilimcilerin yanı sıra Abdülhak Hâmid (Tarhan), Sâmipaşazâde Sezâi, Halit Ziya (Uşaklıgil), Cenab Şahabeddin, Hüseyin Cahit (Yalçın), Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmed Hâşim, Ahmed Râsim, Falih Rıfkı (Atay), Yunus Nadi gibi şair ve yazarlar, gazeteciler, Türkçe’yi en sade konuştuğu düşünülen Yörük Türkmen aşiretlerinden temsilciler de yer alır…

Başkan Samih Rıfat, kurultayın açış konuşmasında, ‘’Kurultaydan amacın Türkçeyi ulusal dil düzeyine çıkarmak, yazı dili ile halk dili arasındaki ayrılığı gidermek’’ olduğunu belirtir ve ‘’bu amaca da ancak halkın katılımıyla ulaşılabileceğini söyler’’…

Kurultayda, Türk Dil Kurumu’nun tüzüğü üzerinde çalışılır. Tüzükte Derneğin amacı şöyle belirlenir: "Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, Türk dilinin öz zenginliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir."

Zaten Kurultayın da temel amacı Türk Dili'nin zenginliğini ortaya koymak ve onun dünya dilleri arasında hak ettiği yeri almasıdır.

Birinci Türk Dil Kurultayında alınan kararlar

On gün süren Kurultayda Türk Dili'nin kökeni, önemi, diğer diller ile olan ilişkisi üzerinde durularak şu kararlar alınır:

- Türkçe’nin Sumer, Eti gibi en eski dillerle, Hint-Avrupa ve Sâmî dillerle karşılaştırılması,

- Türkçe’nin tarihî gelişiminin araştırılması ve karşılaştırmalı dil bilgisinin yazılması,

- Bir Türkçe sözlük çıkarılması, lehçeler ve terimler sözlüklerinin hazırlanması,

- Halk dilinde ve tarihî metinlerdeki Türkçe kökenli sözlerin taranması ve yayımlanması,

- Türkçe’de söz türetme ilkelerinin belirlenmesi ve bu ilkelere uygun biçimde Türkçe köklerden yeni sözler türetilmesi, özellikle yazı dilinde kullanılan yabancı kökenli kelimelerin yerini alacak Öztürk’çe kelimelerin önerilmesi ve yaygınlaştırılması,

- Başka ülkelerde yayımlanan Türk diliyle ilgili yayınların toplanması, gerekli olanların Türkçe’ye çevrilmesi,

- Türk diliyle ilgili yazıların yer aldığı bir derginin çıkarılması, gazetelerde dil konularına özel bir sayfa ayrılması kurultayda belirlenen hususlardı.

On gün süren kurultay Ruşen Eşref’in şu konuşmasıyla biter:

‘’Bir davayı bütün gerçekliği ile göz önüne getirmek, onu zaman ve mekân içindeki yerine, sırasına koymak, beynin laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan neticeleri ilerisi için hedef edinmek: İşte Mustafa Kemalce düşünüş bu demektir. Mustafa Kemalce düşünmek demek, tahlil ve terkip etmek, şuurlaştırmak, nizamlaştırmak, sistem haline koymak demektir. Bu usul Çanakkale'den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir. Bu da bizim milli bilincimizi arttırır milli kültürümüzü ortaya koyar. Bizde her Türk vatandaşı gibi atalarımıza layık olarak milli mirasımızı sonsuza dek koruyacağız...’’

Kurultayın son gününde, her yıl 26 Eylülün derneğin Dil Bayramı olarak kutlanması önerisi oybirliği ile kabul edilir.

İkinci Türk Dil Kurultayı

İkinci Türk Dili Kurultayı, 18 Ağustos 1934'de toplanır. Burada da yine Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri ve 1932-1934 arasında yapılan çalışmalar tartışılır. Konu ile ilgili yabancı bilim insanları da bildiri sunarlar. Ayrıca söz derleme çalışmalarının kapsamı genişletilir ve folklor çalışmalarına da başlanılır. 1934'de ‘’Osmanlıca'dan Türkçe'ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi’’ yayınlanmaya başlanır. Yine dönemin gazete ve dergileri de öz Türkçe'nin önemini vurgulayan yazıları halk ile paylaşırlar.

1934’te yapılan II. Türk Dil Kurultayı’nda mevcut nizamnâmenin Türkçeleştirilmesi yolunda umumi merkez heyetine verilen yetki sonucunda cemiyetin adı önce ‘’Türk Dili Araştırma Kurumu’’na ve ardından ‘’Türk Dil Kurumu’’na dönüştürülür. (1936 yılında toplanan III. Türk Dil Kurultayı’nda kabul edilen ana nizamnâmenin 1. maddesinde yer alarak resmîleşir.)

Üçüncü Türk Dil Kurultayı

Üçüncü Türk Dil Kurultayı ise 24 Ağustos 1936'da toplanır. Bu üç dil kurultayının içerisinde en tartışmalı geçen en önemli kurultay Üçüncü Dil Kurultayıdır. Burada görüşülen asıl konu ise ‘’Güneş Dil Teorisi’’dir. Temel amaç Türkçe'nin en eski medeniyet dillerinden biri olduğu ve diğer dünya dillerine ise kaynaklık ettiğini orta koymaktır. Konu ile ilgili yerli ve yabancı birçok bilim insanı bildiri sunar.

Üçüncü Türk Dil Kurultayına çok sayıda yabancı dil bilimci davet ederler. Bu dilbilimcilerin çoğu ‘’Güneş Dil Teorisi’’ hakkında bildiri sunarlar, ülkelerine döndüklerinde de kendi hükumetlerine Üçüncü Dil Kurultayı hakkında haber ve raporlar sunarlar. Bu haber ve raporların çoğu yabancı ülke basınında yayınlanır.

Üçüncü Türk Dil Kurultayı’na katılan yabancı dilbilimcileri, onların bildirileri ve ülkelerine döndüklerinde kendi hükumetlerine verdikleri raporlar hakkında tek ve en güzel çalışma değerli bilim insanı Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in (şimdi Profesör) (*) hazırladığı ‘’Güneş-Dil Teorisine İlk Yabancı Tepkiler’’ (Folklor/Edebiyat, sayı 23, 2000/3, s. 5-37) isimli çalışmasıdır.

Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in çalışması şu cümleyle başlar:

‘’28 Ağustos 1936 günü İngilizlerin ünlü The Times gazetesinde, Türkiye'den ilginç bir toplantı haberi yer almaktadır. Gazetenin İstanbul muhabirine göre, Türkiye'de, Üçüncü Dil Kurultayı, İstanbul'da, Dolmabahçe sarayında çalışmalarına 24 Ağustos günü başlamıştır. Bu toplantıya birçok ülkeden dünyaca seçkin şarkiyatçılar ve Türkologlar katılmaktadır. Türk Tarih Cemiyeti adına Profesör Afet İnan'ın verdiği açılış çayında, beklenmedik bir anda salona giren Türkiye Reisicumhuru Kemal Atatürk, Kurultaya katılan yabancı dil bilginleriyle tanışmış ve tam iki saat boyunca, kendileriyle modern dillerin kaynağı hakkında konuşmuş, sorular yöneltmiştir. Türkiye Reisicumhuru tarafından bilhassa sorguya çekildiği söylenilen Sir Denisson Ross, daha sonra, ‘Devlet adamlığına askerlikten geçen bir kişinin, dünyanın en seçkin oryantalist ve Türkologları ile kendi uzmanlık alanlarında yetkinlikle tartışmasını ve onlarla bilimsel alışverişte bulunmasını hepimiz şaşkın bir hayranlıkla izledik’ diye konuşmuştur. The Times'teki haberin devamında, bu kurultayda, dillerin kökeni üzerine yeni bir teori ortaya atılacağı; uygarlığın Türklerin Orta Asya'dan göç ettikleri dönemlerde geliştiği; Güneşin, hayat anlamında olduğu ve çıkarılan seslerden bir Güneş-Dilin oluştuğu; bütün dillerin kaynağının da bu Güneş-Dili olduğu yazılıdır.’’

Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in bu çalışmasında Türk Dil Kurumu'nun resmi daveti üzerine Üçüncü Dil Kurultayı’na katılan yabancı dil bilimcileri de soyadlarına göre alfabetik olarak şu şekilde sıralanır:

Prof. Anagnostopulos, Atina Üniversitesi Filoloji Profesörü,
Dr. Bartalini, İstanbul Üniversitesi Latince ve İtalyanca Lektörü,
Dr. Bombaçi, Napoli Şark Enstitüsü Profesörü,
Sir Denisson Ross, Londra Üniversitesi Şarkiyat Okulu Direktörü,
Prof. Gabidullin, Moskova Üniversitesi Şark Tarihi Profesörü,
Dr. Giese, Prusya Akademisi Üyesi,
Pere Hilarie De Barenton, Fransız Sümerolog,
Prof. Jean Deny, Paris Şark Dilleri Okulu Profesörü,
Dr. Kvergiç, Viyana Şark Filolojisi Doktoru,
Prof. Koji, Okubo, Japonya Türk-İslam Enstitüsü Direktörü,
Prof. Meşçaninof, Sovyetler Birliği İlimler Akademisi Üyesi,
Dr. Maitef, Sofya Kral Kütüphanesi Uzmanı,
Prof. Nemeth Gyula, Budapeşte Üniversitesi Felsefe Fakültesi Dekanı,
Prof. Samoiloviç, Sovyetler Birliği İlimler Akademisi Üyesi,
Prof. Zayançkovski, Varşova Üniversitesi Profesörü.

Acaba diyorum günümüzde ülkemizde böylesine bir çalışma yapılabilir mi?

Bu kurultaydan hemen sonra Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisinin 5. dönem 2. yasama yılının açılış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nun geleceği ile ve özellikle Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını bilimsel temellere dayalı olarak sürdürmesi için akademi halini alması ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirir:

‘’Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddi ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. Tarih Kurumunun Alacahöyük'te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddi Türk tarih belgeleri, dünya kültür kahraman tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.’’

Türk Dil Kurultaylarının asıl amacı

Türk Dil Kurultaylarının asıl amacı ise Türk dünyası ile olan bağları güçlendirmektir. Mustafa Kemal Atatürk’e göre ‘’dil birliği’’ millet olmanın asli unsuruydu.

Türk Dil Kurumunun akıbeti

Mustafa Kemal Atatürk’ün, İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirlerinden kurumun pay alması için vasiyetnâmesine bir madde ekleyerek üzerinde hassasiyetle titrediği ve kendi talimatıyla kurulan Türk Dil Kurumunun, kendilerini Atatürkçü olarak satan 12 Eylül yönetimi tarafından hazırlanan 1982 anayasasının 134. maddesi gereğince Türk Tarih Kurumu ile beraber dernek olma özelliği kaldırılır. Her iki kurum, 1983’te oluşturulan ‘’Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’’ çatısı altında tüzel kişiliğe sahip anayasal kamu kurumuna dönüştürülür. 2876 sayılı kanunla kurum başkanları üçlü kararnâme ile tayin edilmeye başlanır. 2017 anayasına göre de ’’Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’’ başkanlığına tek imzayla Cumhurbaşkanı atama yapar…

1982 Anayasası ile Türk Dil Kurumu özerk bir kurum olmaktan çıkıp hükûmete bağlı bir birim haline getirilince kurum içerisindeki gerçek dil bilimcileri Ali Püsküllüoğlu’nun önderliğinde 22 Nisan 1987 tarihinde Dil Derneği’ni kurarlar. Kurucular kurulunda Sevgi Özel, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Mustafa Ekmekçi, Gülten Akın, Talip Apaydın ve Ali Püsküllüoğlu gibi dil bilimcileri yer alır...

Dil Bayramı

Birinci Türk Dil Kurultayının aldığı kararla her yıl 26 Eylül ‘’Dil Bayramı’’ olarak kutlanmaktadır. Dilimizin, millî kimliğimizin bayramı olan bu günde Türkçemize emek verenlerden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere herkesi saygı ve minnetle anıyorum.

Dil Bayramımız kutlu olsun… (**)

Osman AYDOĞAN

 (*) Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in geçen sene yayınladığı çok güzel bir Atatürk biyografi kitabı var: ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’ (Doğan Kitap, 2019) Bu eser; Şevket Süreyya’nın ‘’Tek Adam’’ı, Falih Rıfkı’nın ‘’Çankaya’’sı ayarında bir eserdir. Mutlaka okunması gereken bir kitaptır diye değerlendiriyorum. Gözünüzden kaçmasın isterim.

(**) Bu sitemde ‘’Dil ve Türkçe üzerine’’ başlıklı 11 seri yazı yayınladım. Henüz 12. sini yayınlayamadım. Dile meraklıysanız okumanızı arzu ederim. (Sitemin sağ üstünde arama motoru var)

Birinci Türk Dil Kurultayına katılan üyeler:



Ulus devlet ve Türkiye Cumhuriyeti

23 Eylül 2020

İki gün önce Ahmet Vefik Paşa’yı anlatırken, Ahmet Vefik Paşa’nın ‘’Türkçülük hareketinin öncüsü’’ olduğunu yazmış ve ardından da Ahmet Vefik Paşa’yı uzun uzun anlatmıştım. Ve yazımın sonunda da ‘’Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, ‘Türk’ sözcüğünü bir ‘ırk’ kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘Türk’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder’’ diye de bir cümle kullanmıştım.

Ahmet Vefik Paşa hakkında yazdıklarım ve bu cümlem bana sanki izaha muhtaç gibi göründü…

Öyleyse izah edeyim…

Ama önce tarihte kısa bir yolculuk yapmamız gerekiyor…

Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. Fransız devriminden hemen sonra ard arda Avrupa’da “ulus devlet”ler kurulur…

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ‘’ulus devlet’’ olarak Batı ve Kuzey Avrupa; ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya; ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''devlet’’e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilirler...

Fransız ve Alman uluslarının oluşumu

Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. (Devletten millete - from state to nation)

Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluştururlar. Ve bir ulus devlet kurarlar: Deutschland (Almanya)... 

Ardından Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.

Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur…

Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir. 

Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman alır, daha sonra oluşur…  

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları

Avrupa’da ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemindedir.  İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatır.

Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir..

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğunu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise, ırka dayalı bir sistem içinde siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir.

Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir…Şöyle ki:

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Osmanlı tarihi araştırmacısı Selim Demirgil’in ‘’İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamit Dönemi 1876-1909’’ (Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları, 2002) isimli çok güzel bir kitabı var.

Yazar bu kitabında Osmanlının resmi tarihçisi ve ünlü bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 - 1895) bir raporuna yer veriyor. (s.186) Ahmet Cevdet Paşa bu raporunda diyor ki:

“Devlet-i Âliyye, Yavuz Sultan Selim zamanından berü hilafet-i seniyyeyi haiz olduğuna nazaran din üzerine müesses bir devlet-i azimdir. Lakin andan evveli bu devleti tesis edenler Türk oldukları cihetle hakikat-i halde bir Devlet-i Türkiye’dir. Ve ibtida bu devleti teşkil eden Âli Osman olduğu cihetle Devlet-i Âliyye dört esas üzerine mebnî bir heyet demek olur. Yani hükümdarı Osmanî ve hükümeti Türkiye ve dini İslam ve payitahtı İstanbul’dur. Bu dört esastan hangisine zaaf gelirse bina-i devletin dört direğinden biri sakatlanmış olur.”

Özetle ve günümüz Türkçesiyle diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Osmanlı İmparatorluğu dört ayak üzerine kurulmuştur: Osmanlı Hanedanı, Türk Hükümeti, İslam dini ve başkenti İstanbul...’’

Ve raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa: “Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak kavimlerini yekvücud eden cihet vahdet-i İslam’dır. Vakıa Devlet-i Âliyye’nin asıl kuvveti Türklerdir. Bunlar, mahvoluncaya kadar Hanedan-ı Osmanî uğrunda can feda etmek kendü kavmiyetlerince ve hem de diyanetlerince vacibat-ı umurdandır...”

Günümüz Türkçesiyle raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak vs. kavimleri birleştiren İslam birliğidir amma... Devletin asıl kuvveti Türklerdir... Türkler, Osmanlı Hanedanı için canlarını feda etmeyi gerekli işlerden sayarlar...’’

Günümüzde ‘’Türk’’ adını kullanmaktan imtina edenler, devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar, okullardan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye andı kaldıranlar hem Osmanlıcı geçinirler hem de görüldüğü gibi Osmanlı tarihini bilmezler. Neyse, bu onların sorunu, biz gelelim konumuza: Görüldüğü gibi Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir...

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir ki Balkanlar Osmanlının anayurdudur… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...

Kurtuluş Savaşı

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atarlar sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’Türk ulus devleti’’ni bölmek, parçalamak istercesine: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmaz, devam ederler: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye…

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasidir. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile Mussolini’nin İtalya’da, ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile de Hitler’in Almanya’da parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açmıştı. Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım.

İşte bu nedenle, böyle bir tehlikeye kaymaması için Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin iki temel koruması, garantisi ve özelliği vardır. Bunlardan birincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık'', diğeri ise ''parlamenter demokrasi''dir… Bu ikisi olmazsa Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet cumhuriyet olmaz, başka bir cumhuriyet olur, adı cumhuriyet ama faşizme doğru evrilen başka bir rejim olur...

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger  (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi. 

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devlet, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evrilirler. Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur.

- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır.

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…

Sonuç

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur... 

TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır...

Bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı en büyük tehlike ve tehdit; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşması ve Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, anadireği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 97’inci ve TBMM’nin ve açılışının 100’üncü yılında Cumhuriyetin ve TBMM'nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur... 

Bu tehlike gerçekleşirse benim ‘’Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, ‘Türk’ sözcüğünü bir ‘ırk’ kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘Türk’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder’’ sözüm havada kalır… Bu sözümün garantisi parlamenter ve tam demokrasidir…

İzahım uzun olduysa da gerekliydi. Affola…

Osman AYDOĞAN



B
ozkırın tezenesi

25 Eylül 2020

O, Sarı Saltuk’un, Baba İshak’ın devamı olan ‘’abdallık’’ geleneğinin günümüzdeki son büyük temsilcisiydi, bozkırdaki mücevherdi o. Sazın ve sözün büyük ustasıydı o…  

Bağlamanın göğsüne değil, Anadolu insanının bağrına bağrına vururdu o… Sözleri ve müziğiyle insanı dünyanın en derin yalınlığına çekerdi o.

Bitmeyen bir gurbetti, bir sılaydı, uçsuz bucaksız bozkırdı o… Ruhun derinliğine yol bulan ırmaktı o... Kelimeler asla kifayetsiz kalmazdı onun dilinde… Anlatılması bir imkânsız duyguları, söylenmesi bir mümkünsüz düşünceleri su gibi anlatan efsaneydi o… Türkçe’nin tarih içinde yolculuğunun özetiydi o… Derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilen tek kişiydi o... Bu coğrafyanın bağrı en yanık, gözünden yaş, gönlünden aşk eksik olmayan bir garip adamıydı o...

Bütün o yoksulluğunu kendi üslubunca bir iki satırla anlatıverdi bir TV belgeselinde: ''Öyle sap saman nirdeeee, tavuk cücük nirdeeee.. Ekmaanan (ekmek ile) geçinirdik. Dedi bana birisi ki, bubanın (babanın) sazınla gel. Bubamın sazınla dilenmeğe gittik, köy köy…’’ Eşek sırtında Yozgat- Yerköy’e uzanan bu yolda bir kere olsun eşeğin sırtından babasını indirmediğini de şu sözleriyle diyiverdi öyle hamiyetperver edâ ile hiç de gururlanmayarak: ‘’Babam yürürken ben nasıl bineyim ki eşeğe?’’

Ki memleketim Kayseri Yeşilhisar'da eskiler hala anlatırlar onun kasabamıza geldiğini, köy köy dolaşarak saz çalıp türkü söylediğini...

Kendi demesiyle 13 -14 yaşına kadar hem kerem olmuştur, hem abdal… Doğuştan âşıktır… ‘’Alaacaan başını, gideceeen benim gibi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm gibi…’’

Bir türkü meclisinde yine istek üzerinde ‘’Zahidem'’’i söyler. Türküyü bu kadar içten söylemesi üzerine eşraftan biri, bu aşk hikâyesine atfen, "aslı var mıdır?" diye bir sual sorar. Usta şöyle cevap verir: "Aslı olmasaydı Kerem bunca yanar mıydı?"

Selda'yı Selda yapan "mahpushaneye güneş doğmuyor" türküsünün kaynağıydı o…

Selda Bagcan'a hitaben: ‘’Siz insansınız, biz insanoğlu’’ diyen kişiydi o…

Bir TV canlı canlı yayınında "hepimiz gardaşız aslında, ayıran kendini ayırır" diyen kişidir o.

Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde devlet sanatçılığı teklifini "devlet sanatçılığı ayrımcılık yaratır. Ben halkın sanatçısı olarak kalmayı tercih ederim" diyerek geri çeviren, ''kimse kimsenin önünde eğilmesin’’ diyerek el öptürmeyen, alçakgönüllü, karşısındaki insanları yücelten, mütevazı bir cevher, değeri biçilemeyen türden bir sanatçıdır, bir insanlık ustasıdır o… ''Efendim”siz başlayan tek bir cümle kurmazdı o.

Uzun süre kaldığı Almanya’dan Türkiye’ye döndüğü vakit çok lüks bir otelde misafir edildiğinde oteldeki en sıradan sandalyeyi bulup odasına koyar. O bile şatafatlı geldiği için ucuna oturur sandalyenin. Koltuğa davet edildiğinde orada rahat edemediğini söyler. Bu dünyaya da ucundan kıyısından ilişmişti zaten o. Osmanlının yüzlerce yıllık deneyimiyle imbikten süzercesine özetlediği “şeref-ül mekân, bi’l-mekîn” düsturunu hoyratça “şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a çevirenlere ders verircesine dünya malı bir adım ötesindeyken gidip tahta bir sandalyenin kenarına ilişmişti o.

“Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası, fazladır. İnsan, tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yiyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir…” diyen Anadolu’nun Abdal geleneğinin son temsilcisidir o…

Âşık Mahzuni Şerif kendisine şiir yazmıştır. Mahzuni Şerif vefat ettikten sonra halefi tek o kalmıştı. Abdal geleneğinin son temsilcisiydi o...

Dünya çapında bir sanatçıyken bile TRT’nin siyah beyaz ekranlarında hala ‘'Kırşehirli mahalli Sanatçı’sı” payesindeydi o.

Ömrünün son on, onbeş yılı hariç hep geçim sıkıntısı içinde yaşadı. Telif hakları ödenmedi, eserleri talan edildi. Sadece ''Kalan Müzik'' sahip çıktı haklarına... 

Eserlerinde ismini bile geçirmeyen, eserlerinde sadece ‘’Garip’’ mahlasını kullanan garip Anadolu’nun garip bir ozanıdır o…

Bozkırın tezenesiydi (*) o…

Yaşarken de bugün de kıymeti, değeri, asaleti hiç bilinmeyen bir ozanımızdı o…

O ozan Neşet Ertaş’tı…

Hiç bir eserinde ismini geçirmemiştir. Hani olur ya; "Neşet der ki" der insan değil mi? Ama o dememiştir işte. Halkına söylemiş her sözünü, onlara bırakmış kelamlarını. "Hiç bir türkümün içinde Neşet veya Ertaş adını duydunuz mu? Çünkü onlar halka ait, ben de halkın sanatçısıyım..." der usta. Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hâkimiyetiyle bütün yollardan türkü söyleyerek geçen Ertaş, babasının ‘’bize garip derler’’ şiarını bir amentü belleyerek sadece bu mahlası kullanmıştır: ‘’Garip’’

O da 1938’de Çiçekdağı’nda geldiği her şeyin sahte olduğu bu ''yalan dünya''nın ne kadar yalan olduğunu ispatlarcasına tam sekiz yıl önce bugün, 25 Eylül 2012 yılında "şu yalan dünya"dan terk-i diyar etmiştir. Bu çirkef dünyaya yakışmayacak derecede insandı o…

Zaten bu değerler gidince de virüsler bastı bu dünyayı… Korona ne ki!... Bir vefasızlık, bir saygısızlık, bir nezaketsizlik, bir hoyratlık, bir niteliksizlik, bir hodbinlik, bir gösteriş, bir hırs, bir afra, bir tafra, bir itibar hevesi, bir aza tamah etmeyiş virüsüdür dünyayı basan bu virüs…

Beyaz camlara bir bakın, hiç bu ozanımızı anan, hatırlayan var mı?

"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Sevdasız bahçenin gülü dirilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli..."

Allah rahmet eylesin.

Osman AYDOĞAN

Azeri sanatçı Elnare Abdullayeva’dan Neşet Ertaş’ın ‘’Gönül Dağı’’ türküsü: (Bu sanatçı Neşet Ertaş'ın diğer türkülerini de çok güzel yorumluyor.)
https://www.youtube.com/watch?v=6z86H7lVAlQ

Neşet Ertaş, ‘’Cahildim dünyanın rengine kandım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=XY7fi3pOymU

Bu kasvetli Korona günlerini değerlendirmek maksadıyla Neşet Ertaş’ı tanımak için aşağıdaki belgeseller de izlenebilir diye değerlendiriyorum... Beyaz camlardaki vaaz kürsülerindeki sîretsiz sûretleri izlemekten iyidir diye düşünüyorum… … 

Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik
TRT İç Yapım, Bozkırın Tezenesi, TRT
Cine5 İç Yapım, Portreler Neşet Ertaş belgeseli, Cine5

(*) Tezene, bağlama çalarken yöreden yöreye değişen, tellere vurulma şekline verilen addır. Her parçanın da yöresine göre bir tezenesi olur, yani parçalar hem nota olarak ayrılır hem de tezeneleri olarak... İşte bu nedenle Yaşar Kemal, Neşet Ertaş'ı "Bozkırın Tezenesi" olarak adlandırır.

 



George Bernard Shaw

24 Eylül 2020

George Bernard Shaw oyun yazarı olarak ünlenen İrlandalı bir yazardır. Bernard Shaw, yazarlığının yanında siyaset ve düşünce adamı, tiyatro kuramcısı, müzik ve sanat eleştirmeni ve çağdaş İngiliz tiyatrosunun kurucusudur. 1856'da, Dublin, İrlanda doğumludur. 2 Kasım 1950’de, İngiltere’de, 94 yaşında bahçesinde bir erik ağacını budamak için çıktığı merdivenden düşerek yaralanması sonucu vefat eder. Son nefesini verirken "bu da benim için bir deneyim olacak" der.

Bernard Shaw, başyapıtı olan ve pek çok kişi tarafından da yüzyılın en büyük oyunu kabul edilen ‘’Jan Dark’’ oyunu ile hem 1925 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938 yılında (1913’de yazdığı) ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu ile Senaryo Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insandır.  

Shaw’ın oyunları insanları düşünmeye yöneltmesiyle özellik arz eder.

Yılmaz bir kadın hakları savunucusudur Bernard Shaw.

Bernard Shaw’ın insan, toplum, aile, din, bilim, uygarlık, kültür, sanat, eğitim, devlet, siyaset, savaş ya da barış gibi sayısız kavramlar hakkındaki düşüncelerini ülkemizde Şakir Eczacıbaşı ‘’Bernard Shaw: Gülen Düşünceler’’ (Remzi Kitabevi, 2010) adıyla yayınladı. Bu kitapta Bernard Shaw’ın bu kavramlarla ilgili özlü sözleri yer almaktadır. Bernard Shaw’ın düşünce yapısını tanımak için bütün eserlerini okumaya zaman bulamayanlar için bu kitap okunması gereken güzel bir başucu eseridir…

Bernard Shaw’ın önemli iki eseri

Pygmalion

Shaw'un, ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu (daha sonra ‘’Bir Kadın Yarattım’’ özgün adıyla da Türkçeye çevrilir) 1938'de sinemaya uyarlanır ve Shaw işte bu filmle senaryo dalında Oscar kazanır. Shaw bu eserinde bir insanı değiştirmede dilin ve çevrenin ne derecede önemli olduğunu vurgulamaktadır.

Oyun 1964'te ‘’My Fair Lady’’ adıyla müzikal olarak yeniden filme çekilir.

Oyunun konusu şu şekildedir; Üst tabakadan bir bilim adamı, bataklıktan çıkaracağı kaba saba konuşan eğitimsiz bir kadını kısa süre içinde büyüleyici bir sosyete gülüne dönüştüreceğine dair arkadaşı ile iddiaya girer ve sonunda yarattığı bu eserine âşık olur. Oyunun dayandığı Yunan mitolojisinde ise, Kıbrıslı bir heykeltıraş olan Pygmalion kendi yonttuğu bir heykele âşık oluyordu.

İşte 1964'te ‘’My Fair Lady’’ adıyla müzikal olarak yeniden filme çekilen oyun,  1956 tarihli ‘’My Fair Lady’’  adlı  Broadway  müzikalinin filme uyarlamasıdır.  George Cukor'un yönettiği Audrey Hepburn ve Rex Harrison'lu bu film tam sekiz Oscar kazanır.

Bernard Shaw’ın bu eseri Türk filmlerine de uyarlanır... Bunlardan birisi ‘’Benim Tatlı Meleğim’’ adıyla gösterilen film, diğeri de 1942 yılında çevrilen ‘’Sürtük’’ filmidir. Filmde Avni Dilligil, Halide Pişkin ve Hulusi Kentmen gibi oyuncular rol alırlar. 

Eserin bir diğer Türk uyarlaması da 1960 tarihli ‘’Aslan Yavrusu’’ adlı Hulki Saner filmidir. Bu filmde de Orhan Günşiray, Leyla Sayar, Suphi Kaner, Ahmet Tarık Tekçe, İsmet Ay, Sami Hazinses ve Mualla Sürer oynarlar. Ayrıca; bu oyunun konusu Yeşilçam sinemasında birçok filmde de işlenir.

Jan Dark

Shaw’ın başyapıtı olan ‘’Jan Dark’’ (Fr.: Jeanne d'Arc – İng.: Joan of Arc) ilk kez 1924'te sahnelenir. Zamanın en iyi oyunu olarak kabul edilen bu yapıtta Shaw, kendine özgü anlatımıyla Fransa tarihinin ünlü genç kadın kahramanı Jan Dark'ın kahramanca yaşamı ve ölümünü öyküleştirir… İşte Shaw’ın 1925'te kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü bu oyunun başarısı üzerine verilir, ama o bu ödülü geri çevirir.

Bu oyunun kahramanı olan Jan Dark (1412 - 1431) Fransız milli kahramanıdır. Bir köylü kızıdır aslında. Jan Dark onüç yaşında iken Tanrı'dan geldiğine inandığı sesler duymaya başlar. Bu sesler ona İngilizler tarafından kuşatılan Orléans şehrini ve bütün Fransa'yı kurtarmasını söyler. O sırada Fransa çok güç durumdadır. Kral akli dengesini bozmuştur. İngilizler bütün kuzey Fransa'yı ele geçirmişlerdir. Silah kuşanarak asker kılığına girer. Orléans şehrini İngilizlerden kurtarır. Jan Dark VII. Charles'ın kral olmasını sağlar. Ancak Jan Dark savaş sonunda bir entrika ile 1430 yılında İngilizlere satılır. Büyücülükle ve dine karşı gelmekle suçlanarak 1431 yılında Rouen şehri meydanında henüz 19 yaşındayken yakılarak öldürülür. Jan Dark'ın yakılmasını Bernard Shaw eserinde "çünkü dünya erdemlileri istemiyordu" diye açıklar. Adını korumak için ölmeden önce ve öldükten sonra görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Millî Kütüphanesi'nde saklanmaktadır.

Batı’nın Jan Dark'ı yakmaları sadece yarım saat, ancak onun kim olduğunu anlamaları ise tam beş yüz yıl sürer. "Orleans Bakiresi" adıyla Fransa'nın yurtseverlik simgesi haline gelen Jan Dark, ölümünden beş yüzyıl sonra 1920'de Papalık tarafından azize ilan edilir. 

Fransa'da, Orleans Kalesi'nin İngilizlerden kurtarıldığı 8 Mayıs 1429 gününü anmak için, halen her yıl mayıs ayının ikinci pazarı ulusal bayram olarak kutlanmaktadır.

Bernard Shaw’un Jan Dark oyunu 1928 yılından beri birçok defa sinemaya uyarlanır. En son 1999 yılında ‘'Jeanne d'Arc’’ ismiyle (İngilizce: The Messenger: The Story of Joan of Arc) ismiyle sinemaya aktarılır. Görülmeye değer bir sinema filmidir. Özellikle ‘’liderlik’’ nedir, nasıl bir şeydir, liderlikten en çok bahsedenlerin, bu konuda ahkâm kesenlerin görmesi gereken bir filmdir. Dünyada Jan Dark’ın tanınmasına ve üzerinde çokça film çevrilmesine Bernard Shaw’ın bu oyununun büyük etkisi olduğu düşünülür. 

Diğer eserleri

‘’Silahlar ve Kahraman’’, ‘’Kandida’’, ‘’Hiç Belli Olmaz’’, ‘’Caesar'la Kleopatra’’, ‘’İnsan, Üstün İnsan’’ ve yukarıda bahsedilen ‘’Bir Kadın Yarattım’’ isimli eserleri Bernard Shaw’ın Türkçeye de çevrilen yapıtlarıdır.

Bernard Shaw’a ait anekdotlar

Bernard Shaw'ın nüktedan, esprili ve hazırcevap bir özelliği vardır. Aşağıda Bernard Shaw’ın bu özelliğinden birkaç anekdotu sunuyorum;

1926’da Nobel ödülünü kazandığı açıklanınca: ''Bu Nobel ödülü, başıma bela oldu... Hâlbuki 1925’te hiçbir şey yazmadım. Belki de ödülü ondan vermişlerdir.'' der...

Londra da Corno di Basetto takma adıyla yazdığı müzik eleştirileri ilk sürekli yazılarıdır. Bir resital sonrası yaşlı, zengin bir Fransız madamla arasında şöyle bir diyalog geçmiştir. ''Nasıl buldunuz Mr. Shaw?'' ''Bana Victor Hugo’yu hatırlattı.'' ''İyi ama Victor Hugo keman çalmazdı.'' ''Bu da çalmıyor.''

Kendisine ‘’sir’’ unvanı vermek isteyen kraliçeye, '’George Bernard Shaw olmak benim için yeterli bir onurdur'’ cevabını verir.

 ‘’Arms and the Man’’ adlı eseri çok beğenilir, oyunun yazarı olarak sahneye çağrılır. Sağa sola selam verirken, bir seyirci arkalardan ''yuh'' çeker. Shaw seyirciye döner ve "ben de tastamam sizin fikrinizdeyim. Ama ikimiz bir tiyatro dolusu halka karşı ne yapabiliriz?" der.

‘’Jan Dark’’ oyunundan bir bölümü okul kitabına almak isteyenlere karşı şu yanıtı verir; "Kim benim oyunlarımı okullarda zorla okutur, benden de Shakespeare den nefret edildiği kadar nefret edilmesine neden olursa, Allah’ından bulsun! Benim oyunlarım işkence aracı olmak için yazılmamıştır."

İkinci Dünya Savaşı başlamış ama İngiltere henüz savaşa girmemiş. Bir gazeteci Bernard Shaw’a sorar: ''İngiltere İkinci Dünya Savaşı’na girmeli mi?'' Bernard Shaw der ki: ''Birinci Dünya Savaşı’nda üç imparatorluk yıkıldı. Çarlık yıkıldı, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu yıkıldı. Eğer bu savaşta da Büyük Britanya İmparatorluğu yıkılacaksa girelim o savaşa...'' O zaman der ki gazeteci: ''Siz sürekli basın özgürlüğünün yetersizliğinden yakınmaktasınız. Oysa imparatorluğumuz batsın bile diyebiliyorsunuz. Nasıl olur da hâlâ basın özgürlüğü yok diyebilirsiniz?'' Shaw gülümser: ''Siz benim neleri söylediğimi biliyorsunuz ama neleri söyleyemediğimi bilmiyorsunuz...''

Bernard Shaw hakkında

Shaw kendini şu şekilde tanımlar: "Çılgın mı doğmuştum, yoksa fazla mı akıllıydım bilmiyorum; benim dünyam yeryüzüne uygun değildi... Düş dünyasından çıkıp gerçeklerle karşılaşınca tedirgin oluyordum. Toplumun dışında, siyasetin dışında, sporun dışında, kilisenin dışındaydım. O günlerde, eğer öyle bir deyim bulunsaydı, ‘her şeyin dışındaki’ denebilirdi bana..."

Gerçekten de Shaw’ın dünyası bu yeryüzüne uygun değildi, onun dünyası çoğumuzda olduğu gibi bu dünyanın dışındaydı.  Ayrıca her yerde ve her zaman olduğu gibi nükteden ve espriden hoşlanmayanlar tüm iyi özelliklerine karşın onu pek de sevmezlerdi. Oscar Wilde’nin Bernard Shaw için söylediği şu söz sanırım bir cümle ile onu anlatmaya yeter; ‘’Kusursuz bir adam Shaw. Hiçbir düşmanı yok ve hiç bir dostu sevmiyor onu.’’

Günümüzde ne Avrupa’da ne de ülkemizde Bernard Shaw gibi yazarlar kaldı, bir daha gelmeyen göçmen kuşları gibi bu dünyadan göçüp gittiler. Shaw gibi düşün adamları bu dünyadan göçünce hem Avrupa’da hem de ülkemizde meydan '’Embedded journalist’' deyimi içinde ifadesini bulan ‘’siyasal güce yamanmış’’ sözde filozof, yazar, gazeteci, sanatçı müsveddelerine kaldı.

Hiçbir düşmanı olmayan, hiçbir dostunun sevmediği bu kusursuz yazarı ve düşün adamını tanımak için en azından aşağıda vereceğim sözleri üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum.

Toprağı bol olsun.

Osman AYDOĞAN

Bernard Shaw’ın bazı sözleri;

‘’Tarihten hiçbir şey öğrenilemeyeceğini, tarihten öğreniriz. Hukukumuzu yargıçlara, dinimizi rahiplere bırakırsanız, kısa sürede hem hukuksuz, hem de dinsiz kalırsınız. Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur.’’

 ‘’Komik bir şeyle karşılaştınız mı, arkasına gizlenmiş gerçeği arayın...’’

"Yaptığınızı, bir başka budalanın bunları sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları beklemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu sandığından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir... O zaman ortaya budalaca bir durum çıkar"

”Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.”

"İlk aşk, birazcık aptallık ama çok miktarda meraktan doğar."

"Köle gibi yetiştirilenler köle gibi yönetilirler ancak..."

"Sorun çaresizlik değil isteksizlik... İsteksiziz, çünkü çocuklukta bize uygulanan şey içimizdeki isteği öldürmektir."

"Hayatta hiç hayal kırıklığına uğramamış insanlar hiç hayal kurmamış olanlardır."

‘’Dürüst insan her zaman gerçeği söyler, akıllı ise yalnız zamanında.’’

‘’İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek değil, ona kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü nefret değil kayıtsızlıktır.’’

"Bir işin nasıl yapılabileceğini biliyorken, bir başkasının yapamadığını görüp dilini tutmak imkânsızdır!"

"Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının. O hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak bırakmaz."

"Deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur; ama öğrenme isteği bulunmadıkça deneyimden bir şey öğrenilmez."

"Bu dünyada ilerleyen kişiler kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir."

‘’İnsanın dünyaya karşı ilgisi, kendine duyduğu ilginin dışarı taşmasıdır gerçekte.’’

"Eğer yürüdüğün yolda engeller yoksa o yol seni bir yere götürmez."

”İstediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız.”

‘’İnsanların ölmesiyle yaşamın gülünçlüğü nasıl değişmezse, insanların gülmesiyle de yaşamın ciddiliği değişmez.’’

"Ben sana bir elma versem, sen bana bir elma versen, bende bir elma, sende bir elma olur. Ben sana bir bilgi versem, sen bana bir bilgi versen, bende iki bilgi, sende iki bilgi olur."

‘’Demokrasi okurken güzel, oynanırken kötüdür; bazı yazarların oyunları gibi...’’

”Sağduyulu kişi, kendini dünyaya uydurur; sağduyusuz kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır. Tüm ilerlemeler o nedenle sağduyusuz kişilere dayanır. ”

"Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan."

”Sözünüz senediniz kadar sağlam olamaz; çünkü belleğiniz hiçbir zaman onurunuz kadar güvenilir olamaz…”

‘’Mutluluk ve güzellik yan ürünlerdir.’’

”Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim… ”

"Bir isteğin olduğu sürece, yaşamak için bir nedenin vardır. Kesin tatmin ölümdür."

"Yanılgılarla tüketilmiş bir yaşam hiçbir şey yapmadan tüketilmiş yaşamdan daha onurlu olduğu gibi daha yararlıdır da."

"İnsanlar neden ölür gerçekten bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve yaşamı yaşanmaya değer kılmayı becerememekten..."

‘’İnsanlar, deneyimleri değil, deneyime yetenekleri oranında akıllıdırlar…’’

‘‘Dertli olmanın sırrı, dertli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.”

"Yaratmanın başlangıcıdır düş gücü. Dilediğinizi düşler, düşlediğinizi amaçlar, amaçladığınızı yaratırsınız sonunda."

"Çok zor bir şeyi yapmakla uğraşan ve çok iyi yapan bir kişi, kendisine saygısını hiçbir zaman yitirmez."

”Kızın iyi bir evlilik yaparsa, bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin.”

‘’Suikastların en kötüsü darağacında yapılanıdır; çünkü bu tür suikast toplumun onayıyla gerçekleştirilir…’’

”Bir insanın zekâsı, bilgisine göre değil, bilgi edinme kabiliyetine göre ölçülür. ”

”Akıllı adam, aklını kullanır. Daha akıllı adam, başkalarının aklını da kullanır.” 

"Beden er geç bıkkınlık verir insana. Düşünceden başka hiçbir şey güzel ve ilginç kalmaz; çünkü düşüncedir gerçek yaşam.’’

‘’Mutluluk istemiyorum artık, yaşamak mutluluktan da asildir.’’

”İnsan hayatında iki feci olay vardır: Biri insanın çok istediği şeyi elde edememesi, diğeri de etmesidir.”

‘’Bir hastalıktır yaşam ve bir kişinin ötekinden farklı olması, bulunduğu hastalık aşamasından ileri gelir yalnızca.’’

“Sonsuza dek yaşamaya çalışmayın: başarılı olmazsınız”.

”İnsanlar başlarına gelenler için hep içinde bulundukları durumu suçlarlar. Ben durumlara inanmam. Bu dünyada başarılı olan insanlar istedikleri durumları arayan ve bulamadıkları zaman onları yaratanlardır.”

”Başarısızlık, başarının anahtarıdır.”

"Yaşamımız yaşadıklarımızla değil, beklentilerimizle şekillenir."

‘’Suskunluk, aşağılamanın en iyi anlatım biçimidir.’’

”Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur.”

"Herkesin işi gerçekte hiç kimsenin işi değildir..."

"Her yıldızın kendi yörüngesi vardır ve onunla en yakın komşusu arasında yalnız güçlü bir çekim değil, erişilmez bir uzaklık da bulunur. Çekimin gücü uzaklığa oranla artarsa, iki yıldız kucaklaşmayıp çarpışır ve yok olurlar. Bizim de onlar gibi yörüngelerimiz var ve acıklı bir çarpışmayı önleyebilmek için aramıza erişilmez bir uzaklık koymamız gerekir. Saygılı davranmanın tüm sırrı, birbirinden yeterince uzak durabilmektedir; saygının bulunmadığı toplumda yaşam ne çekilebilir ne de sürdürülebilir."

‘’Yalancının cezası kimsenin kendisine inanmayışı değil, asıl kendisinin kimseye inanmayışıdır.’’

”İnsanın kendini berbat hissetmesi, mutlu olup olmadığına önem verecek kadar boş zamanı olmasından ileri gelir. ”

‘’Savaşları kazanabilir, kentleri zapt edebilirsiniz, ama ulusları fethedemezsiniz. Hala anlamadınız mı bunu?’’

”Benim en iyi dostum terzimdir. Çünkü ne zaman beni görse, derhal o andaki ölçülerimi alır. Oysa bütün öteki tanıdıklarım, benim hala eskisi gibi olduğumu düşünürler.”

”Bir erkek veya kadının ne şekilde yetiştiğini bir kavgadaki hareketlerinden anlayabilirsiniz.’’

"Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki: Neden olmasın?"

"Para açlığı giderir; mutsuzluğu değil, yemek mideyi doyurur; ruhu değil."

‘’Kötülük yapmamış kişi iyilik yapamaz; hata yapmamış kişi hiçbir şey yapamaz..’’

"Bir adam bir kaplanı öldürürse bunun adı spordur, bir kaplan bir adamı öldürürse bunun adı vahşettir. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir"

"Bir resim sergisi bir köre göre can sıkıcı bir yerdir."

"Nefret, yüreksizlerin korkutuldukları zaman duydukları bir öç alma isteğidir."

"En mutlu rüyadan daha mutludur uyanmak."

"Gençlik çocuklarca harcanmayacak kadar değerli bir şeydir.’’

"Linç edilmememin tek nedeni, her sözümün alay sanılmasıdır. Tek kelimemi ciddiye alsalardı, toplumsal düzen çoktan sarsılırdı."

"Dünyada barışı sağlamak isterseniz; politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır."



Muhammed Esed

22 Eylül 2020

Dünkü yazımda; özde ırkçı, kafatasçı ve zır cahil ama sözde profesör olmuş bir kendini bilmezin ‘’dönme’’ diye itham ettiği Ahmet Vefik Paşa’yı anlatmıştım. Madem ki söz ‘’dönme’’ (!) diye açıldı, bugün de bizim dışımızdan bu sefer de din alanında bir ‘’dönme’’(!) vakası daha anlatayım…

Dönme

Ama önce bu konudaki (dönme) anlamadığım, anlayamadığım bir hususu ifade etmek istiyorum…

Hz. Peygamber gelmeden ve İslam’ı tebliğ etmeden önce Ortadoğu’da Museviler ile İseviler (Hristiyanlar) yaşıyorlardı… Az miktarda da putperestler vardı… İslamiyet yüz yıl içerisinde Hint Okyanusundan Atlas Okyanusuna kadar yayıldı. Hint Okyanusundan Atlas Okyanusuna kadar olan bölgede yaşayan insanlar kimi gönüllü kimisi de zorla kendi dinlerinden dönerek Müslüman oldular. Kimi putperestlikten döndü Müslüman oldu, kimi Musevilikten döndü Müslüman oldu, kimi İsevilikten döndü Müslüman oldu… Tabii ki bu dönme modasından (!) Türkler de etkilenerek onlar da Şamanizm’den dönerek Müslüman oldular. Özetle ve bir başka ifade ile; belki Ehli Beyt hariç o zaman Müslüman olanların tamamına yakını dönmeydiler…. 

İşte burada benim anlamadığım konu da şu: Hz. Peygamberler zamanında dönenler kutsanırken Hz. Peygamberden sonra dönenlere şüphe ile yaklaşılıyor olmasıdır. Benim anlamadığım konu burasıdır. Neyse… Anlamadığım bu konuya benim cahilliğime verin. Mutlaka vardır bir hikmeti (!) Öyle değil mi?

Bu yazımın konusu da işte bu anlamadığım hususa takılan geçen yüzyıldan kalan bir kişi: Muhammed Esed

Muhammed Esed

Muhammed Esed, 20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı bir din bilginidir. 

Muhammed Esed; asıl adı Leopolde Weiss olan, Yahudi asıllı Avusturyalıdır. 26 yaşında eşi ile birlikte Müslüman olur. Ancak boynuz kulağı geçer ve çoğu "doğuştan Müslüman" olan sözde din âlimlerinden kat kat iyi bir Müslüman düşünür haline gelir.

Muhammet Esed; Aramice, İbranice ve Arapça dâhil, semitik dillerin lehçelerini, edebi kullanımlarını çok iyi bilir ve geçmiş yüzyılın en önemli tefsircilerinden birisi haline gelir. Muhammed Esed’i geçmiş yüzyılın en önemli tefsircilerinden birisi haline getiren de 1980 yılında yayınladığı ‘’Kuran'ın Mesajı’’ (İşaret Yayınları, 2002) isimli Kur’an tefsiridir.  O’nun tefsirini okumadan Kur’an’ı okudum demek mümkün değildir. 

Ancak bazı dini kavramları alışılmadık şekilde açıkladığı için, Yahudi aileden gelmesi bahane edilerek her zaman ve her yerde olduğu gibi bazı çevrelerce bilindik iftiralara uğrayarak "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralara maruz kalır.

Muhammet Esed, gerçek bir İslam mütefekkiri, düşünürüdür. Benzer ithamlara maruz kalan diğer "düşünürler" gibi Esed'in de tek suçu Kur’an’ı birilerinin otorite olarak gösterip biat etmemizi buyurduğu şahısların boyunduruğundan kurtularak Kuran’ı anlama gayreti içine girmesi, anladığı yetmezmiş gibi bir de anlatması, gerektiği zaman da bu uğurda geleneksel anlayışla ters düşmesidir. 

Muhammed Esed’in yukarıda bahsettiğim ’’Kuran'ın Mesajı’’ isimli Kur’an tefsiri kitabındaki mealleri diğer yorumculardan çok farklı ve daha anlaşılır biçimdedir. Kuran lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kuran Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka yorumlanması gerekmektedir. ‘’Yorum’’un Arapça karşılığı ise ‘’meal’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’yorum’’ değil ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meal’’ kullanılmaktadır!... Meal; bize verilen gerçek Kur’an’ın içeriği değil ondan ne anladığını anlatanların yorumlarıdır…

Muhammed Esed'in, İslam fikir tarihine adını altın harflerle kazıyan ve tefsir alanında ‘’Kuran Mesajı’’ gibi önemli bir eser bırakan İslam'ın son zamanlardaki yüz akı bir düşün adamı olduğunu değerlendiriyorum.

Muhammed Esed’e göre İslam

Muhammed Esed’in "Yolların ayrılış noktasında İslam" (İz Yayıncılık, 2017) isimli çok güzel bir kitabı var. Muhammed Esed’i okumadan önyargılarla kendisine "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralar atanlar için bu kitabından şu alıntıları yapmak istiyorum: 

"...İslam varlığının hem sağlık hem de hastalık zamanında yönelebileceği, bünyesine sindirerek, organlarının tam anlamıyla kuvvetlenmesini ve hayat imkânı kazanmasını temin edeceği tek ilaç, Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in sünnetidir." 

"...Rasulullah (s.a.)'in sünnetini tatbik, İslam’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslam’ın çökmesidir." 

"...biz burada ‘sünnet’ kelimesini ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in, iş ve sözleriyle ortaya koyduğu örnek diye en geniş manasıyla kullanıyoruz. O’nun hayrete şayan olan hayatı, Kuran-ı Kerim’in getirdiği esasların tefsiri ve canlı temsili idi. Vahyi bize tebliğ edene uymadıkça, Kuran’a karşı olan insaf borcumuzu ödemiş olamayız." 

"...sık sık kulağımıza gelen, ‘Kuran-ı Kerim’e dönelim fakat kendimizi sünnete kul ve köle yaparcasına ona uymamamız gereklidir’ sözünün, İslam’ı bilememek sebebiyle söylendiği açıkça ortadadır. Bu görüşün sahipleri, bir köşke girmek isteyen fakat kapısını açabileceği tek ve asıl anahtarı da kullanmayı arzu etmeyen kimseye benzerler."

"...bunun gibi, birinci türden olan emirlere uymaya mecbur olduğumuz, ikinci kısım emirlere ise uymaya mecbur bulunmadığımız şeklindeki görüş de yüzeysel ve yanlıştır. Hatta ‘Kuran-ı Kerim ayetlerinden bazılarının, yirminci asırda yaşayan biz -ileri zekâlılar- için değil, vahyin indiği asırda yaşayan Araplar için gelmiş olduğu’ şeklindeki bu görüş, İslam’ın ruhuna aykırıdır. Bu, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.)'in taşıdığı ve temsil ettiği nurun kadir ve kıymetini inkâr manası taşır." 

Hatta hatta Muhammed Esed nasıl bir "hadis/sünnet inkârcısı" ve Peygamber düşmanıysa (!) Buhari’yi referans alarak İslam’ın ilk yıllarını anlatan bir kitap yazar: ‘’Sahih-i Buhari, İslam’ın İlk Yılları’’, (İşaret Yayınları, 2001). Hatta bu hadis inkârcısı sünnet ve Peygamber düşmanı (!) zat yukarıda bahsettiğim ‘’Kuran Mesajı’’ isimli meal-tefsir çalışmasında sık sık hadislere de başvurur…. 

Muhammed Esed kendisini reformist diye eleştirenlere bir kitabında şöyle cevap verir: "Bazı Müslümanların sandıkları gibi, biz İslam’ın bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslam, kendi bünyesinde tam ve eksiksizdir. Bizim yapmamız gereken şey, eksik görüş, gaflet ve tembelliğimize çare bulmak, din karşısında tavrımızı düzeltmektir. Yeniden İslami bir hayat için dışarıdan getirtmek üzere yeni ilkeler aramaya ihtiyacımız yoktur. Biz terk edilmiş değerlerimize sahip çıkmaya ve onlara sarılmaya muhtacız." 

Muhammed Esed’in ’’Kuran'ın Mesajı’’ (İşaret Yayınları, 2002) isimli Kur’an tefsirinde geçen temel bazı konulardaki tefsirleri

Huri

Nebe Suresi 33. ayetinde geçen hem ‘’ke’abe’’ fiilini hem de ‘’ke’b’’ ismini çoğu tefsirciler halk dilindeki göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanarak cennetin erkek olduğu var sayılan sakinlerine hoşnutluk verecek dişi eşlere bir atıf olarak görürler. Muhammed Esed ise tefsirinde Cennetin nimetleri ile ilgili Kur’an tasvirlerinin daima müteşabih olduğunu hatırlatarak ‘’Keva’ib kelimesinin bu ayetteki bağlamda hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın muhteşem veya harika varlıklar anlamına geldiğini ve etrab terimi ile birlikte düşünüldüğünde ayetin anlamının ‘müthiş uyumlu harika eşler’ olduğu görülür” der.  

Başörtüsü

Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’başörtüsü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

Muhammed Esed, ‘’örtülerini (hımar) yakalarının üzerine indirsinler’` ifadesini ilk müfessirlere dayanarak şöyle açıklar: “Hımar, hem İslam’dan önce, hem de İslam’dan sonra kadınların kullandıkları geleneksel örtüdür. Klasik müfessirlere göre, bu örtü İslam öncesi dönemde kadınlar tarafından az çok süs giysisi olarak kullanılır… O günün yaygın modasına göre, kadınların giydiği gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık (ciyb, çoğ. cüyub) bulunur ve böylece göğüsler örtülmezdi. Göğüsteki açıklığın örtülmesinin öğütlenmesi, bu iş için mutlaka bir örtü kullanılmasının gerektiğini ifade etmez. Fakat sadece, kadınların göğüs kısmının, örfen (yaygın kabul olarak) açık bırakılmasında sakınca olmayan yerlerden olmadığını, dolayısıyla örtülmesi ve gösterilmemesi gerektiğini ifade eder…”

Cihat

Cihat, çeşitli türevleriyle Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde sık kullanılan bir kelimedir. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihad kavramı, Kur’anı kendi politikalarının bir aracı olarak gören Emevi zihniyetinin anladığı, Kur'ân'ın bütün buyruklarına aykırı düşecek bir şekilde Müslüman yönetimin gayrimüslim bölgeler üzerinde saldırganca genişlemesinin bir aracı değildir... Muhammed Esed’e göre Cihat; aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir.

Görüldüğü gibi Muhammed Esed, bazı dini kavramları alışılmadık şekilde açıklamasından dolayı Yahudi aileden gelmesi bahane edilerek her zaman ve her yerde olduğu gibi bazı çevrelerce bilindik iftiralara uğrayarak "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralara maruz kalır.

Ancak Muhammed Esed’in ‘’dönme’’ diye dışlanması ve "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralara maruz kalması ise Muhammed Esed’in suçudur!!!

Neden diye sorarsanız eğer:

Muhammed Esed eğer;

Muhammed Esed; İslam’ın hümanist, insancıl ve barışçı yanını öne çıkaracağına, Hz. Peygamberin gerçek hadis ve sünnetini anlatacağına, hoşgörüyü, insana ve çevreye saygıyı, merhametli olmayı, sünnete uymayı önereceğine ve Kur’anı Kerim’i gerçek içeriği ile anlaşılır bir şekilde yorumlayacağına; savaş ve şiddet çığırtkanlığı yapsaydı, dinci terör gruplarını destekleseydi, bir mezhep peşinde koşsaydı, insanları sınıflara ayırıp birbirine düşürseydi, kadınları aşağılasaydı, küçücük kız çocuklarıyla evlenmenin caiz olduğu fetvasını verseydi, kendinden olmayanı yok saysaydı, üniforması altında şerefle vazifesini yapan askerlerine kumpaslar kuranları, onlara iftira atanları destekleseydi, sürekli hasetten, garezden, kinden, nefretten, intikamdan bahsetseydi, yolsuzluk hırsızlık değildir deseydi, bilmem kaç milyon dolarlık Mercedeslere binseydi, Ortaçağdaki papazlar gibi bilmem nereye yardım yapanlara cennet vadetseydi, yetim hakkı yeseydi, kul hakkı çiğneseydi, sürekli yalan söyleseydi, iktidarlara ve muktedirlere yamansaydı, İslam’ı siyasetine alet etseydi, İslam’ı siyasetine alet edenlere karşı da seyirci kalsaydı, Müslüman olduğunda Pakistan'a gidip Pakistan vatandaşı olacağına ABD'ye gidip CIA'nın, Almanya'ya gidip BND'nin, İngiltere'ye gidip MI6'nın veya Fransa'ya gidip DGSE'nin kucağına otursaydı, 21. yüzyılda İslam coğrafyasına yapılan Haçlı Seferlerinde haçlılardan yana saf tutsaydı işte o zaman ‘’makbul bir Müslüman’’, ‘’muteber bir düşünür’’, ‘’derin bir İslam âlimi’’ ve ''Hocaefendi'' olurdu ve ne ‘’dönme’’ olduğu konuşulurdu ne de  "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralara maruz kalırdı..

Keşke diyorum; Muhammet Esed’e dönme diyenler, "hadis / sünnet inkârcısı", "peygamber düşmanı", "Yahudi ajanı", "sapık" ve ‘’Mason’’ olduğu yönünde iftiralar atanlar Muhammet Esed kadar Müslüman olsalardı… Tıpkı dün anlattığım Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme!’’ diyenlerin de Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olmasını dilediğim gibi...

Osman AYDOĞAN



Ahmet Vefik Paşa

21 Eylül 2020

Dünkü yazımda TV'lere çıkan profesörlerin halini arz etmiş idim... Bugün de TV'lere çıkmayanların halini arz edeyim. TV'ye çıkmayan bir profesörün halini örnek verip anlatırken bu profesör vesilesiyle tartışmaya konu olan Ahmet Vefik Paşa'yı da anlatayım...

Bir profesöre itiraz

Yıl 2004… Tarih ile ilgili bir sempozyumda izleyici olarak bulunuyordum... Bir profesör konuşuyordu… Konu birden Ahmet Vefik Paşa’ya geldi ve bu profesör alaycı bir eda ile ‘’dönmeydi’’ dedi… İtiraz için elimi kaldırdım, sempozyumu yöneten bir başka profesör söz vermedi. Sempozyum sonunda soru cevap kısmı da olmadı… Sempozyum sonunda bu profesöre de ulaşamadım... İtirazım içimde kaldı….

İtirazım şu idi…

Acaba Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönmeydi’’ diyen profesör, Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu’nun kimler olduğunu biliyor muydu? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu’nun 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydi bu profesör? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa’nın, Mustafa Celaleddin Paşa’nın, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşa’nın kimler olduğunu biliyor muydu bu profesör? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor muydu bu profesör? Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’inin Türk kökenli olup, geri kalan 117’sinin farklı etnik kökenlerden gelmekte olduğunu biliyor muydu ki bu profesör?

Evet Ahmet Vefik Paşa da dedesi Bulgarzâde Yahya Efendi olan hem ana hem de baba tarafından Rum kökenli idi... 

Ancak sözde profesör olmuş ancak adam olamamış bu zavallı zat ayrıca ''dönme'' sıfatını da hakaret amacıyla kullanıyordu. 

Ancak Ahmet Vefik Paşa’ya dönme diyen profesör keşke Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı diyorum.

Niye mi? Bakın anlatayım…

Ahmet Vefik Paşa

Ahmet Vefik Paşa (1823 – 1891); Osmanlının devlet adamıdır, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarıdır, Türkçülük hareketinin öncüsüdür, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanıdır, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapmıştır, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamıdır.

Ahmet Vefik Paşa; Tanzimat döneminde milliyetçilik ve Türkçülük fikirlerinin en önde gelen ateşli savunucusudur. Türk diline büyük önem veren Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabı vardır. Sözlükteki Türk kelimesinin açıklamasında Osmanlıların, büyük Türk milletinin bir parçası olduğunu ilk defa ortaya koyar. Gerçek bir aydındır ve aydın bir devlet adamı olmakla birlikte asıl ününü edebiyat alanında koyduğu eserlere borçludur.

Ziya Gökalp'in ‘’Türkçülüğün Esasları’’ kitabına göre Osmanlı içinde bulunan Türkçülerden birisidir. Türkçülüğü sözde kalmamıştır. Evindeki mobilyalardan giysilere kadar hepsi Türk malıdır. Çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, evime Türk ürünlerinden başka bir şey giremez diyerek kızının bu arzusunu reddeder.

Ahmet Vefik Paşa bizim bildiğimiz asker paşalarından değildir. 19 Mart 1877'de Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılışı ile kendisine pa­şa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verilir. (26 Mart 1877). 1878’de tekrar Maarif Nazırı, daha sonra da sadrazam olur. Yüzyıllardır kullanılan “sadrazam” sözcüğünü “başvekil” olarak değiştiren de kendisidir. Yıllardır kullandığımız ‘’başvekil’’ sözcüğü Türkçeye kazandıran Ahmet Vefik Paşadır.

Şimdi anlatacağım şu iki vaka sanırım Ahmet Vefik Paşa’yı daha iyi anlamamızı sağlar. Önce birinci tarihi vaka:

Rus Ordusu Komutanı karşısında Ahmet Vefik Paşa

Yıl 1878. 93 Harbi diye bildiğimiz 1877-1878 Osmanlı Rus Harbinde Osmanlı Ordusu yenilmiş Rus ordusu Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç komutasında Yeşilköy’de karargâh kurmuşlardır.

Bir gün Rus ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç Padişah ile görüşmek ister. Protokol kurallarına aykırı bir istektir bu. Rus ordu komutanı normal olarak Türk ordu komutanı ile görüşmelidir. Ancak padişah bu isteği kabul eder. Rus ordu komutanı Rus sefaretine ait bir gemi ile Yeşilköy’den Dolmabahçe’ye gelir. Dolmabahçe sarayının rıhtıma kırmızı halılar serilmiştir. Başta padişah, sadrazam ve nazırlar Rus ordu komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç‘i törenle karşılamaya çıkarlar.

Rus Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç iri yarı birisidir. Gemiden rıhtıma iner… Arkasından da yaveri iner... Yaver de iri yarı, insan azmanı birisidir. Ancak yaverin elinde iki tane flama vardır; birisi Rus Ordu flaması, diğeri de Rus bayrağıdır. Yaver bu iki flamayı Dolmabahçe sarayının bahçesine saplar. Bu tam bir hakarettir aslında. Bu hareket eğer İstanbul Ruslar tarafından işgal edilseydi yapılabilecek bir hareketti.

Bu hareket karşısında başta padişah, sadrazam olmak üzere hiçbir vezirin kılı kıpırdamaz Ahmet Vefik Paşa hariç... Ahmet Vefik Paşa karşılama heyetinin önüne çıkar, sert adımlarla Rus Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç’e doğru yürümeye başlar. Rus Ordu Komutanı da kendisine doğru sert adımlarla gelen Ahmet Vefik Paşa’yı kendisine refakat etmek üzere geldiğini sanarak duraklar. Ahmet Vefik Paşa Rus Ordu Komutanına çarparak ilerler, bu iki flamanın saplandığı yere kadar gider, bu iki flamayı sert bir hareketle çıkarıp alır, iki adam daha atar ve bu iki flamayı Boğazın sularına saplayacak şekilde hışımla sertçe fırlatır. Bu iki flama hemen Boğazın sularına gömülerek kaybolur. Bu işlemden sonra Ahmet Vefik Paşa yine sert adımlarla yürüyerek yerine geçer. Rus Ordu Komutanı da şaşkınlıkla seyrettiği bu manzara karşısında sanki hiçbir şey olmamış gibi yürüyerek kabul yerine gider.

Başta padişah ve sadrazam olmak üzere Rus Ordu Komutanını karşılamada bulunan herkes Türk’tür. Fakat Ahmet Vefik Paşa dönmedir! Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyen profesör, Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Gelelim ikinci vakaya…

Vali Ahmet Vefik Paşa İnegöl'de 

1880’li yıllar… Ahmet Vefik Paşa Bursa’ya vali olarak atanır. Vali Ahmet Vefik Paşa bir gün teftişe çıkar, İnegöl’e gelir. Refakatçileri ile şehrin ortasında bir çınarın gölgesine otururlar.

Ahmet Vefik Paşa, tam karşısında bacak bacak üstüne atmış kabararak oturan şahsa sorar: ‘’Beyefendi siz kimsiniz? Hangi millettensiniz?” “Ben, şehir eşrafından Kiremitçiyan Oğullarından zeytin tüccarı Bogosum…”

Ahmet Vefik Paşa orada bulunanlara sormaya devam eder ve şu cevapları alır; “Ben, İnegöl eşrafından Pastırmacıyan Oğullarından zeytinyağı tüccarı Artinim…” “Ben Paşa Hazretleri, şehir eşrafından Kasapyan Oğullarından koyun ve sığır tüccarı Popopalas'ım...”

Paşanın gözü, arkalarda kırık bir iskemlenin üstünde oturan boynu bükük, omzu çökük ancak nur yüzlü bir ihtiyara ilişir. “Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz?” Nur yüzlü ihtiyar, bir Paşa tarafından kendisine sual sorulacağını ummadığından, sualin kendisine değil başka birine sorulduğunu zannederek etrafına bakınır. Ahmet Vefik Paşa; "Babacığım size soruyorum!" der. 

İhtiyar tereddütle kendi kendini işaret eder: “Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri?” “Evet, Babacığım sana soruyorum. Sen hangi millettensin?” İhtiyar kısık sesle utanırcasına söyler; “Ben Paşa Hazretleri, haşa huzurdan Türk’üm.”

Ahmet Vefik Paşa, ihtiyarı omuzlarından tutarak ayağa kaldırır, sonra da ihtiyarı sarsarak haykırırcasına, bağırırcasına, gürlercesine konuşur: ‘’Babacığım, bu memlekette Türk olmak, Türküm demek suç mudur ki böyle konuşuyorsun. Ben de Türküm desene, bunu gururla söylesene, bunu iftiharla haykırsana. Bak ben de Türküm!’’

İhtiyar; "Sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün, Türk'ten Paşa olur mu?’’ (*) diyerek Ahmet Vefik Paşa'nın elini öper. Ahmet Vefik Paşa; "Babacığım Paşa olmak ne ki. Yedi cihana baş eğdiren Padişahlar da Türk'tür, anladın mı?"

Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyen profesör, Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Ahmet Vefik Paşa'ya göre iyi bir siyasetçide aranan özellikler

Yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabından bahsetmiştim ya. Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arardı; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır).

Hatta der ki kitabında Ahmet Vefik Paşa; '’siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘M’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’

Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’M’'li özellikleri saydıktan sonra ekler; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir’.'’

Ülkemizde yaşanan son olaylar göstermiştir ki vatandaş bu evsafa sahip siyasilere, siyasiler de bu evsafa sahip yöneticilere görev vermemiştir. Yine yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa'nın özelliklerini saydım ki günümüzün sözde devlet adamları ile mukayese edelim diye... Örneğin bakınız Dâhiliye Nâzırı’na! Bu evsafta mı dır? Hele hele Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönmedir’’ diyen profesöre bakınız… Dün anlattığım, Balkan göçmeni Türklere ''Türk değiller'' diyen profesöre bakınız... Bu evsafta mıdırlar? Profesör olmuş ama ‘’adam’’ olamamış… Bu profesör gibi nice ‘’adam’’ olamayanların onlarcasını hemen her gün TV’lerde izlemiyor muyuz? Bir Çin atasözü derdi zaten; ''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.'' Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz…

Ahmet Vefik Paşa dönme! Öyle mi?

Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyenler Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsalardı… Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyenler bu kadar kısa boylu olmasalardı...

Rus Ordu Komutanı Dolmabahçe Sarayının bahçesine Rus Ordu flamasını ve Rus bayrağını diktiğinde tepkisiz kalan onca nazır ve Ulu Hakan öz be öz Türk (!) ama Devleti Âliye’ye yapılan bu hakareti kabullenemeyip tepki gösteren Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar Türk, okullardan andımızı kaldıranlar Türk, askerimizin kafasına ecnebi askerleri çuval geçirince sessiz kalanlar Türk, ancak Türk olduğunu söylemekten çekinen yaşlıyı omuzlarından tutup sarsarak ‘’Ben de Türküm desene, bunu gururla söylesene, bunu iftiharla haykırsana. Bak ben de Türküm!’’ diyen Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Almanya ile olan onca sorunlara rağmen Alman Mercedes otomobillerine kurula kurula binenler Türk, ama evindeki mobilyalardan giysilere kadar hepsi Türk malı olup çok sevdiği küçücük kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, ‘’evime Türk ürünlerinden başka bir şey giremez’’ diyerek küçücük kızının bu arzusunu reddeden Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyenlerin dedeleri veya dedelerinin dedeleri veya onların dedeleri bir yerlerden dönmemişler miydi? Onlar da ''dönme'' değiller miydi? Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, “Türk” sözcüğünü bir “ırk” kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘’Türk’’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder. Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyen profesör, keşke Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Yazıma Ahmet Vefik Paşa’nın bir sözü ile son vermek istiyorum;

‘’Cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür.’’

Osman AYDOĞAN

(*)  Ahmet Vefik Paşa’nın İnegöl’de karşılaştığı yaşlı bir Türk’ün kendisinin Türk olduğuna inanmayıp "sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün, Türk'ten Paşa olur mu?’’ diye itirazı boş değildir.

Devir II. Abdülhamit devridir. 33 senelik Abdülhamit devrinde devletin en üst kademesine bir bakalım. Yaşlı kişinin ‘’Türk’ten paşa olur mu?’’ şüphesi haklı mı değil mi bir görelim.

Bunun için 1922 yılında Milli Mücadeleye karşı olduğu gerekçesi ile öldürülen Ali Kemal'in torunu, 1978 yılında Asala saldırısından yaralı kurtulan ancak eşini kaybeden Hariciyeci Zeki Kuneralp'in de oğlu olan Sinan KUNERALP’in ‘’Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber’’ (İsis Press, 1999) isimli eserine bir göz atalım.

Bu kitaptan Halife-i Müslümin, II. Abdülhamit’in nazırlarına (bakanlarına) ve bürokratlarına bakalım:

Hariciye Nazırları;

Aleksandros Karateodori Paşa (1878-1879)
Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)

Hazine-i Hassa Nazırları:

Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891),
Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897),
Ohanes Sakız Efendi (1897-1908)

Maliye Nazırı:

Agop Ohanes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 - Mart 1887) (1888-1891)

Nafia Nazırları:

Ohanes Çamiç Efendi (1877-1878),
Aleksandr Karateodori Paşa (1878)
Sava Paşa (1878-1879)

Orman ve Maadin Nazırları;

Mavrokordato Efendi (1908-1909),
Aristidi Paşa ( 1909)

Ticaret ve Ziraat Nazırları:

Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880)
Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)

Ayan Üyeleri(1876);

Antopolos Efendi Aristarki Bey,
Daviçon Karmona Efendi,
Musurus Paşa,
Serviçen Efendi,
Stoyanoviç Efendi,
Dr. De Kastro Bey,
Mavroyeni Paşa,
Karatodri Paşa,
Abraham Karakahya Paşa

Ayan Üyeleri(1908)

Azaryan Efendi,
Basarya Efendi,
Bohor Efendi,
Fethi Franko Bey,
Gabriyel Noradonkyan Efendi,
Mavrokordato Efendi,
Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi,
Yorgiyadis Efendi,
Aram Efendi,
Popoviç Temko Efendi,

Babıali Hukuk

Gabriel Efendi;

(Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi 2. Dünya savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansında Ermeniler için toprak talep etmiş, Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmıştır…

Elçiler:

Fotiades Bey ve Gobdan Efendi’nin Atina,
Azaryan Efendi’nin Belgrad,
E. Karatodri Efendi’nin Brüksel,
Blak Bey’in Bükreş,
Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi’nin Lahey,
K. Musurus Paşa, Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa’nın Londra,
Naum Paşa’nın Paris, S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey’in Roma,
Nikola Gobdan Efendi’nin Sofya,
A. Vogorides Paşa’nın Viyana,
L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey’in Washington’da Büyükelçi-Elçi olarak görev yaptıklarını görüyoruz.

Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi.

Valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.

Mesela;

Şarkî Rumeli Valileri; Sava Paşa, Aleko Vogorides Paşa, Gavril Paşa Hristoiç, Alexandre de Battenberg, Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,

Sisam Beyleri; Mişel Gregoriyadis Bey, Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa, Yorgi Yorgiadis Efendi, Andrea Kopasis Efendi,

Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları; Vasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko Paşa

Maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi (!) vardır… O zamanın İnegöl’ündeki garip Türk köylüsü Ahmet Vefik Paşa’nın Türk olduğuna nasıl inansın ki?

Türk Dil Kurumuna bir Ermeni dilbilgisi uzmanı olan Agop Dilaçar’ı oda sadece Genel Sekreter olarak atadı diye ki, adam zaten Osmanlı memurudur, 100 senedir Atatürk'e demediğini bırakmayan II. Abdülhamit hayranlarına ne demeli?

(Agop Dilaçar; Mustafa Kemal'e, ‘’Atatürk’’ soyadının verilmesini, TBMM’ye teklif eden kişidir. Ayrıca Türkçe’ye yaptığı katkılardan dolayı da 1934 yılında, soyadı kanunu çıkınca, ‘’Martayan’’ soyadını bırakarak Atatürk'ün kendisine teklif ettiği ‘Dilaçar’ soyadını alır. Agop Dilaçar, Ermenice ve Türkçenin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilir.)



TV ekranlarındaki profesörler... 

20 Eylül 2020

İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Başkanı olan Prof. Dr. Ahmet Uysal geçen hafta katıldığı bir televizyon programında Balkan göçmeni Türkleri kastederek şöyle konuşuyor:

“Bu insanlar da Türk diye gelmedi buraya. Sığınmak için geldi. O zaman işte Moskof diyorlardı. Bunların şeyinden onurlu yaşamak için işgalden kaçtılar. Kaçmayanlar da vardı. … Yani İnalcık Hoca diyor ki, nüfusun üçte biri Balkanlardan ve başka şekilde geldi Anadolu’ya. Yani göçmen ve bunlar Türk değil. … Ben bunu problem yapmıyorum. Hepsi bizim kardeşimizdir ve Türkleşmiştir. Sıkıntı yok, Suriyeliler de Türkleşecek… Bunlar, Türkçeyi bile sonradan öğrenmiştir!”…

Adam profesör olmuş ama adamın ifadesindeki Türkçe bozukluğu, üslubu bir yana bırakayım adamda zerre kadar tarih bilgisi yok. Adam daha Balkanların Osmanlının anavatanı olduğundan, Balkanlardan gelen göçmenlerin Osmanlının asli unsuru olduğundan haberi yok.

Ancak bu adam gibilerden TV ekranlarında öylesine çok var ki!

Benim tasavvurumda bir profesör ağırlığı vardı… Keşke diyorum bu profesörler çıkmasalar televizyonlara… Hiç gözükmeseler oralarda…

Çünkü bu profesörleri dinledikçe bunların üniversitelerine, bunların öğrencilerine içimden acımak geliyor. Öğretmek için önce öğrenmek ve örnek olmak gerek. Adlarının önünde akademik unvan kalabalığı olan bu insanlar TV ekranlarında; bilgisizliklerini, görgüsüzlüklerini, cehaletlerini, kaba ve terbiyesiz ağızlarını, nursuz yüzlerini, sevgisiz yüreklerini, seviyesiz düzeylerini, hissiz ruhlarını, anlamsız bakan gözlerini, doğruya değil de güce yaltaklanan sözlerini sergiliyorlar. Bunlar belli ki feodaliteden gelmişler, feodaliteyi de bilmiyorlar, burjuva ahlakına burun kıvırıyorlar ancak burjuva ahlakına da yabancılar. Her şeyden de anlıyorlar, her konunun da uzmanıdırlar, kısaca herbokologlar… Ve bir de bunların içinde  ''Hukuk''un ''H'' sinden bi haber sözde hukukçular var...

Bir de bunlar tartışma esnasında bağırmıyorlar mı... Parmaklarını göstere göstere sallamıyorlar mı... Hatta hatta muhataplarına hakaret bile etmiyorlar mı... Bunları ne zaman ekranların önünde bağırarak görsem, parmaklarını sallarlarken görsem aklıma Ernest Hemingway'in bir sözü geliyor... Ünlü yazar bir konuşma metninin kenarında şu notu düşmüş: "Burada fikirler zayıf... Sesini yükselt!" Ses, çoğu kez zayıf fikirlerin kaldıracıdır. Sesini yükselten, desibel hesabıyla haklı çıkacağını sanır. Bunlarda böyle işte; zihinleri fukara olunca fikirleri de ukela oluyor, kaldıraç olarak da seslerini ve parmaklarını kullanıyorlar.   

Tüm bu ekranlarda gördüklerim bana İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati'nin bir yazısını hatırlatıyor: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

(Bu noktada sanırım bir sözlük kullanmam gerekecek: Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik,  zahirî olan… Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan…)

Yalçın Küçük teeee 1980'li yıllarda yazdığı “Aydın Üzerine Tezler” (Tekin Yayınevi, 1990) isimli beş ciltlik kitabında aydın sorununu şöyle anlatıyordu: “Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”

İşte geldiğimiz nokta budur... İşte TV'lerde bu gördüğümüz sözde profesörler, sözde aydınlar, üniversite hocaları böylesine bir sürecin ürünleridirler...

İsimlerinin önünde akademik unvan kalabalığı olan, TV ekranlarında ahkâm kesen bu insanlar bir de Osmanlıya öykünmezler mi? Ancak bu zatlar kendi tarihlerini bilmedikleri gibi öykündükleri Osmanlının tarihini de bilmezler.... Onlar Osmanlının yükseliş zamanındaki hocalarının ağırlığını da bilmezler.

Fatih Sultan Mehmet, bir gün veziri Mahmut Paşa’yı yanına alarak hocası Akşemseddin’i ziyarete gider. Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmaz. Bir süre sonra Akşemseddin, Fatih’in huzuruna gider. Padişahın yanında Mahmut Paşa da vardır. Fatih hemen ayağa kalkarak hocasına yer gösterir. 

İki olayı kıyaslayan Mahmut Paşa dayanamayıp sorar: ''Hünkârım, hocanız geldiğinde siz ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmaz. Sebebi ne ola?'' 

Fatih şöyle cevap verir: ''Hocam Akşemseddin’e saygı göstermemek elimde değil. O yanıma geldiğinde gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında olmadan kendimi ayakta bulurum. O ise, ilmin izzetini (değerini, yüceliğini) korumak için bana ayağa kalkmaz.''

İşte Osmanlı yükselirken âlimleri ve yönetimlerin âlimlere davranışı böyleydi...

Padişah II. Mahmut zamanında yaşamış Osmanlı Devlet adamı Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca; ''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap / Eyler onu müdahanei âliman harap.'' Türkçesi şu; ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''

Osmanlı çökerken de yaşananlar bir Osmanlı âlimine çöküşün nedenini işte böyle söyletiyor: ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''

Fatih'in hocası Akşemsettin'e saygısı nire... Hoca Akşemsettin'in hoca olarak ağırlığı nire.... Bunlar nire…. Hocasını her gördüğünde saygısından ayağa kalkan Fatih nire, şimdilerde ise hocalarını kürsülerinden kovan, kaba kuvvetle derdest eden, cüppelerini yerlerde süründüren yönetimler nire... İlminin izzetini korumak için Fatih karşısında bile ayağa kalkmayan Hoca Akşemseddin nire, bunlar; el etek öpen, dalkavukluğun alasını yapan hocalar, profesörler, rektörler nire....

Gerçek hocalar tenzih ederim tabii ki...

Mevlânâ'nın çeşitli konuşmalarından derlenmiş bir eseri vardır: ''Fîhi Mâ Fîh'' (İnkılap Kitabevi, 2008) Bu kitapta Hz. Muhammed'in bir sözü yer alırdı: 

''Bilginlerin kötüsü emirleri ziyaret eden, emirlerin iyisi bilginleri bilginleri ziyaret edendir.''

İlim izzet sahibi olmayan, kadri kıymeti bulunmayan, ilminin izzetini, yüceliğini korumayan, dalkavukluk yapan, emirlerin elini eteğini öpen âlimlere sahip toplumlar ile gerçek âlimlerinin kadrini, kıymetini, değerini bilmeyen yönetimlerin sonu tarihin çöplüğü ve tarihin fokurdayan çukurlarıdır...

Tarih bize çok şeyler söyler... Ama anlayan kim?

Türkiye aydın karanlığında kuru bir çıra gibi alev alev yanmaktadır... Ama gören, duyan, aldıran kim? 

Osman AYDOĞAN



Dolar kuru neden sürekli yükseliyor?

19 Eylül 2020

Dolar kuru neden sürekli yükseliyor? Zor gibi gözükse de hiç de zor bir soru değil. Bu sorunun cevabı da gayet basittir. Sorunun cevabını bulmak için hiç de ekonomist olmaya gerek yok diye düşünüyorum.

Bu sorunun cevabını yorumsuz olarak şu dört kitaptan çok kısa olarak bahsederek aktaracağım:

Birinci kitap: Daron Acemoğlu ve James Robinson, ‘’Ulusların Düşüşü’’ (Orjinal adı: Why Nations Fail ) (Doğan Kitap, 2013)

Kitap “Tarih, kaderden ibaret değildir!” diye başlar ve ulusların güç, zenginlik ve yoksulluğunun kökenlerini araştırır.

Yazarlar eserlerinde “Neden bazı ülkeler zenginken bazıları yoksuldur?” şeklinde bir soru ortaya atıp, feodalizm, sömürgecilik, kapitalizm ve sosyalizm uygulamaları arasında karşılaştırmalar yapıyor. Sömürgeler, koloniler, devrimler ve kurtuluş hareketlerinin günümüze yansıması nasıldır diye araştırıyor. Sanayi Devriminin, neden Moldovya’da değil de İngiltere’de başladığını açıklıyor… Toplumların elitleri ile en alttakiler arasında değişen ve değişmeyen ilişki biçimlerini inceliyor…

Ve yazarlar 496 sayfalık eserlerinin sonunda şu sonuca varıyorlar: Bir toplumda, siyasi ve iktisadi alanda eşit rekabet ortamı varsa, hukuka saygılıysa, mülkiyet hakları korunuyor, siyasi gücün üzerinde denge ve fren mekanizması saat gibi çalışıyorsa yani yargı, sivil toplum, medya güçlüyse; büyüme sürekli olur, refahı getirir... Bu saydıklarının tersi olursa, rekabet ortamı oluşmamışsa, siyaset belirleyici, yargı bağımlı, hukuk ayaklar altında, sivil toplum güçsüz, medya işlevsizse; o ülke büyüse bile sürdürülebilir bir büyüme olmaz, refah gelmez, halk yoksullaşır.

Sonuç ne? Dolar kurunun artışı…

İkinci kitap: Bernard Lewis, ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal adı: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, 2007)

Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis kitabında Türkiye’ye de yer verir. Lewis’in kitabından Türkiye ile ilgili bir bölüm:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”

Sonuç yine aynı: Dolar kurunun artışı…

Üçüncü kitap: Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, ‘’Türk Humanizmi’’ (Türk Tarih Kurumu Yayınları / Yirmi Üçüncü Dizi, 1988)

Prof. Dr. Suat Sinanoğlu bu kitabında ‘’Düşünce özgürlüğü’’ ile ‘’zihin özgürlüğü’’ (düşünme yetisinin özgürlüğü) arasındaki ayrımın üzerinde pek durulmadığını söyler. Oysa bu, önemli ve köklü bir ayrımdır der. Kişi, belirli bir dünya görüşüne ve yaşam biçimine bağlı düşüncelerini özgürce dile dökmeyi isteyebilir; bu istek özgürlük kavramının yalnızca sınırlı bir boyutunun bilincini yansıtır.

Bu boyut kimi zaman öylesine sınırlıdır ki, ‘’kişilik ve insan onuru’’ değerlerine ters düşen düşünceler taşıdığının farkında bile olmaz kişi. Sonsuza açık ‘’zihin özgürlüğü’’nün bilinci ise kişiyi düşün kalıplarına tutsak olmaktan korur. Çünkü bu kalıplar insanın yaratma yetisini baskı altında tutar, bu temel yetinin ürünlerini kısır yinelemelere dönüştürür, dolayısıyla da dar bir boyutun durağanlığı içinde kültürel gelişmeyi engeller.

Bu nedenle, “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir. Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü, bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir. Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir. 

Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı kitabında en çarpıcı tespiti de şudur: “......doğuda manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir..... dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis -ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”

“Akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile zihni beslenmeyen ve manevi evreni koskoca bir morga benzeyen böyle bir toplumun ekonomisi de aynı sonucu verir ve sonuçta da Dolar kuru artar…

Dördüncü kitap: Doç. Dr. Selçuk Şirin, ‘’Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük Ya Sefalet’’ (Doğan Kitap, 2015)

New York Üniversitesi öğretim üyesi Selçuk Şirin kendi kitabının içeriğini de şöyle özetliyor:

“Türkiye 2000’lerde ekonomik olarak bir yere geldi ama 2008’den sonra durdu. 2008 itibarıyla biz bugün ekonomik olarak bulunduğumuz noktaya geldik aslında.

Biz 2008 senesine geldiğimizde yaklaşık on bin dolar milli gelirimiz vardı. Bugün o hesabı yapın biz onun da altına düştük. Biz yaklaşık 2008 yılından bugüne geçen yedi yıllık süreçte bir yere ilerlemedik ekonomik olarak. Ekonomik olarak durduk.

Bu ekonomik durgunluğunun nedenini de ben ekonomide değil, ekonomi dışı faktörlerde görüyorum. Birincisi hukukun üstünlüğü ya da hukuk sistemindeki sıkıntılar. İkincisi, özgürlüklerin önündeki engellerden kaynaklı ve sıkıntılar. Üçüncüsü de eğitim, Türkiye, bu üç alanda reform yapamadığı için, bu üç alanda bir sonraki evreye yani on bin dolardan, yirmi bin dolara götürecek aşamaya geçemedi. O yüzden yol ayrımında diyorum.

Özgürlük çok önemli, artık özgürlük olmazsa kalkınma da olmuyor. Yani bizim on bin dolardan yirmi bin dolara çıkmamız için ne yapmamız lazım? Katma değeri yüksek ekonomiye geçmemiz lazım. Bu ekonomiyi kim yaratacak? Sadece özgür hareket eden, özgürce düşünen, sınırsız düşünebilen, bilginin önünde engeller olmayan kuşak, gençler yapacak. Özgürlük bu yeni ekonomik modele geçmek için çok önemli.

Üçüncü yapısal değişimi ve dönüşümü de eğitim de yapmamız gerekiyor. Türk eğitim sistemi dünyanın ilk kırk eğitim sistemi arasında yok. Biz ekonomik büyüklük olarak şu an 18. Sıradayız, değişiyor belki 19’a da düşmüş olabiliriz. 19. Sıra diyelim ama gerçeğine bakınca siz çocuklarınızı ilk kırkın arasına getirmeyi becerememişsiniz. Bu, 12 yıldır böyle.

Türkiye’nin bir sonraki evreye geçmek için, literatürde biz orta gelir tuzağı diyoruz. On bin dolar tuzağı. Çünkü dünyada üç- beş bin dolardan on bin dolara gelen bir çok ülke var. Bu biraz mümkün ve kolay. Bu nasıl mümkün? Bunu yol yaparak yapabilirsiniz. İnşaatla yapabilirsiniz. Fındık satarak yapabilirsiniz. Ama on bin dolardan yirmi bin dolara geçmek için yaptığınız her işe aklınızı koymanız lazım. Adil rekabet, özgürlük, bilgiye ulaşma özgürlüğü de basın özgürlüğü de bunun içerisinde ve eğitim. Eğitimde de eleştirel düşünce becerili çocukların önünü açmanız lazım.

Türkiye bu üç alanda son on yıldır hiç bir yapısal reform yapmadı. Bu yüzden yerimizde sayıyoruz. Biz 20. Yüzyıl trendini 19. Yüzyıl’ın sonunda kaçırdık. Orada bir sanayileşme devrimi başladı ve biz buna katılamadık, dâhil olamadık. Halen daha debeleniyoruz, 19 Yüzyıl’ın teknolojisi milli araba yapmaya çalışıyoruz. 21. Yüzyıl’da başka bir ekonomi kuruldu, katma değeri yüksek ekonomi. Yaptığınız her şeye akıl katacaksınız. Şimdi biz bundan da daha geride kalma riskiyle karşı karşıyayız. Eğer şu an okullarda olan otuz yaşın altındaki kuşağı --ki nüfusumuzun yüzde ellisi -- sözünü ettiğim bu üç reformu gerçekleştirerek ve onları bu çağa taşıyamazsak bu çağı da kaçıracağız. Bu kitabı yazma gerekçem bu.”

Sonuç yine aynı… Yazarın yazdıkları olmadığı, olamadığı, yapılmadığı için Dolar kuru artıyor…

Sonuç

Sanırım bu dört kitapta anlatılanlar ülkede Dolar kurunun neden sürekli arttığını yeterince açıklıkla izah ediyor. Benim ayrıca bir kelime bile olsa eklememe ihtiyaç yok diye düşünüyorum… Her şey ayan beyan ortadadır.

Sahi Dolar kuru neden sürekli yükseliyor?

Osman AYDOĞAN

Son on senedeki Dolar kuru:



İdlib'de pusuda bekleyen felaket!

18 Eylül 2020

Son olarak 27 Şubat 2020 tarihinde 33 askerimizin şehit olmasından bu yana neredeyse gün geçmiyor ki İdlib’den bir şehit haberi gelmesin… Bütün gözler Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya çevrilmişken İdlib’de ne olup bittiği, bu şehitlerin neden verildiği unutulup gitti… Ta ki Dışişleri Bakanlığı tarafından üç gün önce bir açıklama yapılana kadar.

Türkiye ve Rusya arasındaki Suriye görüşmeleri

Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama şöyle:

"Ülkemiz ile Rusya Federasyonu arasında Libya ve Suriye konulu kurumlararası istişarelere teknik düzeyde 15-16 Eylül 2020 tarihlerinde Ankara’da devam edilecektir." 

Pek gündeme gelmedi ama Türkiye ve Rusya arasında Libya ve Suriye görüşmeler Haziran ayından bu yana devam ediyor. 15 -16 Eylül 2020 tarihinde yapılan bu görüşmeler bu görüşme zincirinin bir devamı aslında.

Ankara’da yapılan bu görüşmeler esnasında da İdlib güneyinde ve halen Suriye kontrolünde bulunan 3, 4, 5, 6, 7, 8 ve 9 numaralı gözlem noktalarında (ki toplam 12 gözlem noktasının 7’si) Türkiye aleyhine muhtemel Esad yanlıları sivillerce protesto gösterileri yapılıyor... Hatta bu göstericiler 7 nolu Gözlem Noktasına saldırı girişiminde bulunuyor ancak saldırı biber gazı kullanılarak püskürtülüyor…

Yine Ankara’da yapılan bu görüşmeler esnasında da Rusya İdlib civarında bulunan İŞİD artığı teröristlerin üzerine Rus hava kuvvetlerince saldırılarda bulunuyor..

Türk gözlem noktalarının konumu

Bu yılın başlarında Suriye ordusunun Rusya desteği ile düzenlediği operasyonlarda İdlib’in önemli bir bölümünü ele geçirmesiyle birlikte Türkiye’nin İdlib etrafına kurduğu 12 gözlem noktasının 7’si Suriye ordusunun kontrolündeki bölgenin tam ortasında kalıyor. Bu 7 Türk gözlem noktasına ikmal halen Rusya’nın desteği ile Suriye ordusunun kontrolündeki bölgeden geçerek yapılıyor. Ve halen buralarda Türkiye’nin hava sahası kontrolü yok. Bu bölgelerdeki hava sahası kontrolü de halen Rusya’nın elinde…

Bu noktada Türk gözlem noktalarının konumunu bir defa daha hatırlatmakta fayda görüyorum.

Suriye iç savaşı neticesinde Suriye ordusunun kontrolü ele almasıyla birlikte Suriye’de bulunan ne kadar İŞİD artığı terörist varsa İdlib’e sığınıyorlar.  Suriye ordusu ile İdlib’te ki bu cihatçı örgütler arasındaki gerginliği azaltmak maksadıyla 2017'de Astana'da Türkiye, İran ve Rusya ile bir anlaşmaya varıyorlar. Astana anlaşması kapsamında Türkiye ile Rusya arasında ise 17 Eylül 2017 tarihinde Soçi şehrinde bir mutabakat muhtırası imzalanıyor.

İmzalanan bu Soçi Mutabakat Muhtırasına kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 12 Ekim 2017'de ‘’İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’’ndeki ateşkes rejiminin takibi için gözlem noktaları oluşturmaya başlanıyor. Bu gözlem noktaları, İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin kontrolündeki sınır şeridinin silahlardan arındırılmasının denetlemesi planlanıyor. Yani Türkiye İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin silahtan arındırılması görevini üslenmiş oluyor.

Türkiye Suriye Ordusu ile İdlib’deki cihatçı örgütler arasındaki ateşkesin uygulanması için kuzeyden güneye doğru saptanan gerginliği azaltma şeridi boyunca 12 gözlem noktası kurmakla mükellef oluyor. Bu gözlem noktaları Türkiye sınırlarından 88 kilometre güneyinden geçiyor ve bu gözlem noktaları, cihatçılar ile Suriye birliklerini birbirinden ayırıyor. Gözlem noktalarının oluşturduğu bölge 15-20 kilometre derinliğinde ve 250 kilometre uzunluğundaki bir bölgeyi kapsıyor.

Ancak 17 Eylül 2017 tarihinde imzalanan Soçi mutabakatının üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Ocak 2020 tarihine kadar Türkiye’nin söz verdiği gibi İdlib’deki ılımlı muhalifler ile silahlı cihatçı gruplar ayrıştırılmadığı gibi İdlib’deki silahlı cihatçı gruplar da silahsızlandırılamıyor ve bunlardan da HTŞ gittikçe İdlib’e hâkim olmaya başlıyor… 

Şubat 2020 tarihinde ise Suriye ordusu ileri harekâtını devam ettirerek nerdeyse İdlib'i çember içine alıyor... Türkiye'nin gözlem noktaları da neredeyse bütünüyle Suriye birlikleri arasında kalıyor...

Ve 03 Şubat 2020 İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) topçu ateşiyle sekiz askerimiz şehit oluyor. Ardından 10 Şubat 2020 tarihinde yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te beş askerimiz daha şehit oluyor. Ve bunun da ardından 27 Şubat 2020 tarihinde yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te 33 askerimiz daha şehit oluyor.

İdlib’de gözlem noktaları konusunda yapılan hatalar

Hiç de üstümüze vazife değilken Soçi Mutabakatı ile Türkiye İdlib'deki cihatçı, selefi grupların garantörlüğünü ve korumasını üstleniyor. Bu maksatla da Suriye’de İdlib’de Türkiye’nin kurduğu bu on iki adet olan ‘’Gözlem Noktaları’’ ülkemizi terörist sızmalarından korumak için teröristlerle sınırımız arasında değil de İdlib’in güney ve doğusunda, İdlib’deki teröristlerle Suriye Ordusu arasında kuruluyor…

Yani ülkemizin güneyinde Suriye sınırında sınırımıza dünyanın en azılı, en gaddar, en vahşi teröristleri yığılıyor… Ve biz, ülkemizi bu teröristlerden korumak için askerlerimizi teröristlerle sınırımız arasına konuşlandırmak, mevzilendirmek yerine, askerlerimizi, teröristlerle komşu ülkenin askerleri arasında yerleştiriyoruz, konuşlandırıyoruz? 

Ayrıca Soçi Mutabakatındaki ‘’Gözlem Noktaları’’ tanımı dışında aşırı büyüklükte birlikler sahaya yığılıyor ve bu nedenle de bu büyük hacimli birlikler ‘’Gözlem Noktaları’’ dışında konuşlandırılıyor…

Daha vahimi bu bölgenin hava sahasının kontrolü da Rusların elinde… Bu bölgede Türkiye Ruslardan izinsiz İHA bile uçuramıyor… Yani bu gözlem noktalarındaki askerî birlikler oralara hava desteği ve hava koruması olmadan gönderiliyor. Halen de gözlem noktalarındaki askerî birlikler hava desteği ve hava koruması bulunmaksızın orada bulunuyorlar…

Rusya’nın kaba politikası bölgede okunamıyor.  3-10 Şubat 2020 tarihlerde birliklerimize yapılan hava saldırıları ve sonucunda verilen 13 şehit bize verilen ‘’bu bölgeden çekilin’’ mesajı ne yazık ki okunamıyor…

Bu hataların bedelini de görüldüğü gibi Suriye rejimine karşı bu silahlı cihatçı gruplara kalkan yapılan Mehmetçik canı ile ödüyor… Sadece Şubat 2020 ayında Türkiye Kıbrıs Barış Harekâtından sonra bir başka ülke topraklarında ilk defa bir ay içerisinde elliye yakın şehit veriyor…  

Türk gözlem noktalarını Batı nasıl yorumluyor

İdlib güneyinde tesis edilen bu gözlem noktaları Batı basınınca Türkiye’nin İŞİD artığı teröristleri koruması şeklinde yorumlanıyor. Son olarak Almanya’da yayınlanan girişte bahsettiğim İdlib’deki İŞİD artıklarına yapılan Rus hava saldırılarını da Alman basını ‘’Russische Wolken über dem türkisch-unterstützten Dschihadi-Paradies in Idlib’’ (İdlib'de Türk destekli cihat cenneti üzerinde Rus bulutları) (Linke Zeitung, 18.09.2020) şeklinde veriyor…

Sonuç

İdlib’den Şubat 2020 ayından bu yana gelen artık vukuatı adiye haline gelen günlük şehit haberleri bizi yanıltmasın. Türkiye dikkatini Doğu Akdeniz’e ve yine aldatıldığı ve kandırıldığı Libya’ya dikmişken İdlib’den Şubat 2020 ayında olduğu gibi yine felaket haberleri gelmesi her an mümkün görünüyor…

Türkiye'nin; İdlib'teki zaten 7 tanesi Suriye ordusunun kontrol ettiği bölgede kalan, artık Rusya’nın ve Suriye’nin insafına terk ettiği ve Batı tarafından da Türkiye’nin İŞİD artıklarını koruması şeklinde yorumlanan gözlem noktalarını geri çekmesinin dışındaki her bir hareket tarzı Türkiye'yi adım adım felakete götürecek gibi gözüküyor...

Ne yazık ki doğru sözler nazik olmuyor... Zarif sözler de doğru olmuyor...  Doğru sözler eğri görünüyor. Dost da acı söylüyor!... Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım…

Suriye'de Esad'siz bir çözüm mümkünsüz gözüküyor...

Osman AYDOĞAN

Türkiye'nin Suriye'de tesis ettiği gözlem noktaları:



John Berger

17 Eylül 2020

John Berger, çağının en etkili sanat eleştirmeni, senaryo ve belgesel yazarı ve romancıdır. 1926'da Londra'da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğar…

John Berger’in Türkiye'yle de iyi ilişkileri vardır. Cevat Çapan ve Latife Tekin gibi yazarlarımızın yakın ahbabıdır... .

Berger, Filistin sorununda Avrupa'dan farklı yaklaşır, Filistin'in yanında yer alır… Son 21 yıldır yaşadığı Fransa Alplerinde bir dağ köyünde köylülerin tarlalarında bir takım işler yaparak karşılığında geçimini sağlar.

Fransa'da yaşamasının nedeni de; 1972 yılında ‘‘G'’adlı romanıyla Booker Ödülü (*)'nü kazanması ve ödül konuşmasında, McConnell Şirketini Batı Hint adalarında ticari sömürgecilikle suçlaması ve ödülün yarısını Black Panther'lere bağışladığını açıklamasıdır. Bu olaydan sonra Britanya'nın en radikal kişileri arasına giren Berger, Britanya'yı terk ederek Fransa'ya taşınır.

John Berger’in bazı eserleri

Leylak ve Bayrak

Kitaplarından ‘‘Leylak ve Bayrak’’ (İletişim Yayınları, 1996) en önemli eserlerinin başında gelir... (John Berger’in son onbeş yılını verdiği “Onların Emeklerine” adlı üçlemenin son kitabıdır ‘’Leylak ve Bayrak’’) Kitabın açılışı kelebeklerledir… İlk sayfadan itibaren gözünüzün önünde iki sevimli kelebek uçuşmaya başlar ve kitabın sonuna kadar da kaybolmazlar. Onlar, kitabın kahramanı olan, birbirine âşık masum gençlerdir... Tarifi bir mümkünsüz, anlatılması bir imkânsız bir duygudur, bir serüvendir, bir güzelliktir, bir sevdadır ‘‘Leylak ve Bayrak’’. Nadir kitapların sonunda okuyanların gözlerinden tıpır tıpır yaşlar damlar ya, işte bu kitaplardan birisidir ‘‘Leylak ve Bayrak’’. Bugünlerde kitapçılarda ararsanız muhtemel olarak baskısı kalmadı cevabını alacağınız kitabın adıdır ''Leylak ve Bayrak''.

Yedinci Adam

Bir diğer önemli kitabı ‘‘Yedinci Adam’’ (A Seventh Man) (1975), (Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011) düzyazıyı, şiiri ve fotoğrafı birleştiren üslubuyla Avrupa'daki Türk göçmen işçilerinin durumunu konu alır. Göçmen işçilerin içindeki parçalanmışlığı şiirsel bir anlatımla ifade eder. ‘‘Yedinci Adam’’ için şöyle der Berger: ‘‘Bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. İstanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik. Gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş 20 kadar kitap vardı ve onlardan biri 'Yedinci Adam'ın Türkçesiydi. Bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü.’’

Görme Biçimleri

‘‘Görme Biçimleri’’ (Ways of Seeing) (Metis Yayıncılık, İstanbul, 1999) kitabı ise yazarın kesinlikle okunması gereken bir şaheseridir, bir klasiğidir. Bu kitap iletişim fakülteleri birinci sınıfta okutulur. John Berger, görme biçimlerinin bir şartlanma olduğunu ilk anlayanlardan biridir.

''Görme Biçimleri''nde Berger şöyle der ''Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek bulunuruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez.''

Kitabın bir başka yerinde de şunu söyler ‘‘Hiçbir söz gördüklerimizi anlatmaya yetmez.’’ Sanat eleştirisine bambaşka bir boyut kazandıran ‘‘Görme Biçimleri’’, çıkış noktasını çağımızın totemi televizyondan alır ve sanatın nasıl algılanması gerektiğini anlatır. İçinde çokça resim ve fotoğraf bulunan ‘‘Görme Biçimleri’’ okuyanları kendine bağımlı kılar. Bu kitabı okuduktan sonra hayata daha bir başka bakar insan.

‘’Görme Biçimleri’’nde Berger resim, algılama, kadın ve reklam üzerine odaklanmıştır.

Kadınlar konusunda şöyle yazar Berger: ''Bir kadının toplumda varoluş biçimi, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde ve zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öyle iç içedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar.''

Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona.

Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır.

Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı olarak sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kadının kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır. Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendini etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur.

Eylemlerinin her biri –amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl davranılmasını istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır.''

Anlatılanları şöyle özetleyebiliriz: Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini görsel bir metaya dönüştürmüş olur.

Reklam konusunda ise şunlara değinir Berger: ''Reklamların inandırıcılığı, söylenenlerin doğruluğu, söz verilen şeylerin gerçekleşebildiğinden değil, uyandırdığı düşlerin seyirci-alıcının düşleriyle çakışmasından doğmaktadır. Yani reklam temelde gerçeğe değil, düşlere dayanmaktadır. Bunu daha iyi anlayabilmek için biraz çekicilik kavramından bahsetmek gerekir:

Çekicilik, çağımızda yaratılmış bir şeydir. Bunun nedeniyse çekiciliğin, kişisel ve toplumsal kıskançlığın ortak, yaygın bir duygu olarak ortaya çıkmasından önce yaratılamayacak olmasıdır. Sanayi toplumu, bu ortak duygunun yaratılabileceği bulunmaz bir ortamdır. Çünkü bir sanayi toplumunda birey olmak ve kişisel mutluluğun peşinde koşmak, kabul edilmiş bir haktır. Sanayi toplumunun bireyi, içinde bulunduğu durumla olmak istediği durum arasındaki çelişkiyi her gün yeniden yaşamaktadır. İşte reklamların nasıl olup da hala inanıla bilirliklerini koruduklarını anlamamıza yardım edecek şey budur.

Reklamın aslında sunduğuyla gelecek arasındaki uçurum, tüketicinin içinde bulunduğu durumla olmak istediği durum arasındaki uçurumla çakışır. Bu uçurum, reklamcılar tarafından çekicilik düşleriyle doldurulmaya çalışılır. Reklam düş üretmez. Reklamın yaptığı yalnızca, tüketiciye kıskanılır duruma henüz ulaşamadığını, ama ulaşabileceğini hatırlatmaktır.''

‘‘Görme Biçimleri’’ bakıp da görmek isteyenlerin okuması gereken bir kitaptır.

Kıymetini Bil Herşeyin

Berger'in Türkçe yayınlanan en son kitabı ‘‘Kıymetini Bil Herşeyin’’ (Hayata tutunma ve direnişe ait notlar) (Metis Yayıncılık, İstanbul, 2009) ismindedir.  Bu kitapta Peter Üstünov'un bir sözüne de yer verirdi Berger; ‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Bugün Afganistan'a Irak'a, Suriye’ye ve Libya'ya baktığımızda Peter Üstünov'un ne demek istediğini ve oralarda neler olup bittiğini daha iyi anlarız... Bu kitapta da güzel bir sözü var Berger’in; ‘‘Galiplerin ömrü kısa olur, mağlupların ise hayal edilemeyecek kadar uzun.’’ Günümüzde kendilerini ‘’galip’’ sananların üzerinde çok iyi düşünmesi gereken bir sözdür bu söz.

Berger neden okunmalı?

İnsan ruhuna dokunmayı başarmış nadir yazarlardan birisidir Berger. Kendisini ve ruhunu tamamlayabilmek için okuyanlardansanız şayet, asla vaz geçilmemesi gereken bir yazardır Berger. Berger'ı okumak hayatı bambaşka bir gözle görmek demektir. Berger’i şimdiye kadar tanımamışsanız tanışma vaktidir derim.

Ve Berger'e ait günümüzde bizleri, hepimizi anlatan bir sözle son veriyorum yazıma:

''Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat.”

John Berger 02 Ocak 2017 tarihinde 91 yaşında Fransa’da vefat etmişti... Bir iyi insan daha atına binip gitmişti.. Anımsamak, anımsatmak istedim. Dünya artık daha bir hoyrat, daha bir kaba, daha bir duyarsız, daha bir ruhsuz, daha bir ıssız...

Toprağı bol olsun...

Osman AYDOĞAN

(*) Aslı ‘’Birleşik Krallık Booker Ödülü’’dür. İngilizce dili ile yayınlanan ve uluslararası ün ve başarı sağlayan edebi romanlara verilen bir ödül. Ancak bu ödüle McConnell Ltd  Şirketi 1969 yılında etkinliğin sponsorluğunu üstlenince adı ‘’Booker-McConnell Ödülü’’ olarak kalır… Ancak kısaca "Booker Ödülü" veya "Booker" olarak tanınır…



Ey Kervancı! (Ey Sârebân!)


15 Eylül 2020

Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir...  Şeyh Sâdî Şirâzî’yi daha önce bu sayfalarda tanıtmış, onun en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009)’dan örnekler vermiş ve Şirâzî’nin sözlerinden bir demet sunmuştum.

Bugün ise Şirâzî’’ye ait şiirlerden birkaç örnek vereceğim… Beğeneceğinizi umuyorum…

Bilsem!

Ah!.. bilsem...
Kirlendi söz, şiire nasıl başlarım bilmiyorum....
Sevdiğim şiirleri unuttum, sevdiğim şehirleri terk ettim ve sevdiğim şairler öldüler.
Bilmediğim bir sebep olmalı, burada olmam için... 
Sormaz ki bilsin: sorsa bilirdi;
Bilmez ki sorsun: bilse sorardı.

Bir Damla Kan

"Be-merdî ki mülk-i ser-â-ser zemîn
neyrezed ki hûnî çeked ber zemîn"

(Baştan başa bütün dünya, 
bir damla kanın yere dökülmesine değmez)

Güneş Doğdu

Bir gece sevdiğim içeri girdi.
Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü.
Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu:
"Ben gelince neden ışığı söndürdün?''
Dedim ki: ''Güneş doğdu zannettim.''

Ey Kervancı Yavaş Git!
(Ey Sârebân Âheste Rân)

Ey kervancı yavaş git! Çünkü canıma huzur veren de gidiyor
Sahip olduğum gönül, gönlümü çalanla beraber gidiyor

Ben ondan ayrı kaldım, çaresiz ve hüzünlü
Sanki ondan uzakta, zehirli bir iğne kemiklerime saplanıyor

Sihir ve aldatmacayla içimdeki yarayı gizleyeyim dedim
Kan gizli kalmıyor eteklerimde beliriyor

Onun bütün adaletsizliklerine rağmen ve onun asılsız sözlerine rağmen
Hala kalbimde onun anısı var ya da dile geliyor.

O eteğini çekip gidiyor, bense yalnızlığın zehrini tadıyorum
Artık sorma benim izimi, çünkü gönlümdeki iz gidiyor.

Yine gel gözbebeğime yerleş, ey nazlı sevgili
Çünkü kargaşa ve feryatlar benim gökyüzüme geliyor.

Ey kervancı yavaş git! Çünkü canıma huzur veren de gidiyor
Sahip olduğum gönül, gönlümü çalanla beraber gidiyor

Ey Kervancı! (Ey Sârebân!)

Ey kervancı, ey kervan!
Leyla’mı nereye götürüyorsun,
Leyla, canım ve yüreğim olduğu halde?
Ey kervancı,
Leyla’mı niçin götürüyorsun,
Birbirimize yalnızken verdiğimiz sözlere Tanrı şahitken?
Ve aşkımızın karar kılmadığı hiçbir yer yokken?

Ey kervancı,
Leyla’mı nereye götürüyorsun,
Ey kervancı,
Leyla’mı niçin götürüyorsun?

İnancımın tamamı geçici dünyaya dair,
Aşkın kıvılcımları yaşamın kendisi olmuş!
Oysa yarin hatırası aşkın bir damlasından bile güzeldir.
Âşık olmanın ateşi yaşamdan daha özgedir!

Tanrım kalplerdeki sevgiyi daima o kalplerde bırak,
Benim kalbimde bıraktığın gibi
Ve
Leyla ile mecnun efsane oldular,
Oysa bizim hikâyemiz sonsuzluğa erişti!

Sen şimdi aşkımın tek göstergesisin,
Hüznümün, güzümden okunmayan hali.
Bu hüznün elinden hangi hallerdeyim bilmiyorsun,
Senden sonra var olmadım ben tanrı biliyor,
Kalbimin yapraklarını gör ve git!
Tufan gibi inşa et hüznün dallarını,
Gül idik, gülleri derip git.
Ki ben gül ağacıydım,
Tufanın ayakları dibinde oturan…
Vücudunun bütün dallarını,
Tabiatın hışmıyla kır!

Ey kervancı,
Leyla’mı nereye götürüyorsun,
Ey kervancı,
Leyla’mı niçin götürüyorsun?

İranlı sanatçı Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu) tarafından bu şiirin aynı adla (Ey Sârebân) bestesi yapılır. Bağlantısını aşağıda veriyorum... Beğeneceğinizi umarım...

''Ey kervancı yavaş git! Çünkü canıma huzur veren de gidiyor
Sahip olduğum gönül, gönlümü çalanla beraber gidiyor''

Osman AYDOĞAN

Mohsen Namjoo, Ey Sârebân!;
https://www.youtube.com/watch?v=9lU8eAw8iTk

Bir not:

Mohsen Namjoo Amerika’da yaşayan ve New York’un önemli müzik okullarında müzik dersi veren İranlı bir müzik sanatçıdır. ABD’de ‘’İranlı Bob Dylan’’ olarak anılıyor. Aslen setar sanatçısıdır. Geleneksel İran ezgilerini caz, blues ve rock ile harmanlayarak müziğe acem-blues gibi bir tür kazandırıyor. Klasik Fars şiirlerini Batı müziğiyle yorumluyor… Müziğe başladığı ilk yıllarda elektrogitarla setarı, ağıtlarla cazı bir araya getiriyor… 

Geleneksel İran müziğinin formunda yaptığı değişiklikler, şikâyet ve olumsuz tepkileri de beraberinde getiriyor… Bir şarkısında Kur’an’ın bir suresinden alıntı yaptığı, sureyi müzik ile okuduğu gerekçesiyle 2009’da suçlu bulunuyor…

Namjoo müziğin ve sanatçının beslendiği şeyin ‘’savaş’’ veya ‘’politika’’ değil ‘’kendi iç dünyası’’ olması gerektiğini söylüyor… Namjoo, şarkılarında modern İran şiirlerine, geleneksel ağıtlara, dualara yer veriyor.

Bir röportajında şunları söylüyor: “Banksy (*) gibi bir sanatçı olmak isterdim, görünmez olup yalnızca müziğimi yapabilmek…”

(*) Banksy, başta İngiltere olmak üzere farklı ülkelerde yaptığı savaş karşıtı, çevreci, hayvan haklarını savunan ve tüketim çılgınlığını eleştiren çarpıcı duvar resimleriyle ünlenen bir sanatçıdır. Gerçek kimliği bilinmiyor. ‘’Banksy’’, sanatçının eserlerinde kullandığı imzasıdır.

Giordano Bruno (2)

14 Eylül 2020

Dünkü yazımda Giordano Bruno’yu anlatırken araştırmacı yazar Dinçer Yıldız’ın Bruno üzerine yazdığı bir kitaptan da bahsetmiştim: ‘’Giordano Bruno - Yakılan ‘Kafir’in Yaşamı ve Felsefesi’’ (Sun Yayıncılık, İstanbul, 2008)

Bugün bu kitapta geçen Bruno’ya ait küçük ama önemli gördüğüm bir ayrıntıyı anlatmak ve kitabın yazarı Dincer Yıldız'dan da bahsetmek istiyorum…

Ağaca Çıkmak İstiyorum

Bruno’nun çocukluğu manastırda geçer… Manastırda kapıyı kilitlemek yasaktır. Ama kitap okumak daha çok yasaktır. Bruno kilitli kapılar ardında gizli gizli kitap okumaktadır. En yakın arkadaşı onu yakalar ve günah işlediği için ona çok kızar.

Bruno da çocukluk arkadaşına en masum şekilde açıklar; ''Çocukken ağaca çıkardık. Ağaca çıkmak yasaktı. Senin amcan bizi yakalar ve kolumuzdan tuttuğu gibi eve götürürdü. Biz ne yapardık? Yasak olduğu için ilk fırsatta yine ağaca çıkmaya çalışırdık. Sonra düşmüştük. Sen bacağını kırmıştın. Oysa amcan yasaklamak yerine, ağaca nasıl çıkılacağını bize öğretse daha iyi olmaz mıydı? Böylece düşmezdik. Kitapları yasaklamak yerine okumama izin ver. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki… Ağaca çıkıp, özgür ve mutlu olduğumuz günleri hatırla'' der arkadaşına ve ortak eder günahına. (!)

Bruno işkence ile sorgulanırken, gücünün tükendiği bir an; “Ağaca çıkmak istiyorum. Ağaca çıkmak istiyorum.” diye avaz avaz bağırır…

Bu feryattan, bu figandan işkenceci papaz hiçbir şey anlamaz tabii ki…

Günümüze, ülkemize gelecek olursak; bizler de aslında işkence altındaki Bruno gibi acı içinde “Ağaca çıkmak istiyorum! Ağaca çıkmak istiyorum!” diye avaz avaz bağırıyoruz, Edward Munch'un tablosundaki gibi çığlık çığlığa bağırıyoruz...

Koyu bir karanlığa doğru gidiyoruz çünkü…

Film: Giordano Bruno

Giordano Bruno’nun hayatını konu eden, 1973 yılı İtalya ve Fransa ortak yapımı,  İtalyan Yönetmen Giuliano Montaldo’nun yönettiği bir film var: Giordano Bruno

İçinde seks ve şiddet barındırmadığı için bu tür filmler bizim ülkemizde ne yazık ki pek gösterime girmez!...

Dinçer Yıldız

Giordano Bruno'yu anlatmak için kitabından alıntılar yaptığım Dinçer Yıldız’ı kısaca anlatmak istiyorum....

Dinçer Yıldız, 1937'de Üsküdar'da doğar. İlkokul ve Ortaokulu Kayseri’de, Liseyi İstanbul'da bitirir… 1956-60 yılları arasında Edebiyat Fakültesi'nde okur. 1965 yılında Psikolog bir kadınla evlenip eşiyle birlikte Almanya'ya gider… Almanya’da Anthroposophie dünya görüşü üzerine kurulu pedagoji eğitimi görür. Burada "Musik als heilende Kraft und ich - Mysterium" başlıklı bir tez yazarak pedagog olur.

Kassel kenti yakınlarında yatılı bir eğitim enstitüsünde altı yıl boyunca zeka ve bedence özürlü çocukların sınıf öğretmeni olarak çalışırken bütün öğrenme zorluklarının "ritmik bir problem" olduğunu sezerek buna ilişkin bir terapi yöntemi geliştirir…

Bir enstitüde Herakleitos, Bruno, Goethe, Rudolf Steiner, Nietzsche ve Bergson'un felsefeleri üzerine on yıl boyunca konferanslar verir. Ayrıca bir de filozofik metinler üzerine bir çalışma grubu kurar…

1999'da yurda döner… Ankara'ya yerleşir… Dinçer Yıldız, 2012 yılı 4 Kasım’ı 5 Kasıma bağlayan gece geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder…

Dinçer Yıldız’ın, yaşamına ve uğraşısına yön veren ilgi alanları başta felsefe olmak üzere hümanist kültür, arkeoloji ve klasik müziktir.

Dinçer Yıldız’ın eserleri

Dinçer Yıldız; engin kültürüyle, alçakgönüllü kişiliğiyle, kendine özgü dünya görüşüyle ve felsefesiyle ardından çok değerli eserler bırakır… Bu eserler şunlardır:

‘’Herâkleitos ve Logos: Filozofik Şiirler’’ (Belge Yayınları, İstanbul 2000),
‘’Ulusal Müzik ve Musorgski (Sevda-Cenap And Yayınları, Ankara 2001),
‘’Bilincin Işığında Müzik (Yurtrenkleri Yayınevi, Ankara 2004),
‘’Henri Bergson’un Felsefesi: Kozmik bir füg gibi gelişen dünya görüşü’’ (Bağlam Yayınları, istanbul 2006),
‘’Aleksandır Borodin: Yaşamı ve Eserleri’’ (Sun Yayınevi, Ankara 2006),
‘’Doğumunun 100. yılında Ahmed Adnan Saygun’’ (Sun Yayınevi, Ankara 2007),
‘’Giordano Bruno: Yakılan Kâfirin Yaşamı ve Felsefesi’’ (Sun Yayınevi, Ankara 2008),
‘’Müziğin Kehaneti: Claudio Monteverdi’’ (Sun Yayınevi, Ankara 2009),
‘’Goethe’nin Doğa Felsefesi: Şiirler ve Özdeyişler’’ (Almanca-Türkçe) (Sun Yayınevi, Ankara 2010)
‘’Bilinçlenmiş Boş Yazı Kâğıdı ile Diyaloglar’’ (Son çalışmasıdır… Basıma hazırlanırken vefat eder… Ancak kitap henüz basılmamıştır..)

Ülkemizde nice değerler sessiz ve sedasız ürünlerini verir ve giderler kıymeti ve değeri bilinmeden. Saygıyla anıyorum…

Osman AYDOĞAN



Giordano Bruno ve yakılan '‘kâfir'’ler

13 Eylül 2020

Geçmiş yıllarda, çok değil daha bir buçuk yıl önce bir siyasetçi, partisinin bir il toplantısında, partisinin yerel seçimlerdeki adayına oy isterken “Adayımıza vereceğiniz destek, yarın Ruz-i Mahşerde (Kıyamet Günü) berat (kurtuluş) belgelerinizden biri olacak’’ diye konuşmuştu. (Gazeteler, 27 Ocak 2019)

Hz. Peygamber'in bile kimseye Ruz-i Mahşer için berat vermediği bir dinde, bir siyasetçi çıkıyor ve kendisini Ruz-i Mahşer için berat belgesi vermekle yetkilendiriyor. Ancak her şeye maydanoz olan Diyanet İşleri Başkanlığı ise bu siyasetçiye tek bir laf, tek bir söz söyleyemiyor… Sineye çekiyorlar…

Siyasetçinin bu sözleri bana Giordano Bruno’yu ve onun bir sözünü hatırlatıyor. Şöyle derdi Giordano Bruno: "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." 

Giordano Bruno’nun bu sözü de bana kendisini tanıtmam için vesile oluyor…

Giordano Bruno

İşte bu sözleri söyleyen Bruno, Engizisyon Mahkemesi tarafından dinsiz diye yakılarak öldürülmesine karar verilir ve Roma’da Campo de' Fiori Meydanında 1600 yılında diri diri yakılarak öldürülür...

Giordano Bruno soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya'nın Nola kasabasında dünyaya gelir. Ölümü; 1600. On altı yaşındayken Dominiken tarikatına girer. Kopernikus sistemi ile tanışınca, Bruno tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrılır ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları kopartır. Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlanır. Engizisyon baskısından kurtulmak için Roma'ya, ardından Kuzey İtalya'ya kaçar.

Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli gezer. Cenevre'ye geçer, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra'da devam eder yaşamına. 1582 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde bir kürsü elde eder. Londra'da yapıtlarının bir bölümünü bastırır. Londra'dan kısa bir süreliğine yine Paris'e geçen Bruno, bu defa da Almanya'ya gider ve eserlerini yayımlatma çabalarını sürdürür. 

O dönemlerde Bruno'nun yayımlanan eserleri şunlardır: Candelaio (Şamdancı) 1582,  Della Cause principio et uno (Neden, ilke ve birlik üzerine) 1584, De l'infinito universo et mundi (Sonsuz evren ve dünyalar üzerine) 1585, De gl'heroici furori (Yiğitçe öfkeler üzerine) 1585.

Daha sonra Zürih'e geçen Bruno, bir İtalyan aristokrat tarafından Venedik'e davet edilince bu daveti kabul eder. Burada Galileo Galilei ile tanışır. Ama Mocenigo adlı bir aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon'a teslim edilip yargılanır.

Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkûm edilir.

Bruno, dinsiz diye yakılma kararı verilirken, ölüm kararını kendisine bildiren yargıca, "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz" diye haykırır.

En sonunda da engizisyon kararı ile meydanda halk karşısında dili koparılarak yakılır Giordano Bruno. Yakılmadan önce kendisine öpmesi için ‘'kutsal haç'' uzatılınca tiksinerek yüzünü yana çevirir ve yanarken hiç bağırmaz Bruno…

Şimdi Roma’da yakıldığı yerde Campo de' Fiori (Çiçek Tarlası) Meydanında bir heykeli mevcuttur.

Giordano Bruno’nun düşünceleri

Yazar Dinçer Yıldız’ın Bruno’yu en iyi anlatan ‘'Giordano Bruno - Yakılan 'Kâfir'in Yaşamı ve Felsefesi'’ isimli (Sun Yayınları, 2012) çıkan güzel bir kitabı var…

Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser, Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını reddeder. Bruno; Tanrı'nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder. Ona göre her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür.

Tuncar Tuğcu ''Batı Felsefesi Tarihi'' (Alesta Yayınları, 2003) isimli kitabında, Bruno için yaptığı yorumda şöyle der: "İnsan yaşamının anlamı, Tanrı'nın var ettiği bu evreni kendi bütünlüğü içerisinde kavrama çabasında yatar. Tanrı'nın kendisi kadar olağanüstü ve sonsuz bir güzelliğe sahip olan bu evreni seyretmek, onu kavramaya çalışmak bizi ölümün ve tek tek şeylerin verdiği üzüntüden, acıdan kurtarır. Tek tek şeylerle uğraşmaktan kurtulup evrenin birliği içerisinde Tanrısal öze yaklaşmak ancak 'kahramanca bir coşkunlukla' olanaklıdır... Giordano Bruno olağanüstü bir tutku ile o kocaman ozan yüreği ile seviyordu, Tanrı'yı ve onun eseri olan bu evreni".

Bruno, Copernicus sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış, Tanrı’nın da ancak böyle bir sistem içinde, sonsuzlukta gerçekleşebileceğini düşünmüştür.

XVI. yüzyılda resmi evren görüşüne göre merkezde dünya hareketsiz durmakta, güneş, ay ve diğer gezegenler onun etrafında dönmekteydi. Kopernik, güneşin merkezde olduğu ve dünyanın da hem güneş hem de kendi etrafında döndüğünü öne sürerek, insana ayrıcalıklı bir yer veren dini görüşü sarsar. Kopernik, bu görüşlerinden dolayı kilise tarafından mahkûm edilir. Giordano Bruno, Kopernik’in görüşlerini savunur, onları aşar da. Evrenle ilgili görüşleri bugünkü bilimsel görüşlere şaşırtıcı derecede yakındır: Sonsuz, dolayısıyla bir merkezden yoksun ve ebedi olan uzay içinde, can verilmiş sürekli bir devinim ve evrim içindeki sayısız yıldız…

Bruno’ya göre Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.

Bruno der ki: ''Evren bir türdendir, aynı maddeden yapıldı. Sonsuz evrenin içinde sonsuz dünyalar vardır. Her şeyin nedeni yaratıcı doğadır. Bu sonsuz birlikteliğin içinde sonlu varlıklar, yeni yaratıklarının tohumu olmak üzere, sürekli olarak göçüp giderler. Tek tek varlıklar yetkin değildirler ama bütün her bakımdan yetkindir. Evrende her şey bu yetkin bütünü yansıtır. Ne doğum, ne de ölüm vardır. Sürekli değişmeyle bu bütün her an yenilenmektedir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerrelerinde bile, canlı ve doğurgandır. Öte dünya yoktur, çünkü evren herhangi bir öteye imkân bırakmamacasına sonsuzdur. İnsanın ve dolayısıyla Felsefenin ödevi, evreni bilmek ve tanımaktır. Evreni bilmek, Tanrı’yı da bilmek demektir.''

Bruno’nun ‘'evrenin sürekli değişim içinde olduğu'' düşüncesi,  kendisinden iki binyıl önce, İS 161- 180 yılları arasında yaşamış Roma İmparatoru olan Marcus Aurelius’un ve kendisinden iki yüzyıl sonra yaşamış diyalektik kuramın yaratıcısı Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in düşünceleri ile benzerlik gösterir.

‘'Meditasyonlar'’ ismiyle kaleme aldığı yazılarında Marcus Aurelius (Ülkemizde ''Düşünceler'' ismiyle yayınlandı, Yapı Kredi Yayınları, 2016) düşüncesini şöyle ifade eder; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

Hegel’e göre ise; biricik canlı felsefe çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesidir. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmaktır. Ölüm; hem ortadan kaldırmadır, hem de yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.

Giordano Bruno’nun günümüze ulaşan bazı sözleri

‘‘Zorluk, öyle bir şeydir ki alçakları vazgeçirmek için düzenlenmiştir. Kolay ve kaba şeyler kaba insanlar ve sokak insanları içindir.’’

‘‘Doğanın her üretimi bir değişikliktir ama öz, daima aynı kalır çünkü sadece tek bir öz vardır. O da ilahi ve ölümsüz olandır.’’

‘‘Herkes, Gerçeğin, Birin ve Var olanın aynı şeyler olduğunu söylemeyi bildi ama insanlar bunu anlamadılar. Bazıları gerçek bilgelerin düşünme şekline ulaşmadan, konuşma tarzlarını uyguladılar.’’

‘‘Yaşamın amacı kaderi anlayabilmektir. Çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir.’’

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."

İşte bu düşüncelere sahip olup da dinsiz diyerek yakılan ve Engizisyonun karanlık geçmişinin son kurbanı Bruno; yaşadığı evreni sevmiş, öldüğünde ona karışacağını bilmiş, yaşarken de onunla karşılaşmış bulunmanın sevincini duymuş biriydi.

Yakılan kâfirler

Ne yazık ki insanoğlu garip bir yaratıktır; anlayamadıklarını hemen infaz ederler, hatta diri diri yakarlar sonra da yaktıkları yerde heykellerini dikerler.

Bruno gibi Jeanne d'Arc da anlaşılmadı, 19 yaşında canlı canlı yakıldı, beşyüz yıl sonra da azize ilan edildi.

Hallacı Mansur da böyle gitti; ‘'En el Hak’’ (ben Tanrı’yım) dedi, Emevi zihniyeti anlayamadı, astı onu…

Cüneyd-i Bağdadî de böyle gitti; ‘'leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur) dedi, Abbasi zihniyeti de anlayamadı, kâfir diye astı onu…

İbn-i Rüşt de anlaşılmadı, İbn-i Rüşt ulemanın '‘kâfir’' ilanıyla Endülüst’den kaçmak zorunda kaldı.

Hallac gibi ‘'En el Hak'’ diyen, Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini söyleyen, ‘'Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam’' dizelerinin sahibi Seyyit İmameddin Nesîmî de böyle gitti. Memlûkler anlamadı onu, zındık diye derisi yüzdüler. (Efsaneye göre o anda soyulmuş derisini omzuna alarak Halep şehrinin on iki kapısından geçerek şehri terk etmişti.)

Anlamak zordur…

Çünkü Bruno’nun söylediği gibi kolay ve kaba şeyler kaba insanlar ve sokak insanları için geçerlidir.

Bruno gibi, Jeanne d'Arc gibi, Hallac gibi, Cüneyd-i Bağdadî  gibi, İbn-i Rüşt gibi, Seyyit İmameddin Nesîmî gibi ruhlar her devirde olduğu gibi içindeki yaşadıkları yüzyıla ait değildirler; çünkü kendi çağdaşları arasında, onların derinliklerini ve yüceliklerini anlayabilecek olan ruhları pek bulamazlar.

Ve günümüz…

Her zaman geçerli olan ve günümüzde de halen geçerliliğini koruyan Galileo’ya ait şu sözü bu insanlar bizzat yaşayarak tecrübe etmişti;

‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Ki; hem Galileo'nun bu sözünün hem de Bruno'nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" sözünün gerçekliğini aradan bin yıl geçse de hemen hemen her gün meydanlarda, TV'lerde, basında görüyor, duyuyor ve okuyoruz zaten...

Yeri gelmişken klasik Alman filozoflarının sonuncusu olan Ludwig Feuerbach’ın bir sözünü buraya almaktan geçemeyeceğim. Çünkü bu ülkede yaşananlar ve dini cemaatler, dini vakıflar ve tarikatlardan kaynaklanan ve neredeyse artık vukuatı adiyeden olan cinsel taciz ve tecavüz haberleri bana bu sözü doğruluyor gibi geliyor:

"Ahlakın temeli ne zaman dine dayandırılsa, adalet ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilse, en ahlaksız, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir."

Görelim mi artık; Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır...

Osman AYDOĞAN



Korkunun Krallığı

16 Aralık 2019

Bugün 12 Eylül darbesinin 40. yılı…. Bugünü Attila İlhan’ın o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlattığı bir şiir kitabından bahsedeceğim: ‘’Korkunun Krallığı’’...

Ama 12 Eylül’den önce Attila İlhan’ın 12 Mart sonrasını anlattığı bir başka şiir kitabı daha var: ‘’Tutuklunun Günlüğü’’… Konuya buradan başlayalım…

Tutuklunun Günlüğü

İlk baskısı 1973 yılında yayımlanan "Tutuklunun Günlüğü’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) kitabı Attila İlhan’ın kendi deyimi ile 12 Mart ara rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bir bileşkesi olan bir şiir kitabıdır…

‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitabı; 12 Mart sonrası karanlığının; kahırlar, sıkıntılar ve dile getirilmemiş öfkeler içindeki insanın iç gerilimini Attila İlhan’ın isyancı ruhuyla dile getirdiği şiirlerden oluşuyor…

‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitap tanıtım sayfasında özetle şöyle yazar:

‘’Tutuklunun Günlüğü'nde Attilâ İlhan, klasik Türk şiirinin sesini, havasını yeni, çağdaş ve toplumsal bir içerikle doldurarak yeniden kuruyor. Bir kısmı şarkı olmuş; zaten müziği içinde saklı bir sesi olan şiirler, notalarla kolayca sarmaş dolaş oluvermiş: "gün döndü geceler uzar hazırlık sonbahara / o mâhur beste çalar müjgân'la ben ağlaşırız". "incesaz", "rubailer", "deniz kasidesi".. her birine darbelerin yaraları, bunalımı, acıları, dehşeti sızmış, simgesel, derin mi derin şiirler.. ve "teleks"; içeriği de, yapısı da metropolü, acımasız çarkları, yabancılaşmayı bir teleks hızıyla anlatıyor...’’ 

Kitabın bölümleri: ‘’Tutuklunun Günlüğü’’, ‘’İncesaz’’, ‘’Teleks’’, ‘’Bulut Günleridir’’ ve ‘’Zincirleme Rubailer’’… Attila İlhan, 12 Mart ara rejiminin çağrışımlarını klasik Türk şiirinin ve musikisinin etkisiyle en iyi şekilde “incesaz” bölümünde yansıtıyor… 

Hepimizin bildiği ve şarkısı da yapılan ‘’Sultan-ı Yegâh’’ şiiri de bu bölümde yer alır… Sultan-ı Yegâh şirininin bir dizesini veriyorum… Şiir sanıldığı gibi bir aşk şiiri değildir. Şiir 12 Mart sonrasının karanlığını anlatır: (Attila İlhan şiirlerinde hep küçük harf kullandığı için şiiri orijinal haliyle veriyorum)

‘’bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın’’

Attila İlhan Tutuklunun Günlüğü’ndeki “incesaz” bölümündeki şiirleri nasıl bir duygu içerisindeyken yazdığını ve neden şiirlerine makam adları koyduğunu kitabının ‘’meraklısına notlar’’ bölümünde şöyle açıklıyor: 

'’12 Mart sonrasının bunalımlı günleriydi, onun için de şiirlerin bütününe hem o bunalımın karamsarlığı hem de o ara günlük bir gerçek hâlinde duyulan ölüm düşüncesi egemen oldu. Türk musikisi makamlarından en çok sevdiklerimin, biraz da ritimlerinden esinlenerek yazılmış şiirlerdir. İçerikleri bir yandan geleneksel şarkı düzeninin rintliğini, bir yandan da çağdaş, -o günler için belki de hatta güncel- sorunların heyecan ve üzüntülerini kapsar...’’ 

Attila İlhan yine bu kitabında o karanlık günleri ve çözümü şöyle tasvir eder: 

“kim bırakmış yalnızlığıma bu hüzzam şarkıyı
kimin bu karanlık kimler sürgülemişler kapıyı
İnsan olan bağlar her koptuğu yerden yaşamayı”

Korkunun Krallığı 

İlk baskısı 1987 yılında yapılan ‘’Korkunun Krallığı’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004) ise yine Attila İlhan’ın kendi deyimiyle 12 Eylül rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bileşkesi olan bir şiir kitabıdır.

Bu kitabın tanıtım sayfasında da şöyle yazıyor: 

‘’İnsanlığa has duygulardan; aşktan, özlemden, acıdan, öfkeden şiirler yaptı bize. Yaşadığımız dünyayı değiştirebileceğimizi söyledi mısra mısra. Bu yüzden de korkuttu ‘kral’ları Atilla İlhan... Bu kitapta okuyacağınız şiirler, bu ülkenin kocaman bir ‘Korku Krallığı’na dönüştüğü 12 Eylül döneminde yazılmış ve o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlatıyor. Sirenler çalıyor mısralarında; zincir şakırtıları kol geziyor, sokaklardan kan sızıyor, bir insan ağlıyor bazen, bir kadın acıdan sarhoş oluyor.’’ 

Korkunun Krallığı kitabı, şu yedi bölümlerden oluşuyor: “geceleyin sokaklar”, “korkunun krallığı”, “yalnız gezerin notları”, “serbest gazeller”, “incesaz”, “eskiden başka kızlar” ve “o eski adamlar”…

Bu yazımda da esas olarak kitabın ‘’incesaz’’ bölümünü anlatacağım… 

Korkunun Krallığı, İncesaz Bölümü 

Attila İlhan, kitabının ‘’meraklısı için notlar’’ kısmında ‘’İncesaz’’ bölümünü şu şekilde tanıtıyor: “Türk musikisi makamlarından, Divan şiirinin ‘şarkı’ formunda, müseddesler, muhammesler yazmak, epeydir keyifle sürdürdüğüm bir uğraş! Keyfimin iki sebebi var: birincisi, ‘meraklı’ okurların, gerçekte ‘serbest vezinle’ yazılmış bu şiirleri, ‘aruz’la yazılmış zannedip, ciddi ciddi, feilâtün mü yoksa mefâilün mü örgüsüne oturtulduğunu aramaları; ikincisi, ritmin dolayısıyla veznin ve kafiyenin horgörüldüğü günümüzün şiir ortamında, bunların bir şiirin oluşmasında –daha da önemlisi yaşamasında- ne kadar etkili olduğunu göstermesi...’’ 

Kitapta, 12 Eylül rejiminin çağrışımları “incesaz” bölümünde dolaylı bir ifadeyle anlatılıyor. Attila İlhan; bu bölümde şiirlerine klasik Türk musikisi makamlarının isimlerini veriyor: “şehnâz”, “hüzzam”, “acemşiran”, “hisar buselik”, “şetaraban”, “sûz-i dil-ârâ” ve “bestenigâr”... 

Şimdi bu şiirlerden de kısa kısa bölümler vermek istiyorum: 

Şehnâz 

‘’İncesaz”ın ilk şiiri “şehnâz” şiiridir… Şehnaz, Türk musikisinin eski ve çok sevilmiş makamlarından biridir. Farsça bir isim olan ‘’şehnâz’’; ‘’çok nazlı’’ ve ‘’çok güzel’’ anlamındadır. Bu anlama da uygun olarak şehnaz makamı bir feryâdı, bir figânı, bir ağıtı anlatan şarkılarda kullanılır… Bu makamda yazılmış en tanınmış eser, sözleri Bayburtlu Zihni’ye, bestesi Nevres Paşa’ya ait "vardım ki yurdumdan ayak göçürülmüş / yavru gitmiş ıssız kalmış otağı" mısralarıyla başlayan Şehnaz Divan'ıdır. 

Attila İlhan da ‘’şehnâz’’ makamının hakkını vererek şiirini yazar: 

‘’sinsi bir ısrarla uzamaz mı gün günden geceler
karanlık fena bastırır ürkek bir yağmur çiseler
artık ne eski ihtiras kalmış ne iyimser düşünceler
uçurumlara açıldığından gönlündeki pencereler
yoğun kötümserlik bulutları kuşatmış incesazı’’ 

Hüzzam 

Hüzzamın kelime anlamı hüzündür. Hüzzam makamı da hüzün duygularının makamıdır. Attila İlhan bu duyguyu da şiirinde hakkıyla verir: 

‘’beykoz'da bir balkonda alıngan bir ud buldular
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular
ağaçlar mehtabı dağıtıyorlardı unutuldular
ölmekle sevmek hiç yakınlaşmamışlardı bu kadar
infilâk edebilirler dudak dudağa bir dokunsalar
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular..’’ 

Acemşirân 

‘’Acemşirân’’ makamı Türk musikisinde dinleyende “yaşam coşkusu” veren bir makamdır… Usta şair bu makamı da şiirine ustaca döker: 

‘’oysa onun sevdiği onda elbette kendi hayalidir
varlığı değildir onun varlığına katılıp ikmalidir
aşkı ölümsüzleştiren gerçekleşmemek ihtimalidir
mutsuzluk dediğin mutluluğun her günkü hâlidir
en yoğun arzuların bilinçaltına intikalidir
cinselliğin makas değiştirmesi ve delilik tuzakları” 

Hisar buselik 

‘’Hisar bûselik’’ makamı ‘’hisar’’ ile ‘’bûselik’’ makamlarının birleşmesinden meydana gelir. Attila İlhan, 12 Eylül sonrasının kendisinde uyandırdığı korkunun ve dehşetin tesellisini hisar buselik makamından bir şarkıda bulur... 

‘’korkuyla geçen ömür görünmez bir deliliktir
mutluluk uzun sürmez mutlaka gündeliktir
ölüme yenik düşen aslında korkuya yeniktir
teselli kulağında kalmış o hisar buseliktir
hani bir zaman lâmbalarımızda yanardı’’ 

Şadârabân 

Aslı ‘’Şadârabân’’dır. Ancak Attila İlhan şirinde “şatârabân” şekliyle geçer… Lirik bir makamdır.  12 Eylül rejiminin umutsuz ve tedirgin havası bu şiirdeki dost meclisine de sirayet eder… Şiirde; çalgıların bittiği, sofraların dağıldığı bir gecenin ardından dost meclisinin akıbetinden endişelenildiği dönemin toplumda yarattığı karanlık his sembolik olarak yansıtılır. 

“…korkuların unutulduğu tumturaklı bir andı
yıldız yıldız uçuşan zilzurna şetârabân’dı
ateşten o karanfil şetârabân’a sultandı
geldiler yerle bir olduk sultanımız gitti” 

Sûzidilârâ 

‘’Sûzidilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır. Sûzidilârâ “ateş saçan aşk” anlamına geliyor… Attila İlhan’da bu makamı şiirinde şöyle dile getiriyor: 

‘’sürün cezvelerde sürün kabarsın esmer kahveler
yakın yakın mumları büyüsün divanhaneler
çekip çekip coşmuştur mestane hanendeler
zil gibi titreşirler / aah / selatin meyhaneler
avare kuyrukluyıldız dillerde suz-i dil-ara’’ 

Bestenigâr 

Bestenigâr, Türk musikisinin en eski makamlarında birisidir. Bestenigâr, Türk musikisinde 15. yüzyıldan beri kullanılır… Nigar, Saba'nın eski adıdır. Beste de makamın dörtlü ile bittiğini işaret eder. Bu oluşumdan dolayı günümüze kadar "Bestenigâr" olarak gelmiştir. Nigâr, Farsça bir kelime olup anlamı;  "güzel yüzlü sevgili"dir. Bu nedenle "sevgiliye yapılan beste" olarak da değerlendirilir. Bu makam ayrıca Istırap, acı, hüzün, elem ve matem duygularını da taşır. 

‘’İncesaz’’ bölümünün bu son şiirinde Attila İlhan; kitabın tamamında görülen ve 12 Eylül döneminin özelliğini taşıyan endişe, korku, ümitsizlik, tedirginlik, hayal kırıklığı ve öfkeden nasıl kurtulacağının cevabını da bu şiirinde kendisi verir: 

“…gurup vakti güneş bulutlardan sıyrılınca
bir tâvus kuyruğudur menevişli kanlıca
hayata anlam veren ölümmüş anlaşılınca
ölümü aşmak için ölesiye yaşanınca
ne korkuya yer kaldı ne öfkeye ne hınca
meçhul bir kıt’a gibi keşfettiler bestenigâr’ı” 

Ve sonuç 

Şiirlerin ne kadar çok şey anlatabildiğini gösteriyor bu kitaplarda yer alan şiirler...
Ve Attila İlhan’ın kendi kültürüyle hemhal olup çağını bir nasıl şiirleriyle yansıttığını…
Ve de günlerin de birbirine ne kadar da çok benzediğini…
Yaşadığımız günlerin de adıdır ‘’Korkunun Krallığı’’…  

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi. 

Ve bakın etrafınıza Attila İlhan gibi bir şairimiz, bir aydınımız kaldı mı?
Şimdi yoksa da elbet bugünleri de yazacak şairler de çıkacaktır ortaya…

Korkunun Krallığı kitabında geçen bir başka şiir de şöyle biterdi: 

‘’tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz’’ 

Osman AYDOĞAN 

Ve kitaba adını veren şiir: (*) 

Korkunun Krallığı 

geceleri bir ıslık 
penceremin altında birileri 
beni çağırıyorlar 
(yoksa yanılıyor muyum) 
koşup bakıyorum kimseler yok 
sarayburnu'nda sis düdükleri 
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan 
birileri çalıyor ama kim 
geçen akşam yağmuru değiştirdiler 
yumuşak başlamıştı tatlı ve ılık 
nasıl olduysa kestiremedim 
az sonra sülfirik asitti gökten yağan 
(cam iplikleri halinde yağıyor 
değdiği yeri eriterek 
duman duman) 

biryerlere gidecek oluyorum 
ardımda birileri 
hayal meyal varla yok arası 
cigaralarını avuçlarında saklamış 
gözlerinde aynalı güneş gözlükleri 
(bilmem yanılıyor muyum) 
daha dün geceyarısı 
telefonda birileri 
fakat konuşmuyorlar 
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor 
türlü olasılıklarla yüklü 
olağanüstü iri 
bir o kadar da tehditkar 
(bilmem yanılıyor muyum) 
beni dehşete düşürmek istiyorlar 

nasıl oluyor anlamıyorum 
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım 
ekranda ansızın birileri 
kapalı demir bir kapı gibi suratları 
gözleri ateş saçıyorlar 
gözlerinde tarifsiz bir hışım 
bıyıkları zifiri karanlık 
ele geçirebilirlerse beni öldürmek 
besbelli maksatları 
(yanılıyor muyum neyim) 
yanlış bir mıknatıs fırtınası içindeyim 
şişe yeşili şerare atlamaları 
şurup kırmızısı çakıntılar 
sağım solum her tarafım elektrik 
korkuyorum 
korktuğumun bilincindeyim 
birileri 
şalteri indirdi indirecek 
işim bitik 

‘’Korkunun Krallığı’’ kitabında yer alan bir başka şiir: 

Cehennem Kasidesi 

yıldızlar dağıldı yerlerinden
karardı güneş
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi
uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskiyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz

* Attila İlhan şiirlerinde noktalama işareti ve büyük harf kullanmadığı için şiirler aslı gibi yazılmıştır…



St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi

10 Eylül 2020

01 Ağustos 2020 tarihi; 01 Ağustos 1664 tarihinde Avusturya liderliğindeki Avrupa Koalisyon Ordusuyla Osmanlı Ordusunun yaptığı St. Gotthard / Mogersdorf muharebesinin 356. yıl dönümü idi... Bu muharebe pek bilinmez... Bilenler de zaten bu muharebeyi yanlış bilirler...

Üst üste Avusturya'dan ve Avusturya ile ilgili tarihten bahsedince tarihteki Avusturya ile olan bu muharebeyi de aktarmadan geçmek istemedim.

Osmanlıların Batılı kültür sahasına girmelerinden sonra 14’üncü yüzyıldan itibaren 17’inci yüzyıla kadar Avusturya’nın güneydoğu sınırı boyunca Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında sert muharebeler cereyan eder…

Avusturyalıların kendilerini ve Alman İmparatorluğunu korumaya yönelik Türklerle olan savaşlarında, derinliklerinde iki ayrı dünyanın, iki ayrı yaşam tarzının ve dinin bulunduğu iki kavram çarpışır: Garp ülkesi ve Şark ülkesi, Hıristiyanlık ve İslam, Avrupa ve Asya… Avusturyalılar, Osmanlı Devleti ile yaptıkları bu savaşlardaki her yenilgiyi, diğerlerine göre daha bir korkunç ve her zaferi diğerlerine göre daha bir büyük ve abartılı olarak tasvir ederler…

Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılarak ve abartılarak büyütülen muharebelerden biri de işte bu 01 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard / Mogersdorf muharebesidir. Bu muharebe bütün Batılı kaynaklarda ve özellikle Avusturya kaynaklarında bir zafer olarak algılanarak fevkalade mübalağalarla süslenip bir destan haline getirilir…  

Aslında Saint Gotthard muharebesi Osmanlı İmparatorluğu’nun 1663/1664 yıllarında Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin (Uyvar Seferi) bir muharebesidir. Zaten Avusturya tarihçileri de bu savaşa ‘‘Der Türkenkrieg 1663-1664’’ ismini vermişlerdir.[1] Bu seferde bütün Avrupa’da ‘‘imprenable’’ (düşürülemez) olarak tanınan Uyvar Kalesi ele geçirilir. [2]   Bu sefer içerisindeki Saint Gotthard Muharebesi de Avusturyalıların iddia ettikleri gibi kaybedilmiş bir muharebe değil, büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınamamış bir taarruz harekâtıdır.

Muharebenin Raab Irmağının kıyısında yapılmasından dolayı Osmanlılar tarafından ‘‘Rabe Cengi’’ olarak da adlandırılan bu muharebe için Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[3] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye Saint Gotthard muharebesini âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir… Hâlbuki Avusturyalılar bu muharebeyi Osmanlılara karşı büyük bir zafer olarak görür ve bu zafer (!) bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Halen Avusturya kütüphanelerinde bu muharebe üzerine yazılmış onlarca kitap, Avusturya müzelerinde sergilenen onlarca eser bulunmaktadır.

Osmanlılar tarafından bir müfreze müsademesi şeklinde anılan bu muharebe için var olan Türkçe kaynaklar Avusturya kaynaklarına göre oldukça yüzeysel kalır… Asıl adı ‘’Esfar-ı Osmaniye Hatıraları 1073-75 Seferinin Vekayi-i Esasiyesi - Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu’’ olan, 1910 yılında İstanbul’da Osmanlıca basılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’[4] isimli eseri Türkçe kaynaktaki bu eksikliği gidermek ve Batılıların bu abartısını düzeltmek amacıyla yazılmıştır.

Fındıklılı Mehmet Efendi’nin ‘‘Silahtar Tarihinde’’[5], bir heyet tarafından yazılan ‘‘Mufassal Osmanlı Tarihinde’’[6] , Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ‘‘Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi’’nde[7] bu muharebeden bahsedilir ve Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı[8] ve İsmail Hakkı Danışmend[9] eserlerinde bu muharebeye çok kısa olarak (2-3 sayfa, yarısı da kroki) değinmişlerse de; günümüz diliyle ve anlaşılır ve en kapsamlı olarak bu konuda yazılan tek detaylı eser Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ve Em. General Kemal YÜKEP tarafından yazılan ‘‘Sengotar Muharebesi 1664’’ isimli yayındır.[10] Ne yazık ki bütün Türk bu eserlerin tamamında bu muharebe bir yenilgi olarak zikredilir…

Avusturya tarafından ise bu muharebe üzerine yazılan onlarca kitaba rağmen bu konudaki derli toplu tek eser ‘’Avusturya Askerî Tarih Enstitüsü’’ tarafından yayınlanan ve Kurt Peball tarafından yazılan ‘‘Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664’’ isimli eserdir.[11] Ayrıca Avusturya Harp Arşivi Dairesinde bulunan bizzat Montecuccoli tarafından yazılan eserler[12] de kaynak olarak kullanılır. Bu eserlerden biri Türkçe’ye çevrilir.[13]

Bu yazıdan amaç; ülkemizde pek bilinmeyen, bilenlerin ve yazanların da ne yazık ki yenilgi olarak bildiği ve yazdığı, bir kısım bilenlerin de Avusturya kaynaklarına göre bildiği bu muharebeyi izah etmek ve Avusturya kaynaklarında kendi zaferleri olarak kabul edilen bu muharebede gerçeği ortaya koyarak bu muharebenin bir yenilgi olmadığını hatırlatmaktır.

St. Gotthard muharebesini tarihteki yerine oturtabilmek için kısaca Osmanlının Avusturya'ya yaptığı seferlere bir göz atmamız gerekiyor...

Osmanlının Avusturya’ya yaptığı seferler

Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya’ya karşı yaptığı ilk seferi zannedildiği gibi 1529 yılı değildir. Avusturya kaynaklarında daha 1396 ve 1418 yıllarında Avusturya içlerine yapılan Türk akınlarından[14] bahsedilmektedir. 1453’de İstanbul’un fethinden hemen sonra Osmanlı Akıncıları Avusturya içlerine doğru daha da fazla ilerlerler. Viyana’nın daha batısındaki Klagenfurt’un dış kenarı 1476’da, Drava kıyısındaki Spittal 1478’de, Leoben, Rottenmann ve Graz 1480 yılında Osmanlı Akıncıları tarafından kuşatılır…

Bu akınlardan maksat; bu şehirleri ele geçirmek olmayıp ganimet elde etmek ve istihbarat sağlamaktır… Bazı Avusturya şehirlerinde bu akınların izlerini hâlâ görmek mümkündür. Graz Katedrali’nin güney tarafında soluklaşmış bir fresk İstirya’nın 1480 yılındaki üç sıkıntısını tasvir eder: Bunlar kütü hasat, veba ve Türklerdir. Tasvir de ‘‘Tanrı’nın Gazaplarının Resmi’’ diye adlandırılır. Büyük Venedik Dağı’nda (Grossvenedig) buzullardan birinin adı ‘‘Türk Ordugâhı’’dır. Karenti’de köy çeşmelerinde kimi taştan kimi tahtadan Türk başları hala Türk süvarilerini hatırlatır. ‘‘Çeşme Türkü’’ veya ‘‘Tatar Adamcığı’’ diye çok yaygın bir kavram olarak kullanılır.[15]

Viyana hedeflenerek ciddi olarak yapılan ilk sefer 1528 seferidir. (Bu konuyu geçen hafta anlatmıştım) Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum… Üçüncü sefer ise 1532 seferidir… Geçen haftaki yazımda bu seferi de anlatmıştım.

Viyana olarak hedeflenen dördüncü sefer ise 1663 /1664 Uyvar Seferi’dir. Beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 Viyana seferidir.

Bu yazımda; kimseciklerin pek bilmediği Viyana hedeflenerek yapılan 1663 /1664 Uyvar Seferi’nde yapılan ve Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılıp abartılarak büyütülen 1 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard muharebesini anlatmak istiyorum…

Ama önce bu muharebeden önce yaşanan olayları kısaca özetlemem gerekiyor..

1663 Muharebeleri

1580’lerden 1606’ya kadar süren uzun savaşlardan sonra, Avusturya ve Macaristan ile uzun bir süre küçük çaplı sınır çatışmaları hariç savaş yapılmaz. Habsburg İmparatorluğu Otuz Yıl savaşlarıyla, Osmanlılar da Asya sınırlarında ve Girit’teki savaşla uğraşıyorlar.

Türklerin vasal devlet saydıkları Hristiyan Erdel Voyvodalığı’nda Georg II. Rakoczy bağımsız bir hükümdarmış gibi, kendi başına siyasal eylemlere girmeye başlar. Budin Paşası kendisini yola getirmek üzere üstüne yürüyünce, Rakoczy onu 1658 yılında yenilgiye uğratır… Bunun üzerine Osmanlı sadrazamı rahat edebilmek için vasal beyliği tümüyle ele geçirmek ve burasını bir paşalık yapmak üzere sefere çıkar. Büyük kayıplar pahasına Grosswardein’i (Oradea-Varad) fetheder ve Klausenburg’u (Cluj) kuşatır.

Bu savaşlar Viyana’nın gözünde artık sadece Osmanlı Devletinin bir iç sorunu olmaktan çıkar. Erdel’de cereyan eden olaylar, Avusturya İmparatorunun çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir… I. Leopold ne kadar barış yanlısı olursa olsun, Grosswardein ile Klausenburg’un elden gitmesine kayıtsız kalamazdı. Yine de İmparator görüşmeler yoluyla barışın sağlanacağını umudundadır. İmparatorun özel elçisi, bir sıcak savaşı önlemek amacıyla yola çıkmışken, yeni Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa savaşa hazırlanmıştır bile.

Türk ordusunun önü sıra Kırım Tatarları at sürmektedir; yüz bin kişidirler, Moravya’ya (Morava) kadar ilerlerler… Sadrazam ise ordunun büyük kısmıyla bunların ardından Tuna boyunca ilerler, Avusturya sınırına yaklaşır. Fakat burada yapılmış hiçbir hazırlık yoktur; bir dehşete kapılma duygusu gittikçe büyüyerek herkesi kaplar… Bu sırada en azından 70.000 insan bu duygunun etkisiyle Viyana’yı terk edip daha batıya, Linz’e kaçar… İmparator Leopold uzunca süre başkentinde kaldıysa da, sonunda o da kentten ayrılmak gereğini duyar. Bu durumda Viyana’yı ancak ve ancak bir mucize kurtarabilirdi!

Ne var ki gerçekten de bir ‘‘Avusturya mucizesi’’ olur: Bir kez daha iyi tahkim edilmiş küçük bir kent, olağanüstü güçteki Türklerin ileri yürüyüşünü durdurur. Tıpkı 1532’de Közseg (geçen hafta anlatmıştım), 1566’da Zigetvar gibi, bu sefer de Neuhäusel (Nove Zamky-Uyvar) kalesi haftalarca şiddetli ateşe karşı koyar… Türkler 175 topla surları döverler, hendeklerdeki suyu başka yöne akıtırlar, sonra da saldırıya geçerler… Kaledeki küçük garnizon üç defa bu saldırıları püskürtür, fakat dördüncü saldırıda, 25 Eylül 1663 günü askerler başkaldırıp komutanlarını teslim olmaya zorlarlar…

Bu sırada güz yağmurları başlamış, Tuna’nın iki yakasındaki çamurlu alçak arazi yol vermez olmuş ve İmparatorun çağırdığı birlikler de sonunda bir araya gelebilir… Bir defa daha Viyana üzerine yürümek için mevsim gecikir… Sadrazam sadece Neuhäusel (Uyvar) kalesini onarmakla yetinir, kaleye bir garnizon yerleştirdikten sonra ordusuyla gerisin geri Belgrat’ın yerini tutar.[16]

1664 St. Gotthard – Mogersdorf Muharebesi

Muharebe öncesi

Viyana’nın atlattığı bu tehlike ve Moravya’nın tümüne yakınının yıkılması bütün Almanya’da ve Avrupa’da yankılar uyandırır. Fransa Kralı XIV. Ludwig (Louis) inisiyatifinde 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan İmparatorluk Parlamentosu Papa VII. Alexander’ın Türklere karşı bir Batılı koalisyonu hayata geçirme çağrısı üzerine bir ittifakı kararlaştırırlar… Bu ittifak Hıristiyan ordularını tekrar bir araya getiren bir koalisyon olarak Haçlı ruhunu canlandırır…

Bu ittifaka; Papa ve İspanya Kralı V. Philipp para ve savaş malzemesi yardımı, Bayern, Brandenburg ve Sachsen yardım birlikleri, Rheinische Allianz (Ren Birliği) 5.000 kişilik yaya ve 200 at, Fransa * 4.000 piyade ve 2.000 atlı, İmparatorluk ordusu 30.000 yaya, Macar soylularından 25.000 atlı ve yaya birlikler ile Avusturya çoğu istihkâmlarda olan 15.000 süvari ve 36.000 yaya birlikler ile katılırlar… Teorik olarak Koalisyon ordusu 100.000 kişiye ulaşır ancak uzun seferberlikten sonra ancak 50.000 kişi sefer için toplanabilir… Her birlik kendi milli komutanlarının komutası altındadır… Bu koalisyona İtalya, İspanya ve İsveç de katılır…

Görüldüğü gibi Fransa bu koalisyona 4.000 piyade ve 2.000 atlı ile katılır. Ancak Fransa ülkesinin Osmanlı ile olan ilişkilerini aksatmamak için bu yardımı resmen yapmaktan kaçınır. Nasıl Akdeniz’de Fransızlar, Papalık bayrağı altında Türklere karşı yelken açtılarsa burada da Alsaslılar olarak Ren Birliğinin kontenjanı altında Macaristan sınırında ortaya çıkarlar. Fransız elçisi M. de Nointel, 1673 yılında (St. Gotthard Muharebesinden sonra)  Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’ya sunmuş olduğu bir takım öneriler yanında Osmanlı sınırlarında yaşayan Katoliklerin koruyucusunun Fransa Kralının olması isteğini de yeniler. Bu istekler karşısında şaşıran Sadrazam, Fransız elçisinin eski dostluktan bahsetmesi üzerine, ‘’Fransa eski dostumuz lakin her zaman düşmanlarımızla birlikte buluyoruz’’ cevabını vererek Fransa’nın Saint Gotthard Muharebesi ile Girit kuşatmasına yapmış olduğu yardımları hatırlatır.[17]

Bu koalisyon ordusunun komutası da Avusturya’nın en ünlü komutanlarından İtalyan asıllı Mareşal Raimund Graf Montecuccoli’ye verilir… Montecuccoli öncelikle Avusturya ordusunu yeniden düzenler.[18]

Mareşal Raimund Graf Montecuccoli ‘’Otuz Yıl Savaşları’’nda, Ganimet Savaşlarında ve Türk Savaşlarında tecrübe kazanmış deneyimli bir general ve aynı zamanda askerî teorisyen olarak uluslararası değeri vardır. İtalyan asıllıdır. Mareşal Gian Giacomo de Trivulzio’ya (1441-1518) ait ‘‘Savaşın üç şeye ihtiyacı vardır; bunlar para, para ve bir kez daha para’’ sözü kendisine tarafından tanıtılmıştır.

Bu arada Osmanlı Ordusu’nun kışlığa çekilmesinden yararlanan Avusturyalılarla Hırvat Beyi Niklas Zrinyi (Zigetvar komutanının oğlu) kuvvetlerini birleştirerek 50.000 kişilik bir ordu ile Kanuni’nin son seferine zapt edilmiş olan Zigetvar’a doğru harekete geçerek Babocsa palangasını işgal ettikten sonra Zigetvar Kalesini muhasara ederler...

Bunu haber alan Fazıl Ahmet Paşa 31 Ocak 1664 günü birkaç bin kişi ile Belgrat’tan Zigetvar istikametinde yola çıkar. Bunu haber alan Avusturyalılar 6 Şubat 1664 günü muhasarayı kaldırarak geri çekilirler…

Avusturyalılar 29 Nisan 1664 günü 60.000 kişilik bir kuvvetle Kanije’yi muhasara ederler ancak 7 Mayıs 1664 de Fazıl Ahmet Paşa’nın Belgrat’tan hareket ederek 4 Haziran günü Kanije’nin bir saat mesafe yakınına gelince muhasarayı bırakarak çekilip giderler...

Kanije’yi bırakan Avusturyalılar Kanije’ye iki saat mesafede Drava ve Mura nehirlerinin kavşağında ve Drava’nın sol sahilinde bulunan Yenikale’ye (Serinvar) çekildikleri için Fazıl Ahmet Paşa da bu istikamette ilerler… Bunun üzerine Avusturyalılar karşı sahile çekilirler. Yenikale Osmanlılar tarafından muhasara edilir… Bu kale 20 gün süren muhasaradan sonra zapt ve tahrip edilir… Önceki görüşmelerde Osmanlıların barış şartı olarak ileri sürdükleri bu kalenin tahribi böylece mümkün olur…

Yenikale’nin ele geçirilmesinden sonra Fazıl Ahmet Paşa Raab (Yanık) Kale’nin zaptına karar verir. Bu kale III. Murat Zamanında ele geçmiş, III. Mehmet zamanında elden çıkmıştır.

Osmanlı Ordusu Serinvar’dan Yanık Kale’ye (Raab) ilerlerken o civarda yol üzerinde bulunan Komeron, Egersek, Poeleske, Egervar, Kemendvar ve Kapornak kaleleriyle palangaları karşı koymadan teslim olurlar…

Raab Kalesi, Raab Nehrinin sol sahilinde bulunduğu için nehrin sağ sahilinde bulunan Osmanlı Ordusu nehrin yukarı taraflarından münasip bir geçit yerinden karşıya geçmek zorundadır…  

Montecuccoli’nin komutasındaki Alman, Avusturya, Macar ve Fransız askerlerinden kurulu müttefik ordusu da nehrin sol sahilini takip ederek, Osmanlı Ordusunun Raab Suyunu kuzeye geçmesini önlemeye çalışırlar…

Bir taraftan 1663’de Uyvar ve yukarıda adları geçen civar kalelerin Osmanlıların eline geçmesi, diğer taraftan Viyana ve Silezya yönlerinde yapılan akınlar, Avusturya ve Almanya’da büyük bir korku uyandırır… Bu kez Anadolu’dan gelen birliklerle Osmanlı Ordusu’nun daha da kuvvetlenmesiyle Raab Kalesi’nin zaptını hedef tutan faal hareketi karşısında, Avusturyalılar 29 Temmuz 1664’de Çakani (Czakany) mevkiinde Fazıl Ahmet Paşa’ya barış teklifinde bulunurlar... Avusturyalıların teklifi kabul olunur… Ancak 10 madde olarak hazırlanan barış antlaşması metni, Avusturya Hükümeti tarafından tasdik edilinceye kadar Osmanlı Ordusu muhasamatı devam ettirme hareketinde serbest olacağı taraflarca kabul edilerek harekâta devam olunur.[19]

Bu antlaşma ile 1663 seferinden amacına ulaşan ve istediğini elde eden Fazıl Ahmet Paşa muhasamatı devam ettirme serbestisini elinde bulundurur. Çünkü Fazıl Ahmet Paşa Avusturyalıların asla ikinci bir ordu çıkaramayacağını biliyordur. Buradaki ordu yenilgiye uğratılınca, kendisine Viyana yolu açılmış olacaktır. Birkaç gün içinde Tatarların öncüleri oraya ulaşabilir, asıl ordu da en geç iki haftada kentin önüne varırdı.

Bir yıl önce gidemediği İmparatorluk başkenti, artık ona elinin altındaymış gibi görünüyordur.[20]

St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi

Osmanlı Ordusu 30 Temmuz 1664 günü nehrin sağ sahilindeki Saint Gotthard Köyüne gelir ve sahile paralel olarak uzanan tepelerin sırtlarında çadırlarını kurar… Bu sırada Avusturya Ordusu da karşı yakada Mogersdorf Köyü’nün önlerine gelir… O zamanlar bu köyün adı Nagyfalva (Grossdorf) idi. 1698 tarihinde Mogersdorf adını alır.

Bu muharebedeki Osmanlı Ordusunun mevcutları hakkında Avusturya kaynakları mübalağalı rakamlar kullanırlar.[21] Avusturya kaynakları Osmanlı Ordusunu 50-60.000 kadarı muntazam asker olmak üzere 120 -130.000, Avusturya Ordusunu ise 30.000 olarak gösterirler… Hatta bazı kaynaklar Avusturya Ordusunu daha da küçülterek 26.000 olarak gösterirler.[22] Osmanlı kaynaklarına göre ise Avusturya Ordusu 50-60.000 kişidir.[23]  Kaldı ki bu miktarı diğer başka Avusturya kaynakları da teyit etmektedir. 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan ittifak başlangıçta 100.000 kişi toplanmasını kararlaştırmışsa da muharebe meydanına ancak 50.000 asker toplanabilir.[24]

Osmanlı Ordusu St. Gotthard’a geldiği gün, öncüler bu köyün bir saat (4 km) kadar güneybatısında dört atın yan yana geçebileceği, derinliği üzengi ıslatacak kadar olan bir geçit yeri keşfederler. Bu geçit nehrin kavis yaptığı bir bölge üzerindedir. Bu şekilde düşman ateşi kavisin en dış noktasından itibaren eğilmekte olan sahille örtülü kalmış olur. O gece karşı yakaya bir yeniçeri müfrezesi geçirilir ve ertesi günü bu geçit üzerinde hafif bir piyade köprüsü kurulur. Gece karşıya geçen müfreze fundalıklarda kendilerine siper kazarak yerleşirler. Daha ertesi günü (1 Ağustos) karşı yakada bir köprübaşı mevzii ele geçirmek maksadıyla Bosnalı İsmail Paşa komutasında 5.000 asker geçirilir. Ancak o gün başlayan yağmur nehrin sularını kabartır ve kabaran sulardan ve geçişlerden etkilenen köprü yıkılır… Karşıya geçen müfrezelerin Avusturyalılarla çarpışmaya başladığını gören Fazıl Ahmet Paşa Tatar süvarilerinin terkilerine bindirerek 5.000 kişi daha karşıya geçirir…

Nehri ilk geçen grup başarılı olur, karşı taraf birlikleri ne geçişi ne de tahkim çalışmalarını sezmişlerdir. Öyle ki, nehri ilk geçen askerler Avusturyalılarla muharebeye tutuştuğunda, bu Avusturya birliğinin komutanı Leopold Wilhelm von Baden-Baden ancak savaş başladığında yatağından kaldırılabilir.[25]

Yağan yağmur nehrin sularının yükselmesine, köprünün yıkılmasına ve geçişlerden dolayı nehir kıyısının kayganlaşmasına neden olur. Bu yüzden de Fazıl Ahmet Paşa karşı kıyıya takviye imkânı bulamaz…

İşte, Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10.000 kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60.000 kişilik Avusturya büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Başlangıçta nehri geçen birlikler süratle ilerleyerek Montecuccoli’nin çadırına birkaç metre kadar yaklaşırlar… Bu durum karşısında Montecuccoli’nin kurmaylarının kendisine ordunun imha olmaması için geri çekilmeleri gerektiğini söylemeleri Avusturya Ordusunun o andaki durumunun vahametini gösterir…  

Montecuccoli, boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettirir. Osmanlı kuvvetleri çekilmek zorunda kalırlar.

Montecuccoli’nin boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettiği zaman, nehri geçen Osmanlı kuvvetlerinin başlangıçta elde ettikleri başarıyı yeterli görerek hedefi ele geçirdiklerini düşünerek rahatladıkları, süvarilerin atlarından inerek ıslanmış elbiselerini kurutmakla meşgul oldukları ve ikindi vaktine kadar muharebe ettikleri için yorgunluklarını gidermek için istirahat ettikleri andır.[26]

1 Ağustos saat 12 civarında Montecuccoli kurmayları ve komutanları ile bir görüşme yapar. Avusturya kuvvetleri ya bulundukları mevzilerde savunma durumunda kalacaklar, ya da karşı taarruza geçeceklerdir. Montecuccoli’nin tüm kurmayları ve komutanları karşı taarruz hareket tarzını onaylamazlar. Bu hareket tarzının kendilerine çok pahalıya mal olacağını iddia ederler. Montecuccoli derhal karşı taarruza geçilmesi fikrindedir. Fransız birlikleri komutanı ‘‘İmparatorumuz bize askerlerimizi tehlikeye atmamamızı emretti’’ diyerek başlangıçta taarruza katılmak istemez. Montecuccoli’yi komutanlarından sadece Coligny destekler ve fikrini şu şekilde savunur: ‘‘Eğer düşman bu gece mevzilerinde kalırsa, sabaha hiçbirimizin kafası gövdesinin üzerinde kalmaz.’’

Bu sırada Osmanlı süvarileri (Nehri geçebilenler) kanatlardan taarruza başlayarak Avusturya Ordusunu kuşatmaya çalışırlar. Montecuccoli konuşması ile generallerini ikna eder, ya zaferi kazanarak ordusunu kurtaracağını ya da öleceklerini söyler ve karşı taarruza başlarlar.[27]

Burada Montecuccoli, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Muharebelerinde Gelibolu’da oynadığı rolü oynar. Montecuccoli hatıratında bu olayı şu şekilde anlatır: ‘’Bir gece evvelden Türklerin aldığı çok sayıda yardım kuvveti karşısında Avusturya askerleri kokuya kapılarak kaçmaya başladılar. Tam bir bozguna uğrayacak iken Alman takviye birliklerini yanıma alıp savaş yerine yetiştim. Avusturya askerlerini biraz düzelterek bunlarla da Türklerin açık yanlarına taarruza geçtim. Türkler, bu taarruz karşısında dayanamayarak nehre doğru çekilmeye başladırlar. Bu durumu gören birlikler Türkleri nehre kadar takip ettiler… Eğer Türkler bizi önleyici bir taarruza geçselerdi imha edilmemiz muhakkaktı… Yanlarda kuvvetli bulunmak bizim için çok iyi oldu. Türkler bizi kuşatsalardı bir kişi bile kurtulmazdı.’’[28]

Osmanlı Ordusunun nehri geçen birlikleri suların yükselmesi ve köprünün yıkılması nedeniyle takviye edilemedikleri için karşı taarruza direnemezler. Ancak kahramanca savaşarak geri çekilirler. Montecuccoli hatıralarında bu askerlerin vuruşmalarını ‘‘takdire, hatta hayrete değer’’ şeklinde vasıflandırır.[29]

Karşıda kalan müfreze gittikçe yıprandığı için askerler geçit başında toplanırlar… Düşman kuvvetlerinin taarruzu karşısında kısmen düşman ateşi ile kısmen de nehirde boğularak Osmanlı kaynaklarına göre 4.000 şehit verilir…

Bu muharebede bulunmuş olan Evliya Çelebi de ‘’Seyahatname’’sinde şehit olarak; üç vezir, altı Sancak beyi, 11 Alay beyi, 1.080 yeniçeri, 1.800 sipahi ve dört bin kadar diğer askerlerden bahseder.[30]

Şehit sayısında da Avusturyalılar mübalağalı rakamlar vererek savaşta ölenleri 6.000 nehirde boğulanları ise 8.000 kişi olarak gösterirler. Hatta 25.000 rakamı bile mevcuttur. Fakat bu 14 ve 25 bin mevcutları karşı sahile geçen 10 bin kişilik birlik mevcudundan 4-14 bin fazladır.[31] Hatta bazı Avusturya kaynakları bu muharebede Osmanlı Ordusunun tamamının az kalsın yok alacağı iddiasında da bulunur.[32] Hâlbuki Osmanlı Ordusunun büyük kısmı nehrin sağ sahilinde ve muharebeye girmemiş durumdadır. Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[33] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye bu muharebeyi âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir.

Resmin ortasında Raab suyu, üstünde Osmanlı Ordusu, Raab suyun altında beri kıyıda ise Avusturya Koalisyon Ordusu görülmektedir. Nehrin kıvrım yaptığı geçiş yerindeki yığılma resimde net olarak seçilmektedir. Kaynak: 800 Jahre Mogersdorf, Gemainde Mogersdorf.

Avusturyalıların isteği üzerine 29 Temmuz 1664’de Çakani’de hazırlanıp St. Gotthard Muharebesinden sonra 10 Ağustos 1664 tarihinde imzalanan ve Osmanlıların yararına olan Vasvar barış Antlaşması hükümlerinde, Avusturyalılarca, büyük bir başarı olarak ilan edilen St. Gotthard Muharebesinin hiçbir etkisi olmaz ve on iki gün önce hazırlanan esaslara göre aynen imzalanır…

Vasvar Barış Antlaşması (10 Ağustos 1664)

Vasvar Barış Antlaşmasının belli başlı hükümleri şöyledir:[34] Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri kalelerden çekilecekler ve bu memleketteki Avusturya ve Osmanlı kuvvetleri aynı zamanda çıkacaklardır. Türk himayesinde bulunan Erdel prensi yerinde kalacak ve Osmanlılara haraç vermeye devam edecektir. Son savaşlarda ele geçirilen Uyvar ve Novigrad kaleleri Osmanlılara bırakılacak. Osmanlı Ordusunun yıktığı Yenikale (Serinvar) tekrar yapılmayacaktır. Avusturya İmparatoru bir defaya mahsus olmak üzere 200.000 florin altın kıymetinde bir hediye verecek, Osmanlı Hükümdarı da münasip gördüğü hediyeyi gönderecektir.

Bu Avusturya seferi, Erdel sorunu yüzünden açıldığı için sefer sonunda imzalanan bu antlaşma, Avusturya’nın Türk üstünlüğünü bir kere daha kabul ettiğini göstermektedir.

Sonuç

Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; görüldüğü gibi Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10 bin kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60 bin kişilik Avusturya koalisyon ordusunun büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Aslında Saint Gotthard/Mogersdorf Muharebesi Osmanlı İmparatorluğunun 1663/1664 yıllarına Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin bir muharebesidir. Gerçekte Saint Gotthard Muharebesi kaybedilmiş bir muharebe değil, anlatıldığı gibi büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınmamış bir taarruzi harekâttır.  Gazi Ahmed Muhtar Paşa da ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adlı kitabında ‘’Osmanlılar için uzun süreli ve sonuç itibariyle başarılı geçen savaşın talihsizce nihayetten bir cephesinden ibaret olan çatışma, muhatapları tarafından dünyaya kendi zaferleri olarak sunulmuştur.’’[35] sonucuna varır.

Avusturya kaynakları bu muharebedeki güç dengesini Osmanlıların sayısını artırarak, kendi sayılarını küçülterek, Osmanlı kayıplarını çok, kendi kayıplarını az göstererek kaybettikleri bir savaşı bir zafer halinde kuşaktan kuşağa anlatarak canlı bir tarih bilinci yaratırlar.

Raab Nehri üzerinde 31 Temmuz 1664 günü kurulan köprüden Avusturya kaynakları pek bahsetmezler. Yağmur ve yükselen nehir suları nedeniyle yıkılan bu köprü nedeniyle birlikler takviye edilememiştir. Karşı kıyıya geçen birliklerin tek takviye noktası bu köprüdür. Eğer bu köprüyü yok sayarsanız (ki Avusturya kaynakları pek dikkate almıyorlar) karşı kıyıdaki 10 bin kişilik kuvvet muharebe ederken sanki hazır bekleyen 110 bin kişilik Osmanlı Ordusunun 50-60 bin kişilik Avusturya Ordusundan çekindiği için muharebeye girmemiş veya 50-60 bin (Avusturya kaynaklarına göre de 26 bin kişilik) Avusturya Ordusu karşısında mağlup olmuş olduğu sonucu çıkar ki bu da incelemede görüldüğü gibi doğru değildir.

Zaten muharebeden önce yapılan ve Osmanlı İmparatorluğu lehine olan antlaşmanın Avusturya Ordusunca kabul edilmesi bu savaşta gerçek galip tarafın kim olduğunu göstermektedir.

Vasvar Antlaşmasının bir an önce imzalanmasını isteyen tarafın da Avusturyalılar olması St. Gotthard muharebesinden sonra hala dimdik ayakta duran Osmanlı Ordusunun mukabil bir harekâtından Avusturyalıların çekindiği sonucu çıkmaktadır.

Avusturya, başlangıçta bu muharebeyi abartarak zafer olarak adlandırıp sonradan Vasvar antlaşmasına mecbur kalınca ne kendi ne de Macar kamuoyunu tatmin edebilir. Hatta Macarlar ihanete uğradıklarını düşünürler. [36]

Osmanlı Ordusunun hataları

Bu muharebenin neticesi alınmamış bir harekât olarak kalmasında Osmanlı Ordusunun tabii ki hataları olmuştur. Ahmet Muhtar Paşa ‘‘Saint Gotthard’da Osmanlı Ordusu’’ isimli eserinde bu hataları ‘‘Sen Gotar Meydan Muharebesinde İstihsâl-i Galebe olunamamasının Esbâb-ı Aslîyesi’’ başlığı altında şu şekilde sıralar:[37]

1. İlk defa olarak Raab Suyunu geçen ve imparatorluk ordularını kendi ordugâhları ortasında emniyetli bir şekilde istirahat ederken baskına uğratan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki Osmanlı kolunun himayesinde ihmal ve kusur olunarak zamanında ona lazım gelen takviyelerin gönderilmemesi ve bu şekilde düşman ordusu üzerine vurulacak kesin darbe imkânının elden kaçırılması,

2. Raab Nehri henüz yağmur nedeniyle yükselmeden Avusturya ve müttefikleri Ordusunun her iki kanadına da uzun süre hiç dokunulmayarak kanatlar serbest bırakılarak ve bu suretle Montecuccoli’ye kendi merkezi için bu kanatlardan yardım ve takviye imkânı verilmesi,

3. Kanatlar hücumlarına pek geç başladığı halde icralarında da gevşek davranılması, buna rağmen bu hücumların netice vereceği ve düşman ordusunun yok olmasına sebep olacağı anda nehir sularının yükselerek harekâtı engellemesi,

4. Şiddetle yağan yağmurların etkisiyle Raab Nehrinin öğleden sonra birdenbire şiddetle taşarak geçit yerinde nehir üzerinde kurulan hafif köprüyü alıp götürmesi ve bu suretle nehrin iki tarafı arasındaki irtibatın ve takviyenin kesilmesi,

5. Ordu beraberinde her şarta göre kurulması mümkün köprü takımlarının ve nehrin karşı sahile hâkim olacak menzilli topların ve hatta düşman ordusuna oranla yeterli miktarda adi topların dahi bulunmaması,

6. Müttefik askerlerin başkumandanı olan Montecuccoli’nin çok iyi yetişmiş, tecrübeli, bilgili, cesur, zeki ve metanetli bir general olması,

7. Bu muharebenin; kendi harp esaslarımızın bozulmaya, Avrupa askerliğinin ilerlemeye başladığı bir zamanda meydana gelmesi. Gerçekten de bu muharebe Avrupa ve Avusturya’nın 30 yıl denen savaşlardan sonra yeni ve hareketli savaş teknikleri tecrübeleri edinerek çıktıkları, Osmanlı Ordusunun ise bu zaman zarfında pek ciddi bir muharebeye katılmadıkları ve müttefik ordularına göre savaş teknikleri açısından daha geride oldukları bir döneme denk gelmiştir.

Bu muharebe aynı zamanda Osmanlı silah teknolojisinin artık eskidiği, Avrupa silah teknolojisinin de gelişim çağı içerisinde olduğu bir zamana denk gelir ve bu muharebe Osmanlının askerî teknoloji olarak geri kalmasının ilk işaretlerini verir… Montecuccoli Osmanlı topçusunun hantal ve ağır olduğu, hâlbuki Koalisyon Ordusunun toplarının ise daha seri, çevik ve isabetli atışları olduğunu hatıratında şu şekilde bahseder: ‘’Çok sayıdaki Türk topları, vurdukları noktada etkili olmalarına karşın kullanımda atak değil, yeniden yüklenmesi ve onarımı ise zaman alıyor. Çok miktarda cephane tüketiyor, gürültü yapıyor ve çarkları, yatakları, siper ve toprak setleri parçalıyor. Bizim toplarımız daha kullanışlı ve bizim Türklerden daha üstün oluşumuzun sırrı burada...’’[38]

Montecuccoli ise çağının en iyi generalidir. Eserleri tüm Avrupa askerî düşünürlerini ve generallerini etkiler, Napolyon dahi onun eserlerini okuyarak bilgi edinir.

Mohaç Meydan Muharebesi ile mukayese edildiğinde; orada Macar Ordusu kesin bir yenilgiye uğradığı halde bu kısa süreli zafere rağmen Osmanlı Ordusu her ihtimale karşı asker, at üstünde ve silah elde olarak harp meydanında kalırken; bu muharebede ise nehri geçen kuvvetler başlangıçtaki zaferi yeterli görüp emniyeti de terk ederek süvariler at üzerinden inerek ıslak elbiselerini kurutma gayretine girerler...  Bu durum; taktik kurallar içerisinde yer alan ‘‘hedefte tertiplenme ve yeniden teşkilatlanma’’ faaliyetinin ne kadar önemli olduğunu gösterirken aynı zamanda da Osmanlı Ordusunun artık Kanuni zamanındaki disiplininin ve askerî bilgisinin de kaybolduğuna işaret eder…

Bu muharebenin Avusturya’ya etkisi

Bu muharebenin Avusturya açısından en önemli sonuçlarından birisi de bu muharebenin Avusturya tarafından bir zafer olarak adlandırılması ile Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun Avrupa’da ilk defa olarak yenilgiye uğratılıyor olarak gösterilmesidir.

Böyle bir psikolojik etkiye Avusturya’nın o zaman için ihtiyacı vardır. Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun ‘‘yenilmez’’ unvanı sona eriyordur ve Osmanlı Ordusu artık ‘‘yenilebilir’’ bir hale gelmiştir. Bu etkiyi Avusturya 1683’de çok iyi bir şekilde kullanacaktır.

Bu duyguyu pekiştirmek için bazı batılı kaynaklar bu muharebeyi, bu muharebeden 300 yıl önceki Osmanlıların Sırpları ve Macarları yendikleri ‘’Sırp Sındığı’’ muharebesi ile mukayese ederek bu muharebeye ‘‘Türk Sındığı’’ ismi ile anarlar.[39]

Seferin lojistik açıdan incelenmesi

İstanbul’dan Avusturya sınırlarına kadar olan uzaklığa 100.000 mevcudu aşkın bir ordunun bütün silah, araç ve gereçleriyle yürümesi Türk Ordusu’nun hareket yeteneği bakımından üstünlüğünü işaret eder. Bu arada büyük bir orduyu ana vatandan uzaklarda beslemek, bütün ihtiyaçlarını sağlamak Türk Ordusu’nun lojistik bakımından da yeterli olduğunu ve seferin iyi hazırlandığını gösterir.

Buna karşılık Avusturyalılar kendi topraklarında aç ve susuz kalırlar.[40] Bizzat Montecuccoli anılarında ordusunda yiyecek ve cephaneleri kalmadığı için Türk Ordusunun takip edemediklerini, kendi ikmal işlerinin çok başıbozuk, Türklerdeyse mükemmel olduğunu yazar.[41]

Bazı Macar tarihçilere göre Osmanlı Ordusunun vurucu kuvvetinin Avrupa’da erişebileceği son hudut Macaristan arazisidir. Bu tarihçilerden Géza Perjés’[42] bu devirde bir ordunun en çok günde 20 km yol alabileceğine, insanların ve hayvanların dinlenmesi, erzak ve yem tedariki dolayısıyla da her dördüncü veya beşinci günü istirahat etmesi gerektiğine göre, günde ortalama 15 kilometrelik yol alabileceği neticesini çıkarır.

Ulaşım, erzak ve yem temini, konaklama güçlükleri dolayısıyla, kışın harbe çıkılmaz ve bu sebeple seferler ilkbahar ile sonbahar arasındaki aylarda yapılabilir. Bu zamanın 180 gün olduğu kabûl edildiğine göre ve günde 15 kilometre yürünebildiği anlaşılınca, bir ordunun bir harp mevsimi içerisinde alabileceği en uzun yol 2.700 kilometredir. Bu sayıdan dönüş çıkarılınca 1.350 km elde edilir. Lâkin 180 günlük muharebe zamanının en az bir ayı çarpışmalara ayrılınca, ordunun vurucu tesir sahası 900 km eder. Bu hesaptan anlaşılacağına göre, çarpışmalara ayrılması gereken 30 gün aşıldığı takdirde, ordunun kışlalara dönmesi gerektiğinden düşmanla muharebe suretiyle elde edeceği neticeyi alamadan çekilmeye mecbur kalacağı açıktır.

Bu hesabı dikkate Alan Fazıl Ahmet Paşa 1663 Uyvar Seferinden sonra İstanbul’a geri dönmez ve kışı Belgrat’ta geçirir. Kış içerisindeki Avusturya tehditlerini manevraları ile bertaraf eder. Ancak 1 Ağustos 1664 St. Gotthard Muharebesinden sonra kendisinin planladığı Girit Seferi, mevsim ve dönüş şartları nedeniyle ve Vasvar Antlaşmasının kendi lehine sonuçlanması üzerine bu seferden kesin neticeyi alamadan (Avusturya Ordusunu imha edemeden) İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Avusturya kaynaklarının iddia ettikleri gibi Fazıl Ahmet Paşa bu muharebede yenildiği için geri dönmemiştir.

Milli kaynakların önemi

Bu muharebeden çıkarılacak en büyük sonuç ise tarih araştırmalarında yabancı kaynaktaki bilgilerin mutlaka yerli ve milli kaynaklarla mukayesesinin yapılması gerektiğidir. Bu mukayese yapılmadan yabancı kaynaktaki bilgilerin doğruluğuna şüphe ile yaklaşılmalıdır. Her ülke şimdiki ve gelecekteki nesillerine övünç ve şeref duyacakları bir tarihi geçmiş bırakmak istemekte ve bu nedenle de tarihi olayları ve kayıtları kendileri lehine sübjektif olarak değerlendirmektedirler.

Ancak bizde bu böyle değildir… Tabii ki tarihi olayların objektif olarak verilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Subjektif bir tarih bilgisi ve yorumu tabii ki arzu edilmez. Ancak bazı akademisyenlerin kendi tarihlerini bilmeden yabancı kaynakları esas almaları ve kendi tarihini küçültmeleri kabul edilir bir şey değildir. Örneğin bir tarihçi akademisyen (Dr. Erhan AFYONCU, şimdi Prof. Dr.) Avusturya kaynaklarını esas alarak yazdığı bir makalesinde St. Gotthard’da Avusturya Ordusunun kendisinden çok daha güçlü olan Osmanlı Ordusunu mağlup ettiğinden bahseder... Yine bu akademisyen aynı yazısında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dan bahsederken yine Avusturya kaynaklarını esas alarak Kara Mustafa Paşa’nın kemiklerinin ve kafatasının ayrı ayrı Avusturya’da olduğunu iddia eder.[43]  Hâlbuki Türk kaynaklarına göre Kara Mustafa Paşa’nın kafatası bal dolu bir kıl torba içerisinde Edirne’ye getirilmiş, burada saray avlusunda ibret taşında sergilenmiş ve naaşı İstanbul Beyazıt’taki Kara Mustafa Paşa Türbesine nakledilmiştir.[44][45]

Ancak burada daha hazin olan ise kendi tarihinden ve ‘’milli’’ kaynaklardan habersiz bu akademisyenin başında ‘’milli’’ sıfatı olan bir üniversitenin (Milli Savunma Üniversitesi) rektörlüğünü yapıyor oluşudur…  

1664 St. Gotthard / Mogersdodf Muharebesinden Avusturya’da kalan izler.

Avusturya’ya göre bu muharebede bir zafer elde edildiği ve Osmanlı Ordusu Avrupa’da ilk defa yenildiği için bu zafer bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Tabii Osmanlı Ordusundan ele geçirilen eserler ve ganimetler de çeşitli müzelerde sergilenerek muhafaza edilir…

Bu bölümde bunların önemli olanlarına kısaca yer verilmesinin uygun olacağı değerlendiriyorum:

Muharebenin icra edildiği Mogersdorf köyünün hemen kuzeyinde yer alan Schlössberg üzerinde yapılan müzede (daha önce bitki kurutma odası olarak kullanılan bir binada) muharebede Türklerden ele geçirilen silahların bir kısmı, belge ve resimler sergilenir…

Bu müzenin hemen ilerisinde bu muharebe anısına yapılmış olan küçük bir kilise bulunur. Bu kilise İkinci Dünya savaşında tahrip edilir ancak yeniden tekrar yapılmaz ve 1664’ün 300. yılı kutlamaları çerçevesinde 1984 yılında yeniden restore edilerek tahrip edildiği haliyle bırakılır. Bu kilisenin hemen yanında bu muharebenin anısına 15 m yüksekliğinde bir haç dikilir.  

Weisses Kreuz, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Muharebenin yapıldığı Raab suyu geçiş yerinin hemen yakınında ve Mogersdorf köyünün batı tarafından girişinde yer alan ‘‘Weisses Kreuz’’ (Beyaz Haç) bu muharebe anısına 1840 yılında yapılır. Diğer bir adı da ‘‘Türkenkreuz’’ (Türk Haçı) olan bu haç üzerinde Almanca, Latince, Macarca ve Fransızca yazılmış bir yazıt vardır;

‘’Nice yürekli kahraman burada,
Göğüs gererek Türkün silahlarına,
Can verdi 1664 yılında
Tanrı, imparator ve vatan uğrunda’’

Friedenstein, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Bu haçın hemen yanında 1.60 m boyunda ve 1984 yılında yapılmış olan ‘‘Friedensstein’’ denilen bir Türk anıtı vardır. Bu anıtın iki yüzünde Almanca ve Türkçe yazılmış bir yazıt vardır; ‘‘Den im Jahre 1664 gefallenen türkischen Soldaten gewidmet - Friede allen, die hier ruhen’’ (1664 yılında şehit düşen Türk askerlerine ithaf edilmiştir. Burada herkes huzur içinde yatsın) Diğer iki yüzünde de çeşitli dillerde BARIŞ yazısı bulunur: FRIEDE, BARIŞ, BEKE, MIR VE PAX.

Beyaz Haç’ın yaklaşık 300 m doğusunda köy tarafında yine savaşın anısına 1670 yılında yapılmış küçük bir kilise bulunur. ‘’Annakapella’’ denilen bu kilisenin özelliği bir Türk çadırına benzer şekilde yuvarlak bir biçimde yapılmış olmasıdır. Halk arasındaki inanışa göre bu muharebede Avusturyalıları Türklerden Hz. Meryem koruduğu için kendisine adak olarak bu kilise yapılır. Ayrıca yörede anlatılanlara göre 19. Yüzyılın sonuna kadar her yıl 1 Ağustos günü bir Türk heyeti gelerek bu kilisede şehit Türk askerlerinin anısına çelenk koyarlarmış. Hatta şekli Türk çadırına benzediği için kilisenin Türkler tarafından yapıldığına dair inanışlar da bulunmaktadır.[46]

Mogersdorf köyü Kilisesinin duvarlarında da 1912 yılında yapılmış olan ve bu muharebeyi anlatan bir resim bulunur.

Mogersdorf köyünün hemen yakınındaki Fürstenfeld'de bu muharebe anısına dikilen '‘Mariensäulen’’ (Maria sutunu) Bu anıtın dikiliş hikâyesi farklıdır. 1 Ağustos 1664 günü bir kısım Avusturya askeri Türklerin ilk hücumunda yenildiklerini zannederek bu köye (Fürstenfeld) dolarlar. Halkta panik başlar. Köyde büyük maddi zararlar meydana gelir. Ancak daha kötüsü Avusturyalı askerler köylülere bir salgın hastalık bulaştırırlar ve Ağustostan Ekime (1664) kadar  köyde bu hastalıktan dolayı 300 insan ölür. Bu anıt 1668 yılında köyün bu hastalıktan kurtulmanın anısına dikilmiştir. Kaynak: Militärhistorische Schriftenreiche, Heft, 64

Mogersdorf köyünün hemen yakındaki Fürstenfeld’de, Graz’da, Ilz, Gleisdorf, Pischelsdorf ve Mureck’de bu muharebe anısına dikilmiş ‘‘Mariensäulen’’ isimli anıtlar bulunur…  

Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un zırhı Viyana Askerî Müzesinde muhafaza edilir. Viyana Askerî Müzesinin hemen girişinde sol tarafında Montecuccoli’nin, sağ tarafında ise Sporck’un bir heykeli bulunur. İlginç olanı Sporck’un heykelinin ayakları dibinde başı kesilmiş bir yeniçeri kafası heykelinin de sergileniyor olmasıdır.

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesinde sergilenen bir ilginç bir ganimet daha vardır; günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. Saat bir Türk komutana aittir.

Viyana Askerî Müzesindeki St. Gotthard muharebesinden kalan bir Osmanlı Subayın ait saat. Saat günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. (Kollarınızdaki İsviçre saatleri ile mukayese etmek üzere.. Yıl 1664) 

Müzede ayrıca bu muharebede ele geçirilen bir Türke ait zincir bir gömlek de sergilenir.

Avusturya Sanat Tarihi Müzesinde (Kunsthistorischemuseum) de bu muharebe anısına basılan paraların bir kısmı sergilenir.

Graz’da ve Eisenstadt’daki Eyalet Arşivlerinde ve Viyana’daki Harp Arşivi Dairesinde bol miktarda bu muharebede kullanılan harita ve dokümanlar bulunur.  

Montecuccoli’nin kendi el yazması bu muharebe ile ilgili yazıları da Viyana’daki Harp Arşivi Dairesindedir. 

Bu muharebeyi Avusturya’da canlı tutan ve kuşaktan kuşağa yayılmasını sağlayan önemli nedenlerin birisi de ünlü şair Rainer Maria Rilke’nin ‘‘Sancaktar Christoph Rilke’nin aşkının ve ölümünün şarkısı’’dır. (Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke) Christoph Rilke’nin 1899 yılında yazdığı bu şiirinin ana kahramanı yine adı Christoph Rilke olan ve Sporck’un süvari birliğinde bu muharebeye katılmış ve Sporck’da kendisine sancaktarlık unvanını verdiği bir askerdir.

Avusturya Geseke’de Papaz Schmidt Diehl tarafında 1900 yılında Sporck’un 300’üncü doğum günü nedeniyle yazılan şiir bestelenerek hala Geseke’deki festivallerde söylenmektedir. Bu şarkının CD’si de halen Geseke’de Heimatverein’da (Yurt Birliği) satılır.

Avusturya kaynaklarına göre Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya ait olduğu iddia edilen gerçek bir kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinde sergi salonunda 1983 tarihine kadar sergilenir. 1983 yılında bu kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinin teşhir salonundan müzenin deposuna kaldırılır. Halen burada muhafaza edilmektedir. Aynı zihniyetle Viyana Askerî Müzesinde mermerden kesik bir yeniçeri kafası heykeli Sporck’un ayakları dibinde, müze girişinde sergilenir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın Biyografisi

Fazıl Ahmet Paşa Köprülü Mehmet Paşa’nın büyük oğludur. 1635 yılında Vezirköprü’de doğar. Yedi yaşında iken İstanbul’a getirilerek medrese eğitimi alır, müderris olur, 22 yaşında iken babası Sadrazam olunca Erzurum Valiliğine atanır. Daha sonra Şam ve Halep valiliklerinde bulunur…

Babası Köprülü Mehmet Paşa ölünce yerine 1661 yılında 26 yaşında iken Sadrazam olarak atanır. Osmanlı tarihinin en önemli sadrazamlarından ve devlet adamlarından birisidir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın araştırma içinde bahsedildiği gibi Kanuni Sultan Süleyman’ın kuşatıp alamadığı Uyvar kalesini fethi esnasında askerlerine karşı tutumu ve ihsanları, şehri ele geçirdikten sonra Hristiyan halka tanıdığı can, mal ve yaşama güvencesi, centilmenliği ile ona Avrupa’da büyük bir ün kazandırır. Avrupa’da adından çokça söz ettiren Fazıl Ahmet Paşa, Fransızca ‘’Fort Comme Un Turc’’ yani ‘’Türk gibi güçlü’’ deyiminin doğmasına neden olur. Bugün hala Fransızcada kullanılan bu deyim, güçlü ve dayanıklı anlamlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Fazıl Ahmet Paşa üç sene Avusturya ve Macaristan’da, iki buçuk sene Venediklilerle Girit’te (Kandiye Kalesinin fethi Avrupa ülkeleri askerî okullarında ders olarak okutulmaktadır), üst üste üç sene Lehistan’da savaşır. Bu suretle 15 sene süren sadrazamlığının dokuz senesi cephede muharebe ile geçer…  

Hasta olarak padişahla Edirne’ye giderken yolda ağırlaşarak 3 Kasım 1676 günü Ergene civarındaki Karabiber Çiftliği’nde 43 yaşında vefat eder… Ölümü Osmanlı tarihi için büyük bir kayıp olur. Kaynaklardan anlaşıldığına göre ölüm nedeni olarak aşırı çalışmaya bağlı yorgunluk ve yıpranma gösterilir… Cenazesi İstanbul’a nakledilerek Divanyolu’nda babasının yanına defnedilir… Ölümü üzerine kendisinden duyulan memnuniyetin ve güvenin bir göstergesi olarak üvey kardeşi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirilir…

Fazıl Ahmet Paşa iyi bir eğitim almış, olgun, bilgili, dürüst ve mert bir yapısı vardır. El yazısı hattat derecesinde iyidir. Silahtar tarihi yazarı yaşıtı Mehmet Halife, Fazıl Ahmet Paşa hakkında o zamanki kelimelerle şu ifadeyi kullanır: ‘‘..Pâşâyı mezbur âlim ve halim ve selim, fâzıl, kâmil, âdil, uğru açık, aklü firasette ve fikri kiyasette ve sehâ ve keremde rahm ve şefakette bî-nazîr, hüsn-i hulk sâhib-i, âli-cenab, çelebi-meşreb ve zamane vezirlerinin serefrâzı ve misli bulunmaz gazi bir adamdı’’ (Adı geçen paşa, bilgin, yumuşak huylu, kusursuz, erdemli, olgun, adaletli, uğru açık, akıl ve anlayışta ve cömertlikte, yardım edicilikte, esirgeyip korumakta benzersiz, güzel ahlak sahibi, şerefli, zarif, görgülü, zamanın vezirlerinin en üstünü ve benzeri bulunmaz gazi bir adamdı) demektedir. Yumuşak huylu, anlayışlı ve fazilet sahibi olduğu için kendisine ‘’Fazıl’’ lakabı takılır… İcazetli bir hattat, nesir alanında iyi bir kalem, fıkıh ve felsefe alanında da iyi bir akademisyendir.

İstanbul Divanyolu’nda babasının medrese ve türbesinin yakınındaki kütüphaneyi Fazıl Ahmet Paşa yaptırır ve sahip olduğu kitaplarını oraya vakfeder… Kendisinin namına Uyvar, Kamaniçe ve Kandiye’de birer camii vardır.

Fazıl Ahmet Paşa’nın çocukları olmayıp Köprülü Ailesi şehit kardeşi Fazıl Mustafa Paşa’dan yürür.[47] Allah rahmet eylesin.

Mogersdorf, Viyana’ya iki saat mesafede güney tarafında Avusturya – Macaristan –Slovenya sınırı üçgenindedir. Avusturya’daki tek şehitliğimiz Mogersdorf’da bulunan ‘‘Friedenstein’’ ismi verilen yukarıda bahsi geçen bu anıttır. Burada yatan şehitlerimiz ruhlarına Fatiha okuyacak ziyaretçilerini beklemektedir.

Osman AYDOĞAN

Notlar:

1. Bu araştırmam için kimseden görev, talimat, emir ve izin almadım. Amacım; bu muharebe için Avusturya kaynaklarını esas alıp da bizzat Türk tarihçiler tarafından Fazıl Ahmet Paşa’ya yapılan bir haksızlığı ortadan kaldırmak ve Fazıl Ahmet Paşa’nın hakkını teslim etmektir... Başarılı olmuşsam ne mutlu bana…

2. Bu araştırmam için Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden Dr. Kerstin Tomenandal, Dr. İnanç Feigl (Prof. Dr. Erich Feigl’in manevi evlâdı), Avusturya Ordusundan Tümgeneral Heinrich Schmidinger ve Macar asıllı zarif eşi Eva Schmidinger ile beraber ailece Mayıs 2001 yılında bir hafta süreyle Macaristan’da Fazil Ahmet Paşa’nın at üzerinde yaptığı seferi biz otomobille adım adım takip ederek St. Gotthard muharebe alanına geldik. Graz Üniversitesi Tarih Bölümünde şimdi ismini hatırlayamadığım bir akademisyen (Doç. Dr.) de bize St. Gotthard’da iştirak etti. St. Gotthard muharebe alanını hep beraber adım adım dolaştık. Rab Nehrindeki geçiş yerini, muharebeyi inceledik. Yine Avusturya Ordusundan Tuğgeneral Heribert Temmel bana bu muharebe hakkındaki tarihi kaynakları ulaştırdı. Yine Viyana Üniversitesi Tarih hocalarından Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann hem bana bu konudaki kitabını verdi hem de anlatımıyla bana danışmanlık yaptı.

Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326’’ isimli eserini yetersiz Osmanlıcam nedeniyle Sn. Dr. Öğ. Alb. Ahmet Tetik bu çalışmam için 2001 yılında Osmanlıca aslından Türkçeye çevirdi. (Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bu eserinin ilk Türkçe baskısı ‘’Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adıyla ilk olarak 2005 yılında yapıldı- Emre Yayınları, İstanbul, 2005) 

Burada bu dostlarımı minnetle ve şükranla anıyorum…  

3. Bu çalışmamı önce Silahlı Kuvvetler Dergisinde (Ocak 2004, sayı: 379) sonra da Mehmetçik Vakfı Dergisinde (Mayıs 2015, sayı: 32) yayınladım ola ki gerçek bir tarihçinin dikkatini çeker de üzerinde çalışma yapar diye. Bu yazım bu dergilerde yayınladığım yazımın geniş bir özeti şeklindedir. Mehmetçik Vakfı dergisindeki yazımın bağlantısını aşağıda veriyorum. (s: 39-56)
https://www.mehmetcik.org.tr/site/assets/files/1368/mehmetcik-vakfi-dergisi-sayi-32.pdf

Kaynaklar:

Avusturya kaynakları

1. BUCHMANN Bertrand Michael, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999

2. Von HAMMER Purgstall Joseph, ‚Büyük Osmanlı Tarihi’, Yay. Haz. Mümin ÇEVİK, Erol KILIÇ, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

3. MONTECUCCOLI Raimund Graf, Della guerra col Turco in Unghheria (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

4. PEBALL Kurt, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

5. PERJÉS Géza, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988 (Macar Kaynağı)

6. SCHREIBER Georg, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4

7. SCHEUCH Manfred, Historischer Atlas Österreich, Der Standard Bibliothek, Verlag Christian Brandstätter, Wien 1994

8. TOIFL Leopold und LEITGEB Hildegarb, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. Bis zum 17. Jahrhundert, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 64, Militärhistorisches Institut, Bundesverlag Wien, 1991

9. 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz

Türk kaynakları

1. Ahmet Muhtar, Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326

2. DANIŞMEND İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950

3. Fındıklılı Mehmet Efendi, ‚Silahtar Tarihi’, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

4. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 3. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1983

5. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977

6. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi II.Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

7. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, I.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

8. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

9. YÜCEL Ebubekir S., Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

10. YÜCEL Yaşar, Prof. Dr. Muhteşem Türk Kanuni ile 46 Yıl, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XXIV. Dizi, sa.1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987

11. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, IIIncü Cilt 3ncü Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

12. Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

13. Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbası, İstanbul 1960

14. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001

Dipnotları


[1] Bertrand Michael BUCHMANN, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999, s. 125

[2] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977, s. 384

[3] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s.435

[4] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları. Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326

[5] Fındıklılı Mehmet Efendi, Silahtar Tarihi, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

[6] Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbaası, İstanbul 1960

[7] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, III. Cilt 3. Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

[8] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III. Cilt, I. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s. 412-413

[9] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 434-435

[10] Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

[11] Kurt PEBALL, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

[12] Raimund Graf MONTECUCCOLI‚ Della guerra col Turco in Unghheria’ (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

[13] Raymond Graf MONTECUCCOLI , Fenni Harp, Tercüme Latif Bin İbrahim el yazısı, Nuri Osmaniye Kitaplığı, No. 3237

[14] Leopold TOIFL und Hildegarb LEITGEB, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. bis zum

[15] Georg SCHREIBER, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4,

[16] Georg SCHREIBER, a.g.e., s. 112-201

[17] Von HAMMER Purgstall Joseph, ‘Büyük Osmanlı Tarihi’, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

[18] Bertrand Michael BUCHMANN, ‚a.g.e., s. 128-129

[19] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.300-301

[20] Georg SCHREIBER, a.g.e. S. 203

[21] Kurt PEBALL, a.g.e. S. 13

[22] 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz, s. 42

[23] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.302

[24] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 128

[25] Georg SCHREIBER, a.g.e. S. 202

[26] Ebubekir S. YÜCEL, ‚Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi’ (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

[27] Kurt PEBALL, a.g.e., s. 17

[28] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[29] Yılmaz ÖZTUNA, a.g.e., s.386

[30] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, a.g.e., s.412

[31] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 435

[32] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 129

[33] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s.435

[34] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, a.g.e., s. 303

[35] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[36] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 130

[37] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[38] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[39] Purgstall Joseph von HAMMER, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989, s. 135

[40] Sengotar Muharebesi 1664, a.g.e., s. 45

[41] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[42] Géza PERJÉS, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, 14-15

[43] Dr. Erhan AFYONCU, Kara Mustafa Paşa, Hürriyet Tarih, 6 Ağustos 2003, s. 9

[44] N. Berin TAŞAN, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Mezarı ve Viyana Müzesindeki Kafatası, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001, s. 289-293

[45] M. Münir AKTEPE, Mustafa Paşa, İ A.., C. VIII, s. 738

[46] 800 Jahre Mogersdorf, a.g.e. S. 56

[47] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Osmanlı Vezir-i Âzamları, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s.418-420,

 



09 Eylül 1922, İzmir’in Kurtuluşu ve Ötesi

09 Eylül 2020

26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük taarruz neticesinde 30 Ağustos sabahı başlayan Başkomutanlık Meydan Savaşı sonunda Yunan işgal ordusunun beş tümeni tutsak alınıp, yok edilir.

Ardından Başkomutan Mustafa Kemal’in verdiği; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla Kuvayı Milliye Ordusu İzmir’e doğru ilerler…

9 Eylül 1922’de Türk birlikleri İzmir’e girer. İzmir 3 yıl 4 ay sonra Yunan işgalinden kurtarılır…

İşte bugün bu kurtuluşun 98. yılıdır.

Bugünü anlatan tabii ki çok yazar, çok eser var. Ancak ben bu yazarlardan ikisinin hatıralarına başvuracağım: Falih Rıfkı Atay ve Ruşen Eşref Ünaydın.

Ruşen Eşref Ünaydın

Ruşen Eşref Ünaydın, 1920 yılında TBMM Hükümeti’nin çağrısı üzerine Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı’na katılan gazeteci, siyasetçi ve diplomattır..  Ruşen Eşref Ünaydın, ‘’Atatürk’ü Özleyiş (Hatıralar)’’ (Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001) (Kitabın ilk baskısı Türk Tarih Kurumu tarafından 1957 yılında yapılmıştır) kitabında Millî Mücadele içinde zafere kadar Atatürk’ü en geniş hatlarıyla ele aldığı hâtıralarını anlatır. (R.E. Ünaydın, ne yazık ki Zafer’den sonraki devreyi kaleme almaya başladığı ikinci bölümü tamamlayamaya ömrü yetmez.)

Bu kitabında Ruşen Eşref Ünaydın, İzmir’ gidişi şöyle anlatır (özetle):

‘’… Yunan’ın ateşe verdiği Kasaba’ya (Turgutlu) varıp burayı ve yanan köyleri geçer. Armutlu’ya gelinir. Burada mola verilir Mustafa Kemal koyu bir güneş gözlüğü taktığı için tanınmaz. Orada bulunan bir ihtiyar, koynundan bir resim çıkarır, bir kaç kere önce resme, sonra Mustafa Kemal’e bakar. Mustafa Kemal gözlüğünü alnına doğru kaldırınca ihtiyar daha yakına yanaşır ve daha dikkatli bakar. Birdenbire yüzünün rengi değişir, her yanı titreyerek, 'Bu sensin, bu!' diye bağırır. Sonra orada bulunanlara dönerek, haykıra haykıra 'Ey ahali koşun, koşun! Bu odur, Kemalimiz geldi' der demez bütün halk otomobile koşar. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı kimi toprağı, kimi tekerlekleri öpüyor, kimi Mustafa Kemal’in boynuna, eline sarılıyor kimi otomobili omuzlarında taşımaya çalışıyordu.’’

Mustafa Kemal 9 Eylül 1922 Cumartesi günü karargâhı ile Belkahve’ye varır. Bir incir ağacının altında Kadifekale’de şanlı bayrağımızın dalgalandığı İzmir’i uzun uzun seyreder. Düşman devletlerinin karma donanması körfezdedir. Hava kararıncaya kadar burada kalır.

Geceyi geçirmek için Nif’e (Kemalpaşa) gelinir. Ruşen Eşref Ünaydın buradaki manzarayı Mustafa Kemal’e atfen kitabında şöyle anlatır:

“Seni, bir iki basamak merdivenle ilk katına çıkılan, zaten sanırım o ev sadece bir katlı idi, o evin kapısından içeri girişte, başları beyaz örtülerle sımsıkı sarılı köy kadınları karşıladılar. Yedi sekiz kadın... Gölgeler gibi çekingendiler. Seni o dar girişte görünce, yerlere doğru eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler; başörtülerinin ucu ile ayaklarından tozlar aldılar, bir ikisi o tozları gözlerine sürdüler! Ve onların gözlerinden senin ayakkabılarına yaşlar damladı. Sen onları ağır başla selamladın. Onlar senin önünde el bağladılar, yaşlı gözlerle sana uzun uzun baktılar. Bu el bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne kadar daha iyi anlatıyordu.”

Atatürk yanında Mareşal Fevzi (Çakmak) Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve karargâhı ile 10 Eylül 1922 günü İzmir’e girer. Burada Fahrettin (Altay) Paşa ile buluşarak doğruca Hükümet Konağına gider. İzmirliler kurtarıcılarını büyük bir törenle, sevinç ve coşkunlukla karşılamışlardır. İzmir Hükümet Konağı balkonundan, Konak alanını hınca hınç dolduran İzmirlileri, selamlayarak kısa bir konuşma yapar:

“Bu zafer milletindir!...”

Falih Rıfkı Atay

Falih Rıfkı Atay ise, milli mücadelenin en önde gelen gazetecilerindendir. Genç gazeteci Falih Rıfkı, Türk ordusunun 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir'i kurtarışının ertesi gün vapurla İzmir'e gelip Gazi ile ilk söyleşiyi yapar. Gazi ile gazeteci ve milletvekili olarak her konuda yakınlığı ölümüne kadar sürer...

Falih Rıfkı Atay, İzmir kurtulduğunda henüz İstanbul’dadır. İzmir’in kurtuluşu haberini aldığında defterine şöyle not düşer: ‘’Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim...’’

İzmir’in kurtuluşu haberi kısa sürede tüm yurda yayılır. İstanbul büyük bir sevinç yaşar. Falih Rıfkı Atay, 10 Eylül 1922 günü basılan Akşam gazetesi için şöyle anlatır: “Akşam’ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk!’ Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu.”

Falih Rıfkı Atay’ın 1950'li yıllarda yazdığı ‘‘Çankaya’’ kitabı ‘‘insan Atatürk'ü’’ anlatan bölümleriyle muhteşem bir eserdir. Falih Rıfkı Atay, kitabında Mustafa Kemal ile görüşmek üzere İzmir’e gelişlerini de şöyle anlatır:

‘’Yakup Kadri ile beraber Paquet Kumpanyası’nın Lamartine vapurundayız. Ta Kadifekale’de Türk bayrağını görünceye kadar İzmir’e çıkıp çıkmayacağımızı bilmiyorduk. Eğer bir gecikme olmuşsa, vapurda kalacaktık…

Limanda derin bir sessizlik. Zırhlıları ile kruvazörleri ile torpidoları ile İngiliz donanması orada... Lamartine vapurunun Akdeniz memleketlerine gidecek bütün yolcuları da içlerinden konuşmakta. Bazılarının sözlerini bakışlarından işitiyorum: ‘Zavallı şehir, yine mi Türklerin eline geçti?’ Bir motorla neşeli birkaç Türk subayı geldi. Güvertede Yakup ile benim vesikalarımıza baktılar. İsimlerimizi de tanımış olmalı idiler. Hemen izin verdiler… Rıhtım boyunda kapı eşiklerine çömelen silahlı askerlerle karşılaştık. Yüzleri güneş yanığı, üstleri başları toz içinde, hepsi taze zafer tütüyor. Fakat bir savaştan değil, bir trenden çıkmış gibi sade ve gösterişsiz bir halleri var.’’

09 Eylül 1922 ve ötesi

9 Eylül’de İzmir kurtulmuş ancak İzmir Limanı’nda hala İngiliz ve Fransız savaş gemileri vardır. Bu durum ise çoğu insanda zafer konusunda tereddüt oluşturur. Mustafa Kemal’in ise tereddüt konusunda hiç tahammülü yoktur. Mustafa Kemal, limandaki İngiliz donanması komutanı amirale nota göndererek 24 saatte donanmanın karasularımızdan çıkmasını ister. Herkes merakla beklerken İngiliz donanması 24 saat dolmadan limandan çıkıp gider.

06 Eylül’de Balıkesir kurtarılmıştır. 11 Eylül 1922 günü Türk orduları Bursa’ya girer. 16 Eylül 1922’de Çeşme’deki son Yunan birlikleri, 18 Eylül 1922’de de Anadolu’daki son Yunan askerleri Erdek’ten çekilir… Ekim 1922’de İngiltere'de Lloyd George başbakanlıktan istifa eder. Yunan kralı Konstantin tahttan indirilir. Yunanistan’da darbe olur. Yunan generalleri kurşuna dizilir…

Ancak İstanbul halen işgal altındadır. Mustafa Kemal, bir süre sonra Kuvayı Milliye Ordusu’na İstanbul yönünde hareket emri verir. Bunun üzerine İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle acele İzmir’e gelerek Mustafa Kemal’in huzuruna çıkar: “Ordularınızı durdurunuz, tarafsız bölgeye girmeyiniz” der...

Mustafa Kemal’in cevabı kesindir: “Zafer kazanmış ordularımızı daha uzun süre nasıl tutabilirim? Bunun tek yolu vardır. Bir an önce ateşkes yapılmalıdır.”

Hâlbuki o esnada Kuvayı Milliye Ordusu’nun büyük bir bölümü İzmir önlerindedir. Kuvayı Milliye Ordusu’nun sadece bir bölümü de İstanbul’a doğru yönelmişti. İşte Mustafa Kemal’in bu kararlı davranışı emperyalistleri Mudanya ateşkes görüşmelerine götürür. Sonuçta 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da İsmet Paşa başkanlığındaki Türk Heyeti ile Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanır…

Bu Antlaşma Kurtuluş savaşının askerî harekât bölümünü bütünüyle bitiren bir antlaşmadır. Bundan sonra artık politik görüşmeler dönemi başlar. Bu sayede İstanbul ve Doğu Trakya savaşılmadan kurtarılır. İzmir’in kurtarılmasından sonra Türk Ordusu İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya Bölgesine yönelir. Doğu Trakya’da hala Yunan, İzmit ve Çanakkale’de İngiliz, İstanbul’da ise İtilaf Devletleri askerleri vardır.

Ardından Lozan görüşmelerine geçilir. Görüşmeler Batının kapitülasyonlar için ısrarı yüzünden son derece çetin pazarlıkların sonunda, 24 Temmuz 1923’te bitirilir. Lozan barışı ile günümüzde de geçerli Misak-ı Milli sınırları çizilerek Sevr Anlaşması yürürlükten kaldırılır ve aynı zamanda da Osmanlının başımıza bela ettiği kapitülasyonlardan bu millet, bu topraklar kurtulur…

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgal eden İngiliz birlikleri 06 Ekim 1923 tarihinde İstanbul’dan ayrılırlar. Fatih’in 1453’te aldığı İstanbul’u son Osmanlı Padişahı İngilizlere teslim etmiş, yeniden kurtaran ise Mustafa Kemal Paşa olmuştur.

Lozan Barış Anlaşması ile Türkiye bağımsızlığını ve özgürlüğünü kazanınca dünyaya örnek olur. Genç Türkiye Cumhuriyeti başta Cezayir, Tunus ve Hindistan başta olmak üzere ulusal kurtuluş savaşlarına örnek ve umut olur. Fransız emperyalizmine karşı dövüşen Cezayirli özgürlük savaşçılarının göğsünde artık Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafları vardır. Tunus ve Cezayir bağımsızlığını kazandıktan sonra bayraklarında bizimki gibi ay ve yıldız yer alır. Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olmaktan kurtuluş yolunu Atatürk’ün yaktığı ateş aydınlatır. Hindistan’ı bağımsızlığa kavuşturan Mahatma Gandhi; “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum” der. Küba’nın, Bolivya’nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtulması için yürütülen özgürlük savaşlarında öldürülen Dr. Che Guevera’nın sırt çantasından Mustafa Kemal Paşa’nın Fransızca basılmış ‘’Nutuk’’u çıkar. Keza Küba’nın efsane kurucu önderi Fidel Kastro da kurtuluş savaşlarında Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs Samsun stratejisini örnek aldıklarını söyler. Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin neden Mustafa Kemal Atatürk’ten hazzetmediklerini anlıyorsunuz değil mi? (*)

Sonuç

9 Eylül 1922 tarihi Türk milleti için yepyeni bir sayfanın açılışının tarihidir. 9 Eylül 1922 tarihinde sadece İzmir’in dağlarında değil tüm bir Anadolu’nun dağlarında çiçekler açar…  

9 Eylül 1922 tarihi sadece emperyalist işgal güçlerinin püskürtülmesi değil, yeni ve çağdaş Türk toplumuna ve hür ve bağımsız bir dünyaya doğru giden yolun çok önemli bir sınır taşıdır.

‘’Milli Mücadeleye destek olmak için canı pahasına savaşan Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü'ye, Hamza Grubu'ndan Yüzbaşı Seyfettin'e, Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Mehmet Cambaz'a selam olsun. İmalat-ı Harbiye'den Eyüp Bey'e, Berzenci Grubu'ndan Ahmet Berzenci'ye, Ferhat Grubu'ndan Mustafa İzzet' selam olsun. Kuva'cı kahramanlar; Yahya Kaptan'a Ali Çetinkaya'ya, Şahin Bey'e, Sütçü İmam'a ve Ahmet Hulusi Efendi'ye selam olsun. Kadınlarımız Ayşe Çavuş'a, Halime Çavuş'a, Asker Saime'ye, Melek Hanım'a, Tayyar Rahime'ye, Kara Fatma'ya ve Gördesli Makbule'ye bin selam olsun. Daha önce Çanakkale'de, Conkbayırı'nda, Kemalyeri'nde ve daha sonra Adana'da, Maraş'ta, Sakarya'da, Urfa'da, Afyon'da, Antep'te ve İzmir'in dağlarında Mustafa Kemal'lere selam olsun, selam olsun, selam olsun….’’

Bu zaferi sağlayan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve hürmetle anıyorum.

‘’Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa’’

Osman AYDOĞAN

Haluk Levent, İzmir Marşı
https://www.youtube.com/watch?v=7jxuiDKBxg4

(*) Tabii ki dünyada emperyalizme karşı ilk bağımsızlık mücadelesi vermiş bir Cumhuriyetin Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra emperyalizmin yanında yer alması tarihi bir tezat teşkil etmektedir…

Türkiye, Mısır’ın Süveyş Kanalını millileştirmesi üzerine, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a müdahalesinde, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Birleşmiş Milletlerde verdiği oylarla emperyalist Fransa’nın yanında yer alır…  

Yine Türkiye, 13 Aralık 1952’de Birleşmiş Milletlerde Araplar Tunus olayları sebebiyle sömürgeci Fransa’nın kınanmasını istedikleri zaman, teklifin reddi için sömürgeci Fransa lehinde oy kullanır…

Yine Türkiye, özellikle Cezayir’in bağımsızlık savaşı döneminde bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e karşı sömürgeci Fransa’yı destekler…

Keza Türkiye, ABD emperyalizminin emrinde Kore’ye asker gönderir…  

Yine Türkiye, günümüzde ise ABD emperyalizminin Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’ya saldırılarında ABD’nin yanında yer alır…

Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” muhteşem sözünü ne kendisinden sonraki ne de şimdiki yöneticiler anlayamamıştır. Zaten bu sözü kulluktan yurttaşlığa geçemeyen kimsenin de anlama imkân ve ihtimali yoktur…



Bilmediğimiz bir sefer, 1532 Viyana Seferi ve bu seferde yaşanmış iki olay

08 Eylül 2020

Dün Tuna'nın tarihini ve Avusturya'daki güncel politik gelişmeleri anlattım. Hazır Avusturya'yı anlatmışken, Avusturya'ya, Viyana'ya yapılan, tarihçilerimiz de dâhil olmak üzere kimseciklerin pek bilmediği bir seferi ve bu seferde birebir yaşanmış iki olayı anlatmak istedim... Çünkü tarihi ‘’tarih’’ yapan ve tarihi daha çekici, daha sevimli ve cezbedici hale getiren içindeki ayrıntılardır... Gündemin, siyasetin, ekonominin ve havanın Koronavirüs gibi boğucu olduğu bu günlerde bir nebze de olsa nefes alalım istedim! 

Ancak bu iki olayı tarihteki yerine oturtmak için çok kısa bir giriş yapmam gerekiyor!…

Bizler Osmanlının Viyana’ya iki sefer yaptığını biliriz… İlki 1529 ve ikincisi de 1683.. Bu bilgiler gerçeği yansıtmaz. Osmanlının Viyana’ya toplam beş seferi vardır.

Tarihte Viyana'ya yapılan Türk seferleri

Viyana hedeflenerek yapılan ilk sefer 1528 seferidir.

Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Rumeli ordusunun toplanmasını burada beklenir… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları kabarttır ve taşkınlar baş gösterir, küçük dereler büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder, onlarla beraber içinde askerlere verilecek paraların da bulunduğu mahfazalar ve sandıklar da sulara kapılarak gider… Her yanı kaplayan kargaşalık içerisinde Sultan bile ölüm tehlikesi atlatır… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

1529 Seferi

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum…

Üçüncü sefer ise 1532 seferidir…

Yazımın başında bahsettiğim tarihçilerimiz dâhil pek kimseciklerin bilmediği iki olay işte bu sefer esnasında geçer…

Bu iki olaya geçmeden önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum…

Yıl 2002. Macaristan’a yapılan resmi bir gezide heyet başkanıyım… Heyete, bize bir Macar tümgeneral refakat ediyordu… Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezini ziyaret edecektik. Kışlaya giriş yaptık. Bizi törenle karşıladılar… Bina girişinde iç mekânda duvarda camekân içinde bir büst vardı. Büstün altında da ‘’Niklas Yurisiç’’ (Jurisich Miklos) ismi büyük harflerle yazılmıştı. Heyete refakat eden Macar tümgenerale sordum: ‘’Bu Niklas Yurisiç kimdir?’’ Macar tümgeneral cevap veremedi.. Bize karşılayan kışla komutanı da yanımızdaydı, benim sorumu tümgeneral kışla komutanına sordu. O da bilemedi.. Bu sefer kışla komutanı refakatindeki subaylara sordu.. Onlar da bilemedi… Kimseden cevap alamayınca ‘’bakın ben size Niklas Yurisiç’i tanıtayım’’ dedim...(Kendi çektiğim Niklas Yurisiç’in bu fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum)

‘’Bu Hırvat Beyi Niklas Yurisiç’e siz Macarlar ve Avusturyalılar çok şey borçlusunuz’’ dedim ve başladım anlatmaya:

Köszeg kuşatması

‘’1532 seferinde Kanuni Sultan Süleyman komutası altındaki Osmanlı Ordusunun gücü 130 000 ile 220 000 arasında değişmekteydi. Bu kadar çok insan ve hayvanı besleyebilmek için yürüyüşün üç yıl önce yapılan (1529) seferin dışında kalmış bir bölgeden geçecek şekilde yapılması gerekliydi. Bunun için tekrar Budin üzerinden değil de, güneyde Plattensee (Balaton Gölü) yanından gidilmesi gerekiyordu. Böylece ordu bugün için Macaristan’ın kuzeyinde Avusturya sınırına yakın müstahkem Güns (o zaman adı Köszeg idi) kenti önüne varır...  9 Ağustos 1532 de kuşatma başlatılır… Şehri, işte kışla girişinde büstü bulunan Hırvat Beyi Niklas Yurisiç pek fazla bir umudu olmadığı halde inatla savunur… Kuşatma tam üç hafta sürer…

Burada cevaplanamayan soru, Sultanın neden burada bu kadar uzun bir süre oyalandığıdır. Aslında kenti kuşatmak için bir kaç bin kişi yeterdi, asıl ordu da pekâlâ Viyana üzerine yürüyebilirdi. Bir ihtimal, Sultanın Közseg’i zapt edemezse, Viyana önünde başarıya ulaşamayacağına inanıyor olmasıdır. Bir ihtimal de Viyana kuzeyinde toplanan imparatorluk ordusunun Közseg kuşatmasına yardıma geleceğinin Sultan Süleyman tarafından düşünülüyor olmasıdır. Eğer bu Ordu kuşatmaya yardıma gelecek ise Sultan Süleyman bir meydan muharebesi için uygun alan olan Közseg ile Neusiedlersee arasındaki bölgede muharebeyi kabul edecektir. Bu nedenle de Sultan Süleyman bu bekleme nedeniyle burada muharebe için uygun mevsimi harcar…

Sultan Süleyman, Yurisiç’le yüz yüze yaptığı bir görüşmede, gösterilen mukavemete duyduğu hayranlık dolayısıyla kentin sembolik olarak teslimiyle dahi yetinebileceğini bildirir. On yeniçeri kalenin en yüksek burcuna Türk bayrağı çekecekler, bunlardan başka hiçbir Türk kente girmeyecektir. Yurisiç bu öneriyi seve seve kabul eder, zira savunmayı yürütenlerin yarısı ya ölmüş ya da yaralanmış, cephanesi bitmiştir… Kenti bir gün daha elde tutmak olanaksızdır.

Diğer bir adı Güns olan Köszeg kenti, kurtulduğu günün anısını hala korumaktadır. Kentte her gün saat 11’de kilise çanları çalar, çünkü 30 Ağustos 1532’de Sultan Süleyman, tam bu saatte ordusuna hareket emri vermiştir.’’

Bu noktada Macar tümgeneral bana itiraz etmişti... ‘’Bu mümkün değil’’ demişti... ‘’Bizde kiliseler her gün değil sadece pazar günleri çanlarını çalar’’ demişti… Ben de kendisine ‘’Evet haklısınız, sadece sizde değil tüm dünyada kiliseler pazar günleri çan çalar. Ancak Közseg kenti kilisesi bu kurtuluşun anısına her gün saat 11’de çalar.’’ Bir süre sonra tümgeneral yanımdan ayrıldı... Beş dakika sonra geri geldi... Bana demişti ki; ‘’haklıymışsınız efendim. Közseg kenti Belediye Başkanını aradım. Bu konuyu sordum. Meğer Közseg’de kilise her gün saat 11’da çanlarını çalarmış…’’

Sultan Süleyman, Közseg’den ayrıldıktan sonra Viyana üzerine yürümez, çünkü Niklas Yurisiç’in kendisini oyaladığı üç hafta içerisinde, beklediği Ordu orada toplanır… Gerçi sayıca Türk ordusunun yarısı kadar bile güçlü değildir ama buna karşılık iyi bir topçuya sahiptir, üstelik Sultanın Tuna yoluyla taşınan topları da Estergon’a takılıp kalır… Bu ağır toplar olmaksızın müstahkem hiçbir kent alınamaz. Bunun böyle olduğu Közseg önünde görülmüştü. Aynı durum dönüş yolunda da görülür; Viyana’nın Neustadt’ı o kadar iyi korunur ki, Türkler saldırıya geçmeyi denemezler bile; Hartberg ile Graz’ın da önünden geçerler, Marburg’da (Maribor) saldırı girişiminde bulundularsa da başarı kazanamazlar. Buna rağmen Sultan, İstanbul’a vardığı 18 Kasımda büyük bir zafer şenliği yaptırır…

İşte 1532 seferinde anlatmak istediğim iki ayrıntıdan birisi bu Köszeg kuşatması idi…

Purbach’lı Türkün hikâyesi

Anlatmak istediğim 1532 seferindeki ikinci ayrıntı ise Purbach’lı Türkün hikâyesidir;

Purbach, Neusiedler gölünün batı kıyısında, o zamanki adı Feketevaroş olan bir kasabadır. 1532 Seferi sırasında diğer bağcı köyler gibi Türklerin saldırısına uğramıştı. Köylüler Türkler gelmeden köyü terk ederler… Gelen yeniçerilerden birisi bir evin mahzenine girer, orada bir fıçı içerisinde şarabı görür, sonra da oturup kana kana şarap içer... Sonra da mahzende sızıp kalır... Sızıp kalınca da arkadaşlarının köyden gittiklerinin farkına varmaz… Ayılınca da köye geri dönen köylüleri görür. Korkusundan bir bacanın içine saklanır. Ocakta ateş yakılınca da dumandan boğulmamak için yukarı tırmanır. Böylece bacaya kadar çıkar, orada etrafa bakınırken görülür. Sonra da köylüler bu yeniçeriyi yakalarlar.

Purbachlılar onu asmaya falan kalkmazlar…Aksine vaftiz edilerek dinini değiştirmesini ve yanaşma olarak kasabada kalmasını önerirler.. O da kabul eder… Sonunda yörenin nefis şarapları bir yandan, Purbach’ın kızları öbür yandan verdiği bu karardan asla pişman olmamasını sağlarlar. Daha sonra da kızlardan biri ile evlenince, kaynatası onun taştan bir büstünü yaptırır. Bu heykel onu başında sarığı ile bacadan etrafı gözlediği andaki halini gösteriyor... Bizzat kendi çektiğim bu heykelin fotoğrafı da yazımın sonunda veriyorum.

Bu bir köy efsanesi olabilir, taşlaşmış Türk belki de kimsenin tasviri değil de, sadece bir direniş figürü de olabilir… 1532 yılındaki gibi kendileri açısından geçerli felaketleri savuşturmuş olmayı da simgeliyor olabilir. Gerçek olan bu öykünün bir hayli allanmış pullanmış olarak hala anlatılıyor olmasıdır. Hatta ilkokul çocuklarının okuduğu masal kitabı halinde de halen Avusturya’da satılır. Bu kitabın kapak fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum..

Bu köyde (Purbach) yeniçerinin yakalandığı ev halen olduğu gibi duruyor... Yeniçerinin şarap içtiği mahzen de lokanta haline getirilmiş. . Burada ikram edilen şaraplar da özel olarak üretilmiş ‘’Purbacher Türke’’ (Purbachlı Türk) ismindedir. Köyde o günden bu yana halen şarap üretilmektedir. Şarap köyün tek geçim kaynağıdır.

Ailemle beraber bu köye ilk geldiğimde bu evde mahzende yemek yiyoruz. Her masada küçük bir el broşürü var... Broşür bu olayı kısaca anlatıyor. Broşürün sonunda ‘’Köyde eğer badem gözlü birisini görürseniz bilin ki bu Türkü hatırlatıyor’’ diye bir cümle vardı. ‘’Badem gözlü’’ Almanca ‘’Mandelaugen’’ demekti... Bize hizmet eden çok hoş zarif bir genç kadın garson vardı. Çağırdım, bilmiyormuş gibi ‘’Mandelaugen’’ ne demek diye sordum. Kadın benim gözlerimi göstererek ‘’sizin gözleriniz gibi’’ demişti…

İşte bizim Avrupa’ya ilk işgücü (Almancı!, Gastarbeiter!) ihracımız bu yeniçeridir!

Genellikle tutsak düşen Türklerin şansı bu yeniçeri gibi böyle yaver gitmez daha doğrusu tutsak alındıkları olmaz, öfkeli köylüler ya onları hemen öldürürler ya da derin bir uçurumdan aşağı hemen atarlar. Aşağı Avusturya’da Pittental’da ‘‘Türkensturz’’ (Türk uçurumu) ve Piestingtal’da, Pernitz’de ‘’Türkenloch’’ (Türkler çukuru) gibi yer adları böyle olayların tanıkları gibidir.  Akıncılar Tuna’nın güneyinde hemen her vadiye dalarlar ve her yerde de atlısı yayası, köylüsü kentlisi, avcısı oduncusu onlara karşı çıkar, tuzaklar kurar, pusuya düşürür veya doğrudan üzerlerine saldırırlar…

Bu sefer esnasında Ybbsitz kasabasından sonra akıncılar Ybb ırmağı kıyısında Waidhofen kentine saldırırlar. Kentin kalesi iyi tahkim edilmiştir.  Kenti savunan halk, üzerlerine atılan alevli oklar yağmur gibi yağdığı halde sinmez, aksine bir karşı saldırıyı göze alırlar.  Bunun için en önde tırpan yapan demirciler çırakları ile birlikte yer alır, oduncular ve kömürcüler de saldırır. Akıncılar bu çarpışmada sadece savaşçı değil, at ve silah da kaybederler…

Bu olayın anısına Waidhofenliler heybetli bir kule yaptırırlar, üstüne de olup bitenleri anlatan bir yazıt koyarlar… Bundan dolayı demirci çırakları sokaklarda gösteri yürüyüşü yapma imtiyazını elde ederler… Loncalarının yıldönümünde savaş havaları ile caddelerden geçerler, bu sırada halk da onlara armağanlar verir ve ikramlarda bulunurlar… Bu görenek 488 yıldan beri sürüp gitmektedir. Ne var ki gösteri yürüyüşü şimdi pek mütevazı bir hal alır, çünkü törene katılacak demirci sayısı azalmıştır. Bu törenlerde kafilenin başında bir demirci ustasıyla iki ulak yürür, hep birlikte eski savaş narasını haykırılar: ‘‘Tanrı adına davranın, Türkler geliyor!’’

Üç yıl önceki Viyana kuşatmasına (1529) oranla 1532 yılında yapılan bu sefer hemen hemen tümüyle unutulmuştur. Pek hatırlanmaz…

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 1663-1664 Uyvar Seferi’dir… Bu sefer esnasında yapılan 1664 St Gotthard – Mogersdorf muharebesi bizdeki bütün büyük tarihçiler (İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan İsmail Hami Danişmend’e kadar) üç-beş sayfalık (bir sayfası da bu muharebenin krokisidir) yazı ile ‘’yenildik’’ diye bitirirler... Ben bu muharebe üzerine iki yıl çalıştım... Bütün Avusturya kaynaklarını, bütün Türk kaynaklarını taradım. Muharebe alanını Viyana ve Graz üniversitelerinden akademisyen tarihçilerle ve Avusturya Ordusunun askerî tarihten sorumlu bir tümgeneraliyle bir hafta boyunca adım adım dolaştım... Sonunda uzun bir yazı ile belgeleriyle ''yenilmediğimizi'' ortaya koydum. İki ulusal dergide de bu yazımı yayınladım...

Viyana’ya yapılan beşinci sefer

Viyana’ya yapılan beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 seferidir... Ancak tarihçilerimizin bu sefer hakkında bildikleri de buzdağın üstü gibi tüm gerçeklerin sadece yüzde onu gibi bir orandadır... Bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz o kadar çok şey var ki! 1683 seferi de çok uzun ve hazin bir hikâyedir…Tek günah keçisi de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa değildir…

Ahh ''Tarih Baba'' ah!.. Sen neler söylersin sen!..

Osman AYDOĞAN

Macaristan'ın Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezi girişinde bulunan Niklas Yurisiç'in büstü... Fotoğraf bana ait..

 
Avusturya'ya Türk akınları Avusturya masal kitaplarında böyle resmedilmişti...

Purbachlı Türk anlatan Avusturya çocuk masal kitabının kapağı

 

Purbach köyünde olayın geçtiği evin bacasına yerleştirilen yeniçeri heykeli. Fotoğraf bana ait..



Tuna’dan gelen tehlike…

07 Eylül 2020

Ülkedeki gündemi değiştirmek için yapılan tarikattı, idam cezasıydı, yok şuydu, yok buydu tartışmalarının tozu dumanı arasında Avusturya Başbakanının iki gün önceki bir demeci hiç gündeme gelmedi… Çoğu basın görmedi, görenler de çok önemsiz bir habermişçesine en alt sayfalarda küçücük yer verdiler. TV’ler ise hiç mi hiç görmediler…

Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un, Alman gazetesi Handelsblatt'a yer alan röportajı

33 yaşındaki aşırı sağcı ve göçmen karşıtlığıyla bilinen Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, Alman gazetesi Handelsblatt'a 05 Eylül 2020 tarihinde bir röportaj veriyor.

Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, "Açık kapı politikası artık yok" başlığıyla yayınlanan bu röportajında Türkiye ile ilgili değerlendirmelerde bulunuyor…

Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz bu demecinde özetle; AB sınırlarının korunması ve Yunanistan ile tam dayanışma içinde olunması gerektiğini söylüyor.

AB üyesi ülkelerin Erdoğan'a karşı birlikte bir duruş sergilemediğini röportajında belirten Kurz, "Eğer Avrupa Türkiye'nin kendisine şantaj yapmasına izin verirse, bu son derece sorunlu bir durumdur. Kararlılıkla harekete geçen birleşik bir Avrupa Birliği istiyorum" diyor… .

Röportajında, CB Erdoğan'ı "mültecileri silah olarak kullanmakla" suçlayan Kurz, "Bu yılın başlarında Erdoğan, AB'ye baskı yapmak için göçmenleri silah olarak kullandı. İnsanları Yunanistan'a gitmeye ve oradaki sınırlara akın etmeye çağırdı. Bu insanlık dışı bir davranış. Buna karşı kararlı adımlar atacak birleşik bir Avrupa Birliği istiyorum.  Bunun neden olmadığını anlayamıyorum. Avrupa'nın dış sınırını savunan cephede yer alan Yunanistan ile dayanışma göstermeliyiz." ifadelerini kullanıyor…

Avusturya Başbakanı röportajında ayrıca, "Erdoğan'ın Batı Avrupa'daki Türkleri kendi amaçları için kullandığını" iddia ediyor.

Gazete, röportajı vermeden önce de Kurz'u "Balkan yolunun mülteciler için kapatıldığı AB-Türkiye Paktının önde gelen mimarlarından biri" olarak tanımlıyor…

Avusturya Başbakanı röportajın yayınlandığı gün de kendi kişisel twitter hesabından yaptığı paylaşımda; "Avrupa Birliği Erdoğan'ın tehdit ve şantajlarına izin vermemeli" diye yazıyor…

Şimdi bu ‘’röportajda ne var’’ diyebilirsiniz. ‘’Avusturya, Avrupa’da esamisi okunmayan sekiz milyonluk bir ülke’’, ‘’33 yaşında da başbakan mı olunurmuş’’, ‘’dikkate almaya değmez’’ de diyebilirseniz. Ancak bunları demeden önce gelin beni bir dinleyin. Sonra istediğiniz kanaate sahip olabilirsiniz!

Ama beni dinlemek biraz tarih demek! Ne yapalım gülü seven dikenine katlanır!... Önce Tuna Nehri’nden başlayalım… Malum Tuna Nehri Avusturya’yı Batı -  Doğu istikametinde boydan boya kat eder…

Tuna Boyunca

Tuna Nehri, Volga'dan sonra Avrupa'nın ikinci uzun ırmağıdır. Tuna Nehri Almanya’dan doğar sonra sırasıyla batıdan doğuya doğru Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan’dan akıp geçerek Romanya’dan Karadeniz’e dökülür…

Kısmet oldu, Tuna’nın doğduğu kaynağı gördüm, geçtiği bütün ülkelerden Tuna ile beraber ben de geçtim ve son olarak Romanya’dan Karadeniz’e döküldüğü yerde bulundum…

Ve Tuna’nın sadece bir nehir olmadığını gördüm... Tuna Avrupa tarihinin en güçlü aktörlerinden birisiydi. Biz Tuna'nın bu yönünü pek bilmeyiz... Biz sadece Plevne'yi biliriz, onu da Osman Paşa ile biliriz, onu da "Tuna nehri akmam diyor etrafımı yıkmam diyor" türküsüyle biliriz… Biz sadece Estergon'u biliriz, onu da ''Estergon, Estergooon'' türküsüyle biliriz...

Neyse gelelim sadette…

İtalyan yazar Claudio Magris’in Tuna ile ilgili güzel bir kitabı var: ‘’Tuna Boyunca’’ (Turkuvaz Kitap, 2008)  Yazar kitabında işte benim de düşündüğüm gibi Tuna’nın sadece bir nehir olmadığını anlatır. Claudio Magris’e göre Tuna akan bir suyun değil akan biz zamanın tanığıdır.

Kitaptan bazı bölümle aktarmak istiyorum:

‘’Bir noktadan sonra Tuna'nın kaynağına ilişkin tartışmalar anlamını yitirir ve nehrin kimliği, kültürel birikimi ve kapsadığı tarihsel süreçler önem kazanır. Örneğin Tuna, çoğunlukla Alman karşıtı bir simgesellik taşır. Bu yönüyle Ren'den de ayrılır. Farklı ırkların karşılaşıp karıştığı bir coğrafyayı sarıp sarmalar: 'Tuna, Alman-Macar-Slav-Latin-Musevi Orta Avrupası'dır.’’ (s. 22)

‘’Tuna, ırkların yüzyıllar boyu karıştığı bir coğrafyanın da simgesidir.'' (s. 27) ''Tuna'nın bir imparatorluk boyu olduğu da ortaya çıkar. Alman, Osmanlı ve Roma imparatorlukları hep Tuna etrafında var olmuş ve hâkimiyetlerini genişletmek için bu bölgede savaş vermiştir. Tuna'nın haritası, daha ileriki bölgelerde, askeri bir atlasa benzer.'’ (s. 80)

‘’Tuna'nın yayıldığı alan bir anlamda Roma da demektir. Roma ise, her şeyden önce hâkimiyet anlamına da gelir ve öne sürdüğü evrensellik, hâkimiyetinin maskesidir.'’ (s. 84)

‘’Tuna, içinde tarih kadar siyaset ve sanatı barındırışıyla da dikkat çeker.’’ (s. 109)

‘’Nehir, akıp gittiği şehirler ve kıyılar boyunca şatoları, büyük hükümdarların saraylarını, onların suretlerini ve bir zamanlar ellerinin altında tuttukları görkemli kentler ile meydanları da selamlar. Bunun yanında Tuna kültürü, 'dünyanın tehdidi altında olunca, hayatın saldırısına uğrayınca ve acımasız gerçeğin içinde kaybolmaktan korkulunca sığınılacak bir kaleye dönüşür.’' (s. 134)

‘’Attilla Josef (Macar Şair) ise Tuna'yı 'bulanık, bilge ve yüce' biçiminde niteler; Josef'i bu değerlendirmeye iten şey 'annesinin kuman kanı ile babasının Rumen Transilvanya kanının kendi damarlarına karışması'dır. Sonuç olarak Josef için Tuna 'geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek' demektir.’’ (s. 243)

‘’Tuna'nın bir başka özelliği de, sınırlar çizmesidir.'' (s. 336)

Bu noktadan sonra önemli bir noktaya değiniyor Magris: ‘’Tuna kültürü, 'diğerleri' olarak adlandırılanlara (örneğin Türkler, Slavlar) karşı önemli bir siper işlevi de görmüştür. (s. 340)

‘’Tulcea yakınlarındaki delta, hem tarihi hem de kültürel bir anlam taşır. Delta aynı zamanda halkların ve ırkların havzasıdır, Tuna sanki yüzyılların ve uygarlıkların alüvyonunu, tarihten parçaları denize götürürken kıyılara da taşıyarak etrafa dağıtır.'’ (s. 344)

Yazar Magnis’in kitabında anlatmadığı Tuna ilgili tarihi bir olayı da ben anlatayım.

Haçlı seferi dönüşü İngiltere Kralı Aslan Yürekli I. Richard, Avusturya İmparatoru V. Leopold tarafından esir alınarak Tuna Nehri’nin oluşturduğu Wachau vadisindeki Dürnstein şehri üzerindeki kalede hapsedilir. Uzun aramalar sonunda yerini aralarındaki ıslıkla çaldıkları müzik sayesinde yaveri bulur.  İngiltere ile yapılan uzun süren müzakereler sonunda bir anlaşmaya varılır ve 130.000 Mark fidye ile Kral Richard serbest bırakılır. Bu para ile de Avusturya Viyana yakınlarındaki Wiener Neustad şehrini kurar…

Magris kitabında Tuna vasıtasıyla bizim tarihimizden ve tarihi kişililerden de bahsediyor. Magris kitabında II. Viyana kuşatmasının Avrupa'da nasıl bir iz bıraktığını ve hiç unutulmadığını şöyle anlatır:

“Viyana’yı 200 bin kişiyle kuşatan Kara Mustafa’nın ordusu, yalnız askerlerden ibaret değildi. Orduda aynı zamanda teknisyenler, artizanlar, hokkabazlar, şairler, sadrazamın 1500 cariyesi, cariyelerin teslim edildiği karaderili harem ağaları da bulunuyordu... 60 günlük Viyana kuşatması, bu abartılı ayrıntılarıyla hâlâ bugüne ait bir olaymış gibi hatırlanır. Orta Avrupa tarihinin katmanları, geçen yüzyıllara rağmen, hâlâ sonuçlanmamış çatışmaları ve açık yaralarıyla canlı kalan, bu haliyle eski büyük bir ağacın köklerinde ve dallarındaki yaşam damarlarını andırır...”

Haçlı orduları Komutanı Polonya Kralı III. Jan Sobieski Tuna üzerindeki hâkim tepe olan Kahlenberg’den başlayarak yaptığı saldırı ile kuşatmayı dağıtarak Viyana’yı Türklerden kurtarır. Kahlenberg Tepesii Avrupa’da Alplerin Tuna batısında başladığı noktadır. Bu noktada Tuna'nın doğusunda ise Karpatlar başlar. Burası tam bir boğazdır... Burası tam da Avrupa'nın kapısıdır... Türkler eğer bu boğazı aşabilselerdi tüm Avrupa’ya bir sel gibi akabileceklerdi...

1815 yılında Avrupa’nın yeniden düzenlendiği Viyana Kongresi Tuna kıyısında yapılır…’’

Yazar Magris’in Tuna’yı anlattığı bu kitabında Avusturya ve Viyana’nın ayrı bir yeri vardır. Tuna ve Avusturya sanki tarihin, siyasetin, zamanın ve geleceğin kesişme noktası gibidir.  

Yazar Magris’in yine kitabında yer vermediği bir bilgi daha ben eklemek istiyorum:

19. yüzyıl Alman şair ve oyun yazarı Christian Friedrich Hebbel’in Avusturya ile ilgili bir sözü vardı: “Avusturya, büyük dünya provalarının yapıldığı küçük bir dünyadır.” 

İşte bu noktada günümüze dönmem gerekiyor.

Avusturya’da son yıllarda yaşanan politik gelişmeler

Biz kendi içimizde hır gür ile uğraşırken, bitmeyen seçimlerle (2014 Parlamento, 2016 Referandum, 2018 Cumhurbaşkanlığı, 2019 Yerel) uğraşırken ve cumhur, millet, illet, zillet diye birbirimizi yerken bakın Avusturya Viyana’da neler oldu neler…

Avusturya’da Avusturya Halk Partisi (ÖVP) Genel Başkanı Sebastian Kurz ve aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri Heinz Christian Strache’nin kurdukları koalisyon hükümeti 18 Aralık 2017 tarihinde göreve başladı.

Kabinedeki 14 koltuktan kilit konumdaki savunma, dışişleri, içişleri, altyapı, sağlık, sosyal yardım bakanlıkları (toplam altı bakanlık) aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’ne (FPÖ)  verildi. Bunlardan eskiden de savunma bakanlığını elinde bulunduran FPÖ bu sefer bakan olarak aşırı sağcı Mario Kunasek’i görevlendirdi. İçişleri bakanı FPÖ’lü yine aşırı sağcı Herbert Kickl, dışişleri bakanı FPÖ’lü aşırı sağcı Ortadoğu uzmanı Karin Kneissl oldu… Altyapı bakanı olan FPÖ’lü aşırı sağcı Norbert Hofer de 2016’da cumhurbaşkanlığı seçimini kılpayı kaybetmişti…

‘’Bunda ne var, bir hükümet kurulmuş işte’’ diyeceksiniz ama demeyin derim.

Şöyle ki Avusturya Halk Partisi (ÖVP) Genel Başkanı ve Başbakan Sebastian Kurz ile aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri ve Başbakan yardımcısı Heinz Christian Strache kabineyi ve bir manifesto niteliğindeki aşırı sağcı, yabancı karşıtı hükümet programını tam da Kahlenberg tepesinde açıkladılar…

Buna da ‘’ne olmuş ki Kahlenberg’de kabine ve aşırı sağcı hükümet programı açıklanmışsa’’ demeyin!…

Tuna üstündeki Alplerin başlangıcı, Avrupa'nın kapısı Kahlenberg’in bütün Avusturyalılarca ve bütün Avrupalılarca tek bir simgesel anlamı vardır: “Avrupa’nın Türklerden kurtuluşu ve Türklerin Avrupa kapılarından çevrilmesi.” 

Gelin tekrar Magris’in kitabına geri dönelim… Bir türlü mazi olmayan ve hiç unutulmayan dört yüz yıl öncesinin tarihi ile günümüz arasındaki devamlılığı gözler önüne seren bu başyapıt eserinde ne demişti Magris: ’’Tuna kültürü, 'diğerleri' olarak adlandırılanlara (örneğin Türkler, Slavlar) karşı önemli bir siper işlevi de görmüştür.’’ (s. 340) Kısaca Magris, Tuna halkları için Türklerin ve Slavların “öteki” olduğunu anlatırdı ya. 

Yazar Magris, Tuna ve Avusturya'yı sanki tarihin, siyasetin, zamanın ve geleceğin kesişme noktası olarak görürdü ya ve 19. yüzyıl Alman şair ve oyun yazarı Christian Friedrich Hebbel’in Avusturya ile ilgili olarak; “Avusturya, büyük dünya provalarının yapıldığı küçük bir dünyadır” derdi ya… Almanca bir sözcük vardı: ''Drehscheibe'' Tam Türkçe karşılığı tren istasyonlarındaki lokomotiflerin yön değiştirdiği döner tabla... Ancak politik anlamı siyasal ve kültürel değişimlerin olduğu yer anlamındadır. Yazar Avusturya için tam da bunu söylemek istiyor aslında...

Avrupa, AB, Almanya ve Avusturya ilişkileri içerisinde bir de şöyle bir durum var: Avrupa, AB ve özellikle Almanya kendisinin söyleyemediği politik söylemleri genellikle Avusturya'ya söyletirler, kendilerinin ilk olarak yapmak istemedikleri politik davranışları genellikle Avusturya'ya yaptırırlar...

Bu kadar ahkâm kestikten sonra artık yazının sonuç kısmına gelirsek…

Sonuç

Artık Türkler Avusturya’da ötekilerin de ötekisidir… Ancak anlattığım gibi Avusturya'da çok büyük provaların yapıldığını, Avusturya'nın bir ''Drehscheibe'' olduğunu ve Avusturya'nın Avrupa'nın süflörü olduğunu da hatırlarsak diyebiliriz ki artık Türkler Avrupa’da da ötekilerin de ötekisidir… Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olma ideali önüne Tuna boylarında, Kahlenberg önlerinde, Alplerle Karpatların arasında büyük büyük tahkimatlar yapılmıştır...

Ancak siz gönlünüzü ferah tutun, benim kadar karamsar olmayın. Bütün bunlar olurken ülkenin geleceğinden sorumlu olanlar o vakitler; ‘’Ey Almanya!... Ey Avusturya!... ‘’ naralarıyla Anadolu bozkırlarını inim inim inletiyordular...

Muhtemel ki bu ses Tuna boyunda Kahlenberg tepelerinde yankı bulup korkutmuştur Avusturya'yı ve tüm bir Avrupa’yı…

Ve bu yankı Magris’in eserinde ‘’Türkennot’’ diye geçen sözcüğün Kahlenberg tepelerinde tersten yankılanmasıdır aslında..  Bu sözcüğü de şöyle tanımlar kitabında Magris: “Almancada tercüme edilmesi çok zor ‘Türkennot’ diye bir sözcük vardır. Anlamı acı, karşı konulmaz çaresizlik, bela ve de Türk dehşeti demektir...”

Hep övündükleri Osmanlı Şark dediği Asya ile ilişkilerini hiç gevşetmezken hep Garb dediği Avrupa'ya ağırlık verirdi. Tuna tarihe şahitlik edip batıdan doğuya akarken, Türkler de tarih boyunca Tuna’nın tersine doğudan (Ötüken) batıya (Viyana) aktılar. Ancak Tuna kıyılarındaki bu değişiklik, Kahlenberg'deki bu manifesto bin yıllık bu akışın tersine dönmesi anlamına gelebilir. Ancak bu tersine gidişimizde önümüzde bizi bekleyen ne ağuşunu açmış Araplar ne de kucaklarını açmış Asya stepleri vardır... Muhtemel ki Etrüsklerin akıbetidir bizi bekleyecek olan... 

Girişte verdiğim, 33 yaşındaki aşırı sağcı ve göçmen karşıtlığıyla bilinen Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un, Alman gazetesi Handelsblatt'a 05 Eylül 2020 tarihinde verdiği röportajı bir daha okuyun isterseniz…   

Hani dillerden düşmüyordu ya ‘’Türkiye’nin güvenliği Tuna’dan sağlanır..’’ diye... Ben de naçizane hatırlatayım istedim: 

Tuna'dan gelen tehlike büyüktür!...

Osman AYDOĞAN



Leylekler ve Yılanlar

06 Eylül 2020

İki gün önce gazetelerde, iktidara mensup siyasetçilerin kendisiyle içli dışlı olduğu ve devlet protokolünde yer verilen bir tarikat şeyhi ile ilgili olarak bir haber vardı: ‘’Bilmem ne tarikatının lideri bilmem kim 12 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel istismar suçundan dolayı tutuklandı…’’ (04 Eylül 2020)

Bu haber ülkeyi sarstı mı? Tabii ki hayır... Çünkü bu haberlere ülke kanıksadı artık… Bundan dört yıl önce Karaman’da iktidarın pek de sevdiği dinci bir vakıfta bir öğretmenin 45 erkek çocuğa tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı da o zamanki Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu bir açıklama yaparak ‘’Bir kerecikten bir şey olmaz’’ (Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz ….. Vakfı'nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz) demişti…

Kısa süre önce gazeteci İsmail Saymaz, ‘’Şehvetiye Tarikatı’’ (İletişim Yayınları, 2019) diye bir kitap yazdı… Bu kitabında İsmail Saymaz, incelediği altı tarikattaki şeyh, şıh tayfasının kadın erkek fark etmeksizin ‘’bademleme’’ adı altında kendi müritlerine olan tecavüzlerini anlatıyor…

Timur Soykan, ‘’Badeci Şeyh’in Sır Odası’’ (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019) adlı kitabında da, Bursa’da bilmem ne tarikatının bilmem ne kolunun şeyhi bilmem kimin müritlerine “cennet” vaat ederek bazıları karı-koca olmak üzere tarikat üyesi en az 17 kişiye tecavüz ettiği için yargılandığını yazdı… Bu kitapta, nişanlısına, karısına şeyh ile cinsel ilişki yaşaması için baskı yapan müritlerin ifadelerinde eylemlerinden dolayı pişman olmadıkları da anlatılıyor…

Gazeteci Saygı Öztürk de ‘’Menzil: Bir Tarikatın İki Yüzü’’ (Doğan Kitap, 2019) adlı kitabında bir tarikatın iktidar desteği ile nasıl holdingleştiğini ve bu tarikatın Sağlık Bakanlığı’nı nasıl ele geçirdiklerini anlatıyor…   

Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu, beraber yazdıkları ‘’Metastaz’’ (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019) adlı kitapta, 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin ardından, devletin FETÖ’den boşalan kadrolarına diğer tarikat ve cemaatlerin nasıl doldurduklarını anlatıyorlar…

Murat Ağırel de “Sarmal” (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2020) isimli kitabında kamu kaynaklarının cemaat vakıflarına nasıl peşkeş çekildiğini yazıyor…

Gazete arşivlerini karıştırmaya kalksak bu liste çooook uzar…

İktidarın bir vakitler kuzu sarması kardeş olduğu, kol kola yürüdüğü, ne istedilerse verdiği, devleti adeta kendisine teslim ettiği FETÖ denilen tarikatın 15 Temmuz’da ne yapmak istediğini hepimiz gördük…

Peki bu tarikatları, bu cemaatleri kim korudu, kim palazlandırdı ki başımıza böylesine musallat oldular?…

Yine uzaklara gitmeye gerek yok. Tarih 26 Ocak 2014... Yer Bursa… Bursa’nın 17 ilçe belediye başkan adayının tanıtım toplantısına katılan o zamanki Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Bursa’dan cemaatlere şöyle sesleniyordu: "Her şeyin garantisi biziz. O cemaatler beni çok iyi bilir. Ben onları çok iyi biliyorum. Bursa’dan bu cümleme dikkat etsinler; Biz varsak, siz de varsınız. Biz yoksak siz de yoksunuz…"

Başbakan Erdoğan, Trabzon’da yaptığı konuşmada (24 Mart 2014) ise şöyle diyordu: ‘‘(FETÖ elebaşısını kastederek) Geçenlerde benimle ilgili ‘Bu uzun bize çok hainlik yaptı’ dedi. Nasıl hainlik yaptıysak. 17 üniversite kurmak için geldiler, hepsini onadım. Bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır be. Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. Olimpiyat dediler, her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya? Ne istediniz de vermedik, ne isteniz de alamadınız?”

Tabii ki bunlar ilk ve tek itiraf değildi…

Olağanüstü Din Şurası'nda konuşan CB Erdoğan (03 Ağustos 2016) FETÖ’ye daha önce destek olduklarını şöyle itiraf ediyordu; ‘Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen asgari müştereklerde buluşabildiğimiz zannıyla her kesim gibi bunlara yardımcı oldum. Rabbim de milletim de bizi affetsin…”

CB Erdoğan çıktığı bir TV kanalında yine şu itirafta bulunuyordu (24 Haziran 2018): “FETÖ'nün bizim zamanımızda büyüdüğü şeyini reddetmem. Doğrudur, doğrudur. Aldatıldık…”

Hafızamızı zorlarsak ve arşivlere girersek bu liste de yine çooook uzar…

Halbuki Türkiye Cumhuriyetinde tarikatlar, cemaatler, şeyhlik, şıhlık yasaktır…

30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı “Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması” hakkındaki kanun halen yürürlüktedir. ‘’Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’’ ile bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır. Ve bu yasayı uygulamakla hükumetler sorumlu kılınmıştır.

Yukarıda anlatıldığı gibi 1950 yılından bu yana siyasilerin tarikatlarla içli dışlı olmaları ve tarikatları koruma ve kollamaları sonucu yasa uygulanmaz duruma gelmiş ve tarikatlar, yasaklı olmalarına rağmen yukarıda çok kısa ve yakın zamandakileri anlattığım gibi halen faaliyetlerini ve etkinliklerini sürdürebilmektedirler…

Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vererek; “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” demişti…

Ancak görüldüğü gibi şimdilerde memleket şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olmuştur…

Bütün bu olanlar bana Anadolu'nun bilge topraklarında, susuz havuzlarında, gübresiz tarlalarında, çorak meralarında yetişenlerin bildiği ‘’leyleklerin yılanları nasıl avladıkları’’ bilgisini hatırlattı… Bilen bilir ama ben yine de anlatayım:

Leylek yılanı nasıl avlar?  

Leylek havada uçarken bir yılan gördü mü hemen üzerine atılmaz. Bulunduğu yerden daha yükseğe çıkar. Çıkabileceği en yüksek noktaya geldikten sonra birden yılanın üzerine pike yapar. Yılanı belinden kaptığı gibi tekrar eski yüksekliğe çıkıp yılanı aşağı atar. Bu kadar yüksekten düşen yılanın beli kırılır, hayvan ölür. Leylek ölen yılanı alır, yesinler diye yavrularına götürür.

Ama bu her zaman böyle olmaz, leylek bazen üşengeçlik eder, yılanı yeterli yüksekliğe çıkmadan yere bırakır. Bu durumda yılan sadece bayılır. Yılanı öldü zanneden leylek, hayvanı alıp yuvasına götürür, ''alın yiyin'' diye yavrularına bırakır. Ana leylek yuvadan ayrılınca da, ayılan yılan yavru leylekleri yer.

Şimdi, şu an Türkiye'nin mücadele ettiği FETÖ, PKK, İŞİD vb. terör örgütleri ülkemizin bekasına yönelik tehdidin buzdağının su üstünde görünen yüzüdür. Buzdağının su altında kalan kısmı ise: Cehalettir… Dinin siyasete alet edilmesidir… Çağdaş ve laik eğitim sisteminden uzaklaşmasıdır… Ortaçağa ait mezheplerin ve etnisitenin peşinden gidilmesidir… Devletin tarikat ve cemaatlerle iç içe olmasıdır… FETÖ tarikatından boşalan devletin kadrolarına adı bilmem ne olan tarikatların ve cemaatlerin doldurulmasıdır… Devletin hukuk devleti vasfından uzaklaşmasıdır… Devletin liyakate sırt çevirmesidir... Devletin çağdaş uygar dünyadan ayrılmasıdır… Devletin demokrasiden, parlamenter rejimden uzaklaşmasıdır… Devletin ve toplumun Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendi önlerine koyduğu hedeflerden, ilkelerinden uzaklaşmasıdır. 

Eğer buzdağının altı ile de mücadele etmezseniz, buzdağının altındaki tehlikeyi de ortadan kaldırmazsanız bir başka terör örgütü, bir başka tarikat, bir başka cemaat, leyleğin o öldü zannettiği yılan gibi, o öldürmeyip de ondurduğunuz, öldürmeyip de onurlandırdığınız, öldürmeyip de himaye ettiğiniz, koruduğunuz, palazlandırdığınız yılan gelir ülkenin yavrularını, geleceğini eline alır, yer, bitirir...

Türkiye’deki bütün tarikatların, bütün cemaatlerin bir tek hedefi vardır: ‘’Devleti ele geçirmek’’… Daha yenilerde girişte bahsettiğim 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismardan tutuklanan ve hakkında dava açılan tarikat şeyhi, daha dün, Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün ne demişti: ‘’Devletin kontrol mekanizmalarında olalım.’’ (17 Ağustos 2020) FETÖ, 15 Temmuz’u laf olsun diye mi yapmıştı? Devletin ve hükumetin, tarikatların ve cemaatlerin bu maksadını bilmeyecek kadar gafil ve bir daha aldatılacak kadar saf olduğunu düşünmek istemiyorum…

Yarın bilmem ne tarikatı, bilmem ne cemaati gelir de bu ülkeye bir 15 Temmuz daha yaşatırsa bunun müsebbibi kim olacak?

Anadolu'nun o sessiz ve ıssız havuzları, gübresiz tarlaları, çorak meraları, susuz, gübresiz ve çorak bilge toprakları hayatı ve bekayı böyle bilir, böyle anlatır...

Tabii ki ülkeyi yönetenlerin bu belalı coğrafyada ‘’var olma’’ ve ‘’beka’’ kaygısı varsa?

Osman AYDOĞAN



Cesare Beccaria

05 Eylül 2020

Geçmiş yıllarda Ergenekon ve Balyoz kumpas davalarında idam cezası kaldırıldığı için onun yerine geçecek şekilde mahkemelerce bol kepçe ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezaları verilmişti.

Yakın zamanda ise, bir zamanlar FETÖ denen soysuzla içli dışlı olmuş, FETÖ ile kol kola beraber yürümüş, teee Amerikalara kadar gidip de FETÖ denen meczubun elini, eteğini, ayağını öpmüş, onunla gerine gerine pozlar vermiş, TV’lerde, gazetelerde FETÖ denen meczuba övgüler düzmüş, FETÖ ne istediyse vermiş, Ankara’yı FETÖ’ya parsel parsel peşkeş çekmiş hiçbir siyasetçiye dokunulmazken, onlar ellerini kollarını sallayıp gerine gerine gezerken, devletin en üst kademelerinde görev yaparken; kendisine verilen emre ‘’hayır’’ diyemeyecek durumda olan askerî öğrencilere, erbaş ve erlere yine mahkemelerce bol kepçe ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezaları verilmiştir…

Yine birileri 18 yıl hapisle yargılanırken birdenbire Merkel Hanım’ın ricası ile bir başkası da Trump Bey’in ricası ile bir günde hapisten çıkarılıp özel uçaklarla Almanya’ya ve Amerika’ya postalanmaktadır yine birileri hapislerde yatmaya devam ederken…

Daha yenilerde ise (02 Eylül 2020) iktidar ortağı bir partinin genel başkanı durduk yerde şöyle bir demeç veriyor; "İdam cezasının hukuk mevzuatımıza tekrar alınması iğrenç ve ilkel suçların işlenmesini caydırabilecektir. Türkiye'nin toplumsal dirliği, insan hak ve güvenliği, ilaveten hukuksal istikrar açısından idam cezası mutlaka gündeme alınmalıdır…"

Bu pasa, pardon demece de iktidar partisinin önemli mevkiilerinde bulunanlardan da hemen destek geliyor. İktidar partisinin mensubu olan TBMM Başkanı; "Çok sınırlı olarak belli suçlara mahsus olmak üzere idam cezasının bulunması gerektiği kanaatindeyim" diye (04 Eylül 2020), İktidar partisinin Grup Başkanvekili de; "Eğer vatandaşlarımız ülke barışını tehdit eden, huzurunu tehdit eden suçlarla ilgili idam cezası istiyorsa biz de parlamentoda bunun gereğini yapmak zorundayız’’ (05 Eylül 2020) diye açıklamada bulundular. Sanki ülke vatandaşının istediği; refah, huzur ve adalet değilmiş gibi...

Bütün bu olanlar bana İtalyan hukukçu -toprağı bol olsun- Cesare Beccaria’yı hatırlatıyor…

Cesare Beccaria

Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist ve edebiyatçıdır. Zaten gerçek bir hukukçunun aynı zamanda bir filozof, bir edebiyatçı, bir sosyolog ve bir psikolog olması gerekmez mi? Cesare Beccaria bu sıfatların çoğuna sahipti. (Aman bizim hukukçularımız ve hukuk fakültelerinin dekanları ve Adalet Bakanlığı duymasın! Mahcup olurlar sonra!...)

Cesare Beccaria o zaman Avusturya İmparatorluğu sınırları içinde kalan Milano’da doğar (15 Mart 1738) ve Floransa’da vefat eder (28 Kasım 1794)…

1747-1755 yılları arasında sekiz sene dini eğitim gördükten sonra 20 yaşındayken hukuk doktorası eğitimini tamamlar. Ancak hep felsefi konularla meşgul olur...

1763 yılında 25 yaşında iken arkadaşlarının tavsiyesiyle ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene) isimli kitabını yazmaya başlar. Kitabını 26 ayda tamamlar.

‘’Suçlar ve Cezalar’’ kitabı

Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar.

Eseri Voltaire ve Diderot gibi aydınların tartışmasını sağlar. Bu eseriyle beraber ölüm cezasının 200 yıldır tartışılmasına katkıda bulunur. Kendisi idamın hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"

Beccaria’nın eseri 1765'te Fransızca, 1766'da Almanca, 1767'de İngilizce, 1770'de İsveççe, 1772'de Polca, 1774'te de İspanyolca'ya çevrilir.  

Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri ve ilkeleri de geç gelmiştir.

Tamam, geç gelmiş de geç gelmesine rağmen de okuyan okutan kim? Daha önce görev yaptığım kurumda Hukuk Müşavirliğine bir yardımcı alacaktık.... CV'sini gönderen hukukçular içerisinden otuz kişiyi mülakata davet etmiştik... Ben de mülakat komisyonu başkanıydım... Bu mülakata hepsi de genç ve yeni mezun kadınlı erkekli bu otuz hukukçunun otuzuna da aynı soruyu sordum: ''Cesare Beccaria kim?'' Allah rızası için bir tanesi olsun tanıdığını söyleyemedi. Ey hukuk fakülteleri dekanları! Cesare Beccaria'yı okutmuyorsunuz da neyi okutuyorsunuz? Keloğlan'ın masallarını mı? Ülkemizdeki hukukun, mahkemelerin halini görünce hukuk fakültelerinde Keloğlan'ın masallarını okuduklarına ikna oluyorum... 

Neyse biz gelelim konumuza...

Muhittin Göklü’nün ‘’Suçlar ve Cezalar’’ı Türkçeye çevirme hikâyesini şöyle anlatır;

“...bakın tercüme kararımı nasıl verdim: 1948 yılının karlı bir kış akşamı idi. Dersimiz bittiği halde bir kaç arkadaş Paris Hukuk Fakültesi kriminoloji enstitüsünün sıcak dershanesinden daha rahat bir yer bulamayacağımızdan çıkmamıştık. Konuştuğumuz mevzu ceza hukukuna dairdi. Faslı bir hukukçu birden söze karışarak; ‘Ben’, dedi, ‘Rabbin en adil, en cesur ve alicenap kulu olan Hazreti Ömer’den sonra, Beccaria’yı seviyor ve koyduğu mukaddes hukuk esaslarını beğeniyorum.’ Biz telaşlandık; o hemen çantasından pek eski, çok yıpranmış küçük hacimli bir kitap çıkararak önümüze koydu: ‘Bir kere okursanız, bana hak verirsiniz’  diye ilave etti.  Kitabı aldım ve birinci sahifeyi okur okumaz, kendi soğuk inzivagâhımı dershanenin sıcaklığına tercih ederek çıktım.’’

Cesare Beccaria’nın bu kitabı günümüzde Sami Selçuk’un çevirisi ile 2004 yılında yeniden yayınlanır. (İmge Yayınları, 2004) 

‘’Suçlar ve Cezalar’’ kitabının içeriği

Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:

”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.”... (Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)

Kitabında sanıklara ant içirilmesi üzerine yaptığı değerlendirme de oldukça ilginçtir: "Susmanın kendisine çok büyük bir yarar sağlayacağı bir anda, sanıktan özü sözü bir, doğru sözlü biri olması istenmektedir. Yasalarla insanın doğal duygularının çatışmasıdır bu." (Bugün bizim hukukumuzda da yemin delil olarak kullanılmaktadır. Ve bunun delil niteliği Beccaria'nın yaşamış olduğu 1700’lü yıllarda da tartışılmıştır ve ne acıdır ki bugün de hala tartışılmaya devam edilmektedir.)

Beccaria işkenceyi zorbalık olarak tanımladıktan sonra şöyle der: ''İşkence ekseriya zayıf bünyelerin mahkûm olmasına, gürbüz ve mütehammil katillerin masum çıkmasına yarayan meş'um bir vasıtadır.''

"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."

‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)

"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’

”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”

”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “

Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:

"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."

Bu kitabı kısaca özetleyecek olursak:

Beccaria bir yandan ceza sisteminin, insanların layık olduğu şeffaflık, eşitlik, süratlilik, orantılılık ve önceden bilinirlik gibi unsurlarla bezenmiş olmasını, toplu yaşamın insanlarca çekilir hale gelmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini savunurken, öte yandan da adeta özgürlüğün sınırlarını belirlemekte, yasaların bir gölgenin bedeni takip etmesi gibi insanları takip etmesi gerekliliğinden bahsetmektedir. İnsanların toplu halde yaşamasından beri var olan birbirine zaman zaman paralel, zaman zaman kesişik iki değerin bir arada olması, çağdaş ceza sisteminin kaçınılmaz amacıdır.

Beccaria “Cezanın etkisi, onun ağırlığından ve vereceği acıdan çok, cezanın uygulanacağının kaçınılmaz olduğuna ilişkin inançta yatmaktadır” diyor kitabının “Suçluların Sığınma Yerlerinin Bulunması” başlıklı 35. bölümünde. Yani der ki Beccaria; “Suçu önlemenin en etkin yolu, cezanın ağır olması değil, kaçınılmaz olmasıdır.” Suçun cezasız kalması, sadece suçluyu cesaretlendirmekle kalmaz, suçu da özendirir.'' Ayrıca Beccaria; ‘’Suç işlediğinde yargılanmasının önünde hiçbir engel olmamalı’’ der kitabında.

Tarihin ve hukukun dışına, siyasetin ise içine düşmüş Türk hukukçusu için bir başucu kitabı olmalıdır Baccaria’nın kitabı. Beccaria kitabı ile günümüz evrensel ceza muhakemesi hukukuna ışık tutar. Bu kitap okunmadan ceza muhakemesi yorumlanamaz kanaatindeyim.

Beccaria’nın üç sözü

Beccaria’nın şu üç sözünü de vermeden geçmeyeyim:

Birincisi: ‘'...Beni okuyup anlasalardı, doğrusu kendilerinden korkum olurdu; lakin zalimler hiç okumazlar!...''

İkincisi: "Zulmün nüfuz edilmez kalkanı olan gizlilikle müsellah bir iftiradan kendini koruyabilecek kim vardır? Her tebaasını bir düşman gibi gören ve güya umumun selameti için her vatandaşın huzurunu kaçıran bir hükümdar ve onun hükümeti ne acınacak durumdadır." 

Üçüncüsü: Beccaria ‘’Ben bu eseri düşünmesini bilenler için yazdım’’ der.

Ve son söz

Tabii ki ortaçağ kafasıyla siyaset yapanların ve ortaçağ kafasıyla hukuk icra eyleyenlerin 25 yaşında bir Rönesans düşünürü olan Beccaria’nın muhatabı olmaları beklenemez…

İdam cezası, devletin bilerek ve isteyerek işlediği bir cinayettir. Allah kimseyi, yetkili makamlarda olup da idam cezasını isteyecek kadar sersefil ve aciz durumlara düşürmesin!...

Osman AYDOĞAN



Sivas Kongresi

04 Eylül 2020

Bugün Milli Mücadele’de önemli bir yeri olan Sivas Kongresi’nin toplanmasının 101. yılı. Bu yazımda Sivas Kongresi’nin Milli Mücadele’deki yeri ve önemini anlatmak istiyorum… Ancak Sivas Kongresi’ni anlatmadan önce Milli Mücadele’nin başlangıcından Sivas Kongresi’ne doğru kısa bir yolculuk yapmak istiyorum.

19 Mayıs 1919'da ülkenin vaziyet ve manzara-i umumiyye

Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’a şöyle başlar:

"1919 yılı Mayısının 19 uncu günü Samsun'a çıktım" (1335 senesi Mayıs'ının 19. günü Samsun'a çıktım)… Ve devamında 19 Mayıs 1919'da ülkenin içinde bulunduğu durumu (Vaziyet ve manzara-i umumiyye) şu şekilde anlatır Mustafa Kemal Atatürk:

‘’Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmis, koşulları ağır bir Ateşkes Anlaşması imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki Hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

İtilâf devletleri, ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş. Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor.

Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlar.’’

Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktığında anlattığı ülkenin vaziyet ve manzara-i umumiyyesi özetle şöyleydi: Batıda Yunanistan, doğuda Ermenistan, Karadeniz’de Pontus Krallığı hayali İtilaf Devletlerinin düşlerini süslüyor, ülkenin dört bir yanı müstevliler tarafından işgal edilmiş, Adana, Antep, Maraş ve Konya havalisi, Antalya ve Trakya işgal bölgesine dahil edilmiş ve saltanat ve hilafet bu işgale boyun eğmişti.

Bu işgal karşısında özellikle İstanbul aydınları ağırlıklı olarak mandayı düşünüyorlardı. Kimsenin aklına tam bağımsızlık gelmiyordu.

İstanbul’da yayınlanan İstiklal, Vakit, İleri gibi gazeteler Amerikan mandacılığını; Peyam-ı Sabah, Alemdar, Yeni İstanbul gibi gazeteleri ise İngiltere mandacılığını savunuyorlardı. Sadece İkdam, Tasvir-i Efkar, ve Zaman gazeteleri tam bağımsızlığı savunuyordu.

Zaman gazetesinde ‘’Vatan Mefhumu’’ adlı başyazısında Yahya Kemal şu sözlerle manda yanlıları ile alay ediyordu:

“Bu şehre girmek için Fatih’in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi koca saltanatı bir mandaya değişeceğiz…”

İstanbul Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunuyordu… Pek bilinmez, dile getirilmez ama Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…

Samsun’dan sonra Mustafa Kemal’in güzergâhı bellidir: Amasya…

Amasya Genelgesi

Amasya’da 21-22 Haziran 1919 gecesi bir genelge hazırlanır. Bu genelgenin temel esasları şunlardı:

1. Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.

2. İstanbul hükûmeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gösteriyor.

3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak millî bir heyetin varlığı zaruridir.

5. Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta hemen millî bir kongre toplanması kararlaştırılmıştır.

6. Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkılması gerekmektedir.

7. Her ihtimale karşı bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.

8. Doğu illeri adına 23 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket edecekler.

Erzurum Kongresi

23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplanır. Toplanış şekli bakımından bölgesel olmasına karşın aldığı kararlar bakımından Sivas Kongresi'ne bir ön hazırlık çalışması niteliğinde millî bir kongredir. Bu kongrede:

1. Manda ve himaye reddedilerek ilk kez ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilir…

2. İlk kez millî sınırlardan bahsedilir. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalandığı anda Türk vatanı olan topraklarının parçalanamayacağı açıklanır…

3. İlk defa geçici bir hükûmetin kurulacağından bahsedilir…

4. İlk kez başkanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturulur. Bu Temsil Heyeti bir hükûmet gibi görev yapacaktır. (Temsil Heyeti'nin görevi TBMM'nin açılmasına kadar devam eder.)

Sivas Kongresi

Ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi toplanır… Kongre 11 Eylül 1919 tarihine kadar devam eder.

Mustafa Kemal’in Kongre açış konuşması

Gazi Mustafa Kemal, Sivas Kongresinin açılış konuşmasını yaparken, kongre üyelerinden ümitvâr olmalarını şu sözlerle bekliyordu:

“Saygıdeğer Efendiler!

Vatan ve milletin kurtuluşunu hedefleyen mecburiyetler, sizleri bunca sıkıntı ve engellere rağmen Sivas’ta topladı. Kahramanca kararlılığınızı tebrik eder ve sizlere hoş geldiniz demekle mutluluğumu arz ederim.

Efendiler, milletimizin sizin gibi aydınları, millî onur ve haysiyet sahipleri, manzaranın üzücü karanlığından dolayı ümitsizliğe kapılmadı. Çünkü onlar bilirler ki, tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. Çünkü onlar kuvvetli bir iman ile inanmışlardır ki, bir yalancı perdenin arkasından vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak iflasa mahkûmdur.”

Mustafa Kemal, kongreyi oluşturan temsilcilerin bir bölümüne, temsilci olarak katıldıkları kongrenin amacını da anlatmak zorundadır… Konuşmasında, bu nedenle, şu sözlere de yer veriri:

“Efendiler, burada siyasi bir parti kurmak ya da hükümet darbesi yapmak için toplanmadık. Bu ulus yeniden doğmak olayıyla karşı karşıyadır. Bizim hedefimiz de en yeni biçimde ulusal bir devlet var etmektir. Biz ne bir partiyiz, ne de bir komiteyiz! Biz, bütün ulusun temsilcileriyiz. Kutsal görevimiz, bütün ulusu acıya boğan felaketten kurtulmaktır. Biz birkaç kolordunun yardımına güveniyoruz. Yenilmez olduğuna inancımızın her gün daha da arttığı  ulusumuz için ve onun adına dövüşmek yetkisi taşıyoruz. Bu inancı, her kalbe aşılayacağız. Burası yüreksiz adamların yeri değildir. Yapacağımız görevler perde arkasında başarılacak görevler değildir. Biz bu amacımızı bütün köylülere, bütün kentlilere anlatmalıyız, herkesle görüşmeliyiz, herkesi uyandırmalıyız. Beni asi ilan ettiler.  Ele geçersem beni bekleyen sonun  iyi olmadığı biliniyor. Benimle birlikte açıktan açığa çalışanların da aynı sona uğrayacakları kuşku götürmez. Bana arka çıkanlar başlarına ne gelirse gelsin  ulusun kutsal davasını bırakmayacaklarına kesin kararlı olmalıdırlar.”

Sivas Kongresi kararları

Sivas Kongresi'nde, Erzurum Kongresi'nde alınan vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığıyla ilgili kararları tüm ulusu kapsayacak şekilde genişletilerek aynen kabul edilir... Böylece Sivas Kongresi yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun temelini teşkil eder.

Sivas Kongresi ile ilgili ayrıntılar

Sivas Kongresi esnasında, öncesi ve sonrası ile ilgili olarak dile getirilecek çok konu vardır. Bu konuları şu şekilde özetleyebilirim:

Sivas Kongresinde yapılan mandacılık tartışmaları

Sivas Kongresi'nde yine de en büyük tartışma mandacılık üzerine yapılır.

Kongrede söz alanlardan Vasıf Bey, İsmail Hami, Bekir Sami Bey, İsmail Fazıl Paşa ve Refet Bele mandacılığı savunan isimlerdi. Tam bağımsızlığın mümkün olabileceğine inanmıyorlardı. Ülkenin topyekûn düşman elinde parçalanmasının yerine, bir devletin manda ve himayesinde kalmasını ehven-i şer olarak sayıyorlardı.

Mustafa Kemal’in önündeki klasörden taşan mektup telgraflar Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası önerileri ve istekleriyle doluydu.

Mustafa Kemal, bu öneri ve isteklerin tümüne, kongrede şu sözleriyle karşılık verir:

“İstanbul bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye bağımsızlık ve bütünlüğüne sahip olacaktır. Bunu istemeyi sürdüreceğiz. Benim anladığıma göre İstanbul’daki zatlar bizi manda oyununa düşürmek istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz. Hayır paşalar, hayır, hayır beyefendiler hayır, hayır hanımefendiler hayır… Manda yok! Ya bağımsızlık, ya ölüm!”

Kongre esnasında tarihler 9 Eylül’ü gösterdiğinde İstanbul’dan gelen Tıbbiyeli Hikmet Bey manda tartışmalarının arasında ayağa kalkarak, yüksek sesle ve Mustafa Kemal’e hitaben şu ifadeleri dile getirir:

“Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle ret ve takbih ederiz. Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz.”

Tıbbiyeli Hikmet Bey, okullarını karargâh olarak kullanan İngiliz müstevli subaylarına karşı Mustafa Kemal’in önderliğini yaptığı direnişe selam göndermek için 14 Mart’ta Tıbbiye-i Şahane’nin iki kulesinin arasına dev bir Türk bayrağı asacak kadar cesur bir gençti.

Hikmet Bey'in bu çıkışı karşısında hararetli tartışmalarla ısınan kongre salonu buz keser. Sivas Sultanisinin yüksek duvarları, Mustafa Kemal’in sessizliği delen sözleriyle yankılanır:

“Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: ‘Ya İstiklal, ya ölüm’!”

Bu şekilde Kongredeki manda tartışmaları da son bulmuş olur…

Osmanlının Damat Ferit Hükumetinin Sivas Kongresini engelleme çabaları

Osmanlının Damat Ferit Hükümeti Kongreyi engellemek ve Mustafa Kemal’i öldürtmek için Elazığ Valisi Ali Galip’i bölgesinden topladığı kuvvetlerle Sivas’a gönderir… Ancak Damat Ferit ile Ali Galip arasındaki yazışmaları ele geçiren Mustafa Kemal kıvrak zekâsı ile güç kullanmadan bu sorunu çözer…

Kongre'den önce Mustafa Kemal, kongrenin toplanması için Sivas Valisi Reşid’den izin ister, ancak Reşid Bey Mustafa Kemal’in Sivas’a gelmesi durumunda kentin işgal edileceği konusunda istihbaratı olduğunu söyler… Mustafa Kemal, Reşid Bey'i aralarındaki telgraflaşmaların ardından ikna eder…

Konunun ayrıntıları şu şekildedir:

Mustafa Kemal Erzurum’da iken acil olarak telgraf makinesine çağrılır. Telgraf makinesinin öteki ucunda Sivas Valisi Reşit Paşa vardır. Vali, Fransız Binbaşı Brunot’nun şu tehdidini Mustafa Kemal’e iletir: 

“Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a gelip kongre yapmaya kalkışırlarsa, emrindeki Fransız kuvvetleriyle kenti işgal edeceğiz.”

Mustafa Kemal, kendisine bu haberi ileten Sivas valisine şu karşılığı verir:

“Samsun’a çıkarken de İngilizler benzeri tehditte bulundu. Beş on günde Sivas’ı işgal etmeleri kolay bir iş değildir. Ben ne Fransızların ne de herhangi bir yabancı devletin sahip çıkmasına tenezzül eden kişilerden değilim. Benim için en büyük  koruyucu ve şefkat kaynağı, ulusun bağrıdır…”

Mustafa Kemal’in yanında bulunan Dr. Refik Saydam, onun bu yanıtı verdiğini görünce şöyle der:

“Paşam, bir savaşın içindeyiz; belki başarılı olacağız, belki olmayacağız. Fakat sonuç ne olursa olsun Reşit Paşa’ya verdiğiniz yanıtta kullandığınız o cümle bile başlı başına Türk ulusuna yadigâr kalacak bir ders ve ulusal özdeyiş olacak değerdedir.”

Mustafa Kemal telgraf makinesi nin başından kalkıp, masaya döndüğünde, Mazhar Müfit’e şöyle seslenir seslendi:

“Olayı duydunuz, öğrendiniz” dedi. “Attığımız her adımı not ettiğiniz hatıra defterinizi açınız ve şunu da kaydediniz: ‘Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas’a hareket edince, Brunot ve arkadaşları Sivas’tan kaçtılar.’ Sivas’a hareket ettiğimizde yazacağınız bu cümleyi hatıra defterinize şimdiden yazmanızla, o gün yazmanız arasında hiçbir fark yoktur.”

Ancak Vali Reşid Bey'in milli mücadelenin en önemli adımlarından olan Sivas Kongresi'nin toplanması için attığı bu adım Damat Ferit Hükumetinin hiç hoşuna gitmez, Reşid Bey’i derhal görevden alır… Sivas Vilayeti Müftüsü Abdurrauf, Belediye Reisi Abdullah Beyler ve ulemadan, tüccardan önemli isimler, Devlet-i Osmaniye’ye telgraf çekerek Reşid Bey'in görevden alınmasına tepki gösterirler…

Mustafa Kemal, Reşid Beyi de kongreye dâhil eder…

Mustafa Kemal ve arkadaşları ertesi gün Erzurum’dan ayrılıp, Sivas’a doğru yola çıktıklarında, nerelerden ve kimlerden kaynaklandığı bilinmeyen bir haber alırlar. Bu habere ‘’göre eşkıyalar boğazı tutmuşlar, tehlike var, geçilmez…”

Mustafa Kemal o günü şöyle anlatıyor:

“Ben, Erzurum ile Sivas arasındaki yolu alışılmış zamanda kat edip, kararlaştırılmış günde Sivas’ta bulunamazsam, şurada ya da burada şu ya da bu nedenle çekinip durakladığım Sivas’ta ve her tarafta duyulursa, panik başlayabilir, işler alt üst olabilirdi. O halde, vermem gereken tek kararı vermeliydim. Tehlikeyi göze alıp, yolumuza devam etmek. Başka çaremiz yok idi çünkü. Bu kararı verdim. Sözün özü, yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a vardık.”

Mustafa Kemal’in Sivas’ta Amerikalı General Harbord ile yaptığı görüşme

Sivas Kongresi konusu dışında ama Mustafa Kemal, Sivas'ta iken gerçekleşen bir görüşmeyi buraya aktarmak istiyorum...

Wilson Prensipleri için Türkiye’de bulunan Amerikalı General Harbord Sivas’a gelerek Mustafa Kemal ile görüşür.

Hatay’ın Türkiye’ye ilhakında önemli bir rol üstlenen Hatay Devlet Başkanı ve eski milletvekili Tayfur Sökmen, Mustafa Kemal ile Amerikalı General Harbord’un görüşmesini hatıratında şu cümlelerle anlatır:

“1919 senesinin yazı… Mustafa Kemal, memleketin düşman tarafından işgal edilmiş kısımlarını kurtarmak için vatanın her bucağından davet ettiği delegelerin katılımıyla Erzurum ve Sivas kongrelerini yapıp, Misak-i Milli sınırlarını çizmiş, diğer işlere geçmiş.

Bu sırada milli hareketin mahiyetini incelemek üzere Türkiye’ye gelmiş olan Amerikalı General Harbord, Sivas’a gelerek Mustafa Kemal ile bir görüşme gerçekleştiriyor. Mektepler tatil olduğundan Mustafa Kemal o sene Rauf Orbay’la birlikte İdadi Mektebinde ikamet ediyor, Mustafa Kemal de generali bu mektepte kabul ediyor.

General Atatürk’e 'Ne yapmak istiyorsunuz?' diye soruyor. Atatürk şu cevabı veriyor:

'İstediğimiz, memleketi düşman işgal ve istilasından kurtardıktan sonra müstakil, medeni bir Türk devleti kurup insanca yaşamaktır.'

Bu cevap karşısında general şöyle konuşuyor:

'Bu istek hayal, yapacağınız hareket ise yararsızdır. Çünkü müttefikiniz olan Almanya, Avusturya, Bulgaristan çökmüş, teslim olmuş, memleketinizin birçok mühim yerleri İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramış, ordunuz dağılmış, ordunuzun silah ve mühimmatlarına işgalciler tarafından el konulmuş. Böyle bir vaziyette yapmak istediğiniz hareket ne askerlik kaidelerine ve ne de herhangi bir usule uymaz. Bu tamamen yanlıştır. İnsanların intihar ettiklerini görüyor ve okuyoruz ama milletlerin intihar ettikleri vaki değildir.'

Bu sözler, Mustafa Kemal üzerinde derin bir tesir bırakıyor ve mühim karar vereceği zaman takındığı kendisine has bir tavırla söze başlayıp şöyle cevap veriyor:

'Evet! Generalin dedikleri doğrudur, müttefiklerimiz çökmüş ve teslim olmuş. Vatanımızın birçok mühim yerleri işgal ve istila edilmiş. Silah ve mühimmatlarımız gasp olunmuş. Böyle bir vaziyette yapmak istediğimiz hareket ne askerlik kaidelerine sığar, ne de herhangi bir usule uyar. Ama bütün bunlara rağmen vatanımızı kurtarıp hür ve müstakil ve medeni bir Türkiye devleti kurarak insan gibi yaşayacağız. Şayet muvaffak olamazsak, düşmanların avuçları içinde her gün birer parça can vermektense ecdadımıza yakışır şekilde dövüşerek can vermeyi tercih ederiz.' ''

İrade-i Milliye gazetesi

Sivas Kongresi çalışmalarına başlamadan önce Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde delegelerce Milli Mücadele’nin esaslarının anlatılacağı bir gazetenin neşredilmesi benimsenir. Sivas Kongresinin sekizinci toplantısında, 11 Eylül 1919 günü ‘’İrade-i Milliye’’ isimli bir gazetesinin çıkarılmasına karar verilir.

İrade-i Milliye gazetesinin ilk sayısındaki başyazı “Harekât-ı Milliye’nin Esbabı” başlığıyla, İsmail Hami Danişment imzasıyla çıkar. Yazıda Sadrazam Ferit Paşa başkanlığındaki hükümetlerin millette mücadele kabiliyeti olmadığı için mi mevcudiyetin korunması için uğraşmadıkları sorulur… Verilen cevapta, “hayır çünkü ırzını, namusunu, mukaddesatını.. esafile çiğnetmek istemeyen bu millet bugün yok yerde bir İzmir müdafaası yaratmış olduğu halde hükümet bunu da kabul etmek istemiyor” denilerek, Damat Ferit hükümetinin icraatlarının hesabı sorulur… Makalenin sonunda milli hareketin Damat Ferit hükümetinin hatalarından dolayı ortaya çıktığı belirtilerek mevcut durum halkın idrakine sunulur…

Gazetenin ikinci sayısında ilk makale “Milletin İlk Adımı: Damat Ferit Paşa hükümetiyle Kat-ı Münasebet” başlığıyla çıkar… “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine iştirak etmiş demektir. Masum olan milletler seyyiatını gördükleri idareleri ıskat etmiş olanlardır” sözünden hareket edilerek, milletin başındaki en büyük derdin mukaddesatı koruyamayan, millete işgaller karşısında sessiz kalmasını telkin eden Damat Ferit Paşa hükümetinin olduğu, halkın milletin menfaatleri yönünde davranamayan Damat Ferit hükümetine karşı tavır alma zamanının geldiği belirtilir… Aksi halde hükümetin hatalı icraatlarına halkın da ortak olacağı ve siyasi mevcudiyetin korunmasının buna bağlı olduğu vurgulanır…

Sonuç

‘’Vatan bir bütündür, bölünemez… Manda ve himaye kabul edilemez… Ulusal bağımsızlık esastır’’ şiarıyla Milli Mücadele’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın temellerini atan Sivas Kongresi’nin 101. yılını kutlar, vatanın bütünlüğü ve ulusal bağımsızlık için başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu uğurda emek verenleri, can veren şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyorum…

Yazıma ‘’İrade-i Milliye’’ gazetesinin ikinci sayısında yer alan şu söz ile son vermek istiyorum: “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine iştirak etmiş demektir.’’

Osman AYDOĞAN

15-21 Ocak 2020 tarihleri arasında Sivas’ta idim. Sivas Kongresi’nin yapıldığı ve şimdiki adı ‘’Atatürk ve Kongre Müzesi’ olan müzeyi orada görevli rehber eşliğinde gezdim. Bu yazımda buradan aldığım broşürlerden istifade ettim. Ayrıca Sivas Valiliğinin Sivas Kongresi’nin yüzüncü yılı vesilesi ile hazırladığı ve halen Sivas Valiliği İnternet sitesinde yer alan ‘’Sivas Kongresi’nin Yüzüncü Yılı’’ albümünden de faydalandım.

Sivas Valiliği İnternet sitesinde yer alan ‘’Sivas Kongresi’nin Yüzüncü Yılı’’ albümünün bağlantısını da aşağıda sunuyorum. Albüm incelenmeye değer diye düşünüyorum. Hazırlayanlara, emeği geçenlere şükranlarımı sunuyorum…

http://www.sivas.gov.tr/kurumlar/sivas.gov.tr/Sehir_Etiketleri/Sivas_Kongresi_Kitap/Almanak.pdf



Dedim ya... Eylül'dü…

03 Eylül 2020

Dünkü yazımda Selim İleri’nin ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ başlıklı bir makalesine yer vermiştim. Selim İleri, bu yazısında Eylül ayının güzel bir tasvirini yapar:

‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.’’

Selim İleri güzel tasvir etmiş ama aslında güz aylarının tamamı mahzun, mağmum, mağrur, üzgün, süzgün, nazlı Eylül ayıdır… Eylül ayı bütün bir güz mevsimi boyunca geceleri, dışarılarda hep o ürpertici güz rüzgârlarının başladığı aydır… Geceler daha da uzar… Ve dışarılarda geceleri Eylül ayının o ürpertici güz rüzgârları eserken içinizde ıssız bir sessizlik kalır… Ve önce içinizden katar katar bir sonbahar geçer, sonra… Sonra da bir Eylül şiirinin dizeleri:

‘’Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım…
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala…
Gözlerini sildi zaman…’’

Dedim ya... Eylül'dü…


Bu sayfalarda Nazım’ı anlatırken onun Piraye’ye yazdığı şiirlere yer vermiştim. Ve Nazım, Piraye’ye yazdığı şiirlerini nedense hep Eylül aylarında yazmıştır. Nazım hep şiirlerini altında şiirini yazdığı yeri ve tarihi de not düşer.

Nazım’ın 22 Eylül 1945’te Çankırı Hapishanesinde iken bir gece yarısı Piraye’sine yazdığı bir şiir:

"Kitap okurum:
içinde sen varsın,
şarkı dinlerim:
içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim:
karşımda sen oturursun,
çalışırım:
karşımda sen.
Sen ki, her yerde "hâzırı nâzır"ımsın"

Dedim ya; güz aylarının tamamı mahzun, mağmum, mağrur, üzgün, süzgün, nazlı Eylül ayıdır… Eylül ayı bütün bir güz mevsimi boyunca geceleri, dışarılarda hep o ürpertici güz rüzgârların başladığı aydır… Geceler daha da uzar… Ve dışarılarda geceleri Eylül ayının o ürpertici güz rüzgârları eserken içinizde ıssız bir sessizlik kalır… Ve önce içinizden katar katar bir sonbahar geçer, sonra… Sonra da bir Eylül şiirinin dizeleri:

‘’Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım...
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala...
Gözlerini sildi zaman…’’

Dedim ya... Eylül'dü…


Eylül ayına yakışır içinden sonbahar geçen bir Cemal Süreyya şiiri var: ‘’Eylül’’dü… Ayların en güzeli, en yalnızı, en sancılısı, en mahzunu, en hüzünlüsü, en mağmumu, en mağruru ve en utangacı Eylül’e dair bir Cemal Süreyya şiiri: ''Eylül’dü''… Ve önce içinizden katar katar bir sonbahar geçer, sonra… Sonra da bu Eylül şiirinin dizeleri:

‘’Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım…
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala…
Gözlerini sildi zaman…’’

Dedim ya... Eylül'dü...


Osman AYDOĞAN

Eylül’dü

Eylül'dü.
Dalından kopan yaprakların 
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa .
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül'dü.
Di 'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu. 
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan, 
Ellerin kadar ıssız, 
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül'dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin, 
Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım .
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala.
Gözlerini sildi zaman..

Dedim ya... Eylül'dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimin.

Cemal Süreya

 



Olvido

01 Ağustos 2020

Sitemi takip edenler bilirler; sitemde bir ‘’şiir’’ bölümü var… Bu bölümde Turgut Uyar’dan Muhyiddin Abdal’a, Hayyam’dan Tevfik Fikret’e, Vedat Türkali’den Nâzım Hikmet’e, Attila İlhan’den Ahmet Hâşim’e ve tabii ki çok daha fazla şairlerin şiirlerini paylaştım.  Daha yenilerde Ahmet Haşim’in ‘’O Belde’’, Halide Nusret’in ‘’Git Bahâr’’ ve Can Yücel’in ‘’Buluşmak Üzere’’ isimli şiirlerini paylaşmıştım… Tabii ki de uzun uzun da anlatarak!...

Çünkü şiirin ufuklar açtığını, ufkun bilinmedik gerçeklerinin alanına yelken açtığını, şiirdeki anlamın da şiirin sunduğu imgeden, hayalden kaynaklandığını, şiirin yaşamın anlamını aradığını, araştırdığını düşünürüm. Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi olduğunu değerlendiririm. Aslında, söz konusu "anlam" da felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak değil midir? Bu nedenle şiir felsefeye ve metafiziğe yakın durur diye kıymetlendiririm. Tüm bu çerçevede ise şair; kendi ruhunu bulan insan, şiir okuyan ise kendi ruhunu arayan insandır diye düşünürüm. Şiiri; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygudur diye kabul ederim. Ve şiirin her okunuşunda yeniden yeni bir anlamla yazıldığını, okuyanın ona her okuyuşunda yeni ve farklı anlamlar yüklediğine inanırım.

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına ‘’Fahriye Abla’’sıyla tanıdığımız Ahmet Muhip Dıranas’ın felsefi derinliği olan harika bir şiiri var: ‘’Olvido’’... Aynı zamanda benim şiir hakkındaki düşüncelerimin tamamını içinde somutlaştırmış bir şiirdir ‘’Olvido’’…

Olvido olarak yazıldığında "unuturum", olvidó olarak yazıldığında ise "o unuttu", isim olarak (el Ovido) kullanıldığında ise unutulmuşluk, meçhullük, yitiklik anlamına gelen bir İspanyolca sözcüktür ‘’Olvido’’...

Cemal Süreya'ya göre, Dıranas'ın şiirleri arasında 19. yüzyılın önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire karamsarlığının ve iç sıkıntısının en çok hissedildiği şiirdir ‘’Olvido’’... 

Edip Cansever'in en sevdiği şiirlerden birisidir ‘’Olvido’’… Edip Cansever’e göre şiirimizin klasiklerinden, köşe taşlarından biridir, en başlarda gelendir ‘’Olvido’’…  Edip Cansever'in; ''Bildiğim tek şey, yaşlanmayan bir şiirdir 'Olvido', Türk şiirinin başyapıtlarından biridir'' diye tanımladığı şiirdir ‘’Olvido’’...

Edip Cansever ‘’Şiiri Şiirle Ölçmek’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) isimli kitabında şunları yazar ‘’Olvido’’ için: “ 'İşte böyle kendime hayatımı anlatıyorum' diyen Nietzsche, ekler gibidir. 'Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.' Bu sözleri bir an için şiire uygulayabilirsek, karşımıza sık sık çıkacak şiirlerden biri de 'Olvido'dur diyebilirim. Gerçekten de bütün dizeler güvercin ayaklarıyla doluşuyor şiire: Usul usul, sokulgan, biraz da ürkek. Ama bir toz ve tüy karışımını havalandırıyor gene de. Sessizliğin katılığı, sessizliğin yumuşaklığı bu... Sonra? Başlıyor yaşamını anlatmaya. Kime? Kime olacak, kendi yaşamını kendine. Dış dünya ile bir diyalog kurmuyor Dıranas. Kurmasın! Nasıl olsa fısıltılarla gelen o ürpertili monoloğu duyuyoruz biz. Ölüsüne iç çeken, yasını içine akıtan bir tragedya kişisi gibi konuşuyor kendi kendisiyle. Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz…''

Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz bir şiirdir ‘’Olvido’’... Türkçenin en kederli, en hüzünlü, en duygusal, en yumuşak ve en güzel bir şiiridir ‘’Olvido’’… Unutmanın sanki gamları, kederleri alacakmışçasına unutuşa en güzel seslenen bir şiirdir ‘’Olvido’’… Hava kararınca çöken aşk acısını, yalnızlığı, gamı, kederi, endişeyi ve bunlardan kurtulma çabasını en güzel anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’...  Yalnızlığın başka hiçbir şiir tarafından bu kadar güzel anlatılamadığı bir şiirdir ‘’Olvido’’… Freud'un; ''Gerçeğin sesi yavaş çıkar'' sözünü haykırırcasına sizi rahatsız etmeden gerçekleri usul usul, sessiz sessiz, için için anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... İçimizdeki o ince ve derin hüznümüzün en somut yansımasıdır ‘’Olvido’’…

Kızarmış, sararmış, solmuş sonbahar yapraklarının dallarından kopup salına salına düşüşü gibi içinizdeki karamsarlığı, kasveti, kederi, hüznü, yalnızlığı alıp salına salına yokoluşa gönderen bir şiirdir ‘’Olvido’’...

‘’Olvido’’da akşamüstüler hoyrattır, gün, yalnızlığımızla doldurup her tarafı, gitti mi saltanatıyla gider... ‘’Olvido’'da pişmanlıklar insanın ruhuna dalga dalga hücum eder, ruh atılan oklarla delik deşik olur... ‘’Olvido'’da aşkın güzelliği söylenmeyişindedir… ''Olvido''da şiirler kağıtlarda yarım bırakılır... ‘’Olvido'’da bir gülüşü olsun görülmemiş kadın aşkın aynasında ölümsüzdür... ‘’Olvido'’da unutuşun bizi gamlardan, kederlerden kurtarması istenir...

Her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bir şiirdir ‘’Olvido’’…

Osman AYDOĞAN

Olvido

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.

Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.

Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

Ahmet Muhip DIRANAS



Aşk Vurgunu Bir Yazar; Mehmet Rauf ve ‘’Eylül’’ (2)

02 Eylül 2020

Dünkü yazımda Mehmet Rauf’u ve onun şaheseri ‘’Eylül’’ü anlatırken Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın ''Eylül'', ''Kimsesizliklerim'' ve ''Siyah İnciler'' isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ''Aşk Vurgunu Bir Yazar'' adındaki bir yazısından da alıntılar yapmıştım…

Düşündüm ki Mehmet Rauf’u daha iyi tanımak için Selim İleri’nin Mehmet Rauf ve Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’i mukayese ettiği bu yazısının tamamını vermesem olmazdı... Ancak Selim İleri’nin bu yazısını anlayabilmek için kısaca Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’den bahsetmek istiyorum.

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey

Ali Rıza Bey (1842-1928) uzun yıllar Balıkhane nazırlığı yapmasından dolayı Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey diye bilinir.

Ali Rıza Bey, Mütareke dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında muhtelif gazete ve mecmualarda eski İstanbul hayatı hakkında yazılar yazar. Bu yazılar daha sonra çeşitli araştırmacılar tarafından kitaplaştırılır.

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in Mehmed Galib Bey ile müşterek yazdıkları “On Üçüncü Asr-ı Hicrîde Osmanlı Ricâli” adı ile Peyam-ı Sabah gazetesinde düzensiz olarak tefrika edilen yazıları Fahri Çetin Derin tarafından sadeleştirilerek ‘’Geçen Asırda Devlet Adamlarımız’’ (Tercüman 1001 Temel Eser, 1977) adıyla kitaplaştırılır...

İstanbul hakkında yazdığı müstakil yazılardan bir kısmı Niyazi Ahmet Banoğlu tarafından yine sadeleştirilerek ‘’Bir Zamanlar İstanbul’’ (Tercüman 1001 Temel Eser, 1973) adıyla basılır. Eski İstanbul hayatı ile ilgili yazdığı yazılar Ali Şükrü Çoruk tarafından hiçbir müdahalede bulunulmadan yeni yazıya aktarılarak ‘’Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’ (Kitapevi, 2007) adıyla kitap hâline getirilir...

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey çevresince muhabbet ehli, neşeli, gamsız ve nüktedan mizacıyla bilinir… Bu mizacı kitaplarına da yansır…

Şimdi gelelim Selim İleri’nin gamlı, hüzünlü Mehmet Rauf ile muhabbet ehli, neşeli Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’i mukayese ettiği bahsettiğim yazısına:

’’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’

Mehmet Rauf ‘'Kimsesizliklerim'’ düzyazı şiirinde yeryüzü küskünlerinden olduğunu ilan eder. Onun bütün günleri, sevdiklerimizi kaybettiğimiz ölüm günlerinin melaliyle örülüdür. ''Siyah İnciler'' şairi yapayalnızlığından vahşi zevkler duymaktadır.

Öte yandan hüzün ve melankoli Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in eteklerine hiç mi hiç dolanmamıştır. 1922’de anılarını tefrika ettiren Ali Rıza Bey bir uçtan bir uca İstanbul’un altını üstüne getirir. Zil takıp oynanmış mutlu günlerdir bunlar. Eğlenceler, çarşı-pazar alışverişi, iftar sofraları, bayramlar, gezintiler birbirini kovalar.

Balıkhane Nazırı Bentler’i sayıklamaktadır. Büyükdere yolundaki çayır safalarını unutmamıştır. Çayırın kıyı boyundaki geniş sette tıka basa yemek yenir. Zümrüt gibi çimenlerde sarı, mor, pembe çiçekler açmıştır. Çoluk çocuk çayırda zıplayıp sıçrar. Derken ahali orman yoluna sapacaktır. Gökleri kuşatan ağaçların taze yaprakları arasında, daldan dala konan bülbüller uzun demler çekip nağmelerle herkesleri kendinden geçirmektedir. Tekrar yenilmiş içilmiş, gülünmüş oynanmış, keyifler çatılmıştır. Ali Rıza Bey ilkyaz günlerinin kaybolup gidişine pek yerinir. Şimdilerde yaşı dolayısıyla ilerlemişse de geçmişin güzel zamanlarını hikâye etmeyi, ömrün gamlı günlerini anmaktan üstün tutmaktadır.

Acaba? Mehmet Rauf kahra uğramış, perişan sürüklendiği, emelleri hasta yaşamına bir düşman gibi öç gülücükleri ile bakar, kimin intikamını kimden almak istediğini bir türlü çözemez. Oysa gamlı günleri yaşanmamış saymak gerek, Balıkhane Nazırı şenlikli yaşantılarını savunmaktan geri kalmaz. Hayata muhabbetle bağlanabilmenin tek sırrı budur.

İhtiyarların uzun ömür hakkındaki arzularında bir başkalık vardır. Mesela şu fani dünyadan nasibini almış, hayatın lezzetinden zevk alacak en güzel günleri tükenmiş olduğu halde yine de hayata muhabbetle bağlanırlar. Böyleleri takatları kesilmiş olduğu için vakit olur ki, dünyadan bezmiş görünürler. Fakat gerçek böyle değildir. İhtiyarlığın bin türlü zahmetine katlanırlar da illa yaşamak isterler. Hatta, insanların ömrünün yüz yirmi yıl olduğu hakkındaki söylentilerle teselli bulurlar.

Kuşakdaşı Mehmet Rauf Bey, Balıkhane Nazırı’nın ebedi gençlik safsatasıyla hiç ilgilenmemiştir. O, kederler demetini devşirmek uğruna bütün hayatını harcamış, çabasını har vurup harman savurmuş, söylenip söylenip tıkanıvermiştir. Mızmız yeryüzü küskünleri hafakan bastırırlar.

İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır. 

Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz! Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir. 
- Madem ki ayrılıyoruz...

Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının -çünkü Eylül de geç gelmiştir- ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır. 

Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘’mağmum’’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.

Osman AYDOĞAN

Bir not:

Daha gençken yazıda bahsi geçen Tercüman’ın ’’1001 Temel Eser’’ serisinin bir kısmını almıştım. Şimdi bu seri kitap kütüphanemin bir köşesinde zaman zaman göz attığım bir hazine olarak duruyor... 

Konu dışı olacak ama hazır bu kitaplardan bahsetmişken ‘’Bir Zamanlar İstanbul’’ kitabından iki bölüm aktarmak istiyorum. Daha yakınlarda 19 Ağustos 2020 tarihinde ‘’Mavi Vatan’’ başlıklı yazımda ‘’Rus donanmasının teee Kuzey Denizinden kalkıp Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşarak Osmanlının burnunun dibine kadar gelip de Osmanlının tüm donanmasını imha ettiği’’ni (5-7 Temmuz 1770) yazmıştım ya… Bakın bu konuyu Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey kitabında nasıl anlatıyor:

"Devletlerarası anlaşmalarda murahhaslarımız cahil oldukları ve bu yüzden zararlara uğradığımız tarihlerde yazılıdır. Rusların Akdeniz’e donanma göndereceklerine dair Fransızlar tarafından verilen haber üzerine, Baltık Denizi’nden donanmanın gelebileceğine akıl erdiremeyen devlet erkánı Rus donanması uçup mu Akdeniz’e gelecek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra akılları başlarına gelerek hayret etmişlerdi." (Bir Zamanlar İstanbul, s. 20)

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey kitabında, şimdi bazı tarih bilmez Osmanlı sevdalısı aklı evvellerin pek de hayran oldukları Osmanlı devlet ricalinin hali de anlatılıyor:

"1826 muharebesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edememeleri ve meselenin Bab-ı Alice hal edilememesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük, yani yüzbin sanarak kabul etmişler, aradaki korkunç farkı anladıkları zaman da şaşırmışlardı. Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu bilmezlerdi." (Bir Zamanlar İstanbul, s. 20, 21)

 



Aşk Vurgunu Bir Yazar; Mehmet Rauf ve ‘’Eylül’’

01 Eylül 2020

Mehmet Rauf... Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar, Servet-i Fünûn yazarı... ‘’Eylül’’ ve ‘’Siyah İnciler’’in yazarı... Artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarı…

Mehmet Rauf 1875’de İstanbul’da doğar… Bahriye Mektebini (Deniz Harp Okulu) bitirir... Deniz zabiti olur… 1931 yılında vefat eder... Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip Maçka Kabristanına defnedilir. Nûr içinde yatsın...

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cenaze törenine katılan bir yakınından şu ifadeyi dinler: ‘’Mehmet Rauf’un genç karısı (Muazzez) gözleri tabuta dikili olarak tâ önde yürüyordu ve tabutu sanki bu gözlerden çıkıp uzanan bir sevgi bulutu taşıyor gibiydi.’’

Mehmet Rauf, sağ koluna felç gelip yazamaz olduktan sonra bütün yazılarını Muazzez Hanıma yazdırır. Bu nedenle yakın çevresine Muazzez Hanım için; ‘’Bu benim sadece eşim değil, aynı zamanda sağ kolum’’ der.

Mehmet Rauf’un ilk eşi Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’dır... Bu evlilikten olan kızı Fatma Nihâl yazar Selami İzzet Sedes ile evlenir. İkinci eşi; yazılarından etkilenip mektupla kendisine evlenme teklifi yapan ve daha sonra ayrılmayı kendisi isteyip ayrılan Besime Hanım’dır... Muazzez Hanım Mehmet Rauf’un üçüncü eşidir ve ona ‘’Zezi’’ diye hitap eder. Zezi’sine Mehmet Rauf; ‘’Sen benim ilk veya son değil, bütün hayatımın bir tek yıldızısın’’ diye yazar bir kitabını Zezi’sine atfederken...

Bir vakitler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından Rahim Tarım’ın Mehmet Rauf’u tanıtan bir kitabı yayınlanmıştı... (‘’Mehmet Rauf; Hayatı, Sanatı, Eserleri’’, Rahim Tarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1998) Depolarda, vitrinlerde kaldı mı bilmiyorum... Zaten buradaki bilgilerin çoğu da bu kitaptan alınmıştır.

Mehmet Rauf’un kitaplarından ‘’Ferdâ-yı Garam’’ şimdilerde hiçbir yerde bulunmaz... ‘’Siyah İnciler’’i şimdilerde pek bir kimse okumaz... ‘’Eylül’’ ise, çok şükür hâlâ kitapçı vitrinlerini süsler...  ‘’Eylül’’ okunmalı diye düşünürüm... ‘’Eylül’’deki Necip’le Suad tanınmalı diye düşünürüm...

Mehmet Rauf’un hemen hemen hiç bilinmeyen diğer romanları:

Genç Kız Kalbi
Bir Aşkın Tarihi - Mültehip-
Menekşe
Böğürtlen
Define
Kan Damlası
Karanfil ve Yasemin
Son Yıldız
Halâs

Romanlarının isimleri bile Mehmet Rauf’u anlatır.

Mehmet Rauf sadece edebî eser vermekle kalmaz, okur, sever, hisseder, yaşar ve bütün yaşadıklarını edebiyata aktarır ve çoğu zaman da kahramanlarını kendi duygu ve düşüncelerini aktarmak için araç olarak kullanır.

Bu nedenle ‘’Eylül’’deki roman kahramanı Necip’in kendisi olduğu iddia edilir. ‘’Bir Genç Kız Kalbi’’ isimli romanının yazarın ikinci evliliği ile sonuçlanan aşkını anlattığı ileri sürülür. ‘’Ferdâ-yı Garam’’ kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikayesidir. Kendi aşkını anlattığı söylenir...

Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.

Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır: ‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’

‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçer Mehmet Rauf.

Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıprattıra yıprattıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’

Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.

Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikâyetler başlar.

Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır…

Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’ Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır

Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybeder. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar.

Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:

‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’

Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;

‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’

ifadeleriye bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.

Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüz otuz iki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.

Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur: ‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.''

Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın ''Eylül'', ''Kimsesizliklerim'' ve ''Siyah İnciler'' isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ adında güzel bir yazısı var.

Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar;

‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.

Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz!

Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir.

- Madem ki ayrılıyoruz...

Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının - çünkü Eylül de geç gelmiştir - ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır.

Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘mağmum’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.’’ 

‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum... Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı... Hangi güzel şey kimin kalbinde bir başka yara açmazdı ki? 

‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’' diye ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını böyle konuşturuyordu ya Mehmet Rauf... İşte bu hastalığa ilaç niyetine en azından ‘’Eylül’’, Eylül’ün ilk günü değilse de geçmeden Eylül okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...

Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.

Osman AYDOĞAN



Turgut Özakman ile yaptığımız röportaj

31 Ağustos 2020

İki gün önce yazdığım ‘’30 Ağustos Zafer Bayramı’’ başlıklı yazımda; ‘’2012 yılında, çıkardığımız bir dergi için, bir arkadaşımızla beraber Turgut Özakman ile bir röportaj yaptığımızı’’ yazmıştım.

Ancak, iki gün önceki yazımda bu röportajın içeriğinden bahsetmemiştim. Nasıl bahsedebilirim ki? Bahsetsem yazım uzayacak. ‘’Yazıların uzun!’’ diye dostlarımdan, arkadaşlarımdan ve büyüklerimden yediğim fırçaların haddi hesabı yok. Benim de daha fazla fırça yemeğe niyetim yok! Bu nedenle bu röportajı ayrı bir yazı konusu yaptım.

Ben buraya bu röportajın bir kısmını alıyorum. Yazımın sonunda bahsettiğim albümün bağlantısını da veriyorum. Arzu eden okuyucular buradan röportajın tamamını okuyabilirler…

Turgut Özakman anlatıyor

Birinci Dünya Savaşından İstanbul’a dönen Mehmetçikler

İstiklal Savaşı öncesinden bahsedecek olursak, o dönem savaşlardan gazi olarak dönen Mehmetçikler ile İstanbul hükümeti nasıl ilgileniyordu? İstanbul yönetiminin ne olduğunu çok kısa bir örnekle anlatayım size. Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale’de, Suriye’de, İngilizlere esir düşmüş olan askerlerimizi, bir süre sonra götürüldükleri yerlerden toplayıp İstanbul’a getiriyorlardı. Bunların büyük bir çoğunluğu sakattı, hastalıklıydı. Bu insanlara o zamanki İstanbul Hükümeti, sanki bu zavallı Mehmetçik başka bir devlet için savaşmış gibi arkasını döndü. Hiçbir şefkat ve ilgi göstermedi. Bu insanlar, ev ev dolaşıp dilendiler. Asıl benim canımı yakan olayı söyleyeyim. Bu gazileri Rumlar ve Ermeniler ara sokaklarda kıstırıp dövüyorlardı. İstanbul Hükümetinin kılı kıpırdamamıştır. İstanbul Hükümeti nasıl bir hükümetti derseniz ben bu örneği vermekle yetinirim. Bu milletin hükümeti değildi. O, işgalcilerin hükümeti idi ve tarihin çöplüğüne devrilip gitti. Peki, bu Mehmetçikler dilendiler, arada sakatlıklarından ötürü Ermenilerden Rumlardan sokak aralarında çaresiz kalıp dayak yediler. Daha sonra hepsi bir gün çalışıp çabalayıp Anadolu’ya geldiklerinde köylerinde mi kaldılar? Hayır, Milli Mücadeleyi yapan Mehmetçik oldular. Ne milletlerinden soğudular, ne devletlerinden uzaklaştılar. Tam tersine yeni bir devlet kurdular, yeni bir milletin ilk nesli oldular.

Cumhuriyet nasıl bir miras devraldı?

Cumhuriyet kurulduğu zaman halkının yüzde 80’i köylerde yaşayan, sanayiden yoksun bir köylü devleti idi. Öyle bir devlet, öyle bir millet devraldık biz... 42 bin köy vardı ve bunların hiçbirinde ilkokul yoktu. Devletin kadrosunda 337 tane doktor vardı, 200 kadar ebe vardı. 4 bin kilometre demiryolu vardı ama bunun bir kilometresi bile bizim değildi. Bebek ölüm oranı yüzde 60’ın üzerindeydi. Nüfusumuzun dörtte biri trahomdu. Nüfusun yüzde 90’ı sıtmalıydı, bir bölümü frengiliydi, veremdi. Türk doktorları o dönemde öyle müthiş bir sağlık mücadelesi verdiler ki. Türk sağlık mücadelesi, dünyadaki en büyük sağlık mücadelesidir. Sonunda bütün bu salgın hastalıkları bitirdiler. Ne trahom kaldı, ne frengi kaldı geride. Sıtma savaşı biraz daha uzun sürdü, onunla ilgili bir küçücük not vereyim. Sıtma savaş grupları var çeşitli yerlerde. Bunların başında tecrübeli bir doktor bulunuyor. Bu doktorun maaşı, o zamanki Sağlık Bakanının dört katı idi. Bu kanunu teklif eden 141 de o zamanki Sağlık Bakanı Refik Saydam’dı. Bugün bu olur mu? Herhalde olmaz.

O zamanki Devletin öğretmenine bakışı

Devlet aynı bakış açısını diğer memurlara da yansıtıyor muydu? O dönemde doktorun, öğretmenin, subayın, mühendisin çok büyük değeri vardı. Bizim devlet büyüklerimiz bir yere gidince önce öğretmenler lokalini ziyaret ederlerdi. Öğretmenler protokolde mutlaka en önde yer alırlardı. Eğer bir valiyle, bir kaymakamla öğretmen arasında ihtilaf çıkmışsa, vali ya da kaymakam yer değiştirirdi, öğretmen değil. Öğretmeni böyle güçlendirdiler. İşte Türk halkının çağa uyanması o öğretmenler sayesinde oldu.

Ordu, çok büyük bir okuldur. Ordu, pek çok insana yalnız okuma yazma öğretmedi, pratik hayata alıştıracak bilgileri de verdi. İyi yetişmiş onbaşılardan, çavuşlardan eğitmenler yollandı. Bu Atatürk’ün buluşudur köy eğitmenleri… İşte onu da biraz daha geliştirerek köy enstitüsü yaptık.

Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider.

Tabii şartlar değişince kurallar, ilkeler adetler bile değişiyor. Ama Türkiye için değişmeyecek bir şey var: Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider. Bunu kaldırırsanız, geriye Osmanlı İmparatorluğunun son zamanı gelir, o ölüm demektir. Biraz tarih bilen anlar ne demek istediğimi.

Askerlik mesleği

Askerlik ölüme adanmış bir meslektir. Bu bakımdan başka hiçbir meslekle mukayese edilemez. Tarihinde savaş görmüş ciddi devletler, kadir bilir ve vefalı milletler askerlerine çok özel bir değer, onlara çok özel bir yer verirler.

Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten

‘’Millî Mücadeleyi gerektiği gibi anlatamıyoruz. Bu yüzden sadece gençler değil orta yaşlılar da Millî Mücadeleyi iyi bilmiyor. O görkemli olayı eski soluk fotoğraflara benzettik” demiştiniz. Fotoğraf sizce hala soluk mu?

Netleştiğini düşünüyorum. “Şu Çılgın Türkler” 390 küsur baskı oldu, bu kendi türünde dünya rekoru. Bu rekorun benimle ilgisi yok. Okuyanlar adına söylüyorum bunu. Kitabı okutan öğretmenler, subaylar adına söylüyorum. Yakın tarihimize, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kuruluşuna bilgi olarak ne kadar açmışız? Demek ki Millî Eğitim, çocuklarımıza yakın tarihimiz, Cumhuriyetimizin kuruluşu bakımından doyurucu bilgi vermemiş. Zaten bana sorarsanız otuz yıldır bizim Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten. Millî Eğitim, Atatürk ve İnönü zamanından itibaren millîlik vasfını kaybetti. Şu anda hemen hemen hiçbir mililîk vasfı kalmadı.

Niye Cumhuriyeti ilan ettik, niye yüzümüzü çağdaşlığa döndük? Neler yaptık? Atatürk döneminin ilk on beş yılında -hakikaten Batılılar Türkiye’nin o dönemine ‘’Türk mucizesi’’ der- neler başardık? Bunları çocuklarımıza çok iyi anlatmalıyız. Üniversitede ders verirken, birkaç ders sonrasında öğrencilere “kapitülasyonlar nedir” diye soruyordum, son birkaç yıl içerisinde bilen öğrenci çıkmamıştı. Liseden üniversiteye neredeyse sıfıra yakın bir bilgiyle geliyorlar. Biz giderek ilkelleşen bir toplumuz. Atatürk dönemindeki o ileri bakan gururlu insanın yerini bugünkü ilkelleşmiş insan aldı. Bunun birinci temel nedeni halkevlerinin kapatılmış olmasıdır. Biz dört beş nesildir kitle eğitiminden yoksun yetişen bir nesiliz. Onun yerini hiçbir şey tamamlayamadı. Derken köy enstitüleri kapatıldı. Yani sanki halkın yetişmesini istemiyorlar gibi.

Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz

Bunları alt alta koyduğunuzda bir sonuca varmanız kabil. Ama biz çocuklarımıza ne bu bilgiyi veriyoruz ne de toplayıp sonuca ulaşacakları bilinci veriyoruz. Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz Çocuklarımıza tarihimizi doğru anlatmak bizim namus borcumuz. Biz, yeminli tanıklar gibiyiz. Biz doğruyu lehimize ya da aleyhimize değiştiremeyiz. Ne ise öyle anlatmak zorundayız. Öyle sağdan soldan zorlayarak, çarpıtarak, değişik bir gerçek haline getirerek; özellikle gençlerimize, milletimize, tarihini öğrenmek isteyen insanlarımıza çok büyük haksızlık yapıyoruz. Hakikate ihanet ediyoruz. Onun için Eğitim Bakanlığının liseden mezun olmuş çocuklarımızın kültür seviyesini bir kere daha düşünerek bu eğitim yöntemlerimizi gözden geçirmesini dilemek istiyorum. Bu program ve bu yöntemle çocuklarımızın tarihi öğrenmesi hemen hemen imkânsız. Tarih dersinden nefret ediyorlar, neden, bu program ve bu yöntem yüzünden. Tarihi insansız anlatıyoruz.

Gençlere hangi mesajları vermek istersiniz?

Gençler mutlaka bir sanatla ilgilensinler. Sanat insan ruhunu inceltir, daha insan yapar. İkincisi yakın tarihimizi, dürüst, objektif yazmış olan insanların kitaplarından okuyarak öğrensinler. Bir de sahte, uydurma tarih kitapları var. Bunlar niçin yapılır, gençlerin kafasını karıştırmak için. Türkiye’nin doğudan gelip batıya yürüyüşü var. Bunu durdurmak istiyorlar. Atatürk sevgisini, saygısını, cumhuriyete olan bağlılığı, devrimlerin önem vermeyi engellemek için yapıyorlar. Dünyada hiçbir memlekette kendi yakın tarihini bu denli sulandıran çarpıtan, tersine yazan hiçbir ülke yok. Bu bizim ayıbımız. Onun için gençlere yakın tarihimizi dürüst tarihçilerimizin kitaplarından okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Bir iki isim vereyim, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. Sina Akşin, Şevket Süreyya Aydemir… Bu isimleri okurlarsa tarihimizi çok doğru öğrenmiş olurlar. Tarihimizi bilmeyen yurttaş olmaz. Türkiye’nin yurttaşı olabilmek için herhalde tarihimizi doğru bilmemiz lazım. Bunun dışında da spora da önem vermelerini tavsiye ederim.

Osman AYDOĞAN

Röportajı, Turgut Özakman’ın isteği üzerine Ankara Çankaya’daki evinde ve Turgut Özakman rahatsız olduğu için röportajı şimdiki gibi yüzlerimizde maskelerle yapmıştık… Turgut Özakman bu röportajımızdan bir yıl sonra 28 Eylül 2013 tarihinde vefat etmişti… Öyle zannediyorum ki bu röportaj Turgut Özakman’ın verdiği son röportaj oldu. Allah rahmet eylesin...

Röportajı TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’ için Mehmetçik Vakfı Basın Uzmanı Medine Sarıoğlu ile beraber, gününü hatırlamamakla beraber 2012 yılı başında yapmıştık.yapmıştık. Röportajın tamamı TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’nde 40, 41 ve 42. sayfalarında yer almaktadır. 

Röportajın tamamını okumak isteyen okuyucular için:
TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’
https://www.mehmetcik.org.tr/site/assets/files/1368/30-yil-ozel-yayini.pdf



Muharrem Ayı

30 Ağustos 2020

Muharrem Ayı’nın İslam tarihinde belli başlı üç önemli özelliği vardır. Birincisi oruç, ikincisi Hicrî takvimin başlangıcı olması, diğeri de Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin ve evladının Kerbelâ'da şehit edilmesidir.

Muharrem Ayı’nın onuncu günü aşure günüdür. Bugüne aşure denmesinin sebebi, Arapça “aşûra” kelimesinin onuncu gün anlamına gelmesindendir…

20 Ağustos 2020 Perşembe günü Hicretin 1442‘inci yılına girildi. Ve aynı gün (20 Ağustos 2020) Muharrem Ayı’nın da birinci günü başlamıştı. Muharrem Ayı 17 Eylül 2020 günü de sona erecek… Aşure günü ise Muharrem Ayı’nın 10. günü olan, dün, 29 Ağustos 2020 tarihi idi…

Sahabeden biri Hz. Peygamberimiz’in (sas) yanına gelir ve “Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?” diye sorar. Hz. Peygamberimiz, “Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah’ın ayıdır. Bu ayın onuncu gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önceki bir senenin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum” cevabını verir.

Hz. Peygamberimiz’in (sas)  Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan Muharrem ayının birinci günü İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu mübarek gün, Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı kabul edildi ve 1 Muharrem Hicri yılbaşı oldu.  (Hz. Peygamberimiz zamanında hicret, yılbaşı ilan edilmemişti.) 

Yüce Allah’ın (cc) bugünde, on peygamberine on değişik ikram ve ihsanda bulunduğu hadislerde geçer. Bunlar; Âdem'in işlediği günâhtan sonra tövbesinin kabul edilmesi, İdris'in diri olarak göğe yükseltilmesi, Nuh'un gemisinin tufandan kurtulması, İbrahim'in ateşte yanmaması, Yakup'un oğlu Yusuf'a kavuşması, Eyüp’ün hastalıklarının iyileşmesi, Musa’nın Kızıldeniz'den geçip İsrailoğulları'nı Firavun'dan kurtarması, Yunus’un balığın karnından çıkması ve İsa'nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesidir. 

Ayrıca aşure günü olan Muharrem Ayı’nın 10. günü (10 Muharrem 61) (10 Ekim 680) Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişinin Kerbelâ’da Yezid’in ordusu tarafından katledildiği gündür…

Muharrem orucu da aslında bir yas orucudur, Kerbelâ’ya yakılan ağıttır.

Sanılanın aksine Yezid ile Hz. Hüseyin arasındaki mücadele bir “iktidar mücadelesi” değildir. Kerbelâ, İslam’ı; bir egemenlik, yayılma, güç, iktidar ve zenginlik vasıtası yapan ve İslam’ı; Arap bedevî kültürü haline getiren Emevilerin zulmüne, diktatörlüğüne ve kötülüğüne karşı Hz. Hüseyin’in biat etmeyişidir, direnişidir, karşı duruşudur, dik duruşudur…

Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmesi gerektiğini söyleyen Yezid’in komutanlarından Ömer’e, hak, adalet, iyilik ve doğruluk değerleri için evrensel yaşama duruşunu ve zulme karşı direnen bütün mazlumların ilham kaynağı ve manevi gücünü ifade eden şu sözünü söyler:

“...Nedir ki biat etmek? Eğilirsin olur biter. Her isteyen istediğine boyun eğdirirse, boyun eğmeyenlerin hali nice olur? Sanılmasın ki boyun eğmemek bir kibir işidir. Ben de boyun eğerim. Ama bilirim ki, Yezid’in önünde eğilirsem eğer, zalimlik azalmaz, çoğalır. Bana ‘inat etme’ dersiniz. Peki, Yezid biat etmem için neden bu kadar inat etmektedir? Çünkü o güçlüdür. Gücünü de senin gibi kumandanların ordularından almaktadır. Sanılmasın ki kibrimden dolayı boyun eğmiyorum Yezid’e. Ben, benden sonra gelecekleri düşünerek, bir insanın ne kadar güçlü olursa olsun, yine de gücünü kıracak birilerinin şu dünyada var olabileceğini göstermek istiyorum.”

Sonra, sonra Yezid’in ordusuna döner ve “Düşünün!” diye seslenir Hz. Hüseyin; “Düşünün! Ben neden buradayım?” 

İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in bir sözü vardı. Derdi ki Berger; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.'' Yezid kendisini galip zannediyordu. Bugün lanetle anılan Yezid, dualarla anılan Hz. Hüseyin’dir.

Hz. Hüseyin’in verdiği mesaj, halen günümüzde de geçerliliği olan, ancak Yezid’lerin bir türlü anlayamayacağı hak ve hukuk mücadelesinin evrensel bir mesajıdır.

Muharrem ayı tüm İslam âlemine kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN



30 Ağustos Zafer Bayramı

30 Ağustos 2020

Türkiye'nin bağımsızlık savaşı bundan 98 yıl önce, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın, ordunun başında bizzat yönettiği 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan Muharebesi (Başkomutanlık Meydan Muharebesi) ile sonuçlanmıştı… Türk bağımsızlık savaşını belirleyen iki meydan muharebesi vardır: Birincisi Sakarya Meydan Muharebesi, diğeri de Dumlupınar Meydan Muharebesi… Bu yazımda bu muharebeleri anlatmayacağım… Görgü tanıklarından kısa kısa hatıraları nakledeceğim…

Sakarya Meydan Muharebesi ve Dua Tepe

1983 yılında Polatlı’da idim. ‘’Sakarya Meydan Muharebesi’’ konulu bir konferansım vardı. Konferansım için Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alanı adım adım dolaşmış ve bölgedeki köylülerle konuşmuştum. Karatepe için bir köylü şöyle demişti: ‘’Dedelerimiz bu tepeye aylarca yaklaşamamışlar. Tepe birkaç kez el değiştirmiş. Şehitlerimizi defnetmişiz ama Yunan askerleri kalmış. Yılanlar sarmış her tarafı…’’

Dua Tepe civarında bir çobanla görüşmüştüm. Çoban eliyle Dua Tepe istikametini göstererek; ‘’Beyim, her sabah gün doğmadan bu eteklere gökyüzünden nur yağar.’’ O Dua Tepe ki, karşı taarruz esnasında askerlerimiz Yunan makineli tüfeğinin etkisiyle taarruz düzeninde şehit olmuşlardı çobanın gösterdiği, ‘’her sabah gün doğmadan buralara nur yağar’’ dediği o yamaçlarda... O Dua Tepe ki, Sakarya Meydan Muharebesinde Türk genel karşı taarruzunda, düşmandan geri alınan ilk tepedir. O Dua Tepe ki düşmanın Ege Denizi’ne dökülünceye kadar kovalandığı büyük taarruzun başlangıç noktasıdır…

Turgut Özakman ve Sakarya Meydan Muharebesi

Aradan yıllar yıllaaar geçmişti. 2012 yılında çıkardığımız bir dergi için kendisiyle röportaj yapmak amacıyla bir arkadaşımızla beraber randevu alarak Turgut Özakman’ın Ankara Çankaya’daki evine gitmiştik… Turgut Özakman rahatsız olmasına rağmen röportaj isteğimizi geri çevirmemişti… Şimdiki gibi yüzlerimizde maske ile röportaj yapmıştık… Turgut Özakman bu röportajınızdan bir yıl sonra 28 Eylül 2013 tarihinde vefat etmişti… Turgut Özakman ile röportajımızın konusu çalıştığımız kurum ile ilgiliydi. Ancak Turgut Özakman’ın Büyük Taarruz’a ait verdiği bir röportajı var.

Turgut Özakman, Ankara'da bir radyo kanalında 2 Ekim 2006 tarihinde Devrim Hacısalihoğlu ile yaptığı canlı söyleşide hem Sakarya Meydan Muharebesi hem de Büyük Taarruz ile ilgili hatıralarını aktarıyor:

"1947 yılında henüz 18 yaşında iken bir arkadaşımız 'Yunanlıların en çok ilerlediği Polatlı'dan yürüyerek bu savaşın cereyan ettiği yerleri gezelim, yürüyelim, dolaşalım, insanlar sağ, onlardan anı toplayalım, var mısınız?' dedi. Biz 10 arkadaş, evet dedik. 1948 yılı 20 Ağustos'unda Ankara'dan Polatlı'ya trenle gittik, Polatlı'da indik. Kartaltepe'nin eteğinde henüz daha siperler duruyordu. Doğa ve vefasızlığımız o siperleri henüz silmemişti. Toprağa elinizi daldırsanız şarapnel parçaları geliyordu, onları topladım… Polatlı'da Yıldıztepe'ye çıkıyorsunuz, daha siperlerin izleri duruyor, elinizi toprağa daldırırsanız avucunuza şarapnel parçaları geliyor. Onları da topladım, tüfek parçaları, neler… Benim, o tarihte başlar anı toplamam. Yaşayanlardan anı topladım. Eski dergileri, kitapları topladım, o dönemle ilgili yerli yabancı bütün kitapları topladım. Haritalar, fotoğraflar topladım. Savaş alanlarını dolaştım...

Turgut Özakman ve Büyük Taarruz

Orada duamızı ettik şehitlerimize, yola çıktık.  Onuncu gün, 29 Ağustos gecesi, Afyon'da Dumlupınar Abidesi'ne ulaştık. Başımızı o taşa koyup uyuduk. Yolda o dönemi yaşamış tanıklarla konuştuk. Kimi bu savaşlara katılmış, kimi sadece tanık olmuş, kadınlar erkekler gençler yaşlılar. Oradaki bir Anadolu annesinin sözünü de aktarmadan geçmeyeyim. Dedi ki: 'Biz yana kavrula ordumuzun taarruza geçip bizi kurtarmasını bekliyorduk. Sonra bir gün, (gösterdi) şu çeşmenin ardından başı kalpaklı süvariler rüzgâr gibi geçip gittiler, anladım bizimkilerdi. Köye çığlığı bastım: Kemal'in askerleri!' Bu Kemal'in askerleri deyimi benim içimi titretmişti o zaman. Yani çok halktan bir insan, Gazi'nin demiyor, Başkomutan'ın demiyor, Paşa'nın demiyor, Kemal diyor. Canından birinden bahseder gibi. O Kemal'in askerleri deyimini birkaç yerde anlattım. Çok da kullanılır oldu.

Kuvayı Milliye ruhu

O zamanlar şunu gördüm: Bu bir avuç Anadolu insanı, emperyalizme karşı, dünyayı dize getirmiş emperyalizme karşı, belki bilinçsiz bir tepki gibi, belki derinden gelen bir içgüdüyle karşı durmaya başladı. Milli Mücadele'yi yapanlar sağdı, toprak daha barut kokuyordu, anıları dinledim Benim kuşağım Milli Mücadele'yi iyi bilen bir kuşak. Çünkü Milli Mücadele'yi yapanlar henüz sağ idi. Toprak daha barut kokuyordu. Ben İstanbullu, Bakırköylüyüm. Bakırköy'ün işgalini yaşamış bir ailenin çocuğuyum. Onlar da işgal dönemini anlatıyorlardı. Biz bunları öğrenerek geldik. Sonra mesela, benim ilkokuldaki hocalarımdan biri Milli Mücadele'ye gidip silahıyla katılmış bir Gazi'ydi. Bunlar Kuvayı Milliye ruhu nedir, ölüyorduk dirildik, uçuruma gidiyorduk geri döndük. Bunu bize çok güzel anlattılar."

Tarih Bilinci

Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Tarihi herkeslerden çok bilirsiniz, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...

İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel.

20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle Türk bağımsızlık savaşını, 19 Mayıs’ı, 23 Nisan’ı ve 30 Ağustos’u anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır.

İşte bu nedenle; Tarih bilinci olmayanların, zaten askerî, siyasi ve ekonomik olarak bitmiş Osmanlının Sevr ile beraber tarih sahnesinden silindiğini, başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun neredeyse tamamen İşgal edildiğini görmeyenlerin, Türk milletine ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’, ‘’Kuvayı Milliye’’ ve ''Bağımsızlık'' kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı, 23 Nisan’ı ve 30 Ağustos Zaferini anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir.

30 Ağustos Zafer Bayramımız Bayramı'mız kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN



26 Ağustos’dan 30 Ağustos’a, oradan 9 Eylül’e: Büyük Zafer

26 Ağustos 2020

Büyük Atatürk'ün Nutku'nda verdiği bilgiye göre, kendisi taarruz için kesin kararını 1922 yılının Haziran ayında verdi.

Bu kararını sadece Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa ile paylaştı. Hazırlıkların süratle tamamlanması konusunda komutanlarla mutabık kalındı.

Büyük Zafer'e giden yolda gizlilik ve disiplin çok önemli rol oynadı. 28 Temmuz günü bir futbol maçı bahane edilerek ordu komutanları Akşehir'e çağrıldı, burada komutanların görüşleri alındı.

İsmet Paşa, 6 Ağustos günü ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emri verdi. Gazi de Ankara'da Bakanlar Kurulu ile bu konuda görüş birliğine vardı.

13 Ağustos gününden başlamak üzere kolordu ve tümenler, yığınak yerlerine sevk edildi. Fevzi Paşa bu sırada cepheye gitti. Birlikler, gündüz gizlenip geceleri yol aldılar. Cepheye 50'si ağır, 200'den fazla top yerleştirildi.

Mustafa Kemal Paşa, 17 Ağustos günü birkaç kişi hariç kimseye haber vermeden Ankara'dan ayrıldı. Otomobille Konya'ya, buradan 20 Ağustosta Akşehir'e geçti. Harekâtın kamuoyundan gizlenmesi amacıyla 21 Ağustos günü Çankaya Köşkü'nde bir çay davetinin verileceği, ajans ve gazetelere duyuruldu.

Tarih 25 Ağustos 1922'yi gösterirken, artık her şey hazırdı. Başkomutan, 26 Ağustos sabaha karşı Fevzi ve İsmet paşalarla birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı.

Mustafa Kemal, yapılan bu hazırlıkları, ''taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın şeklinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu'' ifade ediyordu.

Bir ulusu zafere taşıyacak Büyük Taarruz, 26 Ağustos sabaha karşı saat 04.30'da Kocatepe'den başladı.

Çoğunlukla süngü hücumları ve insanüstü çabalarla gerçekleşen Büyük Taarruz ile iki gün içinde düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki cepheleri düşürüldü. Düşman ordusunun bütün kuvvetleri, Aslıhanlar yöresinde kuşatıldı.

Askerî tarihe ''Başkomutan Meydan Muharebesi'' olarak geçen ve Gazi'nin Dumlupınar'da ateş hatları arasından bizzat idare ettiği savaşta, düşmanın ana kuvvetleri yok edildi, düşman ordularının başkomutanı Trikopis dâhil askerleri esir alındı.

Türk ordusu, tasarlanan kesin sonuca beş gün içinde ulaştı.

***

Büyük Taarruz’un mimarı Atatürk, Büyük Nutuk’ta 30 Ağustos’u şöyle anlatırdı:

“...30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.

31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir’in kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.

Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da 9 Eylül 1922’de Kemalpaşa’da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa’da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.

Saygıdeğer efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi’ni ve ondan sonra düşman ordusunu tamamıyla yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”

***

Prof. Dr. İlhan Lütem'in ''Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü Kendisi'' (Avrasya Bir Yayınevi, 2002) adlı kitabında yer verdiğine göre; 31 Ağustos günü muharebe meydanını gezen Başkomutan o günü şöyle anlatır: ''Sıtların gerisindeki bütün vadiler, bütün dereler, korunan ve örtülü yerler, bırakılmış toplar, otomobiller, sonsuz araç ve gereç ile bu yıkıntılar arasında yığınlar oluşturan ölülerle, toplanıp karargâhımıza yollanan esir kafileleri ile gerçekten bir mahşer yerini andırıyordu''

Büyük Zafer, Şevket Süreyya Aydemir'in kaleminden ''Tek Adam''da (Remzi Kitapevi, 1997) şöyle özetlenir: ‘’İşin asıl mucizesi, o sabah (30 Ağustos) o bölgede bulunmayan büyük kuvvetleri, aynı gün ve bazen çok uzun, yorucu yürüyüşlerden sonra muharebe meydanına toplayabilmesidir. Çünkü bu emirler verilirken, asıl büyük muharebenin cereyan edeceği taraflarda ancak ve yalnız 25. Tümen bulunuyordu. Gerçi düşmanın bir çember içine girmekte olduğu seziliyordu ama 30 Ağustos Başkomutanlık Muharebesi, sırf o gece sabaha karşı elde edilen bilgilere göre ve hemen aynı gün tertiplenmiştir. İşte bu şartlar içinde 8. Piyade ve 3. Süvari tümeninin aynı gün ve en kısa bir zamanda aynı sahaya toplanabilmesi sırasında gösterdikleri eşi az görülmüş manzara ve yürüyüş kabiliyeti ve bu arada Başkumandan ve Fevzi Paşa'nın ileri kumanda mevkilerinde yer almaları., Batı Cephesi Kumandanlığının işleyişindeki intizam, bu zaferin sağlanmasındaki diğer etkili şartları teşkil etmiştir.''

Büyük Zafer'i, 1 Eylül 1922 günü ulusa duyuran Başkomutan, kaçan düşmanın takibi için ordulara da tarihi emrini verdi: ''Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri.''

Türk ordusu, Başkomutanın emrini, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girerek yerine getirdi.

***

Fikret Otyam, 4 Aralık 1960 tarihinde Ankara'da yayımlanan Ulus Gazetesinde fotoğrafçı Etem Tem ile yaptığı söyleşide Büyük Taarruz sabahı Afyon Kocatepe'yi (26 Ağustos 1922) şu şekilde anlatırdı:

" O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk. Taaruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11'di... O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate (geri çekilme) başladılar. 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "A be.... Bu bir başkumandan odasına yakışmaz" dedi. Salih (Bozok) odayı halılarla süsleyeceğini söyledi. Zira o gün Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde gezdirdi ve çekti: "Çok güzel, " dedi.

Bu fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, 26 Ağustos 1928 günü Milliyet Gazetesinde "Bir 26 Ağustos Yıldönümü" isimli yazısında şöyle der:

"Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser bırakmamıştır."

***
Nazım Hikmet de Kocatepe'de Mustafa Kemal'i şöyle anlatırdı:

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
...
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar : "Üç" , dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.

***
Fikret Otyam, 4 Aralık 1960 tarihinde Ankara'da yayımlanan Ulus Gazetesinde fotoğrafçı Etem Tem ile yaptığı söyleşide 9 Eylül’ü ise şöyle anlatırdı:

" 9 Eylül'dü... Kadifekale'ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı... Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti...."Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri.." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine...

"Sonra mı?.. Ha, evet... Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya baktım... Hakikaten birer harikaydı... Taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargâha, Bornova'ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkânının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?..  Dükkan yanmıştı... Uşak'ta o ahır bozması yerde yıkaya bildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkânıyla birlikte yandı kül oldu..."

***
Büyük taarruz Türk ulusu için bir ölüm-kalım savaşıydı ve her şeyden önce... Çünkü bu savaşın kaybedilmesi demek, Türk ulusal varlığının tarih sahnesinden silinmesi demekti.

Ayrıca bu büyük savaş, sadece Türk ulusunun tarihi için değil bütün ulusların tarihi için de önemliydi. Çünkü bu savaş, emperyalist politikalara ulusal başkaldırının ve antiemperyalist direnişin tarihte yer almış ilk örneği idi...

Bu Büyük Zafer'i zafere inanmış bir liderin ve milletin yanında 15 güne yakın zamanda 450 kilometreyi yaya ve savaşarak kat eden bir ordunun kahramanlığı oluşturdu.

***
Falih Rıfkı Atay ise 30 Ağustos zaferi hakkında şunları söylerdi: ‘’Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batının pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. ‘’

Başta Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarına, İstiklal savaşımızın şehitlerine ve gazilerine Allah’tan rahmet diliyorum.

Osman AYDOĞAN



Bir Gün Tek Başına

29 Ağustos 2020

Üst üste Vedat Türkali’yi yazmam boşuna değildi… Bundan tam dört yıl önce, 29 Ağustos 2016 günü, ajanslarda şöyle bir haber geçmişti: ''Türk edebiyatının usta isimlerinden olan Vedat Türkali, 29 Ağustos 2016 Pazartesi günü saat 06.00'da Yalova'da tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti.''  Demek istiyordu ki ajans: ''Bir iyi edebiyatçı daha bir iyi ata binip gitti...''

Şair ve Yazar Vedat Türkali’yi vefat yıldönümünde bir romanı ile anmak istiyorum. Ama romandan önce bir sitem!

İyi adamlar, iyi atlara binip binip gidiyorlar

Bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar zaten... Yerleri doldurulmadan... Bizler de yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu söyleye söyleye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengarenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan...

Bu gidişle, rengarenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; gittikçe susuz, gittikçe verimsiz, artan bir şekilde çorak ve kurak bir çöle dönüştüğünü anlamadan...

Bu gidişle, ‘’bir gün tek başına’’; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta kelimesiz kalacağımızı anlamadan… 

Bu gidişle, dipsiz kuyuların kör karanlıklarda; susuz, gıdasız, fersiz, nefessiz, havasız kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…

Yine romana geçmeden kısaca Vedat Türkali…

Vedat Türkali

1919’da Samsun’da doğar. Asıl adı Abdülkadir Demirkan'dır. Ortaöğrenimini Samsun Lisesinde, yükseköğrenimini 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlar. Pek kimse de bilmez ama kendisi öğretmen subaydır. Yüzbaşı rütbesiyle Maltepe ve Kuleli Askerî liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. 1950’li yıllarda TKP’nin içinde yer alması nedeniyle 9 yıl ceza alır.  TSK ile ilişiği kesilir. Yedi yıl hapiste yatar. Cezaevinden çıktıktan sonra mahkeme kararıyla soyadını Pirhasan olarak değiştirir… Türkali soyadı, kitapları basılsın, senaryoları onaylansın diyedir…

‘’Şair Vedat Türkali’’ diye iki gün önce ilk yazımda anlattığım Merih Hanım ile 1942’de evlenir. 1944’te kızı Deniz, 1951’de de oğlu Barış doğar. Kızı Deniz Pirhasan oyuncu, oğlu Barış Pirhasan ise kendisi gibi senarist, yönetmen, şair ve yazardır… Eşi Merih Pirhasan, 31 Ekim 2013 tarihinde vefat eder….

Romanlarından; ‘’Bir Gün Tek Başına'’ romanında bir insanın iç çelişkilerini açıkça ortaya koyar… ‘’Mavi Karanlık’’ romanında sorunlu ama naif Nergis’e âşık eder… ’’Güven’' romanında ülkenin bir dönemini derli toplu anlatır. ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ romanında 1970'li yılların Türkiye’sindeki ‘'dönek aydınlar’’ı anlatır.  

Vedat Türkali, roman, yazı ve söyleşilerinde özellikle 12 Eylül ile birlikte Türk aydınında başlayan erozyonu anlatır. Erozyonu da değil aslında Türk aydınının aydın olmadığını anlatır. Türkiye solunun eleştirdikleri feodaliteyi bizzat yaşadıklarını anlatır... Sokakta "kahrolsun faşizm" diye bağıranların, eve gelince eşlerine, sevgililerine uyguladığı faşizmini anlatır.

Özet olarak Vedat Türkali, sağı ile solu ile ülkenin kocaman bir ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ne dönüştüğünü anlatır. Bu nedenle her iki tarafa da yaranamaz, hep hedef tahtasına konur.

Vedat Türkali, "Düşündüğünü söylemekten korkarsa kişi, düşünmekten de korkmaya başlar" derdi. Aynen o hale geldi ülke….

Bir gün tek başına

Vedat Türkali'nin bu eserlerinden 749 sayfalık ilk ve en iyi romanı ‘’Bir Gün Tek Başına'’ ile Milliyet Yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır.

Ve ben bu kitabı 12 Eylül'den hemen sonra 1980 veya 1981 yılında okuyorum, çok sevdiğim arkadaşım Zihni Erderen'in elinde görerek. Ondan alıp okuyorum... Sonra yetmiyor, anlamak için bir daha, bir daha okuyorum...

‘’Bir Gün Tek Başına'’ yeniden var olduğuna inanmak için son şansını kaybeden bir erkeğin, ilk yürek sızısında kaybeden bir kadının iç acıtan hikâyesini anlatan can acıtıcı bir kitaptır. Bir o kadar da öğreticidir. Bu romanda 1980’lerden sonra yaşayan herkesin kendisinden bir şeyler bulduğu bir kitaptır. Zor bir kitaptır. Okuduktan sonra duyarlı her insanda derin izler bırakır. Okurken de zorlanır insan. Hayatın siyah yanını görenler için yorucu bir kitaptır. Politik bir paranoya panoramasıdır. Modernleşmenin en sancılı dönemlerinde birey sorunları yaşayan karakterlerden Türkiye’ye yansıtılmış genel bir panoramadır bu roman. Karanlık ve kasvetli bir dönemin sıkıntısını ve o her şeye gebe günleri yansıtabilmiş boğucu, rahatsız edici bir romandır.

27 Mayıs 1960 harekâtına yaklaşılırken, son 5 - 6 aylık bir zaman dilimidir romanda geçen... Bir aşk hikâyesi fonunda bir dönemi, o dönemin siyasetini, sınıf uzlaşmazlığını, mücadelesini ve devrimciliğini, parlamenter diktatörlüğün karanlığında umutsuzcasına el yordamıyla direnmeye çalışan bir toplumu anlatır. İçinde evlilik kurumu, toplumsal sorunlar, provokasyon, derin devlet yer alır... 

Romanda bencil, ürkek, kuşkulu ve kaypak Kenan, evinde olabildiğince ağır iki çeki taşı; karısı Nermin ve kızı Zeynep yer alır... Devrimci ateşi sönmüş Kenan’ın karşısına, devrimci ateşi yeni yeni alevlenmeye başlayan bilinçli, gözü pek ve dirençli Günsel çıkar.  Günsel’le Kenan’ın aşkının perde arkasında kıvıl kıvıl kaynayan bir toplum vardır...

Kenan, romanda Günsel’in kendisini aldattığından şüphelenir. Günsel ise başkalarının dedikleri doğrultusunda Kenan’ın polis olduğundan... İnsanların tek çareleri, tek güçleri olan "güven"i yıkılır sağ-sol adına.

Kitabı okuyan bütün erkekler kadın kahraman Günsel’e âşık olurlar ve Günsel’e benzer birini ararken helak olup evde kalırlar. Ve Günsel, Kenan’la beraber okuyan herkesi dipsiz bir kuyuya iter…

Nermin’e ve Zeynep’e üzülürken Kenan’a kızar ve acımaya başlarsınız oysa farkedersiniz ki Kenan bir zavallıdır. Nermin ve Günsel canınızı acıtır.  Son satırlarında hüngür hüngür ağlarsınız. Sonra yine bir daha fark edersiniz ki Kenan olsa olsa şöyle bir adamdır: '’İçimizden biri’’ 

Hiç ama hiç unutmazsınız Günsel’inin Kenan’ın evini aradığında Nermin’in verdiği yanıtı: "Alo buyrun ben Nermin"

Bu roman içinde yaşadığımız coğrafyanın kayda değer bir tarihi ve sosyolojisi olduğunu öğretir ve bu coğrafyadan beslenen romanların ne kadar keyifle okunabileceğini gösterir.  

Kitabın başlarında şöyle bir cümle geçer: "Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, arasına bir şey koymazsan, kendi kendini öğütür, bitirir". Kitap bittiğinde de kafanızdaki değirmenin öğüteceği bir dolu şey vardır.

Roman bittiğinde “Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürdün şimdi de; kara kara tütüyorum" diyerekten yapar finali Kenan.

Romanın bir bölümünde (s. 535) Vedat Türkali, dün verdiğim kendi şiiri olan ‘’İstanbul’’ şiirine yer verir.

Bu kitabın ne demek istediğini belki de bir gün tek başına kaldığınızda anlıyorsunuz. ‘’Bir gün tek başına’’ romanı her şeyin sonunda yalnız, yapayalnız kaldığımızı, ne yaparsak yapalım aslında yapayalnız olduğumuzu yüzümüze çarpıyor.   

Romanın daha ilk sayfada müthiş bir tespit yer alır; ''Okumaktan başka bir işe yaramıyorsa, kitaptan iyi afyon yok.'' Bu boğuntudan, bu karamsar gündemden kurtulmak istiyorsanız işte zaman tam da kafayı bulma zamanı diye düşünüyorum...

Kitap bittiğinde farkedersiniz ki kitap içinize oturmuş.  Ah ediyorsunuz. Ve anlam veremiyorsunuz bu ülke niye savaşmış kendi kendiyle kaç kere diye. 50-60 yıl sonra bile Türkiye niye hala aynı yerinde diye soruyorsunuz kendi kendinize içinizz acıyarak, içiniz cız ederek!.

Ve kitap bittiğinde, etrafımızda roman kahramanı Kenan’dan ne kadar da çok bulunduğunun, her yerin, her tarafın Kenan kaynadığının, artık Günsel’lerin de kalmadığının farkına varıyorsunuz…

Kitap bitiyor ama kitaptan bir cümle aklınıza mıh gibi takılıp kalıyor: "Ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Ben Günsel’i bekliyorum."

Evet, kitaptaki gibi; şimdi de ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Godot’yu beklesek daha iyi ama artık Günsel’ler de gelmiyor!

Osman AYDOĞAN



Bekle bizi İstanbul...

28 Ağustos 2020

Edebiyat dünyası karşılıklı yazılan kitaplarla, metinlerle, şiirlerle doludur. Binlerce yıldır bu böyledir. Buna bu sitemde yazdıklarımdan birkaç örnek vermek istiyorum. Daha yeni yazmıştım Nazım Hikmet’in Mevlâna’nın rubailerine karşı bir cevap verdiğini… Yine Nazım Hikmet’in ‘’Cevap No. 2’’ isimli şiiri ile Ahmet Haşim’e bir yazısına karşılık cevap verdiğini de bu sitemde yazmıştım.

Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ve istibdat yönetimine karşı yazdığı şaheserlerden biri olan “Sis” şiirini bir önceki hafta vermiştim. Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri İstanbul’a bir övgü şiiri değildi… Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirinde yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, bozulmuş olan bir toplumu ve aynı zamanda çürümüş ve yıkılış halinde olan bir yönetimi tasvir ederdi…

Şair ve yazar Vedat Türkali de bu şiire cevap olarak " ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir’’ başlığı ile bir başka İstanbul şiirini yazar. Yıl 1944, yer Akşehir’dir. Vedat Türkali karısı Merih'i ilk çocukları Deniz'in doğumu için İstanbul'da bırakarak çalıştığı okul yeri olan Akşehir’e döner. Ve şiiri burada yazar. Şiirde İstanbul’un şahsında karısına ve çocuğuna duyulan özlem ve sevgi vardır, ayrılığın hüznü vardır, kavuşmanın umudu vardır...  Şiir Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" adlı romanının 535. sayfasında da yer alır.

Ama şiir asıl olarak Tevfik Fikret'in ''Sis'' şirine cevap olarak yazılmıştır. Şiir Fikret’in ''Sis'' şiirinde olduğu gibi İstanbul'un tasviri ile başlar. Daha sonra da olumsuzluklar, kötülükler, fenalıklar sıralanır. Şiirde ''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı verilir.

Vedat Türkali için İstanbul farklı bir yerdir. Vedat Türkali için İstanbul bir sevdadır. Vedat Türkali için İstanbul bir yârdır, bir anadır, bir dosttur. Bu nedenle bütün romanlarının ve şiirlerinin konusu mekân olarak İstanbul’da geçer. Dostoyevski için S. Petersburg ne ise, Proust için Paris ne ise, Zweig için Viyana ne ise Vedat Türkali için de İstanbul odur.

Vedat Türkali’nin bu şiirini müzisyen Onur Akın besteleyerek ''Bekle Bizi İstanbul'' ismiyle şarkı haline getirir. İlk olarak Grup Baran sonra da Edip Akbayram kendine özgü o muhteşem sesleriyle seslendirirler bu şarkıyı… Bir de Sevinç Eratalay seslendirir. Bizler genellikle Edip Akbayram’ın sesiyle biliriz bu şarkıyı... Yazımın sonunda hem her iki yorumun bağlantısını hem de Vedat Türkali’nin sesinden şiiri okuyuşu ve müteakiben şarkıyı veriyorum… Ancak şarkılarda şiirin tamamı yer almaz. Bir kısmı yer alır. Yine yazımın sonunda ben şiirin tamamını veriyorum...

Hangi vakitte olursanız olun, yorgunsanız, uykusuzsanız, düşünceliyseniz, kederliyseniz, umutsuzsanız, umutluysanız, verilen gazlardan, TV’lerdeki seviyesiz, düzeysiz tartışmalardan bıkmışsanız ve özlediğiniz İstanbul'a hasretseniz eğer verdiğim bağlantılardaki şarkıyı dinleyin… İnanın ilaç gibi gelecektir:

''Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bekle bizi 
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle 
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla 
Mavi denizlerine yaslanmış 
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle 
Ve bir kuruşa Yenihayat satan 
Tophanenin karanlık sokaklarında 
Koyun koyuna yatan 
Kirli çocuklarınla bekle bizi 
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi 
Bekle dinamiti tarihin 
Bekle yumruklarımız 
Haramilerin saltanıtını yıksın 
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle 
Sen bize layıksın.''

Osman AYDOĞAN

Ancaaaaak, şiirin yazıldığı 1944 yılında değiliz artık… Şiirde geçen  "Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla, beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle bizi İstanbul" dizeleri yetmiş yıl öncesinde kaldı. "Rezidanslarınla, gökdelenlerinle, AVM’lerinle, cafelerinle, trafiğinle içine ettiler senin, bu halinle sen bize layık değilsin, bekleme bizi İstanbul" diye okuyun siz o dizeleri artık…

Vedat Türkali'nin kendi sesinden ''Bekle Bizi İstanbul'':
Şiirin devamındaki şarkı, "Onurlu Yıllar" albümünde yer almaktadır, on iki sanatçı tarafından seslendirilmiştir.
https://www.youtube.com/watch?v=6IOT3j_Xk10&list=RD6IOT3j_Xk10&index=1

Edip Akbayram, ''Bekle Bizi istanbul'':
https://www.youtube.com/watch?v=JBlq6FCdPKQ

Sevinç Eratalay, ''Bekle Bizi istanbul'':
https://www.youtube.com/watch?v=zcO662McVOQ

İstanbul 

"Sis" şairine ithaf edilmiştir.

Salkım salkım tan yelleri estiğinde 
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle 
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul 
Binbir direkli Halicinde akşam 
Adalarında bahar 
Süleymaniyende güneş 
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Bakışlarımda akşam karanlığın 
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan 
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar 
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir. 
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında 
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın 
Meyvesini birlikte devşirirler 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker 
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde 
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların 
Hürriyet yok 
Ekmek yok 
Hak yok 
Kolların ardından bağlandı 
Kesildi yolbaşların 
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline 
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası 
Onların kemik yalayan dostları 
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi 
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel 
Ve sen 
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi 
Seni öldürürler 
Seni sürerler 
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir 
İpek şiltelerin istakozların 
ve ahmak selameti için 
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları 
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar 
Karanlık mahzenlerinde şehrin 
Cellatlara gün doğdu 
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır 
Bir kalem yazın vardır 
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır 
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını 
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi 
Haramilerin elinde 
Ve mahzenlerinde insanlar bekler 
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer 
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü 
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bulutların ardında damla damla sesler 
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle 
Arkadaşlar çıktı karşıma 
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım 
Bir kardeş karısı 
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları 
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi 
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında 
Gebeliğin dokuzuncu ayında 
Aç kurtların varoşlara saldırdığı 
Tipili bir gece yarısı 
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi 
Otuzbeş kiloluk sırrımızı 
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bekle bizi 
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle 
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla 
Mavi denizlerine yaslanmış 
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle 
Ve bir kuruşa Yenihayat satan 
Tophanenin karanlık sokaklarında 
Koyun koyuna yatan 
Kirli çocuklarınla bekle bizi 
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi 
Bekle dinamiti tarihin 
Bekle yumruklarımız 
Haramilerin saltanıtını yıksın 
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle 
Sen bize layıksın 

Vedat TÜRKALİ
Eylül 1944 Akşehir



Şair Vedat Türkali

27 Ağustoa 2020

Yazar Vedat Türkali kendisi için “Akıllı iki iş yaptım yaşamımda: Birincisi; sigaraya alışmadım. İkincisi ise şair olmadığımı erken sezinledim!’’ der. Ancak yine de onun kimsenin bilmediği şiirleri ve çevirileri var. Bunlardan iki örneği aşağıda sunuyorum.

Vedat Türkali lise son sınıfta erkek lisesi olan okulu karma hale getirilince (şimdi komşusu olduğum) Erenköy Kız Lisesinde okuyan Merih isimli bir kız öğrenci (sonradan eşi) Vedat Türkali’nin sınıfına gelir. Vedat Türkali Merih’i görür görmez ona âşık olur. Sonra şu dörtlüğü yazar:   

“Göklerden kayarak bir yıldız indi
Güneş bile sönük kalır yanında
Hırsız fenerleri gibi gezindi
Kimsesiz kalbimin duvarlarında”

Goethe’nin ‘’Gefunden’’ (Bulunmuş) isimli bir şiiri var. Goethe’nin serüven dolu bir yaşamdan sonra evlendiği çok sıradan gibi görünen karısı için yazdığı sade bir şiirdir ‘’Gefunden’’. Vedat Türkali’nin lise yıllarında yaptığı çevirisi ile:

“Gölgelerde elime bir küçük çiçek geldi
Yıldızlar gibi parlak bir göz gibi güzeldi
Koparmak isteyince ben dedi solacağım
Şimdi solmak için mi kırılmış olacağım”

Yukarıda verilen şiir Goethe’nin beş kıtalık şiirinin ikinci ve üçüncü kıtasıdır. Şiirin Almanca aslının tamamını aşağıda veriyorum... Ancak önce bu iki şiirde geçen şu iki dize üzerinde düşünelim derim bu boğucu, sıcak ve kasvetli yaz sonunda:

''Hırsız fenerleri gibi gezindi
Kimsesiz kalbimin duvarlarında”

''Koparmak isteyince ben dedi solacağım
Şimdi solmak için mi kırılmış olacağım”

Hep kendi kendimize sormadık mı biz: Şimdi solmak için mi kırılmış olacağım?

Osman AYDOĞAN

Gefunden

Ich ging im Walde
So vor mich hin,
Und nichts zu suchen,
Das war mein Sinn.

Im Schatten sah ich
Ein Blümlein stehn,
Wie Sterne blinkend,
Wie Äuglein schön.

Ich wollt es brechen,
Da sagt' es fein:
Soll ich zum Welken
Gebrochen sein?

Mit allen Wurzeln
Hob ich es aus,
Und trugs zum Garten
Am hübschen Haus.

Ich pflanzt es wieder
Am kühlen Ort;
Nun zweigt und blüht es
Mir immer fort.



TSG ANADOLU

23 Ağustos 2020

Bugünkü (23 Ağustos 2020) ajanslara şöyle bir haber düştü: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Tuzla'daki Desan Tersanesi'nde düzenlenen Yeni Deniz Sistemleri Teslim Töreni'nde yaptığı konuşmasının bir bölümünde; ‘’Buradan sesleniyorum, diyorum ki, Anadolu'yu inşa ettik, gelin bir de artık şöyle bir, iki veya daha fazla uçak gemisi de inşa edelim. Herhalde yaparız değil mi? Çünkü denizlerde bu caydırıcılığa ihtiyacımız var. Sadece Anadolu yetmez, bu adımı da atmamız lazım’’ dedi...

Yazılarımda hep söylerim ya ‘’her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye.. Bu konuşmada bir tanım sorunu var. O da: ‘’Uçak Gemisi’’

Önce şu bilgiyi vermem gerekir ki; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterine 2021’de girmesi planlanan ve halen Sedef Tersanesinde yapımı devam eden ‘’TCG Anadolu’’ bir ‘’Uçak Gemisi’’ olmayıp ‘’Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi LHD (Landing Helicopter Dock)’dir. (Tam adı: TCG ANADOLU Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi LHD ) Türk Deniz Kuvvetlerinin ilk LHD’si olacak ’'TCG Anadolu’’’un “İlk Sac Kesim Töreni” 30 Nisan 2016 tarihinde Sedef Tersanesi’nde icra edilmişti…

Bahsi geçen bu gemi görünüm itibarıyla bir uçak gemisini andırsa da, uçak ve helikopter taşısa da bir uçak gemisi değildir…

Önce ‘’Uçak Gemisi’’ (İngilizce: Aircraft Carrier) tanımını açık yapmamız lazımdır. Uçak gemisi; bir veya daha fazla filodan oluşan savaş uçaklarını, ufak boyutlardaki nakliye uçaklarını, savaş helikopterlerini ve genel maksat – nakliye helikopterlerini deniz üzerinde taşıyan “Yüzen Bir Hava Üssü’’dür… Yani ‘’Uçak Gemisi’’ aslında askerî bir üstür. Uçak gemileri; savaş uçaklarının menzillerini ve harekât yarıçaplarını artırmak, operasyon bölgelerine yakın mesafede bulunarak, araçların havada kalış süresini artırmak ve dolayısıyla düzenlenen operasyonun daha etkili olmasını sağlayan deniz platformlarıdır.

Bir gemiye uçak gemisi diyebilmemiz için geminin filo bazında uçak ve helikopter taşıyabilmesi ve askerî bir üs olarak kullanılabilmesi gerekir.

Ayrıca uçak gemileri, okyanus ötesi stratejik hedefleri olan emperyal devletlerin ihtiyacı olan ve bu mesafede askerî bir üs olarak kullanabileceği gemilerdir ki işletme, ikmal, idame ve koruması ancak bir emperyal güç tarafından karşılanabilir... Türkiye’nin değil iki – üç tane uçak gemisi sahibi olması, bir tane bile uçak gemisi olsa, bu geminin seyrüseferi, bakım, ikmal ve idamesi ülke ekonomisini iflasa sürükler… Hani derlerdi ya ‘’kontrolsüz güç, güç değildir’’ diye…

İşte bu nedenle ‘’TCG Anadolu’’ bir uçak gemisi olmayıp ülkenin stratejik ihtiyaçları için geliştirilmiş en doğru bir çözüm olan bir ‘’Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi’’dir... ‘’TCG Anadolu’’; kıtalar arası görevlere çıkabilecek ve tam teşekküllü bir muharip taburu istenilen bölgeye sevkini sağlayabilecek kapasitededir... ''TCG Aandolu'', üzerindeki hava araçları hariç ayrıca sekiz deniz çıkarma aracını bulundurabilecek ve içinde, ayrıca ameliyathane, diş tedavi üniteleri ve yoğun bakım ile enfeksiyon odalarının da bulunduğu en az 30 yatak kapasiteli askerî hastaneye sahip olacaktır.

'’TCG Anadolu’’ gemisi bahsettiğim gibi üzerinde filo değil uçak taşıyacaktır. Ancak bu uçak da uçak gemilerindeki gibi gemi üstündeki pistten yatay havalanan değil dikey havalanan uçaklardan olacaktır. Bu nedenle ‘’TCG Anadolu’’ gemisi 12 derecelik eğimi ile üzerinden kısa kalkış, dikey iniş yapabilen savaş uçaklarının kalkışını kolaylaştıracak platformu olacak ve bu sayede helikopterler dışında uçakların da kullanımını sağlayacaktır...  

‘’TCG Anadolu’’ gemisinin yapım aşamasından itibaren Türkiye’nin de kuruluşunda ve yapımında ortak olduğu kısa kalkış, dikey iniş yapabilen Lockheed Martin F-35B modeli uçaklar düşünülmüştü…

‘’TCG Anadolu’’ üzerinde;  6 adet F-35B savaş uçağı, 4 adet T-129 Atak taarruz helikopteri, 8 adet Skorsky nakliye, 2 adet Seahawk helikopterleri ile 2 adet İnsansız hava aracı kapasitesi bulundurması öngörülmüştü.

İşte sorun da burada başlamaktadır. Çünkü S-400’ler nedeniyle ABD, Türkiye’ye F-35 teslimini durdurunca ‘’TCG Anadolu’’ gemisinde düşünülen F-35B modeli uçakların tedariki de belirsizliğe düşmüştür. Dünyada dikey iniş yapabilen sadece F-35B’ler değildir ancak bir başka uçak sisteminin Türk Deniz Kuvvetlerine ve TSK’ne entegrasyon, standardizasyon, eğitim, kullanım, bakım, ikmal ve idamesinin devasa problemler çıkaracağı da ortadadır…

Hemen her yazımda yazıyorum ya biz satranç oyununu pek bilmeyiz, biz tavlacı bir milletiz diye. Ya düşeş gelirse? Değil mi?

Osman AYDOĞAN



Bir yer olacak orada; adı Kerkük!

22 Ağustos 2020

Geçen haftaki yazımda Birinci Dünya Harbinde Musul ve Kerkük’ün nasıl kaybedildiğini anlatmıştım… Daha sonraki yazımda da ''Altun hızmav mülayim'' isimli Kerkük türküsünü anlatırkan, ‘’Atatürk'ten sonra Türkiye’nin hiç ama hiç ilgilenmediği, ilgilenemediği, arkasını döndüğü Kerkük, bir zamanlar Antep kadar, Erzurum kadar, Sivas kadar Türk olan Kerkük, önce Arap’ın, Saddam’ın, sonra da Peşmerge'nin, Barzani’nin vurduğu, talan ettiği, yağmaladığı, tecavüz ettiği Kerkük, Türkiye'nin bir zamanlar kırmızı, kıpkırmızı çizgisi olan ama zamanla sararan, solan, unutulan, bir mezhep sevdasına Barzani'ye peşkeş çekilen Kerkük’’ diye yazmıştım…

Üst üste tarihteki Kerkük’ü yazınca bugünkü Kerkük’ü de yazmak elzem oldu diye düşündüm… Herkes ‘’Mavi Vatan’’ diye Doğu Akdeniz’e, ''Gaz'' diye Karadeniz'e odaklanmışken Kerkük’te neler oluyor aktarmak istedim…

Dünkü yazımda Tevfik Fikret'i anlatmıştım. Tevfik Fikret tahsil için Halûk'u Glasgow'a gönderirken ''Halûk'un Veda'ı'' şiirinde ''Bize bol bol ziya kucakla getir / Düşmek etrafı görmemektendir...'' derdi... Fikret'in söylediği gibi düşmemek için etrafı görmek gerekir... 

Bugün, satrancın en zoru olan dış politikayı tavla oyununa döndürenlerin, ''Rabia, Rabia'' diye diye bir Arap kadının peşine düşenlerin, öz be öz Türk olan Kerkük'te anlayamayacağı bir sonuç vardır ki bu da etrafı görmediklerini gösterir...

Kerkük’ün bir cümle ile kısa hazin tarihi:

Kerkük’ün yakın geçmişi yazmadan önce bir cümle ile Kerkük’ün kısa hazin tarihini vermek istiyorum: Türkiye ilgilenmeyince, Türkiye Kerkük’e arkasını dönünce, Kerkük’te; 1918 yılından 2003 yılına kadar Araplaştırma politikaları, 2003 yılından 2017 yılına kadar da Kürtleştirme politikaları uygulandı… Bu yazımda Kerkük’ün yakın tarihteki Kürtleştirilme politikalarını anlatacağım… Ancak çok çok uzaklara gitmeden hemen yakın bir tarihten başlayacağım…

Turgut Özal, Cumhurbaşkanı iken, Barzani’yi Türkiye’ye çağırmış ve Barzani'nin eline, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kırmızı pasaport vermişti... 

2001 yılı

Barzani, 2001’de “Irak Kürdistan Demokrat Partisi” Genel Başkanı olarak Ankara’da ağırlandığında Bülent Ecevit Başbakan, Mesut Yılmaz ile Devlet Bahçeli de başbakan yardımcısıydı. 

Ankara’da bunlar olurken ben naçizâne de saf saf o tarihte (2001) Avusturya Savunma Bakanlığınca resmi olarak ''geleceğin dışişleri bakanı'' gizli sıfatı ile Viyana’ya davet edilen Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) Türkiye Temsilcisi olan Safin Dizayi’nin Avusturya’ya olan bu davetini Avusturya Savunma Bakanlığında girişimlerde bulunarak ''olmayan hangi ülkenin dışişleri bakanını davet ediyorsunuz'' diyerek iptal ettirmiştim…  

2009-2013 yılları arası

Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olarak 2009’da “Kuzey Irak Yönetimi’’ yerine ‘’Kürdistan Bölgesel Yönetimi” demeyi uygun buldu. Ahmet Davutoğlu 2010’da Dışişleri Bakanı olarak Irak’ın kuzeyini “Kürdistan” olarak niteledi. Ardından da Erbil Başkonsolosluğu’nda “Kürdistan Bayrağı” protokole girdi. 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2013’te, Barzani ile el ele,  Diyarbakır’da birlikte mitinge çıktı; toplu nikâh törenine katıldı. 

O zamanki CHP’li Öztürk Yılmaz da “Bütün halklar gibi Kürt halkının da bağımsızlık özlemi ve hakkı olduğunu” açıkladı. 

2014 yılı

Türkmen şehri Kerkük resmi olarak Bağdat yönetimine bağlı bir kentti. IŞİD, 2014’te girdiği Kerkük’ten üç beş gün sonra çekilirken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı peşmergeler tek kurşun atmadan Kerkük’ü ele geçirdiler ve peşmerge, IŞİD’le mücadele bahanesi ile Kerkük’te yönetime “fiilen” el koydu, şehir yönetimi de merkezi hükümetten alınarak Peşmerge kuvvetlerine teslim edildi… O vakitler, peşmerge yetkilileri, “Bağdat’ın sekiz senedir vermediği Kerkük’ü IŞİD bize iki haftada verdi” demişlerdi.

Ancak Kürt grupları, uzun bir dönem boyunca Türkmen kenti ve petrol zengini Kerkük’te varlığını göstermek için nüfus ve tapu dairesine saldırarak, yakıp yıkıp yağmaladılar. Bir anlamda, bunu yaparak, kentin tarihini / hafızasını yok etmek istediler. Daha sonra hızla bölgeye (Kerkük´e) göç etmeye başladılar (2003 yılından 2017 yılına kadar nüfus kaydırmaları ile Kerkük nüfusu 700 binden, bir milyon 400 bine çıkarıldı, yani Kerkük’e 700 bin Kürt nüfus ithal edildi!). Aslında, bu göçler bir anlamda Kürt partileri tarafından teşvik edildi ve desteklendi. Kürt grupları, Türkmenlere ve devlete ait arazilere ev yaptılar ve yerleştiler. Kerkük’ün demografik yapısı bu gruplar tarafından hızlı bir şekilde değiştirilmeye çalışıldı. Hemen hemen bütün devlet dairelerindeki makamlar Türklerden alınıp Kürtlere verildi… Hedefleri de Kerkük’ü Kürt bölgesine dâhil etmekti.

29 Haziran 2014’de dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Financial Times’a verdiği röportajda aynen şöyle diyordu; “Eskiden bağımsız bir Kürt devleti mevzuu Türkiye için savaş nedeni sayılıyordu. Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması ihtimali devlet erkini artık eskiden olduğu gibi rahatsız etmiyor. Bazı şeyler değişti. Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz görünüyor, onlar bizim kardeşimizdir.”

2015 yılı

Irak Merkezi Hükumetine ait olan Kerkük petrolleri de, 2015’te Türkiye üzerinden Barzani adına dünyaya pazarlandı. (Türkiye, Kuzey Irak petrolünü alıp, Yumurtalık’tan tankerlere doldurup dünyaya satmaya çalışırken, diğer ülkeler petrol Irak’ın petrolü diye petrol tankerlerini Meksika Körfezi’nden geri çeviriyorlardı.)

Dışarıda kalmış vatan olan, ata toprağı, Türkmen şehri Kerkük anlattığım gibi yağmalanırken, Türkmenler katledilirken, tapu kayıtları imha edilirken, gönderine Kürt bayrağı çekilirken seyredenlerin, sesiz kalanların mezhep aşkı bu kadar da değildi...

2016 yılı

Başbakan Binali Yıldırım 2016 yılı AKP’nin Afyon Toplantısı’nda da şöyle konuşuyordu; ''Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi (IKBY) bölgesinde yapılacak her türlü işbirliğini merkezi hükümetle değil, o bölgenin esas sahibi olan Barzani’yle yapacağız.”

Bu şekilde zat-ı muhteremleri yıllar içerisinde Irak’ın Kuzeyine Kürdistan, Barzani’yi de onun başkanı muamelesi yaptılar… Ne Kerkük akıllarına geldi ne de Türkmenler...

Bu sürede Barzani zat-ı muhteremlerin en yakın dostu iken merkezi Irak Hükümetine hep cephe aldılar… Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Irak'taki Türk askeri varlığına yönelik açıklamalar yapan Irak Başbakanı İbadi'yi sert sözlerle eleştirerek, "Şahsıma hakaretler ediyor. Sen benim zaten muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, kıratımda değilsin, kalitemde değilsin. Biz bildiğimizi okuyacağız, bunu böyle bilesin. Önce haddini bil" diyerek İbadi’ye şöyle söylüyordu: "Türkiye Cumhuriyeti'nin ordusu sizlerden talimat alacak kadar kalitesini kaybetmiş değildir." (11 Ekim 2016)

2017 yılı

Türkmen kenti Kerkük’ün Kürt Valisi Necmeddin Kerim’in girişimiyle, Irak'ın Kerkük İl Meclisi'nin 2017 başında yaptığı bir düzenleme ile Kerkük’te resmi binalara Irak bayrağının yanına Kürt bayrağının da asılması kararı verildi. Aynı meclis kentin Irak Bölgesel Kürt Yönetimine (IKBY) bağlanması için de oylama yapmaya karar verdi. Ve bu iki haber Türkiye’de iç politikadaki onca kavga, atışma ve hır gür arasında dikkati çekmeyip kaynadı gitti.

Ancak İran Dışişleri Bakanlığı uyumadı, hemen tepki vererek, Irak'ın Kerkük kentinde kamu binalarına Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağı asılmasının "kaygı verici" ve "gerginlik yaratacak" bir hareket olduğunu açıkladı.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Kerkük diye bir davası olmadığı için (hani hatırlarsınız Kerkük kırmızı, kıpkırmızı çizgimizdi ya, sarardı, morardı ve sonunda bu çizgi yok olup gitti) Kerkük’e Kürt Yönetimi bayrağı asılmasına Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinden hiç kimse, o zamanlar iktidarın baş dostu Barzani’ye bir laf bile olsun edemediler.

İktidara yakın bir akademisyen Kerkük’te resmî kurumlara Kürt bayrağı asılması konusunda şöyle bir Twitter mesajı atmıştı o zaman; “Kerkük Türk yurdudur diyorsunuz ancak Irak’taki Türklerin Şii olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bırakın Şii Türklerdense Sünni Kürtler alsın.” 

Yine 2017 başında Barzani Türkiye’ye geldiğinde göndere “Kürdistan bayrağı” çekildi. Başbakan Binali Yıldırım; “Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi, özerk bir yapıdır. Ayrı bayrağı vardır ve dünyada da bu şekilde tanınır” diye demeç verdi… .

Eylül 2017

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) tarafından 25 Eylül 2017 tarihinde bir bağımsızlık referandumu yapıldı…

IKBY'nin düzenlediği bu referandumda oy kullananların yüzde 92,7'si bağımsızlığa destek verdi. Referandumun Kerkük'te de düzenlenmesine tepki gösteren Bağdat yönetimi de Kerkük’ün kontrolünün IKBY'nin elinden alınacağını ifade etti... Referandum öncesinde de IKBY Başkanı Mesud Barzani "Kerkük için her bir Kürt savaşmaya hazır" diye beyanda bulunmuştu… 

Ekim 2017

Referandumdan sonra IKBY ile Irak Merkezi Yönetimi arasındaki gerilim iyice arttı. Bağdat yönetimi, petrol zengini Kerkük'ün IKBY kontrolü altında olmadığını, anayasal statüsünün farklı olduğunu savunuyordu.

Irak Başbakanı İbadi, Erbil yönetimine 15 Ekim 2017 Pazar gününe kadar Peşmerge güçlerini Kerkük'ten çekmesi için süre verdi. Sürenin dolmasının ardından Pazar gecesi Irak ordusu ile müttefikleri Kerkük'e yönelik askerî harekâta başladılar…

Bu harekâtta Tahran’ın desteklediği  ve bizim de ‘‘vahşi bir cinayet şebekesidir, katil sürüsüdür’’ dediğimiz Haşdi Şabi milisleri ile Irak ordusu Kerkük’ten Peşmergeleri çıkardılar ve Kerkük’ü ele geçirdiler…

Ancak bu durum, etrafı görenler için hiç de ‘’Kerkük Barzani’den kurtuldu’’ diye sevinilecek bir durum değildi... Aslında Kerkük, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu...  

Şu an Kerkük’te Irak ordusuyla Haşdi Şabi milisleri var... Tahran, Irak ve Haşdi Şabi milislerinin ittifak içinde oldukları bir sır değil… Aslında bu harekâtla Kerkük Bağdat’a değil, Tahran’a bağlandı, çünkü IKBY’nin (Barzani’nin) Kerkük’ten atılma nedeni, Bağdat merkezi yönetimine bağlı Irak ordusundan gücünden ziyade daha o günler cinayet şebekesi diye andığımız İran’a bağlı Haşdi Şabi milisleri vesilesiyledir... Haşdi Şabi milislerinin bu harekâtı Kerkük’le son bulacakmış gibi de gözükmemektedir; Kerkük’le beraber Halepçe ve Süleymaniye de İran tesirine girmektedir.

Ayrıca bu harekâtla Barzani güç kaybederken çizgi olarak PKK’ya daha yakın olan Talabani ailesi de güç kazanmıştır... 

Bu harekât esnasında zimmete para geçirmek ve ihalelere fesat karıştırma suçundan İnterpol tarafından aranan Kerkük’ün Kürt Valisi Necmeddin Kerim Kerkük’ten ve Irak’tan kaçtı. Irak Merkezi Hükümeti, ülkeden kaçan Kerkük’ün Kürt Valisi Necmeddin Kerim’in yerine Arap bir valiyi vekâleten atadı…

Kürt Parlamentosunda Neçirvan Barzani, Federasyon Başkanı olarak seçildikten sonra yerel parlamentoda yemin törenine KYB temsilcilerinin katılması için Kerkük valiliğinin kendilerine verilmesi şartı koştu… Görüyorsunuz ya; kimin valisini kime veriyorlar?

Yazımın başında Kerkük’ü anlatırken; ‘’önce Arap’ın, Saddam’ın, sonra da Peşmerge'nin, Barzani’nin vurduğu, talan ettiği, yağmaladığı, tecavüz ettiği Kerkük’’ diye söz etmiştim… Bundan sonra da bu sözümü herhalde şöyle değiştireceğimi içim sızım sızım sızlayarak tahmin ediyorum; ‘’önce Arap’ın, Saddam’ın, sonra da Peşmerge'nin, Barzani’nin, daha sonra da Haşdi Şabi’nin, Tahran’ın vurduğu, talan ettiği, yağmaladığı, tecavüz ettiği Kerkük...’’

Kerkük üzerine Haşdi Şabi üzerinden bu sefer de Tahran ve Bağdat söz sahibi olurken Türkiye ise olan biteni uzaklardan eli böğründe sadece seyretmektedir. Bunu da doğal karşılamak lazımdır... Türkiye'nin ''Rabia'' diye bir derdi, bir kaygısı, bir tasası vardır... Arap ''Rabia'' ile ilgilenmek dururken Kerkük Türküne de ne oluyor değil mi?…

2018

Daha iki yıl önce Irak merkezi Hükümet Başbakanı İbadi için ‘’Sen benim zaten muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, kıratımda değilsin, kalitemde değilsin. Önce haddini bil" diyenler tam iki yıl sonra 14 Ağustos 2018 tarihinde İbadi’nin altına kırmızı halılar sererek karşılayıp selama durdular… Ne stratejik derinlikli dış politika değil mi?

2020

Kerkük’te halen Arap Vali Vekili göreve devam etmekle birlikte geleceği belirsizdir. Barzani yönetimi, bir yandan Peşmerge güçlerinin tekrar Kerkük’e dönmesi için ortam yaratmaya çalışırken diğer yandan da Irak Merkezi Hükumetle petrol pazarlıkları yürütmektedir… 

Yukarıda bahsettiğim gibi Kerkük’te ve Musul’da Haşdi Şabi üzerinden İran’ın etkisi çok büyüktür. İran, bağımsız bir Kürdistan’a karşı olmasına rağmen IBKY’de faaliyet gösteren Goran Hareketi ile Kürdistan Yurtsever Birliği’yle (KYB) yakın ilişki içinde bulunmaktadır. İran’ın amaçlarından biri Bağdat’ta bulunan Şii topluluklarını, nüfusunun dörtte biri Şii Türkmeni olan Telafer’e bağlamaktır. İran’ın buradaki bir başka hedefi de Musul’un bir Sünni cihatçı merkeze dönüşmesini engellemektir… Bunu sağlamak için de İran yerel Şii politikacılarla sıkı işbirliğini sürdürüyor. 03 Ocak 2020 tarihinde Bağdat’ta ABD tarafından öldürülen Şii milis güç Kasım Süleymani’nin bu bölgede at koşturduğunu da hatırlatmak isityorum...

Türkiye’yi bekleyen tehlike

Türkiye’nin Türkmenlere arkasını dönmesi, ilgilenmemesi neticesinde günümüzde ne Suriye’de, ne Lübnan’da ve ne de Irak’ta Türkmen kalmıştır… Yüzyılın başında Halep; Antep kadar, Erzurum kadar Türk iken bugün tamamıyla Araptır. Bunun bir nedeni Araplaştırma politikası iken diğer bir nedeni ise Türkiye’nin teşviki sonucu Türkmenlerin Türkiye’ye olan göçleridir.

Türkiye’de yabancıların 250 bin dolar tutarında gayrimenkul almaları halinde vatandaşlık verilmesi kolaylığı en fazla Türkmenleri etkileyerek Türkmenlerin Türkiye’ye göçünü teşvik etmektedir. Kerkük'ten Türkiye'ye göç eden Türkmenler de Kerkük'te kalıp mücadele edebilecek en eğitimli Türkmenlerdir. Bu şekilde Kerkük’te Türk varlığı giderek erimektedir. Bu erime, hem Kürtlerin hem de Arapların işine gelmektedir… 

Günümüzde bile hala Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Beyrut'taki patlamanın ardından 08 Ağustos 2020 tarihinde gittiği Lübnan'da Beyrut'ta Türklerin yaşadığı mahalleye ziyaretinde yaptığı açıklamada, "Ben Türk'üm, ben Türkmen'im diyen soydaşlarımızı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vereceğiz. Bu, Cumhurbaşkanımızın bizlere talimatıdır" diyebiliyor… Bu davet kulağa hoş gelse de Türkiye’nin bölgedeki gelişmelerden ne kadar bi haber olduğunu, Türkiye’nin ne kadar sığ bir politika izlediğini gösteriyor. (*)

Bugün için Suriye’de ve Lübnan’da hemen hemen hiç Türkmen kalmamıştır. Irak’ta Telafer’de, Kerkük’te, Tuzhurmatu’daki Türkmen varlığı kan kaybetse de Türkmenler var olmak için direnmektedirler. Kerkük’te Türkmenlerin sayısı azaldıkça Kerkük’ün IKBY’nin (Barzani’ye) bağlanması kolaylaşacaktır.

Kerkük’ün IKBY’nin (Barzani’ye) bağlanması halinde etkisini en önce Suriye’nin kuzeyinde sonra da tüm Ortadoğu'da gösterir... Biz dış politikamızı satranç gibi oynamıyoruz ki zaten. Tavla bizim nemize yetmez, değil mi?

Yazımı Arif Nihat Asya'nın şiirinin bir dizesiyle bitireyim:

‘’Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük’’

Osman AYDOĞAN

(*) Aynı sığ politika geçmişte Balkan Türklerinde özellikle Bulgaristan Türklerinde yaşanmıştır... Aynı sığ politika günümüzde KKTC'inde de yaşanmaktadır... Özellikle İngiltere başta olmak üzere AB ülkelerine yapılan Kıbrıslı Türklerin göçleriyle KKTC'de gerçek Kıbrıs Türk'ü kalmamaktadır...
Füruzan’ın ‘’Balkan Yolcusu’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli güzel bir kitabı vardı. Füruzan bu kitabında eski Yugoslav topraklarında kalmış yaşlı bir nine ile sohbet eder… Yaşlı nineye sorar Füruzan; ‘’teyzem’’ der ‘’sen neden göç etmedin?’’ Yaşlı nine cevap verir; ‘’evladım'' der, ''bir vakitler burada bir umman vardı, o umman çekildi gitti. Bırak da bari buralarda o ummanın hatırası bu küçücük göletler kalsın.’’ Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra devlet aklı ne yazık ki Füruzan'ın romanında konuşturduğu ninenin ferasetinin çok ama çok gerisinde kalmıştır. Konu uzun, hazin ve derindir. Ayri bir yazı konusudur...



Büyük Muhtar!

22 Ağustos 2020

Günlerden bir gün bir köyün muhtarı köylüye haber salmış ‘’Cuma günü namazdan sonra köylüyle konuşacağım. Cami çıkışında köylü köy meydanında toplansın. Söyleyeceğim çok önemli bir şey var…’’

Bütün köyü bir merak salmış; acaba muhtar ne konuşacak? Cuma gününe de daha çok var… Hiçbir tahmin hiçbir köylüyü tatmin etmemiş... Sonunda demişler ki muhtarın ne konuşacağını bilse bilse hanımı bilir. Bir şekilde muhtarın hanımına ulaşmışlar, sormuşlar muhtarın hanımına, ‘’muhtar ne konuşacak?’’… Muhtarın hanımı da ‘’Valla beyler, ben de bilmiyorum.. Ancak muhtar bey son günlerde dalgın, düşünceli biraz…’’ diye cevap vermiş..

Yapacak bir şey yok… Başlamışlar büyük bir merakla Cuma gününü beklemeye, muhtar acaba ne konuşacak?…

Sonunda Cuma günü gelmiş… Sabahtan muhtarın konuşacağı köy meydanına ses yayın sistemini kurmuşlar, muhtarın konuşacağı kürsüyü yerleştirmişler… Ezan okunmuş, köylü Cuma namazını eda etmiş, cami çıkışı toplanmışlar köy meydanında, başlamışlar muhtarı beklemeye… Heyecan dorukta, köylüler kendi aralarında hala muhtarın ne konuşacağı konusunu konuşmaktan meydan uğultu halinde…

Sonunda muhtar gözükmüş… Muhtar evinden çıkmış, ceketi omuzunda, kasketi öne doğru eğik, kundurasının arkasına ayağı basık, elinde tespihi sallaya sallaya, kendisi de yavaş yavaş sallana sallana köy meydanın doğru yürümeye başlamış… Muhtar meydana yaklaştıkça da uğultu kesilmiş. Muhtar kürsüye geldiğinde ise meydanda çıt çıkmıyormuş…

Muhtar kürsünün basamaklarına basa basa, ağı ağır çıkmış… Kürsüye çıktıktan sonra kasketini biraz geriye atmış, omuzundaki ceketini düzeltmiş, sonra da köylüyü teker teker, sert bakışlarla haşin haşin süzmüş... Bir süre bekledikten sonra muhtar sağ elini yumruk yaparak kürsüye sertçe vurmuş. Yumruk hoparlörlerden öylesine bir ses çıkarmış ki bütün köylü korkudan havaya zıplamış.. Köylü havadan yere pofff diye düştüğünde ise zaten toz toprak olan köy meydanı toza toprağa bulanmış…  Sonra da muhtar sert ve tok bir ses tonuyla kısa konuşmuş: ‘’Mustafa Kemal Paşa büyük adamdı!...’’ Bu kısa cümleden sonra köylüyü tekrar sert bakışlarla haşin haşin süzmüş ve cümlesini tamamlamış: ‘’Fakat öldü!...’’

Sonra tekrar köylüyü sert bakışlarla haşin haşin süzdükten sonra yumruğunu tekrar kürsüye indirmiş… Yine yumruk hoparlörlerden öylesine bir ses çıkarmış ki bütün köylü korkudan yine havaya zıplamış.. Köylü havadan poff diye yere düştüğünde ise zaten toz toprak olan köy meydanı yine toza toprağa bulanmış… Sonra da muhtar yine sert ve tok bir ses tonuyla yine kısa konuşmuş: ‘’’İsmet Paşa da büyük adamdı!...’’ Bu kısa cümleden sonra köylüyü tekrar sert bakışlarla haşin haşin süzmüş ve cümlesini tamamlamış: ‘’Fakat o da öldü!...’’

Bu cümlesinden sonra muhtar bu sefer yumuşak, mülayim ve naif bir şekilde yine bütün köylüyü melül melül teker teker süzmüş… Bu sefer yumruğunu kürsüye indirmeden yumuşak, naif ve hazin bir ses tonuyla konuşmuş: ‘’Arkadaşlar’’ demiş… ‘’Arkadaşlar, son zamanlarda kendimi hiç iyi hissetmiyorum!...’’

Osman AYDOĞAN



Tevfik Fikret

21 Ağustos 2020

19 Ağustos 1915 yılında henüz 48 yaşında iken Vefat eden Tevfik Fikret’in, 19 Ağustos 2020 günü vefatının 105. yıldönümü idi… Bu nedenle Tevfik Fikret’i anmak istedim…

Tevfik Fikret, 48 yaşına sığdırdığı sürgünlerle, baskılarla dolu fırtınalı hayatıyla anılabilir… Tevfik Fikret, aydınlık fikirleriyle, kendisinden sonraki nesillere olan etkisiyle anılabilir… Tevfik Fikret, edebi kişiliği ile şairliği ile şiirleriyle anılabilir… Ancak bugün ben Tevfik Fikret’i o muazzam ‘’Sis’’ şiiri ile anmak istiyorum…

Ancak ''Sis Şiiri''ni vermeden önce kısa bir giriş yapmak istiyorum...

Aşiyan

İstanbul’da Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir ev vardır. İşte bu ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı Tevfik Fikret’in kendi evidir. Adı da ‘’Aşiyan’’dır. ''Aşiyan'' Farsça bir sözcük olup ''kuş yuvası'' anlamındadır. Bu adı Tevfik Fikret bizzat kendisi koymuştur. Bu evden İstanbul'ın ve Boğaz'ın görünümü muhteşemdir.

Bina, Tevfik Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla ziyarete açılır. Şairin Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında müzenin bahçesine nakledilir. Müze bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır. 

Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları da sergilenmektedir.

Aşiyan'da ''Sis Tablosu''

Tevfik Fikret’in işte ‘’Aşiyan Müzesi’’ ismini alan bu evinde duvarda asılı belli belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya benzer. Ancak tabloya daha yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi, minareleri, Galata Köprüsünün siluetleriyle İstanbul görülür. Bu tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis: Rübab-ı Şikeste”. Rübab-ı Şikeste; Tevfik Fikret'in şiir kitabının adıdır, ''kırık saz'' anlamına gelir. ''Sis'' şiiri de Rübab-ı Şikeste' de yer alan bir şiirdir. Belli ki Şehzade Abdülmecid Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin resme dökülmüş hali gibidir... 

Bu tablonun hemen yanında da Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri yer alır. 

Sis Şiiri

''Sis'' şiiri, orijinal hali ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Muhip Dranas'ın hazırladığı Tevfik Fikret'in ''Rübab-ı Şikeste'' (Kapı Yayınları, 2013) isimli kitabında yer almaktadır. ‘’Sis’’ şiirini bu kitaptan alıp Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını ve şiirde geçen Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını şiirde geçiş sırasına göre yazımın sonunda verdim…

Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri dönemin sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan önemli bir edebi eserdir. Namık Kemal ve Ziya Paşa mücerret (soyut) fikirleri vezin ve kafiyeye sokarak sosyal içerikli şiirler yazarken, Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirini aynı zamanda çok sanatkârane bir şekilde kaleme alır. Nedim ve Nâbî gibi şairler İstanbul’u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvir ederken Tevfik Fikret, Abdülhamit’in istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ‘’Sis’’ şiirini yazar.

Tevfik Fikret evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir. İstanbul’da Şubat ayıdır. İstanbul’un üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır. Tevfik Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında sıkışır. Fikret duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.

Rûşen Eşref Unaydın, Tevfik Fikret (Tevfik Fikret, Hayatına dair hatıralar, Kitabhâne-i Sûdi, 1919) adlı eserinde bu şiirin yazılmasındaki ortamı şöyle anlatır: "O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş." 

Tevfik Fikret şiirine önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine karanlık bir tablo halinde sisi tarif ederek başlar. Şiir ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır. Bu sis tasvirinden sonra Fikret şu dizeleri yazar:

‘’Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim (sütre-i muzlim: kara, uğursuz örtü),
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!’’ (sahn-ı mezâlim: zulümler alanı)

Tevfik Fikret bu dizelerinden sonra sisi değil artık İstanbul’a ve İstanbul'un şahsında istibdat yönetimine olan nefretini yansıtmaya başlar. Bu karanlık ve derin örtü zulümlerin işlendiği bu şehre lâyıktır, müstahaktır. İstanbul'un silueti, kuleleri ve sarayları şahsında da istibdat idaresindeki her türlü gayri meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün yansımaları anlatılır. Fikret bu şiirinde istibdat dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisindedir… Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul şahsında da yönetime lanetler yağdırır.

‘’Sis’’ şiirinde İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler vardır. Ancak İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid idaresindeki dönemine aittir. Fikret, şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür. Bu güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur. Her şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde birer fenalık mekânları gibidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret'in ‘’Sis’’ şiirini Abdülhamid devrinin bir romanı olarak tanımlar ve ''Sis'' şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdî melânkolisini tam lâzım olduğu bir zamanda bir cemiyetin ıstırap ve ümitlerine tercüman yaptığını söyler.

Bütün bu acı manzaraların görünmemesi ve tarihin derinliklerine gömülmesi için şair durmadan lanet okumaya devam eder. O halde bu şehir pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice kapanmalıdır.

''Örtün, evet, ey haile... Örtün, evet, ey şehr;
Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...'' (fâcire-i dehr: dünyanın koca kahbesi)

Tevfik Fikret’in İstanbul’u kaplayan yoğun sisin altında gördüğü şeyler işte bunlardır. Tabiatın sisi dağılacak ancak istibdadın sisi devam edecektir. Fikret’in söylemek istediği de budur. İstanbul’daki sis dağılır ancak ne istibdadın sisi dağılır ne de Fikret’in içindeki sis… Hatta Fikret’in içindeki sis daha da derinleşip yoğunlaşarak Fikret'i ‘’Tarih-i Kadîm’’’i (Kültür Bakanlığı, 1998) yazacak raddeye kadar getirir...

Tevfik Fikret için hayat karanlık mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Haluk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken kesif bir sis içerisinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan... 

Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘’Ben inkılap ruhunu Fikret’’ten aldım’’ dediği Tevfik Fikret’i vefatının 105. yıldönümünde kendisini özlemle, minnetle ve saygıyla anıyorum…

Osman AYDOĞAN

Şehzade Abdülmecid’in Aşiyan Müzesi'nde yer alan ''Sis tablosu'':

 
 

Tevfik Fikret'in 'Rübab-ı Şikeste''sinde yer alan şiiri:

Sis

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, 
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan 
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, 
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; 
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar 
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! 
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! 
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, 
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! 
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, 
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! 
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan. 
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde 
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. 
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, 
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız; 
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, 
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. 
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün 
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! 
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; 
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. 
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, 
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! 
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, 
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. 
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; 
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. 
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından 
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? 

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! 

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; 
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. 
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; 
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, 
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; 
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. 
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; 
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. 
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; 
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer 
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; 
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. 
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra 
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! 
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; 
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan 
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. 
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi 
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler; 
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan 
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, 
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş! 
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü 
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! 
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu 
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp 
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini 
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! 
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş 
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! 
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; 
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! 
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; 
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. 
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! 
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için 
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, 
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! 
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; 
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. 
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! 
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; 
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! 
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış 
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! 
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; 
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! 
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; 
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, 
Hele sizler… - hele sizler... 

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! 

18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET

Şiirde geçen Osmanlıca kelimeler ve Türkçe anlamı (Şiirde geçiş sırasına göre)

âfâk: ufuklar
dûd: duman, sis
muannid: dik başlı, inatçı
dûd-ı muannid: inatçı sis
zulmet: karanlık
beyzâ: ak, çok beyaz
zulmet-i beyzâ: ak karanlık
peyâpey: birbiri arkasından, durmadan, gitgide
mütezâyid: artan, birikerek çoğalan, çoğalan
tazyik: basınç, sıkıştırma
eşbâh: cisimler, gövdeler, vücutlar
kesâfet: yoğunluk
ibâret: meydana gelen, oluşan
elvâh: levhalar, tablolar
heybetli: korku uyandıracak irilikte, korkunç, ulu
nazar: bakış
nüfûz eylemek: içine geçmek, içine işlemek
gavr: derinlik, dip
lâkin: ama
sürte: perde, örtü
muzlim: kara, karanlık, uğursuz
sürte-i muzlim: kara örtü, uğursuz örtü
tesettür: örtünme
sahn: alan, sahne
mezâlim: haksızlıklar, zulümler
sahn-ı mezâlim: haksızlıklar alanı, zulümler alanı
garrâ: ak, parlak, gösterişli aklık, gösterişli parlaklık
sahne-i garrâ: parlak sahne
zî-şa'şaa: gösterişli, parlak, süslü, şatafatlı, yaldızlı
hâile: facia, trajedi
pîrâ: donatan, süsleyen
hâile-pîrâ: facia süsleyen
sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ: facia süsleyen şatafatlı sahne
şa'şaa: gösteriş, parlaklık, şatafat
kevkebe: gösteriş
mehd: beşik
şark: doğu
ezelî: başlangıcı olmayan, çok eskiden beri, öncesiz
hâkime: ece, kadın hükümdar, kraliçe
câzibedâr: alımlı, cazibeli, çekici
hâkime-i câzibedâr: alımlı kraliçe, çekici ece
mahabbet: aşk, sevgi, sevme
bî-lerziş: titremeden, titreyişsiz
bî-lerziş-i nefret: nefretle titremeden
perverde eden: besleyen, büyüten
sîne: göğüs
meshûf: susamış
sefâhet: aşırı derecede eğlence ve zevk düşkünlüğü
sîne-i meshûf-ı sefâhet: zevk ve eğlence düşkünü göğüs
mâi: mavi, su renginde
der-âguuş: kucakta, kucağında
tûde: küme, öbek, yığın
zinde: canlı, diri
tûde-i zinde: canlı yığın
fertût: bunak, çok yaşlı, kocamış
müsahhir: büyüleyen, büyücü, sihir yapan
fertût-ı müsahhir: büyücü kocakarı
bîve: dul
bâkir: el değmemiş, erden
bîve-i dul: el değmemiş dul
hüsn: güzellik
sihr: büyü, sihir
hüveydâ: açık, belli, ortada 
enzâr: bakışlar
temâşâ: bakıp seyretme, izleme
enzâr-ı temâşâ: seyreden bakışlar
hâriç: dış, dışarı, dışında
çeşmân: gözler
kebûd: gök rengi, mavi
çeşmân-ı kebûd: mavi gözler
mûnis: cana yakın, sıcak kanlı, uysal
girye: ağlama, dökülen gözyaşı
bî-his: duygusuz, hissiz
te'sis olunurken: kurulurken
dest: el
hıyânet: güveni kötüye kullanma, hainlik, ihanet
dest-i hıyânet: hainlik eli
bünyân: yapı
zehr: zehir
zehr-âbe: acı su, kötü su, zehir gibi su
lânet: kargıma, kargış
zehr-âbe-i lânet: zehir gibi kargış suyu
levs: kir, pislik
riyâ: iki yüzlülük
levs-i riyâ: iki yüzlülük kiri
zerre: çok küçük parça, parçacık
safvet: arılık, saflık, temizlik
zerre-i safvet: temizlik zerresi
hased: kıskançlık
levs-i hased: kıskançlık kiri
teneffu': çıkarcılık, faydalanma, fayda sağlama
levs-i teneffu': çıkarcılık kiri
tereffu': terfi, yükselme
ümmîd-i tereffu': yükselme umudu
ecsâd: cesetler, cisimler, gövdeler
nâsiye: alın, cephe
pâk: temiz
ü: ve
dirahşan: parıldayan, parıltılı, parlak
şehr: kent, şehir
müebbed: sonsuza kadar, sonsuzca
fâcire: erkeğe düşkün kadın, günah işleyen kadın, kötü kadın
dehr: çağ, dünya, evren
fâcire-i dehr: dünya orospusu, evrensel orospu
debdebe: görkemli gürültülü patırtılı gösteriş
tantana: gürültülü parıltılı şatafatlı gösteriş
kal'a: kale
dahme: mezar, türbe
mersûs: dayanıklı, direngen, sağlam
havâtır: anılar, hatıralar
dahme-i mersûs-ı havâtır: anıların sağlam mezarı
ma'bed: tapınak
gırre: yok yere övünen, gafil, gereksiz gurura kapılan, övüngen
dîv: cin, dev, ifrit, şeytan, kötülüğü temsil eden varlık
mukayyed: bağlanmış, bağlı
mâzî: geçmiş
âtî: gelecek
nakletmek: anlatmak, bir başkasına anlatmak
me'mûr: görevlendirilmiş, görevli
sûr: sur, kentleri çeviren yüksek duvarlar
kafile-i sûr: sur kafilesi, sur silsilesi
mebânî: binalar, yapılar
münâcât: Tanrı'ya dua etme, yakarma
mebânî-i münâcât: Tanrı'ya yakarma yapıları, tapınaklar
mahmil: sepetli yüklük, sepetli eyer, yük taşıyan, yüklü armağan
ezkâr: sözler, yinelenen yakarılar
mahmil-i ezkârı: sözlerini taşıyan, yakarılarını yineleyip duyuran
minârât: minareler
sakf: çatı, dam
medrese: din eğitimi verilen okul
zıll: gölge
zıll-ı siyâh: kara gölge
te'mîn etmek: elde etmek, sağlamak
sâil: dilenci, dilenen
sâbir: sabreden, sabırlı
sâil-i sâbir: sabırlı dilenci
rahmet: Tanrı'dan bağışlama, esirgeme dileme
mekaabir: mezar taşları
elvah-ı mekaabir: mezar taşları tabloları, mezar yazıtları
pür-velvele: gürültü patırtı dolu, şamata dolu, şamatalı
yâd: anma, anı, anış
iykâz etmek: aklına getirmek, uyandırmak
sâmit: konuşmayan, sessiz, suskun
sâkin: durgun
ecdâd: atalar, dedeler
ma'reke: cenk yeri, savaş alanı, savaşılan yer
tîn: balçık, çamur
gubâr: toz 
ma'reke-i tîn ü gubâr: çamur ve tozun savaş alanı
rahne: bozulan, bozuk yer, gedik, yıkık
vak'a: olay
vîrâne: yıkık yapı kalıntısı, yıkıntı 
mekmen: pusu kurulan yer, pusu yeri
hâb: ölüm, uyku, son uyku
eşirrâ: kötüler, it kopuk sürüsü
mekmen- i pür-hâb-ı eşirrâ: uykulu it kopuğun pusu yeri
ber-pâ: ayakta, ayakta duran, yıkılmamış
mâtem-i ber-pâ: yıkılmamış yas
temsîl etmek: örneği olmak, simgelemek 
âsûde: huzurlu, rahat, sessiz
fersûde: eskimiş, yıpranmış
mesâkin: konutlar, meskenler
mavtın: oturulan, yaşamın sürdürüldüğü yer, vatan
gam-dîde: gamlı, kaygılı, tasalı 
merâret: acılık, tatsızlık
mi'de: mide
tekâza: çekişme, çıkışma, kakma, sıkıştırma, takaza 
zehr-i tekâzâ: sıkıştırmanın zehri
zillet: alçaklık, aşağılık, aşağılık davranışlar
bel'eyleyen: içine alan, yutan
efvâh: ağızlar
kadîd: bir deri bir kemik kalmış, kurumuş, sıska, sıskası çıkmış
efvâh-ı kadîde: kurumuş ağızlar
fazl: bağış, kerem
fazl-ı tabîat: doğanın bağışı, doğanın bağışladığı
âmâde: hazır
mün'im: bakıp besleyen, nimet veren, yediren içiren
fıtrat: yaradılış
makrûn: kavuşmuş, ulaşmış
âtıl: devinimsiz, duran, tembel
âkim: dölü olmayan, kısır, verimsiz
ni'met: Tanrı'nın sunduğu yiyecek, içecek; yaşam için gerekli şeyler
esbâb: nedenler, sebepler
rehâ: kurtuluş
esbâb-ı rehâ: kurtuluş nedenleri
züll: alçalma, düşkünlük, horluk
tevekkül: işi Tanrı'ya bırakıp yazgıya katlanma
züll-i tevekkül: yazgıya katlanma düşkünlüğü
mürâyi: iki yüzlü
savt: ses, ün
kilâb: köpekler
savt-ı kilâb: köpeklerin sesi
şeref: onur
nutk: insanoğlunun konuşma, söz söyleme yetisi
şeref-i nutk: konuşma onuru
mümtâz: seçkin, başkalarına göre üstün tutulmuş
tel'in eden: lanetleyen, kargıyan, kargışlayan
âvâz: bağırtı, çığlıkça, yüksek ses
girye-i bî-fâide: yararsız gözyaşı, boş yere akıtılan gözyaşı
hande: gülme, gülüş
zehrîn: acı, zehir gibi
hande-i zehrîn: acı gülüş, zehir gibi gülüş
nâtıka: insanoğlunun düşünüp söyleme yetisi, düzgün konuşma; 
dirayetli, dokunaklı düzgün söz söyleme, doğru düzgün sözler
acz: güçsüzlük, zor durumda olma
nâtıka-i acz ü elem: güçsüzlük ve elem bildiren sözler
nazra: bakış
nefrîn: kargıyan, lanet okuyan 
nazra-i nefrîn: kargıyan bakış, lanetleyen bakış
cevf: iç, içine yönelen, oyuk, oyulmuş
esâtîr: efsaneler, mitolojik masallar
cevf-i esâtîre: efsanelerin içine
kıble: zor durumda kalınınca başvurulan kapı, Müslümanların namazda yöneldiği yan
ikbâl: baht açıklığı, yüksek onura ulaşma durumu
kıble-i ikbâl: yükselme kapısı
reh: yol
pâ-bûs: ayak öpme, ayak öpen
reh-i pâ-bûs: ayak öpme yolu
havf: korku, ürkü
müsellâh: silah kuşanmış, silahlı
havf-1 müsellâh: silahlı korku
hasârât: hasarlar, zararlar
râci': -den dolayı, ilgili, o yüzden
şekve: şikayet, yakınma
tâli': kısmet, talih
şekve-i tâli': talihten yakınış, talihten yakınma
masûniyet: dokunulmazlık, korunma
makrûn: ulaşmış, yakın, yaklaşmış
hakk-ı teneffüs: soluk alma hakkı, yaşama hakkı
efsâne-i kanûn: yasa efsanesi, (şiirde, anayasa masalı)
va'd: söz, vaad
muhâl: olmayacak, olanaksız
vad'i muhâl: gerçekleşmeyecek vaad, olmayacak vaad, olmayacak söz
ebedî: sonsuza dek sürecek
kizb: yalan
muhakkak: belli olmuş, gerçekliği araştırılmış, kesin
kizb-i muhakkak: bilinen yalan
mütemâdî: aralıksız, her zaman
savlet: saldırma
evhâm: kuruntular
savlet-i evhâm: kuruntuların saldırısı
bîtâb: bitkin, güçsüz kalma, halsizlik
tahassüs: duygulanma, etkilenme, içlenme
bî-tâb-ı tahassüs: duygulanmaktan bitkin 
temdîd edilen: süresi uzatılan, uzatılmış
gûş: kulak
tecessüs: anlama merakı, gizlice öğrenmeye çalışma
bîm: korku
bîm-i tecessüs: dinlenme, gözlenme, izlenme korkusu
gayret-i milliye: ulusal çaba
mebgûz: nefret edilmiş
muhakkar: hakaret edilmiş, hakir görülen, hor görülmüş
seyf: kılıç
mahkûm-ı siyâsî: siyasal mahkum
behre: kısmet, nasip, pay, üleş
fazl: erdem, kerem, üstünlük
behre-i fazl ü edeb: erdem ve edebin payı
mensî: bellekten gitmiş, unutulmuş
çehre-i mensî: unutulmuş yüz
bâr: ağırlık, yük
hazer: çekinme, korku, sakınma
bâr-ı hazer: korku yükü
me'lûf: alışkın, alışmış, huy edinmiş
eşrâf: ileri gelenler
tevâbi': uşaklar, yardakçılar
unsur: öğe, bir bütünü oluşturan her bir parça
ma'rûf: herkesçe bilinen, ünlü
unsur-ı ma'rûf: ünlü parça, ünlü öbek
re's: baş
fürûberde: aşağı eğilmiş
re'si fürûberde: eğilmiş baş
ta'kîb: izleme
mâder: ana, anne
hicranzede: ayrılık acısı çeken
mâder-i hicranzede: ayrılık acısı çeken ana
hemser: arkadaş, aynı kafada, eş, eşlik eden
muğber: dargın, gücenik, kırgın
hemser-i muğber: gücenik eş
âvâre: başı boş
hâile: facia

Tevfik Fikret

 



Mavi Vatan

19 Ağustos 2020

Son günlerde sıkça duyduğumuz bir kavram var: ‘’Mavi Vatan’’... Mavi Vatan’ın, kısaca Türkiye’nin Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz’deki sınırlarını belirleyen bir kavram olduğu, Türkiye'nin farklı hak ve egemenliğini içeren deniz alanlarının bütünü olduğu iddia ediliyor… Mavi Vatan, 2015 sonrası Türkiye'nin deniz alanlarındaki aktif ve askeri güce dayalı stratejisinin temelini oluşturuyormuş…

Ben denizci değilim, denizle, denizcilikle ilgili hiçbir bilgim, ilgi ve alakam da yoktur ama bu kavram üzerine de yazmadan duramadım… Her konuda yazan ben, bu konuda da yazmasam olmaz!... Malum; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak toplumsal hastalığımızdır… Korona’dan beter bu hastalık… Bana da bulaşmaması mümkün mü?

Ancak, lütfen yazdıklarıma hemen kızıp da beni yargılamayın… Gelin önce bir dinleyin!...

Mutat olduğu üzre önce her zamanki gibi kısa bir tarih turu yapalım…

Çaka Bey

Çaka Bey, 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesinde Alpaslan’ın sol cenah komutanıdır. Alpaslan’ın sağ cenah komutanları da Hamur Bey ve Tutak Bey’dirler… Bugün Malazgirt Meydan Muharebesi’nin yapıldığı alandan Ağrı’ya doğru giderseniz ilk ilçe Tutak, ikinci ilçe de Hamur’dur...

Çaka Bey, 1081’de İzmir’de bir Türk Beyliği kurar… Aynı yıl, İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyetini sağlar… daha sonra Çaka Bey, Çeşme’de bir donanma kurar ve denize açılır… Bir müddet sonra sınırlarını genişleterek Ege Denizi'ndeki bazı adalar ile denizin kıyı şeridindeki bazı yerlerde hâkimiyet kurar. Böylece Çaka Bey, tarihteki ilk Türk amirali unvanını alır.. Bugün Çeşme limanı yakınında Çaka Bey’in bir heykeli vardır… Tabii Çaka Bey’in bu hizmeti de Selçuklular tarafından karşılıksız bırakılmaz!... Çaka Bey, 1092 yılında Bizans ile ittifaka giren Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan tarafından davet edilip, merasimle karşılanıp, ziyafet sırasında bizzat Sultan I. Kılıçaslan tarafından kılıçla öldürülür…

Çaka Bey, Türklerin denizde fiilen savaşan ilk, tek ve son denizci komutanıdır, Çaka Bey’in Akdeniz’deki faaliyeti de Türklerin ilk ve son deniz faaliyetidir… Çünkü ne Selçuklu, ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman ama hiçbir zaman denizci bir devlet, Türkler de hiçbir zaman ama hiçbir zaman denizci bir millet olamamışlardır...

Dedim ya, lütfen bana kızmadan beni bir dinleyin, sonra kızarsınız…

Haçlı Seferleri ve Moğol istilası

Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyetinin bir denizci devlet, Türklerin de bir denizci millet olamayışı hakkında Fransız tarihçi Frenand Braudel şöyle bir açıklamada bulunur:

Braudel’e göre, 13. yüzyılda Moğol istilasında İslam’ın bütün şehir medeniyeti yıkılmış, kütüphaneleri yakılmış, milyonları öldürülmüş ve bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülmüştür… Braudel’e göre Haçlı Seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatmıştır. Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlamış ve zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşmiştir…

Braudel’in bahsettiği bu süreçten de en çok Selçuklu ve Osmanlı etkilenmiştir… Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı bu sürecin ve başka nedenlerin de etkisiyle karaya hapsolmuşlar ve hiçbir zaman denizci bir devlet ve denizci bir millet olamamışlardır…. Türkiye Cumhuriyeti de bu sürecin bir devamıdır…

Barbaros Hayrettin, Turgut Reis ve Piri Reis…

Şimdi bu iddiam karşısında muhtemeldir ki içinizden bu isimleri saymışınızdır… Barbaros Hayrettin’in kardeşleri; Oruç Reis, İlyas Reis, İshak Reis.. Ardından da Turgut Reis, Piri Reis.. Sadece şu kadarını söyleyeyim bu dahi ve kahraman denizciler Osmanlının yetiştirdiği denizciler değildi… Akdeniz’de korsanlık yaparak kendilerini geliştiren ve güçlendiren bu denizcileri Osmanlı hizmetine almıştı… Bu denizcilerin kökenlerini de saymıyorum… 1513 tarihinde ilk dünya haritasını çizen Piri Reis’in Osmanlı denizciliğine yaptığı hizmetleri de karşılıksız kalmamış, Kanûnî Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1553'te Kahire'de boynu vurularak idam edilmiştir…

Yavuz Sultan Selim ve Turgut Reis

Rivayet olunur ki Yavuz Sultan Selim Mısır için sefere çıktığında yolda Konya Ovasında konaklar… Bu seferi Akdeniz ortasında haber alan Turgut Reis, hızlı bir kadırga ile hareket ederek Marmaris civarında karaya çıkar.. Hanlarda at değiştire değiştire uyumadan Konya ovasında Yavuz Sultan Selim’e yetişir. Turgut Reis, destursuz bir şekilde Yavuz Sultan Selim’in çadırına girerek padişaha şöyle söyler: ‘’Padişahım! Duydum ki Mısır’a sefer gidermişiniz… Vazgeçin bu seferden. Bizim gemilerimiz Portekiz ve İspanyol kefere gemilerinin yanında zayıf kalıyor. Bize imkân verin, onlardan daha iyi gemiler yapalım. Değil Mısır’ı size tüm Akdeniz’i fethedeyim!’’

Tabii ki Yavuz Sultan Selim, Turgut Reis’i dinlemez… Dedim ya, Osmanlı ne denizci bir devletti ne de Osmanlı denizci bir milletti… Ve Akdeniz ne yazık ki Turgut Reis’in söylediği gibi hiçbir zaman bir Osmanlı gölü olamadı…

Preveze Deniz Muharebesi

Preveze Deniz Muharebesi, 28 Eylül 1538 tarihinde Yunanistan'ın kuzeybatısındaki Preveze'de Barbaros Hayreddin Paşa, Amiral Andrea Doria’yı mağlup etmişti…

Bu zaferden sonra idi ezberimdeki bu türkü:

‘’Deniz üstünde yürür
Düşmanı arar buluruz
Öcümüz komaz alırız
Bize Hayrettinli derler’’

Türküye dikkat ediniz, ‘’Bize Hayrettinli derler’’ diyor, ‘’Bize Osmanlı derler’’ demiyor… Anlıyorsunuz değil mi? Başka bir şey söylemiyorum…

İnebahtı Deniz Muharebesi

İnebahtı Deniz Muharebesi, Preveze zaferinden tam 33 yıl sonra 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesidir. II. Selim dönemindeki bu muharebede Osmanlı donanması büyük hasar görür. Bu muharebe Osmanlı Devleti'nin yükselme dönemindeki en büyük deniz mağlubiyeti olarak addedilir. 

Ancak bu mağlubiyet göz göre göre gelmiştir. Turgut Reis’in Yavuz Sultan Selim’e söylediği gemilerin yenilenme işi hiçbir zaman yapılmamıştır.

Sokollu Mehmed Paşa, bu mağlubiyetten sonra yeni bir donanma hazırlamasını istediğinde bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu, kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olacağını söyleyen Uluç Ali Paşa'ya, "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" dese de, Tersane Baş Mimarı Mustafa Ağa idaresinde altı ay içerisinde 150 tane kadırga inşa edilse de bu kadırgalar teknolojik olarak gelişen İspanyol ve Venedik gemileri karşısında yine zayıf kalırlar… Çünkü özellikle İspanyollar Amerika gibi Ümit Burnu gibi uzak diyarların keşfi için daha büyük, daha teknolojik gemiler yapmakta ve bunları kullanmaktadırlar…

Fakat daha vahimi İnebahtı’nda kaybedilen denizci insan kaynağıdır. Bir daha asla bu denizciler yerine konamaz…

Çeşme Deniz Muharebesi

Rus donaması Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşıp gelerek 5-7 Temmuz 1770 tarihleri arasında Çeşme Körfezi açıklarında Osmanlı Donanmasını imha eder… 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı'nın bir parçası olan bu çatışmanın sonucunda Osmanlı Donanması Ruslar tarafından tamamen yok edilir… Bir Osmanlı düşünün ki, Rus donaması teee Kuzey Denizinden kalkıp Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşarak Osmanlının burnunun dibine kadar gelir de Osmanlının ruhu bile duymaz ve tüm donanması imha edilir… Bana yazımın başında kızmış mıydınız Osmanlı ne denizci bir devlet ne de denizci bir millet değildi dediğimde? İsterseniz henüz kızmayın…

Sanayi devrimi

Sanayi devriminin de Avrupa’da başlamasıyla gemilere yelken yerine makine yerleştirilir. Bu ise Osmanlı denizciliğinin tamamen ölmesine sebep olur… Artık Osmanlı gemi için Avrupa’ya özellikle İngiltere’ye gemi siparişinde bulunmak zorunda kalır… Ancak siparişi verilen gemilerin de ne bir amacı, ne bir konsepti, ne de bir stratejisi vardır… Rastgele gemi siparişi verilir… Alınan gemilerin de işletecek personeli yoktur.. İngiltere’den alınan gemiler uzmanları ve çarkçıbaşısı ile beraber alınır…

Haliç’e hapsedilen donanma…

Mademki denizdeki her savaşı Osmanlı donanması kaybetmektedir, o zaman da çözüm basittir: Donamayı Haliç’ hapsetmek! Hem de "sömürgemiz mi var ne donanması?’’ diye, değil mi?

Sultan Abdülhamit anılarında şunları söylüyor: "İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han'ın orduyu ve donanmayı güçlendirme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana başkaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek orduya verilen emekler boşa gitmemişti.

Buna karşılık bu muharebe, donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur. Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşılar vardı. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere'ye itimadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti. Öyleyse, bir donanma yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan fakat mazarratı (zararı) olan bir şeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Haliç'e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz'de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur".

Mantığı görüyor musunuz?

Donanmanın Haliç'e tıkılışının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra Yunan isyanı (1897) çıkar… Ardında yaşanan Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı'nda donanmanın içler acısı durumu ortaya koyar…

Ertuğrul Fırkateyni

Burada Ertuğrul Firkateynine uzun uzun yer vermemin nedeni koca Osmanlı’da böylesi bir sefere çıkacak bir başka gemisinin olmayışıdır…

Japon İmparatorunu ziyaret için 14 Temmuz 1889'da İstanbul'dan hareket eden Ertuğrul Firkateyninde 56'sı subay olmak üzere mürettebatla birlikte 609 bahriyeli bulunuyordu.

Ertuğrul Fırkateyni'nin 79 metre boyunda, 15,5 metre eninde bir yelkenli olarak 1874'de İstanbul Tersanesi'nde inşa edilmişti. Gemiye İngiltere’de 600 beygir gücünde bir kazan monte edilmişti.

Seyir için tahsisi gündeme geldiğinde adı geçen gemide başçarkçı olarak görev yapan İngiliz Binbaşı Harty bir rapor hazırlayarak Bahriye Nezareti'ne sunar. İngiliz Binbaşı Harty bu raporunda; bu geminin köhne olduğunu, bilhassa kazanının eski olduğunu ve kazan altının hiçbir zaman tamire tabi tutulmadığını, geminin makinesinin harap ve kuvvetsiz olduğunu, bu sebeple gemiyi 8-9 milden fazla götüremeyeceğini, yelkenler ne kadar elverişli olursa olsun Ertuğrul'un bu seferi yapmaya muktedir olamayacağını ifade eder. Ayrıca Şura-yı Bahriye azasından Şükrü Paşa ve Bahriye Erkan-ı Harp Dairesi'nde görevli Ferik Woods Paşa da Ertuğrul Fırkateyni'nin Uzak Doğu seferi için uygun olmadığına dair görüş bildirirler…

Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, raporlardan padişaha bahsetmez… İngiliz Binbaşı Harty'i de başka bir gemiye atanır.

Ertuğrul Fırkateyni bu rapora ve görüşlere rağmen bile bile sefere çıkarılır. Gemi Süveyş Kanalı'ndan geçerken, 28 Temmuz 1889'da kanalın sığ sularında kuma saplanır, kanal idaresinin yardımıyla kurtarılır…

Altı ay sürmesi planlanan bu seyir, yaşanan aksaklıklar sebebiyle yolda Hindistan gibi İngiliz sömürgelerine uğraya uğraya 10 ay 3 hafta sürerek, Fırkateyn, 7 Haziran 1890'da ise Yokohama Limanı'na demir atar…

Üç ay kadar Japonya'nın Yokohama Limanı'nda kalan firkateynin Japon yetkililerin tayfun mevsimi uyarılarına rağmen İstanbul'dan gelen hareket emrini geciktirmemek için gemi yola çıkar…

Firkateynin hareketinden kısa bir süre sonra fırtınaya yakalanır…  Açıktan gidemediği için kıyıya yakın giden gemi Oşima Burnu'nun kayalıklarına çarparak 16 Eylül 1890 saat 21.00 sıralarında batar. Gemi Komutanı, Gemi Süvarisi ve 54 subayın da içinde bulunduğu 526 mürettebat şehit olur. Sadece 69 kişi kurtulur.

Bu ziyaretin, yaklaşan Cihan Harbi için, geminin İngiliz sömürgelerinde bayrak göstermesi için Almaya tarafından empoze edildiği rivayet edilir.

Hani yazı girişimde bahsetmiştim ya Osmanlı ne denizci bir devletti ne de denizci bir milletti diye… Bana kızmıyorsunuz değil mi?

İngiltere’de gemi yapımı esnasında gözlemciler

İngiltere’ye verilen gemi siparişlerinde anlaşma gereği tersanede gemi yapımı süresince iki Osmanlı personeli gözetim görevinde bulunacaktır. Bu maksatla da Osmanlı İmparatorluğu iki Osmanlı paşasını görevlendirir. O zaman Osmanlıda amiral unvanı yoktur, amiral yerine paşa unvanı kullanılır.

Bu iki paşa gemi inşa süresi olan iki yıl boyunca elde tespih tersane içindeki yolda volta atarak süreyi tamamlarlar…

Aynı tersanede Japon İmparatorluğu da gemi siparişi vermiştir. Aynı anlaşma Japonlar için de geçerlidir. İki Japon personeli gemi inşasına nezaret edecektir. Japonlar tersaneye yakın bir oteli komple kiralarlar, otelde otuz kişi kalırlar... Ancak her gün anlaşma gereği farklı iki kişi gemi yapımına nezaret ederler. Bu farklı iki kişi ihtiyaca göre; elektrik mühendisidir, makine mühendisidir, çarkçıdır, gemi tesisatçısıdır, gemi topçusudur, gemi tasarımcısıdır… Akşam otelde bir araya gelip gemi yapım planının sürecini çıkarırlar… Sonuç ortada, bugün Japonya gemi inşa alanında dünyada bir numaradır…

Değişen bir şey var mıdır? Yoktur!... Gözlerimle, yerinde gördüm ki yoktur… 1995-1997 yılları arasında Yüksek Lisans eğitimi için Almanya’da Hamburg’dayım. Türk Deniz Kuvvetleri’nin Almanya’ya gemi siparişi var. Gemiler Hamburg’da Blohm + Voss tersanelerinde yapılıyor. Yine anlaşma gereği tersanede bir Türk irtibat (gözetim- nezaret) timi bulunuyor. Sadece bulunuyor!...

Ege’de adaların kaybı

Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce ada  1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakılır….

Ege’deki 12 Ada, Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakılır. Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, 12 Ada İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan'a verilir… Bu anlaşmaya göre Osmanlı’nın elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adası kalır… I. Dünya Savaşı'nda da Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adalar İtalya'da kalır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da 1947'deki Paris Barışı ile İtalya 12 Ada'yı Yunanistan'a bırakır.

Donanmanız olmazsa Ege’de Meis adasını bile kaybedersiniz… Ki öyle oldu… Bazı aklı evveller ki onlar tarihi bilmezler, Osmanlıyı Boğazın hasta adamı değil de sanki dünyanın en kudretli devleti zannederler, Osmanlıyı bir denizci devlet Osmanlı milletini de bir denizci millet zannederler, Oniki Adayı, Ege adalarını hatta Kıbrıs’ı hatta hatta Mora’yı, Epir’i, Selanik’i, Filibe’yi niye kaybettik diye hayıflanırlar.

Niye kaybettik bu adaları? Osmanlı Devleti denizci bir devlet, Osmanlı milleti de denizci bir millet değildi de ondan… Donama yoktu donanma!...

Ve günümüz

Burada yazılacak çok şey vardır... Ama ben yine de özetlemeye çalışayım…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin bir Denizcilik Bakanlığı yoktur… Bir garipler ülkesiyizdir zaten; Kültür Bakanlığı vardır da Denizcilik Bakanlığı yoktur işte…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin yolcu ve yük taşımacılığında deniz taşımacılığının payı neredeyse sıfırdır… Dünyada sahile paralel otoyolu yapan tek millet biziz (Karadeniz Otoyolu) Ülkenin en büyük şehri İstanbul’dan ne Ege ve Akdeniz kıyılarına ne de Karadeniz kıyılarını yük ve yolcu taşımacılığı yapılır.

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak denizci bir devlet ve denizci bir millet olmadığımız için iç şehirlerin deniz bağlantısının varlığının ne anlama geldiğini hiç mi hiç idrak edemedik... İdrak edemediğimiz gibi var olan bağlantıları da kopardık… Zamanında DPT; Ankara – Sivas – Erzincan - Erzurum – Otoyolunu, Erzurum’dan bir hat Kars – Gümrü – Azebaycan – Hazar Gölü, bir hat da Ağrı – Doğubayazıt – İran güzergâhını, Samsun, Giresun, Trabzon ve Rize limanlarını da tünellerle bu hatta bağlanması planlamış, bu şekilde Hazar Gölü üzerinden Orta Asya, Ağrı üzerinden İran, Erzurum – Ağrı üzerinden Doğu Anadolu, Giresun, Trabzon Rize bağlantıları ile Karadeniz limanlarına bağlanması öngörülmüştü...  Ancak bunun yerine Karadeniz Otoyolu yaparak Orta Asya, Doğu Anadolu ve Orta Anadolu Karadeniz limanlarına bağlanmadığı gibi bütün Karadeniz şehirleri de denizden koparılmıştır.

Sanırım 1990’lı yıllar, STFA grubu Pakistan’da bir otoyol ihalesi almıştı. Bu Pakistan’ın kuzeyini Hint Okyanusuna birleştirecek 600 Km.lik bir otoyoldu. Bir başka şekilde de bu otoyol Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Hint Okyanusuna çıkış sağlayacaktı. Rusya bastırdı ve proje iptal edildi. STFA tazminatını alarak Pakistan’dan geri döndü… Karaların bir denize açılması ne demek? Anlıyorsunuz değil mi?

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkede doğru dürüst Denizcilik Meslek Liseleri yoktur... Ülkede hala Denizcilik Üniversitesi yoktur… Ülke üniversitelerinde hala yeteri kadar Denizcilik Fakülteleri yoktur… Ülkede hala Deniz Ürünleri Lisesi yoktur.. Ülkede hala Deniz Ürünleri Fakülteleri yoktur… Şimdi bana numune olarak bir iki tane deniz mektebi gösterirseniz ben de bunların ihtiyacın yüzde biri bile olmadığını söylerim…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkede doğru dürüst Yelkencilik Kulüpleri, Kürek Kulüpleri, Bot Kulüpleri, Denizcilik Sporları Klüpleri yoktur…  Marmara bir iç deniz... Orada bir tane bile –ilaç niyetine- yelkenli gören yoktur…

Dünyada yelken sporuna uygun üç tane deniz vardır. Bunlardan birincisi ve en uygunu Ege Denizi'dir... İkincisi ABD'nin Kaloforniya Bölgesidir. Üçüncüsü ise Avustralya'nın Güneybatı Bölgesidir. Bunlardan ilk ikisini gördüm... Birincisinde (Ege'de) denizde yelkenli gözükmezken, ikincisinde (Kaliforniya) yelkenliden deniz gözükmez...

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülkenin sahillerinde bir tane bile Deniz Sporları Merkezi yoktur… Ülkenin insanları denize, suda ıslanmak ve güneşte yanmak için sahillere gelirler… Sahiller, bot ve yelkenli limanları ile değil, beton yazlıklarla doludur…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak ülke insanı yüzme bile bilmediği için her yıl denizlerinde, göllerinde ve nehirlerinde yüzlerce vatandaşı boğulur…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak şehirlerinde, şehirlerinin semtlerinde yüzme havuzları yoktur…

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ancak neredeyse ülkenin bütün deniz komşularıyla arası kötüdür…

Bir mezhep aşkına, İhvan uğruna Suriye, İsrail ve Mısır ile aynı anda büyükelçimiz yoktur… Bu ülkelerle neredeyse düşman halindeyiz.. Libya’nın yarısı ile dost yarısı ile düşman halindeyiz… AB ile, Fransa ile Almanya ile aramız yoktur… ABD’yi düşman, Rusya’yı dost belledik… Yunanistan’la zaten FIR Hattı, Kıta Sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge sorunları vardır…

Akdeniz’de sular her zaman sıcaktır… Yunanistan ile yüzyıllık bu sorunlar vardır.

Ülkenin üç tarafı derya deniz… 1992 yılında Karadeniz’i çevreleyen ülkeler için Türkiye’nin önderliğinde Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİÖ) kuruldu… Denizci bir devlet ve denizci bir millet olmadığımız için biz kurduk ama unuttuuuk gitti… Şimdi hiç hatırlayan var mı Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünü?

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Neden Türkiye’nin liderliğinde bir ‘’Doğu Akdeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’’ kurulmaz! Kavga, döğüş, savaş, hır, gür, İhvan aşkı dururken ‘’işbirliği’’ de neymiş, değil mi?

Ülkenin üç tarafı derya deniz… Ülkenin güçlü bir Deniz Gücüne ihtiyacı vardır… Ama Deniz Kuvvetlerinin daha Deniz Lisesi bile yoktur, kapatılmıştır… Deniz Astsubay Hazırlama Okulu yoktur, kapatılmıştır… Deniz Kuvvetlerinin kırk yılda yetiştirebildiği pırıl pırıl denizci subayları, amiralleri Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanmıştır… Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanan sadece Deniz Kuvvetlerinin subayları ve amiralleri değildi, Balyoz – Ergenekon kumpasları ile harcanan aslında Mavi Vatan’dı, bu ülkenin deniz geleceği idi…

Neyse… Bu satırlar daha uzaaaar gider… Devam etsem ülkenin içi, doğusu dağ, dağcılığı bilmediğimiz söyleyeceğim… Tarım ülkesiyiz, tarımı, hayvancılığı bilmediğimizi söyleyeceğim… En iyi ben burada bırakayım…

Mavi Vatan demeniz için önce Mavi Vatan’ı hak etmeniz lazımdır. Tıpkı denizde yüzmek isteyenin yüzmeyi çok iyi bilmesi gibi… Tıpkı uçmak isteyenin uçmayı çok iyi bilmesi gibi… Öyle Mavi Vatan durduk yerde olmaz!

Bu topraklarda Likyalılar, Frikyalılar, Kayralılar yaşamıştır. Hemen hepsi denizci millettir. Daha yakınlarda anlattım Karya’nın iki kadın kraliçesinin (I. ve II. Artemis) tarihteki ilk kadın amiraller olduğunu… Ancak hiçbir kavim Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti gibi denize bu denli uzak, denize bu denli yabancı, denize bu denli ilgisiz kalmamıştır… Yazımın başında belirttiğim gibi Çaka Bey, bu milletin gördüğü denizde fiilen savaşan ilk, tek ve son amiralidir.

Mavi Vatan, Mavi Vatan derken denizden bu kadar uzak bir yaşamla, değil Mavi Vatan’a sahip çıkmak, korkum o ki, ana vatandan da olacağız… Çünkü gidiş hiç de hayra alamet değildir!...

Allah sonumuzu hayreyleye!

Osman Aydoğan

Bir not: Yazımın girişinde denizcilikle ilgili hiçbir bilgi, ilgi ve alakam yok demiştim ama kendime haksızlık da etmeyeyim… 1995 -1997 yılları arasında Hamburg’da iki yıl boyunca Bot ve Yelken Kursuna katıldığımı, bir yıl süresince dershanede navigasyon ve denizcilik temel bilgisi eğitimi aldığımı, sonraki yılın ilk altı ayında Elbe Nehri'nde, ikinci altı ayında da Kuzey Denizi'nde yelken kullandığımı arz etmek istiyorum… Bir nebze de olsa deniz havası almışımdır. Denize olan sevgim bundandır…



Altun hızmav mülâyim

18 Ağustos 2020

Araya 17 Ağustos 1997 depremiyle ilgili yazım girince yazı serime ara vermiştim. İki gün önceki yazımda Süleyman Askerî Bey’i anlatırken hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülayim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiğinin rivayet edildiğini yazmıştım… Şimdi de bu türküyü anlatmasam olmaz!

TV ve radyolarda ne zaman bu türküyü duysam, ‘’mutlaka’’ derdim ‘’mutlaka bir sorun var Irak’ta, Musul’da veya Kerkük’te’’… Eskilerden Araplar saldırdığında Kerkük’e çalardı bu türkü TV’lerde, radyolarda… Şimdi ise Barzani saldırdığında Kerkük’e, değil TV ve radyolarda bu türküyü çalmak, Kerkük’ün adını bile anmıyorlar… Ancak benim zihnimde hazin hazin hep çalar bu türkü…

Birinci Dünya Harbi'nde Ali İhsan Paşa'nın basiretsizliği ve ihanetiyle İngilizlere teslim edilen harpten sonra da yine İngiliz oyunuyla Türkiye'nin elinden çalınan, gasp edilen Kerkük... Atatürk'ten sonra da Türkiye’nin hiç ama hiç ilgilenmediği, ilgilenemediği, arkasını döndüğü Kerkük... Bir zamanlar Antep kadar, Erzurum kadar, Sivas kadar Türk olan Kerkük... Önce Arap’ın, Saddam’ın, sonra da Peşmerge'nin, Barzani’nin vurduğu, talan ettiği, yağmaladığı, tecavüz ettiği Kerkük… Türkiye'nin bir zamanlar kırmızı kırmızı çizgisi olan ama zamanla sararan, solan, unutulan, bir mezhep sevdasına Barzani'ye peşkeş çekilen Kerkük...

Arif Nihat Asya'nın:

‘’Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük’’

dediği Kerkük...

İşte TV’lerde, radyolarda geçmişte sadece bu tecavüz zamanlarında duyduğum ve artık değil tecavüz, Kerkük Türkü katledildiğinde bile artık TV’lerde, radyolarda hiç mi hiç duymadığım ‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; insanı bam telinden vuran, insanın içini acıtan, insanın yüreğini sızım sızım sızlatan, insanın boğazına yumruk gibi gelip gelip oturan, çok saf, çok temiz, tertemiz, insanı can evinden vuran bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; insana acı veren, bir kabullenme duygusunu, bir sineye çekme duygusunu verse de için için insanı isyan ettiren bir Kerkük türküsüydü.

’’Müzikteki 24 aralık, altının ‘en saf’ olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardı… İşte ‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü sevginin, acının, hüznün, şikâyetin, çaresizliğin ve isyanın en saf halinden mülhem olan bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri seferle 1914 yılında Basra'yı işgali üzerine Basra'yı geri almak için, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilerek cephe komutanlığına atanan, yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğrayıp, bu savaşta bacağından yaralanan, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında henüz 30 yaşında iken intihar eden (Nisan 1915) Süleyman Askerî Bey için yazıldığı rivayet edilen bir Kerkük türküsüydü…

Düşünüyor musunuz; türküde; "seni Hak’tan diledim" diyor. (Hak’tan başka ne dilenirdi ki?)... ''Yaz günü temmuzda, sen terle ben sileyim'' diyor... ''Menim lâl olmuş dilim, ne dedi yar incinir'' diyor... ''Gün gördüm günler gördüm, seni gördüm şâd oldum'' diyor... 

Ve türküyü dinledikten sonra türkünün şu dizesi zihninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur:

‘’Menim lâl olmuş dilim, ne dedi yar incinir?’’

Yarınki yazıma, herkes ‘’Mavi Vatan’’ diye Doğu Akdeniz’e odaklanmışken, ben de yeri gelmişken ‘’Kerkük’’ ile devam edeyim…

Osman AYDOĞAN

Billur gibi duru bir muhteşem sese sahip '’Sema’’ isimli bir solistin ve onun kurduğu ‘’Taksim’’ isimli grubun seslendirdiği harika yorum: Sema & Taksim:
https://www.youtube.com/watch?v=PXuUCcxaexM

Türkülerin şan yorumları pek güzel olmaz ama burada seslendiren, Kerkük asıllı tenor İhsan Ekber olunca mükemmel bir yorum ortaya çıkmış:
https://www.youtube.com/watch?v=CBioJvoXdBE

Bu türkünün en güzel yorumu Abdurrahman Kızılay’ın yorumudur.  Bu türküyü Abdurrahman Kızılay’dan dinlemeyen bu türküyü dinledim demesin!
https://www.youtube.com/watch?v=m3C8E0pYEAs

Bu türkü; TRT Türk Halk Müziği repertuarında (TRT repertuar No: 0014) ‘’Altun hızmav mülâyim’’ olarak geçen türküydü...

Bu türkünün kaynak kişi de; ilk ve orta öğrenimini Kerkük'te tamamlayarak müzik eğitimi için Ankara'ya gelen ve 1974'te Türk vatandaşlığına kabul edilen ve asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim olan Kerküklü Türkmen ses sanatkârı ve udi Abdurrahman Kızılay’dı…  Uzun yıllar Kerkük Kızılay’ında gönüllü olarak çalıştığı için Kızılay soyadı önerilmiş ve kendisi de bu soyadı kabul etmişti. 12 Aralık 2010’da Abdurrahman Kızılay’ın da vefatı ile Türkmenler gibi bu türkü de öksüz, sahipsiz ve kimsesiz kalmıştır.  

Derleyen kişi de Nida Tüfekçi’dir... (11.02.1970)

Altun hızmav mülâyim

Altun hızmav mülâyim
Seni haktan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incinir

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav tomağa
Yaraşır al yanağa
Gel yarim görüşelim
Ben gidirem irağa

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav Arabi
Lebleriv gül şarabı
Uzağ yoldan gelipsen
Kuvvat olsun Çelebi

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Kerkük’te ikinci tekil şahıs iyelik eki -v olduğundan, "Altın hızmav" şeklinde söylenir, ancak "altın hızman" anlamına gelir. 

Belki genç arkadaşlarım hatırlamazlar. Ben de türküyü anlaşılır kılmak için şöyle bir sözlük kullanayım:

Mülâyım; yumuşak, uygun..
Lâl; konuşamayan, dilsiz, suskun...
İrağ; ırak, uzak (ülke değil)...
Tomağ: Kazma, toprağı kazıyacak alet..
Şâd olmak; mutlu olmak, sevinmek...
Hızma; buruna takılan süs halkası...



İki ayrı depremin ardından!

17 Ağustos 2020

17 Ağustos 1999 günü gece saat 03.02'de Türkiye’ni kuzey batısında 7.4 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Neredeyse bütün Türkiye sallandı. Bir dakikaya yakın süren inanılmaz şiddetteki bu deprem ağırlıklı olarak Marmara'yı vurdu. İzmit, Yalova, Gölcük, Adapazarı ve İstanbul'un bazı bölümleri yerle bir oldu. Bu depremde resmi olarak 17.480, resmi olmayan rakamlara göre de 40-50 bin arası insanın öldüğü söylendi.

Bugün bu depremin 21. yıldönümü….

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. 

Bu depremin ardından o zamanki ebedi sorumsuz yetkililer basında , TV’lerde mebzul miktarda ‘’….ceeeekkk‘’li, ‘’…..caaaakkkk!’’lı demeçler vermişler, sonra da verilen bu sözler havada uçuşup kaybolmuş, geriye vergileri kalmıştı...TV’lere çıkan herbokologlar da akla ziyan abuk sabuk tartışmalar yapmışlardı…  

Sizi önce 1999 Marmara depreminden sonra yapılan bu akla ziyan tartışmalara götüreyim… Sonra da bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi ve ardından yaşanılan tartışmaları ve sonuçlarını anlatayım… Sonra da iki tartışmayı bir mukayese edeyim ve bizler hangi çağda yaşıyoruz bir anlayalım!..

Gerçi bu yazımı daha önce yurdumuzda eksik olmayan bir depremin ardından da yazmıştım... İşte şimdi güncelleyerek tekrar yazıyorum... 

1999 Marmara depremi ve deprem nedeniyle yapılan tartışmalar.

Bu depremden sonra çok tartışma yapıldı... Belki çok şey unutuldu ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kaldı. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman idiler… Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getirdiler…

Bunların iddiasına göre: ''Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.'' Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can vermişti. Onlar için de aynı şeyleri yazdılar: ''Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.''

Mesela kamuoyunda ‘’Cübbeli Ahmet’’ diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü 17 Temmuz 1999 Marmara depremini hemen ardından şu konuşmayı yapar; “Mevlam zina yuvalarını vurdu”,  ‘’Deprem fuhuş ve faiz yuvalarını vurdu…”

Sonra üniversite kapısına sevk ettikleri türbanlı bir militan kadına pankart açtırırlar: ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ Gazeteci Fatih Altaylı, Radyo D'de Bab-ı Ali isimli programda bu kadına "fahişe" dedi diye tazminat öder... Ancak bu kadına arka çıkanlar Fatih Altaylı'ya olmadık hakaretler yağdırırlar... Hatta Hasan Karakaya, Fatih Altaylı'ya küfür ve hakaretler içeren bir yazısında resmen ''or... çocuğu'' (Ayna, 10 Ekiim 1999) diye hitap eder. Hatta 28 Şubat süreci nedeniyle TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından ifadesi alınan Fatih Altaylı bu komisyona sarf ettiği bu ''fahişe'' sözü nedeniyle açıklama yapmak zorunda kalır!...

Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak'ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri olur:  "Güven Erkaya'nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu."

Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlattılar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri gelir: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’

17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmadı. Sadece birkaç müteahhit suçlandı, göstermelik olarak tutuklandılar sonra da serbest bırakılırdılar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmadı… Ve deprem fıtrattır denildi, kaderdir denildi, takdiri ilahidir denildi ve geçildi… Ve ülkemizde gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmadı…

1755 Büyük Lizbon Depremi

Bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi anlatmak istiyorum…

1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölür. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip eder. O dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelir. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılır. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip eder.

Bu deprem Portekiz'i son derece olumsuz bir şekilde etkiler. Portekiz'de politik tansiyon yükselir, ekonomi çöker ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açar. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu'nda Cabo de São Vicente'den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin etmektedirler.

1755 Büyük Lizbon Depremi'nden sonra yapılan tartışmalar ve düşün dünyasına etkileri

Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade eder. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi''  inancı (Leibniz’in optimizmi) büyük yara alır. Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşmiştir. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile toplarlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ derler. Ve devam ederler; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükafatımız büyük olacak.”

Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklar... Ve der ki Voltaire: "Bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır." Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırır her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunur depremin fiziksel nedenlerini... 

Bu fikirler Avrupa'nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştirir. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul edilir…

Voltaire bu Büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazar: "Poeme sur le desastre de Lisbonne" (Lizbon Felaketi Şiiri) Ve bu şiir; Voltaire’nin, Leibnitz’in felsefesini eleştirdiği ‘’Candide’’ (Oda Yayınları, 2010) isimli eserinin girişi diye adlandırılır…

Konu dışı ama Candide’’de bizimle ilgili şöyle bir bölüm vardır: Romanın kahramanı çıktığı uzun yolculuğun son demlerinde İstanbul'a varır ve bilge bir dervişe hayatın anlamını sorar. Şu cevabı alır dervişten: "Sana ne be adam? Bu senin işin mi ki?" Roman kahramanız pes etmez, üsteler: "Ama efendim… Dünyada bu kadar acı ve sefalet var. Bütün bunlar neden oluyor?" Ancak bilge dervişin cevabı bize umut vermez: "İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır'a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?" Bizde de zaten hep böyle olmuştur. En uzak tarihten en yakın tarihe kadar, Padişahımız ne zaman Mısır'a kutsal amaçla bir gemi yollasa içindeki sıçanların rahatını hiç mi hiç düşünmemiştir! Doğu siyasetinin özüdür bu söz aslında… Gülten Akın ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde...

Neyse, konuyu dağıtmadan gelelim Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’’ne: (şiir uzun ama burada bir bölümü)

“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları 
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”

Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılır ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söyler: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”

Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söyler: "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor". Çünkü depremde ölenler sadece yoksullardı. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o "başka şey", insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de "Sosyoloji"de aranmalıydı. 

İşte böyle ortaya çıkar Jean-Jacques Rousseau’nun ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001) isimli kitabı…

Rousseau'nun; insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal bir olgu olup olmadığını, uygarlaşmanın bir insan topluluğu için zorunlu olup olmadığını sorguladığı ve ilkel topluluklardan devletli topluluklara, hukuk düzenine geçişi ve dolayısıyla insanlar arasında ortaya çıkmış olan eşitsizliğin kaynağı üzerine önemli fikirler içeren bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitabı doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açar.

Rousseau bu kitabında; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "iş bölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını ve bütün bunların insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğunu iddia eder.  Rousseau’ya göre uygarlık alanında atılan her adım, eşitsizlik alanında atılan bir adımdır. Ona göre uygarlık gelişir, uygarlığın gelişmesine paralel olarak mülkiyet anlayışı değişir. Mülkiyet anlayışının değişimi, insanların doğal durumdan kopmasına neden olur ve neticesinde eşitsizlik doğar.

Rousseau’ya göre insanlar arasında var olan iki tür eşitsizlik söz konusuydu: Birincisi, doğuştan gelen yaş, sağlık, beden gücü, zekâ ve ruh nitelikleri arasındaki farklılıklar. Diğeri ise siyasetin doğurduğu eşitsizlik. Rousseau, eşitsizliğin ortaya çıkışında, doğal durumdan uygar topluma geçişte kaybedilen bazı değerlerden bahseder. Bu değerler; acıma duygusu ve merhamettir. Uygarlığın öne sürdüğü akıl yürütmenin, bu değerleri yok ettiğini vurgular.

Eşitsizliğin en büyük nedeni olarak öne sürdüğü özel mülkiyet kavramına gelince; Rousseau, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, geleneklerin ve alışkanlıkların çeşitliliğine bağlı olarak gerçekleştiğini söyler. Özel mülkiyet, toplumdaki ahlaksal çöküntünün başlıca nedenidir. Bu çöküntüye mülkiyet edinme hırsı neden olmuştur. Bu hırs ve tutkunun körüklediği yozlaşmanın, yoksulun zengine bağımlı hale getirerek onu köleleştirdiğini savunur.

Jean Jacques Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ (Bulut yayınları, 2007) adlı kitabında bu kitabına oranla bu düşüncelerini biraz daha yumuşak bir şekilde ifade etmeyi tercih eder. Özgürlükten vazgeçmenin, insan olmaktan çıkmak anlamına geldiğini vurgulayan Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ adlı kitabında insanın ancak toplum içinde özgür olabileceğini savunur.

Rousseau’ya göre her şeyden önce insan Thomas Hobbes’un tam aksine (zira Hobbes’a göre insan doğuştan bencil bir varlık olarak doğmuştur) doğuştan iyi bir birey olarak doğmuştur. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda kötü değildir. Toplumsal hayata geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği kötü yönetimlerin insanı kötüleştirdiğini savunur. Rousseau’ya göre kötülük toplumun kurumsallaşmasının bir sonucudur.

Rousseau bu kitabında ayrıca şunları da söylüyordu:

‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir.  O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanaati altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli hem de en çirkinidir.’’

Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:

‘’İnsanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.'’ (Dikkat edin yıl 1700'lü yıllardır. Rousseau 1712-1778)

Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Rousseau kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Ben de dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur diye düşünürüm; insan vazgeçebildiği oranda zengindir diye bilirim...

Zaten Voltaire de bu kitabı okuduktan sonra Rousseau ile olan mutat atışmalarının bir parçası olarak Rousseau’ya yolladığı mektubunda kitapla ilgili olarak şu ifadeleri kullanır: ‘’Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.’’

Ve sonuç…

Biraz uzun yazdım ama şunu göstermek istedim: 17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalmıştır...

Marmara Depremi'nin ardından 21 yıl geçtikten sonra bile 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde yine 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılmış, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememekten bahsedilmiş, ölenlere mevlit okutulmuş, yine bol miktarda ''....ceeekkk''li, ''.... caaaaakkk''lı konuşmalar yapılmıştır.... Ancak gerçek olan bir şey varsa oda; deprem için alınan vergilerin ilgisiz yerlere harcanmaya devam edileceği ve deprem fikrinin unutulmaya bırakılacağıdır. 

Ülkemizde 17 Ağustos Marmara Depremi'nin ardından yaşanan tartışmaları ve yapılmayanları hatırlayınca Voltaire'nin de dediği gibi insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor...

Osman AYDOĞAN



Süleyman Askerî Bey

16 Ağustos 2020

Dünkü yazımda ‘’Irak cephesi ve Musul ve Kerkük’ün kaybı’’ konusunu anlatırken; İngiltere'nin 15 Ekim 1914'te Irak Basra'yı işgale başlamasıyla Osmanlı’nın Basra'yı geri almak üzere, Süleyman Askerî Bey’i cephe komutanlığına atadığını, yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey’in, savaşın sonucunda yenilgiye uğradığını ve üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar ettiğini (Nisan 1915) yazmıştım…

19. asrın son çeyreğinde doğan, İttihat ve Terakki çatısı altında, istibdat rejimine karşı mücadele eden, Trablusgarp’ta ve Balkan Harbi’nde savaşan ve burada bir de ''Cumhuriyet'' kuran ve sonunda Cihan Harbi’nde Irak cephesinde çarpışarak batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak isteyen, hem de tüm bunları gencecik bir 30 yaşa sığdıran Süleyman Askerî Bey’i böyle bir cümleyle geçiştirmek, böylesine kısaca anlatmak olmazdı… Bu nedenle Süleyman Askerî Bey’i ayrı bir yazı ile anmak istedim…

Süleyman Askerî Bey, Balkan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1884'te bugünkü Kosova'ya bağlı Prizren şehrinde doğar. Babası Harp Livası Halil Vehbi Paşa bir süre Afyon Redif Taburu'nun komutanlığını yapmış bir askerdir. Annesi ise Güzide Hanım’dır. 

Manastır zamanı

Süleyman Askerî Bey,1902 yılında Mekteb-i Harbiye'den, 5 Kasım 1905 tarihinde de Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. İlk olarak Selanik'teki Üçüncü Ordu'ya bağlı olarak Manastır'a atanır. Manastır'da kaldığı günlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Süleyman Askerî Bey'in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tanışıklığı, Edirne Askerî İdadisi'nde eğitim aldığı yıllara dayanır… Süleyman Askerî Bey, istibdata karşı çıkarak, Namık Kemal, Ali Suavi gibi aydın vatanseverleri okuyarak, meşrutiyet fikrini benimser…. Bu nesil yıkılmakta olan Osmanlı’nın kurtuluşunu, meşrutiyette görüyorlardır. 3. Ordunun neredeyse tamamı Jön Türklerden oluşmaktadır…

Süleyman Askerî Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilât işleriyle meşgul olmaya başlar. Süleyman Askerî Bey’in politikada bazı sert müdahalelerinden dolayı İttihat ve Terakkicilerden bazıları ondan çekinirler. Enver ve Cemâl Paşaların kendisine fevkalâde dostlukları ve güvenleri vardır. Merhum Cemâl Paşa, hatıralarında Süleyman Askerî Bey’den şöyle bahseder:  "Süleyman Askerî Bey, biraz acul (aceleci-ici dar) ve biraz da fazlaca nikbin (iyimser) olmasına rağmen pek mükemmel ve müteşebbis bir idare adamı olduğu söylenebilir. Farklı zekâsı, son derece cesaretli ve güvenilir olan bu şahsiyet bilâhare (sonradan) konferansı esnasında ve devamında Türk – Bulgar ittifakı esasinin tespitinden memlekete, pek çok siyasi yararlıklar temin etti. "

Manastır, saraya muhalif hareketin Osmanlı’daki Selanik ile ana merkeziydi... Yurt dışında ise Paris, Jön Türkler için adeta bir başkent konumundadır… 1908 Temmuz ayında, Resneli Niyazi Bey’in ve çevresindekilerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti emrinde, Makedonya’da dağa çıkmasıyla birlikte, bölgede bir otorite boşluğu doğar… İstanbul’dan Abdülhamit’in yakın adamlarından Şemsi Paşa durumu kontrol altına almak ve isyanı bastırmak için görevlendirilir.. Ancak Manastır’da Atıf Bey (Kamçıl)’in, Süleyman Askerî Bey, Yakup Cemil gibi gözü kara, idealist Jön Türklerle birlikte düzenlediği suikast girişimi 7 Temmuz 1908’de başarıya ulaşınca, Resneli Niyazi ve beraberindekiler dağda rahat nefes alır. Süleyman Askerî Bey, Atıf Bey’i Selanik’e kaçırır ve yurt çapında ismini bu suikast ile duyurur…

II. Meşrutiyet

24 Temmuz 1908’de ilan edilen Meşrutiyet ile Jön Türk Devrimi gerçekleşir…  32 yıl sonra meclis yeniden açılmıştır. Ancak, meşrutiyetin ilanının ardından İstanbul’da II. Abdülhamit avcı taburları ile yeniden meclisi tatil etmek girişiminde bulunur… 19 Nisan 1909’da Süleyman Askerî Bey’in de mensup olduğu 3. Ordu’ya ait birlikler, 31 Mart Vakası (Hicri Takvime göre 31 Mart 1324) üzerine, İstanbul’a girer… Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nda; başında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu, kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in (Atatürk) yaptığı orduda, İsmail Enver Bey (Paşa), İsmet Bey,(İnönü), Resneli Niyazi Bey (Hürriyet Kahramanı), Halil Bey (Enver Paşa’nın amcası), Yakup Cemil Bey gibi isimler vardır…

Makedonya dağları

Süleyman Askerî Bey Makedonya’da yürütülen çete takibinde teşkilatçı yapısıyla, ateşli, heyecanlı, cengâver kişiliği ile kendini gösterir.  Bu sırada Filibe'deki önemli ailelerden birine mensup olan Fadime Hanım ile evlenir… Fatma ve Dilek isimli iki kız çocuğu olur. Kız kardeşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en eski arkadaşı olan Mehmet Nuri Conker ile evlenir.

Bağdat

1909 yılında Kolağası rütbesine terfi eder. Bağdat’taki jandarma birliklerinin ıslahı için Selanik’ten Bağdat Jandarma Alayı'na atanır. Süleyman Askerî Bey, Albay Nuri Beyle Irak’a gider.

Trablusgarp

1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması üzerine hoca ve derviş kıyafetine giren Süleyman Askerî Bey, bazı yakın arkadaşları ile ve Mısır yoluyla Bingaziye geçerek, savunmayı tesis eden Enver ve Mustafa Kemâl beylerle birlikte Bingazi'deki savaşlara katılır. Süleyman Askerî Bey, Derne ve Bingazi şehirlerinde bulunan aşiretlerin örgütlenmesini sağlar ve bölgede bulunan ve Senusi aşiretinin kazanılmasında ve imparatorluğa karşı hısımlıkları olan çeşitli aşiretlerle uzlaşmaya varılmasında etkili bir isim olur…

Aslında Trablus’taki İtalya işgali göz göre göre gelmiştir, Roma sefiri Kazım Bey’in, İstanbul’a bildirdiği İtalya’nın niyetleri hakkındaki uyarıları Babıali tarafından dikkate alınmaz. Trablusgarp’taki Osmanlı birlikleri bu sırada silahsız durumdadır çünkü burada bulunan martini tüfekleri mavzere çevrilmek üzere İstanbul’a gönderilmiştir…  

İtalyanlar sayı ve teknoloji bakımında yüksek olmasına rağmen, teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetinin Türk subaylarda yüksek olması nedeniyle harp uzun sürer… İtalyanlar Trablusgarp’ı alamazlar ancak Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine Trablusgarp’tan çekilmek zorunda kalınır... Uşi Anlaşması imzalanarak İtalya ile sulh sağlanır…

Balkan Savaşı

Balkan devletleri  ittifak halinde Osmanlı’ya saldırarak, Rumeli’nde Osmanlı’yı büyük bir bozguna uğratır… Osmanlı ordusu, teçhizat ve sayı bakımından, Bulgar-Sırp-Karadağ-Yunan kuvvetlerine karşı üstün iken, orduda ikilik vardır... Üstelik savaştan önce yedek birlikler kışlalardan terhis edilmiştir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkalarına mensup subaylar birbirine yardım etmek istemezler… Bulgar orduları hızla ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelir… Osmanlı’nın eski başkentlerinden Edirne Bulgarların eline geçer… Arnavutluk bağımsızlığını kazanır… Makedonya tamamen kaybedilir… Dahası yüzbinlerce muhacir akın akın Anadolu’ya gelir…

Bu gelişmeler üzerine 23 Ocak 1913 günü Bab-ı Ali Baskını ile İttihat ve Terakki, hükümeti devirerek, iktidarı ele geçirir…  

1912 yılında  Balkan devletlerinin toprak paylaşma hırsını fırsata çeviren Enver Paşa, I. Balkan Savaşı sırasında kaybedilen Edirne'yi geri almak için Kuşçubaşı Eşref'i görevlendirir.. Bu harekâtta Süleyman Askerî Bey, Trabzon Redif Fırka Komutanı olarak yer alır...

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti

Bu harekât ile Doğu Trakya ve Edirne başarıyla geri alınır ancak bölgenin batı kısmındaki Müslüman topluluklar Bulgar çetelerinin eziyetlerinden muzdariptir. Enver Bey’in emriyle Batı Trakya’ya sızan 116 kişilik bir müfrezenin içerisinde yer alan Süleyman Askerî Bey, Kuşçubaşı Eşref ile birlikte buradaki Bulgar çeteleri ile savaşır. Bu savaşta Süleyman Askerî Bey, Süleyman Zeynel Abidin adıyla faaliyetlerini sürdürür... En nihayetinde bölge çetelerden temizlenir… Çetelerden de ele geçirilen silahlarla ve gönüllülük prensibiyle bir tabur oluşturur…

Daha sonra Süleyman Askerî Bey, Batı Trakya’da 28 Ağustos 1913 tarihinde bir cumhuriyet ilan eder... Devlet başkanlığını Salih Hoca’nın üstlendiği ‘’Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’’’nin Süleyman Askerî Bey Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay Başkanı) ve Garbi Trakya Hükümeti icraiye reisi (Başbakan) olur. 31 Ağustos-25 Ekim 1913 tarihleri arasında 55 gün yaşayabilen bu devletin; marşı, 6 bini Osmanlı Askerînden toplamda yaklaşık 30 bin kişilik ordusu, ay yıldızlı yeşil beyaz bayrağı, Fransızca ve Türkçe yayın yapan gazetesi, hatta kendine ait pulu bile vardır. 20. asırda bir devletin, devlet olarak kabul edilebilmesi için, kendine ait pulun ve para biriminin olması gerekiyordur. 2 Ekim 1913’te Yunanlılar Dedeağaç’ı Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne bırakır... Bölgenin, Türk hâkimiyetinde kalması için ilan edilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin marşını da bizzat Süleyman Askerî Bey yazmıştır: (Marşın tamamını yazımın sonunda veriyorum)

"Ey şirin Batı Trakya! İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar! Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!"

Yunanistan, Bulgaristan’ın topraklarında kurulu bir Türk cumhuriyetinden memnunken, Batılı devletler özellikle Rusya bu durumdan çok rahatsızdır. 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı arasında imzalanan İstanbul Anlaşması gereğince, Doğu Trakya Osmanlı’ya, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılır… Bu anlaşma ile Batı Trakya Türk Cumhuriyeti feshedilir… Süleyman Askerî' Bey’e de Babıali tarafından Meriç'in doğusuna geçmesi için baskı yapılır… Zira Bulgarların Avrupa nezdindeki çabaları karşılık bulmuştur. Hâlihazırda maddi sıkıntı içerisinde olan Babıali Fransa'ya borçlu, gelen baskılara da direnç gösteremeyecek haldedir… Bu yüzden Süleyman Askerî Bey ve onun birliklerine geri dönmeleri için emir verilir... O sıralarda Muhacirun adlı göç komisyonu müdürü olan Süleyman Askerî Bey, kritik bir karar alır ve geri çekilme emrini protesto ettiğini açıklar; zira geri çekilirlerse bölgedeki Müslüman kıyımları devam edecektir. Eldeki silahlar ve mermiler daha sonra kullanılmak üzere toprağa gömülür… 25 Ekim’de Batı Trakya’ya giren Bulgar birlikleri 30 Ekim’e kadar tüm Batı Trakya’yı işgal ederek kendi topraklarına katarlar…

Babıali'nin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni Bulgarlara terk etmesi sonucu Süleyman Askerî Bey, İstanbul'a dönmek zorunda kalır, artık direnecek bir şey kalmamıştır…

Teşkilat-ı Mahsusa Reisi

Süleyman Askerî Bey, İstanbul’a döndükten sonra 30 Temmuz 1914 tarihinde İttihat ve Terakki ile organik bağı gerekçe gösterilerek ordudan emekli edilir… İki ay sonra ise, bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının öncüsü konumundaki, 17 Kasım 1913 tarihinde kurulan ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’nın başına getirilir…

Birinci Dünya Harbi

Bu sırada I. Dünya harbi kapıdadır. 20 yüzyılın başında jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında ‘’Körfez’’ her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsurudur. İngiltere, Osmanlı savaşa girsin girmesin Abadan petrolleri için Basra’ya mutlaka çıkarma yapacaktır… İngiltere’nin yığınağı bu yöndedir… Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal eder, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırır… Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutar, destekleyemez… Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardır. Bunlar İngiltere ve Rusya’dır… Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıdır:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardır. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştır. 1914’te İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştır. Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi de, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açar…

Irak ve Havalisi Komutanlığı

İngilizlerin, 6 Kasım 1914’te Şattülarap’ta bulunan Fav kasabasına çıkarma yapması üzerine Irak Cephesi açılır… Süleyman Askerî Bey, ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’ başkanı iken 13 Aralık 1914’te kaymakamlığa terfi ederek Basra Valiliği ve Basra Tümen Komutanlığına, 10 gün sonra da 23 Aralık 1914’ te de Irak ve Havalisi Komutanlığına tayin edilir… Süleyman Askerî Bey’in bölgeye komutan olarak atanmasının; cesur, gözü pek ve nitelikli bir subay olmasının yanında, bölgede daha önce görev yapmış olması, Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olması ve Enver Paşa ile yakınlığın etkili olduğu söylenir…

Bu şekilde Süleyman Askerî Bey, başlıca muntazam kuvvetleri, bütün seri ateşli topları Erzurum cephesine alınarak tahliye edilmiş vaziyette kendi haline bırakılan Irak’ın müdafaasına memur edilmiş olunur…

Süleyman Askerî Bey, Rumeli’de vaktiyle kendisi ile birlikte çalışmış olan fedakâr subay ve gönüllülerden ve gençlerden oluşturduğu seçilmiş ‘’Osmancık Taburu’’ ile koca Irak’ta emniyet ve asayişi sağlamak, hatta Basra’yı da düzene koymak için azimli kararıyla İstanbul’dan alelacele, Irak çöllerine âdeta koşa koşa ve heyecanla yola çıkar. Bağdat’tan itibaren yol boyunca, yeni komutan Süleyman Askerî Bey, aşairin (kabileler, oymaklar) ve mahalli halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılanır…

Süleyman Askerî Bey, 2 Ocak 1915 tarihinde Üzeyir’de, Cavit Paşa’dan görevi teslim alarak, Irak ve Havalisi Umum Kumandanı olur..

Süleyman Askerî Bey, Basra'daki görevi sırasında bölgedeki nüfuz sahibi Arap aileler ile yakın temas kurar ve savaşan asker eksikliğini aşiret güçleriyle kapatır…

Zübeyir, Şuaybe ve Bercisiyye muharebeleri

Bu sıralarda cephe boyunca genel bir sükûnet vardır. Fakat bu sessizlik çok süreli olmaz… Süleyman Askerî Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 20 Ocak 1915’te, Dicle boyunda keşif harekâtı yapan İngilizlerle karşılaşır… Zübeyir Muharebesi olarak adlandırılan muharebede Osmanlı kuvvetleri başarılı olur fakat Süleyman Askerî Bey bacağından yaralanır. Süleyman Askerî’nin yarası ciddidir, derhal Bağdat’a sevk edilir… Süleyman Askerî Bey, Bağdat’tan durumunu İstanbul’a şöyle bildirir: ‘‘Sol bacağıma giren bir kurşun sağ bacağıma da girerek büyük kemik yarısından kırılarak kurşun içeride kalmıştır.’’ Tedavi için Bağdat’ta kalması gerekir ancak doktorların tüm ısrarlarına rağmen hastanede kalmayıp tekrar cepheye koşar…

Bu olaydan kısa bir süre sonra Basra yakınlarında Şuaybe ve Bercisiyye’de İngilizlere karşı kanlı mücadeleler tekrar başlar. (12 Nisan 1915) Uceymi Sadun Paşa ve aşireti de burada düşmana karşı Osmanlı kuvvetlerini destekler... Çarpışmaların ilk günlerinde başarılar elde edilse de düşmanın elindeki modern silahlar Türk kuvvetlerini çaresiz bırakır, iş piyade askerlerinin İngiliz askerleriyle göğüs göğüse çarpışmasına kalır. Bu çetin mücadele devam ederken İngilizlerin yardımına ihtiyat kuvvetleri yetişir ve durum birden Osmanlı Ordusunun aleyhine döner.

İhanet

Üç gün, üç gece Şuaybe mevkiinin önündeki arazi ve Bercesiye ormanı bombaların, topların ve humbaraların patlamaları, kurşunların vızıltısı, makinaların tıkırtısı ile sarsılıp durur... Üçüncü günün sabahı düşman savunmadan taarruza geçmek üzere huruç hareketlerini durdurmak görevini üzerine alan yerli Arap kabilelerinkinden Uceymi, Şammar, Necd ve İbnü’r Reşid haricinde maalesef hiçbir hareket görülmez… Harbin en nazik zamanında gösterilen bu alakasızlık ve hareketsizlik son mukavemet ümidini de kırar…

Yalnız bu tehlikeli anda Ziya Beyin emrindeki "Şammar" lıların ve Uceymi Sadun Paşa’nın komutasındaki gönüllülerin önemli hizmet ve faydaları görülür… (Burada Uceymi Sadun Paşa'ya hakkını vermek lazımdır ki Türk birliklerine çok faydası olmuştur.) Şuaybe boğuşmasında her iki tarafın da zayiatı büyüktür… Bu savaşta çok değerli bâzı subaylar şehit düşerler… Alay Komutanı Binbaşı Vedat Bey, Tabur Komutanı Binbaşı Riza, İtfaiye Taburu Kumandanlarından Yüzbaşı Hasan, Üsteğmen Yusuf Ziya, Serezli Mustafa Nâzım Beyler bu muharebenin ilk gününde düşman siperlerinde can verirler… Fedakâr gönüllülerden Gazi Osman da harb meydanında ağır surette yaralı kalan bayraktarla sancağı kurtararak Osmanlı tarafına getirir…

Felâket günü

Bu muharebenin üçüncü ve felâketin günü, ikindiye doğru, harekâtı yaralı bir halde sedye içinde yöneten Süleyman Askerî Bey, bunca ümit ve gayretlerin boşa çıkmasından son derece üzgün olarak, büyük bir gayretle sedyesinden kalkarak savaşa bilfiil katılmaya ve ileri hatlara savaşmaya yeltenir… Ancak bacağındaki kurşun yaraları, kemiğine kadar işlemiş olduğu için acıdan bir türlü atına binemediğinden ve gözleri dolarak kendini tekrardan sedyeye bırakır… Süleyman Askerî Bey bir aralık başını kaldırır.. Sinirlilikle etrafına bakınır… Gittikçe kızışan ve aleyhine dönmüş olan savaşa seyirci vaziyette duran, Osmanlı tarafından silahlandırılmış kabile reislerinden birine şöyle hitap eder: ‘’Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böylesi müşkül ve hayatî bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar bile olamadınız!...’’

Osmanlı ordusunda savaşan Arapların bir kısmı, hücuma geçildiğinde yerlerinde kalmakla da kalmazlar! Bu Arapların bir kısmı taarruzun sonucunu bekleyip, kaybedeni soyarlar. Kaybeden Osmanlı Askerî olunca, akbabalar gibi şehitlerin başlarına üşüşüp onları da soyarlar…

Süleyman Askerî Bey, muharebenin ortasındadır, sağa sola düşmeye başlayan mermiler arasında arabasına bindirilir… İstihkâm subayı üsteğmen Fikri Bey de Süleyman Askerî Beyle birlikte arabaya bindiği esnada bir emri ile hatlarımıza acele yetiştirmek bahanesiyle Süleyman Askerî Bey tarafından geri gönderilerek yanından uzaklaştırılır… Komutan arabasına bininceye kadar Kurmay Binbaşı Adil, Yaver Rüsuhî, Kâtip Manastırlı Seyfi, Emir subayı Sadık, Topçu Yüzbaşı Şevki, Teğmen Hamdi Beyler ve diğerleri yanındadırlar… Araba yola çıkacağı sırada çok yakından bir silâh sesi işitilir… Topların müthiş gürültüleri arasında ortalık sarsılırken meydana gelen bu ses pek tabii olarak düşünülür… Lâkin biraz sonra, arabaya yaklaşıp da içerisine göz atınca birdenbire şaşırıp kalırlar. Manzara fecidir.. Süleyman Askerî Bey tabancası elinde ve ağzı kan içinde arabanın orta yerinde cansız yatmaktadır...  

Araba bu durumda Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülür… Süleyman Askerî Bey aynı gece hepsinin kanlı gözleri arasında sâde bir törenle sırtındaki yarbay üniforması ile çadırın içinde kazılan mezara defnedilir… (14 Nisan 1915).     

Süleyman Askerî Bey’in vefatından sonra Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına Edirne’de II. Kolordu 4.Tümen Komutanı olan Albay Nurettin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) atanır… (Bundan sonrasını yine bu sitemde ‘’Kût Bayramı’’ isimli yazımda anlatmıştım)

İntihar nedeni

Süleyman Askerî Bey Arap aşiretlerine çok güveniyordur… Trablusgarp savaşında (1912) yerel halktan oluşturduğu milis gücünü Irak’ta da kullanacağını zanneder…  Ancak karşısında Trablusgarp’ta olduğu gibi başıbozuk İtalyan askerleri değil dünyadaki en modern teçhizat ile donanmış İngiliz ordusu vardır. Ayrıca Trablusgarp’ta vatanı için savaşan milislerin yerine Irak’ta İngilizlerle işbirliği yapan çapulcu bedevi Araplar vardır. Şuaybe muharebesinde Türk Askerînin İngiliz makineli tüfekleri altında erimesine ve Arap aşiretlerinin korkarak cenk meydanından kaçmasına ve onların ölü soyuculuğuna dayanamaz… Bu durumdan kendini sorumlu tutan Süleyman Askerî Bey’in esas intihar nedeni budur…

1. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Musul'u terk edecek olan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis, anılarında Süleyman Askerî Bey'in intiharını şöyle değerlendirir: "Süleyman Askeri Bey, bu hesapsız cesaretini, hayatına kendi eliyle son vermek suretiyle ödemiş ve mesuliyetini bizzat tayin etmiştir. Bu hâzin netice, şerefli bir askerin takdir edilecek kahramanlık faciasıdır. Fakat durumu iyi muhakeme ederek, isabetli tedbirler ile kumandanlık vazifesini layıkıyla yapsaydı, vatana daha faydalı olurdu. Kendi hatası yüzünden görevindeki başarısızlığından dolayı başkalarının hitâplarına katlanmayı şerefine yakıştıramayan namuslu ve şerefli komutan, ölmeyi yaşamaya tercih etmiştir. Bu bir sinir buhranı mıdır? Hayır şeref ve kahramanlık numunesidir."

Süleyman Askerî Bey tabancasını şakağına dayadığında 30 yaşındadır. Geride gencecik bir dul eşi ve 8 ila 10 yaşında iki kız çocuğu vardır…Vefatından sonra kendisine Şura-yı Devlet kararı ile ‘’şehit’’ unvanı verilir.

Bu coğrafyanın çocuklarının kaderi

Süleyman Askerî Bey, ne yazık ki ülkemizde değeri bilinmeyen yüzlerce kıymetli subayımızdan sadece birisidir. Bir başka ülkede ve bir başka millete ait olsa Süleyman Askerî Bey hakkında yüzlerce kitap yazılır, heykelleri dikilir, ardından destanlar, türküler, şiirler yazılırdı. Fakat Süleyman Askerî Bey bu coğrafyanın çocuğu olunca kaderinde, nasibinde sadece unutulmak olur…

Süleyman Nazif, Süleyman Askerî Bey’i Bağdat Valisi iken tanır ve hakkında şöyle konuşur: ‘’Süleyman Askerî Bey, vatanı için vatanından başka her şeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi!...’’

Süleyman Askerî Bey’in ardında askerî dergilerde ve tarih dergilerinde kalmış birkaç bilgi dışında yazılmış, o da yeni yazılmış (2018) bir tek kitap vardır. O da araştırmacı Nurettin Şimşek’in yazdığı ‘’Süleyman Askerî Bey’’ (Altınordu Yayınları, 2018) isimli eseridir…

Bir de hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülayim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiği rivayet edilir…

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Marşı

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,
Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.

Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!

Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.

Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak

Süleyman Askerî Bey



Irak cephesi ve Musul ve Kerkük’ün kaybı

15 Ağustos 2020

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı İmparatorluğunun Çanakkale Cephesi ve Galiçya Cephesini anlatınca bu harpteki Irak Cephesini ve Musul ve Kerkük’ün kaybını da anlatmasam olmazdı…

Şimdi yazıma doğrudan ‘’Irak Cephesi’’ diye başlasam olmaz!... Birinci Dünya Harbi öncesi genel durum ve yığınaklanmayı öncelkle anlatmalıyım ki Irak cephesi anlaşılsın… Bir de harp stratejisinde temel prensiptir: Yığınaklanmada yapılan hata bütün bir harp boyunca düzeltilemez… Osmanlının Birinci Dünya Harbinden önce yığınaklanmada bir nasıl hata yaptığını görmemiz lazım!...

Birinci Dünya Savaşı Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma     

Birinci Dünya Harbi genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Harbinin İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

İngiltere açısından bu yığınağın bir başka, belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.

Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardı…

Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.

20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.

Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)

Kısaca Osmanlı Birinci Dünya savaşına girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…

Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı: İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.

1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı. (Değişen hiçbir şey yoktur… Yıllardır Türkiye’nin güneyinde –Suriye ve Irak- bir savaş vardır, Türkiye’nin Güneydoğusunda ise bir yangın vardır. Ancak Türk ordusunun ağırlıklı gücü hala Trakya’dadır…)

Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.

İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında; Abadan petrollerini korumak, kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi, Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler (Galiçya) olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun harp planı

İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun harp planı ise Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak, Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.

Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;

- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak -  harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,

- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı Genelkurmayının Alman generallerinden oluştuğunu ayrıca söylememe gerek var mıdır?

Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler

İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.

İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.

Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)

Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Kut-ül Ammâre'yi işgal ettiler. (25 Eylül 1915)

Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.

Selman-ı Pak Muharebesi

İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.

1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.

İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.

22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler

Kût-ül Ammâre Zaferi

Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)

Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.

Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler)  ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.

Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce kimi kaynaklara gör bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.

Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.

Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.

Ve benim, bu satırların yazarı, dedem (babamın babası, Yusuf oğlu Hasan) bu muharebede şehit düşer...

Musul ve Kerkük'ün kaybı

Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13.Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.

Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.

İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında Almanlara yaranmak için en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.  

Bütün bunlara rağmen Musul yine de kaybedilmeyebilirdi. Musul’un kaybını Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta Ali İhsan (Sabis) Paşa’ya yükleyerek ‘’alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir’’ diyerek şöyle anlatır:

‘’(Ali İhsan Paşa) Tevhidi efkâr gazetesinde yayımlattığı kendi savaş öyküleri arasında, Ateşkes Anlaşmasının (Mondros) yapıldığı günden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat’ta, Dicle Grubunun tutsak düşmesi sorumluluğunu yalnız, o zaman grup komutanı olan (şimdi Doğu Cephesinde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey’e yüklemesi de bu karakterinin açık bir kanıtıdır. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22’nci alaylarla avcı alayından kurulmuştu. Bunlardan başka, ayrıca Beşinci Tümenden 13 ve 14’üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Anlaşmasından bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50’ye yakın topun elden çıkması gerçekte kendisinin, duruma uygun olmayan bir buyruk vermesinden doğmuştur. İşte bu durum, Musul ilinin elden çıkmasına yol açtı. Oysa, Ateşkes Anlaşmasının (Mondros) yapılacağı biliniyordu. Gruba, Keyare dayangasına çekilmek için yönerge verilseydi İngilizler, Grubu tutsak etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. (Dicle Grubuna) Beşinci Tümen de katılabilirdi. Böylece, Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman, tutsak düşen sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ama alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir.

(İhsan Paşa) savaş öykülerinde, Dicle boyundaki bütün başarıları ve Tavnzınd’ın (Townshend -1934 basımında ‘Tavşend’-) tutsak edilmesi şerefini yalnız kendisine mal etmiştir. …… Yaptırdığı yayınlarda her başarıyı yalnız kendisine mal etmekten amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü kişilerle ilgili öyküleri yayımlamak, ulusta övünç duygularını sürdürmek için gereklidir. Ama tarihin sorumlu göstereceği kişilerin yaptıklarını övünülecek şeyler arasında saymak, tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış kanılara sürükler.

General Marşal’ın (Marshall): ‘Yarın öğleye değin Musul’dan çıkınız, yoksa savaş tutsağısınız’ buyruğunu aldığı zaman, o pek kurumlu Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin’e gitmek için, General Marşal’dan bir resmi belge ile, koruyucu olarak da iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey’le (şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Âşir Paşa) beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi erkini de kırdı ve bu durumu görenlerin içi sızladı. (Oysa), koruyucusuz olarak Zaho yoluyla gidebilirdi; ya da atlı olarak çölden gidebilirdi. Halep’te İngiliz generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda bir aşağılamaya uğramaması için trene koruyucu bindirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde canını ve dirliğini korumak için ulusal onuru unutan Paşa Hazretlerinin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları yazdım… Eski komutanıma hoş görünmedim; çünkü sonsuz isteklerini yerine getirmedim ve dalkavukluk etmedim… Ulusa, Ulusal Orduyu kuran ve utkular kazanan büyük komutanlar gibi yüce ruhlu, uzdilekli kılavuzlar, komutanlar gerektir. Orduda birliğin ve uyumun bozulması, görev yapma isteğinin azalması için çalışanlar, üstün kişi de olsalar, dokuncalı kişilerdir. Ben, çekilen emekleri bildiğim…. girişilen savaşımda da başarıyı dilediğim için (bu raporu) -namusum ve kutsal bildiğim şeyler üzerine and içerim ki düşmanlık ve bir çıkar için yazılmış değildir- sunmaktan çekinmedim. İran’da, Kafkasya’da uzun süre (Ali İhsan Paşa’nın) emir subaylığını yapan Binbaşı Cemil Bey (Şimdi Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü) son günlerde bana: ‘İyi ki Ali İhsan Paşa, Ulusal Eylemin başlangıcında Anadolu’da bulunmadı. Malta’da bulunduğu iyi oldu. Yoksa, hiç kuşkusuz, aykırı bir yol tutardı’ dedi. Karakterini çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir… ‘Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!’ diye yüce Tanrı’ya yalvarırım. (‘Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!’ Şehrî) ‘’

Bazı kaynaklar (Zekeriya Türkmen, ''Musul Meselesi, Askerî Yönden Çözüm Arayışları, 1922 – 1925'', Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2011) İhsan Paşa'nın İstanbul'dan Saraydan gelen emri uygulama durumunda kaldığı için İngilizlere karşı koymadığı açıklamasını yaparlar ki bu doğru değildir. Birinci Dünya Harbinin seyri ve hitamı esnasında Osmanlı Hükumetinin Ali İhsan Paşa'ya böyle bir emir vermesi akla ve mantığa, günümüzün deyimi ile ‘’hayatın olağan akışına’’ aykırı olduğunu düşünüyorum... Çünkü ordusunu bu harpte İran'a bile gönderen, Mondros Mütarekesinde Musul ve Kerkük’ü ‘’Misaki Milli’’ sınırları içerisinde bırakan ve bu sınırları da muhafaza gücü var olan bir siyasi iradenin Ali İhsan Paşa’ya Musul ve Kerkük'ten çekilme emri vereceği, verebileceği akla ve mantığa uygun değildir diye düşünüyorum...

Kaldı ki; İhsan Paşa'nın İstanbul'dan gelen emir üzerine Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bıraktığını iddia eden bahsi geçen kaynak kitapta sözü edilen emir İhsan Paşa’ya şu şekilde verildiği iddia edilmiş: "Musul 'un elimizde kalması zaruri olmakla beraber, İngilizler ileri hareketlerinde ısrar ederlerse fiilen taarruz edinceye kadar ateş açılmaması ve onlar taarruz ettikleri takdirde protesto edilmesi." Kitapta geçen sözde emir bu şekilde… Kitapta kaynak olarak da 59 numaralı kaynak verilmiş... 59 Numaralı kaynağa gidiyorum. O da şu şekilde: (59) Hulki Saral, "Birinci Dünya Harbi Sonunda ve İstiklal Harbinde Musul Sorunu", Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 225, Ankara 1968, s. 29. Kaynak gösterilen bu dergiye gidiyorum: Orada da aradığım orijinal belge veya belge için atıf yapılan bir kaynak da yok... Kaynağın yazarına gidiyorum; Hulki Saral'a... O da 1960 olaylarında ordudan emekli edilmiş eski bir asker, akademisyenliği yok... Zaten emrin içeriği bir tarafa koskoca Osmanlı İmparatorluğunun da böylesi bir emirde böyle bir üslup kullanma imkân ve ihtimali de yok…

Kaldı ki harbin bu kısmını cephede bizzat yaşayan Mustafa Kemal Atatürk yukarıda verdiğim Nutuk’ta Musul ve Kerkük’ün kaybını tamamıyla Ali İhsan Paşa’ya yüklemiş olması da yeterli ve kesin bir kaynaktır diye değerlendiriyorum.

Görüldüğü gibi Musul ve Kerkük İhsan Paşa'nın basiretsizliği ve ihanetiyle İngilizlere teslim edilmiş, harpten sonra da yine İngiliz oyunuyla Türkiye'nin elinden çalınmış ve gasp edilmiştir…

Mazi kalbimde bir yaradır

Maksadım kimseyi suçlamak değildir. Maksadım mazide bir gezi yapmaktır… ‘’Musul ve Kerkük’’ denilince bana maziyi hatırlatır. Mazi deyince de mazi bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Arif Nihat Asya söyler dururdu zaten:

‘’Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük’’

Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıralardır…

Günümüzde de ben içte ve dışta yaşananları görünce, “Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!” diye yüce Tanrı’ya hala dua ediyorum... 

Osman AYDOĞAN



Galiçya Cephesi

14 Ağustos 2020

İki gün önce anlattığım Şehit Binbaşı Ali Faik Bey bir Çanakkale Muharebesi şehidi, benim dedem de Kut’ül Ammare Muharebesi şehidi idi… Çanakkale Muharebesi Birinci Dünya Harbi’nin bir cephesi iken Kut’ül Ammare Muharebesi de Birinci Dünya Harbinin Irak cephesi idi… Hem Çanakkale Cephesi hem de Irak cephesi bana yine kalbimdeki bir başka yarayı, yani Birinci Dünya Harbi’ndeki bir başka cepheyi hatırlattı: Galiçya Cephesini…

Geçmiş yıllarda Macaristan’a heyet başkanı olarak resmî bir ziyarette bulunmuştum… Ziyaretimizin ilk günü, karşılamadan sonra büyükelçilikteki görevlinin yönlendirmesiyle Budapeşte'de, Osmanlı'nın son Budin Beylerbeyi olan  Abdurrahman Abdi Paşa (*) 'nın mezarına çelenk koymuştuk.

Bize refakat eden üst düzey Macar görevliye ‘’ben bu çelengi saymıyorum’’ dedim ve asıl çelengi Galiçya Türk şehitliğine koymak istediğimi ifade ettim… Ziyaretimizin son gününde de resmî çelengimizi bu şehitliğe saygı duruşu ile ihtiramla ve dualarla koyduk… Bu şehitlikte Galiçya Cephesi'ndeki kolordunun vermiş olduğu 12 binin üzerindeki şehitten Budapeşte civarında bulunan ve buraya nakledilen 512 şehit yatmaktaydı. Anıt mezarlarda ‘’Türk oğlu Ahmet’’, ‘’Türk oğlu Mehmet’’ diye ama bir kısmı da ‘’Meçhul asker 1916’’ diye yazıyordu…  

Benim için bütün bir dünya tarihi bir tarafa ama Birinci Dünya Harbi bir tarafadır… Birinci Dünya Harbi hatıralarını her okuyuşumda sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosu aklıma gelir: 

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Birinci Dünya Harbi deyince mazi kalbimde bir yaradır… Hele hele Galiçya denince işte beni ağlatan bu hazin hatıradır.

Neden mi? Gelin size kısaca anlatayım…

Osmanlı Devletinin Almanya yanında Birinci Dünya Harbine katılması

Osmanlı Devleti, 1911‘de İtalya ve 1912- 1913 yıllarında Balkan Savaşlarından yenik çıkmış yaklaşan dünya savaşında kendisini güvenceye almak için önce, İngiltere – Fransa - Rusya ile anlaşma imkânları aramış fakat bulamamıştır.

‘’Drang nach Osten’’ (Doğu’ya yönelim) politikası gereği Osmanlı toprakları üzerinden Orta Doğu’ya açılmak isteyen Almanya da Osmanlı İmparatorluğuna yaklaştı. Özellikle Enver Paşa Almanlarla işbirliğine girdi. Almanya ile işbirliğine giden Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıydı.

Almanya’nın ise bu işbirliğinden çok daha farklı niyetleri vardı. Almanlar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdi. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardı. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘’Hindistan’’ı olabilirdi.

Alman şövenistler de Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyorlardı. Daha 1848 yılında alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Almanya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyordu.

1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyordu.

‘‘Alman Birliği’’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapmaktaydı. ‘’Alman Birliği’’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘’Osmanlı mirasında Alman hakları’’ idi. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir alman toprağı haline getirebilirdi.

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyordu. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlardı.

Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmeliydiler. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktı. Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktu tabii ki.

Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmişti. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istedi. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyordu.

Almanlar imtiyazını daha Abdülhamit zamanında aldıkları ve inşasına başladıkları İstanbul-Bağdat demiryolu hattının iki yanına Alman göçmenler yerleştirmeyi resmen talep etmişlerdi. Abdülhamit bu isteği geri çevirdi. Göçmen görüşmelerini yürüten Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa anılarında, “O zamanki Alman siyaseti, hattın iki tarafını Alman muhacirlerle iskân etmek ve buralarını bir Alman sömürgesi haline getirmek amacını güdüyordu’’ der.

Müttefikimiz Almanya’nın planları ve düşünceleri bu iken Başkomutan Vekili Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranı idi.

 Sadece Enver Paşa ve bir kısım subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıydılar. Pantürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanmıştı.

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların”

Kısacası Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı öncesinde, Almanya’nın yanında yer almak, devletin bekası ve ulusal çıkarlar açısından tek akıllı tutum, tek seçenek olarak görülüyordu. Bu görüşte olanların arasında yer alan Mehmet Akif, dürüstlüğü, yurtseverliği tartışma götürmez, tertemiz bir insan ve seçkin bir şairdi.

Bu şartlar altında Almanya Enver Paşa’yı ikna etmesi sonucu Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’de Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı harp ilan etmiştir. Bu şekilde Osmanlı Devleti Almanların yanında Birinci Dünya savaşına girmiş oldu.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı yığınaklanması ve hatalar

Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu maksatla savaş öncesi yapılan yığınaklanma da İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Sonuç olarak; Osmanlının savaş öncesi yığınaklanması hiç de Osmanlının maruz kaldığı tehditlere dönük olarak yapılmamıştı. 

Birinci Dünya Harbi

Askeri harekât, İngilizlerin 06 Kasım’da Basra Körfezi’nde Fav’a çıkartma yapması ve Rusların 08 Kasım’da doğu sınırını tecavüzleri ile başladı. 1914 yılının en önemli savaşı, 22 Aralık 1914’te başlayıp, 04 Ocak 1915’te biten Sarıkamış Harekâtı idi. 1915’te ise 14 Ocak 1915 ’te başlayıp 15 Şubat’a kadar süren Kanal Harekâtı ve 18 Mart 1915’te önce deniz harekâtı ile başlayıp sonra karaya intikal eden ve yılsonuna kadar süren Çanakkale Harekâtı idi.

Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Almanlar önce Belçika’ya ve 20 Ağustos 1914’ten itibaren de Fransa’ya taarruz ve işgal ettiler. Fakat Alman taarruzları Marne’da durduruldu. Almanların savaş sonuna kadar beş büyük saldırısına rağmen, muharebeler bu bölgede kilitlendi ve kesin sonuç alınamadı.

Doğu Avrupa’da ise askerî harekât, Rusların Almanya ve Avusturya-Macaristan’a taarruzuyla başladı. Rus ilerlemesi, Almanlar tarafından Tannenberg’de durduruldu. Buna karşılık Ruslar Galiçya’da başarılı oldular ve Doğu Galiçya’yı ele geçirirler. Osmanlı Ordusu, işte bu muharebelerin devamı sırasında bu bölgede, Galiçya’da görev aldı.

Galiçya Cephesi

Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçasıdır; kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunur, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırır.

Osmanlı Ordusunun, Türk ve Alman Kurmaylarının işbirliği ile hazırladıkları Birinci Dünya Harbi harekât planının temel ilkesi, savaşın kesin sonuç bölgesi olan Avrupa Cephelerinde Alman Ordusunun yükünü hafifletmesine dayanıyordu. Başkomutan Vekili Enver Paşa da böyle düşünüyordu. Bu sebeple 1916 yılı başların da Çanakkale Cephesinde serbest kalan birliklerin (15. Kolordu) Avrupa Cephesine yardımcı olacak bir bölgede kullanılabileceğini, müttefiki Alman ve Avusturya—Macaristan Başkomutanlıklarına bildirdi.

Bu birliklerin Avrupa Cephesine yardım edecek bir bölgede kullanılması konusunda Enver Paşa’nın yaptığı teklif, başlangıçta hem Alman siyasi makamlarınca hem de Alman Başkomutanlıklarınca geri çevrildi. Fakat Rusların 04 Haziran 1916’da Galiçya’da başlattıkları taarruzun büyük bir başarı kazanması ve bölgedeki Alman, Avusturya—Macaristan Ordularının çok ciddi sıkıntılar içine düşmesi üzerine, bu kuvvetlerin süratle bölgeye gönderilmesi, Osmanlı Başkomutanlığından talep edildi.

Osmanlı Başkomutanlığı, Galiçya’da göndermek üzere l5’inci Kolorduyu görevlendirdi. Bu maksatla da 15. Kolordu en iyi askerlerle takviye edildi ve en iyi silah ve teçhizatla donatıldı… (Galiçya’da harekâtın gelişimini konuyu dağıtmamak için yazının sonuna ekliyorum. İlgilenen okuyucu buradan okuyabilir.) Ancak şunu söyleyeyim ki Galiçya’daki muharebeler esnasında, Avusturyalı ve Alman komutanlar Türk askerlerini Rus ordusunun yoğun top atışlarına karşı "top hakkı" yani kurbanlık kıtalar olarak kullandılar… Müttefik Avusturya askerlerinin Türk askerlerine ‘’Kanonenfutter’’ yani "top yemi" demelerinin nedeni de budur!

Bir jest uğruna harcanan Türk evladı

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletini çok kötü şartlar altında yakalamıştı. 1877 - 1878 Osmanlı-Rus Savaşının ağır sonuçlarına, 1911 - 1912 Balkan Savaşı felaketi eklenince, yalnız ekonomik ve sosyal açıdan değil, siyasal ve askerî açıdan da çok ciddi bir çöküntü içine girilmişti.

Bir savaşa, bir başka ‘’Büyük’’ devletin ‘’vesayeti altında’’ girmek, büyük bir talihsizliktir. Zira bu durum, ‘’Küçük’ devletin, kendi siyasi ve askeri menfaatlerini ikinci plana atarak, ‘’Büyük’’ devletin emellerine hizmet etmesini, kaçınılmaz surette zorunlu kılar. 1’inci Dünya Savaşı’nda da öyle olmuş ve Osmanlı Devleti, siyasi ve askerî hedeflerini geri plana atarak, her türlü askerî ve siyasi manevralarını, Almanya’nın menfaatlerini destekleyecek hedeflere yöneltmiştir.

Osmanlı’nın, pek çok cephedeki birlik ihtiyacını dikkate almadan, Galiçya’ya asker göndermesi, işte bu olgunun bir sonucudur. Bu sonucun doğmasında; Başkomutanlık Karargâhındaki Alman general ve kurmay subaylarının etkileri ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, bağımsız ve derin düşünemeyişinin en büyük tesiri yarattığı şüphesizdir.

Üstelik Galiçya’ya gönderilen Çanakkale muzafferi l5’inci Kolordu, bu konudaki tek örnek de değildir. Aynı yıl içinde Eylül ortasında 6’ncı Kolordu (5’inci ve 25’inci Tümenler) Dobruca’ya; 20’inci Kolordu (46’ıncı ve 50’inci Tümenler ve l77’inci Piyade Alayı) Bulgarlara yardım için Makedonya’ya gönderilmişlerdir. İşte bu nedenle de Süleyman Nazif; ‘’Çanakkale bundan sonra bir isim değil, bir tarih olacaktır. Galiçya da onun zeyli (eki)’’ derdi…

Oysa yurtdışındaki müttefik cephelerine bu asker sevkleri devam ederken, 1916 yılının ikinci yarısında Osmanlı cepheleri şöyle idi: Doğu cephesinde taarruz eden Ruslar, Trabzon ve Erzincan dâhil bütün Doğu Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Rus taarruzları Sivas kapılarına dayanmıştı. Durumu tehlikeli gören bölgedeki 3’üncü Ordu’nun Komutanı Mahmut Kamil Paşa, İstanbul’a gelerek Enver Paşa’dan kuvvet istemiş, kendisine “Kesin sonucun Avrupa’da alınacağı ve gerekirse Sivas’a kadar çekilebileceği” cevabı verilmişti. Irak ve Sina cephelerinde de İngilizler taarruz hazırlıklarını geliştiriyorlardı. Bu hazırlıklar sonunda başlatılan taarruzlar, cepheler de yeterli nicelik ve nitelikte birlik bulunduramamak yüzünden, Osmanlı açısından peş peşe gelen felaketlerle sonuçlanmıştır.

Bu duruma ilave olarak, Almanlarla 02 Ağustos 1914’te imzalanan ittifak anlaşmasında, Osmanlı’ya bu konuda hiçbir sorumluluk ve zorunluluk öngörülmemişti. Tersine, müttefiklerinin Osmanlı’ya her türlü yardım ve desteği sağlayacağı belirtilmişti. Buna rağmen, başta Enver Paşa olmak üzere, yöneticiler, ‘’Hami Devlet’’ Almanya’ya ‘’jest’’ yapmak ihtiyacı duymuşlardır.

Ve böylece, mevcudu yüz bini aşan seçkin ‘‘Türk Evladı’’, ülke menfaatlerine aykırı olarak yurt toprakları dışında harcandılar.

15’inci Kolordu’nun yurtdışına gönderilmesinin siyasi ve askerî sebep ve sonuçları ne olursa olsun, gerçek olan bir husus vardır ki; onun, ülkesinin, ordusunun, birliğinin, sancağının ve üniformasının şan ve şerefine leke sürdürmediği ve bu mukaddes varlıklara, yeni şanlar ve şerefler kattığıdır... Türk ordusu vatanlarından uzakta, savaştılar…  Görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Ve bu görev esnasında Türk ordusu tam 12 bin şehit verdi. 

İsmet İnönü'nün tarihe geçen çok güzel bir sözü vardır. ‘’Büyük devletlerle dostluk kurmak bir ayı ile yatağa girmek gibidir’' demişti İnönü. Dost bile olsa ayı, yatakta insanı ezer mi, tırmalar mı, ısırır mı, belli olmaz! Büyük devletlerin de çıkarları doğrultusunda ne yapacağı belli değildir.

Bu sözü doğrularcasına İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletleri İstanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda Sefir; ‘’Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz’’ der.

Daha da vahimi; Almanlar savaşta Osmanlı ile müttefik olmalarına rağmen sadece kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başladı. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırdı. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan etti. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilmişti. Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine alman General Ludendorf şöyle diyordu; ‘‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’

Tarih tekerrürden ibarettir

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir. Bu konu sık tartışılmasına rağmen yaşanan olaylar; tarihin tekerrürden ibaret olduğunu, ancak pek de tefekkürden ibaret olmadığını defalarca göstermiştir.

Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu konuda şu manzum cevabı veriyor: ‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!’’ Millî şairimizin söylediği gibi tarih ders alınmadığı için birebir tekerrür etmektedir.

ABD aşkına Kore’ye asker göndermemiz konusuna, BM’deki oylamada Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Fransa yanında saf tuttuğumuz konusuna girmeyeyim..

Türkiye 20’yi aşkın ülkede askerî güç bulundurmasına rağmen bunların içinde en dikkat çekici olanı ve zayiat verdiği ülke Afganistan’dır. 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin öncülüğünde Afganistan için bir koalisyon gücü oluşturuldu. Kabil bu koalisyon güçlerinin denetimi dışında tutuldu. BM Güvenlik Konseyi kararıyla Kabil için bir de NATO komutası altında Uluslararası Güvenlik ve Yardım Gücü (ISAF) oluşturuldu. Türkiye, 2001 yılı sonunda, ‘’Büyük Devlet’’ ABD’nin ‘’vesayeti altında’’ ISAF’a katılma kararı aldı. ISAF bünyesinde 50 ülkeden 130 bin asker vardı ve bunların 1646’sı Türk’tü…

Asker bulundurduğumuz diğer bir ülke de Lübnan’dır. BM Lübnan Geçici Barış Gücü Bünyesi'ndeki Türk İstihkâm Birliği 2006 -2013 yılları arasında yedi yıl süreyle görev yaptı… Türkiye’de Güneydoğu’nun dağları mayın kaynarken biz Lübnan’a İsrail sınırına İstihkâm birliği gönderiyoruz…

Başlangıçta ‘’NATO’nun ne işi var Libya’da’’ diye kükreyip ertesi günü ABD’den sonra en büyük Hava ve Deniz unsurlarını Libya’ya ABD yanında Libya’yı yıkmak için gönderiyoruz…

Max Weber’in bilinen bir ‘’Güç Kuramı’’ vardır; ‘’iradenizi bir başkasına zorla kabul ettirmek.’’ Günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ ise daha farklıdır; ‘’İradenizin, sanki kendi kararlarıymışçasına müttefikleriniz tarafından kabul edilmesidir.’’ ABD’ye 11 Eylül saldırısından başka bir saldırı olmadı, ancak ABD günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ doğrultusunda tüm müttefiklerini seferber ederek önce Afganistan’da sonra da Irak’ta görevlendirdi.

ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türkiye’nin de ABD’nin yanında işgale ortak olması için TBMM’den tezkerenin neden çıktığını o zamanki T.C. Başbakanı; ‘’Tezkereyi ABD istedi, biz de çıkardık’’ diyerek izah etmedi mi? Biz Afganistan’a milli çıkarlar için mi gittik, yoksa ABD çıkarları için ABD istediği için mi?

Türkiye kırk yıldan beridir terörle mücadele ediyor. Aynı Türkiye yine terörle mücadele için Afganistan’a asker gönderiyor.

Kimse müttefiklikten, sorumluluktan, milli çıkarlardan ve büyük devlet olmaktan bahsederek Türk milletini kandırmasın. Kimse Atatürk’ün de Afganistan’a asker gönderdiğinden bahsetmesin. Atatürk bağımsız bir ülke olarak kendi iradesi doğrultusunda eğitim yardımı için Afganistan’a asker göndermişti. Şimdi, BM veya NATO, hangi şapka altında olursa olsun işgalci bir ABD’nin yanında Afganistan’a işgalin bir parçası olarak asker gönderdik...

Afganistan’da günlük onlarca masum sivil insan kimi yanlışlıkla, kimisi cinnet geçiren ABD askerlerince katledilmiyor mu? Peter Ustinov; ‘’Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür’’ derdi. Afganistan’da bir devlet (ABD) terörü yok mudur? Biz bu teröre ortak olmuyor muyuz?

Tarihte Afganistan’a; ‘’imparatorluklar mezarı’’ derlerdi. John Berger’e ait olan; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.’’ sözünü doğrularcasına Afganistan’dan mevsimler gibi; İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, Timur geçti, Hintliler geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıdır. Yarın Ruslar gibi ABD de buradan er ya da geç ayrılacak, biz ise işgale ortaklık ettiğimizle kalacağız.

Terörün kökünü kurutmak için taaa Amerika’dan gelip Afganistan’ı işgal eden müttefikimiz ABD, bizim terörün kaynağı Irak’ın kuzeyine girmemize engel olurken biz de ABD için Afganistan’a, Lübnan’a asker göndermekteyiz! Bu çarpıklığı birisi izah etmeli!

Ruslar Sivas’a merdiven dayamışken, Galiçya’ya, Makedonya’ya ve Dobruca’ya Alman çıkarları için asker göndermekle; teröristler Irak kuzeyinden, Kandil dağından ülkeme sızarak mayın döşeyip, eylem yaparak askerimizi şehit ederken, ABD çıkarları için Afganistan’a, Libya’ya, İsrail çıkarları için Lübnan’a asker göndermek arasında ne fark vardır?

Enver Paşa’nın koskoca bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olan o zamanki Alman hayranlığı ile günümüzde ülkenin bekâsını tehdit ettiği artık aşikâr olan BOP eşbaşkanlığı arasında ne fark vardır?

Suriye’ye karşı bu düşmanlık niye idi? ABD istedi diye mi? Teröristin başı Şam’da karargâh kumuş iken ve Suriye bize düşman iken ABD neredeydi? O zaman Suriye ABD’nin iyi bir müttefiki değil miydi? O zaman Suriye Basra’daki koalisyon güçlerine ABD yanında asker vermiyor muydu?

Dün Birinci Dünya savaşında çıkarlar çatışınca harbin içinde Osmanlı ile Almanya Bakü’deki petrol yatakları için karşılıklı muharebeye girerken, bugün çıkarlar çatışınca müttefikimiz ABD Irak’ta başımıza çuval geçirmedi mi? ABD’nin çıkarları değişince Suriye’de Esad yanlısı olmadılar mı? Çıkarları değişince ABD, Suriye’de PKK’nın kolu PYD’yi desteklemeye başlamadı mı? ABD, PYD’yi bölgesel müttefik olarak ilan etmedi mi? ABD, Irak’tan çekilirken geride Irak’ın kuzeyinde malumu ilan edilmemiş bir Kürdistan bırakmadı mı? ABD, Suriye’den de elini eteğini çektiğinde geride Suriye’nin kuzeyinde bir başka Kürdistan bırakmayacak mıdır? Bu mudur stratejik derinlik?

Millî şairimizin söylediği gibi; ‘’hiç ibret alınsaydı, Tarih tekerrür mü ederdi?” Ne diyordu Mehmet Akif:

''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''

 ‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir?

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları yinelenmektedir. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiştir. İngiltere'nin yerini ABD, Almanya'nın yerini AB, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Tek fark paylaşım savaşının kısmen artık topla tüfekle yapılmayacak olmasıdır.

Yaklaşık yüz yıl önce sormuştu Mehmetçik; ‘’Kumandanım Galiçya ne yana düşer?’’ diye. Suriye’de hüküm süren savaşın, bütün Batılı kaynaklar tarafından 1618 – 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve mezhep savaşı olarak nitelenen ‘’30 Yıl Savaşları’’na benzetildiği bir ortamda ve eşiğinde bulunduğumuz ve tüm dünyanın Doğu Akdeniz’de karşımızda bulunduğu Üçüncü Paylaşım Savaşı öncesinde ben de sorayım istiyorum; ‘’Kumandanım! Afganistan ne yana düşer, Suriye ne yana, Libya ne yana?’’

İşte bu nedenlerledir ki mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN

(*) Abdurrahman Abdi Paşa

Osmanlı vezirlerinden Abdurrahman Abdi Paşa, 17'nci yüzyılda yaşar. Arnavut kökenli Abdi Paşa, Budin Valiliği sırasında Haçlı Ordusunun kuşatmasına karşı durur ve 3,5 aylık kuşatma süresince 18 kez Haçlıları püskürttür. Abdi Paşa, askerleriyle ön saflarda savaştığı sırada 70 yaşında şehit olur. Budin'e daha sonra yerleşen Macarlar tarafından Abdi Paşa'nın şehit olduğu yere dikilen mezar taşında, "Kahraman düşmandı, rahat uyusun." ifadesi yazılıdır. Kitabedeki tam ifade şu şekildedir: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Paşa bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının ikinci günü öğleden sonra, yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun." Çelenk koyduğumuz yer bu mezardı...

Galiçya muharebeleri

Galiçya Kolordusu, l9’uncu ve 2O’inci Tümenleri bünyesinde bulunduruyordu. Kolordu birlikleri Şarköy ve Keşan bölgelerinde toplanmıştı. İlk hazırlık emri 09 Temmuz 1916’da alındı. Bir gün sonra, Galiçya’ya gidileceği bildirildi. Birlikler hazırlıklarını süratle tamamlamaya çalıştılar. Birçok silah ve teçhizat ile bazı kıtalar, diğer tümenlerden alınarak tamamlanabildi.

17 Temmuz’da ‘’Konakçı Müfrezesi’’ Macaristan’daki ilk konak bölgesi olan Şabatka (Subatitsa ) hareket etti. Kolordu birliklerinin Uzunköprü ve Alpullu istasyonlarından trenlere binmesi planlanmıştı. İlk kafile 23 Temmuz’da, son kafile 11 Ağustos’ta hareket etti. 27 Temmuz’da 5’inci Ordu Komutanı Mareşal Liman Van Sanders, ertesi gün de Başkomutan Vekili Enver Paşa Uzunköprü’ye gelerek birlikleri denetlediler ve kolordunun durumu hakkında bilgi aldılar.

İlk kafilesi 02 Ağustos’ta bölgeye varan birlikleri Enver Paşa, beraberinde Avusturya generalleri ile Alman ve Avusturya subayları olduğu halde, 04 Ağustos’ta Macaristan da tekrar denetledi. Ertesi gün 05 Ağustos’ta birliklerin ilk kafilesi Yataynisa istasyonundan cepheye hareket etti. 12 Ağustos’ta l9’uncu Tümen Miçiçov’da muharebe karargâhını kurmuştu.

15’inci Kolordu geldiği zaman, bölgede, Alman genel karargâhına bağlı ‘’Balkan Cephesi Ordular Grubu’’ ve Avusturya genel karargâhına bağlı ‘’Avusturya Veliahdı Karl Ordular Grubu’’ bulunmakta idi.

l5’inci Kolordu, Karl Ordular Grubuna bağlı, komutanlığını Orgeneral Graf Van Bothmer’in yaptığı ‘’Alman Güney Ordusu’’ kuruluşuna dâhil edildi.

15’inci Kolordunun bölgeye intikali sırasında, Rusların 04 Haziran’da başlattığı ve büyük başarı kazandığı muharebeler sürmekte idi. Bu yüzden, muharebe sahasına ilk gelen ve muharebe karargâhını 12 Ağustos’ta kuran l9’uncu Tümen, hemen iki gün sonra, 14 Ağustos’ta, Zlotalipa doğu sırtlarında Rus kuvvetleri ile ilk muharebesine girdi.

20’inci Tümen de 22 Ağustos’ta Pototory ile Bozykw arasında bulunan 54’üncü Avusturya Tümeninden savunma bölgesinin sorumluluğunu devir alarak muharebelere dâhil oldu.

Kolordu, 22 Ağustos 1916 günü saat 12.00 itibarıyla göreve başladığını, orduya bildirdi. Ordu Komutanı Orgeneral Bothmer, gönderdiği yazı ile Çanakkale kahramanı l5’inci Kolordunun, bölgesinde görev almasından duyduğu memnuniyeti belirtti ve başarı diledi.

15’nci Kolordunun cephe sorumluluğunu almasından hemen sonra, Eylül ayının ortasından itibaren muharebeler giderek şiddetlendi. 16 ve 17 Eylül’de, Ruslar, iki gün boyunca sürekli olarak ve kütleler halinde taarruz ettiler. l5’inci Kolordu, 20 km’den fazla cephede ve en kötü arazi şartlarına rağmen, Ordu cephesinin yarılmasını önledi. Bu başarıya karşılık, 95 subay ve 7.000 er zayiat verdi. 6 tabur ve 22 bölük komutanı şehit oldu. Bazı bölüklerde hiç subay kalmadı. Rusların, beş kat fazla zayiat verdiği tespit edildi.

18 Eylül’den itibaren oluşan kısmi sükûnet, 30 Eylül’de Rusların başlattığı yeni taarruzla tekrar bozuldu. Çetin süngü muharebelerinin cereyan ettiği bu savaşlarda, Türk askeri, komuta kadrosundaki büyük yoksunluğa rağmen azimle dövüştü. Günlerce süren savaş, yeniden 15 subay ve 3.000 er kaybına sebep olurken, Rusların kaybı kat kat fazlaydı.

Bu muharebeler sonunda, çok ağır kayıp veren 2O’inci Tümen cephe gerisine alındı ve yeniden düzenlendi.

Kasım ayı, cephede durgunlukla geçti. Birlikler, önceki muharebelerden alınan derslerden yararlanarak eğitime ve tahkimata ağırlık verdiler. Aralık ayının ikinci yarısında, Rus siperlerinde hareketlenmeler görüldü. Erler, savaşın gereksizliğinden, enternasyonal barış ve dostluktan bahsediyorlardı. Buna rağmen Ruslar, 28 Ocak 1917’de, 25 Şubat ve 05 Mart’ta, yeni taarruzlar başlattılar. Fakat hepsi, l5’inci Kolordu tarafından ağır zayiat verdirilerek geri püskürtüldü. Nisan ayı ortalarından itibaren, Rus siperleri iyice hareketlendi. Haziran başından itibaren Ruslar yeni bir taarruz hazırlığına giriştiler.

Bu arada 19’uncu Tümen, 12 Haziran’dan itibaren Anavatana geri çekildi.

Ruslar, beklenen taarruzlarını 29 Haziran günü saat 05.00’te başlattılar. Taarruzlar, ertesi gün de sürdü, ağır zayiatla geri püskürtüldü. Fakat 01 Temmuz’daki taarruzları 24’üncü Alman Tümeni bölgesinde derin girmeler yarattı. 02 ve 03 Temmuz’da yapılan karşı taarruzlarla durum güçlükle düzeltilebildi.

Bu arada, 15nci Kolordu Karargâhı da 15 Temmuz’dan itibaren Anavatana döndü.

Rus birliklerinin savaşma gücü ve moralinin çok zayıfladığı anlaşılınca, Alman ve Avusturya Başkomutanlığı, genel karşı taarruz kararı verdi. İleri harekât 20 Temmuz’da başladı. 22 Temmuz’da Rus Cephesi çözüldü. Genel karşı taarruza 2’inci Tümen de katıldı. Ay sonuna kadar süren muharebelerde tümen, birçok bölgeyi ele geçirdi. Ağustos başında, taarruz durduruldu.

20’inci Tümen, 05 Ağustos’ta Anavatana dönüş emri aldı. 16 Ağustos’ta topçular, 22 Ağustos’tan itibaren de piyadeler trenle intikale başladılar. 26 Eylül’de tüm birlikler yurda dönmüştü.

Galiçya’da savaş, 03 Mart 1918’de imzalanan Brestlitovsk Antlaşması ile son buldu.

Osman AYDOĞAN



Gazikovan

13 Ağustos 2020

Dünkü yazımda bir Çanakkale şehidi (Şehit Binbaşı Ali Faik Bey)’nin hatıraları ve eşyalarının oğlu (Alb. Ahmet Naci Kabatepe) ve torunu (Erdal Kabatepe) tarafından bir nasıl korunarak günümüze aktarıldığını anlatmış ve yazımı ‘’Keşke her şehidimizin böyle bir oğlu ve böyle bir torunu olaydı!...’’ diye bitirmiştim…

Hayat her zaman böyle vefalı evlat ve torunlarla dolu değildir…

Bugün ise gelin size bir başka hikâye daha anlatayım (*)...

Bu hikâye için önce sizi 1921 yılı Mart ayına İnönü Ovasına götüreyim…

Mart 1921 - İnönü Ovası

İnönü Ovası İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı.

Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı. Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir harmoniği, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. 

Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.

Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı.

Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti.  

Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.  

Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatte erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.  

Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.    

Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının '’kalem'’ dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339 İnönü" 

İmalat-ı Harbiye Atölyesi - Ankara

Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi.  

Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!" Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı.  

Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu.  

Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı.  

Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi.  

İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı.  

Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.    

Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı.  

Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.  

Eylül 1922 - Ankara

Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. 

Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.  

Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.  

Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;  

"Bismillahirrahmanirrahim. 

Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz.  

Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.  

Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341  Salihli" 

Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.  

Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu:  

           İzmir'in dağlarında çiçekler açar
           Altın gümüş orda sırmalar saçar
           Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
           Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
           Adın yazılacak mücevher taşa.

Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı.   Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti. 

Ocak 1923 - Ankara

Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.  

29 Ekim 1923 - Ankara

Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.  

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.  "Evet teğmenim? Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. "Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. 

O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.  

Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam  ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...  

On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son  top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla  kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. 

Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti.  

"Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim."  

Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı.  

Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.  

1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da "Gazikovan" soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. "Kovan" sözcüğü insanlarda "Kovalayan" anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.  

Temmuz-2005 İstanbul Gazikovan ailesinin evi

"Alooo! İyidir kanki yaa nolsun! Siz ne ayardasınız? Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma... Taşınıyoruz ya; bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım. Bir sürü ıvır zıvır var. Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim.... Ya! Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor... Tamam baba. Araşırız. Baaay!"  

Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı; "Ne var yaa? Ne kaynaşıp duruyon?" "Doğru konuş yırtarım ağzını. Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin."  "Tamam yaa! Toplayacağız işte"  "Hadi sallanma." 

Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu. Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti. Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı. Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı. Bir süre üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı. Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu. Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;

"Evlatlarım, torunlarım! Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür.  Üzerinde yazanları yeni alfabemizle bir arka sayfaya not ettim. Bu defterdeki hikâye ve kovan, sizlere intikal ettirdiğim en kıymetli mirâsımdır. Sakın ola ki yitirmeyin ve satmayın. Kıymet bilmezlerin himâyesine vermeyin. Gerekli hürmeti ondan esirgemeyin. Evinizde, vatan kadar kutsal yegâne varlık varsa o da bu emanetimdir. Hakkın rahmeti ve inâyeti üzerlerinize olsun. Babanız, dedeniz, Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953"  

Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında ölmelerinin üzerine eşyaları, acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet'in evlerine götürülmüştü. İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken, kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış, bodrum katlarda neredeyse çürümeye terk edilmişti. Babasının kovan hakkındaki hikâyesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey, bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş, her aklına geldiğinde bir sonraki sefere ertelemişti. Lâkin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif Bey de Hakkın rahmetine kavuştu. 

Ardında, hikâyeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak. Hamdi Vâsıf'ın bu en değerli mirasına elli yıl sonra ilk dokunan, torununun çocuğu Sertan oldu.  

Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu. Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti. O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı; "Alooo! ..... '' ''Hadi yaa! Mega fikir!......'' ''Tamam moruk. Geliyorum. Bekleyin.'' ''Kızlardan kimler var?...'' ''Uff! Kadroya bak! Pelin'e dokunanı yakarım bilmiş olun"  

Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu "Ulan başlarım kovanına daaaa, defterine deee!" . Söve saya merdivenleri çıktı. Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı. Âlemlere akmaya gidiyordu.  

Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer'deki yeni evlerine indirirken, Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı.  

Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar, bir milletin kadir bilmezliğine yakılmış ağıt gibiydi. Çatırdayan, kovanın sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki. Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu. Mustafa Kemal'in tüm kötülükleri, cehaleti, geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu. Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin, yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı. Ve hatta Ertan’ın yaşındayken şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuş'un kemikleriydi.

Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur.  

Osman AYDOĞAN

(*) Bu hazin hikâye bir kurgudur. 2006 yılında o zamanki Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Org. Ergun Saygun’un emri ile bu hikâyeye uygun olarak Ankara'daki 1011 Ana Tamir Fabriikasında Gazikovan’ın üç adet benzeri yapıldı. Gerçeğe benzetilmesi için kovanlar eskitildi. Bunlardan bir tanesi Kara Kuvvetleri Karargâhı Komuta Katına girişte sağ tarafta camekânlı bir vitrine özenle yerleştirildi. Yanına hikâyesi not edildi. Mektupların aslına yakın benzeri kondu. Bir tanesi Kara Kuvvetleri Komutanlığınca MKE Kurumuna hediye edildi. Halen MKE müzesinde sergilenmektedir. Üçüncüsü de adı daha sonra 4. Ana Bakım Fabrikası olarak değiştirilen yapıldığı fabrikada sergilenmektedir. Bu projede cüzi de olsa bir katkım oldu. Hikâye alıntıdır, gerçek kaynağı bilinmiyor... 



Şehit Binbaşı Ali Faik Bey

12 Ağustos 2020

Sizlere, bugün 10 Ağustos 2020 tarihinde, Gelibolu’da ‘’Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’’nde yapılan ve benim de davetli olarak katıldığım bir töreni anlatacağım…

Ancak 10 Ağustos 2020 tarihine gelmeden, bu töreni anlatmadan önce gelin –mutat olduğu üzere – tarihte bir yolculuk yapalım… Zaten tören de tarihle ilgili…

Önce Kolağası Şakir Efendi’den başlayayım…

Kolağası Şakir Efendi, 1897 yılındaki Türk – Yunan Savaşı’nda Epir cephesine gönderilir… Osmanlının son zaferi Dömeke Meydan Muharebesine katılır. Bu muharebedeki başarısı nedeniyle Padişah’tan takdirname alır. Kolağası Şakir Efendi, Kepsut Askerlik Şubesi başkanı iken 1911 yılında vefat eder.

Kolağası Şakir Efendi’nin iki erkek evladı vardır. Büyüğü Ali Faik Bey, küçüğü Mehmet Fevzi Efendi… Her ikisi de arka arkaya önce Işıklar Askerî Lisesinden, sonra da Harbiye’den mezun olurlar… Ali Faik Bey Binbaşı iken, kardeşi Mehmet Fevzi Efendi de Harbiye’yi bitirir bitirmez Balkan Savaşı’nda buluşurlar…  

Balkan Savaşı bitince her iki kardeş bu sefer de Çanakkale Savaşı’nda buluşurlar. Teğmen Mehmet Fevzi Efendi 77. Alay 1. Tabur 2. Bölükte görevli iken Çanakkale kara muharebelerinin başladığı ilk gün olan 25 Nisan 1915 tarihinde vücuduna 12 yara alarak şehit olur. Teğmen Mehmet Fevzi Efendi şehit olduğunda henüz 25 yaşındadır… Binbaşı Ali Faik Bey, şehit kardeşinin haberini aldığında günlüğüne şunları yazar: ‘’Burada acı haber geldi. Kardeşim Mehmet Fevzi dün 25 Nisan’da şehit düşmüş. 25 yaşında gencecik. Görmeye gittim. 12 yara almış. Ağladım. Na’şına eğildim ‘Ne mutlu sana şehadet mertebesine erdin, Allah bana da nasip etsin!’ dedim. Cepheye döndüm…’’

Binbaşı Ali Faik Bey, 4. Kolordu 11. Tümen 33. Alay 1. Tabur Komutanıdır. Allah Binbaşı Ali Faik Bey’in de duasını kabul eder. Binbaşı Ali Faik Bey de kardeşinin şehadetinden beş gün sonra 30 Nisan 1915 tarihinde Kabatepe’de alnına isabet eden bir mermi ile şehit olur. Binbaşı Ali Faik Bey şehit olduğunda 43 yaşındadır.

Binbaşı Ali Faik Bey’in şehadetini müteakip Başkumandan Vekili Enver Paşa, şehidin eşine bir taziye kartı gönderiyor. Bu kartta şöyle yazıyor Enver Paşa:

‘’Osmanlı Orduyu Hümayunu Alay 33 Tabur 1 zevceniz Binbaşı Ali Faik Efendi bin Şakir 17 Nisan 331 tarihinde Gelibolu’da meydanı harpte bir Osmanlı Askeri’ne yakışan kahramanlık ve fedakârlıkla şehit oldu. Dini celili İslamın ve mukaddes vatanın müdafaası uğrunda hayatını feda edenlerin arkalarında bıraktıklarına düşen vazife yeis ve fütur değil fahri sürurdur.  Bütün arkadaşları gibi merhumun da kıymetli hatırası yalnız sizin değil daha büyük ailesi olan Ordunun kalbinde ebediyen saklı kalacağına ve intikamının düşmanlarımızdan alınacağına emin ve bununla müteselli olunuz. Muhterem Şehidin bütün yakınları ve sevenleri için Allah’tan ecir ve sabır tazarru ederek beyanı hürmet eylerim.  Başkumandan Vekili Enver’’

Binbaşı Ali Faik Bey’in tek oğlu vardır. O da asker olur. Albay Ahmet Naci Kabatepe 1960 yılında Bitlis’te 34. Piyade Alay Komutanı iken kendi isteği ile emekliye ayrılır. (Ve yıllar yıllaaar sonra alaydan tugaya dönüşen 34. P. Tugay Komutanlığı görevini yapmak bana da nasip olur.) Albay Ahmet Naci Kabatepe, 1994 yılında İstanbul’da vefat eder. Albay Ahmet Naci Kabatepe 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca babasının Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğü Kabatepe’nin hatırasına soyadını ‘’KABATEPE’’ olarak alır.   

Albay Ahmet Naci Kabatepe’nin de tek oğlu vardır: Erdal Kabatepe…

Binbaşı Ali Faik Bey’in çok az subayda olan bir özelliği vardır; günlük tutar. Çocukluğundan itibaren günlük tutar… Özellikle Balkan Savaşı’nı bu günlüğünde günü gününe anlatır. Ailesine yazdığı mektuplar vardır. Bu mektuplar, Halil Cibran’ın Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarından, Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan hiç de aşağı kalır değildir. Hatta onlardan daha duygulu, daha içten ve daha bir derinliklidir…

Şehitlerimize millet olarak minnet borçluyuz. Ancak şehidin ailesinden şu kişilere de aynı derecede millet olarak minnet borçluyuz diye düşünüyorum… Birincisi Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in günlüklerini ve eşyalarını titizlikle muhafaza eden şehidin biricik oğlu Albay Ahmet Naci Kabatepe’nin eşine… İkincisi şehidin bu hatıralarını ve eşyalarını açıklayıcı notlarla biricik oğlu Erdal Kabatepe’ye emanet eden Albay Ahmet Naci Kabatepe’ye… Ve üçüncüsü şehidin bu hatıralarını ve eşyalarını Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevirterek bir kitap haline getiren şehidin torunu Erdal Kabatepe’ye…

Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in hatıralarının çoğu Balkan Savaşı’na ait… Ne yazık ki Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in Çanakkale günlükleri şehit olduğu zaman Anzak askerleri tarafından şehidin üzerinden alınıp Avustralya’ya götürülüyor. Bu günlükleri, 1931 yılında, Miss May Summerbelle çalıştığı müzede buluyor ve günlükleri Avustralya’da Evening News, Syndey gazetesinde İngilizce olarak yayınlıyor.

Şehidin biricik erkek torunu Erdal Kabatepe, dedesi Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in hatıralarını, bir kitap haline getirmek için Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevirttirdiğinde, çeviren kişinin asker ve tarihçi olmaması nedeniyle çevirinin askerî terminoloji ve harp tarihi açısından gözden geçirilmesi ihtiyacını hissediyor.

Şehidin biricik erkek torunu Erdal Kabatepe bir şekilde bana ulaşıyor.

Asker olmam nedeniyle askerî terminolojiye olan hâkimiyetim, tarihe merakım nedeniyle Balkan Savaşı’na olan vukufiyetim, Arapçam nedeniyle Osmanlıcaya olan yatkınlığım ve yazılarım nedeniyle ifade kabiliyetim çok cüzi de olsa bu kitaba katkı yapmamı sağlıyor… Erdal Bey de lütfedip kitabında teşekkür için bana da yer veriyor…

Ve kitap 2020 yılı Nisan ayında yayınlanıyor… (Erdal Kabatepe, ‘’Ben Binbaşı Ali Faik Bey’’, Ömür Matbacılık, Nisan 2020)

Bu kitaptan da yola çıkarak T.C. Kültür Bakanlığı ile Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı ortaklaşa olarak bir belgesel hazırlıyorlar.

Şehidin torunu Erdal Kabatepe kendisinde bulunan şehit dedesinin bütün hatıratını ve eşyalarını ‘’Bende kalıp gün boyu bir camekân gerisinde sadece ben göreceğime tüm bir milletim görsün’’ diye Gelibolu’daki ‘’Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’’ne bağışlıyor.

İşte yazımın girişinde bahsettiğim 10 Ağustos 2020 tarihinde, Gelibolu’da ‘’Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’’nde yapılan tören hem Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’i anmak hem Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in belgeselini tanıtmak hem de Şehit Binbaşı Ali Faik Bey’in hatıralarının sergisini açmak amacıyla yapılıyor. Bu törene Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı, Çanakkale Valisi, 2. Kolordu Komutanı, Avustralya Askerî Ateşesi, Birleşik Krallığı temsilen bir albay ve Eceabat Kaymakamı katılıyor…

Bahsi geçen belgeselin bağlantısını ekte sunuyorum.  Toplam 25 dakika süren bu belgeseli mutlaka ama mutlaka izlemenizi arzu ederim…

1916 Kut’ül Ammare şehidinin bir torunu olarak, benim elimde şehit dedeme ait hiçbir belgenin, hiçbir eşyanın olmamasına hayıflanıyorum…

Keşke her şehidimizin böyle bir oğlu ve böyle bir torunu olaydı!...

‘’Ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ derdi Cicero..

Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum…

Osman AYDOĞAN

‘’Ben Binbaşı Ali Faik Bey’’ belgeseli:

https://drive.google.com/file/d/1tywcq37PA4kqg69iF01VM4IRDlJlp-v1/view

Kitabı:



Genése

08 Ağustos 2020    

Günlerdir şiir paylaşıyorum,  şiir anlatıyorum… Ne yapayım... Günler öylesine kasvetli ki!... Bu kasvetten uzaklaşmanın tek yolu da ‘’şiir’’…  Ne yapayım, ben de orada nefes alıyorum, orada huzur buluyorum… Ancak biraz daha şiir paylaşsam ve biraz daha şairler hakkında yazsam hem sizi bıktıracağım hem de gündemi kaçıracağım…

Gündem; ekonomi… Gündem; Dolar, Euro ve altının yükselişi… Sanılanın aksine bu yükselişin birinci sebebi ekonomi de değil diye düşünüyorum… Bu yükselişin birinci sebebi ülkede yerlerde sürünen hukuk, olmayan demokrasi, adaletsizlik, üretimsizlik, liyakatsizlik, meşveretsizlik, en üst perdeden seslendirilen ''biz ve onlar'' söylemi, parlamentonun devre dışı kalması, kisrâ alışkanlığı, saray düşkünlüğü, berbat dış ilişkiler, mezhepçi dış politika, ‘’fetih’’ ve ‘’Kızıllma’’ nidalarıyla yapılan Suriye ve Libya hârekatı, S-400 şovu… Ekonomi bunların bir sonucudur diye düşünüyorum…

Ancak tüm bunların da tek bir müsebbibi vardır... Bu müsebbip sanıldığı gibi siyasiler de değildir… ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi. Ben suçlu kapsamını daha da genişletip şairlerin yanına, sözde ‘’aydın’’ olan edebiyatçıları, yazarları, çizerleri ve bilim adamlarını da ekleyeceğim… Ama bunların liboş olanlarını, yandaş olanlarını, yalaka olanlarını, avanak, aptal, avantacı olanlarını, saf ve salak olanlarını ve kandırılanlarını ekleyeceğim… ABD’li şair Irwin Allen Gisberg’in söylediği gibi politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama aydının vardır… Aydının görevi; iktidara yamanmak, ona yalakalık, yandaşlık ve yavşaklık yapmak değildir… Aydının görevi doğruyu, bilimi, aydınlığı, barışı, sevgiyi ve esenliği esas alarak iktidarlara ve muktedirlere yol göstermektir.

Bu yalaka, yandaş ve yavşak sözde aydınların ülkemizde sayısı oldukça çoktur… Bu konuda ülkemiz çok mümbittir… Ben bugün bu sözde aydınlardan sadece ikisini örnek olarak anlatacağım… Bunlardan elvan türlüsünü neredeyse hemen her gün renkli ekranlarda mebzul miktarda görüyoruz zaten…

Ama sizi kasvete sokmadan önce size biraz müzikten bahsedeyim… Sakın ola ki bu giriş ile müziğin ne ilgisi var da demeyin! Sabredin!

Armand Amar

Peşinen söyleyeyim; Armand Amar ülkemizdeki kötü gidişten sorumlu gördüğüm sanatçılardan birisi değil! Tam tersi kendi ülkesinin ‘’varoluşu’’nu sanatıyla savunan bir sanatçı…

Armand Amar, film müzikleri yapımcısı olan bir bestecidir. 1953 Kudüs doğumlu, babası Fas asıllı bir Fransız,  annesi İsraillidir. Küçükken babasıyla birlikte Fas’a göçerler. Fas’ta yerel çalgılar olan tombak, konga ve tabla gibi vurmalı çalgı aleti çalarak müziğe başlar. Dansla ilgilenir... ‘’Bab’aziz’’, ‘’Home’’, ‘’Amen’’,  ‘’Va, vis et deviens’’, ''Human'', ''Mediterranée’’, ‘’Planet Ocean’’, ‘’La Terre vue du ciel’’ ve ‘’Le Concert’’ gibi onlarca filmin ve televizyon yapımının müziğini yaparak  César ödülünü alır... ‘’Leyla ve Mecnun’’ adında bir de oratoryo besteler.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger (1889-1976) "Oturmadığın yer senin değildir" derdi. Benzer şekilde; ‘’yerel olmadan evrensel olamazsınız’’ derdi bilge kişiler. Armand Amar, tam da bu sözleri müziğinde teyit edercesine eserlerinde Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Ön Asya’nın etnik ve yerel müziğini Avrupa dokunuşuyla sunar. Armand Amar, eserlerinde mistik, dini, tarihi, mitolojik, duygusal her türlü yerel figürü, düdük sesinden uda, teften piyanoya her türlü çalgıyı, Moğol’dan Araba, Acem’den Berberi’ye her çeşit vokali kullanır. Sonunda evrensel nitelikte şahane erserler ortaya çıkarır.

Ancak Armand Amar’ın müziğinde hep naif bir hüzün vardır, feryâd vardır, figân vardır. Armand Amar’ın müziğindeki bu hüzün, bu feryâd, bu figân doğduğu topraklardan, yaşadığı coğrafyadan ileri gelir… .

Armand Amar’ın Fransa doğumlu Ermeni müzisyen Lévon Minassian ile 2006 yılında ortak çıkardıkları ‘’Songs from a world apart’’ isminde mükemmel bir albümü vardır.  Bu albümde yer alan ‘’Hovern'engan’’ isimli eser müthiş bir eserdir…

Armand Amar’ın bahsettiğim film müziklerini ve diğer eserlerini İnternetten bağlantısını bulup dinlemek size kalmış. Ama ben Armand Amar’ın ''La terre vue du ciel'' isimli albümünde yer alan bir eserinin bağlantısını yazımın sonunda paylaşacağım ki bu eser beş bin yıllık bir tarihi ve beş bin kilometrelik bir coğrafyayı beş dakikada anlatır: ‘’La Genèse’’

La Genèse

Genése (Genésis), "Eski Ahid'in yaratılış tarihini içeren ilk kitabının adıdır. Yani Tevrat'ın ilk bölümünü oluşturan Hz. Musa'nın beş kitabından ilkinin Fransızca adıdır. "Oluş" (yaratılış) anlamındadır. Osmanlıcası ‘’Tekvin’’ olarak isimlendirilir... Dünyanın yaratılışını, Âdem ile Havvâ'yı, cennetten kovuluşu, Habil ve Kabil'i, Nuh Tûfânı'nı, Bâbil Kulesi'ni anlatır. İbrâhim’i, İshak’ı, Yâkub’u ve Yusuf peygamberleri anlatır. Kenan ülkesini anlatır. Yahudiliğin var oluş felsefesini anlatır…  Daha önce bu sayfalarda anlattığım Delilah (Dilayla) efsanesi de bu bölümde geçer...

Genése, müzikte sadece Armand Amar'ın eserinin adı değildir. Genése, Batı şarkılarında sık sık kullanılır. Bu sayfalarda daha önceleri Batı müziğinden örnekler verirken (Tom Jones Delilah, La Paloma vb.) de yazmıştım. El âlem basit bir şarkısında, müziğinde bile beş bin yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor… Bu tarihi derinlikte de geçmişini, unutmuyor, unutturmuyor. Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak lay lay lom geçip gidiyor…

Keşke bu konudaki şikâyetim bu kadar ve bu şekilde olsaydı… Anlattığım gibi elâlemin sanatçısı, aydını Armand Amar gibi kendi kuruluş ve var oluş felsefesini her fırsatta, hatta düdükle, tefle diri tutmaya çabalarlarken bizim girişte bahsettiğim sözde aydınlarımız ise kendi kuruluş felsefemizi, kendi hikâyemizi ve kanla, irfanla kurulmuş olan Cumhuriyetimizi her fırsatta çürütmeye çalışırlar... 

Sözde ‘’aydın’’

Yalçın Küçük, beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ (Tekin Yayınevi, 1990) isimli kitabında ‘’Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir’’ diye yazardı… O günden bugüne istisnalar hariç Türk aydını iktidarların güdümüne girerek muktedirlere yamanmıştır...

Ancak iktidar güdümünde, muktedirler yanında bir aydın olmak da zor zanaattır Türkiye’de… Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister…

Düşünüyor musunuz böyle bir aydın olmak için; iktidar AB yanlısı iken AB’ci, iktidar AB’den vazgeçtiğinde de anti AB’ci olacaksınız… İktidar lideri BOP’un eşbaşkanı iken ABD’ci, iktidar ABD ile ters düştüğünde de anti ABD’ci olacaksınız… İktidar FETÖ ile içli dışlı iken, iktidar, FETÖ ne isterse verirken FETÖ sever olacaksınız, FETÖ liderine övgüler düzeceksiniz, TSK’ya hakaretler yağdıracaksınız, hakaretler de kesmez, FETÖ, ahlaksızca, namussuzca, hayâsızca TSK’ya kumpas kurarken onlarla ortaklık yapacaksınız… İktidar ile FETÖ çıkar çatışmasına girince bu sefer de iktidar ile beraber FETÖ’ye söveceksiniz, küfredeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ derken, PKK destekçisi olacaksınız, PKK’nın başına, Kandil’e övgüler yağdıracaksınız, gidip Kandil’e ziyaretçi olacaksınız, Oslo’ya methiyeler düzeceksiniz, megri megri diye halay çekeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ni çöpe attığında da en katıksız HDP düşmanı siz olacaksınız, seçilmiş ancak hakkı gasp edilmiş belediye başkanlarını ziyaret etti diye bir başka belediye başkanını teröristlikle suçlayacaksınız…

Bu örnekler uzatılabilir… Ancak demem o ki iktidar güdümünde, muktedirler yanında aydın olmak zor zanaattır bu memlekette… Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister… Bakın renkli camlara, bunların elvan türlüsünü hemen hemen her akşam orada mebzul miktarda görürsünüz… Bu nedenle bu tür Türk aydını omurgasızdır, renksizdir, kişiliksizdir... 

Russel Gough, "Karakteriniz Kaderinizdir" (HYB Yayıncılık, 2002) adlı kitabında derdi ki: "Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır." Yani eğer karakter gelişmemişse tahsil işe yaramıyor. Tıpkı tahsil icra eylemiş ancak iktidara yamanmış bu tür aydınlar gibi… Roosevelt de derdi zaten: “Bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek topluma bir bela kazandırmaktır.” İşte bizim bu sözde aydınlarımız da tahsil görüp de karakteri gelişmeyen, toplumun zihnen eğittiği ancak ahlâken eğitemediği toplumun başına bela kesilen kişilerdendir...

Şimdi işte bu sözde aydınlardan ikisinden bahsedeceğim…

Önce birincisi:

Bu sözde aydınımız bir sosyalist olarak Birikim Dergisinde çıktığı yolculuğunu Özel Harpçilerin, MİT Müsteşarının, Psikolojik Savaş uzmanlarının masasında bitirir. Emre Aköz, Mümtazer Türköne, Emre Uslu ve diğer niceleri gibi sahibinin sesi olur. Sosyalistliği de zaten Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktan ibaretti…  Sözde sosyalist idi özde ise hedonisttir.

William Faulkner, James Joyce, John Berger ve Karl Marx gibi isimleri dilimize çevirince kendisi Abdurrahman Çelebi zannedilmiştir… ‘’Yetmez ama evet’’çidir…  II. Cumhuriyetçidir. Bir vakitlerin sözde ''Barış Süreci''nin akil adamlarındandır. Liboştur, yandaştır… (Yanlış anlaşılmasın, liberallere saygım sonsuz, liboş çok faklı bir anlamdadır.)

2011 Türkiye genel seçimlerine yönelik o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Artvin’in Hopa ilçesi mitingi öncesinde yaşanan eylemlerde polisin sıktığı tazyikli su ve biber gazı ile fenalaşarak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiren emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu ‘’adamın birisi ölmüş’’ diyerek Ergenekon safsatasıyla irtibatlandırmaya çalışır…

Taraf gazetesinde yazdığı yazılarla da ahlâksızca, şerefsizce, adice, kalleşce TSK düşmanlığı, Cumhuriyet düşmanlığı yapanların yanında yer alarak onlarla ortak saflarda buluşmuştur…

Kendi ifadesi ile kandırılanlardandır. 2002'den beri bugünün Türkiye’sini yaratmak için aktif olarak canla başla çalışır, buna karşı duran, uyaran herkesi ahmak diye nitelemiş, kandırıldığı kafasına dank edince de şimdi "bir cehennem" dediği bugünün Türkiye’sinden İngiltere’ye gitmeye karar vermiştir…

Bu sözde aydınımız iş adamı ve Demokrat Parti'den milletvekilli olan Burhan Asaf Belge'nin oğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğenidir. Macar asıllı Amerikalı aktris ve televizyon yıldızı Zsa Zsa Gabor üvey annesidir. Halen Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesidir. Aynı zamanda çevirmendir. Sanatçı Hale Soygazi ile beraber yaşar. Asıl adı Mehmet Murat Kadri Belge olan bu sözde aydınımız 1943 doğumlu Murat Belge’dir.

Şimdi diyeceksiniz ki benim ''Genése'' adlı şarkıdan yola çıkarak şikâyet ettiğim konu ile bu adamın ne ilgisi var? Olmaz olur mu?...

Bu sözde aydınımızın kitaplarından birisini de adı tam da anlattığım konu ile aynıdır: ‘’Genesis’’ (İletişim Yayınları, 2009) Kitabın devam eden adı da ‘'Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni’’dir…

Kitap aslında yazarın Birikim dergisinde ‘’Edebiyatta Milliyetçilik’’ konusu üzerine yazdığı yazıların bir icmalidir. (‘’Edebiyatta Ermeni Sorunu’’, Birikim, Şubat 2006, sayı 202, ‘’Attila Romanları’’, Birikim, Mart 2006, sayı 203, "İslami 'Genesis' ya da 'Tekvin'’, Birikim, Temmuz 2006, sayı 207)

Yazar, bu kitabında Türk edebiyatının tarihi romanlarında, Osmanlı kimliğini devam ettirmek amacıyla Türk kimliğini öne çıkarılarak, milliyetçi zihniyetin başka gibi gözüken politik eğilimler arasına sızarak bir milli tarih oluşturulduğunu iddia ediyor.

Yazar, bu iddiasını imparatorluğun çöküş sürecinde aydınların yaşadığı reaksiyoner ruh haline bağlıyor. Bu ruh halinin de 93 Harbi ile başlayan süreçte Bosna’nın kaybı, Trablusgarb, Balkan faciası ve Dünya Savaşı ve yenilgilerden beslendiğinden bahsediyor... Bu süreçte Osmanlı kimliğinin zımnî olarak tükenişi ile beraber hayatı bir şekilde devam ettirmenin bir yolu olarak Türk kimliğinin öne çıkartıldığını söylüyor. Yaşanılan “kaybı” telafi etmeye yönelik çabaların “millî bir tarih” ihtiyacını zorunlu kıldığını bahsediyor. Yazar, dönemin de ruhuna uygun olarak geçmişin popüler bir anlatı biçiminde “tarih” olarak yeniden ''icat'' ve ''inşa edildiği''ni iddia ediyor… Yani açıkça ve basitçe demek istiyor ki bu sözde aydın: ‘’Tarihte Türk milleti yoktu, sonradan uyduruldu!’’

Yazarın aslında bu kadar uzun bir kitap yazmasına gerek de yoktu. Aynı şeyleri zaten açık sözlü Türk düşmanı Alman Prof. Udo Steinbach da kısaca ve basitçe söylüyor... Steinbach da ‘’Türk yoktur, Türkler icad ve inşa edilmiş, yaratılmış, yapay bir millettir’’ diyordu. (Prof. Udo Steinbach, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Hamburg merkezli Alman Orient Enstitüsünün 1976 ve 2007 yılları arasında başkanlığını yapmış, yarbaylıktan emekli eski bir askerdir.  Almanya'da iken kendisiyle tanışmış, Almanya ve Avusturya’da konferanslarına katılmıştım.)

Yazarın hali, tipik Batı düşünce kodlarının dışına çıkamayan sözde Türk aydını tavrını anlatıyor...   

Yazar, bu kitabında Yavuz Bahadıroğlu, Peyami Safa, Kemal Tahir, Erol Toy, Tarık Buğra ve Nihal Atsız gibi yazarlara ve Kızıl Tuğ, Bozkurtların Ölümü, Devlet Ana, Osmancık, Amak-ı Hayal, Azap Ortakları ve Attila gibi eserlere de yer veriyor. Ancak bu eserlerin anlatımı hiç de bir akademisyene yakışmıyor, sanırsınız ki lise Edebiyat kolu öğrencileri yazmış…

Yazarın uzmanlık alanı aslında başka konulardır!. Yazarın bu uzmanlık alanlarında iki kitabı var. Birincisi ‘’Tarih Boyunca Yemek Kültürü’’ (İletişim Yayınları, 2001) isimli kitabı, diğeri de ‘’Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar’’ (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabıdır… Keşke yazar hep bu uzmanlık alanında yazsaydı! 

İkinci sözde aydın, sözde şair:

Yine bu kandırılmış saf, salak ve sözde aydın, sözde şair olan birisi daha yenilerde itiraflarda bulunup özür dilemiş… Hatta kendisi gibi olanların da özür dilemesini istemiş… İnsanın ‘’günaydın’’ diyesi geliyor… Bade harab-ül Basra!…

Sözde şair bu maksatla geçenlerde şöyle bir beyanda bulunmuş (Gazeteler, 02 Ağustos 2020): “Akil insanlar, açılım toplantılarına katılanlar, bildirilere imza atanlar, ülkeyi AB’ye taşıyarak demokratikleştirecekler düşüncesiyle bu iktidarı destekleyenlerin, yazı yazanların, yani bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlayan herkesin özür dilemesi gerekiyor. Ben kendi adıma özür diliyorum; 2. Cumhuriyetçi, ‘yetmez ama evet’çi, liberal, özgürlükçü soldan pek çok insanın da özür dilemek istediğine inanıyorum.’’

Bahsettiğim bu sözde şair de Haydar Ergüden’dir…

Vebal…

Dedim ya bunlar omurgasız familyadandırlar… Bu insanların, akil insanların, ikinci cumhuriyetçilerin, açılımcıların, ‘’yetmez ama evet’’çilerin özürlerini kim kabul edecek? Yitip giden bir Cumhuriyetin, aydınlığın, Kurtuluş Savaşı’nın, karanlığa gömülen bir ülkenin, yoksullaşan bir halkın vebali vardır sırtlarında…

Bunların da elleri kana bulanmadı mı? Türk Ordusunun, Ergenekon ve Balyoz davalarında yitip giden onurlu Türk subaylarının, aydınlarının, Gezi'de öldürülen gençlerin, PKK’nın katlettiği askerlerimizin, ülkedeki terör saldırılarında ölen insanlarımızın, 15 Temmuz’un, 15 Temmuz’da hayatını kaybeden insanlarımızın kanları yok mu ellerinde?… Zindana atılan gerçek gazetecilerin, aydınların vebali, töhmeti yok mu üzerlerinde?… Hangi yüzle, kimden özür diliyorlar da onları kim affedecek? Onlarda azıcık şeref ve haysiyet varsa eğer… Neyse devamı yazmayayım… Japonlar bu işin en iyisini yapıyorlar… 

İnsanın sorası geliyor, diğer gözüken emareler neyse de; hukuku siyasal İslamcı bir iktidarın emrine veren, parlamentoyu askıya alan, ülkeyi tek adamlığa götüren bir anayasa oylamasına ‘’evet’’ diyecek kadar,  demokrasiyi gerektiğinde binilen, uygun zamanda inilen bir araç olarak gören siyasal İslamcı bir harekete inanıp peşinden gidecek kadar kullanışlı, aymaz, saf ve salak mıydınız be!

Şimdi kalmışlar da pişmanlık gösterip özür diliyorlar… Daha yenilerde Murathan Mungan’ı anlatırken onun bir sözüne yer vermiştim ya: "Türkiye'nin resmi dini ikiyüzlülüktür" diye... Murathan Mungan’ın kastettiği her halde bu sözde aydınlar olsa gerek… Bunların resmi dini ve karakteri ikiyüzlülüktür…

Yeniden 'La Genèse''

Şimdi Armand Amar’ın ''La Genèse'' eserini dinleme zamanıdır. ''La Genèse'' bahsettiğim gibi farklı şeyleri anlatıyor olsa da müzikteki bu feryâd, bu figân ve bu hüzün; aydın karanlığında alev alev yanan yalnız, güzel ve kadersiz ülkemin arş-ı âlâya yükselen sesi gibidir…

Osman AYDOĞAN

Armand Amar: ''La Genèse'':
https://www.youtube.com/watch?v=kozqnPQuQ48



Şairlerin en garibi 

07 Ağustos 2020

Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!... Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış, kullanmamış dedik… Ettik de iyi halt ettik: Aşkı, sevgiyi, özlemi, sevinci, istenci, hüznü, melâli, hayali, duyguyu, düşünceyi, ufku, âfâkı, sevdayı, iyiyi, güzeli, zevki, sefayı ve latifeyi anlatacak kelimelerimiz kalmadı…

Sonunda susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç biilaç, sefil, sersefil, susuz, gıdasız, aşksız, sevdasız, sevgisiz, duygusuz, düşüncesiz sonuçta kelimesiz ve nefessiz kaldık!

Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış… Bu şekilde dışladığımız ve kaybettiğimiz her bir şairimiz için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…

Bugünkü yazımda; yine bu ayırımcılığa maruz kalan, şiirlerinde Osmanlıca kullanıyor, aruz ölçüsü kullanıyor, şiirleri hüzün şırınga ediyor diye yok saydığımız, dikkate almadığımız, unuttuğumuz bir garip şairimizi anlatacağım...

Bugünkü yazımda; yüzünde hüzün neşidelerinin gizli gizli çığlık attığı, şiirlerinde musiki olan, kafiyelerin, aruz ölçüsünün, yalnızlıkların, melâlin, hüznün, akşamın, imge dünyasının, garipliğin, unutulmuşluğun ve en asil duyguların insanı ve Fecr-i Âti’nin muhteşem, muhteşem olduğu kadar da garib olan bir şairimizi anlatacağım... 

Ancak; sizler de anlatacağım şair gibi; '’O Belde’’ de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyseniz eğer… Melali anlamayan nesle siz de âşinâ değilseniz eğer… Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada suya attığınız taş, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluksa eğer…. Gün ışığı yerine aydınlık diye aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen ziyalardan siz de mustaripseniz eğer… Ve bu nedenlerle de siteminiz bir feryâd bir figân halinde çığlık çığlığa arş-ı âlâya yükseliyorsa eğer... Bu yazımı okumanızı isterim… Anlatacağım şairi de bu yazımı da daha iyi anlarsınız o zaman… Yoksa eğer; size uzun, içi boş ve anlamsız gelecek bu yazıma dalıp da değerli zamanınızı ziyan, bu güzel gününüzü heder etmeyesiniz derim…

Anlatmak istediğim bu garip şairimiz Ahmet Hâşim'dir... Yakın zamanda Ahmet Hâşim’in ‘’O Belde’’ isimli şiirini verince, dün de Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet ile olan atışmalarını yazınca artık bana da Ahmet Hâşim’i anlatmak farz oldu!...

Ahmet Hâşim'i anlamak için mutlaka önce çocukluk yıllarına gitmemiz gerekir diye düşünüyorum.... Çocukluğunu anlamadan Hâşim'i anlayamayız diye düşünüyorum...

Çocukluğu ve gençlik yılları

Ahmet Hâşim, 1884'te Bağdat'ta doğar. Çocukluğu Bağdat'ta geçer. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur... Çok zeki ve duyguludur. Çocukluğu, hassas yaradılışlı ve hasta bir anne ile katı bir baba arasında geçer. Alkolik olan babasının kötülüklerinden kaçmak için akşam ve gece vakitlerini annesiyle birlikte Dicle’nin kıyısında, ay ışığı altında, bir çift gölge gibi sessiz sessiz dolaşarak, yürüyerek geçirirler. 12 yaşında iken annesinin vefatıyla birlikte, en büyük dayanağını da yitiren bu çocuğun içine öksüzlük duygusu bir daha girmemecesine yerleşir.

Ahmet Hâşim, annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul'a gelir. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okur. Ahmet Hâşim, muhtaç olduğu ilgiyi, yakın aile çevresinde göremediği gibi, on iki yaşından sonra gittiği Galatasaray Lisesi’nde de göremez. Yabancılık ve yalnızlık duygusu, arkadaşlarının ''pis Arap'' vb. alayları; öğretmeninden müstahdemine değin tamamen kendisine yabancı olan bir çevre, ondaki öksüzlük duygusunu büsbütün körükler. Şiir-i Kamer, Hilal-i Semen şiirleri, onun ruhundaki bu hazin boşluğu dile getirir. Bu nedenlerle çevresine güvenini yitiren Hâşim; sinirli, aksi ve kırıcıdır. Bu hâl aşklarına ve nişanlılarına da yansır.

Ahmet Hâşim, Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisi olur. 1907'de mezun olur. Bir süre Reji İdaresi'nde çalışır. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam eder.  Hukuk eğitimini bırakıp, Fransızca öğretmenliğine atandığı İzmir Sultanisi’ne İzmir'e gider. İzmir’deki öğretmenliği sırasında Fecr-i Âti topluluğuna katılır(1909), Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, ''Dergâh'' dergisinde (1921-1922), ve ''Yeni Mecmua'’da (1923) görülür.

1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yapar. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedeksubay olarak geçirir. Mütareke'den sonra İstanbul'a döner. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yapar. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verir. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalışır. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazar.

Şiire lise öğrenciliği yıllarında başlar. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür. Şiirleri Şeyh Gâlib'in parıltısını taşır.

Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlanır. Bu şiirleri kitaplarına almaz. . 1921'de basılan ilk şiir kitabı "Göl Saatleri"nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İkinci ve son şiir kitabı ise "Piyale" (1926) kitabıdır.

Bu iki kitap dışında ise Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan bir şiir kitabı daha vardır: ‘’Şairlerin En Garibi Öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014) Bu kitap Hâşim'in ilk şairlik dönemini kapsayan şiirleri ile Piyale'den sonra yayınlanan olgunluk dönemi şiirlerinden oluşmaktadır. 

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre o dönemdeki gençler için önemli üç şairden birisidir Ahmet Hâşim. Diğer ikisi ise Abdülhak Hâmid ve Yahya Kemal’dir. Günümüzde de lise Edebiyat derslerinde hep Yahya Kemal ile mukayese edilir Ahmet Hâşim…

Şiirinin poetikası

Hâşim şiirlerinde sembolizme sığınır, kapalı yazmayı tercih eder, gerçekçi ve faydacı şiir anlayışından uzak şiir yazar. Hâşim’in ağdalı şiir dili ilerleyen yıllarda Yahya Kemal’in de etkisiyle sadeleşse de kapalılığından ve mecazlarından bir şey kaybetmez. Hâşim şiirlerinde gerçek dünyanın arazlarından kaçarak kendi içine kapandığı hayal dünyasının imgelerini sembolleştirir.

Hâşim’in şiirlerindeki melâlin sebepleri annesini erken yaşlarda kaybetmesine, çirkinliğine olan inancına ve bundan kaynaklanan öfkesine bağlanır. Hâşim’in bu karamsarlığının bir nedeni de karamsar Fransız şair Charles Baudelaire’den etkilenmiş olduğudur. Bu melankolinin, bu karamsarlığın sebebini anlatırcasına bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: "Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu."

Hâşim, şiirlerinin kapalı ve anlaşılmaz olduğu iddialarına karşı bir cevap olarak çok keskin ve müstehzi ifadelerle ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ adlı makalesini yayınlar. Hâşim, daha sonra bu makalesini ‘’Piyale’’’ isimli şiir kitabının girişinde yer verir.

Hâşim "Piyale"nin girişinde yer alan "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" makalesinde özetle şunları söyler:

‘’Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.’’

Hâşim, şiirde kapalılığı savunur. Hâşim’e göre bir şiirin açıklamasını yapmak çok anlamsızdır. Her okuyan o şiirden ayrı bir şeyler çıkarabiliyorsa o bir şiirdir diye düşünür.

Ben günümüz Türkçesiyle anlattım ama Hâşim, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ makalesinde kendi sözcükleriyle şu cümleleri kullanır:

"Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâz-ı kanundur. Şairin lisanı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır."

"Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır."

" 'Mânâ' araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra'şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan sihrengiz sesi telafiye kâfi midir? (...) Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânası değil, cümledeki teleffuz kıymetidir."

Önemli gördüğüm için Ahmet Hâşim’in "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" isimli bu makalesinin tamamını konunun dağılmaması açısından yazımın sonunda veriyorum...

"Piyale" kitabındaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir. Hâşim, şiirlerinde fazlasıyla sembolist bir yaklaşım sergiler bunu en iyi görebileceğimiz şiiri ise ‘’Merdiven’’ şiiridir.

İlk şiirlerinin üzerinde Bağdat’ta geçen çocukluğunun, Dicle nehrinin ve Dicle akşamlarının, gecelerinin ve annesinin vefatının yoğun etkileri görülür. Hâşim'in ‘’akşam’’ sevgisi hususunda da değişik rivayetler vardır.  Hâşim’in kendisini çirkin gördüğünden karanlıktan hoşlandığını rivayet edilir.  Ancak Hâşim ‘’akşamı’’ kendisinin de belirttiği gibi yalnızca şiiri için, sembolik manası için sevmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hâşim için; ‘’Hayatını âdeta kasten darlaştırmaktan hoşlanırdı’’ diye yazar. Hâşim’in bu özelliği şiirlerine de yansır.

‘’O Belde’’ (yine yakın zamandan sitemde ayrıca anlatmıştım), ‘’Karanfil’’, ‘’Merdiven’’, ‘’Ölmek’’, ‘’Bir günün sonunda arzû’’ (yine sitemde anlatmıştım) ve ‘’Parıltı’’ isimli şiirleri en güzel şiirleridir.  Bu şiirlerin de tamamını yazımın sonunda veriyorum. 

Hâşim, sembolizmin Türk edebiyatındaki öncülerindendir. "O Belde" şiirinde geçen ünlü "melali anlamayan nesle aşina değiliz" dizesi ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti edebiyatını tek bir dize ile özetler.

En önemli eserlerinden sayılan "O Belde" ile şair gerçek dünyadan uzaklaşıp kendisini kendi kurduğu bir hayal dünyasına götürür. ‘’O Belde’’de Hâşim gerçek dünyadan ayrı ideal bir dünya düşler. Bu hayal ürünü beldede kadınların ne kadar masum, ince, huzur veren yaratıklar olduğunu vurgular. Bu düşüncesi annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden de geldiği bilinir. Hâşim’in "O Belde" ile anlattığı ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş şekli olduğu düşünülür…

Hâşim’in şiirlerinde en çok kullandığı imajlar, sarı ve kızıl renkler, sararan sular, yanan sular, akşam, kamış, vs. dir. Güneşin batışındaki ve doğuşundaki kızıllık şiirlerinde çok geçer. Hâşim, koyu kıskançlığını, hırsını, hayata ve kendine karşı olan tükenmez nefretini, merhametini, aşkını, ıstırabını, sıkıntısını, geçmişini, bunalımlarını, çirkinliğini, dostlarını, düşmanlarını, tabiatı, karanlığı şiirlerine aktarır.

Ahmet Hâşim, lise talebelerini şiirden ve edebiyattan bir ömür boyu soğutan aruz vezni hakkında, daha doğrusu aleyhine – kendisi aruz vezninin ustası olmasına rağmen-  artık bu veznin devrinin bittiğini belirtecek şekilde şunları yazar:

‘’Bundan on beş, on altı sene evvel Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek…. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengarenk çinilerle kaplanmış bir veli ya da sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.’’

Ahmet Hâşim’e yapılan eleştiriler

Nurullah Ataç "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için; şöyle yazar: ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona 'Ahmet Hâşim çağı' diyecekler." Ve şöyle devam eder Ataç: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor" diye yazar.

Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişi büyük haksızlıklar, saygısızlıklar eder Hâşim’e… Yahya Kemal kendisinden ‘’çirkin Arap’’ diye bahseder.  Falih Rıfkı Atay da kendisi hakkında iyi yorumlar yapmaz bir eserinde. Keza Peyami Safa da Hâşim’i eleştirir yazılarında.

Salâh Birsel, ‘’Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’’ (Sel Yayıncılık., 2012) isimli kitabının "Beyaz balina beyazı" bölümünde (s. 82-83) Hâşim’in düzyazısı hakkında şunları yazar: "Hâşim’in yaşadığı günlere bakacak olursanız, çoğu yazarların-bunların içinde dostları da vardır elbet- onun gözünü oymak için sıraya girdiklerini görürsünüz. En yufka ozanlardan Orhan Seyfi bile Hâşim’in düzyazılarını över de laf, ozanlığından açılınca onu çaylaklıkla suçlar.''

Hani bir paragraf önce bahsetmiştim ya Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişinin kendisine büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yaptıklarını... İşte bunlardan bir kısmını da Salâh Birsel bu kitabında anlatır…

Nâzım Hikmet, bir şiirini eleştirmesi üzerine Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirinde (ki dün bu tartışmayı ve şiiri anlatmıştım) Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve ona “Bağdadî Şaklaban” diye hitap eder. Ahmet Hâşim'in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden "şiirinde uşak ile kuşağı iyi kullanmış" diye olgunlukla karşıladığı söylenir. Nâzım'ın şiirini olurken, Nâzım’ın ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabında Hâşim hakkında şu olayı anlatır:

Ahmet Hâşim yedek subay olarak Çanakkale muharebelerine katılır. Cepheden döndükten sonra iş için başvurduğu bütün kapılar yüzüne kapanır. Ayrıca Bağdat’ta doğması kastedilerek "senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!" diye hitap ederler. Bunun üzerine "öyle ya" der Hâşim, "harp olur Ahmet Hâşim vatan müdafaasına çağırılır; sulh olur, vatandan kovulmak istenir." Bu memlekette her daim olduğu üzere!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen kitabında "Ahmet Hâşim bizim bildiğimiz, beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, onun içindir ki, şiirlerinde, kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu"  diye yazar.

Düzyazıda Ahmet Hâşim

Şiiri söz ile mûsiki arasında, sözden ziyade mûsikiye yakın tarif eden Hâşim kelimelerini de buna göre seçer, itinayla konuşurmuş.

Günün birinde Ahmet Hâşim tıraş olurken bir yandan da berberine bir şeyler anlatıyormuş. Berber bir vakit sonra: "Beyefendi söylediğiniz her kelimenin manasını biliyorum. Fakat ne dediğinizi anlayamıyorum." der. Hâşim arkasını dönüp Yakup Kadri’ye: "Gördün mü Yakup? Bizi en iyi bu adam anladı" der.

Hâşim, kelimeleri düz yazıda da şiir kadar güzel kullanır. Hâşim’in üç düzyazı kitabı vardır. Bunlar şu üç kitaptır; ‘’Bize Göre’’' (Altın Kitaplar, 2005)  '’Gurabahane-i Laklakan'’ (Düşkün leylekler evi) (Yapı Kredi Yayınları, 2011) ve ‘’Frankfurt Seyahatnamesi'’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017)

Hâşim’in düzyazısını şiirinden üstün tutmakta Yusuf Ziya, Halit Fahri, Nurettin Artam da birbirleriyle yarışır. Cenap Şahabettin de düzyazısını sevdiğini söyler. Ozanlar arasında ise onun adını anmamaya ayrı bir dikkat gösterir. 

"Rindlerin Ölümü" şiiriyle sonradan onun etkisine iyisinden sığınacak olan Yahya Kemal bile kestirmeden giymeyi yeğler: ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur.’’ Bu sözler onun düzyazısını yüceltmek için de söylenmemiştir. Amaç, ozanlığını ayaklar altına almaktır. Oysa bunların tümü ozanlıkta -Yahya Kemal bir yana- Hâşim’in yanından bile geçemezler. Bütün bu zerzevat içinde Hâşim’in şiirine değer veren sadece Halit Ziya, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, İzzet Melih ve Fazıl Ahmet'tir. Bunlara belki bir de Abdülhak Şinasi ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu eklenebilir. Ama Samipaşazade onu az buçuk "egzantrik" de bulur. Fazıl Ahmet ise ona "zakkum ve cehennem taşı" gözüyle bakar." Yakup Kadri ‘’Ahmet Hâşim Monografi’’ (İletişim Yayıncılık, 2000) eserinde Hâşim için şu yargıya varır: ‘’Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.’’

Bu tartışmaların yanında Ahmet Hâşim hakkındaki daha kapsamlı ve sağlıklı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerden şu iki kitabı Hâşim’i hakkıyla tanımak için önerebilirim. Birincisi Abdülhak Şinasi Hisar'ın (kendisi Hâşim’in okul arkadaşıdır aynı zamanda) "Ahmet Hâşim, Şiiri ve Hayatı" (Yapı Kredi yayınları, 2006) adlı kitabı, diğer ise Memet Fuat'ın "Ahmet Hâşim" (Yapı Kredi Yayınları, 2008) isimli kitabıdır. Ahmet Hâşim şairliğinin ötesinde aslında iyi bir denemecidir de. Yahya Kemal’in yukarıda bahsettiğim; ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur’’ sözü bunu doğrular. Hâşim’in o zamanlar gazetelerde yazdığı yazıları araştırmacı İnci Enginün ile Zeynep Kerman birlikte kitap haline getirmişlerdir. (Ahmet Hâşim, Bütün Eserleri, Dergâh Yayınları, 2009) Tabii ki Ahmet Hâşim’in daha önce bahsettiğim kendi düşüncelerini anlattığı ‘’Bize Göre’’ (Altın Kitaplar, 2005) kitabı da Hâşim’i tanımak için okunmalı diye değerlendiriyorum.

Aşk ve evlilik üzerine

Ahmet Hâşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı kitabında aşk ve evlilik üzerine yaptığı tespitler defalarca okunacak ifadelerle doludur. Bu kitabında Hâşim ‘’Hemen her sabah’’ başlığı ile şunları yazar:

"Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: "Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh...

Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont'un (Remy de Gourmont, Fransız yazar ve şair, 1858 - 1915) dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi dökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.

Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir ki?"

Hâşim’in kendi sözcükleriyle; ‘’aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir.’’ .’’En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır.’’ (Maşuka: Âşık olunan kadın) Aşk konusunda şu sözlerin de sahibiydi Hâşim: "Hüzünde haz varsa, aşk o zaman vardır!" ''Âşık, yüz bulmayan adamdır.''

Aşk ve evlilik konusunda böylesine düşüncelere sahip olan Hâşim gerçekte de aşk ve evlilik konusunda sıkıntıları vardır. Birçok sevgilisi olmuş, birçok kez nişanlanmış ve her seferinde ayrılan taraf kendisi olmuştur. Belki onun o büyük anne sevgisi, sevgilerine olan sevgisinden üstün olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" isimli kitabında Hâşim’in bir nişanlısının annesinin incecik boynunu uzatarak konuşurken tıpkı içinden su boşalan bir ibriği andırmasını gerekçe göstererek "ben böyle bir kadınla bir evde yaşayamam" diyerek, nişanlısının da annesinden ayrı yaşayamayacağını söylemesi üzerine evlenmekten vazgeçtiğini yazar. Nişanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim’in, evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse, eski sevgilisi ya da onun annesi değildir diye sarılıp öptüğünü yazar Yakup Kadri.

Hâşim yine nişanlılarından birinin ailesine akşam yemeğe gitmiş. Yemekte, zeytinyağlı sarmayı çok beğenmiş, bunu da müstakbel kayınvalidesine ifade etmiş. Yemekten sonra evine dönerken, ceketinin cebine bir bakmış ki bir paket. Müstakbel kayınvalidesi, bekâr bir adam ne de olsa evde yer diye yaprak sarmasının geri kalanından bir paket hazırlamış ve Hâşim’in pardösüsünün cebine gizlice yerleştirmiş. Vapurda cebinde bu paketi fark eden Hâşim buna çok bozulmuş. Sarma paketini vapurdan denize fırlatmış ve nişanlısından da bu nedenle ayrılmış.

Ancak bir kadını öylesine çok sevmiş ki ‘’yanımda olmayışın beni harap ediyor’’ diyecek kadar âşık olmuş o kadına. Öyle bir sevmiş ki o kadını ölmeden üç hafta önce (!), hasta hasta nikâhlanmış kadınla, sırf emekli maaşı ona kalsın diye.

Mina Urgan ‘’ Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018) isimli kitabında Hâşim’e olan hayranlığını saklamaz. Kitabında Mina Urgan, Hâşim’i şöyle anlatır:

"Hâşim kendini çirkin sanırdı. Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem: Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice medyana çıkarmak amacıyla, onun fotoğrafını, iki güzel erkeğin fotoğrafı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotoğrafını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü bir genç olan Yahya Kemal'inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce kendi fotoğrafını paramparça etmeyi de unutmamış."

Mungan’a göre, Ahmet Hâşim gerçekten de pek yakışıklı bir erkek değildir, yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardır. Mina Urgan, kitabında Hâşim’e olan hayranlığını da şöyle ifade eder: "Gelgelelim, zekâ eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Hâşim’in gözlerinden fışkıran zekâ, onu dakikasında güzelleştirirdi."

Müfettiş Ahmet Hâşim

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili ve birinci meclisin adalet bakanı olan Refik Şevket İnce'ye (Refik İnce: 1950 Demokrat Parti iktidarının ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı, Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi) müfettiş olarak gönderildiği Anadolu’dan 3 Eylül 1919 tarihli bir mektup yazar. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) (Bu sitemde ‘’Sakallı Celal’’i de anlatmıştım) yer alır (s.45-46). Bu mektup aynı zamanda 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Mektubun bir kısmı şöyledir: Yine konunun dağılmaması için mektubun tamamına yazımın sonunda yer veriyorum.

''Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm... Anlamışlar ki, Anadolu Türkeri’nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile bîhaberdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişi-güzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celal’in dediği gibi, en nefis icatları yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. ... Anadolu hemen baştanbaşa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.''

Bu mektup; Reşat Nuri'nin deyişiyle "mistik, uzak evliyalar diyarı", zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu’nun 1919 yılındaki içler acısı halini anlattır. Bu mektup; Osmanlının Anadolu’yu nasıl da ihmal ettiğini gösterir… Bu mektup; dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş bu coğrafyanın mahzun ve mağmum insanlarını anlatırdı…

Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ü, Cumhuriyeti beğenmiyorlar ya!... Bu satırlardan onlar acep ne anlarlar ki? Burada hazin olan bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının bu sefalete sebep olanların hasretiyle yanıp tutuşuyor olmalarıdır. Daha da vahimi bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının, hem de cami minberlerinde, elde kılıç, arlanmadan, utanmadan, arsızca ve hayasızca kendilerini bu sefaletten, bu işgalden kurtaran Kahramanı lanetle anıyor olmalarıdır…

Şairlerin en garibi öldü

Şair hastadır... Hasta yatağında yatmaktadır. Böbreklerinden rahatsızdır Hâşim. Boğazına da düşkündür ve doktorların perhizine uymaz. Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte şairi hasta yatağında ziyarete giden Ahmet Hamdi Tanpınar, yanından ayrılmak için ayağa kalktıklarında, onun, "şairlerin en garibi öldü" diye sayıkladığını kaydederler. Bunu Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli bir yazısının “Dört Beş Hatıra” bölümünde anlatır… Girişte bahsettiğim Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan şiir kitabının adı da buradan gelmektedir: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014)

Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli yazısında ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretinden sonra vapurla karşıya geçerken şunları yazar: ‘’Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmet Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (ölüm) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor, dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.’’

Ve ‘’şairlerin en garibi’’ 04 Haziran 1933 tarihinde vefat eder…

Ve bu şekilde hüzünlü, çileli ve fırtınalı bir hayat sona erer. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyimiyle "ölüm yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştır."

Vefatının hemen ardından hazırlanan ‘’Mülkiye’’ dergisinin Haziran 1933 tarihli 27. sayısının Ahmet Hâşim özel nüshasında Şükûfe Nihal (Şükûfe Nihal’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) şair için şu sözleri kaleme alır: "Seni gömdüler... Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü..."

Ahmet Hâşim’i Eyüp Mezarlığı’na gömerler… Hâşim’i gömerler ama Hâşim’im garipliği mezarında da devam eder... Çünkü nereye gömdüklerini de kaydetmezler… Yıllarca Hâşim’in kabri kayıp kalır... Hâşim’in Eyüp’teki Mezarlığı ancak 2000’li yılların başında bulunarak restore edilir... 

Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Hâşim’in mezarının bulunmasını şöyle anlatır:

‘’2000’li yıllardı ve rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca’nın ikazıyla Ahmet Hâşim’in ve Ziya Osman Saba’nın kayıp mezarlarının mezarlarının peşine düştüm. İkisi de Eyüpsultan’da yatıyordu, lâkin yerlerini bilen yoktu. O dönemde aktif gazetecilik yapıyordum. Derin araştırmalara girdim, birçok yazara, edebiyat tarihçisine sordum. Ama ne yazık ki hiçbir kişi ve kurumdan bilgi alamadım. Sonunda Vakıflar’da çalışan kültür tarihçisi Nedret İşli ile birlikte Eyüpsultan Mezarlığı’na gittik. Uzun araştırmalardan sonra Ahmet Hâşim’in mezarı bulundu. Eyüp Belediyesi ve Kültür Bakanlığı o zaman duyarlı davrandı ve mezarlığı restore etti. Harap olan kabri tamir ettirdi, çevresini temizledi. Şimdi, Piyerloti’ye çıkarken ilk sol sokak üzerinde Ahmet Hâşim’in mezarını gösteren levhalar görürsünüz. Ziya Osman Saba için ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bir sonuç alamadım."

Şimdi şair Eyüp Mezarlığı’nın derinliklerinde eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla ‘’O Belde’’de sürgün cezası çeken bir müebbed mahkûm gibi yatmaktadır.  100 metre ötesindeki gururlu beyaz mermeri son derece bakımlı ve tertemiz bir Necip Fazıl mezarının yanından ister istemez mukayese ile geçersiniz. Oradan da Piyerloti’ye çıkmaya devam ederseniz eğer hemen sağ kol üzerinde de Hâşim’in mezarının bulunmasına vesile olan Ahmet Kabaklı’nın mezarını görürsünüz.   

Eyüp sırtlarındaki mâi gölgeli beldeden cüdâ kalarak müebbed mahkûm olduğun o neyf ü hicrede yani ‘’O Belde’’de rahat uyu ey büyük şair!... 

Mübhem ve nâtamam bir âlem içindeydik…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1926 yılında Ahmet Hâşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazar: "Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: 'Ben suya taş atan adamım' diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Yakup Kadri'nin sözünü ettiği "muassır frenk şairi" Henri de Regnier idi... Sonra da Haşim’e hitap ederek mektubunu, “senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir” diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.

Yakup Kadri, Henri de Regnier'nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında Ahmet Hâşim'in kaderini anlatmıştı. Hâşim'in attığı taş kör bir kuyu idi ne yazık ki! Sadece Hâşim mi idi kör kuyulara taş atan. Bu toplumda hep öyle olmamış mıdır? Kör kuyular gibi atılan taşlara karşı hep tepkisiz, hep sessiz, hep sedasız kalmamış mıdır?

T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot’un (1888 – 1965) ‘’ The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde uzun bir şiiri vardı. Şiirde geçen bir dizeydi: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)

Aynen öyleydi ey hüznün şairi: Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyürdü bu taş döküntüde ki göle senin attığın taşlar hâle yapsındı?

Nurullah Ataç yazı içinde bahsi geçen "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için şöyle yazardı: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor." Çünkü büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. İşte bu nedenle Nurullah Ataç aynı kitabında ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘'Ahmet Hâşim çağı’' diyecekler" diye yazar…

Hâşim, yazı içinde bahsettiğim ‘’Bize Göre’’ simli kitabının ‘’Ay’’ başlığı ile bir bölümü vardı. Orada şunları yazardı Hâşim: ‘’Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem (bilinmeyen, gizli) ve nâtamam (tamamlanmamış, bitmemiş) bir âlem içinde idik.’’ 

Ey büyük şair! Eyüp sırtlarında müebbed uyuduğun ‘’O Belde’’’den bizleri sorarsan eğer, senin gibi melali anlamayan nesle bizler de âşinâ değiliz. Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada senin gibi bizim de suya attığımız taş, hala hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur. Bu coğrafyada, ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan süzülüp gelen aldatıcı bir ziyadır... İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; bizler de hala senin gibi neşeye hâkim değiliz...  İşte bu nedenlerle ki ey büyük şair; yine senin gibi bizler de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyiz... 

Osman AYDOĞAN

Bundan sonraki verdiğim Ahmet Hâşim'in şiirlerini ve düzyazılarını edebiyata merakınız varsa okuyun derim... 

Ahmet Hâşim’in sevdiğim ve önemli şiirleri

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Parıltı

Âteş gibi bir nehir akıyordu
Rûhumla o rûhun arasından
Bahsetti, derinden ona hâlim
Aşkın bu unulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...

Karanfil

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi...

Bir Günün Sonunda Arzû

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

Denizlerden
Esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
Ne sen
Ne ben,
Ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
Ne de düşünce acılarına bir liman
Olan bu mavi deniz
İç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
Sana yalnız bir ince genç kadın,
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü insan,
Bu düşük açlık, bu kirli bakış,
Bulamaz sende bende bir anlam,
Ne bu akşamda ince bir kaygı,
Ne de durgun denizde bir gücenik
:çine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
Topluyor ruhunun kokusunu sanki,
Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

O belde?
Durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
Mavi bir akşam
Hep dinlenir üstünde;
Eteklenir deniz
Döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
Kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
Hepsinin gözlerinde hüznün var,
Hepsi kızkardeştir veya sevgili;
Gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
Dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
O gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
Onların ruhu gücenik akşamdan
Yoğunlaşmış menekşelerdir ki
Durmadan durgunluk ve susmayı arar;
Ayın hüznünün ışıksız alevi
Sığınmış sanki yalnız ellerine.
O kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
Onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
Sonra dalgın akşam, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir hayal anakarasında?
Hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
Bir yalan yer midir, veya var olan,
Ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
Bilmem ... yalnız,
Bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
Ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
Bende hüzün ve ilham tellerini.

Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

Günümüz Türkçesi ile ‘’Ölmek’’

Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Titrek
Parıltılarla yanan kan rengi bir akşam
Dağılırken çıplak seherlere,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Kanlı bir gömlek
Gibi, mermer güneşi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O ân ki; dünyada sessizlik ayakta durur
Ve bir günün görkemli öğleninde
Sürüklenir sular ufuklara alev halinde,
O ân ki kollar açar ümitsiz vücûda yokluk
Bir derin sesle 'haydi!' der uçurum,
O ân,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Kalbin ümit sesini dinlemeden
Hüsrân boşluğuna düşmek istiyorum…

 ***

Ahmet Hâşim, şiir hakkındaki görüşlerini “Piyale” adlı şiir kitabının başında yayınlar. Aşağıdaki metin oradan olduğu gibi alınmıştır.

Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar

Karin bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli manzume ilk intişar ettiği zaman, manası bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telakki edilmiş ve o münasebetle şiirde “mana” ve “ vuzuh” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm ve tahkîr ve bir kısmı da yevmî gazete haleziyâtı nev’inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silahtır ki şerefsiz bir miras halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından batına intikal eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele, elem ve edeb sahalarında nekre ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî adaba riayet edildiğini görmediği ümid etmek çocukça bir safvet olur.

Ne tekerleme ne de tahkir bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamağa lüzum görmeyerek, şiirde “mana” ve “vuzuh” un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telakki ve kanaatimizi söylemekle iktifa edeceğiz.

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde manadan ne kastedildiğini bilmiyoruz. ”Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “vuzuh” bunların îdrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addenler, şiiri tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telâkki olunuşu resim, musukî ve heykeltıraşî gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi, istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki parmakların tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşımütehaşi ve hürmetkâr olan nâ-ehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade “lisan” mahiyetinde telakki ile, sırf bu zaviye-i rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahane bir lâübalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.

Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vazı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücud bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. “Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anasırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nispet ve alakası olmayan, ayrı nizamlara yabi, ayrı sahalarda, ayrı eb’ad ve eşkâl üzere yükselen, ayrı iki mimâridir.”Nesr”in müvellidi akıl ve mantık,”şiir”in ise, idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhulâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bi-gâh ufk-ı mahsüsata akseden kudsî ve isimsiz menba’dır.

Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicânını İstiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.

Birkaç ay evvel “halis şiir” hakkında, meşhûr bir münekkidle münakaşası, bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi muhâkeme, mantık, belâgat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül penbeliğini veren şiirin sihirkâr tesiriyle tedbiri mahiyet edip istihale etmedikçe, anâsırı miyânına dahil oldukları “cümle”alelade “nesir”den başka bir şey değildir. Hatta manzumede, elektrik cereyanı nev’inden olan şiir seyyâlesi bir an inkıtâa uğradı mı, bütün bu anasır, derhal fıtrî çirkinliklerine sukut ederler.

Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst

“Mana” araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihr-engiz sesi telafiye kâfi midir?

Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı, mahrem, hevâî veya haşin sese göretayin ve müteferrık kelime ahenklerini, mısraın umumi revişine tâbi kılarak, mütevemmiç ve seyyalî, muzlim ve muzî, ağır veya seri hislere, kelimelerin manası fevkinde, mısraın musiki temevvücatından nâmahdûd ve müessir bir ifade bulmaktır.

Kelime tahavvülâtı ve ahenk endişeleri arasında “mana” küsûfa uğrarsa,”ruh” onu ahengiz lezzetiyle telafi eder. Esasen “mana” ahengin telkinâtından başka nedir? Şiirde mevzuu, şair için ancak terennüm ve teyahhüle bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mana, şiirin yaprakları arasına gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi, haricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kari, bu muhayyirü’l-ukul arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.

Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. Böylece olmadığı iddia edilebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona “şiir” diyenler ancak yabancılardır.

Şiirin bir müşterek lisan olmasını isteyenlerin vâhi hayaline tahakkuk imkanı temenni etmekle beraber, Şimdiye kadar hiçbir büyük şairin, mahdut bir insan tabakası haricinde anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanaatindeyiz. Hâmid’in binlerce hayranı içinden, onu okumuş olanlar yüzde on bile değil iken, anlayanlar, bu yüzde onun binde biri nispetinde bile değildir. Şöhret, anlayan iki üç ruhtan taşan heyecan seyyalelerinin zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla vücut bulur. Başka türlü şöhret, asil ve mağrur bir ruh için mûcib-i hicapdır.

Bilâ mübalağa denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn şairlerin işidir. Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kapıları itemez ve o kapılar, bazen asırlarca insanlara kapalı durur. Son senelerde bir müverrihimizin kolları Nedim’i belâhete karşı saklayan kalenin kanatları(nı) araladıktan sonradır ki cüceler, o şiirin bahçesine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi ancak Nedim’i telvis etmiştir. Her şiirin ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manaları olduğuna bundan daha kâfi bir delil aramağa lüzum var mı?

Şairin “manalı” olmaktan daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mana ve vuzuh, şiirin ancak ehil olmayana göre kurulmuş harici cebhe ve cidarını teşkil eder. Herhangi bir cinsten eser-i sanat karşısında “Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor, benzemiyor” tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir ve mütaala beyan eden şahıs, sanatkârın kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i rûha musallat iğrenç bir tufeylidir. Âsar-ı sanatta hamakatına gıda bulamayan ve arzın her tarafında en fazla münteşir olan bu tufeyli, her devirde ve her memlekette sanatkârın candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatkâr, onun yüzünden, gâh süflî bir dalkavuk ve gâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat tüfeylilerinin yanında sanat mefhumunu taklit eden bir de sanat memuru vardır ki, edebiyatta enmûzeci “edebiyat hocası” dır.Vehle-i ûlada unvan ve sıfatı emniyet-bahş olan bu adamın hakikatte “edebiyat dersi” kadar Vâhi olduğunun düşünülmemesi şiyan-ı hayrettir. Edebiyat hocası, hava satan ve mehtap ışığı imal eden efsanevi tacirler gibi, güzelin his ve idrakini bir tali mektep programına tebaan şakirdlerine öğreten, şimdiki hatalı terbiye usulünün halk ve icat ettiği beyhûde bir mürebbidir. Ne şair şiiri, ne sanatkâr sanatı tefsîr ve îzâh edemez. Onun için, hiçbir memlekette edebiyat muallimi,-nâdir istisnalarla- ne bir şair, ne bir nâsir, ne de başka bir sûretle sanata mensup olan bir insandır. Ekseriyetle kıraat, imlâ ve sarf hocalığından istihâle eden bir zât nazarında şiir, sualli cevaplı bir kıraat malzemesinden fazla bir kıymeti olmadığından, nesre kabil-i tahvîl ve surh u nahv tatbikatına müsait olmayan her şiir, genç zekalar için bir tehlike ve sû i misaldir. Anlaşılmak şartıyla, edebiyat hocası için üstad ile mübtedinin eseri mefâhir-i lisan idâdına dahil, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabi techizattan mahrum olan hoca, şiiri imla, sarf ve nahv meselesi halinde anlatamadığı gün, kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.

Mamafih bir dakika için şiirde “vuzuh” un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzuhun ne demek olduğunu anlamak lâzım gelir. Hangi türlü zakânın anlayışı vuzuha mikyas addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğerine göre de öyle görünmesi hiç lâzım gelmez. Zekâlar vardır ki kâinatın ortasına ayılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mananın, uçurumdakine nâ-mer’i olması kadar ne zaruri olabilir? Şair, umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni manalarla zenginleştirmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân, reviş ve edası başka bir mikyasa göre tanzîm edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsî bir lehçe vücud(a) getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar karin de zekâ ve ruhuna taalluk eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tenbel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Hâlbuki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ istidâdından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziyâ, hava ve zaman şartları gibi müşkil birtakım hârîci avâmilin de yardımını ister. Şiirler vardır ki, sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir. Güneşin ziyâsında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler manalarını karin rûhundan alan şiirlerdir.

Şiirde bazı aksâmın şübhe ve mübhemiyette kalması bir hata ve bir kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bediiyeti nokta-i nazârından elzemdir. Üslûbda köreltici bir sarahat, İngiliz bediiyatçısı Ruskin’in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan karin ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râmetmektir. Buna muvaffak olmayan eserin diğer bütün meziyet ve faaliyetleri, onu bir eser-i sanat olmamaktan kurtaramaz.

Mevzû, gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve muattar heyecanı içindebir nim-şekil olarak ancak sezilir bir halde bırakılırsa muhayyile onun eksik kalan aksâmını ikmâl eder ve ona hakikatten bin kere daha müheyyic bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamam resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiç bir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir. İlk defa kapılarından gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası hayâl için en hazin bir sükût olduğunu kim tecrübe etmemiştir? Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nîm karanlığında pervâz edebilir.

Hâsılı şiir, resûllerin sözü gibi, muhtelif tefsirâta müsâît bir vüs’at ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin manası diğer bir mana olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manası izâfe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bineaneleyh nemütenâhi hassasiyetleri isti’âb edecek bir vüs’ati olandır. Mahdut ve münferit bir mananın çenberi içinde sıkışıp kalan bir şiir, hududu, beşeri teessürâtın mahşerini çeviran o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?

***
Müfettiş Ahmet Hâşim ve Mektubu

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili Refik Şevket İnce'ye müfettiş olarak görevlendirildiği Anadolu’dan yazdığı 3 Eylül 1919 tarihli mektup. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) isimli kitabında (s.45-46) ve 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir…

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. 

Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla Dara ve Keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim…

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zembereğidir.

Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi.  Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. 

Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar, nadirlerdendir.,

Refik, Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra istanbul’a gidiyorum.

Ahmet Hâşim, 3 Eylül 1919

Ahmet Hâşim'in Eyüp Mezarlığı'ndaki kabri:



Kuşların ve rüzgârın şairi 

05 Ağustos 2020

Dün ‘’mademki söz şairlerden açıldı…’’ diyerek Türk şiirindeki ‘’İkinci yeni’’ akımının şairlerinden Turgut Uyar’ı anlatmıştım… Ancak yazımda hem ‘’İkinci Yeni’’ hem ‘’Turgut Uyar’’ hem de ‘’Tomris Uyar’’ ismi geçince; bu üç isimle ortaklığı olan bir başka şairimizi de anmak istedim.... 

İkinci Yeni Akımı

Bu şairimizi anlatmadan ‘’İkinci Yeni’’ akımından tekrar da olsa kısaca bahsetmek istiyorum…

‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…

Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İşte Türk şiirindeki bu ‘’İkinci Yeni’’ akımının; hep bir kadın naifliği, nezaketi ve yumuşaklığını barındıran, ipek gibi, kadife gibi bir Türkçesi olan, sakin, barışçıl, huzur verici bir konuşuşu, bakışı olan, kuşların, rüzgârın şairi olan ancak pek tanınmayan, en çocuksu bir şairi vardı: Ülkü Tamer...

Ülkü Tamer

Ülkü Tamer, 1937, Gaziantep doğumludur.  1958 yılı Robert Kolej'i mezunudur. Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde okudu. Şairliğinin yanında, gazeteci, oyuncu ve çevirmendir. Yetmişin üstünde kitap çevirmiş, şiir antolojileri hazırlamıştır. Lise yıllarında şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlanır. İlk şiiri 1954 yılında Avni Dökmeci'nin yönetimindeki ‘’Kaynak’’ dergisinde yayınlanır: "Dünyanın Bir Köşesinden Lucia". Şiirleri daha sonra Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımlanır. İlk şiir kitabı ‘’Soğuk Otların Altında’’ 1959'da yayınlanır. 1986 yılında o ana kadar yayınladığı yedi şiir kitabını "Yanardağın Üstündeki Kuş’’ adlı kitapta bir araya getirir.

1991 yılında dört öyküsünü içeren "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabını, 1997'de ise "Alleben Anıları" adlı öykü kitabını yayımlar. (‘’Alleben Öyküleri’’ ve ‘’Alleben Anıları’’ memleketi olan Gaziantep ile ilgilidir.) Bunları 1998'de yayımlanan "Yaşamak Hatırlamaktır" adlı anı kitabı izler… Oyunculuk dönemi anılarını içeren "Bir Gün Ben Tiyatrodayken" ise 2003 yılında yayımlanır.

Çevirileri de öyle basit çeviriler değildir... Çevirileri Euripides, Hamilton, Shakespeare, Çehov, Brecht, Miller, Steinbeck,  Eliot ve Ibsen gibi dünyaca ünlü çevrilmesi zor yazarların eserlerdir….

Bu çevirilerden Edith Hamilton'dan ‘’Mitologya’’ çevirisiyle 1965 yılın ‘’TDK  Çeviri Ödülü'’nü ve 1979'da çevirileri nedeniyle Macaristan Halk Cumhuriyeti'nce verilen ‘’Endre Ady Ödülü’nü',  "İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür" (1966) adlı kitabıyla 1967 yılı ‘’Yeditepe Şiir Ödülü’’nü, "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabıyla 1991 yılı ‘’Yunus Nadi Ödülü'’nü ve 2014 yılında "Bir Adın Yolculuktu" adlı kitabı ile de ‘’Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü'’nü kazanır…

Tomris Uyar'ın, Turgut Uyar'dan iki önceki, Cemal Süreyya’dan bir önceki eşidir Ülkü Tamer aynı zamanda.

Ülkü Tamer'in sözlüğü

Kendine ait bir sözlüğü de vardı Ülkü Tamer’in… Sözcükler yüklediği anlamlar da şairin o derin ve naif iç dünyasını yansıtırdı… Bu sözlükten birkaç sözcük:

Acı: On iki ayın mor kanatlı kelebeği…
Buz: Gölün tavan arası…
Ceviz: Sincapların sandık diye açtıkları kutu…
Çit: Çimen saati…
Düğüm: Kuşların yüreğindeki patika…
Elmas: Ay ışığının sesi…
Fırıldak: Rüzgârın çocukluğundan bir anı…
Göktaşı: Meleklerin kırık oyuncağı…
Ğ: Alfabenin ıssız deresi…
Haydut: Ağaçların üstünde dörtnala giden adam…
Ihlamur: Hasta böceklerin başucu ağacı…
İnci: Deniz diplerinin kırağısı…
Jüpiter: Yüzyıllar önce yola çıkmış bir kirpi…
Küskünlük: Yaprakların yere düşerken rastladıkları komşu…
Leke: Karın üstüne damlayan serçe kanı…
Masal: Gürgenlerin çocuklara söyledikleri ninni…
Nöbetçi: Kovuk başlarında biten mantar…
Okyanus: Yeraltından fışkıran gökyüzü…
Pas: Güz bulutlarında donan yağmur…
Rıhtım: Toprağın taştan kılıcı…
Saçak: Kumruların şemsiyesi…
Şapka: Orman cücelerinin tüylü evi…
Takvim: Yılların kıyısında dolaşan kayık…
Uyanış: Şafağa altın boşaltan bakraç…
Üçgen: Kış gelince yağan piramit parçaları…
Vadi: Coğrafyanın atlara armağanı…
Yılbaşı: Korunun sonunda başlayan koru…
Zebra: Üvey kardeş…

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür

Ülkü Tamer son yıllarındaki bir sohbetinde "Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadım, yetmez mi?" demişti… Demek yetti ki artık o da iki sene önce 01 Nisan 2018 tarihinde 1 nisan şakası yaparcasına ardından sözcüklerini öksüz ve yetim bırakıp o güzel atına binerek aramızdan çekilip de gitti... Bir değer daha göçtü gitti işte… Biz biraz daha fakirleştik… Susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık!

Ülkü Tamer şiiri, “insanın kendine yönelik bir sanat biçimi” olarak görürdü… “Şiir yazarken kendi kendime sanki kendimi anlatıyorum” derdi…  Bu nedenle Ülkü Tamer'in şiirlerini okurkan insan kendinden çok şey buluyor bu şiirlerde... Yazımın sonunda şairin şiirlerinden kısa bir demet sunmak istiyorum… Ülkü Tamer'in şiirlerini yorumlamayacağım çünkü şairin  şiirleri yorumlanmaya gerek kalmayacak kadar açık ve net!...

Ülkü Tamer bir şiirinde:  ''İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür'' derdi... İçine ''hava'' değil de ''gökyüzü'' çeken bir şair ayrıca nasıl yorumlanabilir ki? 

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Ülkü Tamer’in en bilinen şiiri Zülfi Livaneli’nin seslendirdiği ‘’Güneş topla benim için’’ şiiridir…

Güneş topla benim için

Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara canım
Güneş topla benim için

Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından canım
Güneş topla benim için

Seher yeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleri gökyüzünden canım
Güneş topla benim için

Kıranlara Selam Olsun

Selam olsun dağa taşa
Yaranlara selam olsun
Ormandaki kurda kuşa
Cerenlere selam olsun

Dünya üstü kara zindan
Boynumuzda yağlı urgan
Yolculardan hancılardan
Soranlara selam olsun

Ölüm canın has yoldaşı
Diken gülün gönül eşi
Kar altında deniz düşü
Kuranlara selam olsun

Kâğıdımız çaput bizim
Kefenimiz bulut bizim
Mesleğimiz umut bizim
Kıranlara selam olsun

Ağıt

Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında

Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında

Günü gelir dağa çıkar
Yıldızlardan şiir çeker
Kanımızı siler yıkar
Suların en durusunda

Bir annedir bir kardeştir
Ovalarda bir ateştir
Sırasında hayat verir
Ölüm saçar sırasında

Bayrak olur bize yarın
Rüzgârıyla ilkbaharın
Dalgalanır genç kızların
Gözlerinin karasında

Kırda Vurulanların Türküsü

Telef olduk kır içinde
Hançer idik kına döndük
Tane iken nar içinde
Kuru otta cana döndük hey

Beş Allah'a kullar idik
Toprak bizim beller idik
Ne biliriz eller idik
O toprak da sona döndük

Felek kırdı cümlemizi
Kilitledi sılamızı
Kurar iken kalemizi
Yıkılası hana döndük

Ecel sefa geldi dedik
Yası umut ile yuduk
Ölür iken on beş idik
Şimdi on beş bine döndük 

Uyku

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler

Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni

Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler

Şahdamar

Hey sevgilim, gülüm, yârim
Can içinde şahdamarsın
Fermansın bu dünyaya
Neye baksam sen varsın

Yola düştüm ay batarken
Derelerde buldum seni
Ötelerde sanır iken
Berilerde buldum seni

Ekmeğimi dörde böldüm
Yarılardan buldum seni
Ölülerden haber aldım
Dirilerde buldum seni

İçimdeki çıralarda
Dışımdaki törelerde
Bilemezsin nerelerde
Nerelerde buldum seni

Nefes

Dağın uykusuna, kuşun gözüne,
Sabahın sesine, taşıdım seni.
Kerem’in yaralı, ince dizine,
Irmağın yasına taşıdım seni.

Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.
Elma kabuğunda, nar tanesinde,
Gizlenen mermere taşıdım seni.

Gecenin ördüğü, gün kafesinde,
Dolaşan kedere taşıdım seni.
Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.

Arının yazına, kışın otuna,
Yaprağın güzüne taşıdım seni.
Yürekten yüreğe mekik dokuyan,
Sevginin göçüne taşıdım seni.

Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.

Sorar seni

Subaşında bir gül açar
Dikenine sorar seni
Karanlıkta beyaz kuşlar
Yıldızlarda arar seni

Küle döner dalda yeşil
Nehir kurur söner kandil
Döşündeki mermi değil
Bu yalnızlık yorar seni

Sıradağlar geçit vermez
Bir dost eli kapın vurmaz
Artık kimse izin sürmez
Düşe taşır rüzgâr seni

Tükense de can bedende
Sürüp gider hasret canda
Acep yarın gün batanda
Unutur mu o yar seni

Uzar gecen yana yana
Bir kurşundan bir kurşuna
Ölüm gelir kanadına
Usul usul sarar seni

Memik'e ağıt

On dört yaşım diken ile kaplanmış
Göz ucuma karıncalar toplanmış
Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne
Alın yazım okur gibi saplanmış

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Dağı dağa kavuşturan ben idim
Suyu suya kavuşturan can idim
Yükledim mi Mazmahor'dan kaçağı
Gece vakti ışılayan gün idim

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Kar üstüne düşer serçe çıt diye
Kanatları parça parça çıt diye
Dokandın mı bir ucuna kırılır
Can dediğin cansız sırça çıt diye

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Ben sana teşekkür ederim

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta. 

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

Düello

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Konuşma

-Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci…
-Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen

Sıragöller

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.

Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.

Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.

İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.

Gül Dikeni

Uçakları nedeyim
Gökkuşağı gönder bana
Senin olsun süngülerin
Gül dikeni yeter bana.

Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana.

Silahları nedeyim
Benim sevgim mavzer bana
Suya attığım çiçekler
Bir gün olur döner bana.

Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana

 Utanç

Soğuk bir tül örtüyorlar yüzümüze,
Sanki ölmek için beyaz bir uykusuzluk;
Belki utanmasak bizi bırakacaklar,
Terliyoruz, tırnaklarımdan damlıyor kan
Onun üstüne,
Soğuk bir tül örtüyorlar üstümüze.

Hangi odaya saklansak şimdi onlar,
Hangi sokaklara çıksak ölüm;
Girildikçe biten sevişmemiz onlar yüzünden,
Ne zaman boynuna uzansam ölüm kokuyor
Yalnızlıktan, o yalnızlık,
Kelimesi artık şiirde unutulan.

Üşür ölüm bile

Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Bruegel 

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,

İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

 İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

 
Şiir çevirileri de vardı Ülkü Tamer’in… Bunlardan birisi de Kübalı şair Nicolás Guillén’e aittir: ‘’Ölü asker’’

Ölü asker                         

- Kimin kurşunu öldürmüş onu?  
- Bilen yok.  
- Nereliymiş?  
- Jovellanos' lu diyorlar.  
- Nerede bulmuşlar?  
- Yolun yanında yatıyormuş,  
öteki askerler görmüş.  
- Kimin kurşunu öldürmüş onu? 

Gelip öpüyor onu nişanlısı;  
anası geliyor sonra ağlıyor.  
Sonra da yüzbaşı çıkageliyor.  
Bağırıyor:  
       - Gömün onu!  
  Dan! Dan! Dan!  
GİDİYOR ÖLÜ ASKER.  
  Dan! Dan! Dan!  
YOLUN YANINDA BULMUŞLAR ONU.  
  Dan! Dan! Dan!  
BİR ASKERDEN NE ÇIKAR.  
  Dan! Dan! Dan!  
DAHA NE ASKERLER VAR BİZDE. 

 



Sevgim acıyor!

04 Ağustos 2020

Mademki söz şairlerden açıldı… Bugün de şairlere devam edeyim o zaman… Çünkü bir şairin bir dizesi günümüzde şu veya bu şekilde duyduğunuz her şeyden daha naif, daha güzeldir… Çünkü şiirlerin okunduğu her yerde o güzel şairlerin ruhları dolaşır…

Bugün de size ‘’İkinci Yeni’’ akımından bir şairimizden bahsedeyim… Çünkü bugün onun doğum günü (04 Ağustos 1927)…

‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…

Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı, bugün de doğum günü olan Turgut Uyar’dır.

Turgut Uyar, (1927-1985) şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesi mezunu bir subaydır... (Demek ki o zamanlar askerî okullardan her şey çıkar, arada bir de subay çıkarmış!) Ancak subaylıktan istifa ederek ayrılır… Hemen hemen her subay gibi şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir Turgut Uyar. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairidir Turgut Uyar. Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairidir Turgut Uyar… Belki de Türk şairlerin arasında en içli olan şairdir Turgut Uyar. Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahseder: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem: ‘Yapma oğlum’ derdi ona, ‘O, içli bir çocuk’ ”. Turgut Uyar hep o çocuk oldu ve o çocuk gibi hep içli bir şair oldu.

Subaylıktan istifa ederek ayrılmıştır ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ (*) isimli şiirinde şöyle der:

‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’

Hani Hacı Bektaşi Veli’nin bir deyişi vardı ya:

‘’Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir.’’

İşte Hacı Bektaşi Veli gibi kerameti sırmalarda, apoletlerde görmeyip, omuzlarında görenlerdendir…

Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söylenir. Şiirleri böyle bir birikimin ürünüdür.

Cemal Süreya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapar Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli sever, içerken de içli içer. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlamaz. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını bilir. Turgut Uyar 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle der: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.

Bir şiirinde kendi ölümünü anlatmıştı:

"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."

Zaten o gidince her şey de eksik kalır...

Turgut Uyar, Aşiyan mezarlığına defnedilir. Mezar taşında tek bir sözcük yazılıdır ismi dışında: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayıdır: 04 Ağustos'ta doğar, 22 Ağustos'ta vefat eder. 

1982 yılında yayınladığı bir şiir kitabı var Turgut Uyar’ın: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da bir şiiri var Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’…  Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!

Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırmış: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki? Subaydır ya… Turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştirmiş Turgut Uyar:

‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’ (**)

Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’  Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmaz!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem kim beni sevse..'' Acıyor işte, sevgim acıyor!...

Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey herhalde… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Ağustos’tayız ama zaman çabuk geçiyor... Önümüz Eylül… Eylül toparlanacak derken Ekim filan da çabuk gelir gider bu gidişle… Sevgim acıyor… Acıyor işte sevgim acıyor!...

Zaten günümüzü anlatmıştı bir şiirinde:

"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar" 

Evet, korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta hâlbuki… Artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgimizin acıması da zaten bundandır…

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye… İşte bu nedenle anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim bu içli şairimizi! Ruhu şâd olsun…

Sevgim acıyor!

Osman AYDOĞAN

Acıyor

Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
Sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Turgut UYAR

(*) 20. yüzyılın en büyük İspanyol şairi, çağdaş İspanyol şiirinin en önemli temsilcisi olan ve İspanya İç savaşının başında faşistler tarafından 38 yaşındayken, sabahın köründe, sokakta kurşuna dizilen şair Federico Garca Lorca’nın ölüm haberinden sonra Turgut Uyar’ın Lorca için yazdığı şiirdir: ''Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir'' (Ahmet Arif de ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiirinde Lorca’dan bahseder: ‘’Garcia Lorca’nın mezarı / Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin / Kar altındadır.’’) 

Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir

Sessiz Akan Sulara Gazel

Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı birgün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.

Ben severim omuzlarımı birgün
Göçen bir maden direğinin altında

Su akar kendir tarlalarından
Ah her şeyim ...
Ben severim omuzlarımı birgün
Savaşta bir başka omuzun yanıbaşında
Yatakta bir ince omuzun yanıbaşında

Yol uzun, hava sıcak
Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba'ya...

İndiğini görürsem birgün sığırcıkların
ve sürüler halinde, ovaya
İnsanların dünyayı bölüştüklerini hatırlarım
Bir daha ...

Sevişirim ölürüm, savaşının ölürüm
Doldururum çantama kara ekmek ve peynir
Varırım Kurtuba'ya...

Saat Beşte
Akşamleyin

Ah ellerim ve kalbim
Herşey orada kaldı.
Keçeler keçeler ve portakallar
Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,
Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum
Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime
Kireç döktüler yere,
Bir duvarın dibinde
Bir deppoy'un önünde
Kiraz ağaçlarına ve sığıraklara karşı
................
Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde
Ölüm nasıl söylenirse öyle
İspanyol dilinde
ve her dilde ...

Obra
Completas

Artık kat'iyen biliyoruz;
Halk adına dökülen kan
Sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır.
Dişlerin arasında ...
İspanya' da
ve her yerde ...

(**) Yazımda ''Turnaların peşi sıra... '' diye verdiğim şiirin tamamını da vermesem olmazdı. Bu çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi bir şey olurdu. Bu şiirde Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı bir hayatı anlatır…  

Turnam Seninle

Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankara’nın İstanbul’un dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?

Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…

Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…

Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…

Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..

Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafa’nın yanında..

Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..

Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..

Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…

Turgut UYAR




Romantik bir ‘’Boğaz’’ şairi: Türkan İLDENİZ                  

03 Ağustos 2020

Türkan İldeniz pek tanınmayan, kıymeti pek bilinmeyen kadın şairlerimizdendir… Kandilli Kız Lisesinde öğrenim görmesi nedeniyle her ‘’Boğaz’’da öğrenim görenlerde (!) rastladığımız romantizm ve duygu yükünü kendisi şiirlerine de yansıtmıştır.

Türkan İldeniz’in şiirlerinde romantizm vardır, duygu vardır ve hüzün vardır. Türkan İldeniz’in şiirlerinde romantizmin, duygunun ve hüznün yanında bir ‘’başkaldırı’’ ve ‘’isyan’’ da vardır.

Türkan İldeniz kendi el yazısı ile özgeçmişini kısaca şu şekilde anlatır; ‘’1938 yılında Bolu'nun ilçesi Düzce’de doğmuşum. İlk ve ortaokulu Düzce’de; liseyi İstanbul Kandilli Kız Lisesinde okudum. Evliliğim dolayısıyla Hukuk Fakültesinden ayrıldım. Ece ve Ege adında iki kızım var. İstanbul Belediyesinden emekliyim. Kitaplarım: Taşra Kızının Deliceleri (1966), Havva Çıkmazı (1967)’’

Şiirleri, Onüç, Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Dost, Pazar Postası, Yelken, Yeni İnsan, Türk Dili, İnsancıl, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat, Akköy, Güzel Yazılar dergilerinde yayınlanır...

Türkan İldeniz ile yazar Erdal Öz, ülke '’60 İhtilali'’ne yol alırken tanışırlar… Bu tanışma neticesinde duygusal, coşkulu, aşkla ve edebiyatla dopdolu bir ilişki yaşarlar. Bu ilişki esnasında Erdal Öz'ün Türkan İldeniz'e yazdığı mektupları derlediği bir kitabı var: ‘’Yaşamayı nasıl özledim bilsen! Türkan İldeniz'e mektuplar’’ (Can yayınları, 2017) Erdal Öz, yalnızca coşku dolu sevgi satırları koymamış bu mektuplara, edebî değerlendirmeler de göndermiş şair sevgilisine. ‘’Yaşamayı nasıl özledim bilsen!’’ Kafka’nın Milena’ya, Halil Cibran’ın May Ziyade’ye yazdığı kalitede mektuplardır. Kitap adı gibi içten, adı gibi içli ve adı gibi anlam yüklü sözcükler içermektedir… Mektup edebiyatını özleyenler için tam bir hazinedir bu kitap...

Erdal Öz bir mektubunda şöyle seslenir Türkan İldeniz’e:

“Şu anda en iyisi İstanbul’da olmak. Seninle. Ama kıramadığım zincirlerle bağlıyım. Kıramıyorum. Belki bir hafta sonra kırılacak bu zincir; bilmiyorum. Ölü saatlerimi kemiriyorum. 500’ü yarıya indirdim. Bu, 500’ün yarısı kadar saat sonra yaşayacağım demektir. Yaşamayı nasıl özledim bilsen.”

Bir başka mektubunda da Türkan İldeniz’e değil de sanki günümüz Türkiye’sine seslenir Erdal Öz:

‘’Denizleri, suları gör düşlerinde. Biz dağlara gidiyoruz YABAN'la.
YALNIZLIĞIMIZIN dağlarında at koşturacağız.
Uyu sen.’’

Özellikle ‘’Boğaz’’da okuyanların (!) şiirlerinde kendilerini bulacakları için Türkan İldeniz’in şiirlerini tanımaları gerekir diye düşünüyorum.

Osman AYDOĞAN

Türkan İldeniz’in şiirlerinden bir kaçı;

Cılız haykırış

Uzatma ellerini sabahlara bir -gelemem
Gelemem ölesiye bakma gözlerime
Belli ki sensiz, seninle bitecek bu özlem
Belli ki sancılara uyanacak içimdeki bahar.
Durup durup seslenme düşünceme
Kapılara beş kilit birden vurdular
Işıkları söndürdüler karanlıktayım
Güçsüzüm -ağlamaklı- üstelik yalnızım
Örümcek ağlarıyla bağlandı ellerim
Dört duvarla çevrildi yörem
-Bana kalsa simdi gelirim Yollara pusu kurdular -bekleme
Bekleme sakın gelemem.

Su zincirleri bir kırabilsem
Parça parça edebilsem pencereleri
Belki kurtulurum.
Karsız yollarda belirmese izim
Kin saçan gözler kovalamasa pesimi
Yanında olurum
Sen’le olurum.

Uygar tutsaklığın bu en çiliz haykırısında
Gözyaşlarımın sıcağından donacak cehennem
Gerçek seviden…
Sana ulasan yollara
Bir avuç toz niyetine serpeceğim kendimi.
Hayvanlardan utanacaklar
Onların utançları da içleri gibi kara
Oysaki sana ait her şey beyaz
Yine de uzatma ellerini sabahlara bir
gelemem
Gelemem öldüresiye tutma ellerimi.

Taşra kızının deliceleri

Gözlerim seni görünce güzel

Saçlarım senin için uzun
Tenim seninle sıcak böyle.

Sakınmaklar gereksiz bunu yeni anladım
kırıp dikenli telleri geldim yanına.
Dört tarafımda elle tutulan karanlıktı-bilirsin
raylarca uzuyordu yalnızlığım
körkandil kısır anlayışlara
bir kinim vardı, zamanın eritemeyeceği
bir sancım vardı öylesine belirgin
yokluğun özlü çıbandı sanki
Duramadım.

Duramadım dayanılmaz isteklere
bütün bağlardan kurtulup bir an
gözlerinin büyüsüne geldim
ellerinin ateşine
Yak beni.

Sen uykusun vazgeçilmiyorsun
Seni kendim kadar seviyorum
Günlerden bir gün duysam acısını 
Beni ilk öpenin sen olmasını istiyorum
Beni ilk öpenin sen olmasını.

Gecedir

Gecedir

durdum ortasında hüznün

yağmur mermi gibi iniyor sabrıma
bu dar havadan bıktım artık

yoluma mayın ekerek giden aralık
yatmış pusuya

Ocak sapa kaldı
yamacından geçtim şubatın da

gecedir

yumruğum kendi avcuma

öylesine sürüldü ki yüreğim buzullara
öğrendim ateş yakmasını suda

o hırçın nehir
köprüleri yıkmış
bahar karşı kıyıda

gün olur bir şiir açar
gökyüzü büyür
tat gelir acıya.

Tükeniyorum

Sayısını unuttuğum günlerce bekleyişten 
Ben yorgunum rıhtım taşları yorgun 
Art arda geçen gemiler durmuyor bu limanda 
Duranlardan sen çıkmıyorsun. 

Bil ki katıksız sancılara razıyım yokluğun olmasa 
Bil ki bir avuç biber gözlerime serpilen 
Ellerimde soğumadı ellerinin izleri 
Durup şiirler yazıyorum yoluna.

İçimde sıkıntının en dayanılmaz şekli 
Kaçıncı kere saatleri susturuyorum 
Bensiz çözülüp sensiz bağlanması yok mu halatların 
Tükeniyorum.

Gelme sakın perişan olacağım

Öfkemin gülleridir, yağmura döner yüzünü
küsüp senin güneşine
İçilecek bir kadeh schnaps nu
yarım bıraktım
Gelme.

Gölgeni yıkma yoluma
bocalıyorum
Kasırgalar yaratma öyle çılgınca
Korkulu soluklarda geniş olmak kim
Yaşadıkça yaklaşırım sandım – oysa
suyun ateşle uyumsuzluğu gibisin
Kopabilir desem en ince yerinde
Geçmişe uyanan gözlerinin
Ateş gemilerini bir bu ürkütür
Şimdi uzaktan gülüp geçtiğim

Şimdi
uzaktan
gülüp geçtiğim
Ne mi çıkar güneş tutulmasından
Nasıl mı çocukluğum
Ben o zamanlar da böyle üşürdüm
Evlerde katı yönetimli kuklalar
çatışmalara hazırlar saygımı
Beklediğim günlere daha ne kadar
Anlatılmaz umutlara merhaba
Hatırlatma bütün onları ve onları
Benzer benim çektiklerim
Peygamber Yusufa

Bir anda çağrışımlar yok edince zamanı
Uzaklaştıkça ölçülere vurması kolaylaşan
Nasıl mı çocukluğum
Geçti mi çocukluğum
Çocukluğum mu – hiç yaşamadığım
Bırakır her yerde kendini hüzne
Unutmak pazarında en pahalı
Buyruklar – buyruklar – buyruklar
buyruklar – itirazsız – hep baş üzre
Düşünmekti ezen gözlerimi yük
yanlıştı yanlış şu benim korkularım
ürkerek birer mum gibi
yöresi sönük.

Ve bir gün
yürüdüğünü her şeyin
Ve bir gün
eh işte nasılsa
korkularımı bilinçle kovdum
Dur dediler dinlemedim
Koştum
İsyanım onlara oh ola.

Belki özüm orda diye
İlle de İstanbul dersen
Hırçın bir deniz bulacaksın kıyıda
Sonra çok bunalıma itecek seni
karanlığa kurşunla yazılan teoriler
ve gölgelerin saygısız büyüklüğü
aslına oranla
Gerekirse açıp bütün köprüleri
Yılma, yüklen şiirlere
Gücün Kartaca.

Kesin ayrılıklara yeni çiçek serpmek
en duygulu serüveni yaşarken
güneşi güldürse de arada bir
buzulları çözmeye yetmez
Ağusunu yüreğime akıtan aşkından
yeni kavuştum kendime
yine ayırma
Geçitlerde yol vermez yabanlar
Derim ki kimse aramadı böylesine
kendini bulmak için
benim kadar.

Benim kadar hiç kimse
öyle ülke ülke dolaşıp…
Uzun da olsa yollar ne çıkar
sabrımı almışım yedeğime
Ne çıkar uzatsa anılar
ahtapot kollarını
Varsayıp her şeyi hiçbir şeye
Giderim doğacak günlere.

Sen yine eskiden olduğu gibi
Zenci mızrakları havayı yırtarken
Tam tamına katıksız
Malraux’su mu okuyorsun akşam üzerleri
Bağ bozumu türküler yakılan
o sancılı günlerinde dört mevsim
– Hayli yakın eskidikçe onlar bana –
Ateşleri yak da öyle oku
Çünkü fenerini elinden alıyorlar
Diyojenin.

Geciken bir şey var güz sularında
Bilmesem bahar belki diyeceğim
Artık hiç olmadık yerlerdeyim senden uzak
Söyleyemeden o çok ezberlediğimi
Düşüncenin yorulduğu yerden
Acıyla bıraktığım o köşeye
yeniden dönmek mi
İstemem bırak
– Çoğalan acılara yeni direnç nerede –
Oz şiirlerin Tanrısal havasında
Gelmesin eski aşklar
Yeni saltanatıyla.

Gelme sakın perişan olacağım.

Türkan İLDENİZ



Herkes ve Birkaç Kişi

02 Ağustos 2020

İdeolojinin şiirle ilişkisine dair bir bağ bulan ilk düşünür Platon (Eflatun)’dur. Platon şairleri Devlet’in dışında bırakmak ister ve şiiri insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikeli bulur.  Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir, ideolojik olarak “muhalif” bir konumdadır.

Bu anlamda 1980 ihtilâli sonrasında Türkiye’de şairlerin sindikleri, korktukları ya da bezdikleri iddia edilir. Bir görüşe göre de, ihtilâl sonrası topluma dayatılan depolitizasyon şiiri de içe dönükleştirmiştir. Bu çerçevede Murathan Mungan ise “sistem”in bireye dayattığı rolleri ve bu rollerin bireyler tarafından istemsizce üstlenilmesini şiirlerinde sıklıkla işler… Murathan Mungan’ın bu şiirlerinden birisi de ‘’Herkes ve Birkaç Kişi’’ isimli şiiridir.

Murathan Mungan bu şiirde de olduğu gibi Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir. Bu özelliğini de şöyle anlatır: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "

Murathan Mungan, Osmanlı zarafetini günümüze taşıyan adamdır. Murathan Mungan, okuyucusunu kendi akrabası olarak görür. Bir yazısında şöyle der: “Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazıyı evlat edindim, okurları akraba.”  “Rüzgâr Kâhini” adlı şiirinde ise 19. yüzyıl Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’in ‘’Şer Çiçekleri’’ne bir gönderme yaparak: “Ey okurum / uzak akraba / bir giz aramızdaki yangın” dizeleri ile okurlarına seslenir.

Bu nedenle "ne zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir" diyerek insan ruhunun ne kadar derin olduğunu en güzel şekilde anlatan Murathan Mungan’ın şu sözlerini sizi evlat edinen bir akrabanın sözleriymişçesine içinizde hissedersiniz, ''sanki hayatımı özetlemiş'' dersiniz, ''içimden geçenleri anlatıyor'' dersiniz, ''sanki, sanki beni anlatıyor'' dersiniz:

"Hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanır, daha fazlasını değil." 

"Sessizliğe borcum var, birkaç kelime."

‘’Kabuklarımızı dünyaya çarpa çarpa kırmaya çalışıyoruz.’’ 

"Can kırıkları, cam kırıkları gibi değildir. Öyle süpürünce gitmez; içinde kalır insanın, aklına geldikçe de batar."

''Hatırladığınız dünler, hayalini kurduğunuz yarınlardan daha fazla olmaya başlıyor.''

"Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil. Hayatı biraz da kendimiz yaparız." 

"Dört tane gerçek dost edin, tabutunu taşısın yeter." 

"Aşklarım, arkadaşlarım, dostlarım dağılıp gitti herkes... İçimi sızlatacak kimse kalmadı içimde." 

"Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir."

''Aşk kapıyı çaldığında hemen açma, bazıları çocuklar gibi zile basıp kaçıyor... ''

‘’Şu meydanlar, caddeler, sokaklar, ölmüş ruhlarıyla yürüyen insanlarla dolu!’’

"Hayatım, içimden geçen cümleler içinde geçti."

"Nüfus arttıkça, insan azalıyor." 

‘’Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...'’

“Kader aradığı kişiyi insanın karşısına her zaman kapı komşusu olarak çıkarmaz. Uzakları yakın etmek düşer size. Haritaları seviniz.”

"Aradıkların ya ölmüştür, ya kaybolmuş... Bulsan bile, onların senin bıraktığın insanlar olmadığını göreceksin. En kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının arasından çıkar."

"İnsanların acıları onları çok konuştukları için uzun sürüyor."

"Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler değil ayrıntılardır."

“Yalancı ışıklarla geçici umut vermek değildir doğru olan. Hayatla mücadele azmi, dayanma gücü, karanlığa bakma gücü kazandırmak daha kıymetlidir. Aydınlığı, en iyi karanlığa bakmayı bilenler görür çünkü. Gözü karanlığa alışmamış insan aydınlığın kıymetini bilmez. O gelip geçici çiğ ışığı aydınlık zanneder.’’

"Şu memlekette yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü? Beden yorgunluğu dediğinden ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum.."

Platon'un söylediği gibi şiir insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikelidir. Şairler ise daha bir tehlikelidir. Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir ve şair ideolojik olarak “muhalif” bir konumdadır. Muhalif olmayan şiir, şiir değil, şair de şair değildir. Tabii ki muhalif olmayan ''aydın'' da aydın değildir. Bu nedenle muktedirler şiirleri, şairleri ve aydınları sevmezler. Ellerine geçirdi mi diri diri derilerini yüzerler (Seyyid Nesimî), diri diri yakarlar (Giordano Bruno), olmadı hapsederler, ülkeden sürerler (Nâzım Hikmet), olmadı öldürürler (Sabahattin Ali), daha olmadı topluca diri diri yakarlar (Sivas Katliamı). Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu bütün dünyada her zaman böyledir. Mungan’ın şu sözleri ise şiiri ve şairi ideolojik olarak “muhalif” bir konumda gören Platon’u haklı çıkarır:

'’Yozgat, 1915 öncesi 70 evde piyano olan bir yerdi, şimdiyse milletvekili olarak Bekir Bozdağ çıkıyor.’'

‘’Türkiye'de her şey olabilirsiniz, ama asla rezil olamazsınız." 

"Türkiye'nin resmi dini ikiyüzlülüktür." 

Ve ben kendim için bu gidişle artık Mungan'ın bahsettiği o dört kişiyi de bulamayacağımdan korkuyorum!... 

Ayyyy! Ama ben şairi değil ki, şiirini anlatacaktım!....

‘’Yağmur herkese yağar, ama bazısının içine işler!’’

Bu kadar güzel olmak zorunda mıydı bu dizeler?

Osman AYDOĞAN

Herkes ve Birkaç Kişi

Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman bir kaç kişi

Herkes içindir aşk da ayrılık da
Yalnızca bir kaç kişi ölür acıdan
Eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
Kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan

Her şey, herkes için değildir oysa
Kimi hiç birşey öğrenmez karanlıktan
Yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
Kimi ayrılamaz karanlıktan

Yağmur herkese yağar
Ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
Onca şarkı onca film onca roman
Ama sevmeye yetmez herkesin kalbi

Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikayelerdir geriye kalan

Murathan Mungan



Olvido

01 Ağustos 2020

Sitemi takip edenler bilirler; sitemde bir ‘’şiir’’ bölümü var… Bu bölümde Turgut Uyar’dan Muhyiddin Abdal’a, Hayyam’dan Tevfik Fikret’e, Vedat Türkali’den Nâzım Hikmet’e, Attila İlhan’den Ahmet Hâşim’e ve tabii ki çok daha fazla şairlerin şiirlerini paylaştım.  Daha yenilerde Ahmet Haşim’in ‘’O Belde’’, Halide Nusret’in ‘’Git Bahâr’’ ve Can Yücel’in ‘’Buluşmak Üzere’’ isimli şiirlerini paylaşmıştım… Tabii ki de uzun uzun da anlatarak!...

Çünkü şiirin ufuklar açtığını, ufkun bilinmedik gerçeklerinin alanına yelken açtığını, şiirdeki anlamın da şiirin sunduğu imgeden, hayalden kaynaklandığını, şiirin yaşamın anlamını aradığını, araştırdığını düşünürüm. Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi olduğunu değerlendiririm. Aslında, söz konusu "anlam" da felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak değil midir? Bu nedenle şiir felsefeye ve metafiziğe yakın durur diye kıymetlendiririm. Tüm bu çerçevede ise şair; kendi ruhunu bulan insan, şiir okuyan ise kendi ruhunu arayan insandır diye düşünürüm. Şiiri; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygudur diye kabul ederim. Ve şiirin her okunuşunda yeniden yeni bir anlamla yazıldığını, okuyanın ona her okuyuşunda yeni ve farklı anlamlar yüklediğine inanırım.

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına ‘’Fahriye Abla’’sıyla tanıdığımız Ahmet Muhip Dıranas’ın felsefi derinliği olan harika bir şiiri var: ‘’Olvido’’... Aynı zamanda benim şiir hakkındaki düşüncelerimin tamamını içinde somutlaştırmış bir şiirdir ‘’Olvido’’…

Olvido olarak yazıldığında "unuturum", olvidó olarak yazıldığında ise "o unuttu", isim olarak (el Ovido) kullanıldığında ise unutulmuşluk, meçhullük, yitiklik anlamına gelen bir İspanyolca sözcüktür ‘’Olvido’’...

Cemal Süreya'ya göre, Dıranas'ın şiirleri arasında 19. yüzyılın önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire karamsarlığının ve iç sıkıntısının en çok hissedildiği şiirdir ‘’Olvido’’... 

Edip Cansever'in en sevdiği şiirlerden birisidir ‘’Olvido’’… Edip Cansever’e göre şiirimizin klasiklerinden, köşe taşlarından biridir, en başlarda gelendir ‘’Olvido’’…  Edip Cansever'in; ''Bildiğim tek şey, yaşlanmayan bir şiirdir 'Olvido', Türk şiirinin başyapıtlarından biridir'' diye tanımladığı şiirdir ‘’Olvido’’...

Edip Cansever ‘’Şiiri Şiirle Ölçmek’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) isimli kitabında şunları yazar ‘’Olvido’’ için: “ 'İşte böyle kendime hayatımı anlatıyorum' diyen Nietzsche, ekler gibidir. 'Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.' Bu sözleri bir an için şiire uygulayabilirsek, karşımıza sık sık çıkacak şiirlerden biri de 'Olvido'dur diyebilirim. Gerçekten de bütün dizeler güvercin ayaklarıyla doluşuyor şiire: Usul usul, sokulgan, biraz da ürkek. Ama bir toz ve tüy karışımını havalandırıyor gene de. Sessizliğin katılığı, sessizliğin yumuşaklığı bu... Sonra? Başlıyor yaşamını anlatmaya. Kime? Kime olacak, kendi yaşamını kendine. Dış dünya ile bir diyalog kurmuyor Dıranas. Kurmasın! Nasıl olsa fısıltılarla gelen o ürpertili monoloğu duyuyoruz biz. Ölüsüne iç çeken, yasını içine akıtan bir tragedya kişisi gibi konuşuyor kendi kendisiyle. Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz…''

Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz bir şiirdir ‘’Olvido’’... Türkçenin en kederli, en hüzünlü, en duygusal, en yumuşak ve en güzel bir şiiridir ‘’Olvido’’… Unutmanın sanki gamları, kederleri alacakmışçasına unutuşa en güzel seslenen bir şiirdir ‘’Olvido’’… Hava kararınca çöken aşk acısını, yalnızlığı, gamı, kederi, endişeyi ve bunlardan kurtulma çabasını en güzel anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’...  Yalnızlığın başka hiçbir şiir tarafından bu kadar güzel anlatılamadığı bir şiirdir ‘’Olvido’’… Freud'un; ''Gerçeğin sesi yavaş çıkar'' sözünü haykırırcasına sizi rahatsız etmeden gerçekleri usul usul, sessiz sessiz, için için anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... İçimizdeki o ince ve derin hüznümüzün en somut yansımasıdır ‘’Olvido’’…

Kızarmış, sararmış, solmuş sonbahar yapraklarının dallarından kopup salına salına düşüşü gibi içinizdeki karamsarlığı, kasveti, kederi, hüznü, yalnızlığı alıp salına salına yokoluşa gönderen bir şiirdir ‘’Olvido’’...

‘’Olvido’’da akşamüstüler hoyrattır, gün, yalnızlığımızla doldurup her tarafı, gitti mi saltanatıyla gider... ‘’Olvido’'da pişmanlıklar insanın ruhuna dalga dalga hücum eder, ruh atılan oklarla delik deşik olur... ‘’Olvido'’da aşkın güzelliği söylenmeyişindedir… ''Olvido''da şiirler kağıtlarda yarım bırakılır... ‘’Olvido'’da bir gülüşü olsun görülmemiş kadın aşkın aynasında ölümsüzdür... ‘’Olvido'’da unutuşun bizi gamlardan, kederlerden kurtarması istenir...

Her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bir şiirdir ‘’Olvido’’…

Osman AYDOĞAN

Olvido

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.

Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.

Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

Ahmet Muhip DIRANAS



Buluşmak Üzere…

31 Temmuz 2020

Hem yaz tatili hem de Bayram tatili ya…

Salgına rağmen kiminiz büyükleriyle, kiminiz küçükleriyle, kiminiz sevdiğiyle ‘’buluşmak üzere’’ yollara düştünüz… Muhtemel ki çoğunluğunuz da denizde, Ege Denizi’ndesinizdir…

‘’Buluşmak üzere’’ öylesine basit bir söz terkibi değil… Ne derin anlamları vardır… ‘’Buluşmak üzere’’ diye kimi zaman yollara çıkarken, bir veda anında söyleriz… Kimi zaman özlemin bitip de kavuşma anına yakın zamanda söyleriz… Kimi zaman bir özlemi, bir hasreti gidermek için söyleriz…

Ve de en çok ‘’buluşmak üzere’’ diye şiirlerde söyleriz…

Şiir, bu özlemde bize ufuklar açar… Şiirdeki anlam da, şiirin bize sunduğu imgeden, hayalden kaynaklanır… Şiir, yaşamın anlamını arar… Şiir, her okunuşunda yeniden doğar… Ve şiir, okuyanın her okuyuşunda ona yeni ve farklı anlamlar yükler…

İşte bugün sizlere yaptığım tanıma uygun bir şiir paylaşacağım: Can Yücel'in bir şiiri: ''Buluşmak Üzere'' (Can Yücel, ''Sevgi Duvarı'', Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015)

Mutat olduğu üzere önce açıklama sonra şiiri değil de bu defa önce şiiri veriyorum, sonra da açıklaması... 

Buluşmak Üzere…

Diyelim yağmura tutuldun bir gün 
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek 
Öbür yanda güneş kendi keyfinde 
Ne de olsa yaz yağmuru 
Pırıl pırıl düşüyor damlalar 
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın 
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına 
İşte o evin kapısında bulacaksın beni 

Diyelim için çekti bir sabah vakti 
Erkenceden denize gireyim dedin 
Kulaç attıkça sen 
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan 
Ege denizi bu efendi deniz 
Seslenmiyor 
Derken bi de dibe dalayım diyorsun 
İçine doğdu belki de 
İşte çil çil koşuşan balıklar 
Lapinalar gümüşler var ya 
Eylim eylim salınan yosunlar 
Onların arasında bulacaksın beni 

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya 
Çakmak çakmak gözleri 
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı 
Herkes orda sen de ordasın 
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından 
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim 
Özgürlüğe mutluluğa doğru 
Her işin başında sevgi diyor 
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili 
Bi de başını çeviriyorsun ki 
Yanında ben varım 

Görüldüğü gibi şiir üç bölümden oluşur.

Birinci bölümde ‘’aşk’’ anlatılır.. Evinin kadınına olan aşk, yaşanan mutlu bir evlilik ve beraberlik anlatılır:  ''Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın, dar attın kendini karşı evin sundurmasına, işte o evin kapısında bulacaksın beni…''

İkinci bölümde ayrılık ve cennet tasviri vardır: Erkek yaşlanmıştır... Ölümü beklemektedir... Ayrılık vakti gelmiştir... O çok sevdiği kadınından ayrılacaktır artık... Şairin kadınıyla cennette buluşma arzusu vardır. Ama bu cennet gökyüzünde değil, cennet olan Ege Denizinin altındadır: ''Çil çil koşuşan balıklar, lapinalar, gümüşler, eylim eylim salınan yosunlar, onların arasında bulacaksın beni…''

Üçüncü bölümde ise Cumhuriyet değerlerinin ve kazanımlarının savunulduğu meydanlara vurgu yapılarak daha özgür ve mutlu bir dünya için mücadele anlatılır. Bir anlamda bir vasiyet gibidir: ''Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı, herkes orda sen de ordasın, herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından, yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi diyor.'' Belki de bu nedenledir meydanları, özellikle Taksim meydanını harab ederler, tarümar ederler, darmadağın ederler, şairi de mezarında bile rahat bırakmazlar, habire mezarını yıkarlar, tahrip ederler...

İşte bu nedenle yürek çağrısı bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İşte bu nedenle yürek burkan bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İnsana defalarca ama defalarca, bıkmadan, usanmadan, doymadan okuma arzusu veren bir şiirdir Can Baba'nın bu şiiri.

Şimdi bu şiiri yüreğiniz burkula burkula bir daha bir daha okuyun…

Diyelim ki haftanın her günü, bıkmadan usanmadan yazı yazan bir herif çıkmış ortaya…

Osman AYDOĞAN



Kurban Bayramı, Kurban ve Kur'an

30 Temmuz 2020

Toplumumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman diye biliriz ama Müslümanlığın temel kavramları hakkında doğru bilgi sahibi değilizdir. Toplumun en cahil bırakıldığı alan din ve İslamiyet alanıdır.

Bu konuda çok örnek verebilirim ama yarın Kurban Bayramı olduğu için en cahil bırakıldığımız kurban konusuna ve İslam’daki temel bazı kavramlara değinmek istiyorum... Toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman ama bu kitlenin de yüzde doksan dokuzu kurban konusu başta olmak üzere bu temel kavramları yanlış bilir.

Örneğin Müslümanların yüzde doksan dokuzu kurban kesmeyi sanki farzdan da öte bir zorunluluk gibi algılayıp en zor koşullarda kurban kesmeye çalışırlar. Almanya’da kaldığım yıllarda apartman bahçesinde kurban kesip ceza alan, sonraki sene de cezadan kaçınmak için evin banyo küvetinde kurban kesen, bu nedenle de apartmanda oturan tüm Almanların taşındığı saf mümin insanlarla tanıştım…

Toplumdaki; başta kurban konusu olmak üzere İslam’daki temel kavramlardaki bu cehaletin baş sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığıdır… Bu konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı ısrarla toplumu doğru bilgilerle aydınlatmaktan geri durur. Örneğin Diyanet hocaları her Kurban Bayramı namazı hutbelerinde sahih (doğru) olmayan ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsünden geçirecek’’ hadisini söylerler de kurban ibadetinin gerçekte farz mı, sünnet mi, vacip mi olduğu konusuna hiç mi hiç değinmezler, gerçeği söylemezler…

O zaman buyurun Kur’an’da yazdığı şekliyle gerçeklere:

Kurban Bayramı

Kurban Bayramı Hicri Takvim'e göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün boyunca kutlanır ve aynı zamanda da Mekke'de hac farizası ifa edilir... Miladi takvime göre 2020 yılı için Kurban Bayramı; 31 Temmuz, 01, 02 ve 03 Ağustos günleridir. 

Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde farklı isimlerle anılır. Arapça ‘’İyd-el Adha’’ şeklindedir. Türkçede ve Farsçada Kurban Bayramı olarak anılırken, Hindistan ve Pakistan'da bayrama genellikle ‘’Bakra Eid’’ denir ki bunun anlamı "Keçi Bayramı"dır. (Bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçi olduğundan) Türkçe ismine benzer bir şekilde Bosna-Hersek, Bulgaristan da Koç bayramı, Arnavutluk'ta Kurban Bajram şeklinde anılır. 

“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler),  5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.

Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”

Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.

Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve Hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’  olarak yorum­lamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, Boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “Boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur.

Kurban kesmek farz olmadığı gibi (çünkü Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu yoktur) sünnet de değildir. İslâm âlim ve müçtehitleri de kurban hakkında farklı içtihatlarda bulunmuşlardır. 

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkededir. (Sünnet-i müekkede: Peygamber efendimizin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.) Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)

Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.

Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.   

Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."  İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "(Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."

Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.

Kur’an’da geçen temel kavramlar

Kur'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka yorumlanması gerekmektedir. ‘’Yorum’’un Arapça karşılığı ise ‘’meal’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’yorum’’ değil ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meal’’ kullanılmaktadır...

İşte sorun da burada başlamaktadır. Kur’an ‘’meal’’ adı altında temel kavramlar yorumlanırken devreye yorumlayan kişilerin ait olduğu kültürü, algısı ve değer yarıları girmekte ve bu yorumu yapan kişilerin ait olduğu kültür, algı ve değer yarıları bize ‘’Kur’an meali’’ veya İslam diye sunulmaktadır. Bu nedenle kendisini yetkin hisseden her din bilgini her ayeti farklı farklı yorumlamışlardır. Örneğin herhangi bir ayetin adını vererek İnternette arayın, başta Diyanet’in kendi içinde bile onlarca farklı yorumu olmak üzere çok sayıda ‘’meal’’ adı altında farklı yorumlarla karşılaşırsınız..

Örnek olarak bu kavramlardan ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’nı anlatacağım.

Huri

Kur’an’da geçen ‘’huri’’ kelimesi de ‘’kurban’’ gibi yanlış yorumlanan bu kavramlardan bir tanesidir. Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’. Cennet’te cinsiyet yoktur. Kur'an'da Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur… Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’  (78. Nebe, 33: ‘’ve kevâıbe etrâben’’  - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Ayette geçen '’ve kevâıbe etrâben’’ ifadesi ''bahçe içerisinde toprak tepeler'' anlamına yakın bir anlamı ifade eder. Her şeye cinsellikle bakan kültür bu '’ve kevâıbe etrâben’’ (bahçe içerisinde toprak tepeler) anlamını ''göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar'' olarak yorumlamıştır... Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? O kültürün bilinçaltı ne ise yorum (meal) olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...

Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )

1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an'ın Mesajı’’ (The Message of the Qur’an)  isimli Kur'an tefsiri ile tanınan ve 20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed’in de bu konuda çok güzel açıklanmış bir tefsirî de farklı olarak şu şekildedir:

‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.

Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.

Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.

Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.

Cihat

Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış yorumlanmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir. Bugünkü şeytanların yorumladığı anlamında değil.

Başörtüsü

Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusunda da yanlış yorumda bulunulmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’başörtüsü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.

Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

İslam'ın beş şartı

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Din adına ahkam kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar da ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar… Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle: Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar da Müslümanlara yabancıdır. Çünkü Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığına çağrı

Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar kendi kültürlerine göre yorumlamaya çalışmışlar ve bu yorumlarında aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.

Buradan Diyanet İşleri Başkanlığına çağrımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi toplumu dini açıdan aydınlatmaktır. Diyanet İşleri Başkanı; üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine, bir ham ervah gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin banisine cami minberinde ‘’dua’’ yerine ‘’lanet’’ okuyacağına (*) İslam'ı, topluma Kur'an'ı esas alarak açıklamalı ve bu çerçevede de başta ‘’kurban’’ konusu olmak üzere ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konularında toplumu aydınlatmalıdır.

En azından Kurban Bayramı namazında Diyanetin hocaları; her Kurban Bayramı namazı hutbesinde söyledikleri ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsü’nden geçirecek’’ (**) sahih (doğru) olmayan hadisi yerine; ‘’Ey Müslümanlar! Kurban kesmek farz değildir… Kurban kesmek sünnet de değildir… Kurban kesmek vaciptir, o da eğer kısmet olursa hacca giderseniz orada kesmek vaciptir!’’ diye hutbe okumalıdır… Tabi maksat toplumu dini açıdan aydınlatmaksa! 

Şimdiye kadar, tüm bir ömrünce, Diyanet İşleri Başkanlığından ne ‘’kurban’’ konusunda ne de ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konusunda doğru bilgiyi almadım, alamadım, duymadım, duyamadım… Kur’an açık ve sarih değil mi? Diyanetin aydınlatmadığı bu konularda da din tacirleri, yobazlar ve şarlatanlar devreye giriyorlar… Ki zaten bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz…

Artık açık açık adını koymamız lazımdır: Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllardaki söylem ve eylemleri ile topluma barış dini İslam'ı, İslam’ın temel kavramlarını Kur’an’a göre tanıtmak, anlatmak ve açıklamak yerine sanki radikal İslam’i örgütlerin sözcülüğünü yapar gibi fetvalar vermektedir.

İslam dini, Diyanet İşleri Başkanlığına ve bu Müslümanlara bırakılmayacak kadar yüce bir dindir!

Bayram kutlaması

Bu anlamda siz saygıdeğer büyüklerimin, sevgili arkadaşlarımın ‘’Kurban Bayramı’’nı kutlar, yaptığınız eylemlerinizin (amellerinizin) Yüce Allah’a yaklaşmanıza ve hayırlara vesile olmasını diler, selam, saygı ve sevgilerimi sunarım... 

Osman AYDOĞAN

Bir not: Ramazan Bayramı namazı gibi Kurban Bayramı namazı da vaciptir ve Cuma namazının şartlarına tabidir. Yani Cuma namazını kılmakla yükümlü olanlar, bayram namazını kılmakla da yükümlüdürler. Ancak Cuma namazı farz, bayram namazı ise vaciptir.

Bir sonraki not: Bu satırları daha Latin alfabesini öğrenmeden Arap harfleriyle Kur'an’ı hatmeden ve Arapçası sayesinde de Kur'an’ı anlayarak okuyan birisi kaleme almıştır.

(*) Kaldı ki Allah Rasûlü (asv) Efendimiz "ölülerinizin hayırla anın" (üzkürû mevtâküm bi'l-hayr) diye buyurmaktadır. Buradaki incelik ''mevtâküm'' kelimesindedir. Yani Hz. Peygamber tüm ölüleri kastetmiyor, ''ölülerinizi'' diyor. Diyanet İşleri Başkanı bu inceliği benden daha iyi biliyor. Yani Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye Cumhuriyetinin banisi Mustafa Kemal Atatürk'ü kendilerinden saymıyor! Vahim olan budur!...

(**) Kurban konusunda Kur’an bu kadar açık ve net olmasına karşın, Hz. Peygamber kurban kesmemiş olmasına karşın, Hz. Peygamber’den yüzlerce yıl sonra yaşayanlar din bilgini sıfatı ile sahih (doğru) olmayan hadis rivayet etmişlerdir...  

İslam’da birinci öncelik Allah’ın kelamı Kur’an’dır. İkinci sırada hadisler (Hz. Peygamberin sözleri) gelir. Hadisler Hz. Ömer tarafından sistemli bir şekilde, titizlikle araştırılıp sahih (doğru) hadisler ortaya çıkarılmıştır. Hz. Ömer’den sonra ileri sürülen, rivayet edilen hadislere şüpheyle yaklaşılmalıdır. Hz. Ömer, birinci elden, Hz. Peygamberin en yakınlarından, şahit olanlardan hadisleri derlemişken Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelip de hadis rivayet edenlere şüpheyle yaklaşılmalıdır.

Kaldı ki Hz. Ömer bile derlediği, doğruluğundan emin olduğu hadisleri kitap haline getirmemiştir.  Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer’in bu konuda çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terketmişlerdi. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabelere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini ister…

Hz. Ömer döneminde hadisler çoğalınca Hz. Ömer halktan beraberlerinde bulunan hadis sayfalarını getirmelerini ister. Sonra bunların yakılmasını emrederek şunu söyler: “Kitap Ehli’nin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır bunlar.”

Hz. Ömer; Musevilerin, dinlerini yozlaştırmalarında, Tevrat dışında Mişna adlı kitapları dini kaynak edinmelerinin etkisini görmüş ve Peygamber’e fatura edilerek dinin kaynağı kılınmak istenen hadislerin, bu Mişnaların fonksiyonunu kazanacağını anlamıştır. Buna karşı hem diliyle, hem eliyle mücadele etmiş ve bu “Mişnaları” yakmıştır.

Hz. Ömer, Irak’a yolculuğa giden arkadaşlarına şöyle der: “Siz öyle bir ülkeye gidiyorsunuz ki halkı arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız.”

Hz. Ömer şöyle der: “Ancak sizden önceki kavimleri hatırladım, onlar da kitaplar yazmışlar ve Allah’ın Kitabı’nı bırakarak onlara sarılmışlardı. Allah’ın Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmam.” Diğer bir rivayette “Allah’ın Kitabı’nı asla başka bir şeyle değiştirmem.” Başka bir rivayette; “Ben yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’nı hiçbir şeyle gölgelemem.”

Görüldüğü gibi Hz. Ömer, Hz. Peygamber yakınında olan, hadislere tanıklık, şahitlik yapan kişilerin rivayetleri hariç bunun dışındaki hadislere itibar etmeyip Kur’an’ı esas almıştır.

Uzun anlattım ama kurban konusunda Kur’an’da ‘’kurban kesin’’ diyen hiçbir ayet yoktur. Dolayısıyla kurban kesmek farz değildir. Hz. Peygamber’in kendisi kurban kesmemiştir. Dolayısıyla sünnet de değildir. Kurban kesmek sadece hacc farizası esnasında haccda kesmek vaciptir. Bunun dışında rivayet edilen hadisler anlattığım gibi Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra gelen sözde din âlimlerinin rivayetleridir ki anlattığım gibi bunlar da sahih (doğru) değillerdir.

 



Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

29 Temmuz 2020

Dünkü yazımda Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdi Şirâzî'den bahsetmiştim. Şeyh Sâdî Şirâzî'yi yazarken onun ''Bostan'' isimli eserinde kendine hitaben söylediği bir sözü aklıma geldi: “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti.” (Elâ ey ki omert be heftad reft, meğer hofte budi ki berbad reft) Şeyh Sâdî Şirâzî, ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” diyordu.

Ve bu sözler de beni geçip giden ömür konusunda düşüncelere sevk etti... Edebiyat dünyasında şöyle bir tur atayım dedim:

Otuz Beş Yaş

Cahit Sıtkı Tarancı’nın güzel bir şiiriydi ‘‘Otuz Beş Yaş'' şiiri... Şiir şöyle başlardı:

‘’Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’’

Burada geçen "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinde yer alan ‘’Dante’’ ismi için Cahit Sıtkı; Hristiyanlığa göre insan ömrü 70 yıl olduğundan, 35 yaşındayken yazdığı, ‘’İlahi Komedya’’nın ‘’Cehennem’' bölümünün ilk dizesine "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum" diye yazan Dante Alighieri'nin isminden esinlenmiştir.

‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’nde hayatın anlamı anlatılır ve şiir; yaşarken fark edilmeyen, algılanamayan gerçekleri söyler; iş işten geçtikten, sert taşta yaralandıktan, suda boğulduktan ve ateşte yandıktan sonra:

‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.’’

Cahit Sıtkı bu öğrenmeyi otuz beş yaşında yaşıyor.. (Kaderin cilvesidir herhalde, 46 yaşında da vefat ediyor.)

Görünüş ve Zaman

Özdemir Asaf da ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli şiirinde farklı bir hayıflanmayı yaşar:

‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu. 
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’

52 Yıl

Celal Sahir Erozan da benzer hayıflanmayı yaşar ''52 Yıl'' isimli şiirinde:

''Hala yaşım genç ama, vücudum ölgün gibi;
Bütünacı günlerim aklımda, bugün gibi!
İçimde hayata küskün, dış yüzüm düğün gibi;
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi! ...

Doğmayan hülyaların saçlarını taradım,
Ezop gibi fenerle gündüz insan aradım
Ne kendime yar oldum, ne kimseye yaradım,
Elli iki yıl geçti: Elli iki gün gibi...''

Konfüçyüs (Seçmeler)

Konfüçyüs de benzer süreci anlatıyor:

“On beş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...
Otuzumda duruşumu belirledim...
Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...
Elli yaşımda gökyüzü katını anladım...
Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...
Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”

Ve benim ömrüm!…

Bu kısa edebiyat turu ve Sâdî Şirâzî’nin, girişte bahsettiğim ‘’Bostan’’ adlı eserinde kendine hitaben söylediği; “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti” ve ‘’Bostan’’dan bir sene sonra yazdığı ‘’Gülistan’’da da “ömründen elli sene geçip gitti” sözleri bir film şeridi gibi benim de ömrümü gözler önüne serdi…

Cahit Sıtkı’nın söylediği gibi; ateşin yaktığını, suyun boğduğunu, taşın sert olduğunu daha ilkokul yıllarında öğretmişlerdi bize (!) de ama asıl başka şeyleri ben yaşım ilerleyince öğrendim.

Özdemir Asaf’ın söylediği gibi; benim de çocukluğumda her şey büyük, gençliğimde her şey önemli görünüyordu. Şimdi yaşlı sayılmasam da her şey gülünç görünüyor bana.

Celal Sahir Erozan'ın ''52 Yıl'' isimli şiirinde olduğu gibi bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi, her yılım bir gün gibi geçti, yaşım gibi!...

Konfüçyüs gibi yetmiş yaşına gelemesem de yaşım ilerleyince çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim.

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

Şeyh Şâdi-i Şirazi gibi yetmiş yaşını beklemeden seslendim kendime; “Ey ömrü yetmişlere varan, uyuyor mu idin ki uyan!’’

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* İnsanın yaşadığı dışsal gerçeklik, aslında kendi içsel psikolojisinin somutlaşmış haliymiş...
* İnsanlar, gördükleri dünyayı tanımlamazlarmış, tanımladıkları dünyayı görürlermiş...
* Evrende her şey iki kez yaşanırmış, önce zihinde yaşanır, sonra gerçekleşirmiş...
* Zihinde yaşanmayan hiçbir şey gerçekleşmezmiş...
* Düşünceler insanın evrene saldığı manyetik frekanslarmış...
* İnsanoğlu evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içinde yaşarmış...
* İnsan beyni anda yedi trilyon frekans yayarmış, bu frekanslar da kendisiyle eşdeğer frekanslarla rezonansa girermiş, dolayısıyla insan ne düşünürse etrafında o düşünceden halkalar oluşurmuş...
* Düşünceler insanın evrene ektiği tohumlarmış, zamanla filizlenip karşılarına gerçek olarak çıkarlarmış...
* Düşünülebilir olan olanaklıymış… (Ludwig Wittgenstein)
* İnsan gözlerden ibaretmiş, geri kalan et ve kemikmiş, gül düşünürmüş gülistan olurmuş, diken düşünür dikenlik olurmuş... (Mevlânâ)

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* Evrende her şey bir algılama üzerine inşa edilirmiş...
* Gerçek; bellek ve algıdan ibaretmiş...
* Kafasını geçmişin acı ve kötü hatıralarına sürekli takan insanlar gelecekte de aynı acı ve kötü olayları yaşamak için dua etmiş olurlarmış...
* Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşitmiş, insanoğlu bilseymiş kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklının ucundan bile geçirmezmiş... (Yunan atasözü)
* Kelimeler doğanın titreşimiymiş, güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratırmış... (Japon atasözü)
* İnsan tenini besleyip geliştirmeye bakmamalıymış, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbanmış, insan gönlünü beslemeye bakmalıymış, çünkü yücelere gidecek, şereflenecek oymuş... (Mevlânâ)
* İnsanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemliymiş, hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurmuş, kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanıverirmişiz...

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* Yaklaşmadığım her şeyin benden uzaklaşırmış…
* Ötekileştirdiğim her şey önce bana yabancılaşır, sonra da düşman olurmuş..
* Nerede ve kiminle olduğum önemli değilmiş, ''nasıl'' olduğum, kendimi ''nasıl hissettiğim'' önemli imiş… 
* Bu dünyada iyi olmak herkesin iyiliğini istemekle mümkünmüş…
* Sevmek ve tutkuyla bağlanmak, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdemmiş… 
* Hayatta haklı olmak değil, haklı kalabilmek önemliymiş…
* Yeryüzünde hiçbir şey başkasının hakkından daha kutsal değilmiş... (Kant)

* Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlışmış...
* Yaşamımızdaki en zarif güzellikler görülmeyen ve duyulmayanlarmış…
* Fırtınalar çiçekleri mahvedebilirmiş, fakat tohumlara zarar veremezmiş...

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyarmış. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder, ektiğini biçermiş. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmazmış. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz, önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilirmiş... (Epiktetos)
* Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değermiş... (Cibran)

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* Aslında yaşadığım her zorluk ve kendime düşman bildiğim her şey, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçasıymış...
* İnsan her koşulda yaşayıp çalışabilir, kendi karakteriyle kendi yaşam çizgisini çizebilirmiş...
* Kazanmak değilmiş, yetinmekmiş önemli olan…
* Kant’ın söylediği gibi; dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değilmiş...
* Haksızlık yapmak haksızlığa uğramaktan daha acıymış... (Sokrates)

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* Bir insanın yüreğindeki merhamet, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlıymış... (Cibran)
* Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir söz ibadethanede verilen vaazdan ve ibadetten daha değerliymiş... (Cibran)
* İnsana asıl zarar veren, zehirli yılanın sokması değilmiş, zehri kalbe taşıyan o yılanın peşine düşmekmiş... (Budha)
* Istırap, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemizmiş… (Budha)

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* İyi ile iyi, kötü ile o iyi olana kadar iyi olmak gerekirmiş... (Lao Tzu)
* İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretirmiş... (Laı Tzu)

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* En büyük mutluluk nedensiz mutlulukmuş…
* En mutlu insan sevilen değil seven insanmış...
* En büyük insan kendisiyle ve çevresiyle barışık insanmış…
* En bedbaht insan başkasında kusur bulan insanmış…
* En güzel insan başkalarında güzellikler gören insanmış...
* En zengin insan hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insanmış…
* En mükemmel insan kendisini değerli hisseden insanmış…

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;

* İhmal, şiddetten daha tahripkârmış…
* Aşk asla eceliyle ölmezmiş. Aşk; bıçak gibi kesilerek ölmezmiş. Aşk; bir tohum ekip de filizlenmesini bekler gibi olumsuzlukları ekilerek ölürmüş. Aşk; kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölürmüş. Aşk; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölürmüş. Aşk; hastalanarak ve yaralanarak ölürmüş; yorularak, solarak, matlaşarak ölürmüş... (Anais Nin)

Ve uyandım öğrendim ki;

* Vatan, uğruna ölen varsa değil, içinde yaşamaktan mutlu olunan yermiş…
* Bayrağımızın rengi kan rengi değil de, keşke gelincik kırmızısı olsaymış…
* Asıl övünülecek olanın bu topraklardan şüheda fışkırması değil, sadece herkese yetecek kadar hasat fışkırmasını sağlamakmış...
* Şühedayı övenler hep konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde yaşarlarmış ve hiç şehit olmazlarmış... Şehitler ise konaklarda, saraylarda ve sırça köşklerde değil kırık dökük evlerde yaşarlarmış...
* Keşke her Türk asker değil de tüccar doğsaymış…
* Önemli olan bir dava uğruna seve seve can vermek değil, önemli olan bu dava uğruna seve seve yaşamakmış… (Salinger)
* Düşünce ufku geniş olup edebiyat, felsefe, sosyoloji, hukuk, tarih eğitimi alanlar İslam’ı daha iyi özümsüyorlar, yüceltiyorlarmış… İslam’a en büyük zararı da din adına konuşup bu nitelikleri olmayanlar veriyormuş…

Ve uyandım öğrendim ki; bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktaymışız, bildiğimiz hiçbir şey yokmuş, bildiğimizi sandığımız sadece olaylarmış, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuşmuş… (Kant)

Ve uyandım; daha neler, neler öğrendim neler.

Ve bu öğrenmelerimde bana; üstümdeki açık gökyüzü, yüce dağlar ve Şehriyar yardımcı olmuşlardı.

Keşke bunları daha erken, gençken öğrenebilseydim...

Osman AYDOĞAN



Şeyh Sâdi Şirâzî

28 Temmuz 2020

Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye medreselerinde öğrenimini tamamlar.

30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlıların elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.

Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır.

Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe ve Lâtince de bilir.

Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Daha önceleri bu sayfamda Şeyh Sâdî Şirazi’nin ''Bûstan ve Gûlistan'' isimli bu kitabından hikâyeler sunmuştum...

Bugün de Şeyh Sâdî Şirâzî’nin daha çok tacı ve tahtı olanlara hitap eden sözlerini sizlere aktarmak istiyorum.... Beğeneceğinizi umuyorum... Üzerinde düşünmeniz dileği ile...

Şeyh Sâdî Şirâzî’nin daha çok tacı ve tahtı olanlara yönelik sözleri

* Taç ve taht geçicidir. Hiç gönüllere girdin mi? Bir kadın zalim olan erkekten çok yüksektir. Köpek de halkı inciten insandan üstündür.

* Eşeğini düşman, vergisini de sultan alıp gittikten sonra o memleketin tacında, tahtında ikbal kalır mı?

* Çoban uyumuş, kurt da sürüde: bu hal akıllı kimselerin beğeneceği şey değil.

* Çıkrığının ardında ihtiyar kadın lanet ederken, meclisin başköşesinden gelen aferinlerin değeri yoktur.

* Dünyadaki bütün nehirler, adalete susamış bir insanın susuzluğunu gidermeye yetmez.

* Halkın sevgi ve güvenini kazanırsan düşmanı gerçekten yenmişsin demektir.

* Hiddetle hemen kılıca sarılan kimse sonra esefle elinin ardını dişler.

* Büyük kalarak yaşamanın şartı odur ki her küçüğün kim olduğunu bilesin.

* Kuvvetlilerin yükünü zayıflar çekerken padişaha tatlı uyku haramdır.

* Devri kötü olan bir zalim dünyada kalmayacak, ama onun üzerinde ebedi bir lanet kalacaktır.

* Büyüklük gösterişle, lafla olmaz; yücelik dava ile kuruntu ile elde edilmez. Tevazu yüceliği arttırır, fakat gurur seni toprağa serer.

* Sen kendinden bahsetme ki, seni başkaları övsünler. Kendini övdüğün takdirde bunu başkalarından bekleme.

* Dostlarına karşı bile uyanık olmalısın. O zaman düşmanından da emin olabilirsin.

* Kurdun kafasını, halkın koyunlarını paraladıktan sonra değil, önce kesmek gerekir.

* Padişahken zulmedersen, padişahlıktan sonra dilenci olursun.

* Kafası Zühal yıldızına değen bir padişahla zindanda inleyen züğürdü, başlarına ölüm askeri hücum ettikten sonra birbirinden ayıramazsın.

* Şer çıkaranlar- yuvasına nadiren dönebilen akrepler gibidir- gene şer sevdasında giderler.

* Bir iş tedbirle olacaksa düşmanın yüzüne gülmek, savaş çıkarmaktan daha iyidir.

* Kaşını çatmamağa çalış, ne kadar zayıf olursa olsun düşmanın dost kalması daha iyidir.

* Azametli adam kurum satar; çünkü büyüklüğün yumuşaklıkta olduğunu bilmez.

* Methü sena ipiyle kuyuya inme, hatem gibi sağır ol da kendi ayıplarını dinle.

* Değersiz kimselerle savaşmaktan çekin.

* Ben damlalardan sel olduğunu çok gördüm.

* Herkesin huzurunu kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutlu.

* Senin iyiliğini isteyen kimse, “yolunda şöyle bir diken var“ diyendir.

* Yolunu kaybedene iyi gidiyorsun demek şiddetli bir zulümdür.

* Eğer mertsen, mertliğinden bahsetme. Sen kendini iyilerden saydıkça kötü olursun.

* Kendi ahlakını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir.

* Ey düşüncesiz, tedbirsiz ve akılsız olan nefis, sen tek yoksulluğun yükünü çek, ama kendini gamla öldürme.

* Düşmanı dostundan fazla olan kişinin, düşmanı şen, dostu mahzun olur.

* Dostluğa yer bırakacak kadar savaş, savaşa yer bırakacak kadar dost ol.

* Dünyanın mülküne dayanıp güvenme. O senin gibi nice kimseleri besleyip öldürdü.

* Gereken kadar konuş. Başkaları seni susturmadan susmasını bil.

* İnsan ümitsizliğe düştü mü, mağlup kedinin köpeğe saldırması gibi, dilini uzatır.

* İnsan ruhunu iki şey karartır: susulacak yerde konuşmak ve konuşulacak yerde susmak.

* Murada ermedim diye düşüne düşüne kalbini yakma, kardeşim. Çünkü her gecenin gündüzü vardır.

* "Ne söyleyeyim?" diye düşünmek, "Niçin söyledim?" diye düşünmekten hayırlıdır.

* Sevinmek istiyorsan sevindireceksin, sevilmek istiyorsan seveceksin.

* On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz.

* Yarasanın gözü gündüz göremiyorsa, güneşin ne günahı var bunda?

* İyi şeyler mutlaka çabuk biter.

* Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, eleştirin; basit bir adamı dost edinmek isterseniz methedin.

* Gayesiz yaşayanlar, nasipsiz kalırlar.

* Toprağın altında iken gönlü diri olan bir ölü, gönlü ölü olarak yaşayan bir bilginden daha canlıdır.

* Düşmanın derisini yumuşaklıkla yüzebilirsin. Sertlik gösterdin mi, dostun bile sana düşman olur.

* Irmak kenarından sıcak su iç de ekşi suratlının soğuk gül şerbetini içme.

* Elâlemi ayıplarıyla anan bir kimsenin senden de teşekkürle bahsedeceğini zannetme.

* Aradan bir nice zaman geçmedikçe insanın içyüzü anlaşılmaz.

* Eğer yiyip yatmaktan başka bir şey bilmiyorsa, adam hayvandan nesiyle yüksek olur.

* Sen kendi kaygını sağlığında çek, hısımların hırsa düşerler ölenle ilgilenmezler.

* Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

* İnsan olmak isteyen kişi önce nefsinin köpeğini susturur.

* Hedefe, okun gezi elindeyken nişan al, ok yaydan fırladıktan sonra değil.

* Hüner sahipleri, başkalarının gamını çekmekten kendi keyiflerine bakamamışlardır.

* Elâlem harman kaldırırken, vaktiyle tohum ekmemiş olmak ne gevşekliktir.

* Derisini parçalasalar dahi, Huda dost hiçbir zaman dostunun düşmanıyla dost olmaz.

* Yolu takip etmeyen bedbaht süvari, doğru yürüyen yayadan geri kalır.

* Düşen her zaman kalkmış değildir.

* Elinden hayır gelen bir oruç yiyici, dünyaya tapıp yıl orucu tutan kimseden iyidir.

* Herkes kuvveti derecesinde yük taşır, karıncaya göre çekirge ayağı ağırdır.

* Nice kuvvetli, nice üstün akıllar vardır ki, aşkın havası onları mağlup etmiştir. Çünkü sevda aklın kulağını büktükten sonra, akıl bir daha başkaldıramaz.

Tacı ve tahtı olanlar okumazlar… Beni ise hiç okumuzlar… Ama ben yine de yazayım, bir hatırlatayım istedim: Çoban uyumuş, kurt da sürüde: bu hal akıllı kimselerin beğeneceği şey değil.

Osman AYDOĞAN



Git Bahâr

27 Temmuz 2020

"Kadın yazarların annesi" (ümmül muharrirat) olarak anılan, romancı Emine Işınsu'nun annesi ve yazar Pınar Kür'ün teyzesi olan Hâlide Nusret Zorlutuna’nın güzel bir şiiri var: ''Git Bahâr''...

Önce şiiri okuyalım:

Git Bahâr

Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahar bakışların yine pek sarhoş 
Yanılıp gönlüme misafir inme. 
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.

Mâbettir orası, meyhane değil!

Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler... 
Ömrünün her günü bir başka düğün! 
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.

Gerçekten güzelsin, efsane değil. 

Altınlı başında papatya niçin? 
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için 
Diz çöken kızları ürkütme sakın!

Kalbime girme, o kâşane değil!.. 

Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül 
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül, 
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,

Gördüklerin kandil… Peymâne değil!

 (‘’Peymâne’’: Osmanlıca bir sözcük ‘’Kadeh’’ demek, ‘’Kâşane’’ ise ‘’süslü köşk’’, ‘’saray’’ demek.)

Hâlide Nusret ipek kalpli bir şair olarak tanınıyor. Zaten hangi şair ipek kalpli değildir ki? Hâlide Nusret, sevdiği gençle nişanlanıyor fakat ailelerin anlaşmazlıkları sonucu nişan yüzüğünü iade etmek zorunda kalıyor. Bu kadar narin ve nahif ruhlu olan sanatkâr ve şair Hâlide Nusret; yıkılışlar, devrilişler ve savaşların eşliğinde şahsiyetini inşa ediyor. 1926 yılında Süvari Yarbay (sonra da General) Aziz Vecihi Zorlutuna ile evleniyor… 

Hâlide Nusret Zorlutuna’nın bu şiirle beraber, bu şiir başlangıç olarak birbirinin devamı dört şiiri var: ‘’Git Bahâr’’ (1919); ‘’Ağla Bahâr’’ (1921), ‘’Gel Bahâr’’ (1936) ve ‘’Bahâr Geldi’’ (1949) isimli şiirleri bir birinin devamı niteliğinde olan şiirlerdir.

Şiiri okuduğumuzda akla ilk gelen buruk bir ‘’aşk şiiri’’ olduğudur...  Ama öyle değildir.

Şair, birbirinin devamı bu şiirleriyle Mondros mütarekesiyle başlayan makûs kaderi, tedrici olarak esaretten kazanımlara, kurtuluşa uzanan ulusal başarıları anlatmaktadır: “Esaret’’ (Git Bahâr), ‘’Yas’’ (Ağla Bahâr), ‘’Çağrı’’ (Gel Bahâr) ve ‘’Muştu” (Bahâr Geldi) olarak.

Yukarıda metnini verdiğim ‘’Git Bahâr’’ isimli şiirin yazılma nedeni, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesiyle memleketin içine düştüğü karanlık halin anlatılmasıdır. Bahârın saadet duygusunu yok eden, vatanın esaretidir. Şairin burada kastettiği mevsim de ilkbahar değil, sonbahar mevsimidir.

‘’Kapısı kilitli, mihrabı bomboş 
Mabettir orası, meyhane değil.’’

Şair bu dizeleriyle Türk yurdunu, kutsiyetiyle bir mabede benzetmiştir. Mâbed ehli, uyanıktır, gaflet perdesini aralamıştır. Miskinlerin, sarhoşların pineklediği bir mekân, yani meyhane değildir.

‘’Kalbime girme, o kâşane değil!..’’ derken şair yurdun işgaliyle kalbinin, kırık, karanlık ve harap olduğunu anlatıyor... O kalbinin kâşane olabilmesi için ülke üzerindeki kara esaret bulutunun kalkması gerektiğini dile getiriyor.

‘’Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahar bakışların yine pek sarhoş.’’ 

Şair bu şiiriyle (Git Bahâr) sanki günümüzdeki; ülkenin o karanlık günlerini ve o karanlık günlerden nasıl kurtulduğunu, bu yüce Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlamayan, tarihini bilmeyen, bilmeden ahkâm kesen, tarihini çarpıtan, olmadı yalan söyleyen, Arap hayranı, bu çağdaş Cumhuriyeti bir çiftliğe, bu köklü devleti bir aşirete, bu milleti bir ümmete dönüştürmek isteyenlere sesleniyor gibidir: ''Tamam.. Git artık!''

Şair bu seslenişte, ''Mâbeddir orası, meyhane değil!'' diyor… ''Cumhuriyettir burası, çiftlik değil!'' diyor…''Devlettir burası, aşiret değildir’’ diyor… ''Meclistir burası, saray değil!'' diyor… ''Millettir burası, ümmet değil!'' diyor… Ve ardından cesurca haykır haykır haykırıyor:  ''Tamam... Git artık!''

Bunları dedikten sonra da kara kışın habercisi o ‘’sonbahâr’'a isyan ediyor şair; ''Tamam... Çekil bu gölgeli yolda gezinme!'' artık diyor şair...

Sanki şair günümüzdeki hoyratlığa, kabalığa, sığlığa, kumpaslara, yalana, dolana, riyaya, iftiralara, sahtekârlıklara, kof bir gurura, fır dönülere, ilkesizliklere, betona, ranta, çıkara, haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere, vefasızlıklara, ham ervaha hepsine birden sesleniyor:  ''Tamam!... Git artık git!...'' diyor şair... ‘’Tamam git artık git!...’’

Osman AYDOĞAN

Git Bahâr

Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahâr bakışların yine pek sarhoş 
Yanılıp gönlüme misafir inme. 
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.

Mâbettir orası, meyhane değil!

Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler... 
Ömrünün her günü bir başka düğün! 
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.

Gerçekten güzelsin, efsane değil. 

Altınlı başında papatya niçin? 
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için 
Diz çöken kızları ürkütme sakın!

Kalbime girme, o kâşane değil!.. 

Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül 
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül, 
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,

Gördüklerin kandil… Peymâne değil!

Hâlide Nusret Zorlutuna

''Git Bahâr'' şiirinin orijinal Osmanlıca yazılmış hali:



Bir kurultayın ardından...

26 Temmuz 2020

Samuel Barclay Beckett 

Samuel Barclay Beckett (1906 -1989) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şairdir. Beckett ayrıca "Absürt Tiyatro" olarak adlandırılan akımın en önemli yazarı sayılır.

Beckett'in eserlerinin sade ve temel olarak minimalist olduğu söylenir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser eserler vermiştir. Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır.

Godot'yu Beklerken

Beckett’in modern insanın yoksunluğu ve kayıtsızlığı üzerine kurguladığı en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’dir. (Kabalcı Yayınevi, 2000) 

''Godot'u Beklerken'' isimli zaman kavramı olmayan oyunda oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar ve Godot diye birini beklerler. Ancak bu sonuçsuz bir bekleme eylemidir. Gelmeyeceğini bildikleri halde Godot'u beklerler. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.

Bu şekilde eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir ‘’Godot’u Beklerken’’.  ''Godot'u Beklerken'' bir bekleyişin, bir umudun, bir eleştirel yaşamın ve bir ideolojik başkaldırının kitabıdır. ''Godot'u Beklerken'' aynı zamanda bir varoluş kitabıdır, kahramanlarının var olduğunu kanıtlama kitabıdır. Kahramanların var olduklarını kanıtlamak sebebiyle yapmış olduğu eylemler ve sürekli bir iletişim içinde bulunma gayreti aslında var olmanın bir haykırışıdır.  

Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işler. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır. Vladimir ve Estragon, aslında insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunar.

Oyunda geçen sözler

Oyun karakterlerinin oyunda geçen bazı sözlerini buraya almak istiyorum:

‘’Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.’’

‘’Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.’’

‘’Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.’’

‘’Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.’’

‘’Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi.’’

‘’Herkes çarmıhını kendi sırtında taşır.’’

‘’İşte karşınızda tüm yönleriyle insan, suçlu kendi ayağıyken ayakkabısına kızıyor.’’ 

''Yaşlanacak zamanımız var. Hava çığlıklarımızla dolu. Ama alışkanlık büyük bir uyuşturucu.''

"Her zaman kendimize var olduğumuz izlenimini verecek bir şeyler buluyoruz."

‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’

Oyunda geçen diyaloglar

Vladimir ve Estragon’un oyun içinde diyalogları vardır. Bunlardan birkaçı:

Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; gitmek isteyip gidemeyişin, kalmak isteyip kalamayışın kitabıdır. Alışkanlıklarına hapsolmuş insanların kitabıdır. Arafta kalanların kitabıdır.

Estragon: Haklarımızı kaybettik ha?
Vladimir: Haklarımızdan kurtulduk.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’;’ hiç mücadele vermeden sahip oldukları haklarından kurtulanların kitabıdır.

Estragon: Hiç terk ettim mi seni?
Vladimir: Gitmeme izin verdin.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; çağdaşlığın, uygarlığın, aydınlığın, ışığın, refahın, huzurun, kişiliğin, onurun, gururun gitmesine izin verenlerin kitabıdır.

Oyunun sonu: Hüsran...

Hayatta istediklerine ulaşmak için çaba göstermeyen sadece zamanın getirmesini bekleyen insanların kitabıdır ‘’Godot’u Beklerken’’. Kitaptaki karakterler kendilerinin de bir şeyler yapabileceklerini düşünmezler bile. Godot'nun onları bulacağına inanırlar, beklerken de yapacakları tüm şeyleri ertelerler, bu bekleyişin sonu hüsrandır tabi. Tıpkı bizlerin de ‘’Sarı Saçlı’’, ‘’Mavi Gözlü’’ kahramanımızı; kötümser, yoksun ve kayıtsızca ve hiçbir şey yapmadan, oyun karakterlerinin Godot’yu beklercesine beklediğimiz gibi...

Bu hüsranın sonucu Vlademir kendisini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci de tam üzülecekken boş bulunup güler. Tıpkı bizlerin de ülkemizde olan bitene boş bulunup güldüğümüz gibi…

Ve onlarca yenilgiden sonra tüm bu yenilgilerin müsebbipleri olan kifayetsiz muhteris muhalifler sahne alırken Samuel Backett’in oyundaki en önemli sözü kulaklarınızda çın çın çınlar;

‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’

Osman AYDOĞAN



Sızı

26 Temmuz 2020

Alihan Samedov, Azerî Türklerinden bir müzisyendir… 27 Nisan 1964 yılında Sumgayıt'ta müzisyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… 1979 -1982 yılları arasında Azerbaycan’da müzik eğitimi alır... 1986-1990 yılları arasında Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi'nde eğitimini tamamlar.

Balaban, klarnet, gaboy, tütek, zurna ve saksafon gibi nefesli çalgıları ile nağara, goşa nağara, tef ve garmon gibi halk çalgılarını büyük bir ustalıkla çalar… 1993 yılında Azerbaycan müziğini tanıtmak ve müzik sanatını daha da geliştirmek amacıyla Türkiye'ye göçer… Balabanı Türkiye’ye tanıtır… Balaban, Azerbaycan ve Türkmenistan'da yaygın olarak kullanılan, flüte benzer nefesli bir çalgıdır. Alihan Samedov, balabanı kullanan en iyi sanatçıdır.  Ayrıca satranç ustasıdır. Erenköy İlköğretim Okulu'nda satranç öğretmenliği, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde müzik direktörlüğü, Eyüboğlu Eğitim Kurumu'nda halk dansları müzik direktörlüğü ve İstanbul Kafkas Dance Company'de müzik direktörlüğü yapar.

Alihan Samedov, ‘’Balaban’’ (seri halinde) ve ‘’Nale’’ isimli albümleri çıkarır…

Bu albümlerinden Balaban’da yer alan ‘’Sen gelmez oldun'’ şarkısına yaptığı enstrümantal yorumunu dünya piyasasına "missing" adıyla tanıtılır…

Balaban- 2 albümüne aynı zamanda ‘’Sızı’’ ismini verir. Alihan Samedov’un bu albümde yer alan ve albüme ismini de veren ‘’sızı’’ şarkısının klibi 2001 dünya siyah-beyaz fotoğraf yarışması birincisi Cemil Ağacıkoğlu tarafından çekilir. Klipte Samedov'a İngiliz manken ve fotomodel Eleni eşlik eder…

Alihan Samedov’un bahsettiğim ‘’Sızı’’ isimli şarkısı sanırım bugünlerde düşünen beyinlerin, hisseden kalplerin, hassas ruhların çektiği sızıyı anlatır… 

Gelin bu hafa sonu düşünen beyinlerin, hisseden kalplerin, hassas ruhların çektiği sızıyı bu şarkıda dinleyelim!… Zaten bu sızıya balaban, Alihan Samedov'un elinde, ağzında dayanamaz, ağlar!...

İyi Pazarlar dilerim…

Osman AYDOĞAN

Alihan Samedov: Sızı
https://www.youtube.com/watch?v=LsaDbWrVVos



Halil İnalcık

25 Temmuz 2020

Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra en büyük tarihçimiz olan Halil İnalcık’ı da dört yıl önce bugün, 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik. Sizden ricam, bugün; boyalı boyalı ceridelere, ciddi ciddi gazetelere bir bakın, renkli renkli TV kanallarını bir dolaşın, Halil İnalçık hakkında bir anma yazısı, bir anma programı olacak mı diye… Heyhat… Boşuna zahmet etmeyelim! Fesli şarlatanlardan değil ki Ayasofya açılışındaki Cuma hutbesinde Diyanet İşleri Başkanı tarafından fikirleri zikredilsin!

Ama bu büyük tarihçi Halil İnalcık’ı biz, beraber anmasak olmaz!...

Hayatı

Halil İnalçık, Osmanlı İmparatorluğu zamanında 7 Eylül 1916 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye Hanım’dır. 1923-1930 yılları arasında Ankara Gazi Mektebi’nde, bir yıl da Sivas Muallim Mektebi’nde eğitimine devam eder.  Ortaöğrenimini Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamladıktan sonra, liseyi Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde bitirir. (Şimdi bu okul Balıkesir Üniversitesi, Necatibey Eğitim Fakültesi’dir) 1936 senesinde Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde yükseköğrenimine başlar. 1940 senesinde mezun olup aynı fakültede asistanlığa başlar. Bu asistanlık, değil Türkiye’nin, dünyanın en büyük tarihçisi olmasının yolunu açar.

Hakkında söylenenler

Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:

“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein

“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.” Prof. İlber Ortaylı

“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hâkimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.” Prof. Suraiya Faroqhi

“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ” Prof. Howard Reed

“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.” Prof. Victor Ostapchuk

"Zamanın büyük âlimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir."  Bernard Lewis

“Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir tarihçi olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir. Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur. Kitapları, sayısız makale ve ansiklopedi maddeleri, sosyal bilimciler için göz kamaştırıcı bir hazine mahiyetindedir. Halil İnalcık, bu sahanın en seçkin uygulayıcılarından biri. Dünya bilimine katkıları su götürmez. Çabalarının hedefi haline gelmiş konu üzerinde bize sadece tefekkür etmek düşer.” Immanuel Wallerstein (Dünyaca tanınan Amerikalı sosyal bilimci)  

Eserleri ve makaleleri

20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterir.

Halil İnalcık’ın Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve sosyal tarihinin toplumsal–ekonomik altyapısını incelediği dört ciltlik ‘’Devlet-i Aliyye’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017) isimli kitabı en önemli kitabıdır. Eserlerini okumak tarihçi olmayan birisi için zor gelse de bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi mutlaka okunması gereken bir eser olarak değerlendiririm. (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)

Halil İnalcık; Fuad Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan ile beraber dünyaca ünlü Fransız tarihçi Fernand Braudel ile aynı tarih görüşünü paylaşırlar… F. Braudel ve çevresinin bağlı olduğu ‘’Annales” okulunun temsil ettiği tarih görüşü; ‘’bütüncül tarih’’ (histoire totale) ve ‘’uzun süredeki dönüşümler’’ (longue durée) fikirleri üzerine idi. Bu sayfada Braudel'i anlatırken bu fikirleri de detaylıca anlatmıştım.

Halil İnalçık, Emine Çaykara'nın “Nehir söyleşi”sinde “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım, ama doktriner değilim” diye sosyoloji olmadan tarihin tam anlaşılamaz olduğunu ifade ediyordu. 75 yaşında iken de Max Weber’i okuyordu... 

Bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer verir: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’

Bir makalesinde de şunu yazar: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."

Bir yazısında da şu uyarıda bulunur: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."

Halil İnalçık, ‘’Atatürk ve Demokratik Türkiye’’ (Kırmızı Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘’demokrasi’’yi; ‘’toplumda barışı güvence altına almak için bir uzlaşma ve denge zemini’’ olarak görür…

Halil İnalçık, Osmanlı ve Atatürk

Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyar… Mustafa Kemal'den ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahseder… Halil İnalcık, Atatürk’ü Osmanlı’nın modernleşme ve Batılılaşma çabaları içerisinde konumlandırır. Liboşlar ve Neo - Osmanlıcılar gibi Osmanlı’yı Atatürk’ün karşısına oturtmazdı. Cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı.. Tam anlamıyla gerçek bir Atatürkçüydü... Yukarıda bahsettiğim Emine Çaykara’nın kitap haline getirdiği söyleyişinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tü...

“Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Biz milli bir devletiz. Osmanlı bir imparatorluktu. Sultanın hâkimiyetini kim tanırsa, tebası oluyordu. Bu bunalım (Neo - Osmanlıcılık) çok kötü neticeler verebilir” diye Neo - Osmanlıcıları uyarırdı. 

Halil İnalcık, Osmanlı’nın yıkılış nedenleri arasında birinci neden olarak padişahın kimseye hesap vermeyen sorumsuz otorite sahibi olmasını gösterirdi. Bunu Osmanlı’nın yıkılma nedenlerinin başında sayardı.

Vefatı, cenazesi ve kabri

İşte, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bu büyük tarihçiyi de ‘’ağaçlar ayakta ölür’’ sözünü kanıtlarcasına, 100 yaşında iken berrak bir zihinle dört yıl önce bugün, 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik.

Halil İnalçık’ın cenazesi, Bakanlar Kurulu kararıyla, çok sevdiği, gönül verdiği, hayranı olduğu ve hakkında da çok makale yazdığı Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet'in de türbesinin bulunduğu Fatih Camisi Haziresine defnedildi… Ancak cenaze töreni vefatından on gün önce yapılan 15 Temmuz darbe girişiminin gölgesinde kaldı…

Halil İnalcık’ın kabri, Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındadır. Halil İnalcık’ın kabri de Osmanlı tarihçisi olması hasebiyle geleneksel Osmanlı ulemâsı kabri şeklinde yapıldı…

Halil İnalcık'ın mezar taşı kitabesi de Osmanlı tarih düşürme geleneğine uygun olarak Murat Bardakçı tarafından kaleme alındı ve bir dönem kendisi ile beraber çalıştığım ve kendisini tanımaktan ve kendisiyle çalışmaktan mutlu olduğum felsefe öğretmeni, ney sanatçısı ve hattat Sabri Mandıracı tarafından Osmanlıca olarak yazıldı… Kitabe şöyledir:

"Kutb-ı aktâb-ı müverrîhîn idi
Cümle âsârı buna muhkem delil
Rıhletiyle artık öksüzdür ilim
Böyle emretti bunu nazm-ı celîl
Şimdi mutlak Fatih’in bağrındadır
Fethi ondan dinliyorken biz melîl
Hüzn içinde söyledim tarih-i tâm
Kalbi yıkdı hicr göçdü Mîr Halîl-1437"

(O, tarihçilerin kutuplarının kutbu, hepsinden yüksek mertebede idi ve yazdığı bütün eserler bunun böyle olduğunun delilidir. Vefatıyla ilim artık öksüz kalmıştır, herkesin günü geldiğinde öleceğinin bir emir olduğu da Kur’an’da zaten geçmektedir. Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama biz üzgün ve boynu bükük haldeyiz. Böyle bir hüzün içerisinde tarih düşürdüm ve hicrî 1437’ye karşılık gelen ‘Ayrılık kalbi yıktı, Halil Bey göçtü gitti’ sözü vefatının tarihi oldu.)

Ancak Halil İnalçık'ın bu şekilde bir mezar taşı, kitabe ve defin hakkında bir vasiyetinin olup olmadığı konusunda bir bilgiye ulaşamadım. Ancak emin olduğum; kendisinin Atatürk sevdalısı, Osmanlı uzmanı bir Cumhuriyet aydını olduğu idi...

O çağımızın İbn-i Haldun’u idi

İşte Halil İnalcık bu çorak toprakların yetiştirdiği zamanımızın en büyük tarihçisiydi. Kendisi “Şeyh-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Şeyhi), ''Kutb-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Kutbu) ve hocaların hocasıydı... Kendisi asaletin, bilginin, kültürün vücut bulmuş haliydi. Türk tarihinin kartalı, şahini idi. O çağımızın İbn-i Haldun’u idi… Vefatından bu yana Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalmıştır.

Bu büyük tarihçiyi rahmetle anıyorum...

Osman AYDOĞAN

Halil İnalcık'ın Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındaki kabri:



Lozan’ı anlamayanlar…

24 Temmuz 2020

Bugün, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasının 97. yıldönümü… Hani bazıları bu anlaşmayı anlamıyorlar ya… Ben de anlaşmayı anlamayanların neden anlayamadıklarını biraz tarihte geriye giderek anlatmaya çalışayım…  

Lozan’ı anlamayanlar; 19. yüzyıl Osmanlının Avrupa’da ‘’Hasta Adam’’ olarak tanımlandığını, Avrupa Rönesans ve reformlarla, icatlar, keşifler, eğitim ve sanayileşme ile kalkınırken Osmanlının sanayileşememesini, eğitimde geri kalmasını, mistisizmin dipsiz kuyularında debelenmesini görmezden gelirler…

Lozan’ı anlamayanlar; vazgeçtim Orta Avrupa’nın, Osmanlının anayurdu Balkanların, Kafkasya’nın, tüm bir Akdeniz’in, Karadeniz’in nasıl kaybedildiğini bilmediklerini, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu, Osmanlının bu oldubittiye ses çıkaramadığını, Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler.

Lozan’ı anlamayanlar; 1878'de Kıbrıs'ın bir tek mermi atmadan, bir tek şehit verilmeden İngilizlere devredildiğini, 1882’de Mısır’ın ve Sudan'ın İngilizlere Osmanlının borçlarına mahsuben bir tek mermi bile atmadan verildiğini hatırlamazlar. (Mısır arazisi parsel parsel satılsaydı Osmanlı borçları milyon kez ödenirdi.)

Lozan’ı anlamayanlar, Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının 19. yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar…

Lozan’ı anlamayanlar; Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce adanın, 1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakıldığını hiç mi hiç hatırlamazlar…

Lozan’ı anlamayanlar; Balkan Savaşında Osmanlının anayurdunu kaybettiğini, Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.

Lozan’ı anlamayanlar; Ege’deki 12 Ada'nın Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakıldığını, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adaların İtalya'da kaldığını hiç mi hiç akıllarına bile getirmezler… Tabi bu durumu bilmeyenler II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1947'deki Paris Barışı ile İtalya’nın 12 Ada'yı Yunanistan'a bıraktığını da bilmezler...

Lozan’ı anlamayanlar; Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, Meis Adası hariç 12 Ada’nın İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adalarının Yunanistan'a verildiğini nedense bir türlü hatırlamazlar… Yine Lozan’ı bilmeyenler bu anlaşmaya göre Türkiye'nin elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasının kaldığını da bilmezden gelirler…

Görüldüğü gibi Lozan’ı anlamayanlar tarihi de bilmiyorlar… Görün bakalım Ege adaları ne zaman, kimin tarafından kimlere verilmiş!...

Lozan’ı anlamayanlar aynı zamanda Birinci Dünya Harbindeki Kût Muharebesini, Kût-ül Ammara’yı dizilerde öğrenmeye çalışıyorlar…

29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı, Kût Muharebesinde İngilizlere tarihi bir mağlubiyet tattırmıştı. Bu zaferden sadece ve sadece 17 gün geçmiştir.  Tarihler 16 Mayıs 1916’yı göstermektedir. Henüz Birinci Dünya Harbi devam etmektedir. İşte bu tarihte, 16 Mayıs 1916’da, yani Kût Zaferinden sadece 17 gün sonra İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu, Osmanlı topraklarının paylaşıldığı Sykes-Picot anlaşmasını imzalarlar...

Ne yazık ki Lozan’ı anlamayanlar, tarihini bilmeyenler, tarihini dizilerde öğrenmeye çalışanlar bu anlaşmayı (Sykes-Picot) temcit pilavı gibi karıştırırlar…  Hatta Kût-ül Ammâre ile de mukayese bile ederler. Temcit pilavını sevenler Sykes-Picot anlaşmasının Kût-ül Ammâre zaferinden 17 gün sonra yapıldığını dahi bilmezler.

Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre Osmanlı toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.

Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini – öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak - “Sykes-Picot” anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor. “Sykes-Picot” anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.

Osmanlı Devleti açısından I. Dünya Savaşını bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros ateşkes antlaşması olur. Mondros ateşkesi ile Osmanlı’nın egemenliği kısıtlanır ve Osmanlının toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlanır... Lozan’ı anlamayanlar bunu da anlamazlar…

Lozan’ı anlamayanlar; 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Boğazlar’ın İngilizlerin ve Fransızların kontrolüne verildiğini, Osmanlı ordularının dağıtıldığını, Toros tünellerinden telgraf hatlarına kadar tüm stratejik alanların Müttefik ülkelerce denetim altına alındığını ve hatta İstanbul’un işgal edildiğini görmezden gelirler…

Lozan’ı anlamayanlar; mütarekenin imzalanmasının üzerinden bir ay bile geçmeden; İngilizlerin, İskenderun’a asker çıkarma kararı aldıklarını, Venizelos’un, Anadolu’nun batı kısmının Yunanistan’a ait olduğunu ilan ettiğini, bir Fransız tümeninin Trakya’ya yerleştiğini, İngiliz askerlerinin İstanbul’u işgale başladığını, İngilizler ve Fransızların Çanakkale’yi işgal ettiğini nedense bilmezler…

Lozan’ı anlamayanlar; 10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr Barış Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’nin bırakıldığını, Osmanlının kalan topraklarının da işgal edildiği ve Türklerin tarihten silinmeye çalışıldığını ne hikmetse hep görmezden gelirler…

Lozan’ı anlamayanlar; Sevr Antlaşması’nın Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun bir belgesi olduğunu bir türlü anlamazlar. Lozan’ı anlamayanlar; ancak ve ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve ulusal bir direnişe başlamasıyla bu Sevr Antlaşması’nın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini nedense bir türlü anlamazlar…

Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans, 97 yıl önce bugün, 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve Osmanlının içine düştüğü bir bataklık olan kapitülasyonlardan da kurtularak iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet Batı'nın eline düşeceksiniz’’ diyordu. Lozan’ı anlamayanlar bunları da anlamazlar…

İşte Lozan budur. Lozan Antlaşması; ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir. Lozan’ı anlamayanların anlamadıkları da işte budur!...

Tabii ki Lozan'daki kazanımları Batı bize durduk yere vermemiştir. Lozan'ın ardında anlatıldığı gibi Gazi Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan bir kurtuluş savaşı ve onu taçlandıran bir 30 Ağustos Zaferi vardır...

İşte bugün bu belgenin imzalanmasının 97. yıldönümüdür... Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu Cumhuriyeti kuranları rahmet ve minnetle anıyorum...

Varlıklarını, mevkii ve makamlarını 30 Ağustos Zaferine, Lozan Anlaşmasına ve Mustafa Kemal Atatürk'e borçlu olup da milli duygudan ve tarih bilincinden yoksun kalıp, Kurtuluş Savaşını, 30 Ağustos'u ve Lozan'ı anlamayanları da Alman Filozof Edmund Hussler'in bir sözüne havale ediyorum: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler."

Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların Lozan’ı anlayıp anlamlandırmalarını beklemek de beyhude bir hayal olurdu…

Lozan’ı anlasalar da anlamasalar da Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur:

D E Ğ İ Ş T İ R İ LE M E Z!

Osman AYDOĞAN



''O Belde''nin güzel, ince, sâf ve leylî kadınları...

23 Temmuz 2020

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’ 

20. yüzyılın en büyük Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi... Ben de bu nedenle hep şiirleri kendi lisanından okumak isterim. Almancam nedeniyle Alman şairlerinden bu konuda sıkıntım yok.  Arapçam nedeniyle de Osmanlıca yazılmış şiirlerde de Divan edebiyatında da bir sıkıntım yok...  Ancak sırf Baudelaire’ni anlamak için Fransızca öğrenmek isterdim... 

Daha önceleri bu sitede uzun uzun şiir üzerine yazdım, şiirler anlattım… Ancak bir süre şiirlere ara verdim…  Artık sizleri daha fazla aç ve susuz bırakmak istemedim… Attila İlhan’ın ‘’Böyle Bir Sevmek'' isimli bir şiiri vardı… Bugün de sizlere Attila İlhan'ın bu şiiriyle hemen hemen aynı konuyu işleyen, aynı anlamı veren bir başka şairimizin ve benim çok ama çok sevdiğim bir başka şiirini anlatmak istiyorum.

Charles Baudelaire Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairidir. Baudelaire’nin  "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli bir şiiri var. Baudelaire bu şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." der... Bu şiirden alınmış bir dörtlük:

"Doğanın bahşettiği görülmemiş ağaçlar
Ve tatlı meyvelerle bu bir uyuşuk ada
İnce, güçlü kuvvetli erkekler var orada
Temiz kalpliliğiyle şaşırtıcı kadınlar"

Baudelaire bu şiirinde temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahseder…

Kendisi de Baudelaire gibi melankolik olan, yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları hiç eksik olmayan Ahmet Haşim ise Türk şiirinde bir şaheser olan "O Belde" isimli şiirinde de Baudelaire’nin temiz kalpli kadınlarla dolu adası gibi temiz kalpli kadınların olduğu ‘’O Belde’’yi anlatır. ‘’O Belde’’de; o belde, kadın ve şair anlatılır... ‘’O Belde’’de; hüzün, akşam ve kadın vardır… ‘’O Belde’’ de Baudelaire’nin adası gibi ütopyadır, hayaldir. Bu hayal ürünü beldede masum, ince, huzur veren kadınlar vurgulanır. “O Belde” kadınları güzel, ince, saf ve leylîdir. Hepsinin gözlerinde hüzün ve sükûn vardır.

''Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!''

Hepsi de kız kardeş ya da sevgilidir, annedir. Şair daha yedi yaşında çocukken annesini Bağdat’ta kaybetmiştir. Şiirde geçen akşamlar ile Bağdat’ta Dicle kenarındaki akşamlar arasında benzerlikler vardır.

Şair yaşadığı hayattan mutlu değildir ve ‘’O Belde’’de hayale sığınmaktadır. “O Belde” ile daha mutlu olacağı, düşsel bir dünya kurar şair. ‘’O Belde’’de her şey yerli yerindedir, insan daha mutludur. ‘’O Belde’’ ideal bir liman, eşsiz bir sığınaktır.  Ama ‘’O Belde’’de yine de bir hüzün vardır. Kadınların leylî olması, kamerin hüzünlü, denizin hasta olması şairin iç dünyasını da yansıtır. Deniz için kullanılan “hasta” sıfatı üzüntü hâlini göstermektedir.

Şiirde akşam, çirkinliklerden, ikiyüzlülüklerden ve kötülüklerden arınmış bir dünyanın başlangıcıdır. Bu nedenle "O Belde"de şair de kadın da özlemle akşam ufuklarına bakarlar.  

Şiirde kadın güzeldir. Ancak bu güzellik maddi değildir. Kadın güzeldir; akşam ufuklarına özlemle bakabilen gözleri vardır. Kadın güzeldir; çünkü yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşımaktadır.

''Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var.''

Şiirde akşamla kadın bütünleşir, özdeşleşir. Bu bütünleşmenin, bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak akşam, kadının güzelliğinde toplanır.

Akşamın ilerleyen saatlerinde, acılara sığınak olan, düşüncelere liman olan mavi bir deniz, sevimli yüzünü bize gösterir.

Ancak bütün bu kavramlar; kadın, akşam, deniz ve şair, hüzünden anlamayan, yalnızca maddeyle ilgilenen insana yabancıdır:

“Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.”

Çünkü bu tür insanlar, şairi böyle hayallenmeleri için "budala", kadını ise yalnızca genç bir kadın olarak, maddi olarak değerlendirir. Oysa anlam gözlüğünden bakıldığında, kadın gençliği için değil, içinde taşıdığı hüzün için güzeldir:

“Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir mânâ” 

Deniz ve akşamın da bir ruhu vardır. Onlar da insan gibi acı çeker, kıskanır ve gücenir. Onlardaki bu duygulanmayı, ancak hüzünden anlayanlar bilebilir. Somut hayat görüşü taşıyan insanlar, ne denizde, ne akşamda, ne kadında, ne de şairde bir anlam bulabilir. Akşamdaki hüznü, denizdeki gücenikliği ve isteksizliği ise hiç göremez.

Şair ve kadın için, akşamla başlayan ve mavi gölgeli bu beldeden uzak ve ayrı yaşamak bir gurbettir. Bu ideal beldeye ulaşmak mümkün değildir. Hayal edilen bu belde, dünya üzerinde olmayan bir yerdir. O beldenin yanı başında duran deniz ruhlara sürgit huzur verir.

''Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.''

Oradaki kadınlar hep güzeldir. Çünkü geceye aittirler. Akşam, yüzümüzdeki bütün ayrıntıları ortadan kaldırdığı için, akşamla birlikte her şey güzeldir. Geceye karışan, geceyle bütünleşen bütün kadınlar da o beldede güzeldir. Çünkü hepsinin gözlerinde hüzün bulunmaktadır.

Hissetmesini bilen kadın güzeldir.

Attila İlhan, ''Böyle Bir Sevmek'' isimli şiirinde ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' diyerek hayalindeki kadını aradığını söyler… ''O Belde'' isimli bu şiirinde de Ahmet Haşim hayalindeki ülkeyi ve bu hayal ülkesinde hayalindeki kadınları arar, ancak bu arayışın sonu yine hüsrandır. Sonunda şair, gerçeğe teslim olur ve evrensel bir gerçeği anlatır:

“Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz.”

(Ve uzak mavi bir ülkeden ayrı kalarak
bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz.)

Evet...

Eyyyy ''O Belde''nin hissetmesini bilen, yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyan, güzel, ince, sâf ve leylî kadınları! Bizler, bizler, bizler bu yerde, bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz! 

Gerçek hayat; karanlık, mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken ''O Belde''de ve ''O Belde''nin gözlerinde hüzün ve sükûn olan, güzel, ince, sâf, leylî kadınlarının özlemi içinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan... 

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Osman AYDOĞAN

Şiirin aslını vermeden önce genç arkadaşlarım için küçük bir sözlük ve sonra da şiirin aslını ve Mehmet Fuat'ın düzeltmesiyle günümüz Türkçesini veriyorum:

Melâl-i hasret ü gurbet: Hasret ve gurbet üzüntüsü
Ufk-ı şâm: Akşam ufku
Mesâ: Akşam
Âlâm-ı fikir: Acılı, hüzünlü düşünceler
Mersi: Liman, sığınak
Melal: Hüzün, keder
Âşinâ: Tanık
Gam-ı nermîn: Hafif üzüntü
Muğber: Gücenmek
Lerze-î Istitâr: Gizli dalgalanma
Menâtık-ı dûşîze-yi tahayyül: El değmemiş hayal bölgeleri
Ârâm: Durmak, dinlenmek
Sükûn-ı menâm: Uykusuz gece
Nefy ü hicre: Sürgün ve ayrılık


İşte şimdi Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

denizlerden
esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
bilsen
özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
ne sen
ne ben,
ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
ne de düşünce acılarına bir liman
olan bu mavi deniz
iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
sana yalnız bir ince genç kadın,
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü insan,
bu düşük açlık, bu kirli bakış,
bulamaz sende bende bir anlam,
ne bu akşamda ince bir kaygı,
ne de durgun denizde bir gücenik
içine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
topluyor ruhunun kokusunu sanki,
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

o belde?
durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
mavi bir akşam
hep dinlenir üstünde;
eteklenir deniz
döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
hepsinin gözlerinde hüznün var,
hepsi kızkardeştir veya sevgili;
gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
onların ruhu gücenik akşamdan
yoğunlaşmış menekşelerdir ki
durmadan durgunluk ve susmayı arar;
ayın hüznünün ışıksız alevi
sığınmış sanki yalnız ellerine.
o kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
sonra dalgın akşam, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine...

o belde
hangi bir hayal anakarasında?
hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
bir yalan yer midir, veya var olan,
ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
bilmem ... yalnız,
bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
bende hüzün ve ilham tellerini.

uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...



Psikolojide geçen bazı terimler

22 Temmuz 2020

Psikolojide geçen bazı terimler var. 06 Mart 2020 tarihinde bu sayfada bu terimlerden ''Yansıtma'' konusunu anlatmaya çalışmıştım... Bugün psikolojide geçen diğer önemli terimleri anlatmaya çalışacağım... ''Yansıtma'' terimi ile ilgili yazımı beğenmişseniz eğer bu yazımı da kaçırmayın derim!

Sadizm

Sadist, Fransızca kökenli bir kelimedir. Başkalarına acı çektirerek zihnen doyum sağlayan kimse anlamına gelir. Sadist sözcüğü, sadizmin fikir babası Fransız aristokrat ve yazar Marquis de Sade’nin (1740 - 1814) isminden türetilmiştir. 

Marquis de Sade yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirir ve en önemli eseri ‘’Sodom'un 120 Günü'’ (Chiviyazıları Yayınevi, 2010)’nü hapishanede yazar... Bir diğer önemli eseri de ‘’Justine'’ (Chiviyazıları Yayınevi, 2000) dir.

Yazılarında ahlakı, yasayı, dini öğeleri dikkate almadan aşırı özgürlüğü (hatta ahlaksızlığı) ve en iyinin zevk olduğunu savunur... Yazılarının çoğunu tutuklu olduğu dönemde yazar. Sadizmin kökeninin onun yazdıklarına dayanır ve "sadizm" kavramı adından türetilmiştir.

Her türlü otoritenin yanlışlıklarını eleştirmekten hayatı boyunca yılmamış olan Marquis de Sade, Bastille zindanına atıldığında, çağlar boyunca geçerliliğini koruyacak şu sözü söyler: “Ey insanlar! Asıl şimdi korkun benden, çünkü beni düşüncelerimle baş başa bıraktınız!”

Mazoşizm

Sadizmin acıyı duyan taraf açısından karşıtı olan olgu ise mazoşizm (doğrusu ‘’mazohizm’’ şeklindedir, ancak bir galatı meşhur olarak ‘’mazoşizm’’ olarak bilinmektedir) olup kendisine acı verilmesinden, eziyet edilmesinden seksüel bir zevk alma duygusudur. Genellikle, dövülme, aşağılanma, bağlanma, işkence edilme, vb. seksüel fanteziler içerir. Mazoşizmin isim babası Avusturyalı yazar Leopold Ritter von Sacher-Masoch’tur (1836-1895).

Leopold akademisyen olmasına rağmen yoğun bir edebiyat ilgisi ve becerisi vardır. Bu nedenle bir süre sonra akademik hayatını sonlandırıp yazmaya başlar, çeşitli öykü derlemeleri ve romanlar kaleme alır. Adının ünlü psikiyatrist Krafft-Ebing tarafından mazoşizme verilmesine neden olan onun edebi eserlerindeki yoğun mazohist kurgulardır.

Sadomazoşizm

Sadomazoşizm ise Marquis de Sade'in adından alınmış olan "sadizm" ve Sacher-Masoch'un adına izafe edilen "mazohizm" sözcüklerinin her ikisinin de aynı patolojik süreçte geliştiğinin ve sık sık birbirinin yerine geçtiğinin kabul edilmesinden dolayı, birlikte anılması tercih edilen bir davranış bozukluğudur.

Narsisizm

Narsisizmin kökeni Yunan mitolojisine dayanır. Yunan mitolojisindeki hikâye şu şekildedir: Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda '’eko’' dediğimiz yankılara dönüşür.

Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma çok kızar ve Narkissos'u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar sevmiştir kendi görüntüsünü. O şekilde orada ne su içebilir ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. Bundan dolayıdır ki Narsisizm; kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine âşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Bir başka ifade ile kendini kusursuz görme, sadece kendi düşündüklerinin doğru olduğuna kendini inandırma, karşısındaki insanda sürekli hata arama, tanıdığı tanımadığı insanlara hakaret etme, kendini yüceltme, hakaret ile eleştirmeyi bir sanma gibi nezaket yoksunu insanların genel ruh halini yansıtmaktadır.

Narsisizmin çok özel bir türü de; Roma Sezarları, Mısır Firavunları, diktatörler gibi çok güçlü kişilerde bulunan türüdür. Bu insanlar adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibidirler kendi gözlerinde. Yaşam ya da ölüm gibi önemli doğa olaylarına bile bir tek cümleyle karar verebilmekteydiler. En büyük korkuları güçlerini kaybetmeleri, ölüm, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıydı. Güçlerinin ve şehvetlerinin bir sınırı yokmuş gibi davranmaya çalışırlar, sayısız insan öldürüp, sayısız şatolar kurarlardı. Varlıklarının kendilerinin de çözemediği sorununu insan değilmiş gibi çözmeye çalışsalar da aslında durumları düpedüz deliliktir. Dış dünya '’ben’' olmadığı için, narsisist kişi dış dünyayı anlayamaz/algılayamaz ve bu durum kişide korku yaratır. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olur.

Hübris

Narsisizmin bir adım ötesi daha vardır Yunan mitolojisinde. Onun adı da ‘’hübris’’tir. Antik Yunan düşüncesinde ‘’hübris’’ kavramı, kendini beğenmişlik ve gururun uç noktasını anlatır. Hübris; genellikle kibir ile birleştiren gerçeklik kaybını ve bir kişinin kendi yeteneklerini, başarılarını ve becerilerini ve güç pozisyonlarının abartılmış halini ifade eder. Bir başka deyimle hübris; çok şiddetli tutkulardan, en çok da kibirden kaynaklanan bir ölçüsüzlük, bir hadsizlik hali olarak anlatılır. İtidalin, ılımlılığın, ölçülülüğün karşıtı olarak konan ve en büyük suç olarak kabul edilen hübrisin en uç noktası, kibir nedeniyle tanrılara ve kutsallığa karşı işlenen suçlardır. 

Aslında hübris, ölçüsüzlükten kaynaklanan sınır ihlallerinin toplamıdır. Dolayısıyla hübrisin tanrılar tarafından verilen kaçınılmaz cezası olan nemesis, suçu işleyen canlı veya cansız varlığın ihlal ettiği sınırların içine çekilmesiyle sonuçlanır. ‘’Nemesis’’ ismi Yunancada “hak ettiğini vermek“ anlamındadır.

''Tarihçilerin babası” diye de anılan Bodrumlu Herodotos hübris-nemesis ilişkisini şöyle anlatır: “Görmüyor musun ki tanrılar, başkalarından büyük olanları kurum taslamaya bırakmaz, yıldırımıyla çarpar? Ama küçüklere bir şey olmaz. Ve görmüyor musun ki yapıların ve ağaçların en yüksekleri, her zaman yukarının gazabına uğrarlar? Zira tanrılar çizgiyi aşanları budamaktan hoşlanır.” Budananlar, olmaları gereken sınırların içine çekilmiş olurlar.

Hübriste sınır ihlali, sadece kutsallığa veya tanrılara yönelik hakaret manasına gelmez. Bir kişinin hak etmediği bir yere gelmeye çabalaması, kendinde aslında sahip olmadığı kudretler vehmetmesi de ciddi bir sınır ihlali sayılır. Sadece antik Yunan mitolojisi değil, dünya üzerinde çeşitli halkların mitleri, destanları, efsaneleri gerekli vasıflara sahip olmadan hak iddia edenlerin başlarına gelenlerin örnekleriyle doludur. 

Hübris Sendromu

Bir de psikolojide ‘’Hübris Sendromu'' vardır.   Popüler Psikoloji dergisinde Türkçesi yayınlanan Oxford’un akademik psikiyatri dergilerinden olan Brain Dergisinde 12 Şubat 2009 tarihinde David Owen ve Jonathan Davidson tarafından yazılan makaleye göre, demokratik ülkelerde tekrarlayan seçim zaferleri liderlerin Hübris Sendromu'na yakalanma olasılığını arttırıyormuş. David Owen ve Jonathan Davidson’a göre sendrom bir “güç zehirlenmesi” ve diktatörler Hübris Sendromuna özel bir eğilim taşıyorlarmış.

Bu hastalarda; kriz dönemleri, savaşlar ve ekonomik felaketler daha fazla kibire yani hübrise neden oluyormuş. Makaleye göre bu hastalığa yakalanan bazı siyasetçileri şu şekilde sıralıyor; Oğul George W. Bush, Tony Blair ve Margaret Teacher.

Makaleye göre tanı koyabilmek için aşağıdaki sayılan 14 dört bulgudan, üç veya daha fazlası bir liderde mevcutsa; o kişi hasta demekmiş.

* Dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür.

* Öncelikle kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimi vardır.

* Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içindedir.

* Mevcut faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir mesih gibi yücelme eğilimi taşır.

* Kendisini ulus veya kuruluşla bir tutar.

* Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi kullanır. 

* Aşırı özgüven gösterir.

* Kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görür.

* Diğer insanlar ya da iş arkadaşları gibi sıradan bir mahkemeye değil de sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verebilir olduğu duygusunu taşır.

* O üst iradenin yargılamasında, haklı olacağına dair sarsılmaz inancı vardır

* Gerçeklik ile bağı kopmuştur.

* Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuzdur, dürtüsel eylemler sergiler.

* Uygulamaların, sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için, uygulamalarını ahlak, dürüstlük hakkında “geniş tasavvurlarına” dayandırır.

* Aşırı özgüven, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.

Bu terimlerin mucitleri Batı’dandır, anlattıkları da bizi değil Batı’yı ilgilendirir… Bu anlattığım tanımların, psikolojisi sağlam, sapasağlam ülkemizle ve ülkemizdeki kişilerle heç bir ilgisi yoktur. Ben sadece psikolojide geçen bu terimleri ve onların kökenlerini anlatmak istedim… Hepsi o kadar...

Ancak psikologlar; sadistlerden, mazoşistlerden, sadomazoşistlerden, narsistlerden ve hübris sendromuna sahip kişilerden uzak durun diyorlar. Benden söylemesi... İki gün önce Gustave Le Bon'ün "Kitleler Psikolojisi" isimli kitabını tanıtmıştım. Bir düşünsenize; öyle bir kitleye böyle bir lider, ne güzel gider değil mi?

Osman AYDOĞAN



Cicero

21 Temmuz 2020

05 Temmuz 2020 günkü başlayan yazı serimde Solon'u anlatırken onun bir dizesinden bahsetmiştim: "Yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum." Ve Solon dizesini de şöyle bitirir diye yazmıştım: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum."

Konu ''ihtiyarlık'' olunca hitabeti ile ünlü Romalı bir devlet adamı olan Cicero'yu ve onun bir kitabını hatırladım: “İhtiyarlık” (Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1951) Eserin ayrıca; "Yaşlılık Üzerine", "Yaşlılığa Övgü" ve "Yaşlılık" gibi isimlerle çevirileri de mevcut. (Dostluk ve Yaşlılık, Arya Yayınları, 2011)

Cicero’nun tam adı Marcus Tullius Cicero'dur. MÖ 106- MÖ 43 yılları arasında yaşamıştır. Cicero klasik Latince'de "Kikero" şeklinde okunur. Cicero tarihin gördüğü en önemli hatiplerden biri olduğu yazılır, söylenir. Kendisi iyi bir hatip ve avukat olduğu için çok konuşur. Bu nedenle de Türkçe'ye Yunanca'dan geçmiş olan ve ''karşısındakini susturacak biçimde ve çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze'' kişiler için kullanılan ''çaçaron'' kelimesinin kökeni de Cicero'dan gelir. 

İhtiyarlık

‘’İhtiyarlık’’ kitabı da Cicero’nun ''yaşlılığa övgü'' diyebileceğimiz bir eseridir. Eserde; tarihin en iyi komutanlarından biri olarak bilinen ünlü Kartaca komutanı Hannibal’a karşı Zama Muharebesi’ni kazanmış olan Scipio, Scipio’nun arkadaşı Romalı komutan ve devlet adamı Laelius ile bilge Cato'nun karşılıklı konuşmaları verilir. 

Eserde bilge Cato'ya, Scipio ile arkadaşı Laelius sorular sorar. Cicero eserinde de bu sorular üzerine yaşlılık konusundaki düşüncelerini Cato'ya söyletir; çünkü onun bilge ve tarihsel bir kişilik olması dolayısıyla önem ve ilgiyle dinleneceğini düşünür.

Kitapta ihtiyarlığı korkulu yapan dört sebepten bahsedilir: Birincisi insanı işlerden uzaklaştırması, ikincisi güçten düşürmesi, üçüncüsü pek çok zevkten mahrum etmesi, dördüncüsü ölüme yakın oluşu...

Cicero bu eserini korkulu bu dört sebebi çürütecek şekilde kurgular. Kitabında Cicero ihtiyarlık hakkında Cato'ya şunları söyletir:

“İhtiyarlar gençlerin yaptığı işleri yapamazlar ama çok daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuvvet veya çeviklikle değil, düşünce, söz geçirme, ortaya doğru fikirler koyma ile başarılır. İhtiyarlar bu meziyetlerden mahrum olmak şöyle dursun, onları arttırmışlardır.” Cicero’ya göre İnsan yaşlandıkça aklı güçlenir. Cicero'ya göre yaşlılık; insanı güçsüzleştirmekten çok insandaki gücün odak noktasının değiştiğini gösterir.

Cato'nun ağzından der ki Cicero, "doğallıkla, düşüncesizlik çiçeği burnundakilere, akıllılık da yaşını başını almış olanlara vergidir".  ‘’Kişiyi şekillendiren şey yaşlılık değildir, aksine yaşlılığı şekillendiren şey kişiliktir. Eğer yaşlımızın beyin fonksiyonlarında bir zayıflık söz konusuysa, bu sorunu yaşlılıkta değil, kâmilen yaşlımızın karakterinde aramalıyız’’ der Cicero.

Yaşlandıkça hafıza zayıflar derler. Cicero’nun savunması ise şöyle: “İhtiyarların alacaklarını vereceklerini unuttuklarını hiç duymadım. Bir ihtiyarın hazinesini gömdüğü yeri unuttuğunu da.”

Ölüm korkulacak bir şey değildir Cicero’ya göre. Doğal bir sondur. Cicero’ya göre ölümden sonra ya hiçbir şey yoktur ya da yeni bir sonsuz yaşam vardır. Eğer ölümden sonra hiçbir şey yoksa ölümün kötü olmasının da bir nedeni yoktur. Ama eğer ölümden sonra sonsuzluk var ise, o zaman da kötü değil de iyi bir şeydir. Umutsuzluğa gelince: ‘’Ne kadar yaşlı olursa olsun bir yıl daha yaşayabileceğini düşünmeyen var mıdır?’’

İhtiyarların zamanla zevk aldıkları konuların azalmasına gelince: ''Olup biteni arka sıradan seyretmenin de zevki vardır'' der Cicero... Üstelik: “Maddi zevk tabiatın insanlara verdiği en meşum beladır. Bu zevki elde etmek için doymak bilmez arzular itidalden uzak olarak alevlenir. Vatana ihanet etmeler, devleti yıkmalar, düşmanlara gizli görüşmeler hep ondan çıkar. Şehvetin göze aldırmadığı hiçbir cürüm, hiçbir kötü hareket yoktur. Kötülüğün ve düşüncesizliğin önderi, zevk isteğidir.’’

Özetle der ki Cicero; ‘’Yaşlanmaktan korkmayın’’... ‘’Keyfini sürmeye hazır olun...’’

Ama bu kitapta bir sözü var ki Cicero'nun tüm yaşlıların ve de tüm gençlerin üzerinde düşünmesi gerekir: ''Bilmem ama, bana öyle geliyor ki, umumiyetle, bir insan her şeyden hevesini aldı mı, hayattan da aldı demektir. Çocukların kendilerine göre hevesleri vardır; gençler onların eksikliğini duyar mı? Yeni yetişmeye başlayanların da hevesleri vardır, orta yaş denilen çağda onlar artık aranır mı? Bu çağın da hevesleri vardır ve bunları ihtiyarlar aramaz. İhtiyarlıktaki hevesler en son heveslerdir. Öncekiler gibi onlar da gelir geçer ve o zaman hayata doymuş olmak ölüm vaktinin tam olduğunu gösterir.''

Ve devam eder kitabında Cicero: ''Bize verilen ömür ne kadar olursa olsun, memnun olmak lazım. Bir aktörün hoşa gitmesi için piyesin bitmesine hacet yoktur, oynadığı perdede beğenilmesi yeter; işte bilge bir insan da hayatın sonuna kadar yaşamak zorunda değil, çünkü bir ömür, kısa da olsa, iyi ve şerefli bir tarzda yaşamaya yetecek kadar uzundur.''

Bir yerde de şunu söyler kitabında Cicero: ''İnsan çok yaşayınca görmek istemediği birçok şeyi görür.''

Ve Cicero kitabında Cato'yu konuşturmaya devam eder: ''Şair Naevius'un Ludus'unda şöyle bir sual sorulur: 'Baksanıza, nasıl oldu da o koca devleti öyle yıkı verdiniz?'  Verilen türlü cevaplar arasında başlıcası şudur: ‘Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler.' ''

Kitapta bir yerde bir şairin ağzından (Ennius) yine Cato’yu konuştururdu Cicero: "Şimdiye dek başınızda olan aklınız nereye gitti de çılgınlar gibi yolunuzu şaşırdınız?" 

Cicero'nun kitabında Cato'ya söylettiklerinden seçtiklerim işte bu kadar...

Cicero’nun sözleri

Montaigne’in yegâne eseri ‘’Denemeler’’de (Antik Kitap, 2015) Cicero’nun sözlerine bolca yer verirdi. İşte sizlere, çoğunun Cicero’ya ait olduğunu bilmediğimiz, üzerinde çokça düşünmemiz gereken sözleri:

"En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir. Barışların en haksızını, savaşların en haklısına yeğlerim.’’

"Sahip olduğundan fazla bir şey istemeyen insan zengindir."

"Dostluk, toprak bir maşrapa gibidir, önemsiz bir nedenden birdenbire kırılır ve bir daha kullanılamaz."

"İnsanın en büyük düşmanı kendisidir."

"Herkes düşüncelerinde yanılabilir. Ama aptallar bir türlü yanıldıklarını anlayamazlar."

"İnsanın yüzü ruhunu yansıtır."

''Ne kadar çok kural o kadar az adalet.''

"Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?"

"Biz Romalılar herkese egemeniz, ama bize de kadınlar egemendir."

"Kitapsız ev, ruhsuz vücut gibidir."

"Öğretenlerin otoritesi genellikle öğrenmek isteyenlerin önünde engeldir."

"Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur."

"Hayat yokuşundan tırmanırken rastladığınız insanlara iyi davranın, çünkü inişte yine onlara rastlayacaksınız." 

"Devlet benim seçtiğim adamlar tarafından yönetildiği sürece, tüm gücümü ve fikirlerimi Cumhuriyete sundum. Ancak her şey tek kişinin egemenliği altına girdiğinden beri kamu hizmetinde bulunma ve otorite kullanma ortamı kalmadı. Senato lağvedildikten ve mahkemeler kapandıktan sonra kendisine birazcık saygısı olan birinin senatoda ya da Forum’da ne işi olurdu?" 

‘’Fakir çalışır, zengin sömürür, asker, her ikisini de korur, mükellef üçü için öder, serseri, dördünün adına istirahat eder, ayyaş beşi için içer, bankacı ilk altıyı dolandırır, avukat ilk yediyi kandırarak savunur, hekim sekizini de öldürür, mezarcı dokuzunu da gömer ve politikacı onlar sayesinde yaşar.’’

"Anlayış, algılama gücü ve akıl bilge kişilerde toplanır. Bilge kişiler yoksa devlet de yoktur."

Ve sonunda hep benim söylediğim iki şeyi söyler Cicero:

‘’Ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

"Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur."

Osman AYDOĞAN

Bir düzeltme:

Roma tarihine hakim Levent SUNTAY Bey’den bu yazımla ilgili bir düzeltme geldi. Yazımı ileride bu bilgiler ışığında yeniden yazacağım ama önce Levent Bey’in düzeltmelerini buraya aktarmak isiyorum:

‘’Araştırma ve aydınlatma emeğinize teşekkürler. Bu arada bir çekincemi iletmeme izin veriniz. Cicero'nun, iktidar çevrelerinden uzaklaştırılmanın acısıyla CATO MAIOR adıyla yazdığı bu eserdeki SCIPION, Hannibal karsısında zafer kazanan SCIPION AFRICANUS değildir. Okuduğunuz kitaptaki çevirmenin hatasıdır. Roma tarihçilerinin dahi bu karmasa içinde bunaldıklarını söyleyebilirim; Buradaki SCIPION, Publius Cornelius Scipio Aemilianus (-185:/- 129) yılları arasında yasamış olanıdır. Kartaca savaşlarına son veren de odur.

Bilhassa Antik çağ çevirileri maalesef Türkçeye doğru aktarılmamaktadır. Bu konularda yazı yazdığınızda, bence bildiğinizi düşündüğüm Almanca kaynakları referans almanız yanılmaları engelleyecektir.

Cicero'nun yaptığı (CM20), bir devletin yıkılma nedenlerini anlatan alıntı, Latin edebiyatının başlangıcını oluşturan Livius Andronicus Naevius'dandir. Önemi de oradadir.-240 Latin edebiyatının başlangıcıdır. Bu tarih Kartaca savaşlarının ilkinin sonuna tekabül eder. (-264/-241) .-241 yılında Kartaca Sicilya’yı Roma'ya kaybeder.

Çevirideki diğer bir yanlış, Roma’nın üslubunu bilmemekten kaynaklanmaktadır. Naevius'un ağzından Cicero, devletin yıkılmasına neden olan genç hatipleri sayarken "kafasız ve cahil" olduklarını söylememektedir. Latince aslında STULTI ADULESCENTULI olarak niteler. Burada STULTI sözcüğü akılsız veya cahil olmak değil, duygularının peşinde sürüklenmek olarak anlaşılabilir. Çevirilerin Latinceden direkt ve Latinceye hâkim kişiler tarafından yapılması gerekmektedir. Müdahalemi hoşgörü ile karşılayabileceğiniz umuduyla. Saygılar.

Elbette. Belki de SCIPION sülalesi için de bir ayrı yazı lazım. Değil mi ki birincileri ETRUSKLERIN FATİHİ’dir…’’

 



Kitleler psikolojisi

19 Temmuz 2020

Aslen bir hekim olan Gustave Le Bon (1841-1931) tartışmalı bir Fransız sosyolog ve antropologdur. Toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Kitle psikolojisinde akla gelen ilk isimdir. Le Bon faşist liderlere esin kaynağı olmuş bir sosyal bilimcidir, hatta ırkçı olduğunu öne sürenler de vardır. 

Le Bon özellikle inançların toplumsal hayata olan etkilerini incelemiştir. La Bon’a göre ünlü bir matematikçi ile kunduracı arasında entelektüel karşılaştırma bakımından uçurum bulunabilir fakat ahlak ve inanç bakımından hiç fark yoktur. Le Bon’a göre başlayan devrimler, gerçekte sona eren inançlardır.

Le Bon inançların toplumsal hayata olan etkileri konusundaki incelemesinde şu sonuçlara ulaşır: İnsan kesinlikle mantığı ile hareket etmez. İnsan, heyecanlarının ve duygularını esiridir, bu nedenle çok saçma şeyler yapmaya eğilimlidir. İnsan bir şeye inandı mı artık onun etkisinden çıkması oldukça zordur. Katı inançlar, eleştirinin aklın ve mantığın gelişmesini engeller. İnsanoğlu geçmişte inançsız yaşayamadığı gibi gelecekte de inançsız yaşayamayacaktır.

Ve Le Bon’un bu incelemesinin en önemli sonucu da şudur: ‘’Eğer bir milletin inançlarında bir değişim bir reform, bir devrim başlarsa, toplumsal hayat ve kurumlar da baştan sona değişir.’’

Ve Le Bon bu çalışmasını şöyle bitirir: ‘’Reformlar, bir umudun yerine bir başkasını koymaktan öte hiç bir şey yapmadılar, hiç bir zaman"

Le Bon 1895 yılına kendisine büyük ün kazandıran ve alanının öncü çalışmalarından biri ve en bilinen eseri olan "Kitleler Psikolojisi" (Alter Yayıncılık, 2009) adlı eserini yayınlar. Devrimlerden ve bilhassa Fransız devriminden nefret eden Le Bon her türlü topluluk gibi temsil işlevi gören meclislerin de kitle psikolojisini yansıtan bir "kalabalık" olduğunu savunur. Ona göre bireyin zekâ seviyesiyle orantılı kararlar almasını önleyen "yığın psikolojisi"; sendikaların, siyasî partilerin ve bilhassa meclislerin çalışmasına egemen olarak Batı uygarlığının çöküşünü hazırlar... 

Le Bon’a göre milletlerin kaderi kitlelerin ruhunda hazırlanıyor. Ve etkili liderler de kitlelerin ruhunu içgüdüsel olarak bilen psikologlar arasından çıkıyor. Kitlelerin ruhunu iyi tanıdıkları için onlara kolaylıkla hâkim oluyorlar.

Le Bon 125 yıl öncesinden "Kitleler Psikolojisi" eserinde şöyle yazıyordu:

* Milletlerin kaderi artık hükümdar divanlarında değil, kitlelerin ruhunda hazırlanmaktadır.

* Kavimlerin kaderini hükümetler değil, kendi karakterleri tayin eder. Kavimler her zaman karakterleriyle yönetilirler.

* Kitleler bir dereceye kadar uyuyan bir insana benzerler.

* Kitle psikolojisiyle bütünleşmiş insan fikri bağımsızlığını yitirir ve duyguları; cimriyi cömerde, münkiri mümine, korkağı kahramana çevirecek kadar değişime uğrar.

* Kitleler kuvvete saygı duyarlar, kitlelerin yönelimleri ve sevgileri her zaman iyi yöneticilere değil, kendilerini baskı altında tutan zorbalara olmuştur.

* Zayıf bir hükumete karşı ayaklanmaya hazır olan kitle, kuvvetli bir hükumet karşısında esir gibi eğilir. 

* Kitlenin ruhuna daima hâkim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacıdır. İtaate susadıkları için liderleri olduğunu söyleyen kimsenin ardından gidiyorlar.

* Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen mantıksızlıklar karşısında, gerçek dışı eğer kendilerini çekerse, bunu ilahlaştırarak buna yönelmeyi daha üstün tutarlar. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hâkim olurlar ve hülyalarını ortadan kaldıranlar da onların kurbanı olur. Kitlelere, hükmetmenin en iyi yolu, onların bilinçaltındaki hayalleri canlandırmaktır. Kitleler hayallerle düşünür, kitlelerin hayalleri devlet adamlarının kudretinin temelleridir. Kitlelerin hayal gücü üzerine etki etmek sanatı, onları idare etmek sanatıdır.

* Mucizeler ve efsaneler gerçekte uygarlıkların asıl destekleridir. Görünüşler ve gösterişler tarihte gerçeklerden daha fazla rol oynamıştır. Gerçekte olmayan gerçek olana üstün gelmiştir. İnsanlar üzerinde büyük etkileri olan kişiler hakiki kahramanlar değil, efsaneleşmiş kahramanlardır. 

* Kitlelerin kendilerine kabul ettirilmiş fikirleri vardır, muhakeme mahsulü fikirleri hiç yoktur.

* Kitlelerin genel karakterlerini parlamentolarda da aynen buluruz; düşüncelerdeki basitlik, çabuk hiddetlenme, telkine yeteneklilik, duygularda aşırılık, önderlerin güçlü nüfuzu.

* Kitle, çobanından vazgeçemeyen bir sürüdür.

* Vatandaşların artan kayıtsızlığı ve acizliği ile hükümetlerin rolü daha fazla büyümeye başlar.

*  Bugünkü kitle oluşumlarında insanların zihniyetleri aşağı seviyededir.

* İddia ve tekrar hayatta yarışabilmek için en güçlü araçlardır. Bununla beraber iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar edilmesi gerekir. Napolyon ‘'biricik ciddi söz sanatı tekrardır’' demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek suretiyle sonunda kanıtlanmış bir gerçek gibi kabul edilebilecek kadar ruhlara yerleşir.

* Seçmenler düşüncelerinin ve gururlarının beğenildiğini ve okşanıldığını görmek isterler. Aday olan kimse seçmenlerini pek fazla övmeli ve en olmayacak şeyleri vadetmekten çekinmemelidir. Rakip adaya gelince, onun en rezil bir kimse olduğunu, birçok cinayetler işlediğini, herkesçe bilindiğini, iddia, tekrar ve sirayet yollarıyla ortaya koyarak seçmenler karşısında itibarını kırmalıdır. Burada ispata ve delile benzer bir şey aramaya da gerek kalmaz. Eğer rakip olan aday kitle psikolojisini iyi bilmiyorsa, kendisine karşı kullanılan iftiralara, o iftiralar oranında sözler sarf edeceği yerde birtakım ispatlarla karşılamaya kalkarsa, o andan itibaren kazanma şansını kaybetmiş olur.

* Napolyon, devlet şurasında şu konuşmayı yapıyordu: “Vende Savaşı'nı kendimi Katolik göstererek kazandım, daha sonra kendimi Müslüman göstererek Mısır’a yerleştim, Papa'nın nüfuzunu yaymaya taraftar biri gibi göstererek de İtalya'da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman’ın mabedini yeniden inşa ederdim.''

Ve koca kitap şöyle biter: ‘’Bir ideal etrafında toplanarak uygarlık oluşturmak ve ideal gücünü yitirince çözülüp dağılmak; işte bir milletin hayat seyri bundan ibarettir.’’ Üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir cümledir bu söz...

Floransalı siyasetçi ve yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılmış politika hakkında bilimsel bir inceleme olan ’’Prens’’ (Can Yayınları, 2010) Le Bon’un bu kitabı ile beraber okunmalıdır diye değerlendiriyorum.

İngiliz yazar Alain de Botton ''Statü Endişesi'' (Sel Yayıncılık, 2005) isimli kitabında da Le Bon’u desteklercesine şöyle derdi: ''Gelişmemiş kültürlerde, oturmamış kişiliklerde insanlar, kendilerini hor gören, hâkir gören kişilerin dikkatini çekmek için daha çok çaba harcarlar.''

Gustave Le Bon, Machiavelli ve Alain de Botton Merih gezegeninde yaşayan bir kavmi anlatmışlardır... Bizim coğrafyamızla ve bizim kültürümüzle heç mi heç bir ilgisi yohtur!... 

Osman AYDOĞAN

 



I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (4): Sürgün Edebiyatı: ''Körleşme''

17 Temmuz 2020

I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya’yı ve bu süreçteki Hitler’in iktidara gelişini ve yükselişini şimdiye kadar ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ olarak siyasi ve askerî yönleriyle anlattım.

Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçtir ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler…

Alman edebiyatında ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) (*)

İşte bu sürgündeki Alman edebiyatçılar tarafından ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) akımı oluşturulur... Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi… Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalır…

İşte bu sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar. Bu edebiyatçıların belli başlıcaları ve verdikleri eserlerden önemlileri şunlardır:

Elias Canetti; ‘’Körleşme’’ (Die Blendung), ‘’Kitle ve İktidar’’ (Masse und Macht),
Hermann Broch; ‘’Vergilius’un Ölümü’’ (Der Tod des Vergil), ‘’Büyülenme’’ (Die Verzauberung),
Alfred Döblin; ‘’Berlin Aleksander Meydanı’’ (Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil; ‘’Niteliksiz Adam’’ (Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth; ‘’Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları’’ (Beichte eines Mörders),
Thomas Mann; ‘’Doctor Faustus’’
Hannah Arendt; ‘’Kötülüğün Sıranlığı’’ ve
Klaus Mann; ‘’Mephisto, Bir Kariyer Romanı’’ (Mephisto, Roman einer Karriere)

Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla ortak özellikleri; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini, despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarıyor olmalarıdır… 

Bugünden itibaren bu edebiyat türünden örnekler vererek Hitler’in Almanya’da nasıl bir toplumsal atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü anlatmaya çalışacağım...

Körleşme

Yazı dizimin bu bölümüne Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ (Sel Yayıncılık, 2014) kitabı ile başlamak istiyorum…

‘’Körleşme’’ (Orijinal adı: ‘’Die Blendung’’… ‘’Blendung’’un tam Türkçe karşılığı aslında ‘’parıldamak’’ ve ‘’göz kamaştıracak bir şekilde parlamak’’ anlamına gelir. Ancak Türkiye’nin en iyi Almanca çevirmeni Ahmet Cemal ‘’Körleşme’’ olarak çevirmiş) eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Avusturyalı sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin yazdığı ilk ve tek romanıdır.

Elias Canetti “Körleşme”yi 1931’de 26 yaşındayken yazar. Roman 1935’de Viyana’da basılır, 1943’de İngilizceye çevrilir ancak roman İngiltere’de 1946’da basılır. “Körleşme”nin Dünya çapında üne kavuşması da Canetti’nin en büyük eseri olan “Kitle ve İktidar” (Ayrıntı Yayınları, 2014)’ın 1960’da yayımlanmasından sonra olur.

‘’Körleşme’’, ülkemizde ise Ahmet Cemal tarafından yedi yıllık bir çalışmasının sonucu olarak 1981’de yayınlanır... Ahmet Cemal’e de çeviri için fikir veren kişi Oğuz Atay’dır.

Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen ‘’Körleşme’’, Almanya'da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen ‘’Körleşme’’, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.

Canetti, insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…

Roman üç bölüm halindedir; ‘’Dünyasız Bir Kafa’’, ‘’Kafasız Bir Dünya’’ ve  ‘’Kafadaki Dünya’’.

Romanın başkahramanı Prof. Peter Kien, evinde sayısı 25.000 kadar olan kitaplarıyla yaşayan ancak kendini kendi iç dünyasına sürgün etmiş bir entelektüeldir. Bu kitaplar ve içinde bulundukları kütüphane, Peter Kien için gelişimin sembolüdür. Prof. Peter Kien’in yaşam biçimi fildişi kulesindeki bir aydının nasıl yaşadığını simgeler. Prof. Peter Kien evdeki hizmetçisi ile evlenir. Sonunda hizmetçi Prof. Kien’i evden kovar. Prof. Peter Kien dış dünyaya çıkmak zorunda kalır ve dışındaki dünyanın gerçeği ile karşılaşır.

Roman aslında Hegel’ci bir bakış açısıyla kendi içinde tezi, karşı tezi ve sentezi içerir. Roman, toplumun senteze erişememe sancılarını birey üzerinden (Prof. Peter Kien) anlatır. Bu anlamda roman, kendi sentezini kuramamış toplumların eleştirisi niteliğini taşır…

Bu sayfalarda José Saramago’yu anlatırken de yazmıştım: ‘’Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor...’’ diye…  “Körleşme”nin öneminden söz eden eleştirmenler de romanın gelmekte olan Nazizm’in habercisi olabilecek bir içerikte olmasına dikkati çekerler… Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır…

Politikanın kirli ortamında aydının; aymazlaştığı, ödlekleştiği ve körleştiği dönemler toplumun faşizme gebe kaldığı dönemlerdir… Kısaca Canetti kitabında bunu anlatır…

‘’Doğru yolu görüp de oradan gitmemek, yüreksizliktir.’’ (Körleşme, s. 64)

Osman AYDOĞAN

(*) Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Almanya’da bu anlattığım ‘’Sürgün Edebiyatı’’nın dışında II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü daha vardır: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Bu sayfalarda daha önceleri bu ''Trümmerliteratur'’un Heinrich Böll’ ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…

 



I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (5): Sürgün Edebiyatı: ‘’Mephisto’’

18 Temmuz 2020

Dünkü yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerinii ve despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsetmiştim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını anlatmıştım.

Friedrich Engels, Fransa’da ve Almanya’daki köylü sorunu hakkındaki düşüncelerinden yola çıkarak kısaca şunu söylerdi: ‘’Diktatörlerin en büyük destekçileri köylüler olmuştur…’’ Alman Sürgün Edebiyatından vereceğim ikinci örnek Klaus Mann’ın eseri ‘’Mephisto’’ ile Engels’e karşı bir tez getirdiğini düşünüyorum: Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar, yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur…

Mephisto

Bu girişten sonra artık Alman Sürgün Edebiyatının en güçlü temsilcilerinden birisi olan Klaus Mann’ın 1936 yılında yayınladığı ve 20. yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Mephisto: Bir Kariyer Romanı” isimli romanını anlatabilirim.

Daha önce Klaus Mann’ın bu romanından uyarlanan aynı isimli oyunu Türkçeye çevrilmesine ve Türkiye’de sahnelenmesine karşın ne yazık ki romanın Türkçe yayınlanması ancak günümüze, 2019 yılına nasip olur. (!) (Mephisto, Everest Yayınları, 2019)

Mephisto, diğer adıyla Mephistopheles; şeytan, iblis, hain anlamına gelir… Mephisto, Hristiyan mitolojisinin Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan birisidir. Avrupa’da Rönesansta yaygın olarak kullanılmıştır. Bir Hristiyan miti olmasına rağmen İncil'de adına rastlanmaz…

Mephisto sözcüğü ile ilk olarak Goethe’nin ünlü kitabı Faust’ta karşılaşırız… Mephisto, Faust’ta akıl ve kudret karşılığında Faust'un ruhunu satın alan şeytan olarak karşımıza çıkar…

Günümüz dünyasını anlamak için okunması mutlaka elzem olan bu romanı tanıtmadan önce kitabın yazarı Kalus Mann’ı ve romanda Hendrik Höfgen karakteri olarak anlatılan Gustav Gründgens’i kısaca tanıtmam gerekiyor…  Klaus Mann ve Gustav Gründgens’i tanımadan kitap anlaşılmaz diye değerlendiriyorum…

Klaus Mann

Klaus Mann, 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından birisi olan ve 1929 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın (1875 -1955) oğludur… Thomas Mann'ın altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann ve Golo Mann da yazardırlar…

Klaus Mann (1906 -1949), henüz on dokuz yaşındayken Paris’te Hemingway ve James Joyce gibi önemli yazarlarla tanışır. Edebiyat çalışmalarına Weimar Cumhuriyeti'nde, o zamana göre tabu sayılacak konular üzerinde başlar… Hitler’in iktidara gelmesiyle 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalır… Bu kaçıştan sonra Klaus Mann, nasyonal sosyalizme karşı cesur yazılar yazar… Sürgünde iken 1943 yılında ABD vatandaşlığına geçer… Eserleri Almanya'da ölümünden çok sonra keşfedilir... Bugün 1933 yılı sonrası Alman Sürgün Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak kabul görür… Zaten yazı konusu Mephisto’yu da sürgünde iken yazar…

Klaus Mann, romanları, öyküleri, günlükleri, anı-mektup kitaplarıyla dönemin ruhunu, Nazilerin icraatlarını, etkilerini, tepkilerini tüm çıplaklığıyla anlatır…

Klaus Mann, yaşamı boyunca yaşadığı hem kişisel hem de politik hayal kırıklıklarını artık taşıyamamasından dolayı 21 Mayıs 1949 yılında 43 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak intihar eder…

Gustav Gründgens

Gustav Gründgens (1899 -1963), 20. yüzyılın en ünlü ve etkili aktörlerinden birisidir. Berlin, Düsseldorf ve Hamburg'daki tiyatro sanat yönetmenliği yapar… Gründgens, Hamburg Kammerspiele Tiyatrosu’nda ilk yönetmenlik deneyimini yaşarken, Klaus Mann ve kız kardeşi Erika ile birlikte çalışır… 24 Temmuz 1926'da Gustav Gründgens, her ikisi de eşcinsel olmasına rağmen Erika Mann ile evlenir… Ancak bu evlilik üç yıl sürer… 

Bu süre zarfında Erika ve Klaus gibi Gründgens de sol kanat aktivitelerindendir ve Alman Komünist Partisi (KPD) üyesidirler… Aynı zamanda Gründgens, Adolf Hitler ve Nazi Partisi'ne duyduğu nefreti de gizlemez…

Gründgens, 1932’de Prusya Devlet Tiyatrosu’na girer… Gründgens’in oynadığı ilk rol de Goethe’den uyarlanan Mephistopheles’tir.

Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e hükumeti kurma görevini verir ve Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanya’sına dönüştürecek süreç başlar… 1933’te Klaus ve Erika Mann katıldıkları politik bir kabare nedeniyle Nazi rejimi tarafından kovuşturmaya uğrayınca yurtdışına çıkmak zorunda kalırlar… 1934’te de Klaus Mann Alman vatandaşlığından atılır…

Gründgens ise Almanya’da Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring'in himayesine girer… 1934’te Gründgens Prusya Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğine getirilir... Daha sonra da Göring tarafından Prusya Devlet Konseyi’ne de atanır… Ayrıca Berlin'in başlıca tiyatrosu Staatstheater'ın da direktörlüğünü yapar… Gründgens, 1934'te, ülkeden kaçan bir Yahudi bankacının sahip olduğu Berlin’deki lüks bir villaya taşınır…

Sayısız sanatçı, aydın, düşünür Nazi döneminde çeşitli baskılarla karşılaşır, Klaus ve Erika Mann gibi pek çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kalır, bazıları da hayatlarını kaybederken, Gustav Gründgens’in kariyeri ise hiç sekteye uğramaz…

Gustav Gründgens, 1936 yılında Joseph Goebbels ile tanışır… Joseph Goebbels, tüm eşcinsellere açıkça düşman olmasına rağmen, Gründgens; Hitler, Göring ve Goebbels tarafından koruma altına alınır… 1936'da Gründgens, Alman Devleti ile yıllık ortalama 200.000 Reichsmark geliri elde eden bir anlaşmayı imzalar…

Gründgens, bu süre zarfında birçok propaganda filminde başrol oynar ve film başına ortalama 80.000 Reichsmark kazanır… Bir eleştirmen, "Gründgens ilke olarak canavarların hizmetinde bile ego ve kariyer seçen entelektüellerin sembolü olduğunu" iddia eder…

Eylül 1944'te Goebbels, tüm Alman tiyatrolarını savaşın sonuna kadar kapatır… Ancak, Gründgens’in Berlin’deki evinde oturmasına izin verilir... Nisan 1945'te Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilir... Ancak Gründgens serbest bırakılır ve tiyatro yeteneklerini Doğu Almanya'da kullanmasına izin verilir… Gründgens 1946 yılında Batı Almanya'ya taşınmayı başarır ve birkaç yıl içinde kendisini ülkenin en iyi bilinen yönetmenlerden birisi haline getirir...

Gustav Gründgens, 7 Ekim 1963’te Manila’da tatildeyken aşırı dozda aldığı bir tabletten ölene dek bir oyuncu-yönetmen olarak büyük rağbet görmeye devam eder…

Mephisto'nun yazılma hikâyesi

Klaus Mann, sürgünde iken yayıncısı Fritz Helmut Landshoff tarafından bir roman yazmak için aylık maaş alacağı cömert bir teklif alır…  Klaus başlangıçta, 22. yüzyılda Avrupa hakkında ütopik bir roman yazmayı hedefler... Ancak yazar Hermann Kesten, kendisine Nazi Almanya’sında başarılı bir kariyere sahip olmak için ideallerinden ödün veren eşcinsellerle ilgili bir roman yazmasını önerir…

Klaus Mann, Hermann Kesten’in tavsiyesini kabul eder ve romanını bir zamanlar kaynı olan Gustav Gründgens'e dayandırır... Roman 1936 yılında yayınlanır… Romanda, (Mephisto) gençliğinde komünist olan bir oyuncu olan Hendrik Höfgen roman kahramanıdır… Ancak Höfgen’in şahsında anlatılan Gustav Gründgens’dir…

Kalus Mann, kitabını Almanya’da yayınlamaya çalışır... 1949 yılının nisan ayında, yayıncısından Gustav Gründgens'in itirazları nedeniyle romanının ülkede yayınlanamayacağını söyleyen bir mektup alır… Roman, Gustav Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalır... Roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen kült eser haline gelir ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam eder…

Mephisto Romanı

Spiegel dergisi kitap hakkında; ‘’Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman” diye yazar… Almanya’nın bir numaralı edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki de kitap hakkında; “İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı” diye konuşur…

Kitap tanıtım bülteninde de ‘’Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, Nazilerle işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatır… Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil eder…’’ diye yazar…

Klaus Mann, romanında Hendrik Höfgen karakterinin kariyer yolculuğunun geri planında 1920’lerden 1936’ya kadar Almanya’daki dönüşümü anlatır… Roman kahramanı Hendrik Höfgen sosyalist bir tiyatro oyuncusudur. Liberal görüşlü bir müsteşarın kızıyla evlenmiştir… Hitler iktidara gelmiş, faşizme sürüklenen ülkede çok sayıda sanatçı mahpuslara tıkılmış, kimi işkenceden geçmiş, kimi öldürülmüş, 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Almanya’daki bu dikta rejiminde bir dolu arkadaşı Nazilerin şiddetine ve yıldırma politikalarına maruz kalmışken Höfgen, yalnızca kendi kişisel kariyerini ve ikbalini düşünerek siyasi bir tavır alır sanki hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumar, ağzını kapatır, üç maymunu oynar. Höfgen, tutkuları uğruna faşizme tutsak olur, iktidarla uzlaşır ve yeni sistemin yıldızlığına yükselen bir aktörü olur…  Bu süreçte tüm insani ilişkilerini şöhret basamaklarından tırmanmak için kullanır…

Romanda zenci sevgilisi Juliette, Hendrik Höfgen’e sonunda şöyle hitap eder: “Senin kendinden ve kariyerinden başka bir şey umurunda mı? Pis mesleğinin dışında her şey sana vız geliyor! Başka nasıl çalışabilirdin komünistleri öldürten insanlarla? Sokağa çık biraz Hendrik! Tiyatrodan dışarı çık biraz! Dostlarını sokaklarda öldürüyorlar Hendrik! Çuvallara doldurulan cesetleri göllerin, ırmakların dibinde şimdi…’’

Klaus Mann, romanında sadece Höfgen’e odaklanmış gibi gözükse de bahsettiğim gibi romanın arka planında da iktidarı ele geçiren Nazi rejiminin yaptıklarını açık bir şekilde de anlatır…

Klaus Mann Höfgen’i anlattığı romanının ismini “Mephisto” vermesi de tesadüf değildir… Yazımın girişinde Mephisto isminin ilk olarak Goethe’nin Faus’tunda geçtiğini söylemiştim. Goethe’de Faust, yaşamını belirli idealler üzerine kuran ve onlardan şaşmayan bir karakterdir. Karşısına çıkan Mephisto ise onu bütünlüklü bilgiye ulaştırabileceğini söyleyerek Faust’un yaşadıkları ideallerinden uzaklaşmasını sağlar… Faust’un ruhuna karşılık şeytanla yaptığı bu anlaşma onun insani özelliklerini kaybetmesine yol açar.

Orta çağdaki Goethe’nin Faust’un ruhunu ele geçiren Mephisto ile Höfgen’in ruhunu kontrol altına alan despot Nazi rejimi aslında aynı özellikler sahiptir.

Klaus Mann, Höfgen karakterinin şahsında evrensel bir gerçeği işaret eder: Baskı ve despot dönemleri bir yandan dalga dalga korku kültürü yayarken diğer yandan da halka halka fırsatçılar ve çıkarcılar yaratır… Baskı dönemlerinde, iktidarın ideolojisi dâhil ideolojilerin bir anlamı kalmaz… Çıkar karşısında iktidarlar da muhalifler de ideolojilerini bir gömlek gibi değiştirilebilirler… 

Romanın sonunda kötülük sıradanlaşır…  

Mephisto Filmi

Mephisto, Macar yönetmen István Szábo tarafından filme alınır ve film 1981 yılında tamamlanır… Film aynı yıl ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar ödülünü alır… Szábo’nun ‘’Mephisto’’ filmi sinema sanatının ve tarihinin önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir…

Filmde, Hendrik Höfgen karakterini meşhur Avusturyalı oyuncu Klaus Maria Brandauer canlandırır… Romanda da olduğu gibi Nazilerin iktidara geliş sürecinde Berlin Devlet Tiyatrosunda Faust oyununda ki Mephisto karakteriyle ünlü olmuş Klaus Maria Brandauer’in bir sosyalistken Nazi işbirlikçisine dönüşmesi, ruhunu şeytana satması ve Faşizm in bir dişlisi haline gelme sürecini anlatılır… Filmde ayrıca Faşist bir yönetim iktidardayken sanatın nasıl baskı altına alındığını çok güzel bir şekilde verilir…

Sonuç ve günümüz…

Yazımın başında Engels’e olan Kalus Mann’ın itirazını (benim tespitim) bir daha tekrarlamak istiyorum: ''Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur… '' 

Faşist rejim öylesine cezbedici zehirli bir mıknatıs halindedir ki, dün bu sayfalarda daha önceleri anlattığım gibi Birinci Dünya Savaşı'nın Almanlara karşı savaşan Fransız milli kahramanı Maraşel Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşında bir Hendrik Höfgen karakterine bürünüp Mephisto'laşarak Faşizm yanlısı, Nazi işbirlikçisi bir hain haline gelir...

Kalus Mann’ın İtirazını şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi?

TV ekranlarına, meclise, medyaya, sosyal medyaya, bürokrasideki basamaklara, iş hayatına, üniversitelere, yargıya, siyasete, ticarete, mafyaya, yazara, yazmayana, çizere, çizmeyene, sokağa ve çevrenize dikkatlice bakarsanız eğer ülkede bir değil onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce ve yüzbinlerce kişinin Hendrik Höfgen karakterine bürünerek bir nasıl Mephisto’laştığını görürsünüz...

Yazımı yine Alman Sürgün Edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi olan Hannah Ardent’in bir sözü ile bitireyim: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’

Osman AYDOĞAN



I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (4): Sürgün Edebiyatı: ''Körleşme''

17 Temmuz 2020

I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya’yı ve bu süreçteki Hitler’in iktidara gelişini ve yükselişini şimdiye kadar ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ olarak siyasi ve askerî yönleriyle anlattım.

Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçtir ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler…

Alman edebiyatında ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) (*)

İşte bu sürgündeki Alman edebiyatçılar tarafından ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) akımı oluşturulur... Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi… Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalır…

İşte bu sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar. Bu edebiyatçıların belli başlıcaları ve verdikleri eserlerden önemlileri şunlardır:

Elias Canetti; ‘’Körleşme’’ (Die Blendung), ‘’Kitle ve İktidar’’ (Masse und Macht),
Hermann Broch; ‘’Vergilius’un Ölümü’’ (Der Tod des Vergil), ‘’Büyülenme’’ (Die Verzauberung),
Alfred Döblin; ‘’Berlin Aleksander Meydanı’’ (Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil; ‘’Niteliksiz Adam’’ (Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth; ‘’Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları’’ (Beichte eines Mörders),
Thomas Mann; ‘’Doctor Faustus’’
Hannah Arendt; ‘’Kötülüğün Sıranlığı’’ ve
Klaus Mann; ‘’Mephisto, Bir Kariyer Romanı’’ (Mephisto, Roman einer Karriere)

Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla ortak özellikleri; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini, despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarıyor olmalarıdır… 

Bugünden itibaren bu edebiyat türünden örnekler vererek Hitler’in Almanya’da nasıl bir toplumsal atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü anlatmaya çalışacağım...

Körleşme

Yazı dizimin bu bölümüne Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ (Sel Yayıncılık, 2014) kitabı ile başlamak istiyorum…

‘’Körleşme’’ (Orijinal adı: ‘’Die Blendung’’… ‘’Blendung’’un tam Türkçe karşılığı aslında ‘’parıldamak’’ ve ‘’göz kamaştıracak bir şekilde parlamak’’ anlamına gelir. Ancak Türkiye’nin en iyi Almanca çevirmeni Ahmet Cemal ‘’Körleşme’’ olarak çevirmiş) eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Avusturyalı sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin yazdığı ilk ve tek romanıdır.

Elias Canetti “Körleşme”yi 1931’de 26 yaşındayken yazar. Roman 1935’de Viyana’da basılır, 1943’de İngilizceye çevrilir ancak roman İngiltere’de 1946’da basılır. “Körleşme”nin Dünya çapında üne kavuşması da Canetti’nin en büyük eseri olan “Kitle ve İktidar” (Ayrıntı Yayınları, 2014)’ın 1960’da yayımlanmasından sonra olur.

‘’Körleşme’’, ülkemizde ise Ahmet Cemal tarafından yedi yıllık bir çalışmasının sonucu olarak 1981’de yayınlanır... Ahmet Cemal’e de çeviri için fikir veren kişi Oğuz Atay’dır.

Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen ‘’Körleşme’’, Almanya'da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen ‘’Körleşme’’, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.

Canetti, insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…

Roman üç bölüm halindedir; ‘’Dünyasız Bir Kafa’’, ‘’Kafasız Bir Dünya’’ ve  ‘’Kafadaki Dünya’’.

Romanın başkahramanı Prof. Peter Kien, evinde sayısı 25.000 kadar olan kitaplarıyla yaşayan ancak kendini kendi iç dünyasına sürgün etmiş bir entelektüeldir. Bu kitaplar ve içinde bulundukları kütüphane, Peter Kien için gelişimin sembolüdür. Prof. Peter Kien’in yaşam biçimi fildişi kulesindeki bir aydının nasıl yaşadığını simgeler. Prof. Peter Kien evdeki hizmetçisi ile evlenir. Sonunda hizmetçi Prof. Kien’i evden kovar. Prof. Peter Kien dış dünyaya çıkmak zorunda kalır ve dışındaki dünyanın gerçeği ile karşılaşır.

Roman aslında Hegel’ci bir bakış açısıyla kendi içinde tezi, karşı tezi ve sentezi içerir. Roman, toplumun senteze erişememe sancılarını birey üzerinden (Prof. Peter Kien) anlatır. Bu anlamda roman, kendi sentezini kuramamış toplumların eleştirisi niteliğini taşır…

Bu sayfalarda José Saramago’yu anlatırken de yazmıştım: ‘’Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor...’’ diye…  “Körleşme”nin öneminden söz eden eleştirmenler de romanın gelmekte olan Nazizm’in habercisi olabilecek bir içerikte olmasına dikkati çekerler… Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır…

Politikanın kirli ortamında aydının; aymazlaştığı, ödlekleştiği ve körleştiği dönemler toplumun faşizme gebe kaldığı dönemlerdir… Kısaca Canetti kitabında bunu anlatır…

‘’Doğru yolu görüp de oradan gitmemek, yüreksizliktir.’’ (Körleşme, s. 64)

Osman AYDOĞAN

(*) Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Almanya’da bu anlattığım ‘’Sürgün Edebiyatı’’nın dışında II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü daha vardır: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Bu sayfalarda daha önceleri bu ''Trümmerliteratur'’un Heinrich Böll’ ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…



I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (3): Operasyon Valkyrie

16 Temmuz 2020

Bir film: ''Valkyrie''

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Tom Cruise'nin başrolde oynadığı, 2008 ABD-Almanya ortak yapımı politik gerilim ve savaş filmi var: ‘’Valkyrie’’ Bu filminde Almanya’da Hitler’e karşı 15 Temmuz 1944 tarihinde planlanan ancak 20 Temmuz 1944 tarihine ertelenip icra edilen bir suikast anlatılıyor… Bu film gerçek olaylara dayanıyor. Bu anlamda bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor... . Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Bu yazımda bu filmi anlatacağım. Ancak filmi anlatmaya başlamadan önce filmi daha kolay anlaşılır kılmak için mûtad olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor...

Almanya'da Hitler'e karşı direniş...

Aslında Almanya’da Almanların Hitler’e karşı tam bir teslimiyeti yoktur… Filmde anlatılan Nazi yönetimindeki Almanya’da Hitler’e düzenlenen bu suikast girişimi muhalefetin ne ilk organize olma çabası ne de ilk suikast girişimidir.  Almanya’da Hitler’e karşı muhalifler tarafından tamamı başarısızlıkla sonuçlanan 15 suikast girişimi yapılıyor. Bu film bu son girişimi anlatıyor.

Berlin merkezinde bulunan ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) isimli müzede 1933 -1945 yılları arasında Alman nasyonal sosyalizmine karşı direnişin (Widerstand gegen den Nationalsozialismus) bütün safhaları sergileniyor. Almanya’dan getirdiğim en önemli kaynaklardan birisi de bu müzeden aldığım tıpkıbasım belgelerden oluşan bu safhaların tamamını belgeleriyle anlatan direniş dosyasıdır. Bu müzede, 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin yıldönümü vesilesiyle her yıl özel bir sergi ve etkinlikler düzenleniyor. (Ancak bu sene 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin 76. yıldönümü vesilesiyle yapılacak etkinliklere Corona salgını nedeniyle ziyaretçi kabul edilmeyecek. Ancak bu etkinlikler 19 ve 20 Temmuz 2020 günlerinde saat 19.00’dan itibaren www.gdw-berlin.de/livestream bağlantısından online olarak izlenilebilecek. Müzedeki sergi ise 19 ve 20 Temmuz 2020 günleri belirli saatlerde ziyaretçilere açık olacak.)

Ordu içindeki ve bürokrasideki muhalefet daha ilk günden Hitler’e direnmeye çalışıyor. Ancak Hitler’in iktidarda henüz ikinci senesi dolmadan ülkenin tartışılamaz diktatörü haline gelmesi üzerine yeraltına çekiliyorlar… 1938-39 yıllarında Hitler’in çıkaracağı yeni bir dünya savaşını engellemeye çalışan ordu içindeki ve dışındaki muhalifler, generallerin tereddüt etmesi ve dünya ülkelerinin Hitler’in saldırgan politikalarına kayıtsız kalmaları yüzünden başarılı olamıyor…

Savaşın ilk yıllarında alınan başarılı sonuçlar, özellikle de Fransa’nın kolay teslim alınması ve Hitler’in Alman halkı üzerindeki popülaritesinin gitgide artması üzerine muhalifler beklemeye başlıyorlar… 1943 senesinde rüzgârın tersine esmeye başlaması üzerine Mart 1943, Kasım 1943, Şubat 1944, Mart 1944 ve en son da 20 Temmuz 1944’te art arda suikast girişimleri yapılıyor. Ancak artan güvenlik önlemleri ve Hitler’in artık halk arasına çıkmaması yüzünden girişimler başarılı olamıyorlar…

Alman ordusunda Hitler zamanında da hala çok kuvvetli bir Prusya askerî geleneği devam etmektedir... Prusya'da askerlik asilzâdelere ait sınıfsal bir yaşam tarzıdır ve çoğu zaman aile ismi ile birlikte en büyük oğul tarafından devam ettirilir. Prusyalı isimlerindeki ‘’von’’ bağlacı bir soyluluk belirtisidir ve Türkçe’deki ‘’…..oğlu’’ anlamında kullanılır. Günümüzde Alman isimlerinde artık bu bağlaç pek kullanılmamaktadır.

Alman ordusunun yeminlerinde 1934'e kadar sadakat sadece "vatan’’a  (Vaterland) sunulurdu. Son büyük Prusyalı Hindenburg'un ölümü (1934)  sonrasında kullanılmaya başlanan ve "Hitler andı" olarak anılan metinde ise sadakat "halk (Volk), devlet (Reich), başkomutan ve lidere (Führer)'e" sunulmaya başlanıyor. Zaten bahsettiğim film de bu yemin ile başlıyor… Ayrıca ''Wehrmacht'' adı ile Alman Ordusunun kimliği değiştirilerek siyasal iktidarın kontrolü altına alınmaya çalışılıyor… Ne Hitler Prusyalı subaylardan hazzediyor ne de Prusyalı subaylar Hitler'den hazzediyorlar… Bu nedenle onbaşı Hitler’in ve büro askeri Goebbels'in içten içe Prusya geleneğine olan güvensizliği, temelde bir yarı milis kuvveti ve siyasal güç olan SS'lerin yaratılmasına ve güçlendirilmesine vesile oluyor…

Prusya ve Prusyalıyı subayları anlatmak ayrı bir yazı konusudur. Köklü bir devlet geleneği ve köklü bir askerî geleneği olan Prusyalı subayların Hitler ile Hitler'in de onlarla uyuşması zaten mümkün olmuyor... Ancak Fransız Devrimi’ne katılan Fransız aristokrat, siyasetçi ve iktisatçı Comte de Mirabeau’ya ait Prusya geleneği konusunda şu alıntıyı vermek istiyorum: ‘‘Bazı devletlerin ordusu vardır, ancak Prusya ordusunun devleti vardır.’’ 

Valküre Planı...

Hitler kendisine karşı yapılan, yapılacak suikastların ve direnişin farkındadır. Bu nedenle Hitler tarafından hazırlanmış bir plan vardır: Valküre Planı… Bu planın amacı Alman Hükümeti'ne ve Hitler’e karşı gerçekleştirilecek herhangi bir isyan veya ihtilal girişimini önlemek, başlamışsa bastırmak ve bu girişim başarılı olmuşsa da Nazi Hükumetini korumaktır... Bu planın içeriğindeki en önemli nokta Berlin'de bulunan ‘’Ersatzheer’’ (Yedek Ordu)nun harekete geçerek isyanı bastırması ve asayişi sağlamasıdır… Ancak Alman ordusu içerisindeki Hitler karşıtı bir ekip bu planı tam aksine Nazileri bitirebilmek için kullanmayı düşünürler. Hitler karşıtı bu ekip ağırlıklı olarak asilzadelerden oluşan yüksek rütbeli Prusyalı generaller ve aydın kesimden kişilerden oluşuyor... 

15 Temmuz 1944

Plan ana hatlarıyla iki aşamadan oluşuyor. İlk aşamada Hitler, yapılacak bombalı bir suikastla öldürülecek, ikinci aşama da ise yedek askerler devreye sokularak Hitler’e karşı bir darbe yapılıyor bahanesiyle SS’ler ve üst düzey ordu mensupları tutuklanarak devre dışı bırakılacaktır

Planın başarılı olmasındaki en büyük sorumluluk yedek askerlerin başında olduğu için Hitler ile birlikte toplantıya katılacak ve bombayı ayarlayacak, daha sonra da yedek askerleri devreye sokacak Albay Claus von Stauffenberg’e ait oluyor.... Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokmayı ve kendi dışarıdayken bombayı patlatmayı daha sonra ise Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçirmeyi planlıyor… Bu plan 15 Temmuz 1944 tarihinde tam uygulanacakken Hitler’in yanında Himmler’in ve Göring'in olmaması nedeniyle plan iptal ediliyor. Ancak yedek orduya hareket emri verilmiştir. Plan iptal edilince harekete geçen yedek ordu ‘’tatbikat’’ diye geri çekiliyor.

20 Temmuz 1944

Plan 20 Temmuz 1944 günü planlandığı şekilde icra ediliyor. Albay Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokuyor, kendisi dışarıdayken bombayı patlatıyor ve sonrasında Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçiriyor… Askerî ve kamu binaları ele geçirilerek SS'ler tutuklanmaya başlanılıyor...

Her şey yolunda gibi gözükürken planın en hayati kısmı olan Hitler’in öldürülmesinde başarısız olunduğu haberi geliyor. Bomba patlatılmış fakat şansın da yardımıyla Adolf Hitler patlamadan ufak sıyrıklarla kurtulmayı başarmıştır. Akşam saatlerine doğru çatışmaların yoğunlaştığı anda darbe başarıya ulaşacakken Hitler’in yaşadığı anlaşılıyor. Bunun üzerine darbe yanlısı olmayan fakat sesini de çıkarmayan generallerin ve subayların hepsi canlarını kurtarmak için darbecilere karşı savaşmaya başlıyor… Böylece Hitler’e karşı yapılan bir suikast ve darbe girişimi daha başarısızlıkla sonlanıyor… Bu suikast girişiminden sağ kurtulan Hitler 3-5 saat sonra planlı misafiri Mussollini'yi karşılamaya gidiyor…

General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Generaloberst Ludwig Beck'i o gece yargısız kurşuna dizdiriyor… Albay Stauffenberg’in kurşunlanırken: “Kutsal Almanyamız çok yaşa!” (Es lebe unser heiliges Deutschland!) diye bağırıyor…

Albay Stauffenberg tam bir Prusyalı subaydır. Tunus'ta aracının mayın tarlasına girip hasar alması, ardından müttefik uçaklarınca saldırıya uğraması sonucu ağır yaralanmış ve bu yaralanma sonucu sol gözünü, sağ kolunu ve kısmen işitme duyusunu kaybetmiştir... Bu hadise filmin girişinde veriliyor…

20 Temmuz 1944 sonrası

Başarısız darbe girişimi sonrası her yerde insan avı başlatılıyor. Darbe sonrası 7.000 civarında kişi tutuklanıyor… Mahkemeler sırasında sanıkları aşağılamak için sanıkların pantolon kemerleri takmalarına izin verilmiyor, sanıklar pantolonlarını elleriyle tutup ayakta durmaya zorlanıyor... Sonucu belli olan mahkemelerden sonra tutuklananların 4.980’i idam ediliyor. Bu idamlarda Hitler'in isteğiyle piyano teli ve et kancaları kullanılıyor. Amaç ise faillerin yavaş yavaş ölmesini sağlamaktır. Hitler, bu idam sahnelerini görüntületiyor ve bir brifing esnasında önemli SS subaylarına göstererek onlara bir nevi gözdağı veriyor.

Almanya’da bu suikast ve Stauffenberg üzerine onlarca kitap yazılıyor. Hala da yazılmaya devam ediliyor... Türkçede ise ne yazık ki bir tanendir. O da Talip Doğan Karlıbel’in, ‘’Stauffenberg ve Operasyon Valkyrie’’,  (Siyah Beyaz Yayınevi, 2009) isimli kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap da oldukça yetersiz kalıyor… Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabı bu konuyu çok güzel ve detaylı bir şekilde anlatıyor…

Film: ''Valkyrie''

Bu konu üzerinde çok da film çekiliyor. Ancak bu filmlerin en önemlisi ve etkileyicisi işte girişte bahsettiğim 2008 ABD-Almanya ortak yapımı olan ‘’Valkyrie’’ filmidir. Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Albay Claus von Satffenberg’i canlandıran Tom Cruise'nin başrolde oynadığı bu film girişte anlattığım gibi gerçek olaylara dayanıyor ve bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor… 

Film için belgesel niteliğinde demiştim ya... Olayları anlatınca bana filmden anlatacak bir şey kalmıyor. Hal böyle olunca, film senaryosunda gerçeklerden zaman zaman sarkarak bazı değişiklikler yapılmış, bana da ağırlıklı olarak bu değişiklikleri anlatmak kalıyor:

Filmin sonlarına doğru General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Ludwig Beck'i bir odada topluyor. Bu sahnede, Ludwig Beck silah istiyor ve intihar ediyor. Ancak gerçek farklıdır. Gerçekte General Friedrich Fromm, Ludwig Beck'e intihar etmesini istiyor ve silahı masaya koyuyor. Beck silahı önce şakağına dayıyor… Ancak Beck kendisini öldüremeyeceğini söylüyor. Daha sonra tüm subaylar odadan çıkıyorlar. Bir müddet sonra silah sesi geliyor. İçeri girdiklerinde Beck'in silahı ağzına dayayarak ateşlediğini fakat ölmediğini görüyorlar. Askerlerden biri Beck'in ensesine tek kurşun sıkarak daha fazla acı çekmesini engelliyor.

Filmde, Valkürü Planını Hitler’e Albay Stauffenberg imzalatıyor. Ancak gerçekte Albay Stauffenberg, Hitler'i ilk kez suikast denemesinde görüyor. O imzalatmayı yapan kişi bir başkasıdır.

Filmde, Hitler ile birlikte sadece Himmler'in aynı operasyonda öldürülmesi istendiği söyleniyor ve Himmler olmayınca operasyon 15 Temmuz’dan 20 Temmuz’a erteleniyor… Ancak gerçekte Hitler ile birlikte Himmler ve Göring'in de aynı operasyonda öldürülmesi isteniyor.

Filmde Rommel'den hiç bahsedilmemiş. Rommel de Hitler karşıtıydı ve Hitler'in yaptıklarını pek onaylamıyordu. Ancak Rommel, diğerlerinden farklı olarak Hitler'in öldürülmesinin onu halkın gözünde bir kahraman haline getireceğini düşündüğünden, darbe yapılacaksa suikasttan ziyade tutuklanması gerektiğini savunuyordu. Ancak Rommel de Hitler'in gazabından kurtulamıyor... Rommel zorla intihar ettiriliyor ve bir çarpışmada öldüğü söylenerek görkemli bir cenaze töreni yapılıyor... 

Film ile gerçek arasındaki en büyük fark; filmde Stauffenberg darbenin planlayıcısı olarak gözüküyor ve suikasttan sonra ekibin başına geçip resmen darbeyi yönetiyor. Gerçekte ise Stauffenberg darbenin planlayıcısı ve yöneticisi değil sadece tetikçisidir. Ancak Stauffenberg’in torunu Sophie von Bechtolsheim daha yenilerde ‘’Stauffenberg - Mein Großvater war kein Attentäter’’ (Stauffenberg – Büyükbabam suikastçı değildi) (Herder Verlag, 2019) isminde yazdığı kitapta bu görüşe karşı çıkıyor... 

Filmde Stauffenberg, kesik kolundaki olmayan eli ile Hitler selamı vermeye zorlanıyor. Staffenberg’e bu selamı vermesi için zorlayan kişi de muhaliflerin suikast planından haberdar olduğu halde buna göz yuman, sonradan suikastçılar başarısız olunca kraldan da kralcı olup suikastçıları kendi avlusunda kurşuna dizdiren adam General Friedrich Fromm’dur...

Filmin Stauffenberg'in kesik kolla Hitler selamı vermesinden sonra en çarpıcı karesi de, sonunda ekrana yansıyan dört satırdır. Bu dört satır, sadece bu dört satır en az film kadar etkileyici oluyor:

‘’You did not bear the shame
you resisted
sacrificing your life
for freedom, justice and honor’’

Film ne yazık ki İngilizce olduğu için olduğu gibi aldım. Almancası şu şekildedir ve halen yazımın girişinde bahsettiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin duvarında gömülü haldedir:

‘’Ihr trugt die Schande nicht.
Ihr wehrtet euch.
Ihr gabt das große ewig wache Zeichen der Umkehr,
opfernd Euer heißes Leben für Freiheit, Recht, und Ehre.’’

(Utanç vermediniz.
Kendinizi savundunuz.
Tam aksine uyanıklığın en büyük yumuşak işaretini siz verdiniz.
Özgürlük, adalet ve onur için sıcak hayatınızı feda ettiniz.)

Filmin sonunda kahramanlar şu şekilde tanımlanıyor:

‘’In the world's darkest hour
while others followed orders
they followed their conscience’’

(Dünyanın en karanlık saatinde
diğerleri emirleri takip ederken
vicdanlarını takip ettiler.)

Yine küçük bir bilgi daha aktarmam gerekiyor. O da Albay Claus von Stauffenberg’in karısı olan Nina von Stauffenberg'e ne olduğu hakkında... Filmde Nina suikastten önce Stauffenberg'e veda edip çocuklarıyla beraber Bamberg'e gidiyor. Filmin sonunda da Nina'nın 06 Nisan 2006 tarihine kadar yaşadığı söyleniyor.  Başka bilgi verilmiyor. Gerçekte ise Nina SS subayları tarafından Bamberg'de bulunuyor ve tutuklanıyor. O günkü kanuna göre, vatana ihanet eden subayların tüm yakın akrabaları da vatana ihanet suçundan yargılanıp idamı gerekiyor. Ancak Nina hamile olmasından dolayı cezası erteleniyor... Çocuğu doğmadan önce de müttefikler çoktan Berlin'e giriyor ve Nina bu sayede kurtuluyor… 

Bu suikasttan dokuz ay sonra da Hitler intihar ediyor…

Ben bu filmi üç defa izledim... Her defasında film bittiğinde ben bomboş, bön bön simsiyah hale gelmiş ekrana uzuuuun uzuuuun baktım kaldım... Her defasında da Gülten Akın’ın ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizeleri kulağımda çın çın çınladı hep: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’

Osman AYDOĞAN

Meraklısına  notlar:

Fazladan birkaç konuya değinmek istiyorum. Konuyu dağıtmamak amacıyla meraklıları için buraya alıyorum…

Yazımın girişinde verdiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin bulunduğu caddenin adı ‘’Stauffenbergstraße’’dir. Buraya da şeref avlusundan giriliyor (Eingang über den Ehrenhof) Alman Harp Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr)’nin tam karşısındaki sokağın adı da ‘’Stauffenberggasse’’dir.

Bazı isimlerden ayrıca bahsetmem gerekiyor.

General Friedrich Fromm

Friedrich Fromm, Wehrmacht içindeki Nazi karşıtı hareketlerden başından beri haberdar oluyor... Ancak "Walküre Operasyonu"nun başlatılmasına karşı çıkıyor... 20 Temmuz suikast girişiminde Wilhelm Keitel'i telefonla arayarak Adolf Hitler'in öldürülmediğini öğrenince, Albay Stauffenberg’in Ersatzheer (Yedek Ordusu)'i harekete geçirme talebini reddederek intihar etmesini emrediyor… O yüzden Stauffenberg tarafından kendi çalışma odasında hapsediliyor… Fakat Joseph Goebbels'in emriyle Bendlerblock'a yollanan Binbaşı (hemen Albaylığa terfi ediyor) Otto Ernst Remer komutasındaki birlik tarafından kurtarılıyor. Fromm, suikast ekibi olan Friedrich Olbricht, Olbricht'in Kurmay Başkanı Albay Albrecht Mertz von Quirnheim, Claus von Stauffenberg, Stauffenberg'in yaveri Teğmen Werner Karl von Haeften'i iaynı günün gecesi Bendlerblock'un avlusunda yargısız kurşuna dizidiryor... Ludwig Beck intihar etmeyi istediği için kendini vurmayı iki kez deniyor ancak intiharı başaramayınca onu da vurdurtuyor… .

Ancak Hitler, Friedrich Fromm'un Stauffenberg ve arkadaşlarını çabucak idam ettirmesinden dolayı öfkeleniyor… Çünkü Fromm aylardan beri Hitler'i öldürmek için hazırlanan komployu bildiği halde komploculara yataklık ediyor ve planlarını Hitler’e haber vermiyor… İşlediği bu suçun izlerini böylece örtmek, isyanı bastıran adam olarak Hitler'in gözüne girmek istiyor. Ama bunlar için artık çok geç kalıyor…

Fromm'un suikastçilerle iş birliği yaptığı tespit ediliyor, 22 Temmuz 1944 sabahı, Nazi yetkilileri tarafından tutuklanıyor. Fromm, 14 Eylül 1944 tarihinde Alman Ordusundan çıkarılıyor. Artık sivil olan Fromm, 7 Mart 1945 tarihinde Volksgerichtshof (Halk Mahkemesi) tarafından askerî görev için değersiz kabul edilerek idama mahkûm ediliyor ve 12 Mart 1945'te Brandenburg an der Havel'deki Brandenburg-Gorden Cezaevi'nde idam ediliyor… İdam mangası önündeki son sözleri: ‘’Öldürülmem rapor edildi çünkü ben her zaman Almanya için sadece en iyisini istemiştim’’ sözleri oluyor…

Ludwig Beck

Ludwig Beck, 1938'de savaş riskini azaltmak için toplu istifaları destekleyerek Orgeneral olarak ordudan ayrılıyor ve çeşitli direniş hareketlerine katılıyor… Ludwig Beck, 2. Dünya Savaşından bir yıl önce Hitler'e ve generallerine bir muhtıra veriyor. Bu muhtırada Beck, Hitler'den şunları talep ediyor: ‘’Ordunun siyasetle ilgisi kesilmelidir. Ordu ve bürokrasinin işleyişinde yeniden Prusya geleneklerine dönülmelidir. Masraflar azaltılmalı, gösterişten uzak durulmalıdır. Agresif dış politikan vazgeçilmeli, dış politika dünyayla uyumlu hale getirilmelidir. Düşünce özgürlüğü sağlanmalıdır. Adalet yeniden tesis edilmelidir. NSDAP (''Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei'', -Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi- Nazi Partisi)’ne yapılan devlet yardımı azaltılmalıdır...’’

Ludwig Beck, 1943 yılında, bir bomba ile Hitler'i öldürmek için iki başarısız girişim planlıyor… 1944 yılında Carl Goerdeler ve Albay Claus von Stauffenberg ile 20 Temmuz suikast girişiminin itici güçlerinden biri oluyor. 1944'te Hitler'e düzenlenen ve başarısız olunan 20 Temmuz suikast girişiminde yer aldığı için General Friedrich Fromm tarafından tabancayla intihar etmesi isteniyor. Son sözleri "Daha önceki zamanları düşünüyorum" oluyor… Beck, ardından kendisini vuruyor fakat yaralanıyor ve General Fromm'un emriyle bir astsubay tarafından vurularak öldürülüyor. Eğer 20 Temmuz suikastı başarılı olsaydı Almanya'nın Cumhurbaşkanı olması öngörülüyor…

Ludwig Beck, Alman Nazi Generaloberst'idir. Hitler’e karşı yapılan suikasta katılmış en üst rütbeli asker olarak anılıyor… Beck, Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat tarafından verilen Osmanlı Harp Madalyası sahibidir… Osmanlı kime madalya vereceğini çok iyi biliyor!

Valküre

Bu suikastta kullanılan Valküre Planı’nda adı geçen ‘’Valküre’’ (Almancası ‘’die Walküre’’, İngilizcesi ''Valkyrie''); İskandinav mitolojisinde savaşta ölen kahramanları ‘’Vallaha’' denen yere taşıyan kanatlı genç, güzel savaşçı kadınlardır. İskandinav mitolojisindeki amaçları en büyük tanrı olan ‘’Odin’'e savaşçı toplamaktır. ‘’Die Walküre’’ aynı zamanda Richard Wagner’in 1869'da yazdığı eseri ‘’der ring des Nibelungen’’ dörtlemesinin ikinci ayağıdır. Filmde bu eser bir plakta çalınırken görüntüleniyor. Wagner, Hitler'in en çok sevdiği sanatçıdır. Plana da zaten bu nedenle bu isim veriliyor. Filmde Hitler ''Wagner'i anlamayan bizi anlayamaz'' diyor... ‘’Walküre’’ günümüz Almancasında sarışın, uzun boylu ve balıketi kadınlara takılan bir sıfat olarak kullanılıyor… Halide Edib Adıvar da ‘’Harap Mabetler’’ isimli kitabında bu ismi kullanıyor: ‘’Saçlarının aynı olan bal rengindeki gözlerinde bir valkiri’nin korkunç sırları saklıydı.’’

Gedenkstätte Deutscher Widerstand (Alman Direniş Anıtı) isimli müze

Yazımda ismi geçen bu müze Generaloberst Ludwig Beck, General Friedrich Olbricht, Albay Claus von Stauffenberg, Albay Albrecht Mertz von Quirnheim ve Teğmen Werner Karl von Haeften'i idam edildiği yerde kuruluyor… Bu husus müzenin duvarlarına yansıtılıyor: 

 



I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (2): Reichstag Yangını

15 Temmuz 2020

Reichstag; Almanya’da parlamentonun adıydı, ‘’Alman Parlamentosu’’ demekti… Reichstag yangını Hitler'in diktatörlüğünü adım adım inşa ederken çok istifade ettiği vakıalardan birisi olarak kabul edilir…  

Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında Almanya’daki komünist, sosyalist, sosyal demokrat ya da demokratik sol partiler ve kişiler kendi aralarında bitmek, dinmek bilmeyen bölünmelerin, kavgaların, çatışmaların, kamplaşmaların, düşmanlıkların içindedirler. Bu bölünmenin sonucu olarak da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) kurucusu Başkanı Adolf Hitler 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini alarak 28 Ocak 1933 tarihinde Başbakanlığa atanır. Ancak Hitler, azınlık hükümetindedir.

5 Mart 1933 tarihinde genel seçim vardır ve Hitler, iktidar olmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Almanya Parlamentosu (Reichstag) 27 Şubat 1933 gecesi yakılır. Yangının, kundaklama olduğu ortadadır. Yangın, Hitler’e sadece tek başına iktidar değil sonsuz bir güç de verir… Bu olay, Hitler’in iktidara bütünüyle el koymasının ve Komünist Partisi başta olmak üzere her türlü muhalefeti kısa süre içinde yok etmesinin de başlangıcıdır…

Olayın detayları

Berlin’de olay yerinde Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van der Lubbe yakalanır. Komünist olduğunu söyleyen Marinus, polisin söylediğine göre, kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatır.

Reichstag yangını binanın çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkar. Oysa Marinus van der Lubbe, ne binayı tanır ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek yeteneğe sahiptir. Kaldı ki, Almanya’da veya Berlin’de yaşamıyordur ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de yoktur. Eylemci sanık olarak aynı gece gözaltına alınan Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ve yine gözaltına alınan Bulgar Komünistler Georgi Dimitrow, Blagoi Popow ve Wassil Tanew’i de tanımıyordur…

Olay gecesine bakıldığında Hitler ve ekibinin hazırlıklı olduğu görülür. Adolf Hitler ve ağır topları Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick yangın yerine gelmekte ve orayı miting alanına çevirmede gecikmezler. Hitler o akşam suçluyu tespit eder: Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!

Hitler şöyle devam eder: ''Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerede görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok.“

Göring de bir çift laf eder: ''Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz…“

Yangının ardından

Göring doğru söylüyordur. Bir gün bile beklemezler ve yangının ertesi sabahı 28 Şubat 1933 tarihinde Cumhurbaşkanı adına Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi çıkarılır: (Ne çabuk hazırlanmışsa!) ‘’Die Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat –Reichstagsbrandverordnung’’. Bu kararname kısaca ‘’Yetki Yasası’’ olarak tanımlanır.

Bu kararnameyle birlikte; yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırılır ve Alman Meclisinin tüm yetkileri dört yıl süre ile kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler'e devredilir,  Meclisin çalışmalarına bu süre için ara verilir. Hitler, Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı olur ve böylece Hitler, Alman Silahlı Kuvvetlerini kullanma yetkisini eline alır. Demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya alınır. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verilir. İzleyen günlerde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) ve Alman Ulusal Halk Partisi dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulduğu gibi Almanya Komünist Partisi'nin parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklanır.

Reichstag Yangını Almanya’na Nazi faşizmine geçisin en önemli adımı olur. Toplama kamplarının ilk nüveleri burada atılır. Kısa sürede 100 bin Alman Komünist Partisi üyesi ve sosyal demokrat tutuklanır. Almanya’nın dünya çapındaki entelektüelleri, gazeteci ve yazarları da tutuklanır.

Bu ortam ve bu kararname ile ilan edilen olağanüstü bu durumda 05 Mart 1933 tarihinde yapılan seçimlerde Hitler büyük üstünlük sağlar. Artık Hitler bir diktatördür.

Reichstag Yangını yargılamaları

Reichstag Yangını yargılamaları Leipzig kentinde gerçekleşir ve bir yıl kadar sürer…  Marinus van der Lubbe, Reichstag’ı yaktığını kabul etse de kundaklamayı kimin yaptırdığı aydınlığa kavuşmaz. Çünkü Alman sol çevrelerde ve uluslararası kamuoyunda Marinus’a kundaklamayı yaptıranların aynı zamanda Marinus’u yargılayanlar olduğu imajı hiç silinmez. Marinus van der Lubbe ise sonu belli bu yargılama neticesinde suçlu bulunup 10 Ocak 1934 günü başı kesilerek idam edilir.

Reichstag Yangını nedeniyle gözaltına alınan Bulgar Komünistlerinden Georgi Dimitrow da yargılananlar arasındadır. Dimitrov’un savunması, hem yangın provokasyonunu açığa çıkaran hem de faşizmi yargılayan niteliktedir: (''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, 1994)

“(…) Odamda bulunan kâğıtlara gelince, benim olduğum sırada yapılan arama dışındakileri kabul etmiyorum. Odamın aranması benim yokluğumda yapılmıştır.” (20 Mart 1933)

‘’Sayın yargıçlar, sayın suçlayıcı üyeler, sayın avukatlar! (…) Mahkeme boyunca kaba ve sert bir dille konuştuğumu kabul ediyorum. Hayatım ve sürdürdüğüm mücadele de aynı niteliktedir. Fakat dilim samimi ve açık yüreklidir. Şeyleri gerçek adları ile anmak âdetimdir. Müşterisini savunmak zorunda olan bir avukat değilim. Komünist bir sanık olarak kendimi savunuyorum. Komünist devrimci şerefimi savunuyorum. Komünist fikirlerimi ve inançlarımı savunuyorum. Hayatımın anlamını ve içeriğini savunuyorum. Bu nedenle mahkeme önünde söylediğim her söz deyim yerinde ise kanımdan bir damla, etimden bir parçadır. Komünistlere anti-komünist bir suç yüklendiğinden dolayı, bütün sözlerim bu haksız yere suçlamaya karşı duyduğum öfkenin belirtisidir. (…)

Alman hükümetinin 28 Şubat tarihli olağanüstü kanun hükmündeki kararname, aynı zamanda bir delil niteliğindedir. Bu kararname hemen yangından sonra yayınlanmıştır. Anayasanın örgütlenme hürriyeti, basın hürriyeti, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı vb. ile ilgili maddelerdir. Yalnız komünistlere değil, aynı zamanda diğer muhalefet parti ve gruplarına karşı da yöneltildiğini belirtmek zorundayım. Bu kanun olağanüstü bir rejimi yerleştirmek için Reichstag yangınını bahane etmiştir. Delil yetersizliğinden değil, bu anti-komünist eylemlerle bir komünist olarak ilgimizin olamayacağı için serbest bırakılmamızı talep ediyoruz.’’ (16 Aralık 1933)

Mahkeme sonunda Dimitrov ve yoldaşları serbest bırakılırlar.

Cumhurbaşkanı Hitler

Cumhurbaşkanı Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinde vefat edince Hitler, Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenir. Bu "fiili durum", referanduma sunulur. Alman halkının yüzde 89,93 "evet" oyu ile Hitler Cumhurbaşkanı olur. Bu referandumla birlikte Hitler’e Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine onay verilir.

Gerçeğin peşinde

Birinci Dünya Savaşında sonra kurulan Nürnberg mahkemeleri sırasında General Franz Halder, 1942 yılında Hitler'in doğum günü kutlaması sırasında, Hermann Göring’in '’Reichstag yangını hakkında gerçeği bilen tek kişi benim çünkü Reichstag’ı ben ateşe verdim'’ dediğine şahitlik eder ancak Göring kendi savunmasında bunu yalanlar.

Ancak  hep yazılarımda kendisine atıfta bulunduğum tarihçi Eric Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı'' adlı eserinde (Everest Yayınları/Siyaset Dizisi, 2006) ise ‘’günümüz tarihçiliği bu olayın bir Nazi provokasyonu olduğu iddiasını desteklemez" der.

Yıllar sonra Marinus’un kardeşi Jan van der Lubbe, kardeşinin yeniden yargılanması için mahkemeye başvurur. 1980 yılında Berlin Mahkemesi faşist dönemdeki yargılamaların tümünün zaten hukuk dışılığına hükmedildiğini hatırlatır ve ayrıca Marinus’un beraatine karar verir. Alman Komünist Partisi olayı araştıran komite kurar ve partiden kimsenin Marinus ile bir ilişkisinin olmadığını saptar. Ayrıca, Marinus’un akli dengesinin bu suçu işlemeye uygun olup olmadığına dair o zaman hazırlanan doktor raporu hala kayıptır. Yangını başlattığına dair ilk ifadesi dışında kanıtlar da yoktur.

Yıllar sonra Hollanda‘da birçok meydana Marinus van der Lubbe adı verilir. 27 Şubat 2008’de olaydan 75 yıl sonra Marinus van der Lubbe'nin Hollanda’da yaşadığı şehir Leiden’e heykeli dikilir ve adı verilen bir sitenin duvarına fotoğrafı afiş olarak asılır.

Ancak tarihi bilmeyenler tarihin cilvesinden de habersizdirler.  Reichstag’ın yangını ile diktatörlüğünü pekiştiren bir rejim yine Reichstag’ın tepesine Sovyet askerinin elleriyle diktiği kızıl bir bayrakla son bulur... (2 Mayıs 1945)

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur. Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik kitabı olan ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) kitabı: ''Reichstag Yangını''na geniş olarak ve sağlıklı bir şekilde yer verir…

Yazımın içinde verdiğim Georgi Dimitrov’un ''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', (Evrensel Basım Yayın, 1994) eseri ise Reichstag Yangını nedeniyle sadece yargılama sürecini anlatır.

Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur ama Reichstag yangını hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra arşivlerde ortaya çıkan yeni kaynaklarla konu Almanya’da hep canlı tutulur. Bütün Alman kaynaklarında olduğu gibi bu yeni kitaplar da bu olayın Nazilerin diktatörlüklerini inşa etmek için bir kaldıraç olarak kullandıklarını, Reichstag yangınının "Üçüncü Reich" in gerçek başlangıcı olduğunu ve Hollandalı Marinus van der Lubbe'nin tek suçlu olarak görünmemesi gerektiğinden bahsederler. Bu yeni kitaplardan şu örnekleri verebilirim:

‘’Der Reichstagsbrand: Wiederaufnahme eines Verfahrens’’' (Reichstag Yangını: Bir sürecin yeniden başlatılması) Benjamin Carter Hett und  Karin Hielscher, Rowohlt Verlag, Juni 2016.

‘’Der Reichstagsbrand: Geschichte einer Provokation’’ (Reichstag Yangını: Bir provokasyonun tarihi), Alexander Bahar und Wilfried Kugel, Papy Rossa Verlag, 2013.

‘’Der Reichstagsbrand: Die Karriere eines Kriminalfalls’’ (Reichstag Yangını: Bir ceza davası kariyeri), Sven Felix Kellerhoff, be.bra Verlag, 2008.

Dikkat edilirse bu kitapların yayın tarihleri hep yenidir. Çünkü Almanya’da bu konu her an ve hala tazeliğini korumaktadır.  



I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya (1): Weimar Cumhuriyeti

14 Temmuz 2020

Ah tarih ah!...

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir.

Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye... Şu sözlerimi sanırım artık ezbere biliyorsunuzdur: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’… “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” (İbn-i Haldun)… ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin -ders alınmadığı için- tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ 

Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar, ders alınmadığı için tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir? Ah tarih ah!...

Bizler genellikle Almanya’yı I. Dünya Savaşı ile ve II. Dünya Savaşı ile biliriz… Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında iki savaş arasındaki Almanya’yı pek bilmeyiz. Bana göre I. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya, dünya tarihi açısından dünyaya her iki savaştan daha fazla ders verir.

Bu yazı dizimde, bir kısım eski yazılarımı da bu dizide toplayarak, I. Dünya Savaşı sonrasında Hitler'in nasıl iktidara geldiğini, Hitler'in nasıl bir diktatörlük kurduğunu ve bu dönemde Almanya’da yaşanan askerî, politik olayları ve bu süreçte üretilen edebi eserleri anlatacağım...

Bu yazı dizimin günümüzü daha iyi anlamamızı sağlayacağını ve günümüze dair çok değerli ve önemli dersler vereceğine inanıyorum.

Weimar Cumhuriyeti

Weimar Cumhuriyeti, İmparatorluk döneminin sonu (1918) ile Nazi Almanya’sının başlangıcı (1933) arasında Alman cumhuriyet rejimine verilen addır. 1920’lerin Almanya’sı ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ olarak tanımlanır…

11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İmparator olan II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine yeni bir cumhuriyet kurulur. Bu yeni kurulan cumhuriyet ismini Alman milli meclisinin 1919 yılında toplanarak yeni anayasa oluşturduğu Orta Almanya’da yer alan ‘’Weimar’’ şehrinden alır… Weimar Cumhuriyeti, 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in Şansölye olarak görevlendirilerek hükümeti kurma yetkisinin verilmesine kadar yani Nazi rejiminin başlangıcına kadar devam eder.

1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur. Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur. Bu dönemde yaşanan zorlukların çoğu, Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlar.

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olayları

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olaylarını tarihsel sırayla çok kısa olarak şu şekilde anlatabilirim:

1. Ayaklanmalar

11 Kasım 1918’de sabah saat 05.00’te Almanya’da ateşkes imzalanır. Altı saat sonra bütün silahlar susar ve Almanya için I. Dünya Savaşı sona erer… Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan çoktan 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz üssünden devrim kıvılcımı başlar. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçrar. Nisan 1919 tarihinde Bavyera'da komünist devrimi başarıya ulaşır. ‘’Münih Sovyet Cumhuriyeti’’ ilan edilir.

Sonrasında ayaklanmaların ardı kesilmez… Ocak 1919 ayaklanmasında Spartakistlerin önderleri olan Rosa Luxemburg ve Kurt Liebknecht, işçilere genel grev ve silahlı ayaklanma çağrısı yaparlar. Bunalımın giderek arttığını gören Şansölye Ebert, dönemin Genelkurmay Başkanı Groener’i ayaklanmayı bastırması için görevlendirir. Groener işçi ayaklanmalarını kanlı bir saldırı ile 10 Ocak’ta bastırır… Gösterilerde ele geçirilen ayaklanmacıların hepsi kurşuna dizilirler. Spartakist önderler olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner ayaklanma bastırılırken öldürülürler. Komünist ayaklanmaları bu şekilde başarısız olur.

Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Kaiser çoktan tahttan indirilmiş, Alman tarihinde artık yeni bir sayfa açılmıştır...

2. Yeni Anayasa

Ülkedeki anarşi ortamının giderilmesi için 19 Ocak 1919 tarihinde anayasa meclisi seçimi sonucunda sol eğilimli SPD %38 oy alarak kazanır. 6 Şubat 1919 tarihinde bütün halkın söz sahibi olduğu bir kurucu meclis toplanır. 13 Şubat 1919 tarihinde ilk parlamenter hükümet kurulur. Kurucu meclis, Friedrich Ebert’i başkanlığa getirir. 24 Şubat-31 Temmuz tarihleri arasında hazırlanan Anayasa tasarısı, 11 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girer. Yeni kabul edilen anayasa Yasama organı olarak İmparatorluk Meclisi (Reichstrat) ve Yasama Meclisi (Reichstag) adlı iki meclisten oluşur. Yeni kurulan sistemde devlet başkanı, başbakan ve bakanları seçmesinin yanı sıra yasaları onaylama ve silahlı kuvvetleri komuta etme gibi önemli yetkilerinden sahibidir. Yapılan seçimlerin ardından 9 Kasım 1919 tarihinde sosyal demokrat Friedrich Ebert devlet başkanlığına seçilir, Schidermann ise başbakanlığa atanır...

3. Kargaşa zamanı, iç savaş ve isyanlar

28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması imzalanır. Versay Antlaşmasının ağır mali ve askerî yükü Almanya’nın siyasi otoritesini de kısa sürede yozlaştırır. Antlaşmanın içerdiği ağır hükümler, savaşın ülkede yarattığı yıkım ve ekonomik bunalım ile birlikte işsizlik ülkeyi sarar… 1920 ve 1923 yılları arasında bunalımlar hiç bitmez. Nisan 1920 tarihinde Ruhr bölgesinde iç savaş çıkar. Mart 1920 tarihinde Wolfgang Kapp Berlin'de darbe girişiminde bulunur.

6 Haziran 1920 tarihinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler güçlenerek %15 oy alır. Bağımsızlar yüzünden oy kaybeden SPD güçten düşer.

Bu arada sürüp giden yüksek enflasyon karşısında Alman parası (Mark) inanılmaz derecede değer yitirir. Haziran 1923 tarihinde 4.2 trilyon Mark 1 ABD dolarına eşit haline gelir. Ekonomik olumsuzlukların devam etmesi ve Versay Antlaşması’nda belirtilen Alman halkının da savaş suçuyla yargılanması ülkenin Adolf Hitler’e daha da yakınlaşmasına neden olur.

1920-21 yılları arasında Polonya, yukarı Silezya'yı işgal etmeye çalışır. Temmuz 1921 tarihinde Adolf Hitler NSDAP’ın (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) başına geçer. 11 Ocak 1923 tarihinde Fransa, Ruhr bölgesini işgal eder. 100.000 civarında alman memur bölgeden sürülür. Almanya bu oldubittiye boyun eğmek zorunda kalır.

Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı Nazi Partisi Yahudilerin ekonomiyi sömürdüğünü ileri sürerek alt ve orta tabaka halkın ayaklanmasına neden oldular. 24-25 Ekim 1923 tarihinde Hamburg’da komünist isyanı başlar ancak kısa sürede bastırılır. Kasım 1923 tarihinde Saksonya ve Thuringia'da sol koalisyonlar yönetime gelir. Bavyera ordusu, Ruhr olayları yüzünden isyan edip Berlin'e yürüme tehdidinde bulunur...

4. Hitler ve Birahane Darbesi

Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler'in ordu tarafından bastırılan ‘’Birahane Darbesi’’ (Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch) girişimiyle zirve yapar. 1923 yılında Bavyera'da üçlü bir diktatör yönetimi hâkimdir: Devlet komiseri Gustav von Kahr, Reichswehr komutanı General Otto von Lossow ve Devlet Polisi Başkanı Albay Hans von Seisser. 8 Kasım 1923 akşamı Münih ticaret örgütlerinin, Bürgerbräukeller isimli bir birahanede düzenlediği gecede konuşma yapmakta olan von Kahr ve orada bulunan yönetim ekibi, Adolf Hitler ve ona bağlı 600 silahlı adamının müdahalesiyle rehin alınırlar. Hitler bu üçlünün kendisiyle iş birliği yapmasını talep eder.

Hitler'in amacı burada bulunan silahlı Weimar Cumhuriyeti karşıtlarını kendi önderliği altında toplayarak, ordunun da (o zamanki adıyla Reichswehr) desteğiyle Bavyera hükümetini ele geçirip Berlin'e karşı yürüyüşe geçmek ve Weimar Cumhuriyeti'ni yıkmaktır. Ancak üçü de bu konuda isteksizdir. Bu aşamada Hitler'e Almanların I. Dünya Savaşı'ndaki efsanevi komutanı Erich Ludendorff yardımcı olur ve görünüşte Hitler ile uzlaşır.

Birahane çıkışında oluşan kargaşada bu üçlü Hitler'in elinden kurtularak görevlerinin başına dönerler. Hitler, Ludendorf'la baş başa kalır. 9 Kasım sabahı, Hitler ve Ludendorff bir hücum taburunun önünde Münih şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. Şehrin merkezine giden yolları kapatan polis taburlarıyla çıkan çatışma Hitler için başarısızlıkla sonuçlanır ve hücum taburu dağılır. Olayda 16 Nazi ve 3 polis ölür. Ludendorff olay yerinde tutuklanır. Adolf Hitler oradan kaçar ancak iki gün sonra o da yakalanır. 1 Nisan 1924 tarihinde Adolf Hitler 5 yıl hapis cezasına çarptırılır...

5. Ekonomik kriz ve Hitler’in yükselişi

Ekim 1924 tarihinde Dawes Planı uygulamaya konulur. Hükümetin Maliye Bakanı ve Reichbank’ın Müdürü olan Dr. Schacht, bu planı uygulayarak 1924-1929 yılları arasında bir dizi ekonomik çalışmalar hazırlayarak Almanya’nın kötü ekonomisini düzeltmeye çalışır. Yapılan çalışmalar sonucunda ekonomi canlanır, toplumsal düzen yeniden sağlanır...

Ancak siyasal sistemde ise sağcılar giderek güçlenmeye başlar… 20 Aralık 1924 tarihinde Adolf Hitler dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Hapisten çıkan Hitler Nasyonal Sosyalist Partinin başına geçer. 28 Şubat 1925 tarihinde SPD lideri ve cumhurbaşkanı Friedrich Ebert ölür. 1925 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde büyük saygınlığa sahip olan ve monarşiyi açıkça destekleyen Paul von Hindenburg devlet başkanlığına getirilir.

Mayıs 1928 tarihinde yapılan Reichstag seçimlerinde sol güçlenirken sağcı ve ılımlı partiler zayıflar. NSDAP mecliste 12 sandalye ile yer alır. Herman Müller SPD önderliğinde bir koalisyon kurar. Ekonomi seçimden sonra yeni bir yavaşlama dönemine girer... Adolf Hitler bu dönemlerde sağ kesimin geneli üzerinde söz sahibi olacak kadar güçlenmeye başlar…

1929 yılında Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım Almanya’ya da sıçrar. Ekonomik kriz sonucunda Alman ekonomisi %50 üretimini kaybeder ve 1931 yılında bankaların çoğu iflas eder. Ülkedeki ekonomik kriz ve işsizliğin milyonları bulmasıyla birlikte 1930 yılında yapılan seçimlerde işçiler komünist partiye yakınlaşırlar.

27 Mart 1930 tarihinde Müller kabinesi ekonomik sorunlar yüzünden istifa eder. Sonrasında Brünning yeni bir hükümet kurar fakat anayasayı ihlal ederek ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlar. Ekonomik sorunlar klasik tasarruf önlemleri ve Versailles borçlarının ertelenmesi yoluyla aşılmaya çalışılır. Haziran 1930 tarihinde Brünning kabinesi güven oylaması sonucu düşer.

Bu çalkantılı ortamda Ekim 1930 tarihinde yenilenen seçimlerde liberaller tamamen yenilgiye uğrar; NSDAP mecliste 108 sandalyeyle girer… Devlet Başkanı Hindenburg’un başkanlığa atadığı Heinrich Brüning bir koalisyon hükümeti kürar.

4 Haziran 1932 tarihinde düzenlenen Başkanlık seçimleri sonucunda tekrar Hindenburg cumhurbaşkanlığına seçilir. Bu seçimlerde NSDAP %37 oy almıştır. 13 Ağustos 1932 tarihinde Adolf Hitler şansölyeliğe aday gösterilir fakat Hindenburg tarafından reddedilir… Franz von Papen şansölye olur… Ancak Reichstag dağıtılıp aşırı sağ politikalar uygulamaya konulur. Başta NSDAP ve KDP olmak üzere çeşitli partiler arasında sokak çatışmaları yaşanır… Ülkenin birçok yerinde anarşi başlar. Çatışmalar yaz boyu sürer ve arkasında yüzlerce ölü bırakır. 

1932 seçimlerinde oyların %37’lik kısmını almasına rağmen Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler iktidara gelemez… 3 Aralık 1932 tarihinde Kurt von Schleicher şansölyeliğe atanır ancak Adolf Hitler kabinede yer almayı reddeder. 28 Ocak 1933 tarihinde Kurt von Schleicher istifa eder, Adolf Hitler şansölyeliğe atanarak Hindenburg tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir...

6. Reichstag Yangını

27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag kundaklanarak yakılır… 28 Şubat 1933 tarihinde yangın bahane edilerek Adolf Hitler’e olağanüstü yetkiler verilir. Bu sıralarda ilk toplama kampı Ornienburg'da kurulur. 5 Mart 1933 tarihinde Reichstag seçim yapılır. NSDAP ezici çoğunluğu ele geçirir. Sol kanat komünistler dâhil meclisten dışlanır.

8 Mart 1933 tarihinde Alman Sendikalar Federasyonu merkezi, başını Herman Göring ve Franz von Papen'in çektiği Naziler tarafından basılıp üyeleri pasifize edilir. Bu olaydan sonra sendikalar NSDAP ile bağlarını koparıp SPD'ye yaklaşır. 31 Mart 1933 tarihinde Alman eyaletleri otonomilerini kaybeder. 26 Nisan 1933 tarihinde GESTAPO kurulur… Mayıs 1933 tarihinde birçok sendika lideri tutuklanır, bağımsız sendikaların mallarına el konulur, Reich toprak mirası yasası çıkarılır, işçi kayyumlukları kurulur, KDP’nin mal varlıklarına el konulur. 22 Haziran 1933 tarihinde SPD kapatılır. (Bu bölümü ayrı bir yazıda ele alacağım için kısa geçiyorum.)..

7. Uzun Bıçaklar Gecesi ve SA'ların ortadan kaldırılması

30 Haziran 1934 tarihinde Hitler’in kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA liderlerini ve iktidarı önünde engel olabileceğini düşündüğü devlet içinde etkili tüm rakiplerini bir toplantı duyurusuyla bir araya getirerek öldürtür. Hitler’in bahanesi bu grubun kendisine darbe yapacakları iddiasıdır. Olay toplam üç gün sürer… Olayda SA’nın başı Ernst Röhm ve yardımcıları Heinrich Himmler SS tarafından öldürülür… Bu olayda resmi kayıtlara göre 85, tahminlere 200 kişi kurşuna dizilir. Bu olaya Alman tarihinde ‘’die Nacht der langen Messer’’ (Uzun bıçaklar gecesi) olarak anılır. "Es wird eine Nacht der langen Messer geben" deyimi ‘’bazı kafaların uçacağı’’nı anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Bu şekilde SA önderleri öldürülerek SA bir gecede tasfiye edilir. Hitler SA’ları ortadan kaldırır, çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon kahverengi gömlekli ile Ernst Röhm, Hitler'den bile daha güçlü konuma gelmiştir.

Ernst Röhm; gece baskını sırasında tutuklanıp Münih’te cezaevine kapatılır. 1 Temmuz 1934 tarihinde Hitler'in kurmayları tarafından hapishanede kendini öldürmesi için, hücre masasına, SA’ların Hitler’e sözde darbe yapacağını haber veren bir gazete kupürü ile birlikte bırakılan silaha dokunmaz… Ancak 10 dakika sonra ellerinde birer silahla gelen iki askerin çıplak göğsüne açtıkları ateş sonucu öldürülür…

Bu olayda, Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr gibi SA üyesi olmayan birçok kişi de öldürülür… Bu kişilerin öldürülmelerin sebebi ise bu kişilerin 1923 yılında Hitler'in ’’Birahane Darbesi’’nin başarısız olmasını sağlamalarıdır. Hitler bu olayı unutmaz ve eline geçen ilk fırsatta onlardan intikamını alır… 

8. Weimar Cumhuriyetinin sonu

Temmuz 1933 tarihinde yeni partilerin kurulması yasaklanır. 

2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölür… Adolf Hitler bir oldubittiyle Hindenburg’un yerine geçer ve bütün yasama yürütme ve yargı güçlerini elinde toplar. Hitler'in Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) düzenlenir. Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkar. Bu referandumla Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilir...   

Bu son damla da ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin sonunu getirir… Bundan sonra artık Almanya’da ‘’Nazi Rejimi’’ vardır…

Weimar Cumhuriyeti neyin tarihidir?

Weimar Cumhuriyeti; Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında kurulan taze bir demokrasinin ve genç bir cumhuriyetin; komünist, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol ya da liberal ve muhafazakâr partiler ve kişilerin kendi aralarında bitmek dinmek bilmeyen egoları, kamplaşmaları,  bölünmeleri, kavgaları, çatışmaları, ve düşmanlıkları neticesinde Nazi Partisine ve Adolf Hitler’e adım adım bir nasıl teslim edildiğinin tarihidir.  

Weimar Cumhuriyeti; cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin ve yetersizliklerinin nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; sahte iktidar yapılarının, demokrasi için değil de sanki demokrasiye karşı işlemek için kurulmuş olan ülkenin sözde demokratik kurumlarının, demokratik olmayan sosyal ve ekonomik yapıların nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuryeti; ülkedeki demokratik kurumların sahtekârlığının ve iktidarsızlığının nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; sahipsiz bir cumhuriyetin, hükumet olan ancak yönetemeyen bir demokrasinin Nazi Rejimine ve Hitler’e bir nasıl kuluçka ve beşiklik görevi yaptığının tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; düşünen herkes için alınması gereken bir dersin tarihidir…

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Ne yazık ki ülkemizde bu ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ dönemi anlatan çok az kaynak vardır. Bunlardan birisi genç İngiliz tarihçilerden Dr. Colin Storer’in  ‘’Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi’’ (İletişim Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu dönemi merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Bir diğer kaynak ise 1933 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yapan Prof. Ernst E. Hirsch'in ''Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi'' (TÜBİTAK Yayınları, 1997) isimli kitabıdır... Bir diğer kitap ise ABD’li tarihçi Benjamin Carter Hett’in ‘’Demokrasinin Ölümü; Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü’’ (Profil Yayıncılık, 2019) isimli kitabıdır. Ayrıca İngiliz gazeteci William L. Shirer üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabında Weimar Cumhuriyeti’ne ayrı bir bölüm olarak yer verir…

Birkaç kısa not:

Birinci not:

Yazımın başında ‘’1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur’’ diye yazmış ve ‘’bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur.’’ diye bahsetmiştim… ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin kültürel yapısı da ayrı bir yazı konusudur. Bu kültürel yapıdan kısaca bahsetmek istiyorum:

Bu dönemde şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla filizlenerek canlı bir kent hayatına zemin hazırlar. Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa'nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir. Berlin'de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı vardır… Ancak bu durum muhafazakâr elitlerin fazlasıyla canını sıkar…

Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler sağlanır. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir... Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlükler dönemi yaşar…

Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurur. Tarihçi Peter Gay bu dönem için şöyle yazar: "Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi." Almanya’da ilk sanat filmleri bu dönemde çekilir... Weimar Cumhuriyeti; Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W. H. Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar… Berthol Brecht'in oyunları Alman sahnelerinde bu dönem boy gösterir... Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir…

Weimar, ayrıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler de yetiştirir...  Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein'ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918'den 1933'e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır…

İkinci not: 

Girişte ülkemizde yayınlanan kaynaklardan bahsettim. Ancak Weimar Cumhuriyeti konusu Almanya’da çok detaylı işlenen bir konudur. Yine yazımın girişinde Weimar Cumhuriyetinin karakteristiği olarak bahsettim savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık, sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketliliklerin her birisi hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Bunlara bir örnek verecek olursam Ocak 1919 ayaklanmasında öldürülen Spartakistlerin önderleri olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner hakkında sayısız kitap yayınlanır.Sadece Rosa Lüxenburg hakkında sayısız kitap vardır.



Bir zorunlu açıklama ve bir dilek!

13 Temmuz 2020

Kızlarım ilkokula Almanya’da başladılar… Tabii merakımdan ders kitaplarını da inceliyorum… Daha ilkokul 1. Sınıf ders kitabı ve karşımda Bertolt Brecht’in şiiri. Bizim komünist diye bellediğimiz Bertolt Brecht’in şiiri… Dünyanın en kapitalist ülkesinin çocuklarına bir komünistin şiirlerini öğretiyorlar… Öğrettiklerine bakın! Komünist diye şairlerini dışlamıyorlar. Oscar Wilde de İngiliz edebiyatının en önemli simalarındandır. Ancak kimse Oscar Wilde eşcinsel diye dışlamıyor.

Özgürlük; ‘’önyargılardan kurtulmaktır’’ diye bilirim… Edebiyatın, tarihin ve sanatın ideolojisi olmaz diye bilirim… Bu nedenle de sizlerle şiirler paylaşırken kimi zaman Nazım’dan, kimi zaman Âkif’ten, kimi zaman Cemal Süreyya’dan, Can Yücel’den, kimi zaman Sezai Kararakoç’tan, Abdurrahim Karakoç’tan, Arif Nihat Asya’dan alıntılar yaptım… En azından görüyorsunuz, okuyorsunuz… Çünkü bu coğrafya bizim, bu tarih bizim, bu toprak bizim, bu ürünler, bu mahsul bizim, bu edebiyat, bu şiirler bizim, bu şarkılar, bu türküler bizim… Nazım’ın söylediği gibi; ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.’’ Bu memleket, bu şairler bizim… Bu kader bizim, bu cennet, bu cehennem bizim…

Bu sayfalarda geçmişe gittim günlerce Fatih’i anlattım… II. Abdülhamit’i anlattım… Yavuz’u anlattım… İsmini sayamayacağın onlarca tarihi kişiliği anlattım… Yakın bir zamanda bizim öncemiz olan, bu topraklarda yaşayan Lidya’yı, Likya’yı, Karya’ı anlattım… Bu toprakların evladı Herodot’u, Krezüs’ü, Artemis’leri anlattım… Justinianus’u anlattım… NesimÎ’leri anlattım, Akşemseddin’i anlattım, El Memûn’u anlattım, Abdurehim Heyit ‘i anlattım, Şehriyar’ı anlattım… Nice şairleri, nice ozanları anlattım… Bu sayfada bine yakın makalem var… Hep onları anlattım… Sevelim, sevmeyelim ama hepsi bizim, hepsi bu coğrafyanın ürünü…

Ahmet Arif’in bir şiiri vardı:

‘’Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?’’

Biz Anadolu’ysak, bunlar da bizim! Tanıyalım istedim…

Daha önceleri de yazmıştım… Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur… Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…

Bu kadar uzun bir girişten sonra gelelim sadede:

Toplum olarak her şeye ‘’siyah’’ ve ‘’beyaz’’ olarak bakıyoruz. Bir şiir paylaşıyorum, itiraz geliyor; ‘’Şairi şöyle…’’ Bir kitap tanıtıyorum, itiraz geliyor: ‘’Yazarı böyle…’’ Bir tarihi şahsiyeti anlatıyorum, itiraz geliyor: ‘’Adam öyle…’’  Hukukta avukatlar mahkemede katili değil, insanı savunurlar… Sanatçının sanatı ayrıdır, kişiliği ayrıdır… Kitabın yazarı ayrıdır, yazdığı ayrıdır… Beni ilgilendiren de sanatçının sanatıdır… Yazarın kitabıdır… Beni eleştirebilirsiniz ele aldığım şiirler, edebi metinler, tarihi konular üzerinden… Konu bazında ‘’ne kadar da banal ve zevksiz olduğumu’’ söyleyebilirsiniz. Bu eleştirilerinize hak da veririm, teşekkür de ederim… Ancak neden bu şairin şiirine yer veriyorsun, neden bu yazarın kitabını ele alıyorsun, neden bu adamı, bu tarihi şahsiyeti tanıtıyorsun diye eleştirirseniz inanın en basit ifadeyle bana haksızlık yapmış olursunuz… Daha yenilerde yazmıştım, anlatmıştım ‘’hain’’ diye bilinen 150’likler içinde olan Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’i, namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’yı... Şimdi ben ‘’hain’’ diye bilinen bu tarihi şahsiyeti yazmayayım mı?

Eşşeğin heybesinden düşmüş acem karpuzu gibi ikiye, üçe, beşe bölünmüş, yıllardır bilinçli bir şekilde yürütülen kin ve nefret söylemleri sonucu kutuplara ayrılmış insanlarımız istiyorlar ki bir mevziiye yerleşeyim, oradan karşı mevziiye kurşun sıkayım, bomba atayım, karşı mevziiye en ağır top, füze uçak mermilerini yönlendireyim, yaylım ateşe başlayıp en ağır salvoları atayım… Yine insanlarımız istiyorlar ki dünyayı ‘’siyah’’ veya ‘’beyaz’’ olarak göreyim, kafalarındaki tasarladıkları kalıba, kıstasa, ölçüye gireyim... O zaman benden iyisi yok… Eğer II. Abdülhamit’i anlatacaksam ya ‘’Kızıl Sultan’’ diye anlatayım ya da ‘’Ulu Hakan’’ diye… Osmanlıyı anlatacaksam ya övgüler dizeyim ya da yergiler sıralayayım… Eğer ben o kalıba girmezsem, ben o kalıba sığmazsam o zaman da her iki taraftan da bu salvoları ben yiyeyim… Söylerdi zaten Seyyid Nesimî; ‘’Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam!’’

Tekrar buraya dönmek üzere yine kısa bir tarih / edebiyat turu yapayım..

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Bu rubaiyi okuyunca hemen aklımıza Mevlâna gelir değil mi? Bu rubai hemen herkes tarafından Mevlâna'nın diye bilinir. Ancak bu rubai Mevlâna’ya ait değildir. Bu rubai Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a aittir. (Bu rubai, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'ın "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserinde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2009)

İlber Ortaylı da Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlâna'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna’nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır. Mevlâna’nın  ‘’Mesnevi’’si altı cilt olup, bu rubai Mevlâna’ya ait olmayıp ona atfedilen Mesnevi’nin yedinci cildinde geçmektedir.

Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan birliğin, beraberliğin, hoşgörünün, Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.

Mevlâna’ya ait olan bu anlama yakın gerçek rubai ise şu şekildedir:

''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...''

Görüldüğü gibi Mevlâna’ya ait diye bildiğimiz “Gel, gel, ne olursan ol yine gel’’ diye başlayan rubainin Mevlâna’ya ait olmaması onun büyüklüğünden, onun insan sevgisinden, onun Allah’ın yarattığı farklılıklara hoşgörüsünden bir şey eksiltmez.

Nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk vermişti), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in ‘’Yaş Destanı’’ isimli türküsünün son iki dizesi şöyle idi:

"Beni ağlatma ki sen de gülesin,
Hem murada, hem maksuda eresin!.."

Bu sözler Anadolu’nun bin yıllık feryâdı idi, bu sözler Anadolu’nun bin yıllık figânı idi. Hayatın özü de bu sözlerde gizli idi: Beni ağlatma ki sen de gülesin, hem murada, hem maksuda eresin!..

Şeyh Edebali de Osman Gazi’ye söylemez miydi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”  Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da, Şeyh Edebali de aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi, sevgi, illaki sevgi...

Tarihçi Cemal Kutay bir TV programında anlatmış; sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.

Sadrazamın dediği gibi ülkemizde de kan, kin ve nefret döneminin biteceğini, artık bitmesi gerektiğini birilerinin bu millete inandırması lazım... 

Nasıl mı?

Cevabı; Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da gizli, Hacı Bektaşî Veli'de gizli, Akşemseddin'de gizli, Yunus Emre'de gizli. Cevabı; bu coğrafyanın yetiştirdiği sevgi dolu gönüllerde gizli... Cevabı; Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye söylediğinde gizli... Cevabı; insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede, erdirmede gizli... Cevabı; tarihi, bir kin ve nefret kaynağı olarak değil de ders alınacak ortak bir geçmiş olarak görmede gizli… Cevabı; yaratılanı yaratandan ötürü, her türlü mezhepten, etnisiteden, kamplaşmaktan, kutuplaşmaktan uzak; kapsamada, kucaklamada, sevmede, hoşgörüde, olduğu gibi kabul etmede gizli... Cevabı; Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinde gizli... Cevabı; Hakk'ta, hakta, hukukta ve adalette gizli... Cevabı; sevgi de gizli, sevgide... Cevabı; insana saygıda, insana sevgide gizli... 

Eğer biz bu cevabı bulamazsak birbirimizi çiğ çiğ yiyeceğimiz, pusuda bekleyen akbabalara yem olacağımız gizli değil ayan beyan açıktır... Zaman; karşılıklı mevzilenerek birbirimize salvolar atma zamanı değildir…

Önceki gün I. Artemis’i konu alan ‘’300: Bir İmparatorluğun Yükselişi’’ filmini anlatırken yazmıştım: Atinalı General Themistocles, Perslerle olan savaşı kazanmak için eski rakipleriyle bir araya gelmek zorundadır. Bu rakipler de Spartalı savaşçılardan başkaları değildir. Ve film şu evrensel mesajı verirdi: ‘’Büyük güçlere karşı birleşerek savaşmak ve organize olmak, özgürlük için vazgeçilmezdir.’’ Bunun için de filmin bir sahnesinde, Themistokles, otoriter yönetime sahip Sparta'nın kraliçesine birlik olmanın önemini anlatırdı.

Zaman çok kötü bir zamandır. Ve zaman ''Birlik'' zamanıdır. Zaman armudun sapı ile üzümün çöpü ile uğraşma zamanı değildir. Zaman Hakk'tan, haktan, hukuktan, adaletten ve demokrasiden yana olanların birlik zamanıdır...

Gelin canlar bir olalım!

Osman AYDOĞAN



Şîr-î Pençe

12 Temmuz 2020

Tarih okurken genellikle içindeki ayrıntıları pek bilmeyiz. Aslında tarihi tarih yapan ve okunmasını zevkli kılan bu ayrıntılardır. Ancak bizlere tarih hep yavan, ayrıntısız ve hikâyesiz olarak anlatıldı…

Örneğin bizlere lise mekteplerinde, hadi lise neyse de tarih eğitimi veren fakültelerde Osmanlının Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebelerini yüzeysel bir şekilde anlattılar... Neden yüzeysel anlattılar bunu ayrı bir yazımda yazayım... Ama bugün sizlere Yavuz Sultan Selim'in bu seferindeki bir hikâyesini ve Yavuz Sultan Selim'in bilinmeyen bir dramını anlatayım…

Türkmen Kızı

Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalır. Bir Türkmen kızı da zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olur. Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selim’i görür. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıverir, gönlünü kaptırır ona. Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya, zamanla Türkmen kızının kalbinin içini, ince bir sızı sarar ve başlar genç kızın kalbi için için kaynamaya. 

Bir gün, genç kızın gözü, hünkâr çadırının direğine ilişir.  Aşkın gücü ona, direğin üst kısmına şöyle bir satır yazma cesaretini verir; 

'’Seven insan neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark eder. ”Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken alır eline kalemi söyle bir satır da o yazar aynı direkteki dizenin altına;

'’Hemen derdin söylesin.” 

Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlar, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olur, yer de onun olur âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-i aşkta bulunmanın, ateşle oynamanın, ateş girdabına bilerek atlamanın da ölümcül bir tehlikesi de vardır.  “Varsın olsun bu aşk, buna değer’’ diye düşünür... Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamaz ama yine de içinde bir korku kurdu vardır ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemirir... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüreğin imdadına yetişir derhâl. Bir satır daha yazar aynı direğe; 

“Ya korkarsa neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, aksam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelir aklına. Bakar ve okur ki aşkın heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha ekler, aşka yenik düşen koca padişah: 

'Hiç korkmasın söylesin.” 

Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilir direğin üzerine: 

“Seven insan neylesin? Hemen derdin söylesin. Ya korkarsa neylesin? Hiç korkmasın söylesin.”

Sabahın olmasını sabırla bekler padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’i çağırtır, derhâl bir emir verir: ”Biz dahi merak edip onu görmek isteriz, tîz elden bu kızı huzura getirin.” 

Emir derhâl yerine getirilir ki ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli gelir hünkârın karşısına… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilir. Eğlenceler, yemeler içmeler…

Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülür. Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirir herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulur. Ahu gözlü Türkmen dilberinin ”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanının aşkındaki sırrı kaldıramaz ve birden duruverir. O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olur asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani âlemde bir çare de bulunamaz.

Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda koca hünkârın, hüngür hüngür ağladığı söylenir. Sonunda en güçlü orduları yenen ve Osmanlının güçlü divan şairlerinden sayılan koca hünkâr Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, su dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, aşkın gücünün karsısındaki çaresizliğini anlatır:

‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Felek bununla da yetinmez...

Gelelim işin esası olan feleğin, kaderin asıl cilvesine!

Şîr-î Pençe

Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir:

‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle dediği rivayet edilir: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’

Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazar… 

Yavuz sekiz yıllık saltanatında büyük işler yapar, imparatorluğu genişletir. Fakat baba bedduası sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır.

 ‘’Şîr-î pençe’’ ilk olarak anlattığım gibi babanın bedduasında geçer. Ancak kaderin cilvesi imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Sırtında kendisine rahatsızlık veren bu oluşumu (şîr-î pençe) fark eden Yavuz Sultan Selim emrindekilere sıkmalarını söyler. Emrindekiler "hekimler baksa, belki ciddi bir şeydir" diye uyardılarsa da dinlemez Yavuz, "sivilcedir" diyerek tellağa sıktırır.  

Yavuz Sultan Selim Han bu hastalık vesilesiyle yatağa düşer. Ölüm vaktinin geldiğini anlayan ulu hakan yanından ayrılmayan kadim dostu Hasancan'a durumunu sorar: ‘’Hasancan, durumumuz nicedir?’’ Hasancan cevap verir: ‘’Hünkârım Allah'la olma vakti geldi.’’ Yavuz tekrar sorar: ‘’Bre Hasancan, sen şimdiye kadar bizi kiminle bilürdün?’’

Daha sonra padişahın isteğiyle Hasancan "Yasin" suresini okumaya başlar. Padişah da kendisine eşlik eder. Hatta bir yerde yanlış okuduğunu söyleyerek tekrar baştan almasını ister.  Ancak Hasancan sureyi bitiremeden Yavuz ruhunu Hakk'a teslim eder.

Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘’Şirpençe’’ (Nesil Yayınları, 2000) diye bir kitabı var. Bu konu kitapta detaylı bir şekilde anlatılır.

Tarihin zararı     

Bu kitabın  (Şirpençe) tanıtım yazısında Yavuz Sultan Selim şöyle der…

‘’Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah`tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.’’

Tarih güzel olmasına güzel de ancak şöyle bir zararı var: İster istemez soru sorduruyor…

Günümüzde kocaman kocaman saraylarda, süslü süslü tahtlarda oturanlar, süslü püslü libaslar giyenler, şatafatlı şatafatlı arabalara, tayyarelere binenler acep kime tazime mecburlar ki bu külfeti ihtiyar eylerler? Yoksa ruhun içindeki inancın eksikliğini kocaman kocaman saraylarla, şatafatlı şatafatlı arabalarla, süslü püslü libaslarla mı örterler?

Osman AYDOĞAN



Karya Kraliçeleri: I. ve II. Artemis 

12 Temmuz 2020

Lidya, Likya ve Karya Batı Anadolu’da tarihte hüküm sürmüş üç uygarlığın adıydı... Üst üste üç yazımla Solon’u anlatırken Lidya’yı Krezüs ile anlatmıştım… Sonra Likya’yı da anlattım... Sıra geldi Karya’ya…

Ancak Karya’yı kraliçeleri Artemis I ve Artemis II ile anlatacağım…

Karya (Karia) ise Büyükmenderes nehrinin güney kısmı ile Teke yarımadasının arasındaki bölgedir. İlk başkentleri Milas (Mylasa)’tır. Daha sonra deniz kıyısında olması sebebiyle Bodrum (Halikarnassos) başkent olur… Karyalılar denizcilikte çok ileri bir toplumdular ve ana erkildiler. Kadınlar tarafından yönetilmiştir. Bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasında bir mutabakat vardır.

I. Artemis

‘’Solon’’ başlıklı yazılarımda anlattığım gibi Lidya krallığına son veren Persler MÖ 546 yılından itibaren kıyıdaki kentleri de ele geçirirler. Ege’de kentler Pers yanlıları ve Helen yanlıları olmak üzere ikiye ayrılırlar. Karya da başkenti Bodrum ile birlikte Perslerin tarafına geçerler. O sıralar Karya’nın başında I. Artemis (Artemisia) vardır. Herodot, burada diğer müttefiklerinin tersine I. Artemis’in herhangi bir zorlama olmadan Perslerin safına katıldığını söyler.

I. Artemis, güzelliği yanında cesareti ve yiğitliğiyle tanınır. Heredot, ‘’Tarih’’ kitabında onu girişken ruhlu ve korkusuz biri olarak tanımlar. Artemis’in kocası öldüğü ve oğlu da çok küçük olduğu için krallığı yönetmeye başlar.

MÖ 480 yılında Persler ve Helenler arasındaki gerilim savaşa dönüşmek üzeredir. I. Artemis Helenlerle yapılacak deniz savaşı ile ilgili bir toplantıda Helenlerle deniz savaşına girmenin tehlikeli olacağını ve bu savaşa karşı olduğunu söyler. I. Artemis, ağır Pers gemilerinin çevik Yunan triremelerine (*) karşı savaşmasının uygun olmadığını söyler. Pers kralı Kserkses (I. Serhas) I. Artemis’e hak verir ancak çoğunluk savaştan yanıdır. Sonunda savaş kararı alınır ve hazırlıklara başlanır.

Salamis Deniz Savaşı

Pers donanması MÖ 27 Eylül 480 gecesi Salamis koyuna (**) girer… Ertesi gün olan 28 Eylül’de Persler ve Helenler arasında tarihin bilinen ilk deniz savaşı olan Salamis Deniz Savaşı başlar. Başta Perslere karşı gerileyen Helenler Salamis adası yakınlarına çekildikten sonra Pers donanmasına karşı üstünlük kurarlar. Ardından tüm Pers gemileri batırılır. Sonuçta Persler Helenistandan çekilmek zorunda kalırlar.  Ancak beş gemisiyle Pers donanması safında savaşan I. Artemis bu savaşta hiçbir kayıp vermeden Helen donanmasını yarıp geçmeyi başarır. Bu sebepten Pers kralı Kserkses I. Artemis için şu sözleri söyler:

“Benim erkeklerim kadın gibi, kadınlarım da erkekler gibi savaştı.”

Böylece yaklaşık on iki saat süren tarihin ilk büyük deniz savaşlarından biri olan Salamis Deniz Savaşı’nın yenileni Persler olur. Ancak savaşa beş gemisi ile katılıp, filosuna komuta edip yara almadan çıkan I. Artemis dünyanın ilk kadın amirali unvanını da alır.

I. Artemis’e dair kaynaklar

Bu savaşı Herodot, ‘’Tarih’’ (Tarih, Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991) kitabında detaylıca anlatır. Bütün tarihçiler de bu savaş hakkında kaynak olarak Heredot’un bu kitabını kullanır. Zaten bu savaşı Bodrumlu Herodot’tan bir başkası da yazamaz ve anlatamazdı. Bu savaş yapıldığında Herodot, Karya’nın başkenti Bodrum’da yaşayan henüz beş yaşındaki bir çocuktur. Yıllar sonra işte bu kitabında bu savaşı anlatır… 

Arkeolog Ahmet Semih Tulay da ‘’Ege’nin Antik Öyküleri’’ (İlya, 2017) kitabında bu savaşı detaylı bir şekilde anlatır…

Ancak Halikarnas Balıkçısının kitaplarında I. Artemis’in ayrı bir yeri vardır.  Halikarnas Balıkçısı, ‘’Hey Koca Yurt’’ (Bilgi Yayınevi, 2001) ve ‘’Mavi Sürgün’’ (Bilgi Yayınevi, 1981) kitaplarında hem I. Artemis’i hem de bu savaşı anlatır.

Ayrıca Halikarnas Balıkçısı, ‘’Turgut Reis’’ (Bilgi Yayınevi, 2014) romanında güzelliği Avrupa’ya ün salmış olan Kontes Ciyulca Gonzaga kendini I. Artemis’le karşılaştırır: “Bir kolunu, ok atıyormuş gibi uzatıp, bir bacağını koşuyormuş gibi arkasına kaldırıyor, ‘işte Ay Tanrıçası Artemis’ diyordu.

I. Artemis Helen olsaydı

Yine Halikarnas Balıkçısı, "Hey Koca Yurt" kitabında da I. Artemis hakkında şunu yazar: "Düşünülsün bir kez: Bu Artemisiya, Hellen olsaydı ve böyle bir deniz savaşında Hellenistan’ın yanını tutsaydı, o Artemisiya hakkında ne candan destanlar, ağıtlar ve neler de neler Batı edebiyatını doldurmazdı? Artemisiya’nın bütün kabahati, Anadolu’nun bir yavrusu olması ve Hellen olmamasıydı." (s. 133)

Öyle değil mi, bu kadar etkileyici bir kişiliği Batı dünyası görmezden gelmiştir. Artemis hakkında öyle bir dizi kitaplar, oyunlar, tiyatro eserleri yazılmamıştır. Mesela Shakespeare Artemis'i görmezden gelmiştir... 

Batı dünyasında Artemis hakkında sadece bir film yapılır... O da 2014 yılı ABD yapımı bir filmdir: ‘’300: Bir İmparatorluğun Yükselişi’’ (özgün ad: ''300: Rise of an Empire'')… Bu film 2007 yılı yapımı ‘’300 Spartalı'’ filminin devamı niteliğinde olan bir filmdir. Dikkat edilirse film sözde Artemis’i anlatır ama filmin adında Artemis yoktur. Gerçi filmin adı önce ‘’300 The Battle of Artemisia’’ olarak belirlenirse de ancak daha sonra filmin adı ‘’300 The Rise of an Empire’’ olarak değiştirilir… Artemis'e ait bir film çekilir ama Artemis'e filmin adında bile tahammül edilmez. Artemis’i gölgede bırakmak için de filmde iki başrol oyuncu belirlenir. Birisi Avustralyalı oyuncu Sullivan Stapleton’un canlandırdığı Atina Donanması’na komuta eden Atinalı General Themistokles, diğeri de Fransız oyuncu Eva Green’in canlandırdığı Artemis’tir… Filmde Artemis, sadece intikam için yaşayan acımasız ve entrikacı bir Pers kumandanı olarak tasvir edilir... Ve filmde Helenler öne çıkarılır... Tabii ki kazanan da Helenler ve Atinalı General Themistokles'dir... (***)

Bu konu batı dünyasında sadece Artemis'e özgü bir konu da değildir. O meşhur ‘’Troy’’ (Truva) filminde bile konu, hikâyenin baş aktörleri Truvalı olmasına rağmen filmde hep Helenler öne çıkarılır. Filmde ne Truva kralı Priam ne de Truva Prensi Hector ve Truva Prensi Paris öne çıkarılır. Filmde öne çıkarılan Helenli Aşil’dir. Onu da dünyaca ünlü oyuncu Brad Pitt canlandırır… Anlıyorsunuz değil mi?

Gelelim II. Artemis’e 

Aradan 127 -130 yıl geçer. Geliriz MÖ 353 yılına... II. Artemis, kocası Mozolos (Mausolos) öldükten sonra Karya kraliçesi olur.

II. Artemis iki özelliği ile anılır. Bunlardan birincisi yaptırdığı anıt mezar diğeri ise I. Artemis gibi kadın bir amiral olmasıdır.

II. Artemis’in yaptırdığı anıt mezar: Mozolos

II, Artemis, henüz kocası hayattayken onun anısını yaşatmak için dünyanın hayran kalacağı bir anıt yaratmak ister. Mimarlarına projeler çizdirir. Bunlardan birisini seçerek inşaata başlatır. Bu anıt mezarın yapımı hem kocası hem de kendisi yaşama veda ettikten sonra bile yıllarca sürer…  

Kral Mozolos’un mezarı antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Mezar, üç medeniyetin mimari bir ürünü olarak tasarlanır; tabanında Pers, ortasında Helen, üstünde de Mısır mimarisini (Pramit şeklinde) tek bir eserde birleştirir. Anıt mezar üzerinde üç yüzden fazla insan figürü temsil edilir. Bunlar hanedanlığın kadın ve erkek mensuplarına aittir. Yani II. Artemis bu anıtı sadece kocası ve kendisine değil bütün bir hanedanlığa adamıştır. En üstte dört at bir savaş arabasını çeker, karı-koca II. Artemis ve Mozolos ayakta dikilirler… (****)

Günümüzde kullandığımız ‘’Mozele’’ sözcüğü de buradan gelir.

Amiral II. Artemis

Mozolos MÖ 353 yılında ölür. II. Artemis MÖ 353 ve 351 yılları arasında Karya kraliçesi olarak Karya’yı yönetir. Ancak Karya’ya bağlı Rodoslular bir kadının yönetimine girmek istemezler. İsyan ederler. Rodoslularla beraber aynı zamanda kuzeydeki Latmoslular da ayaklanırlar.

Helenlerin de kışkırtması ve yardımıyla Rodoslular Karya’nın başkenti Bodruma denizden saldırıya geçerler. II. Artemis, Bodrum'a denizden saldırıya geçen Rodos donanmasına karşı çok akıllıca bir savunma planı hazırlar. Bu plana göre Rodos donanmasının Bodrum’a kadar gelmelerine izin verir. Kendi donanmasını Rodos Limanı dışına çıkartarak yakındaki bir koya gizleyerek Rodosluları Bodrum’da donanma olmadığına inandırır.

Buna aldanan Rodos donanması Bodrum limanına girerek burada demirler. Rodoslular büyük limana demirledikleri vakit Artemis’in emriyle halk donanmayı alkışlayarak kenti teslim edeceklerini söyler. Bunun üzerine Rodoslular gemilerini limanda öylece bırakıp şehri ele geçirmek için karaya çıkarlar. Bundan sonra II. Artemis filosunu gizli limandan sessizce çıkarır. Küçük adanın arkasından dolaşarak, Rodos gemilerinin demirli bulunduğu limana girer... II. Artemis, Rodosluların boş bıraktıkları donanmalarını limandan açığa çektirir. Sonra da askerlerini gemilerden karaya çıkartarak Rodosluları kentte etraflarını kuşatarak bozguna uğratır.

II. Artemis sonra da boş kalan Rodos gemilerine kendi askerlerini bindirerek Rodos’a doğru yola çıkar. Kendi askerlerinin başlarını zafer çelenkleriyle donatır. Kendi ordularının zaferle döndüğünü zanneden ve hiçbir önlem almayı düşünmeyen Rodoslular limanı II. Artemis’in donanmasına açarlar. Kolayca limana girmeyi başaran II. Artemis şehri ele geçirir ve isyancıların ileri gelenlerini idam ettirir.

II. Artemis, başarısının anısına düşman ganimetlerinden ve silahlarından bir zafer anıtı yaptırır. Üzerine de Rodos kenti diye yazdırır. Anıt, biri kendi diğeri Rodosluları temsil eden iki ayrı bronz heykelden oluşur. II. Artemis, kendi heykelini Rodos kentini köle yaptığını gösterir şekilde tasvir ettirir. II. Artemis, bu zafer anıtını Rodoslular ortadan kaldırmasın diye anıtın bulunduğu araziyi yasak bölge ilan ettirir. Bir rivayete göre bir kadına yenilmekten utanç duyan Rodoslular tarafından anıtın etrafı duvarlarla çevrilmiştir.

Böylece Kraliçe II. Artemis, zekâsı, cesareti ve savaşçı ruhuyla atası I. Artemis’in izinde olduğunu kanıtlar. II. Artemis, dünyanın ikinci kadın amirali olarak ününü Karya sınırlarının ve zamanın ötesine taşır… (*****)

II. Artemis hakkında kaynaklar

II. Artemis hakkında ne yazık ki yeterli kaynak yoktur. Tarihi yazacak bu coğrafyanın çocuğu Herodot, II. Artemis doğduğunda çoktan ölmüştür. Ancak yine de Halikarnas Balıkçısı kitaplarında bahseder (Hey Koca Yurt) Bir de Arkeolog Koray Konuk, ‘’Karun'dan Karia'ya’’ (Ege Yayınları, 2003) isimli kitabında çoğu yabancı kaynaktan alıntı yaparak II. Artemis’ten ve bu savaşından bahseder.

Vefa, İstanbul’da bir semt adıdır

Hem I. Artemis hem de II. Artemis Bodrumludurlar, Anadolu kökenlidirler, bu coğrafyanın evladıdırlar. Ancak ne yazık ki hak ettikleri değer verilmez. Batılılar Helen olmadıkları, Anadolu evladı oldukları için değer vermez… Biz de Arap olmadıkları için değer vermeyiz. Bir Arap ‘’Rabia’’ kadar tanınmaz Artemisler bu coğrafyada… Bodrumda kıyıda köşede kalmış bir sokağın ve bir pansiyonun adıdır Artemis… Velhasıl biz tarih, kadir, kıymet, vefa bilmez bir toplumuz… FB’li Alex’in heykelini yapalım değil mi?

Aynı coğrafyadaki tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır der tarihçiler... Her rüzgârda savrulmamak için, fırtınalarda yıkılmamak için, kuraklık zamanlarda yaşayabilmek için ağaçlar bile köklerini derinlere salarlar...

Osman AYDOĞAN

(*) Trireme gemiler. O çağlarda teknik olarak yapımı mümkün olan en uzun gemiye bile, arka arkaya en fazla 25 kürekçi dizilebiliyordu. Geminin hızlı yol alması ve savaşta saldırılan gemiye kuvvetle mahmuz bindirebilmek için daha fazla kürekçi gerekiyordu. Gemi yapım ustaları bu sorunu üst üste üç kat kürekçi yerleştirerek çözdüler, böylece tekne boyunu uzatmadan kürekçi sayısı üç katına çıkarılabildi. Trireme adı buradan gelmektedir...

(**) Salamis Koyu, Atina'nın bulunduğu yarımadaya kuzeyden güneye paralel uzanan ve özellikle antik çağda Atina limanının güvenliği açısından stratejik öneme sahip olan ada bölgesinde bulunan koy…

(***) Artemis ile ilgili değil ama madem söz bu filmden açıldı film hakkında şu bilgiyi de aktarayım: Atinalı General Themistocles, bu savaşı kazanmak için eski rakipleriyle bir araya gelmek zorundadır. Bu rakipler de Spartalı savaşçılardan başkaları değildir. Ve film şu evrensel mesajı verir: ‘’Büyük güçlere karşı birleşerek savaşmak ve organize olmak, özgürlük için vazgeçilmezdir.’’ Mesela filmin bir sahnesinde, Themistokles, otoriter yönetime sahip Sparta'nın kraliçesine birlik olmanın önemini anlatır. Tabii bizim ''Birlik'' nedir anlamamız mümkün değildir. Bizler hep armudun sapı ile üzümün çöpü ile uğraşırız.!...

(****)  Padişahı Abdülmecit zamanında İngiltere, Halikarnas Mozole’sini araştırması için bir arkeolog ekibini Bodrum’a gönderir. Arkeloglar çok geçmeden de mozolenin kalıntılarına ulaşır. Kazı sırasında buldukları kabartmaları, Mozolos ve Artemis'in heykelleri ve dört atlı arabanın parçalarını dönemin İngiltere Büyükelçisi vasıtasıyla İngiltere’ye götürmek için Osmanlı Padişahı Abdülmecit’ten izin isterler. Abdülmecit ise hiç düşünmez, sanki evdeki fazla kap kacağı verir gibi paha biçilmez tarihi eserleri İngilizlere verir. İngilizler, Osmanlı’nın da yardımıyla bu tarihi eserleri Londra’ya British Museum’da sergilenmek üzere götürürler...

Halikarnas Mozolesi kazılarında çıkan 13 kabartma, Kral Mausolos, Artemisia ve mozolenin tepesinde bulunan atlı araba parçaları halen Londra’da British Museum’de sergilenmektedir. 

Mozolenin en önemli parçalarının İngiltere’ye götürülmesine Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı üzülür. İngiltere’ye, Kraliçe’ye bir mektup gönderir…

“Londra’daki parçalar Bodrum’un mavisiyle bütünleşmektedir. Londra’da kalmamaları gerekmektedir. Onları bütünleştikleri maviyle buluşturmak gerekir.”

Mektubu okuyan Kraliçe, mektubu müze müdürüne iletir. Bir süre sonra da müze müdüründen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya alay edercesine bir cevap gelir…

“Önerinizi çok ciddiye aldık. Bilim insanlarına taşların yapısını incelettik ve gerçekten de maviyle bütünleştiği doğrudur. Bu yüzden eserlerin müzede sergilendiği salonu Bodrum mavisine boyattık. Yakın ilginize teşekkür ederiz.”

(*****) II. Artemis’in bu müthiş stratejisinin yıllar sonra (yaklaşık 1900 yıl sonra) bir benzerini yine II. Artemis’in hemşerisi olan Bodrumlu Turgut Reis Akdeniz’de Andrea Doria’ya karşı uygular.

Turgut Reis bütün Tunus'u ele geçirir. Turgut Reis Tunus civarındaki Cerbe adasını da üs olarak kullanır. Turgut reis bu üsten İspanya ve İtalya kıyılarındaki yerleşim bölgelerine saldırılar düzenler... İspanyol ve İtalyanlar Avrupa’nın tüm imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışırlar.

Turgut Reis, 1553 yılında 12 parçalık gemisiyle Cerbe adasında bir koydadır. Diğer gemileri seferdedir. Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria 150 Parçalık gemi Cerbe adasını kuşatır. Andrea Doria’ya göre Tugut Reis'in bu koydan kaçması imkânsızdır. Andrea Doria İtalya’ya haber göndererek yardım ister. Andrea Doria’nın 150 gemisi de olsa karşısındaki Turgut Reis'tir çünkü.

Turgut Reis gemilerinin bulunduğu koyun girişine bir tabya yaptırarak oraya top ve tüfekli adamlar yerleştirir. Bu şekilde Andrea Doria’nın gemilerinin koya girişini önler.

Koyda çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapar. Cerbe adasının arka kıyısı kumluktur. El-Kantara (Alcantara) deresinin sonu ile Cerbe adasının kumluk olan arka kıyısı arasını önce kazma ve küreklerle derinleştirir. Sonra derinleştirdiği bu yatağa ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Kızaklar üzerine yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Ada’nın arka güney kıyısına indirir.

Andrae Doria, İtalya'dan gelecek yardımı bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve Andrea Doria’ya yardıma gelen İtalyan ve İspanyol gemilere saldırır. Bu gemilerin bir kısmın esir alır, bir kısmını batırır. Turgut Reis'ten kurtulan gemilerden bir tanesi Cerbe’de hala Turgut Reis'i kuşattığını zanneden Andrea Doria’ya Turgut Reis’den uğradıkları baskını anlatır.

Bu olayı Halikarnas Balıkçısı, bahsettiğim ‘’Turgut Reis’’ kitabında anlatır.

Bir not:

''Karya'' yazımında değişik kaynaklarda yanlışlık yapılmaktadır. Eğer ''C'' ile başlayacaksa: ''Caria'', yok ''K'' ile başlayacaksa: ''Karya'' diye yazılmalıdır. 

Ve bir anı:

1995 -1997 yılları arasında Hamburg’da iki yıl boyunca ‘’Bot ve Yelken Kursu’’na katılmıştım. İlk sene dershanede navigasyon ve denizcilik temel ilke ve terimleri derslerini görmüş, ikinci yıl ilk altı ay Elbe Nehri'nde, ikinci altı ay da Kuzey Denizi'nde bir yelkenli ile pratik yapmıştık.

1997 yılında, Kuzey Denizi'nde, Alman Deniz Kuvvetlerinin bir tatbikatına katıldım. Tatbikatta bir muharip gemide yanımda bir Alman amirali vardı. Bol zaman da vardı. Sohbete başladık. Ben ‘’Bot ve Yelken Kursu’’unda öğrendiğim konuları bilmiyormuş gibi amirale sormaya başladım… O cevap verirken de ben tamamladım. Bir süre sonra ‘’sen bunları nereden biliyorsun? Sen denizci misin?’’ dedi. Ben de ‘’Hayır, denizci değilim ancak ülkemizin üç tarafı derya deniz. Bize bunları lisedeki ‘Denizcilik’ (!) dersinde öğrettiler’’ dedim. Sonra ekledim; ‘’üniversitede iken de her öğrenci mutlaka bir bot yelken kursuna katılır. (!) Ben de bu kursa katılmıştım’’ dedim… Sonra şu soruyu sordum amirale: ‘’Siz amiralsiniz. Dünyanın ilk ve ikinci kadın amirali kimdir, biliyor musunuz?’’ Amiral bir an düşündü, sonra da ‘’Hayır, bilmiyorum’’ dedi… Ben de özet olarak yukarıda anlattığım I. ve II. Artemis’i ve Artemis'lerin savaşlarını anlattım. Yine hayretle sordu amiral ''sen nereden biliyorsun?'' diye... Ben de ''Denizcilik derslerimizin bir kısmı 'Denizcilik Tarihi' (!) idi. Oradan biliyorum'' dedim... Ve kendisine Halikarnas Balıkçısı’nın I. Artemis’i anlatırken bahsettiğim tespitini aktardım: ‘’Artemis, Hellen olsaydı siz de bilirdiniz’’ dedim…



Likya: Bir mezarlar ülkesi

08 Temmuz 2020

Son üç gün boyunca Solon’u anlatırken Lidya’dan bahsetmiştim. Lidya'yı anlatınca Likya'yı da anlatmasam olmazdı. Lidya ve Likya deyince Karya'yı da anmak lazım. Lidya, Likya ve Karya Batı Anadolu’da tarihte hüküm sürmüş üç uygarlığın adıydı...

Bu üç uygarlık çoğu zaman karıştırılır ve antik çağdaki coğrafi sınırlılarını da çoğu kimse pek bilmez.

Lidya, İlkçağda Anadolu'nun batısında kurulmuş bir devlettir. Başkenti ise Sardes (Salihli) idi… MÖ 620'de Frikya devletinin yerine geçen Lidya MÖ 546'da Persler'İn eline geçer. En ünlü hükümdarı, son hükümdarı, ‘’Solon’’ yazılarımda anlattığım Krezüs'tür. Halk ticaretle uğraşırdı. Bu yüzden çok zengin bir ülkeydi. Dünyada ilk defa madenden para yapan Lidyalılardır. Altın, gümüş paraları vardı.

Likya ise Anadolu’nun güney batısındaki Teke Yarımadası’nda ve Antalya Körfezinin batısında yer alan antik çağdaki bölgenin adıdır. O zaman büyük nehirlerce sulanan bölge dağlar arasındaki yüksek verimli ovalarla ve sedir, servi ve defne ağaçlarının yetişebildiği yaylalarla kaplıdır. 

Karya (Karia) ise Büyükmenderes nehrinin güney kısmı ile Teke yarımadasının arasındaki bölgedir. Bodrum, Karya'nın başkentidir. Bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasında bir mutabakat vardır.

Karya ve Likyayı Dalaman çayı birbirinden ayırır. Myra, Patara, Tlos, Ksantos (Xanthos), Telmessos Likya şehirleridir. 

Likya adının kullanılmasının nedeninin, bölgede MÖ 2. bin yılda yaşayan ve Doğu Akdeniz’de dehşet saçan korsanlar olan Lukka’lar olduğu söylenir. Likya, Helenik söyleyişte "Işık Ülkesi" anlamına gelir.

Likya, aynı zamanda bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Özgürlük ve bağımsızlıklarına son derece bağlı bir halktır. Anadolu’da Roma İmparatorluğuna eyalet olarak katılan son bölgedir. Bağımsızlıklarına düşkün Likyalılar Roma Senatosunda Rodos yönetimine itiraz ederler ve Roma'nın vasalı değil dostu ve müttefiki olduklarını ileri sürerler. Bu şekilde Roma'nın saygısını ve Senatoda temsil hakkını kazanırlar.

Likyalıların törelerine göre, babaları yerine analarının adını kullanırlar. Bir Likyalıya kim olduğu sorulduğunda, adını ve ardından annesinin, anneannesinin ve büyük anneannesinin ismini söyleyerek cevap verir. 

Tarihte bilinen ilk demokratik birliği kurmuş olan Likyalılar, farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen, ortak bir kültür yaratırlar. Çağdaş Batı yönetimlerine örnek olan bu ''demokratik birlik” antik dünyada ilk ve tektir. 

Likyalılar, Truva Savaşı esnasında Truvalıların müttefikleri arasında yer alırlar. Homeros, eserinde Truvalıların en cesur müttefikleri olduğunu söylediği Likya’lıların liderlerini yüceltir ve yaptıkları kahramanlıkları anlatır.

Likyalılar MÖ 545 yılında güçlü Pers ordularına karşı koyamazlar. Herodotos (''Tarih'', çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991) bu savaşı şöyle anlatır: ‘’Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos ovasına indiği zaman Xanthos'lular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile dövüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler.  Kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular. Alttan, yandan ateşe verdiler. Korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana atıldılar ve tümü savaşta öldü.''

MÖ 42 yılında bu sefer Brutus, Roma ordusuyla Likya’yı kuşatır. Yenileceklerini anlayan Likyalılar yine toplu intihara girişirler. Kucağında çocuğu ile ateşe atlayan bir Likyalı kadını gören Sezar’ın katili Brutus’ün bile içi burkulur.

Antik çağda Likya’nın idari ve dinî merkezi olarak bilinen ve aralarında yaklaşık dört kilometrelik bir mesafe bulunan Xanthos ve Letoon adında iki önemli kenti vardı… İşte bu şehirlerden Xanthos antik şehrinde bir anıtta yazıt olarak durmakta olan şu dizeler Likyalıların o günlerinden kalmıştır: (Xanthos antik kenti Fethiye-Kaş karayolundan 1 Km içeri girilince ulaşılabilen Kinik Köyü'nde yer alır)

‘’Evlerimizi mezar yaptık, mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız,
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık,
Gelip buldular bizi, yakıp yıktılar.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın,
Ve ölülerimizin uğruna toplu ölümleri yeğleyen,
Bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride,
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.’’

İşte bu nedenle Likya bir mezarlar ülkesi görünümündedir.

Likya’yı neden bu kadar uzun uzun anlattım? Çünkü Melih Cevdet Anday'ın antik çağdaki bu Likya ülkesinin yıkılışını anlatan güzel bir şiiri var:  ''Defne Ormanı'' Bu şiiri anlamak için bu bilgileri aktarmam gerekiyordu…

Şair Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “şiir” der, “şiir felsefeye bitişir” ve bir yazısında da şöyle yazar; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her şiir felsefeye bitişmese de bu şiir felsefeye bitişiktir ve Türk toplumundaki felsefe eksikliğini bu şiir kendi çapında gidermeye çalışır. Felsefeci, şair ve yazar Afşar Timuçin de; “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” derdi… İşte bu şiirin yazarı şair Melih Cevdet Anday da bunlardan birisidir, sanatçının iyisi bir düşünürdür, düşünürün iyisi bir sanatçıdır...

‘’Defne Ormanı’’, Melih Cevdet Anday’ın Likya’da yaşananları ve Likya'nın yıkılışını birkaç dizede özetlediği hüzünlü, hazin bir şiiridir…

‘’Defne Ormanı’’, ekmeği olanın felsefe yaptığı, felsefesi hazır verilenin ekmek yaptığı, ekmeği olmayıp felsefe sahibi olanın felsefeden köle devşirdiği ve bu şekilde yok oluşa giden bir dünyanın anlatıldığı bir şiirdir… Yazımın girişinde anlattığım Likya’nın hüzünlü yıkılışını anlatır...

Defne Ormanı

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.

Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.

Melih Cevdet ANDAY (Sözcükler, Everest Yay, 2016, s. 220)

Şair günümüzdeki Likya hakkında başka bir şiir yazsaydı eğer sanırım şöyle yazardı:

Gaflet Ormanı (*)

Gazalî felsefeyi kâfirlikle suçladığı için
Hiç felsefeye sahip çıkmadılar…
Ne İbn-i Sina’yı anladılar, ne de İbn-i Rüştü..
Abbasi aydınlanmasını takip etmediler…
Avrupa Rönesans’ını da kaçırdılar…
Atatürk’ün çağdaşlaşma vizyonunu da anlamadılar…
Metafiziğin dipsiz kuyularında da kaybolup gittiler…
Ve yıkıldı gitti Likya.

Ve bütün bu zaman boyunca
Siyasetin özgürlüğü yoktu.
Özgürlüğün de siyaseti yoktu.
Siyasetin dayanışması yoktu.
Dayanışmanın da siyaseti yoktu.
Ve sahipsiz siyasetin özgürlüğünü, sahipsiz özgürlüğün siyaseti yedi.
Özgürlüğün sahipsiz siyasetini ise siyasetin sahipsiz özgürlüğü…
Çünkü ücretli köleler için örgütlü özgürlük de yoktu.
Bu yüzden özgür bir örgütlülük olamıyordu.
Örgütsüz özgürlük de hiçbir işe yaramıyordu. 
Ve bu yüzden
yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir örtü altında.

Cicero’nun derdi zaten: "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur..." İşte bu nedenle Likya’yı bu şiirle anmak, biz çocuklara ise Likya'nın akıbetini aktarmak istedim!...

Ve yıkıldı gitti Likya, hâlâ yeşil bir örtü altında!

Osman AYDOĞAN

(*) Bu şiirin birinci kıtası bana ait. İkinci kıtası ise gazeteci, yazar Melih Pekdemir'in bir gazte yazısından uyarladım...



Solon (3): Sardes’in düşüşü

07 Temmuz 2020

Atinalı devlet adamı ve şair Solon hakkında Herodot tarafından nakledilen bir hikâyeyi dün anlatmıştım. Kısaca bu hikâyeye göre bizim Karun diye bildiğimiz Lidya kralı Krezüs (Kroisos) ziyarete gelen Solon'a hazinelerini gösterdikten sonra "acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?" diye bir soru sormuştu...

Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmekti tabi. Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vermiş, Krezüs'ü öfkelendirmişti. Solon sakin bir şekilde şöyle cevap vermişti: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden. Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir.''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı etmişti.

Sonrasında Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmamıştı. Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırıp Krezüs’ü esir etmişti… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartıldığında Solon’un sözlerini hatırlayıp “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırmıştı.. Sonrasında da nedenini soran Kiros'a Solon ile arasında geçen konuşmayı anlatınca Kiros tarafından affedilmişti.

TV dizilerindeki bir önceki yayının özeti gibi oldusa da affola...

Ancak Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bir seri olaylar var ki onu anlatmamıştım… Bu yazımda da işte bu seri olayları anlatacağım… Kaynak aynı kaynak: Herodot (Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991)

Krezüs’ün rüyası

Krezüs’ün iki oğlu vardır; biri doğuştan sağır ve dilsiz olduğu için adı bile anılmaz. Diğeri kıymetli oğlu Atys'dir... Krezüs, Solon’u sarayından kovduktan hemen sonra bir rüya görür. Krezüs, rüyasında oğlu Atys’in ucu demir bir kargıyla vurulduğunu görür. Uyandıktan sonra Krezüs'ü oğlunu kaybetme korkusu sarar... Krezüs, ilk iş olarak Lidya ordularına komuta eden oğlunu bu görevden alıp bir kızla nişanlar. Savaşta kullanılan kargı benzeri silah ne varsa toplatıp depolara yığdırır, kazayla oğlunu öldürür endişesiyle.

Atys’in ölümü

Oğlu evlenme töreniyle uğraşırken, Sardes'e Adrastos isminde Frigya'lı bir adam gelir... Midas'ın torunlarından biri olan bu adam yanlışlıkla bir kardeşini öldürdüğü ve babası tarafından ülkeden kovulduğu için Krezüs'un sarayında arınma dileğinde bulunur. Krezüs ''Hatırını saydığım kişilerin oğlu, dostlar arasına geldin, bizim yanımızda kalırsan hiçbir eksiğin olmaz'' diyerek yanına alır Adrastos'u.

O sıralarda Misya'nın (Mysia; Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatısında yer alan ve günümüzde yaklaşık olarak Bandırma, Erdek ve Balıkesir çevresine denk gelen bölgenin adı) Kaz Dağları civarında bir yaban domuzu türer ve köylüler bu yaban domuzunun bahçelerine verdiği zararla başa çıkamazlar. Krezüs'e elçiler yollayarak oğlunun ve yiğitlerinin yardımını isterler: “Senden dileğimiz, oğluna ve yiğitlerine buyur, köpeklerini alıp gelsinler, bizi kurtarsınlar.” Krezüs, gördüğü rüyanın korkusuyla oğlu yerine Adrastos ve bir grup Lidya'lıyı göndermeye karar verince, oğlu yanına gelip babasından kendisini göndermesini, çağrıldığı yere gitmezse Lidya'lıların onu hor göreceğini söyler. Üstelik avlayacaklarının bir domuz olduğunu, boynuzlarının da demir bir kargı olmadığını bu nedenle rüyasından korkmasının yersiz olduğunu hatırlatır. Bu sözler üzerine Krezüs oğlu Atys'i Adrastos'a emanet ederek ava göndermeye razı olur. Adrastos, oğluna göz kulak olacağına ve koruyacağına söz verir.

Atys ve grubundakiler Misya'ya ulaşıp bir sürek avı başlatırlar. Yaban domuzun yerinden çıkartılıp etrafı sarılır. Herkes mızrağını domuza fırlatırken, Adrastos'un mızrağı domuzu ıskalayıp Atys'e saplanır ve Krezüs'un oğlu tıpkı Krezüs’ün rüyasında gördüğü gibi demir bir kargı ile ölür.

Korkunç bir pişmanlık yaşayan Adrastos, Krezüs’e teslim olur ve oğlunun ölüsü üzerine kurban edilmesi için yalvarır. Ama Krezüs, ocağını söndüren adama dönerek, “Konuğum” der, “senin kendi ölümünü istemen benim öcüm için yeterlidir. Hayır, bu ölüm için seni suçlamıyorum…” Bunun üzerine Adrastos, kendisini dünyadaki insanların en mutsuzu sayarak, Atys’in mezarı üstünde kendisini öldürür.

Doğudan gelen tehdit: Pers Kralı Kiros

Krezüs acısının üzerine iki yıl içine kapanır. Krezüs’ün içine kapandığı bu sürede Pers Kralı Kiros, İran'ın kuzeybatı bölgesinde yaşayan ve eski bir İran halkı olan Medler’e saldırarak Med Kralı Astyages'i bozguna uğratır. Bundan sonra Med İmparatorluğu Pers Krallığının önemli bir eyaleti haline gelir. Medlerin katılımıyla Pers Krallığının büyüyerek bölgede büyük bir güç haline gelmesi ve Pers Ordusunun kalabalıklaşması Krezüs’e Atys'in yasını unutturur. Persleri daha fazla gelişip büyümeden durdurma düşüncesiyle harekete geçer.

Delphi'deki kâhinlerin kehânetleri

Kehanet merkezlerinden biri olan Delphi'ye Apollon Tapınağı kâhinlerine kıymetli hediyelerle beraber adamlarını gönderir. (Delfi; Yunanistan'da Parnasos Dağı'nın güneybatısında bulunan arkeolojik bir alan. Antik çağlarda Yunan halkları için önemli olan ve Yunan tanrıları Apollo ve Athena´ya ibadet edilen bir dinî merkezdir.)

Lidyalı sözcüler Delphi’deki kâhinlere sorarlar: ''Krezüs Perslerle savaşsın mı?'' Kâhinlerin cevabı; ''Eğer ''Krezüs, Perslerle savaşa girerse büyük bir imparatorluğu devirecektir'' olur.

Krezüs kendine getirilen cevabı duyunca Pers Kralı Kiros'un krallığını devireceğine emin olur ve adamlarını kâhinlere tekrar göndererek, bu sefer de ''saltanatı uzun olacak mı?'' diye sordurur. Bu soruya da kâhinler bir dörtlükle cevap verirler.

‘’Günün birinde katır Med'lere kral olacak
O zaman, ey yumuşak ayaklı Lydia'lı kaç,
Çakıllı Hermos boyunca, tabanları yağla,
Utanma, yüzün kızarmasın kaçtığın için.’’

Bu sözlere Krezüs daha da sevinir. Lidya tahtına bir katırın geçmesi mümkün olmadığına göre, demek ki iktidardan düşmeyecektir. Ordusunu toparlayıp Pers'lere doğru sefere çıkar.

Pteria savaşı

Pteria'da (Yozgat, Sorgun ilçesi, Şahmuratlı Köyü) iki ordu karşılaşır. Her iki tarafta büyük kayıp verir ama savaşın kazananı belli olmaz. Muharebenin ertesi günü Kiros saldırısını sürdürmeyince, Krezüs sayıca daha az olan ordusuyla Sardes’e doğru çekilip Mısırlılardan yardım istemeyi düşünür, Sardes’e varınca ordudaki paralı askerlerini de dağıtır. Yardım istediği müttefiklerinden, dört ay sonra Sardes’te hazır olmalarını talep eder. Belki de dün anlattığım, hazinelerini gördükten sonra Solon'un Krezüs'e sorduğu ''Orduların nerede?'' hikâyesi de buradan kaynaklanmaktadır. 

Sardes’in düşüşü

Ancak Krezüs, savaş tarihinin büyük stratejik hatalarından birini yapmıştır: Kyros’un kendisini takip ederek hemen Sardes’e kadar geleceğini düşünmemiştir. Çünkü çok önemli bir askerî kuraldır: Muharebe meydanında yenilmeyen, yok edilmeyen düşman, kaybedilmiş bir savaş demektir.

Sardes önlerinde Lidya ile Pers orduları arasında ikinci bir muharebe daha yapılır. Bu muharebede Kiros; ordusuna katılan Medyalılardan bir seyis veya deve bakıcısı olan Hargapos’un önerisiyle ordunun peşinden gelen yük develerinin yüklerini indirtir... Süvarilerini develerin üstüne bindirir... Süvarileri develerin üstünde, piyadeleri ve ordunun geri kalanını ise develerin arkasından yürütecek şekilde bir muharabe düzeni alarak Lidya ordusuna saldırıya geçer. Bir seyis veya deve bakıcısında olabilecek bir bilgi, koca savaşın kaderini değiştirir: Atların develerden korktuğu ve develerin kokusuna dayanamadığı fikri üzerine kurulu bu plan, tutar. Lidya süvarisi darmadağın olur. Krezüs ve ordusu Sardes’e kaleye çekilmek zorunda kalır.

Günümüzde bile çağdaş işletmelerde şu iki kural geçerlidir: ''Hiçbirimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz!'' ve ''işi en iyi yapan bilir!'' Tarihte de hep öyle olmuştur; bu kurala uyan devlet veya kurumlar başarılı olmuş, uymayıp da ''her şeyi ben bilirim'' diyen devlet veya kurumlar er veya geç yok olmuşlardır...

Kiros, Krezüs’ü takip ederek kaleyi kuşatır. Kuşatmanın 14. gününde Sardes düşer.

Krezüs'un adı anılmayan sağır ve dilsiz oğlu için başvurduğu kâhinler, ona şu kehanette bulunmuşlardır eskiden:

‘’Lydia'nın güçlü kralı, hiç de ihtiyatlı değilsin.
Sarayında işitmeyi isteme,
Çocuğunun duymayı o kadar özlediğin sesini
Çevreni saran şimdiki sessizliği daha hayırlı onun,
Zira o, acılı bir günde konuşacak.’’

Kentin düştüğü gün, saraya giren Pers askerleri Krezüs'u öldürmek için üzerine doğru gelirlerken, o sağır ve dilsiz oğlanın dili çözülür ve Pers askerine “Krezüs'u öldürme!” diye bağırır.

Krezüs on dört yıllık bir saltanatının ardından, on dört günlük bir kuşatma sonunda, Perslerin eline düşer canlı olarak. Böylece yerle bir eder büyük bir imparatorluğu, tıpkı kâhinin dediği gibi; ama kendisininkini.

Hikâyenin sonunu daha önce anlatmıştım. Persler tutsak Krezüs'u, Kiros'a götürürler. Krezüs, yakılmak üzere odunların üzerinde beklerken Solon'un sözleri gelir aklına: ''Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir'' ve acıyla haykırır ''Ah Solon! Solon! Solon!' diye feryat figân eder...

Kiros bunu duyunca adamlarına ''Krezüs'tan sorun bu çağırdığı kimdir?'' der. Kendisine iletilen soruya cevabı ''Bir adam ki dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli olurdu'' der ve Solon'la aralarında geçen konuşmayı anlatıp şimdi ona ne kadar hak verdiğini söyler. Persliler anlatılanları Kiros'a iletince, Kiros bu hikâyeden çok etkilenir, Krezüs'u affeder ve ona sorar:

''Krezüs, kim sana söyledi bana saldırmayı ve dost yerine düşman olmayı?''

''Kral, bunu yapan senin iyi talihin, benim kötü talihim ve kendini beğenmişliğimdir. Kimse barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir. Barışta oğulları babalarını gömerler, savaştaysa babalardır oğullarını mezara indiren.''

Kiros onun zincirlerini çözdürür ve yanına oturtur. Krezüs etrafına bakınırken gözleri Lidyalıların kentini yağma eden Perslere takılır ve sorar:

''Bu kalabalık ne yapıyor böyle canla başla?'' ''Senin kentini yağma ediyorlar, hazinelerini paylaşıyorlar'' der Kiros. ''Yağma ettikleri benim kentim, benim varlığım değil artık; yağma edip alıp götürdüklerinin hepsi senin malın.''

Delphi'deki kâhinler Krezüs'ü yanıltmışlar mıydı?

Krezüs'un bu sözlerinden etkilenen Kiros, ondan bir dileği olup olmadığını sorar. Tek bir şey istediğini söyler Krezüs, kendisine vurulan zincirleri Delphi'deki kâhinlere gönderip, neden onu yanılttıklarını sordurmak ister. Kiros bu arzusunu kabul eder ve bir grup Lidyalı zincirleri alıp Delphi'ye götürürler.

Kâhinlere sorulur; ''Hiç utanmadın mı, Kiros'un imparatorluğunu yıkacağına inandırıp, Krezüs'u Perslerle savaşa tutuşturmaktan? İşte o imparatorluğun yağmasından eline geçen ganimet sadece şu zincirlerdir.''

Soruya kâhinlerin cevabı şu olur:

''Kâhinin dedikleri doğrudur, Krezüs'un bundan yakınmaya hakkı yoktur. Kâhin ona Perslere saldırırsa büyük bir imparatorluğu yıkmış olacaktır dedi, ama Krezüs kendini beğenmişlik yapıp bunun Pers İmparatorluğu olduğunu düşündü. Eğer düşünebilseydi tekrar sorduracaktı ‘yıkılacak olan benimki mi, Kiros'un mu’ diye. Son sorusuna verdiği cevapta bir katırdan söz edilmedi mi? Kiros'tu katır. Çünkü babası ve annesi aynı soydan değildir. Annesi Media'lı, babası Perslidir. Tanrı sözünü anlayamadı, sonrasını da sormadı, o halde kendisini suçlasın.’’

Lidyalılar bu cevabı Sardes'e götürürler, Bunu duyunca Krezüs kusurun Apollon'un rahiplerinde değil kendisinde olduğunu kabul eder.

Anadolu’da Persler

İşte Pers Kralı Kiros'un bu zaferi ile Persler Anadolu’ya ve Trakya’ya ve Karadeniz kıyılarına yerleşirler. 225 yıl kalırlar... Ta ki Makedonyalı Büyük İskender gelene kadar...

Her şeyin sonuna bakılmalıdır

Ne demişti Solon o mağrur Krezüs'e daha yolun başında iken: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."

Bu yazı serimi, kaynak olarak kullandığım Herodot’un ‘’Tarih’’ kitabının giriş kısmındaki yazısıyla sonlandırayım: ‘’Bu, Şehriyar’ın, pardon, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdiği harikalar bir gün de adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalmasın.”

Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’Tarih çok şeyler söyler'' diye...  

Osman AYDOĞAN



Solon (2): Lidya Kralı Krezüs ve Pers Kralı Kiros

06 Temmuz 2020

Bu sayfalarda ‘’La Paloma’’ şarkısını anlatırken Pers Kralı Kiros'un Asya'da Batı yönünde gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş olduğunu ve orada da öldüğünden bahsederek Pers Kralı Kiros’u anmıştım…

Dünkü yazımda da Solon’u anlatırken Solon’un, Atina’da yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini, Solon’un bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a gittikten sonra Anadolu’ya da uğradığını ve Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. 560 - 546) misafiri olduğunu yazmıştım…

Bugünkü yazımda da sözü tarihin babası (Pater Historiae) olarak anılan ve bu coğrafyanın bir evladı olan Bodrumlu Halikarnas’a (Herodot) bırakacağım… Ve Herodot’un, içinde; Pers Kralı Kiros’u, Lidya Kralı Krezüs’ü ve Solon’u da anlattığı kitabından alıntılar yapacağım. (Herodot, Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991)

Ama önce kısa bir bilgi:

Lidya Kralı Krezüs

Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Krezüs (M.Ö. 560 - 546) Lidya kralıdır. Kral Krezüs ülkesinin kaynaklarını kişisel zenginliği için kullanıp (‘’Karun gibi zengin’’ sözü de buradan gelir), kendini ülkenin sahibi ve efendisi gören, sahip olduğu güç ve zenginlikle kendinden geçip; kendisini tanrılara denk görecek derece kibre kapılan bir kraldır.

Herodot, bahsettiğim kitabında Krezüs hakkında şunları yazar: Krezüs, Lidyalı Alyattes’in oğludur. Alyattes, Miletos savaşının ardından elli yıl daha hüküm sürdükten sonra vefat eder. Onun yerine tahta oturan oğlu Krezüs 35 yaşındadır. İktidara geldikten sonra egemenlik alanını hızla genişletir. Kilikya ve Likya hariç, Halys (Kızılırmak) ırmağının beri yakasındaki tüm uluslar Krezüs’in egemenliğini tanır. Lidyalılar, Frigyalılar, Misyalılar, Mariandinler, Khalybler, Paflagonlar, Trraklar, Thinler, Bithinler, Karlar, İyonlar, Dorlar, Aiollar, Pamfiller… Bütün bu halklar ve ülkeler Krezüs’ün egemenliği altındadır.

Herodot'un anlatımına göre Atinalı devlet adamı ve şair Solon yurdundan ayrıldıktan sonra pek çok ülkeyi gezer. Mısır'a,  Kıbrıs’a gittikten sonra Amasis'e (Amasya) ve en son Sardes'e (Sardes veya Sardeis, Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı Sart kasabası yakınlarında bulunan ve Lidya devletine başkentlik yapmış antik kent), Krezüs'un yanına gelir.

Solon, Lidya Kralı Krezüs’ün sarayında

Ziyaretinin üçüncü veya dördüncü gününde, Krezüs’un adamları Krezüs'ün emri üzerine Solon’a kralın hazinelerini gezdirirler. Gezi tamamlandıktan sonra Krezüs, konuğu Solon’a dönerek “Atinalı,” der, “benim konuğum, bir filozof olarak sana bunca ülkeyi gezdiren meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?” diye bir soru sorar…

Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmektir aslında... Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vererek dünyanın en mutlu adamı olarak Atinalı Tellos'u gördüğünü söyler: "Tellus... Hem güzel hem iyi çocukları oldu, uzun yaşadı, sağlıklı torunlarını gördü. Ülkesi savaşmak zorunda kaldığında yardıma koştu ve şehit oldu. Vatandaşları onu törenle gömdüler ve hatırasını şerefle yaşattılar."

Krezüs sinirlenmiş ve tahrik olmuştur. Bir başka zamanda bir başka fırsatla sorusunu tekrarlar: "Dünyada Sen'den daha mutlusu olamaz Yüce Hükümdarım" cevabını almayı umarak: "Var mıdır ki yeryüzünde bir kişi, benden daha mutlu?" Solon cevap verir: "Kleobis ve Biton... İki genç erkek kardeş. Annelerini festivale götürdüler. Yaşlı öküz ölünce kağnıyı kendileri çektiler. Anneleri onların sonsuz mutluluğu için bütün gece dua etti. Gece uykularında huzur içinde öldüler..."

Krezüs öfkelenerek "Solon, bizim mutluluğumuzu hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları ikinci sıraya koyuyorsun?" der. Solon sakin bir şekilde cevap verir: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır…’’ Solon sonra şu öğüdünü verir Krezüs’e:

''Ölmeden önce dilini tut, 
'mutluyum' demek için acele etme,
yalnız 'talihliyim' de, o kadar.
Her şeyin sonuna bak. 
Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunar,
sonra da çeker alır elinden!''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı eder.

Krezüs'ün sonu

Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmaz.

Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırır. 14 gün süren kuşatmanın sonunda Sardes düşer. Krezüs esir edilir… Zincire vurulur… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartılır. Krezüs, odun yığınının üstünde yakılmayı beklerken, Solon’un ‘’hiçbir canlının henüz yaşadığı sürece mutluluktan tam emin olamayacağı’’ yolundaki sözlerini hatırlar…  Krezüs “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırır… 

Krezüs’in bağırmasını işiten Kyros, adamlarına emir vererek, adını andığı şahsın kim olduğunu öğrenmek ister. Krezüs şunu söyler: “Bir adam ki, dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli bir şey olurdu.” Sonra Atinalı Solon ile aralarındaki konuşmayı anlatır. Kyros’un yüreği sızlar ve Krezüs’ü affeder… 

Herodot’un anlattığı bu hikâyenin başka bir tevatürü daha vardır:

Bu hikâyede Krezüs, hazinelerini Solon’a bizzat kendisi gösterir. Her bir hazine odasından sonra Solon Krezüs’e sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordu demek masraf demek... İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Solon açılan her bir hazine dairesinde aynı soruyu sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs da yine aynı şekilde cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordunun hem kontrolü zordur, hem de ordu beslemek de masraflıdır. İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Her bir hazine odası açıldığında bu sahne tekrarlanır. ‘’Orduların nerede?’’ diye sorar hep Solon. Krezüs de artık hiddetlenmektedir. Sonunda Krezüs kovar Solon’u sarayından…

Bu hikâyenin de sonu aynı: Pers Kralı Kiros Lidya’ya saldırdığında Krezüs’ün ordu kuracak, donatacak, eğitecek vakti olmaz. Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirip, kral Krezüs’ü yakmak için odun yığınının tepesine çıkardığında Krezüs, Solon ile arasında geçen konuşmayı hatırlayarak "Soloooon, Solooooon, Solooooon!" diye bağırır, feryat figan eder…

Pers kralı merak eder, yanına getirtir Krezüs’ü ve sorar ona; ‘’Bu Solon kimdir sen neden böyle feryat ediyorsun’’ diye...

Anlatır Krezüs Solon ile arasında geçen diyaloğu ve derki ‘’Solon’a hazinelerimi gösterirken o hep ordumu sormuştu. Ben sanmıştım ki hazinelerimle hemen bir ordu kuracağım. Sen geldin. Ordumu kuramadan, ordumu donatamadan ve eğitemeden beni mağlup ettin. Şimdi anlıyorum Solon’un ne demek istediğini. İşte bu nedenle Solon diye feryat figan ediyorum...’’

Her iki hikâyenin de sonu aynıdır. 

Ancak Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bazı olaylar dizisi var ki onu da yarın ki yazımda anlatayım...

Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; Tarih çok şeyler söyler diye...  

Osman AYDOĞAN

 



Solon (1): Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri

05 Temmuz 2020

Üst üste üç yazım ile MÖ 6. ve 5. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair Solon’u anlatacağım ancak bilinen yönleriyle değil de pek bilinmeyen yönleriyle!

Solon, asıl uğraşı şairlik olan Atina’ya demokrasiyi getirdiği varsayılan, aristokrat sınıftan olmayan -yani soylu kanı taşımayan- orta sınıf bir Atinalıdır... Hakkındaki en iyi bilgi Aristoteles’in ‘’Atinalıların Devleti’’ (Alfa Yayıncılık, 2019) isimli kitabında bulunmaktadır…

Solon, MÖ. 590’lı yıllarda Atina’yı sarsan ağır bunalımı gidermek üzere giriştiği siyasal ve sosyal reformlarıyla tanınır. Dönemi için devrim niteliğindeki kanunları ile toplumdaki eşitsizliklerle savaşır, insanların hakları doğrultusunda düzen içinde yaşamaları için adil bir sistem kurar. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.

Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri kabul edilen Solon, sadece kendi çağını değil, modern dönem felsefecilerini de etkiler. Tarihte bilinen ilk otobiyografi Solon’a aittir. Bu otobiyografi de şiirlerden oluşur. (Solon, ‘’Şiirler’’, MEB, 1945) Bu nedenle Solon antik şairlerin en eskisidir. Siyasi hayatının birebir yansıması bu şiirlerinde bulunur...

Solon adalet ve ölçüyü esas alır. Hiçbir şeyde aşırılığı doğru bulmaz. Her şeyin fazlası fazladır. Kişi çoğu zaman hem kendine hem de çevresine aşırılıkları yüzünden zarar verir. Bu tür hareketlerin önüne geçmek için kendini kontrol etmek ve ölçülü olmak gerekir. Bu düşüncesini "Zenginlikten doygunluk, doygunluktan da şiddet doğar" sözleri ile özetler…

Platon'un ‘’Atlantis’’ hikâyesini yazmasına da vesile olduğu rivayet edilir…

Solon kanunları

Kendi adıyla anılan ve Antik Yunan döneminin en eski anayasası olan ‘’Solon Anayasası’'nı hazırlar. Bu nedenle Platon ve Aristoteles, Solon’u kanun koyucunun ilk örneği olarak değerlendirirler…

Solon’un çıkardığı kanunlarla: Çiftçinin bütün borçları silinir. Toprağı elinden alınan köylüye toprak dağıtılır. Borç nedeniyle doğan köleliği kaldırır. Ticaretin gelişmesini kolaylaştırır. Tartı ve ölçülere standart getirir. Zeytinyağından başka zirai ürünlerin ihraç edilmesini yasaklar. Sosyal sınıflara girmeyi soya bağlı olmaktan çıkarıp maddi varlığa bağlayarak, Yunan aristokrasinin doğumdan gelen hakları yerine, idarecilerin ürettikleri yıllık ürün miktarına göre belirlenmesi usulü getirir… Ölülerin arkasından konuşulmasını, dirilerin ise haklarında kötü konuşulmasını yasaklar.

Solon, yasaları toplumdaki olumsuzluklarını ortadan kaldırmak için hazırlar. Solon, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gider. Solon Atina’dan ayrılmadan önce Atinalılar Solon’a en az on yıl Solon’un yenilikçi kanunlarını uygulayacaklarına söz verirler. Ancak, ilk beş yıl içinde Atinalı aristokratlar kanunları işlerine geldiği gibi yorumlayarak kendi çıkarlarına göre davranmaya başlarlar…

Solon’dan hayat dersleri

Yasalarla, yasa yapıcılarıyla ve bu yasaları uygulayıcılarla yeterince içli dışlı olduğu için bu konudaki tecrübesini de Solon şu sözü ile özetler: “Yasalar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.''

"Yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum" diye başladığı dizesini şöyle bitirir: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum." Jean-Jacques Rousseau ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ (Bordo Siyah Yayınları, 2004) isimli kitabındaki üçüncü ‘’Gezi’’ başlıklı bölümü Solon’un bu '’Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum'' sözüyle başlar ve Rousseau kitabında bu sözü şöyle devam ettirir: ‘’İhtiyarlarımız her şeyi düşünüyor ve öğreniyorlar ama nasıl öleceklerini hiç düşünmüyorlar.’’' Ve ekliyordu Rousseau; ‘’Ölürken nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne yararı var?’’

Oğlunun ölümüne ağlarken bir dostu Solon’a; "ağlamakla bir şey elde edemezsin" diye kendisine teselli etmeye çalıştığında dostuna şu cevabı verir: "Ben de bunun için ağlıyorum ya zaten!"

Fahişeliği dünyada yasallaştıran ilk kişidir. Bu sebepten ötürü döneminde devlet kurtarıcısı, velinimet, kötülükleri ve kargaşayı önleyen olarak görülür. Bu nedenle kendisi için şu dizeler söylenmiştir:

"Tüm erkekler adına iyi iş başardın ey Solon
çünkü onlar diyorlar ki, sen ilk görensin
halkın değer ölçülerini."

Kendisine sorarlar: ‘’Sen ki Aristo'nun sayabildiği 158 anayasa dâhil her şeyi bilirsin, söyle bize, en iyi anayasa hangisidir?’’ Solon adamı şöyle bir süzüp sakince cevap verir: ‘’Önce siz söyleyin bana, hangi halk ve tarihin hangi aşaması için?’’

Bir keresinde Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu Solon: “Pek çoğunuzdan daha bilgeyim, pek çoğunuzdan daha yürekliyim. Peisistratos’un (*) kötü oyunlarını anlamamış olanlardan daha bilgeyim, bu oyunları bilen ama korkudan ağzını açamayanlardan daha yürekliyim.”

Çokları onu deli diye görme eğilimindeydi. O buna karşı kendini bir şiirinde şöyle anlatmaya çalışır:

“Ben deliysem yurttaşlar yakında siz de deli olacaksınız. 
Deli olacaksınız gerçeklerle yüzyüze geldiğiniz zaman.”

Solon insanlara şunları öğütler:

Adaleti ödül beklemeden yerine getirin.
Her gün yeni bir şey öğrenerek yaşlanın.
Konuşma eylemlerin aynasıdır. Kendinizin ve çevrenizdekilerin sözlerine dikkat edin.
Tavsiyede bulunurken arkadaşını mutlu etmeye değil, ona yardım etmeyi hedefleyin.
Üzüntü doğuran zevklerden kaçının.
Çabuk dost edinme, edindiğin dostlukları da çabuk gözden düşürme.
Sevinç gözyaşlarını asla silmeyin.
Yarın için en iyi yatırım, bugün yaptığımız iyiliktir.

Solon'un hiç güncelliğini yitirmeyen sözleri: 

Solon bir şiirinde şunları yazar:

“Kar ve dolu getiren fırtınalar bulutlardan gelir, 
Gök gürültüleri koyulur dupduru gökte,
Kentler çok zaman güçlülerin elinde yok olur, 
Halk bir tiranın kölesi olur cahillikle.”

Solon, Atina’dan tiran olmamak için ayrıldıktan sonra Mısır’a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya gider. Daha sonra Sicilya’da bir kent kurar. Kente Solon’un adından giderek Solos adı verilir. Solon, Solos’a Atinalıların yerleşmesini sağlar. Şehirde Peisistratos tiran olunca Solon Atinalılara şu şiiri yazar:

“Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız 
Suçu tanrıların üstüne atmayın. 
Önderlerinize yönetimi veren sizsiniz. 
Bu yüzden sefil köleler oldunuz. 
Şimdi bir tilkinin izini sürüyorsunuz.
Bomboş bir kafanız var. 
Çeneye kuvvet boş sözler üretiyorsunuz. 
Yapıp ettiklerinizle ilgili hiçbir kaygınız yok.”

Solon’un, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini yazmıştım. Solon bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya da uğrar. Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. 560 - 546) misafiri olur... Yarınki yazımda da Solon’un Krezüs’ün sarayındaki misafirliğini anlatacağım...

Osman AYDOĞAN

(*) Peisistratos; Atinalı devlet adamıdır (MÖ 600- MÖ 527). Megara ile yapılan bir savaşta Nisaea’yı ele geçirince ünlenir. Daha sonra Diakreia ya da Diakria çoban ve oduncularının kurdukları halkçı dağ partisinin başına geçer. Peisistratos'un kısa zamanda halk tarafından tutulduğuna tanık olan Solon, ileride tiranlık kurabileceğine işaret ederek ona muhalefet eder. Peisistratos, kişisel bir muhafız birliği kurarak MÖ 560’ta Akropolis’i ve iktidarı ele geçirmeyi başarır. Ancak Kıyı (Raralia) ve Ova (Pedieis) partilerinin kendisine karşı birleşmesiyle iki kez Atina dışına sürülür. MÖ 546’da kurduğu paralı orduyla karşıtlarını yenerek tiranlığını ilan eder.

 



Batı müziğinde Türk etkisi

03 Temmuz 2020

Daha önceleri bu sayfalarda 04 Mart 2020 tarihinde yazdığım ''Alman Edebiyatında Doğu Etkisi'' başlıklı yazımda Alman edebiyatındaki Doğu etkisinden çok özet olarak bahsetmiş, örnekler vermiş ve '' ‘Batı müziğine Türk etkisi’ni de bir başka yazımda kaleme alacağım'' diye de not düşmüştüm. İşte bu yazımda Batı müziğine olan Türk etkisini anlatmak istiyorum.

Ancak açıklamayı yapmadan önce de kendisine vefa borcum olan bir Avusturyalı akademisyenden, Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kerstin Tomenandal’dan bahsetmek istiyorum… Kerstin Tomenandal’a çok şey borçluyum... Viyana’yı, Viyana tarihini, Viyana’daki Türk izlerini ve Viyana Üniversite’sindeki Türk tarihi ile ilgili Avusturyalı tarihçileri bana tanıtan, tanıştıran kendisi oldu.

Kerstin Tomenendal sadece Viyana’yı tanıtmadı bana. Eşlerimizle beraber, kendi Türk asıllı eşi İnanç Feigl (Tarihçi Prof. Erich Feigl’in manevi oğlu), Avusturya Ordusundan Tümg. Heinrich Schmidinger ve Macar asıllı zarif eşi Eva Schmidinger ile beraber Macaristan’da Budapeşte’den Mohaç’a, Zigetvar’dan Mogersdorf’a (1664 St. Gotthard/ Mogersdorf Muharebesi için) günlerce Türk izlerini yerinde tartışarak araştırmıştık. Bu gezi sayesinde de ben, Osmanlı tarihindeki bu muharebeyi ‘’1664 St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi’’ başlığı altında Türk tarih yazımında hiç olmadığı kadar ayrıntılı, detaylı bir şekilde incelemiş, yazmış ve iki ulusal dergide de yayınlamıştım.

Viyana'da Türk kültürüne karşı öykünme

Kerstin Tomenendal’ın güzel bir kitabı var: ‘’Das türkische Gesicht Wiens’’ (Böhlau Verlag, 2000). (Viyana’nın Türk yüzü) Kerstin kitabında yazdığı her konuyu bana Viyana'da kaldığım iki yıl boyunca yerinde göstererek anlatmıştı. Bu kitapta da Viyana’daki Türk tarihi ile ilgili çok güzel bilgiler var. Viyana’ya gidecekseniz eğer, bu kitabı okumadan gitmeyin diyeceğim ama ne yazık ki bu kitap henüz Türkçe’ye çevrilmedi…

Bu kitaptan bazı bilgileri aktarmak istiyorum.

Viyana’nın, dolayısıyla Avusturya’nın en önemli yapısı Stefan Katedrali’dir.(Stefan Dom) Stefan Katedrali dini ve tarihi özellikleriyle Avrupa’nın simge yapılarından biridir ve Viyana’nın kalbinde yer alır. İşte bu katedralinin çan kulesinde 1534'de ihdas edilen; Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak Viyanalılara haber vermekle görevli bir memuriyet artık Türk tehlikesi kalmayınca fiilen 1800’lü yıllarda kaldırılır. Ancak hukuken Viyana Belediye Meclisince 1956'da kaldırılır, ‘’artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı için.. ‘’ diyerek…

Viyana’ya yönelik Türk tehlikesi kalmayınca kaldırılan sadece Stefan Katedralindeki gözcü değildir. Türk tehlikesi kalmayınca İmparator Franz Joseph tarafından yine Türklerin iki defa kuşattıkları Viyana surları da 1800’lü yılların ortalarında yıkılarak kaldırılır. Nasıl olsa artık Türkler gelmeyecektir!

Bu yapılanlar Türk tehlikesinin kalmadığı dönemde yapılmıştır. Ancak Avusturya'da Osmanlı kültürüne, mimarisine ve sanatına öykünme dönemi Osmanlının en güçlü olduğu döneme denk gelir. İki örnek verecek olursak; Viyana merkezindeki Karl Kilisesi camii minarelerinden esinlenmiştir. Belvedere Sarayı'nın çatıları, Türklerin Viyana'yı kuşatma esnasında kullandıkları Türk çadırlarından, kubbeleri ise Türk askerlerinin miğferlerinden esinlenerek yapılmıştır. Bu liste çok uzayabilir... 

Avrupa müziğine ve sanatına mehter müziğinin etkisi

Özellikle 16.yy'da Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki askerî, siyasi ve diplomatik ilişkilerinin artmasıyla Batı Dünyasında da Türk ve Türk müziğine olan ilgi de artar. Bu alanda da öncülüğü mehter müziği ve mehter takımı yapar. Mehter müziğini Avrupa iki alanda tanır: Birincisi savaş alanlarında ikincisi de hem İstanbul’da hem de Batı başkentlerinde yapılan elçi devir teslim törenlerinde ve hem de önemli anlaşmaların imzalanması sırasında kullanılmasıyla…

Mehter müziği Avrupa’da özellikle Avusturya üzerinden yayılır. Bunun da iki nedeni vardır: Birincisi Osmanlı-Avusturya savaşları, ikincisi de Osmanlıların Avusturya ile oldukça sık kurdukları diplomatik ilişkileridir…

Araştırmacı, yazar ve öğretim görevlisi  Önder Kaya, Mostar Dergisi’nin 73. sayısında (2011) yayınlanan “Mehter Müziği ve Avrupa’daki tesirleri’’ isimli makalesinde mehter müziğinin Avrupa’da yayılması ve etkisini şöyle anlatır:

‘’1665’te elçilik görevi ile bu ülkeye gönderilen Kara Mehmet Paşa, beraberinde getirdiği mehter takımına şehir içinde gösteriler düzenletmişti. Avusturya’daki mehter dinletileri bununla da sınırlı kalmamıştı. Karlofça Anlaşması’ndan hemen sonra diplomatik ilişkileri başlatmak amacıyla Viyana’ya gönderilen İbrahim Paşa da benzer bir gösteri düzenletmişti. 1718’deki Pasarofça Anlaşması’nın hemen ardından giden elçimiz Silahdar İbrahim Paşa tarafından da benzer dinletiler devam ettirildi. 18. yüzyıl başlarında Lehistan kralı 2. Augustus, mehter müziğinden çok etkilendi ve dönemin padişahından kendisi için bir mehter takımını Polonya’ya göndermesini rica etti. Leh kralının bu ricası kırılmayarak 12-15 müzisyenli bir ekip Polonya’ya gönderildi. Ancak istek bununla da sınırlı kalmadı. Benzer bir talep Rus çariçesi Anna’dan geldi. Çariçe Anna, İstanbul’da Lale devrinin yaşandığı bir sırada, 1725 yılında İstanbul’a bir adamını göndererek mehter takımı edindi. 1741’de Avusturya Habsburgları’nın başkenti Viyana’da da daimi bir mehter takımı bulunuyordu. Bu devleti, hemen kuzeyde bulunan Prusya takip etti. Artık Avrupa’da mehter takımının bulunmadığı bir saray neredeyse yok gibiydi."

1916 yılında Sultan 5. Mehmet Reşad döneminde satın alınmış olan şimdiki TC Viyana Büyükelçiliği’nin eski bir saraydan dönüştürme binasının duvarlarında yazar Önder Kaya’nın bahsettiği bu kadrolu mehter takımının Viyana halkına verdiği konserleri gösteren değişik gravür resimleri asılıdır.

Batı’nın pek çok bestecisi ve sanatçısı;  mehter takımının yaptığı bu gösteri ve konserlerindeki gösterişli giysilerinden, yürüyüşlerinden, vurma çalgılarından, ritmik ezgilerinden ve gizemli tınılarından etkilenerek konusunu Türklerden alan senfoni, opera ve bale eserlerini bestelemişlerdir…

Mehter müziğinden etkilenen Avrupalı besteciler ve eserleri

Mehter müziğinden etkilenen çok miktarda Avrupalı sanatçı ve müzisyen vardır. Ancak ben burada tanınmış olanlara yer vereceğim..

Fransız besteci Jean-Babtiste Lully, 1670 yılında Moliére ile ortak yazdığı ‘’Kibarlık Budalası’’ (Le Bourgeois Gentilhomme) isimli komedi balesinde mehter adımlarını, vurma çalgıları ve Türkçeye benzer sözcükleri kullanır…

Ludwig van Beethoven, 1811 yılında yazdığı "Atina Harabeleri" adlı eseri içerisinde bir "Türk Marşı"na yer veriri… Yine Beethoven′ın 1822 yılında yayımladığı "Marcia Alla Turca" isimli bir başka eseri daha vardır.

1839-1881 yılları arasında yaşamış olan Rus müzisyen ve besteci Modest Mussorgsky, "Kars′ın İşgali" adlı marş türündeki eserinde Türk müziğini andıran motifler kullanır…

Bunların dışında Beethoven’in ‘’Dokuzuncu Senfoni’’sinin son bölümünde yeniçerilerin yürüyüşünden ilhamını alan bir pasaj vardır. Brahms’ın ‘’Dördüncü Senfoni’’si, Haydn’ın ‘’Askerî Senfoni’’si ve Wagner’in ‘’Tannhauser Operası’’nın marş bölümünde de mehter müziği izleri görülür.

Batı müziğini etkileyen sadece mehter müziği değildir. Türklerin 1683 Viyana Kuşatması’ndan sonra geride bıraktıkları kahve çuvalları da Batı müziğini etkiler! O çağın en büyük bestecisi Johann Sebastian Bach’ın 1735’te bestelediği klise müziğine “Kahve Kantatı” adını verir…

Bugün Batı orkestralarında kullanılan davul, nakkare, kös, çelik üçgen, zil ve çevgan gibi vurma çalgılar, Türk mehter müziği kaynaklıdır. Ayrıca mehter müziğinin ritimleri ve tınısı da Avrupa müziğindeki “alla turca” akımını etkiler…

‘’Alla Turca’’ terimi İtalyanca olup "Türk üslubuna göre’’ veya ‘’Türk üslubunda" anlamını taşır. Bu terim Batı Müzik kültüründe; mehter müziğinden alınan bazı unsurların işlenmesi ile ortaya çıkan bir üslubu veya akımı ifade eder. 

Wolfgang Amadeus Mozart

Bahsettiğim bu mehter konserlerden en çok etkilenenlerden birisi de Avusturyalı Mozart’tır. Bu nedenle Mozart’a ayrı bir yer verdim. Mozart’ın ‘’Türk Marşı’’ da mehter müziğinden esinlenir. Belli tekniklerle Mozart'ın ''Türk Marşı''nın ritmini yavaşlatırsanız eğer, karşınıza mehter müziği çıkar. 

Mozart’ın bahsettiğim eserini biz ‘’Türk Marşı’’ diye biliyoruz ancak Mozart bu eseri için hiçbir zaman “Türk Marşı” adını kullanmaz. Mozart 1778 yılında yazdığı La Majör piyano sonatının son bölümüne “alla turca” adını verir.

Mozart, mehter müziğinden esinlenerek sadece Türk Marşı’nı bestelemez. ‘’Duygularımı şiirle aktaramam, şair değilim. Kendimi gölgeler ve ışıkla ifade edemem, ressam değilim. Düşüncelerimi hareketlerle de açıklayamam, dansçı değilim. Ama bunların hepsini müzikle yapabilirim, ben bir müzisyenim” diyen Mozart, 1772’de bestelediği 22 No’lu senfonisinin finalinde “Türk trilleri” (süslemeler) kullanır, 1775’te yazdığı beşinci keman konçertosunu da “Türk konçertosu” olarak adlandırır.

Bu eserlerin de dışında Mozart; sonat, konçerto, opera ve bale gibi yapıtlarında bol miktarda Türk vurma çalgılarını ve motiflerini kullanır. Mozart’ın bu opera eserlerinden birisi de Avusturya İmparatoru II. Joseph’in ısmarlamasıyla bestelediği orijinal adı “Die Entführung aus dem Serail” olan, konusu Osmanlıda geçen ve Türk karakterlerini içeren ‘’Saraydan Kız Kaçırma’’ operasıdır…

Mozart’ın orijinal isim: ‘’Das Serail’’ olan, 1780'de bestelenen ama Mozart öldüğü zaman daha bitiremediği iki perdelik bir ‘’Singspiel’’ (‘’Şarkı oyunu’’: Konuşmalı diyaloglara bağlanan, bağımsız şarkı bölümlerinden oluşan komik opera formu) olan ‘’Zaide Operası’’ adında bir operası daha vardır. Bu eseri için Mozart'ın âşık olduğu Zaide isimli Türk kızından ilham aldığı rivayet edilir… Bu operanın ilk basılımı 1838'de, prömiyer sahnelenmesi de 27 Ocak 1866'da Frankfurt'ta yapılır. Aslında ‘’Zaide Operası’’ ‘’Saraydan Kız Kaçırma’’ operasının ilk şeklidir. Yazı uzamasın diye Mozart’ın “Die Entführung aus dem Serail” (Saraydan Kız Kaçırma) operasını yarınki yazımda ayrıca anlatacağım…

Avrupa’daki bu Türk kültürüne karşı öykünmenin nedeni

Yukarıda anlattığım Avrupa’daki bu Türk kültürüne karşı öykünmelerin nedenini İsmet Özel bir demecinde şöyle yorumlar:

"Batı medeniyeti çok bilinçli bir şekilde Türk olayının dondurulmasına ve sonunda bu donmuş varlığın keserle parçalanmasına karar verdi. Bakınız, ‘Saraydan Kız Kaçırma’, Mozart’a devlet tarafından ısmarlanmış. ‘Bir Türk operası yaz’ demişler, yani artık Türk tehlikesi bitti. Türkleri bir motif olarak kullanabiliriz."

Ancak ben bu görüşe katılmıyorum.

Avrupa’daki Türk kültürüne karşı öykünme sadece mehter müziği ile sınırlı değildir. 1683’teki ikinci Viyana kuşatmasından sonra, anlattıklarımın dışında başta Viyana olmak üzere tüm Avrupa’da “Türkomanya” akımı ortaya çıkar. İngiltere’ye dek uzanan bu akım, kahveden lokuma, günlük giysilerden maskeli balolara, ip cambazlarına, karnavallara, kuklalara, binaların üstüne işlenen rölyeflere ve kruvasan çöreğinin ay şeklinde olmasına kadar yansır. 

Bu yansıma ise sadece Doğu kültürüne özgü diye bildiğimiz bir ''güce öykünme'' duygusudur. O dönem Osmanlı dünyanın en büyük gücüdür ve bu güçle en çok temas eden, çatışan da Avusturya idi... Bir gün bana Kerstin bir fotoğraf göstermişti: Kahvede oturan, kahve ve nargile içen bir grup fesli erkek fotoğrafı. Ve Kerstin bana sormuştu ''burası neresi?'' diye... Ben de gayet doğal olarak ''İstanbul'' diye cevap vermiştim. ''Hayır'' demişti Kesrtin, ''burası Viyana'' (!) Bugün de her taraf ABD / Avrupa kafeleriyle (!) dolu değil mi? 

Güce öykünme işte böyle bir şeydir…

Ancak ne hazin değil mi? Zamanın ünlü Batı edebiyatçıları, sanatçıları ve müzisyenleri Şark’a ve Türk’e öykünürken, erken Alman romantizminin söz ustası, filozofu Novalis (1772-1801) Şark’ı “Şiirin ve Romantizmin Ülkesi” olarak tanımlarken şimdi ne oldu da Şark; despotizmin, bağnazlığın, sefaletin ve savaşların ülkesi olarak tanımlanmaktadır… Ne olmuştu da Şark bu hallere düşmüştür?

Düşünenlerin ve siyasilerin üzerinde düşünmesi gereken bir konudur...

Wolfgang Amadeus Mozart ‘ın Türk müziğine ve Türk kültürüne öykünmesinin en güzel örneği olan “Die Entführung aus dem Serail” (Saraydan Kız Kaçırma) operasını da yarın anlatacağım…

Osman AYDOĞAN




Korkirem

02 Temmuz 2020

Mirze Elekber Sâbir 

Türklüğün birlik ve beraberliğini isteyen; cehaletle kıyasıya alay eden, Türk milletinin çağın ilerisinde bir zihniyete kavuşmasını dileyen ancak Anadolu’da pek tanınmayan büyük bir Azeri hiciv şairi vardır: Mirze Elekber Sâbir 

1862 yılında doğan Mirze Elekber Sâbir bir dönem Aşkabat, Buhara, Semerkand, Merv, Horasan şehirlerinde sanat ve ticaretle uğraşır. 1896'da evlenir ve bu evlilikten sekiz kız çocuğu olur. 12 Temmuz 1911'de Şamahı'da 49 yaşında vefat eder. Ve burada  "Şahi Hendan" mezarlığına defnedilir.

Hophopnâme

Sağlığında hiç bir kitabı basılmaz. Ölümünden sonra 1912 yılında birçok Azerbaycan aydınlarının müşterek çabalarıyla "Hophopnâme" adlı kitabı basılır. Bu eseri, Prof. Dr. A. Mecit Doğru tarafından Türkiye Türkçesi’yle yayımlanır. (‘’Hophopnâme’’, Nadir Kitap, 1975)

Gorhuram

Mirze Elekber Sâbir’in bahsi geçen "Hophopnâme" isimli eserinde güzel bir şiir vardır: Orijinal adıyla ‘’Gorhuram’’ (Korkirem) (Korkarım) Bu şiirin hem orijinalini hem de Türkiye Türkçesiyle tamamını yazımın sonunda vereceğim. Ama önce şiir hakkında kısa bir bilgi:

Bu şiiri türkü halinde Musa Eroğlu, Ahmet Kaya, Grup Laçin ve daha bir çok sanatçı tarafından söylenir… Ancak Mahsun Kırmızıgül'ün ‘’Vezir Parmağı’’ isimli sinema filminde bu türkü müthiş yorumlanır. Yine bu türkünün bağlantısını yazımın sonunda vereceğim. Dinlemenizi isterim. Fakat yine ara verip kısaca bu filmden bahsetmek istiyorum:

Vezir Parmağı

Filmde Osmanlı zamanında sahtekâr bir ‘’kadı’’nın insanları Allah ile aldatarak zimmetine para geçirmesi anlatılır. Ancak günümüzde de aynı işi yapanlar filmi itibarsızlaştırmak için her türlü gayreti sarf ederler.

Bağlantısını verdiğim filmin bir parçasında geçen bu türkünün söylenişi esnasında verilen görüntü de çok güzeldir. Film, Ürgüp ve Göreme bölgelerinde çekilir. Görüntüde arka planda yer alan dağ ise Erciyes dağıdır. Filmde yer alan at arabalarının yolculuğu İncesu’dan Yeşilhisar’a (ki memleketimdir) giderken şimdi kurumuş olan ‘’Tuzluk’’ bölgesinden geçer.

Yeniden şiir: Gorhuram

Bu şiir; halkın kimden korkulup kimden korkulmaması gerektiğini, riyanın, dalkavukluğun ve nâdanlığın ne ürkünç şey olduğunu gayet eğlenceli ancak bir o kadar da düşündürücü bir şekilde anlatır.  

Şiirde şair tek başına dağlarda dolaşırken cinlerle, hortlaklarla, aslanlarla, gulyabanilerle karşılaştığını, korkmadığını ancak nerede Müslüman görse korktuğunu söyler.

Şiiri yukarıda bahsettiğim sanatçılar Türkü olarak söylerken onlar da o kadar korkmuş olacaklar ki, orijinalinde ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam" sözlerini "nerede bir yobaz" görsem diyerek sansürlemişlerdir…

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler;

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; İslam'a hizmet ettiklerini sanan, İslam’ı bilmeyen, Türkün atasına söven, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve manevi kızı Afet İnan'a iftiralar atan, Atatürk'ten çok daha önce göçüp gitmiş annesine ve babasına da hakaretlerle iftiralar yağdıran, İslam’ı politik çıkarlarına alet eden sahtekâr sözde Müslümanlardı…Daha önce bu sayfalarda yazmıştım sermayesi din olan ‘’dinbazlar’’dı.

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; Balyoz, Ergenekon vb. kumpaslarını tezgâhlayan, TV'lerde halkı kışkırtırcasına kocaman kocaman yalanları dillendiren, Hakk’ı, hakkı, hukuku, adaleti, kanunları çiğneyen sözde Müslümanlardı…

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; daha yeni, 03 Mayıs 2020 günü, ‘’İŞİD’li mücahitlerle sevişmek cihattır. Cenneti garantilemektir’’ diye beyanları bulunan marjinal-metalik İslamcı bir mahlûkun sunduğu yandaş bir TV programında "15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk… Listem hazır; bizim aile 50 kişi götürür… Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak… Ayaklarını denk alsınlar…’’ diye ekranlardan ölüm tehditleri yağdıran sözde Müslümanlardı…

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; yine daha yeni 21 Nisan 2019 tarihinde Başkent Ankara’nın dibinde Çubuk ilçesinde şehit cenaze törenine katılan Ana Muhalefet Partisi’nin liderini cenaze töreninden sonra önce linç etmeye, sonra da sığındığı evde yakmaya kalkan sözde Müslümanlardı…

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde, gerçek Müslümanlar günah diye karıncayı bile incitmezken, güpegündüz, göz göre göre 35 canı diri diri yakan sözde Müslümanlardı…

Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e "Harda Müselman görirem, korharam" dedirtenler; tüm bu saydığım haksız, hukuksuz, gayri İslami davranışlara karşı sessiz ve tepkisiz kalan, seyreden; yıllardır topluma, ‘’sevgi’’ ve ‘’barış’’ söylemi yerine ‘’kin’’ ve ‘’nefret’’ tohumu eken sözde Müslümanlardı…

Bunlardan dolayıdır bir daha bir Madımak hadisesinin yaşanmayacağına dair inancım da o kadar zayıf ki Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir gibi ben de ‘’korharam"…

Nasıl bir tehlikenin karşısında olduğunuzu unutup siz hala armudun sapı, üzümün çöpü diye rahat koltuklarınızda oturarak ego yarışı yapıp zaman geçirin olmaz mı?

02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde Ortaçağ'dan kalma karanlık bir güruhun cayır cayır yaktıkları sadece 35 insanımız, aydınımız, değerimiz değildi… Orada cayır cayır yanan aynı zamanda tüm bu ülkenin aydınlık yüreği, umudu, geleceği idi… Onları saygı ve rahmetle anıyorum…

Osman AYDOĞAN

Mahsun Kırmızıgül'ün ‘’Vezir Parmağı’’ isimli sinema filminde geçen bu türkünün müthiş yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=wqNAU9vjgXU

02 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak otelinde katledilen Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu ve Yavuz Top beraber söylüyorlar: Korkirem
https://www.youtube.com/watch?v=rRKR8BczY4s

Şiirin orijinali:

Gorhuram

Payi piyade düşerem çöllere,
Hari müğilan görürem gorhmuram.

Seyr edirem berrü biyabanları,
Güli biyaban görürem, gorhmuram.

Gah oluram behrde zövregnişin
Dalgalı tufan görürem gorhmuram.

Gah çıhıram sehile her yanda min
Vahşi gerran görürem gorhmuram.

Gah enirem saye tek ormanlara,
Yırtıcı heyvan görürem gorhmuram.

Üz goyuram gah neyistanlara
Bir sürü aslan görürem gorhmuram.

Megberelikde edirem gah mekan,
Gebrde hortan görürem gorhmuram.

Menzil olur gah mene viraneler,
Cin görürem, can görürem gorhmuram.

Harici mülkünde de hette gezib
Çok tuhaf insan görürem gorhmuram.

Yeyk bu gorhmazlıg ile doğrusu,
Ay dadaş, vallahi, billahi, tallahi
Harda müselman görürem gorhuram…
Bisebeb gorhmayıram, vechi var:
Neyleyim ahır, bu yoh olmuşların
Fikrini gan gan görürem, gorhuram
Gorhuram, gorhuram, gorhuram.

Şiir Türkçeye aktarılırken değiştirilmiş... Değiştirenler de o kadar korkmuşlar ki şiirin orijinalinde geçen ‘’Harda müselman görürem gorhuram’’ dizesini bile bire bir Türkçeleştirememişler…

Korkirem

Ay balam
Tek başıma çıkirem ben dağlara
Bala dağlara, bala dağlara
Yangını volkan görirem, cin görirem, can görirem
Mezarda hortlak görirem
Bin türlü tufan görirem
Gullü bir yaban [gulyabani] görirem korkmirem
Korkmirem bala korkmirem

Ay balam
Şafak vakti düşürem ben çöllere
Bala çöllere, bala çöllere
Çöllere bala çöllere
Kükremiş aslan görirem, kan yiyen sırtlan görirem
Dalgalı umman görirem, can görirem, cin görirem,
Mezarda hortlak görirem
Bin türlü tufan görirem
Gullü bir yaban görirem korkmirem
Korkmirem bala korkmirem

Ay balam
Bu korkmamazlığım ile bu korkmamazlığım ile vallahi
bala, billahi bala, tillahi bala harda bir softa görirem,
Harda bir yobaz görirem, harda bir bağnaz görirem,
Harda bir molla görirem korkirem,
Korkirem bala korkirem kandan [dalkavuk]
Fikirlerinden, riyakâr zikirlerinden korkirem
Bala korkirem, bala korkirem, korkirem bala korkirem



Geçmişten bir hain adam ve şimdikiler...


01 Temmuz 2020

Daha önceleri bu sayfalarda ‘’Kaht-ı rical’’ (Nitelikli devlet adamı eksikliği) başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu yazımın konusu bana yaşadığımız bir başka eksikliği daha çağrıştırdı: ‘’Nitelikli hain eksikliği’’ Evet, her şey bir tarafa günümüzün en büyük eksikliği ‘’nitelikli hain eksikliği’’dir… ‘’Kaht-ı rical’’ gibi bu deyimin de Osmanlıcası var mı bilmiyorum ama Osmanlıdan kalan bir ‘’nitelikli hain'' var onu biliyorum... İşte bugün de size bu ‘’nitelikli hain’’i anlatayım da nitelikli hain nasıl olurmuş bir görün…

Şimdi Osmanlıdan kalan bu ‘’nitelikli hain’’i anlatacağım ama burada zorunlu bir açıklama yapmam gerekiyor. Ben prensip olarak hiç ama hiç kimseye ‘’hain’’, ‘’düşman’’, ‘’kötü’’ vb. olumsuz bir sıfat kullanmam... Kullanmadığım gibi aklımdan bile geçirmem… Kimsenin de derinliğine karışmam… Cüneyd-i Bağdadî’; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır. Kim veli, kim deli siz bilemezsiniz’’ derdi… Halil Cibran da ‘’insanlar aynaya bakarak gördüklerini başkaları için söylerler’’ derdi… Burada geçen ‘’hain’’ ifadesi bana ait değil, bizzat bu şahsın kendisine aittir. Hatta kendisi için (yazı içerisinde yer verdiğim) ‘’hainlikse sunturlu hainim’’ ifadesini kullanır… 

Geçmişten bir hain adam

İşte bu hain adam 1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan o yıllarda ise Edirne vilayetine bağlı bir kaza olan Cesir (Mustafapaşa)'da doğar. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul’da bir Musevi okulunda okur.  İspanyolca ve Fransızcasını burada öğrenir. Babasının kaymakamlık yaptığı Gelibolu’da rüştiyeyi (ortaokul) bitirir. Galatasaray Lisesi’nden mezun olur.

Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye’den kovulduktan sonra 1890’da Tıbbiye’ye girer. Tıp eğitimi 1899’da bitirip doktor olur.

Okul hayatından beri isyancı, bireysel, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Tıbbiye yıllarında tanıştığı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu olur, ancak eşini 1903’te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken tüberkülozdan kaybeder.

1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosunda yerini alır. Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanır ve devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine de karşı çıkar. Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşerek İttihatçılarla mücadele için 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne girer.

1913-1918 arasındaki ittihatçı diktatörlük döneminde geçimini esas mesleği olan doktorluktan temin eder. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak atanır. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstâdı olur. 1919’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yapar. Darülfünun’da felsefe dersleri verir. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabalar. 

23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık konferanslar verir. 

Hain adama dair hatıralar:

İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz

Kuvayı Milliyeciler Anadolu'yu düşmandan kurtarmak için yoklukla savaşırken, düşman işgalindeki  Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi'nde) bir konferansı vardır;

Bu konferansta salon hıncahınç doludur. Bir süre önce, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman Gazi'nin babası, Ertuğrul Gazi için "Tatar yavrusu" diyen, Fuzuli'nin Türk olmadığını söyleyen İran edebiyatı hocası Hüseyin Danış Bey'in bu görüşleri tartışılacaktır.

Omuzlarına kadar inen uzun saçları ile kürsüye çıkar: "Sizi merakta bırakmamak için kanaatimi hemen söyleyeceğim, sonra da iddiamı kanıtlayacağım. Fuzuli, Türk değil, Acem'dir." Ön sırada oturan Süleyman Nazif ayağa kalkar: ''Yanılıyorsunuz, Fuzuli özbeöz Türk'tür, Azeri Türk'üdür!" Türk'tür, değildir tartışması sürerken kestirip atar: "Fuzuli'nin Türk olmasından ne çıkar? Siz Türkler, aranıza bir tek Fuzuli'yi almakla ne kazanırsınız?" Bir öğrenci bağırır: "Sen Türk değil misin?"  "Hayır, değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk'ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hâlâ İstanbul'da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin İslam âlemine duyduğu saygıya borçlusunuz." Öğrenciler ayağa fırlar, onu protesto etmektedirler. O diklenir: "Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim, bana bir halt edemezsiniz." Bardağı taşıran bu olur, bir öğrenci kürsüye fesini fırlatır, yüzlerce fes ona atılır, o da çeker gider.

Olaydan sonra öğrenciler bir sınıfta toplanarak, istiklal ve milliyet duygularına yabancı, saldırgan beş öğretim üyesi üniversiteden ayrılıncaya kadar "darülfünun grevi"ni başlatırlar.

1920 yılında Anadolu direnişi hakkında şunları söyler; "Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu'yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."

Dervişlik nedir?

Düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi ve kültür hazinesine sahiptir. Tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, taklitçiliği, sahne sanatçılığı, tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisi ile bütün tanıyanlarca övülür.

Tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisine örnek olarak şu şiiri gösterilebilir: Muhibbandan birisinin "dervişlik nedir?" sorusu üzerine o da sanki her devrin din tacirlerini anlatırcasına şu cevabı verir;

‘’İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!’’

(Şiirin tamamına yazımın sonunda yer veriyorum…)

Aynı zamanda hatiptir, şâirdir, pehlivandır, doktordur, ama esas olarak da filozoftur O. Bu nedenle de ‘’Feylozof’’ sıfatıyla tanınır.

Göz Aşinalığı

‘’Göz Aşinalığı’’ isimli bir şiiri vardır. Nasıl yazdığını kendi ağzından şöyle anlatır;

‘’Aksaray’da bir evde oturuyorduk ki, cephesi caddeye nazırdı. Evimizin sağ tarafında bir dar sokak başındaki evde de bir komşumuz sakindi. O komşumuzun genç, yetişmiş bir kızı vardı. Tuvaletiyle meşgul olurken pervasız davranırdı. Arada bir dönüp bana hışımla bakar ve derhal şirin bir eda ile tebessüm ederdi. Bu şiir, onun güzel tebessümünü ifade edebiliyor mu bilmem?’’:

 ‘’İsmini bilmezdim fakat tanırdım, 
Ne yosma bir çiçek takışı vardı. 
Kızıl saçlarını ateş sanırdım, 
Güneş nuru gibi yakışı vardı.

Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman, 
-Göllere gölgeler çöktüğü zaman-. 
Saçını çözüp de döktüğü zaman, 
Dalga dalga düşüp akışı vardı.

Hüsnünde bir eda var ki asıydı, 
Beni harab eden o edasıydı, 
Sevdalı gönlümün aşinasıydı, 
Yüzüme bir şirin bakışı vardı.’’

 (Aksaray: 1313 teşrin-i evvel)

Lisan bilgisi

Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Latince, İspanyolca, Arapça, Farsça, Arnavutça ve Ermenice dillerini okuma, yazma ve konuşma düzeyinde çok iyi derecede bilirdi. Bu lisanlara da öylesine hâkimdi ki, ana lisanı zannedilir.

Dr. Müfit Ekdal bir anısında O’nu şöyle anlatır;

 “O’nu tedavi ediyordum. Benim hastamdı. Bir Ramazan günü yolda giderken simitçi görür ve simit canı çeker. Adamcağız simidi yerken polis görür ve apar topar karakola götürür ve ‘Ramazan’da neden simit yiyorsun?’ diye sorar. Aslında Müslüman olan hastam da sıkıntılı durumdan kurtulmak için “Ben Müslüman değilim. Yahudi’yim” deyip işin içinden sıyrılmak ister. Karakola haham getirilir. Hastam da İbranice ve Musevilik inancı hakkında da bilgi sahibidir. Hamamla bir süre konuşurlar ve haham polise: ‘Bal gibi bizdendir Yahudi’dir’ der.’’

Kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdır.

Eserleri, hakkında yazılanlar

Dağınık haldeki makalelerinin pek çoğu Abdullah Uçman tarafından derlenip yeniden yayımlanır.

Şiirlerini topladığı ‘’Serab-ı Ömrüm’’, ilk olarak 1934’de Lefkoşa’da basılır. Abdullah Uçman tarafından 2005 yılında hazırlanarak yeniden basılır (Serab-ı Ömrüm, Kitapevi Yayınları, 2005) (Bu şiirlerinden birkaçına yine yazımın sonunda yer veriyorum.)

Bir kısım anıları da yine Abdullah Uçman tarafından toparlanarak ‘’Biraz da ben konuşayım’’ (İletişim Yayınevi, 1993)  ismiyle 1993 yılında yayınlanır. Yine Abdullah Uçman tarafından "Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi" (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1984) adlı eseri yayınlanır…

Ömer Hayyam çevirileri, Tevfik Fikret hakkında incelemesi ve Darülfünun'da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak ‘’Felsefe Dersleri’’ adıyla yayınlanır. Bu eserin transkripsiyonu 2001 yılında Dr. Münir Dedeoğlu tarafından günümüz Türkçesiyle yeniden yayınlanır. (ÜBL Yayınları, 2002)

Hakkında çokça yazılmıştır. Ancak en detaylısı Yazar Hilmi Yücebaş tarafından yazılmıştır. (‘’........ ......... Hayatı, Hatıraları, Şiirleri’’, Milli Eğitim Yayınları, 1978) (Birçok yayınevi tarafından bu kitabın baskıları yapılmıştır.)

Kimdir bu hain?

İşte uzun uzun anlattığım bu şahıs, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dır. Namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’dır... Kurtuluş Savaşı döneminde Artin Kemal’in, Cenap Şahabettin’in ve Hüseyin Daniş’in arkadaşı Rıza Tevfik’tir. Yüzelliklerden olan Refik Halit (Karay) ve Refi Cevat (Ulunay)’ın da dava yoldaşı Rıza Tevfik’tir... Yine o dönemin tescillenmiş ve tasdiklenmiş Artin Kemal’den başka, Sayit Molla, Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ile aynı cephede olan Rıza Tevfik’tir.. Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik’tir…

Kişiliği

Sevr delegelerden biri olan Rıza Tevfik bir Paris gazetesine demeç verir, demecinde der ki Rıza Tevfik; ‘’İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.’’

Falih Rıfkı, Rıza Tevfik’i şöyle anlatır; “Tevfik Paşa kabinesinde, Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik’i Maarif Nazırı olarak buluyoruz. Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içlerinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile... Bir Osmanlı Nazırı (Bakan) için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi.”

Kuva-yı Milliye karşıtlığı gerekçesiyle Yüzellilikler listesinde yer alır ve 1922 ve 1943 yıllarını Arap illerinde sürgünde geçirir. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan' da yaşar.

Sürgünde iken içinde özlem dolu, hasret dolu, gurbet dolu şiirini ‘’Uçun Kuşlar’’ ismiyle oğlu Mehmet Said’e yazar; ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’ başlığı ile…

‘’Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.’’

(Şiirin tamamına yazımın yine sonunda yer veriyorum…)

Ürdün’de sürgünde iken Matbuat Umum Müdürü’nün çıkardığı antolojide Refik Halit’den bahsedilip kendisinin adının dahi geçmemesine içerleyen Rıza Tevfik hemen bir telgraf çeker; "Maksat şairlikse şairim, hainlikse sunturlu hainim. O halde neden bu antolojide şiirlerimden bir tek mısra dahi yok. Bunu merak ediyorum."

Af Kanunu’nan yararlanarak 1943’de kendi ifadesiyle ‘’hesaplaşmak’’ için değil, ‘’vedalaşmak’’ için yurda döner.

Ömrünün sonuna doğru yaşadığı derin pişmanlık şu dörtlüğünden görülebilir;

"Divâne sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına... " (*)

31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Gureba (Garipler) Hastanesi’nde zatürreden ölür. Mezarı, Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’nda bulunmaktadır.

Ve günümüz

Bu ülkede böyle insanlar, böylesine şahsiyetler her zaman var ola gelmiştir. O zaman da vardı, bu zaman da vardır. Ama o zamanki bu şahsiyetler ile bu zamanki bu şahsiyetler arasında fark da vardır. Evet, fark da vardır; hiç olmazsa Osmanlı’nın bu şahsiyetleri görüldüğü gibi tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, edebiyat bilgisi ve entelektüel birikimi ile bütün tanıyanlarca övülürdü. Şimdiki bu şahsiyetlerin ise hiçbirisinin gerçek bir tarihi bilgisi, edebi ve felsefi altyapısı yoktur, sanatçı ruhları yoktur, kimisi liboş, kimisi entel, kimisi siyasetçi, kimisi din taciri, kimisi yağcı, kimisi yağdanlıkçı, kimisi ihale takipçisidirler. Tek ortak noktaları çıkarcı olmaları, her devrin adamı olmalarıdır… Bu şahsiyetler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. Bunların onlarcasını her gün TV’lerde ve gazete sütunlarında ayan beyan görmekteyiz zaten.

‘’Üzüm üzüme baka baka kararır’’ derlerdi ya belki de kim bilir girişte bahsettiğim ‘’kaht-ı rical’’ (nitelikli devlet adamı eksikliği) ile nitelikli hain eksikliği birbirini besliyordur: Nitelikli devlet adamı eksikliği nitelikli hain eksikliğine, nitelikli hain eksikliği de nitelikli devlet adamı eksikliğine yol açıyordur… Böylelikle niteliksiz devlet adamlarıyla niteliksiz hainler fokur fokur kaynayan vasatlığın çukurunda debelenip duruyorlardır...

Yazımı Rıza Tevfik’in yine sürgünde iken yazdığı şu şiiri ile bitirmek istiyorum:

"Yolcu yolun Ankara`ya uğrarsa,
sende de azıcık yiğitlik varsa,
git benden aldığın salahiyetle
şu fani sözleri mecliste söyle:
de ki, kanun yapan dalkavuklara,
horoz gibi öten o tavuklara,
o kanuna boyun eğmemek için,
şerefine leke değmemek için,
feylezof ömrünü ikiye böldü;
çölde hür yaşadı ve mes`ud öldü..."

Ne zaman Meclis'e abuk sabuk bir kanun teklifi sunsalar hep bu şiiri hatırlarım...

Osman AYDOĞAN

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın yazımda yer vermediğim şiirleri:

Uçun Kuşlar

 ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.

Orda geçti benim güzel günlerim,
O demleri anıp bugün inlerim,
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.

Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok,
Öyle akarsular, öyle hava yok,
Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.

Hey Rızâ kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.

Dervişlik

Dervişlik, özüne hâkim olmaktır.
Esir-i nefsolan derviş değildir.
Aşkı rehber edip hakkı bulmaktır,
keşkül, teber, asâ, tiğ, şiş değildir!.

İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!

Sırr-ı hakikati gönülden öğren,
gönüldür aşk ile didarı gören,
ârif-i agâh o zevki veren,
beng-ü bâde afyon, haşiş değildir!

Dünyada cennete girenler varsa,
vech-i Hakkı ayan görenler varsa,
enel Hak sırrına erenler varsa,
sarhoşluk yüzünden ermiş değildir!

Boz yılanı tuttu, çivi yuttu erler,
pirimiz duvarı yürüttü derler;
keramet olsa da böyle hünerler,
insanlığa yarar bir iş değildir!

Keramet umma hiç necef taşından,
ayrılma insandan, öz kardaşından.
Hakkı göremezsin Bağlarbaşı’ndan,
gerçek er sultandır, keşiş değildir!

Mâmurede doğar mânevî insan,
terbiyeyle büyür kudret-i iman.
Senin aradığım nimet-i irfan,
yaban yerde biten yemiş değildir!

Ham ervah her yerde var yığın yığın,
nedir onlar ile verip aldığın?
uzlete nail ol, gönlüne sığın,
cihan gönül kadar geniş değildir!

Rıza’dan himmet al, berzahta kalma,
serden geçmedinse ummana dalma,
dervişlik sözünü ağzına alma,
demir leblebidir, kişniş değildir!

Serab-ı Ömrüm’de geçen şiirlerinden birkaçı:

Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var

Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var! 
Ben bihaberim kendi sürekli elemimden,
Gel nabzıma bak! .Tut şu soğuk cansız elimden.
Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var!

Dilek

Dilerim ki fânî dünyâda kimse
Ömrünü mihnetle telef etmesin.
Fakat kâmil adam olmak isterse,
Elem çektiğine esef etmesin.

Harab Mâbed

Vardım eşiğine yüzümü sürdüm, 
Etrafını bütün dikenler almış.
Ulu mihrabında yazılar gördüm, 
Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış!

Batan güneşlerin ölgün nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı
Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı
Viran kubbesinde gölgeler salmış. 

Burada şiirde bahsi geçen mâbed Üsküdar Mihribah Sultan Camiidir

Gözlerin

Ruhumda gizli bir emel mi arar 
Gözlerime bakıp dalan gözlerin? 
Aklıma gelmedik bilmece sorar 
Beni hülyalara salan gözlerin!

Nigâhın gönlüme - ey perî - peyker! - 
Leyâl-i hasretin hüznünü döker; 
Karanlıklar gibi yığılır çöker 
İçimde yer edip kalan gözlerin!

Huzûrunda bâzen benliğim erir, 
Tavrın hulûsumdan şübhe gösterir. 
Bâzen de ne olmaz ümidler verir 
Sabr ü karârımı alan gözlerin!

Gamzende zâhir, ey ömrümün vârı! . 
Füsûn-ı hüsnünün bütün esrârı. 
Neşr eder âleme reng-i bahârı 
Koyu menekşeye çalan gözlerin!

Sihirdir, şüphesiz, bütün bu şeyler; 
Bakışın zihnimi perişan eyler. 
Bana aşk elinden efsane söyler, 
Aşka inanmayan yalan gözlerin!

(*) Bu şiir 15 kıtalık tartışmalı uzun bir şiirdir. Adı ‘’Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdât’’dır. (İstimdâd: Medet ve yardım istemek) Şiirde karalanmış kelimeler mevcuttur. ‘’Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdât’’ isimli böylesi bir şiirde akla ilk gelecek zümre İttihat ve Terakki, ilk gelecek isimler de Enver ve Cemal Paşalardır. Dolayısıyla şiirde bu karalanmış kelimelerin bu şahıslara ait olması gerekmektedir. Bu şiirin yazılma maksadı konusunda iki görüş vardır. Birinci görüş; bu şiirin Sultan Abdülhamit'i övmek ya da pişmanlık ifade etmek için yazıldığına dairdir. Diğer bir görüş ise; Rıza Tevfik'in Sevr'i imzaladığı için kendisini 150'likler listesine alıp sürgüne gönderen Ankara Hükûmetini eleştirmek için yazdığıdır. Şiirde de bu amaçla araç olarak Abdülhamit’i kullanmıştır… Bu görüşü Murat Bardakçı savunur. Bu görüşe göre Rıza Tevfik'in Ankara Hükûmetine düşmanlığı halen devam etmektedir...

Korkunun Krallığı

16 Aralık 2019

Bugün 12 Eylül darbesinin 40. yılı…. Bugünü Attila İlhan’ın o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlattığı bir şiir kitabından bahsedeceğim: ‘’Korkunun Krallığı’’...

Ama 12 Eylül’den önce Attila İlhan’ın 12 Mart sonrasını anlattığı bir başka şiir kitabı daha var: ‘’Tutuklunun Günlüğü’’… Konuya buradan başlayalım…

Tutuklunun Günlüğü

İlk baskısı 1973 yılında yayımlanan "Tutuklunun Günlüğü’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) kitabı Attila İlhan’ın kendi deyimi ile 12 Mart ara rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bir bileşkesi olan bir şiir kitabıdır…

‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitabı; 12 Mart sonrası karanlığının; kahırlar, sıkıntılar ve dile getirilmemiş öfkeler içindeki insanın iç gerilimini Attila İlhan’ın isyancı ruhuyla dile getirdiği şiirlerden oluşuyor…

‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitap tanıtım sayfasında özetle şöyle yazar:

‘’Tutuklunun Günlüğü'nde Attilâ İlhan, klasik Türk şiirinin sesini, havasını yeni, çağdaş ve toplumsal bir içerikle doldurarak yeniden kuruyor. Bir kısmı şarkı olmuş; zaten müziği içinde saklı bir sesi olan şiirler, notalarla kolayca sarmaş dolaş oluvermiş: "gün döndü geceler uzar hazırlık sonbahara / o mâhur beste çalar müjgân'la ben ağlaşırız". "incesaz", "rubailer", "deniz kasidesi".. her birine darbelerin yaraları, bunalımı, acıları, dehşeti sızmış, simgesel, derin mi derin şiirler.. ve "teleks"; içeriği de, yapısı da metropolü, acımasız çarkları, yabancılaşmayı bir teleks hızıyla anlatıyor...’’ 

Kitabın bölümleri: ‘’Tutuklunun Günlüğü’’, ‘’İncesaz’’, ‘’Teleks’’, ‘’Bulut Günleridir’’ ve ‘’Zincirleme Rubailer’’… Attila İlhan, 12 Mart ara rejiminin çağrışımlarını klasik Türk şiirinin ve musikisinin etkisiyle en iyi şekilde “incesaz” bölümünde yansıtıyor… 

Hepimizin bildiği ve şarkısı da yapılan ‘’Sultan-ı Yegâh’’ şiiri de bu bölümde yer alır… Sultan-ı Yegâh şirininin bir dizesini veriyorum… Şiir sanıldığı gibi bir aşk şiiri değildir. Şiir 12 Mart sonrasının karanlığını anlatır: (Attila İlhan şiirlerinde hep küçük harf kullandığı için şiiri orijinal haliyle veriyorum)

‘’bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın’’

Attila İlhan Tutuklunun Günlüğü’ndeki “incesaz” bölümündeki şiirleri nasıl bir duygu içerisindeyken yazdığını ve neden şiirlerine makam adları koyduğunu kitabının ‘’meraklısına notlar’’ bölümünde şöyle açıklıyor: 

'’12 Mart sonrasının bunalımlı günleriydi, onun için de şiirlerin bütününe hem o bunalımın karamsarlığı hem de o ara günlük bir gerçek hâlinde duyulan ölüm düşüncesi egemen oldu. Türk musikisi makamlarından en çok sevdiklerimin, biraz da ritimlerinden esinlenerek yazılmış şiirlerdir. İçerikleri bir yandan geleneksel şarkı düzeninin rintliğini, bir yandan da çağdaş, -o günler için belki de hatta güncel- sorunların heyecan ve üzüntülerini kapsar...’’ 

Attila İlhan yine bu kitabında o karanlık günleri ve çözümü şöyle tasvir eder: 

“kim bırakmış yalnızlığıma bu hüzzam şarkıyı
kimin bu karanlık kimler sürgülemişler kapıyı
İnsan olan bağlar her koptuğu yerden yaşamayı”

Korkunun Krallığı 

İlk baskısı 1987 yılında yapılan ‘’Korkunun Krallığı’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004) ise yine Attila İlhan’ın kendi deyimiyle 12 Eylül rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bileşkesi olan bir şiir kitabıdır.

Bu kitabın tanıtım sayfasında da şöyle yazıyor: 

‘’İnsanlığa has duygulardan; aşktan, özlemden, acıdan, öfkeden şiirler yaptı bize. Yaşadığımız dünyayı değiştirebileceğimizi söyledi mısra mısra. Bu yüzden de korkuttu ‘kral’ları Atilla İlhan... Bu kitapta okuyacağınız şiirler, bu ülkenin kocaman bir ‘Korku Krallığı’na dönüştüğü 12 Eylül döneminde yazılmış ve o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlatıyor. Sirenler çalıyor mısralarında; zincir şakırtıları kol geziyor, sokaklardan kan sızıyor, bir insan ağlıyor bazen, bir kadın acıdan sarhoş oluyor.’’ 

Korkunun Krallığı kitabı, şu yedi bölümlerden oluşuyor: “geceleyin sokaklar”, “korkunun krallığı”, “yalnız gezerin notları”, “serbest gazeller”, “incesaz”, “eskiden başka kızlar” ve “o eski adamlar”…

Bu yazımda da esas olarak kitabın ‘’incesaz’’ bölümünü anlatacağım… 

Korkunun Krallığı, İncesaz Bölümü 

Attila İlhan, kitabının ‘’meraklısı için notlar’’ kısmında ‘’İncesaz’’ bölümünü şu şekilde tanıtıyor: “Türk musikisi makamlarından, Divan şiirinin ‘şarkı’ formunda, müseddesler, muhammesler yazmak, epeydir keyifle sürdürdüğüm bir uğraş! Keyfimin iki sebebi var: birincisi, ‘meraklı’ okurların, gerçekte ‘serbest vezinle’ yazılmış bu şiirleri, ‘aruz’la yazılmış zannedip, ciddi ciddi, feilâtün mü yoksa mefâilün mü örgüsüne oturtulduğunu aramaları; ikincisi, ritmin dolayısıyla veznin ve kafiyenin horgörüldüğü günümüzün şiir ortamında, bunların bir şiirin oluşmasında –daha da önemlisi yaşamasında- ne kadar etkili olduğunu göstermesi...’’ 

Kitapta, 12 Eylül rejiminin çağrışımları “incesaz” bölümünde dolaylı bir ifadeyle anlatılıyor. Attila İlhan; bu bölümde şiirlerine klasik Türk musikisi makamlarının isimlerini veriyor: “şehnâz”, “hüzzam”, “acemşiran”, “hisar buselik”, “şetaraban”, “sûz-i dil-ârâ” ve “bestenigâr”... 

Şimdi bu şiirlerden de kısa kısa bölümler vermek istiyorum: 

Şehnâz 

‘’İncesaz”ın ilk şiiri “şehnâz” şiiridir… Şehnaz, Türk musikisinin eski ve çok sevilmiş makamlarından biridir. Farsça bir isim olan ‘’şehnâz’’; ‘’çok nazlı’’ ve ‘’çok güzel’’ anlamındadır. Bu anlama da uygun olarak şehnaz makamı bir feryâdı, bir figânı, bir ağıtı anlatan şarkılarda kullanılır… Bu makamda yazılmış en tanınmış eser, sözleri Bayburtlu Zihni’ye, bestesi Nevres Paşa’ya ait "vardım ki yurdumdan ayak göçürülmüş / yavru gitmiş ıssız kalmış otağı" mısralarıyla başlayan Şehnaz Divan'ıdır. 

Attila İlhan da ‘’şehnâz’’ makamının hakkını vererek şiirini yazar: 

‘’sinsi bir ısrarla uzamaz mı gün günden geceler
karanlık fena bastırır ürkek bir yağmur çiseler
artık ne eski ihtiras kalmış ne iyimser düşünceler
uçurumlara açıldığından gönlündeki pencereler
yoğun kötümserlik bulutları kuşatmış incesazı’’ 

Hüzzam 

Hüzzamın kelime anlamı hüzündür. Hüzzam makamı da hüzün duygularının makamıdır. Attila İlhan bu duyguyu da şiirinde hakkıyla verir: 

‘’beykoz'da bir balkonda alıngan bir ud buldular
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular
ağaçlar mehtabı dağıtıyorlardı unutuldular
ölmekle sevmek hiç yakınlaşmamışlardı bu kadar
infilâk edebilirler dudak dudağa bir dokunsalar
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular..’’ 

Acemşirân 

‘’Acemşirân’’ makamı Türk musikisinde dinleyende “yaşam coşkusu” veren bir makamdır… Usta şair bu makamı da şiirine ustaca döker: 

‘’oysa onun sevdiği onda elbette kendi hayalidir
varlığı değildir onun varlığına katılıp ikmalidir
aşkı ölümsüzleştiren gerçekleşmemek ihtimalidir
mutsuzluk dediğin mutluluğun her günkü hâlidir
en yoğun arzuların bilinçaltına intikalidir
cinselliğin makas değiştirmesi ve delilik tuzakları” 

Hisar buselik 

‘’Hisar bûselik’’ makamı ‘’hisar’’ ile ‘’bûselik’’ makamlarının birleşmesinden meydana gelir. Attila İlhan, 12 Eylül sonrasının kendisinde uyandırdığı korkunun ve dehşetin tesellisini hisar buselik makamından bir şarkıda bulur... 

‘’korkuyla geçen ömür görünmez bir deliliktir
mutluluk uzun sürmez mutlaka gündeliktir
ölüme yenik düşen aslında korkuya yeniktir
teselli kulağında kalmış o hisar buseliktir
hani bir zaman lâmbalarımızda yanardı’’ 

Şadârabân 

Aslı ‘’Şadârabân’’dır. Ancak Attila İlhan şirinde “şatârabân” şekliyle geçer… Lirik bir makamdır.  12 Eylül rejiminin umutsuz ve tedirgin havası bu şiirdeki dost meclisine de sirayet eder… Şiirde; çalgıların bittiği, sofraların dağıldığı bir gecenin ardından dost meclisinin akıbetinden endişelenildiği dönemin toplumda yarattığı karanlık his sembolik olarak yansıtılır. 

“…korkuların unutulduğu tumturaklı bir andı
yıldız yıldız uçuşan zilzurna şetârabân’dı
ateşten o karanfil şetârabân’a sultandı
geldiler yerle bir olduk sultanımız gitti” 

Sûzidilârâ 

‘’Sûzidilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır. Sûzidilârâ “ateş saçan aşk” anlamına geliyor… Attila İlhan’da bu makamı şiirinde şöyle dile getiriyor: 

‘’sürün cezvelerde sürün kabarsın esmer kahveler
yakın yakın mumları büyüsün divanhaneler
çekip çekip coşmuştur mestane hanendeler
zil gibi titreşirler / aah / selatin meyhaneler
avare kuyrukluyıldız dillerde suz-i dil-ara’’ 

Bestenigâr 

Bestenigâr, Türk musikisinin en eski makamlarında birisidir. Bestenigâr, Türk musikisinde 15. yüzyıldan beri kullanılır… Nigar, Saba'nın eski adıdır. Beste de makamın dörtlü ile bittiğini işaret eder. Bu oluşumdan dolayı günümüze kadar "Bestenigâr" olarak gelmiştir. Nigâr, Farsça bir kelime olup anlamı;  "güzel yüzlü sevgili"dir. Bu nedenle "sevgiliye yapılan beste" olarak da değerlendirilir. Bu makam ayrıca Istırap, acı, hüzün, elem ve matem duygularını da taşır. 

‘’İncesaz’’ bölümünün bu son şiirinde Attila İlhan; kitabın tamamında görülen ve 12 Eylül döneminin özelliğini taşıyan endişe, korku, ümitsizlik, tedirginlik, hayal kırıklığı ve öfkeden nasıl kurtulacağının cevabını da bu şiirinde kendisi verir: 

“…gurup vakti güneş bulutlardan sıyrılınca
bir tâvus kuyruğudur menevişli kanlıca
hayata anlam veren ölümmüş anlaşılınca
ölümü aşmak için ölesiye yaşanınca
ne korkuya yer kaldı ne öfkeye ne hınca
meçhul bir kıt’a gibi keşfettiler bestenigâr’ı” 

Ve sonuç 

Şiirlerin ne kadar çok şey anlatabildiğini gösteriyor bu kitaplarda yer alan şiirler...
Ve Attila İlhan’ın kendi kültürüyle hemhal olup çağını bir nasıl şiirleriyle yansıttığını…
Ve de günlerin de birbirine ne kadar da çok benzediğini…
Yaşadığımız günlerin de adıdır ‘’Korkunun Krallığı’’…  

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi. 

Ve bakın etrafınıza Attila İlhan gibi bir şairimiz, bir aydınımız kaldı mı?
Şimdi yoksa da elbet bugünleri de yazacak şairler de çıkacaktır ortaya…

Korkunun Krallığı kitabında geçen bir başka şiir de şöyle biterdi: 

‘’tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz’’ 

Osman AYDOĞAN 

Ve kitaba adını veren şiir: (*) 

Korkunun Krallığı 

geceleri bir ıslık 
penceremin altında birileri 
beni çağırıyorlar 
(yoksa yanılıyor muyum) 
koşup bakıyorum kimseler yok 
sarayburnu'nda sis düdükleri 
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan 
birileri çalıyor ama kim 
geçen akşam yağmuru değiştirdiler 
yumuşak başlamıştı tatlı ve ılık 
nasıl olduysa kestiremedim 
az sonra sülfirik asitti gökten yağan 
(cam iplikleri halinde yağıyor 
değdiği yeri eriterek 
duman duman) 

biryerlere gidecek oluyorum 
ardımda birileri 
hayal meyal varla yok arası 
cigaralarını avuçlarında saklamış 
gözlerinde aynalı güneş gözlükleri 
(bilmem yanılıyor muyum) 
daha dün geceyarısı 
telefonda birileri 
fakat konuşmuyorlar 
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor 
türlü olasılıklarla yüklü 
olağanüstü iri 
bir o kadar da tehditkar 
(bilmem yanılıyor muyum) 
beni dehşete düşürmek istiyorlar 

nasıl oluyor anlamıyorum 
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım 
ekranda ansızın birileri 
kapalı demir bir kapı gibi suratları 
gözleri ateş saçıyorlar 
gözlerinde tarifsiz bir hışım 
bıyıkları zifiri karanlık 
ele geçirebilirlerse beni öldürmek 
besbelli maksatları 
(yanılıyor muyum neyim) 
yanlış bir mıknatıs fırtınası içindeyim 
şişe yeşili şerare atlamaları 
şurup kırmızısı çakıntılar 
sağım solum her tarafım elektrik 
korkuyorum 
korktuğumun bilincindeyim 
birileri 
şalteri indirdi indirecek 
işim bitik 

‘’Korkunun Krallığı’’ kitabında yer alan bir başka şiir: 

Cehennem Kasidesi 

yıldızlar dağıldı yerlerinden
karardı güneş
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi
uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskiyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz

* Attila İlhan şiirlerinde noktalama işareti ve büyük harf kullanmadığı için şiirler aslı gibi yazılmıştır…
 
 
Han Duvarları

22 Ekim 2020


Haftaya şiirle başlamış, Dünya klasiklerinden üç örnek sunmuştum… Bugün de bizden bir klasik olan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirini sunmak istiyorum…

Faruk Nafiz ve Şükûfe Nihal

Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ isimli şiirini, umutsuz aşkı Şükûfe Nihal’den ayrılmak için 1922 yılında Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayinini isteyip atama gerçekleştiğinde Kayseri'ye giderken yazar. Bu konuyu bu sitede (Şehriyar) Şükûfe Nihal’i anlattığım ‘’Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım…’’  isimli yazımda daha detaylı olarak anlatmıştım…


Ulukışla’dan Kayseri’ye yolculuk

Faruk Nafiz önce trenle Ulukışla’ya gelir. Buradan da at arabasıyla Kayseri’ye geçer. Ve ‘’Han Duvarları’’ şiiri işte buradan, Ulukışla’dan başlar. Ve şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ulukışla’dan Kayseri’ye at arabası ile yaptığı üç günlük yolculuğu anlatır. Şiiri bu kadar etkileyici kılan şairin şiirde kullandığı kelimeler ve duygudur. Şiir için edebiyatçılar; ‘’duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu’’ derlerdi. İşte bu tanım tam da bu şiir için geçerlidir. Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ şiiri, aslında şiirin yolculuğa bürünmüş halidir.

Yeşilhisar

Yolculuk üç gün sürer ama şiirde birkaç mevsim birden anlatılır... Aylardan marttır. Ulukışla ve Niğde, Araplıbeli'ne kadar bu ay hala kış ayı gibidir, soğuk ve karlıdır... Şiirde de belirtildiği gibi Niğde'den Kayseri'ye giderken Araplıbeli geçildi mi Yeşilhisar ovası gelir. İşte bu ayda da Yeşilhisar ovası uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsimindedir. Bu mevsimler şiirde net olarak -Yeşilhisar'ın ismi zikredilmeden -  anlatılır. Ve şiirde ovası, uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsiminde olan Yeşilhisar da çocukluğumdan beridir benim hasretim olan memleketimdir…


Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış

Şiirin içinde parça parça Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hüzünlü hikâyesi de koşma şeklinde anlatılır. Şiire adını veren de ''Han Duvarları''ndaki bu yazılardır. Aslında iki şiir iç içedir. Biri koşma diğeri modern şiir türünde yazılan iki şiir bir şiirde buluşur. ‘’Han Duvarları'’ şiirinin en önemli özelliği de budur. İstanbul ile Anadolu’yu birleştirir, aydın ile halkı kaynaştırır.  Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tam olarak bilinmemektedir. Şiirin akışına göre Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile Faruk Nafiz mart aylarında ve bir yıl arayla arka arkaya bu hanlarda konaklayarak seyahat etmişlerdir. 

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikâyesi hüzünlüdür, gamlıdır, kederlidir. Ve bu hikâyede tam olarak da Anadolu'nun o zamanki insanının hikâyesi anlatılır... Şiirde savaşların ne kadar gaddar, ne kadar vahşi, ne kadar kötü olduğu Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın şahsında anlatılır. Türküler, ağıtlar, feryâdlar, figânlar boşuna yakılmamıştır. 

Faruk Nafiz'in bu yolculukta konakladığı ilk han Ulukışla'daki Öküz Mehmet Paşa Hanı'dır. (Şimdiki adı Kervansarayı'dır.) Bu handan şiirde bahsedilmez. Faruk Nafiz'in konakladığı ikinci han Niğde'deki handır. Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın bu han duvarına yazdığı koşmayı 1921 yılına tarihlendiğini bilir.  Çünkü şiirinde şöyle diyordu Faruk Nafiz: ''Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... '' Bu şu demektir: koşmanın yazıldığı tarih 08 Mart 1337'dir. Yani miladi takvime göre 08 Mart 1921'dir. "10 yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan" diye başlayan mısra ile Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın 1911'den beri evine dönemediğini anlar. Bunun nedeni ise savaşlardır; Balkan Savaşı’dır, Çanakkale Savaşı’dır, 1. Dünya Savaşı’dır, Kurtuluş Savaşı’dır... Aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, savaştan savaşa koşan Anadolu insanının sembolüdür. Maraşlı Şeyhoğlu Satımış’ın en büyük derdi, en büyük acısı ayrılıktır, evden, aileden, sevgiliden ayrı kalmaktır, rüzgârın önüne katılmış kuru bir yaprak misali huduttan hududa sürüklenmektir. 

‘’Han Duvarları’’ şiiri Ulukışla’dan Kayseri’ye doğru iklimi ve coğrafyayı anlatırken Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri ise tarihi ve bütün bir hayatı anlatır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizelerinde hüzün vardır, ayrılık vardır, gurbet vardır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri Faruk Nafiz’in yolculuğunun Kayseri'den önce son durağı olan İncesu’daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı handa son bulur.

Faruk Nafiz şiirinde bu dizelere başlamadan şöyle der:

''Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.'' 

Şiirde ayrıca geçecek ama ben bu koşmanın tamamına burada yer vermek istiyorum:

On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan    
Baba ocağından yar kucağından    
Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
Huduttan hududa atılmışım ben  

Faruk Nafiz'in konakladığı üçüncü han Niğde'den sonraki Araplıbeli'ndeki handır. Bu handaki duvarda da şu dizeleri okur:

Gönlümü çekse de yârin hayali    

Aşmaya kudretim yetmez cibali    
Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
Rüzgârın önüne katılmışım ben

Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın Araplıbeli'nden sonraki İncesu’daki handa duvarda son dizelerini görünce bu son dizelere yer vermeden önce şiirinde söyle ifade eder: ‘’Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!’’ (Küçük bir bilgi: İncesu'daki bu han Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın yaptırdığı handır.)

Garibim namıma Kerem diyorlar    
Aslı'mı el almış haram diyorlar    
Hastayım derdime verem diyorlar    
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben

Faruk Nafiz bu dizelerden sonra şiirine şöyle devam eder:

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:    
      "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" 

Anlıyoruz ki; on yıldır baba ocağından, yar kucağından ayrı kalmış, gönlü çekse de yârin hayali aşmaya kudreti yetmemiş cibali (dağları), bir çiçek dermeden sevgi bağından, rüzgârın önüne katılmış bir kuru yaprak misali huduttan hududa atılmış, gidemediği memleketinde Aslı'sını da eller almış ve bu nedenle kendisine Kerem, derdine de verem denilen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, terhisinden sonra memleketi Maraş’a ulaşamadan Hakk’ın rahmetine kavuşmuş... İşte Maraşlının bu hikâyesi, bu derdi, bu sıla hasreti ve bu çaresizliği insanın yüreğini dağlar, burnunun direğini sızlatır, ruhunu incitir…

Ve ben Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın kaderine yandım...


Osman AYDOĞAN

Han Duvarları

                        -Osmanzâde Hamdi Bey'e-


Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, 
Bir dakika araba yerinde durakladı. 
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, 
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... 
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, 
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. 
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! 
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, 
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... 
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, 
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, 
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... 

Ellerim takılırken rüzgârların saçına 
Asıldı arabamız bir dağın yamacına. 
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, 
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! 
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, 
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar 
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. 
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. 
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. 
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince 
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. 
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. 
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. 
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. 
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, 
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, 
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan. 
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan 
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, 
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... 
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine 
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. 

Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; 
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. 
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, 
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: 
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, 
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. 
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri 
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. 
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya 
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. 
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, 
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. 
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, 
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. 
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı 
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı. 
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler 
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... 
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, 
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; 
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, 
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, 
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. 
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa 
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; 

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan 
Baba ocağından yar kucağından 
Bir çiçek dermeden sevgi bağından 
Huduttan hududa atılmışım ben" 

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... 
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. 
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! 
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; 
Araya gitti diye içlenme baharına, 
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına! ... 

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, 
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk. 
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri 
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. 
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, 
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... 
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, 
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. 
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, 
İki dağ ortasında boğulan bir geçide. 
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden 
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: 
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, 
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. 
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, 
Burada son fırtına son dalı kırıyordu... 
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, 
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. 
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; 
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... 
Gönlümde can verirken köye varmak emeli 
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli! " 
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana 
Biz menzile vararak atları çektik hana. 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş 
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. 
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, 
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor... 
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, 
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. 
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, 
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor; 

"Gönlümü çekse de yârin hayali 
Aşmaya kudretim yetmez cibali 
Yolcuyum bir kuru yaprak misali 
Rüzgârın önüne katılmışım ben" 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, 
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... 
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde 
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. 
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık, 
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. 
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, 
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! 

"Garibim namıma Kerem diyorlar 
Aslı'mı el almış haram diyorlar 
Hastayım derdime verem diyorlar 
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben" 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında, 
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında. 
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! 
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı! 
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna, 
Post verenler yabanın hayduduna kurduna! .. 

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu: 
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu? " 
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, 
Dedi: 
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! " 
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, 
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... 
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi. 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri 
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, 
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. 
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, 
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! 
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, 
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

Ailesi de Maraşlı olan şarkıcı Kıraç da ‘’Keklik’’ isimli şarkısının sonunda Maraşlı Şeyhoğlu’nun dizelerini okur:
https://www.youtube.com/watch?v=WRxTIOrYSM0Rudyard Kipling

26 Ekim 2020


Rudyard Kipling (1865-1936), İngiliz şair, roman ve hikâye yazarıdır. Hindistan'da doğar. İngiltere'deki öğreniminden sonra yeniden Hindistan’a döner. Gazeteciliğe başlar, hikâye, roman ve şiirleriyle üne kavuşur. İngiltere'ye yeniden dönüşünde yayımladığı kitaplarıyla ününü artırır. Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikâyecisi olarak tanınan Kipling’in Hindistan eserlerinin kaynağı olur. Toplum yaşamını, din ve töreleri eserlerinde ustalıkla işler. İngiliz milliyetçisidir. Sömürgeciliği savunur.

İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılındaki Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırır.

Nobel Edebiyat Ödülleri Komitesi ona layık görülen ödüle şu gerekçeyi sunar: "Bu dünyaca ünlü yazarın eserlerine karakterize; güçlü gözlem, orijinal betimleme yeteneği, taze fikirleri ve olağanüstü anlatı yeteneği nedeniyle." Zaten şu söz de ona ait: ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır.’’

Rudyard Kipling'in sözleri

Rudyard Kipling, bu sözünü teyit edercesine aşağıdaki sözlerin de sahibidir:

"Gerçek adam her kadını fethedebilen değil, aynı kadını defalarca fethedebilendir." 

"Tanrı her yere yetişemiyordu ve bu yüzden anneleri yarattı."

“Doğu Doğu’dur. Batı da Batı... Ve bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir.” 

"Altı dürüst hizmetkârım vardı, bütün bildiklerimi bana öğreten onlardı. İsimleri: Ne, neden, ne zaman, nasıl, nerede, kim?"

‘’Geçmiş günleri yeniden yaşamaya kalkmak aptallıkların en büyüğüdür, çünkü sönmüş şeylerin üzerinden soğuk bir yel eser.’’


“Ama ruhun acısını dindirmek için Tanrı’nın yardımı dışında tek bir ilaç var, o da insanın sanatı, bilgeliği ya da zihninin bir başka yararlı uğraşısı.”

‘’Sahipler daima eşyalarının kölesidir.’’

‘’Kadının tahmin ettiği şey, erkeğin emin olduğu şeyden daha doğrudur.’’

‘’Herkesin iyi olduğuna inanmayı seçiyorum. Bu beni büyük bir dertten kurtarıyor.’’

‘’Her zaman umut vardır.’’

"Aklın, yola çıkmadan ya da henüz yoldayken seni uyarmaz, bi bakmışsın ki yolun en ucuna varmışsındır. Ne kadar ileri gittiğimizi ancak geriye dönüp baktığımızda anlayabiliriz."

Rudyard Kipling'in ‘’If-’’ şiiri


Bizim bildiğimiz en önemli şiiri ‘’If-’’ şiiridir. Kipling bu şiirini 1. Dünya Savaşında kaybettiği oğlu için yazar. Şiir ilk olarak 1910 yılında Kipling'in kısa hikâyeleri ve şiirlerinden oluşan kitabında (Rewards and Fairiesin) yayınlanır... Bu şiir Britanya'da en sevilen şiirlerinin seçildiği oylamalarda sık sık en çok sevilen şiir seçilir... BBC’nin The Book Worm programında İngiltere’nin en gözde şiiri olarak yorumlanır. Atatürk'ün ''Gençliğe Hitabesi'' bizde ne anlama geliyorsa Kipling'in bu şiiri de Britanya'da odur...

Tarihçi Halil Berktay’a göre Kipling şiirde, Kraliçe Viktorya döneminin stoik değerleri ve davranış kodlarını sıralar. Bu kodlar şunlardır: “Sükûnet, soğukkanlılık, sabır, dürüstlük, kin gütmemek, böbürlenmemek, hayal kurmak ama hayallerine kapılmamak, düşünmek ama düşüncelerini saplantıya dönüştürmemek, risk almak ama kaybedince kılını bile kıpırdatmamak, felâketlerden yılmamak, başarıdan başı dönmemek. Ne pahasına olursa olsun dayanma iradesi, düşmanlarından korkmamak, dostlarına fazla güvenmemek. Aşırılıklardan kaçınmak, dengeli olmak, duygularını belli etmemek.”

Şiir, dünya çapında 27 dile çevrilir, insanlara ilham kaynağı olur, kartlara basılır, ceplerde taşınır, ofislere, salonlara, yatak odalarına asılır. 

Şiirin, "If you can meet with Triumph and Disaster and treat those two impostors just the same" (Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir İkisine de vermeyebilirsen değer) mısrası dünyanın en önemli tenis turnuvaları arasında yer alan Wimbledon'ın düzenlendiği Merkez Kort'ta oyuncuların giriş kapısında yazılıdır. Ayrıca şiir İsviçreli tenisçi Roger Federer ve İspanyol tenisçi Rafael Nadal'in karşılaştığı 2008 yılı Wimbledon Finali'nin tanıtım videosunda kullanılır.

Bu şiir Türkçeye eski başbakanlarından Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle, yazar ve hitabet sanatçısı Nejat Muallimoğlu tarafından da ‘’Eğer’’ ismiyle tercümesi yapılır... Her iki tercümeyi ve şiirin orijinalini yazımın sonunda veriyorum...

Bu arada küçük bir bilgi: 12 Eylül yönetimi tarafından 1981 yılında Ecevit'in ‘’Arayış’’ dergisindeki yazıları yasaklanır ve dergideki görevlerine son verilir. Bu nedenle, dergide yayımlanması düşünülen ve yasaklar kapsamına girdiğinden dergiden son dakikada çıkarılan yazı yerine Ecevit'in yıllar önce Kipling'ten ‘’Adam olmak” başlığıyla çevirdiği şiiri yayımlanır. Ancak çevirinin kimi kast ettiği veya neden yayımlandığı hususunda vehme kapılan yönetim tarafından söz konusu derginin yazı işleri müdürü sorgulanır ve dergi 1982'de de kapatılır.

''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez” derdi Ceyhun Atuf Kansu... Ben de benzer şekilde derim ki: ''Şiir okuyan toplumda asla umut kesilmez.” Bu şiiri okumaya, anlamaya ve içselleştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var diye düşünüyorum. 

Osman AYDOĞAN

Şiirin Bülent Ecevit tarafından "Adam olmak" ismiyle yapılan tercümesi:

Adam olmak

Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse

Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana.

Düşlere kapılmadan düş kurabilir

Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden.

Döküp ortaya varını yoğunu

Bir yazı-turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek.

Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen

Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakkasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir.

Şiirinin Nejat Muallimoğlu tarafından ‘’Eğer’’ ismiyle yapılan tercümesi:

Eğer

Çevrendekiler kafalarını kaybeder, seni mes’ul tutarsa,

Sen, yine de soğukkanlı kalırsan;
Sen güvenirsen kendine, herkes şüpheli de olsa,
Ama, o şüphelere de gerçek payı bırakırsan;

Bekleyebilir, ama beklemekten usanmazsan,

Yalan da söyleseler hakkında, sen yalana başvurmazsan;
Nefret de etseler senden, sen nefret hissi beslemezsen,
Ve tepeden de bakmaz, bilgiçlik taslamazsan;

Hayâller kurabilir; ama kendini hayâle kaptırmazsan,

Düşünebilir, ama gaye olmazsa düşüncen;
Zaferden de içsen, felâketten de tatsan,
Ve tutmazsan faklı birini ötekinden.

Tahammül edebilirsen işitmeye, söylediğin gerçeğin

Evrilip, çevrilip kapan yapıldığına, gâfiller için;
Veya bakabilirsen kırılmasına koca bir ömür verdiğin şeyin,
Ve başlarsan yeniden yapmaya, eskimiş de olsa âletlerin;

Yığabilirsen bütün kazancını bir tepe gibi önüne,

Ve sokabilirsen tehlikeye, bir yazı tura oyununda;
Ve kaybedip, başlayabilirsen sıfırdan, yine de
Söylemeksizin bir tek kelime dahi kaybettiğin hakkında;
Kalbin, sinirlerin, damarların artık tükenmiş de olsa,
Sen, yine de zorlayabilirsen onları, sana etmeleri için hizmet;
Durabilirsen ayakta, hiçbiri kalmamış da olsa,
Sadece onlara seslenen azminle: “Devam et!”

Kalabalığa hitap ederken de koruyabilirsen zarafetini,

Krallarla yürürken de hak verdirirsen tevazuuna;
Ne düşmanların ne de dostların incitebilirse seni,
Ve ─yüzde yüz de olmasa─ güvenebilirse herkes sana

Ecelin gelip çattığı son bir dakikayı bile,

Doldurabilirsen sen onu, altmış saniyelik bir yarışmış gibi;
Senindir bu dünya bütün nimetleriyle,
Ve ─dahası─ işte o zaman adam olacaksın, oğlum.

Şiirin İngilizce orijinali:

"If—"

If you can keep your head when all about you

Are losing theirs and blaming it on you;
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too:
If you can wait and not be tired by waiting,
Or being lied about, don’t deal in lies,
Or being hated don’t give way to hating,
And yet don’t look too good, nor talk too wise;

If you can dream—and not make dreams your master;

If you can think—and not make thoughts your aim,
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same:
If you can bear to hear the truth you’ve spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build ’em up with worn-out tools;

If you can make one heap of all your winnings

And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
And never breathe a word about your loss:
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: ‘Hold on!’

If you can talk with crowds and keep your virtue,

Or walk with Kings—nor lose the common touch,
If neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much:
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds’ worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that’s in it,
And—which is more—you’ll be a Man, my son!

Rudyard Kipling
Dönemeç

02 Kasım 2020

''Dönemeç'' şiiri, Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan, insanın beynine bir mıh gibi çakılan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ (Büyük Doğu Yayınları, 2013) kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer:

Dönemeç

Bir gündü, hava ılık 
Ve cadde kalabalık

Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; 
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. 
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, 
Çarpıldım sendeledim.

Bir gündü mevsim bayat 
Ve esnemekte hayat.... 
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam; 
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam. 
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım; 
Bir köşede ağladım.....

Necip Fazıl Kısakürek, 1940

Şiirin bölümleri

Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.  Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’ 

İkinci bölüm ise bu ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiştir. Ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince de bir köşede oturup ağlamıştır.

Hayatınızın bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar misali çırpın çırpın çırpınır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır... Artık hayatınız her daim bahardır... Öteki dönemeçte ise ''memat'' vardır... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar, bitmemecesine, dinmemecesine kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır... Ve artık umutsuzca kalbiniz çırpın çırpın çırpınır…

Şiirde geçen ''tabut''; o incecik kadının artık yokluğunu, erişilmezliğini anlatır, yoksa ölümünü değil... 

Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.

Ve bu dönemeçlerin her birinde insan bir köşede oturup için için ağlar, hüngür hüngür ağlar, zırıl zırıl ağlar... Dönemeçten önceki mevsimin hatırası insanın yüreğini dağlar... Artık dışarıda mevsim cıvıl cıvıl Haziran, içinizde mevsim hazin hazin sonbahar...

Dönemeç’e tekrar dönmek üzere bu şiirle ilgili bir başka şiiri ve bu başka şiirle ilgili bir bilgiyi aktarmak istiyorum.

Karanfil Sokağı

Ahmet Arif muhteşem şiiri ''Karanfil Sokağı''nda da böylesi bir kadından ve böylesine bir yıldırım aşkından bahseder... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu'dandır... Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır. Necip Fazıl bu şiirinde aşık olduğu kadına ''Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince'' diye hitap ederken Ahmet Arif de bu şiirinde ''Bir dal süzülür mavide'' diye bahseder:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

İşte böylesine büyülü, efsunlu bir kuvvettir şiir... ''İpince bir endam'' ve ''mavide süzülen bir dal'' ile iki ucu birleştirir... İşte bu nedenle derdi zaten Ceyhun Atuf Kansu: ''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez.” 

Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e

Ahmet Arif’in yazımda bahsettiğim ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' kitabındaki ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olduğu iddia edilir. Bu kanıyı güçlendiren ise Ahmet Arif’in âşık olduğu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşan kitabıdır: ''Leylim Leylim Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019).

Ancak ben; Ahmet Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki; Leyla Erbil İstanbulludur, kentsoyludur ve Leyla Erbil'in tüm tahsil hayatı İstanbul'da geçer... Leyla Erbil Ankara’da hiç bulunmaz… Leyla Erbil, hele hele o zaman bir gecekondu semti olan şiirde de adı geçen ne Altındağ ne de İncesu'dandır... Zaten şiirde de geçen kadının da ''saksıda boy vermesi'' sanki kentsoylu bir kadını değil de taşralı, gecekondudan bir kadın olduğunu anlatır gibidir... Dolayısıyla Ahmet Arif'in bu şiirinde bahsettiği kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum...

Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları da değerlendirecek olursam: Bu mektuplarda Franz Kafka'nın Sevgili Milena'sına, Halil Cibran'ın âşık olduğu Mey Ziyâde'ye yazdığı mektuplardaki derinlik yoktur diye düşünüyorum. Bu kadarını söylemek isterim.

Şimdi tekrar dönelim ‘’Dönemeç’’ şiirine…

Şiirde iki bölüm vardı: Birinci bölümde canlı bir hayat, ikinci bölüm ise bayat bir mevsim anlatılırdı. Ve ben şiiri anlatırken insan hayatının da birçok dönemeci olduğunu anlatmıştım.

Sadece insan hayatı değildi ki dönemeçleri olan… Toplumların da devletlerin de dönemeçleri olurdu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin de tıpkı şiirdeki gibi dönemeçleri oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kurulduğunda; ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, ulusal onur, ulusal gurur gibi kimliği, sanayileşme, kalkınma, demokrasi, yurtta ve dünyada barış ve muasır medeniyet seviyesine erişme gibi bir hedefi olan cıvıl cıvıl canlı bir bir hayatı vardı.

Türkiye Cumhuriyeti de çok dönemeçten geçti. Türkiye Cumhuriyeti bu dönemeçlerden geçe geçe; sanatı vıcıklığa, siyaseti tüccarlığa, dini yobazlığa, milleti ümmete, hukuku gukuka, Hakk’ı batıla, gücü despotizme, eğitimi Ortaçağa, bilimi hurafeye, basını yandaşlığa, âlimi dalkavukluğa, derinliği sığlığa, devleti aşirete, zarafeti ve efendiliği kabalığa, niteliği niteliksizliğe dönüşerek bayat bir mevsime dönüştü.

Artık bu bayat mevsimde memat vardır.

Ve tabutta, gencecik bir Cumhuriyet, anladım; 
Bir köşede ağladım...

Osman AYDOĞANBir istifa hikâyesi (2)

10 Kasım 2020

Önce bir fıkra…

Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan da büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Müzakereyi Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklerdir. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz’i seçerler.

Ancak Moiz’in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa da kabul eder.

Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar…

Papa ve Moiz bir süre karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.

Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.

Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkarır. Moiz de çantasından bir elma çıkartır.

Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: “Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler” der.

Müzakere sonrasında Papa’nın etrafına toplanan kardinaller Papa’ya ne olduğunu sorduklarında Papa: ‘’Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı’yı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek Tanrı’nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek Tanrı’nın onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı’nın bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?’’

Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz’in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz: ‘’Önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.’’

‘’Sonra ne oldu?’’ diye kalabalık heyecanla sorar. Moiz: ‘’Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!…’’

Fıkra bu kadar…

Şimdi hemen bu fıkra ile yazı başlığımda istifa hikâyesinin ne ilgisi var demeyin…

Türkiye’de, bir bakan / politikacının 08 Kasım Pazar günü saat 19.00’da cereyan eden bir istifa olayı var. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak politik bir yönü olmayan ve genellikle insanların fotoğraflar paylaştığı Instagram hesabından ‘’sağlık sebepleri gerekçesiyle’' istifa ettiğini duyuruyor… Bir de istifa metni: ‘’(Allah) Sonumuzu hayreylesin’’ diye bitiyor. Sanıyorsunuz ki yarın kıyamet kopacak…

08 Kasım saat 20.50’da istifaya ilişkin soru işaretlerinin arttığı sırada Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın resmi Twitter hesabından son aylara ait bütün gönderiler siliniyor…  

09 Kasım saat 21.55’de ise yani istifa haberinden 27 saat sonra Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndan konuyla ilgili açıklama yapılıyor: “Cumhurbaşkanımız tarafından yapılan değerlendirme sonunda, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın görevden af talebi kabul edilmiştir…”

Bakan ‘’istifa ediyorum’’ diyor… CB İletişim Başkanlığının açıklamasında ‘’Bakanın görevden af talebi kabul edilmiştir’’ deniyor sanki Arapça kökenli ‘’istifa’’ sözcüğünün ne anlama geldiğini bizden daha iyi bilmiyorlarmış gibi… Ve bu açıklama yapılana kadar da 27 saat süresince de sanki Maliye Bakanlığının çaycısı istifa etmişçesine ne resmi makamlardan bir açıklama ne de yandaş medyada bu istifa hakkında bir haber konusu yapılıyor.

Ve Türkiye istifanın açıklanmasından beri bu istifa üzerine kafa yoruyor: Bakan neden istifa etti? Bakan niçin istifa etti? diye… Ve bu istifa hikâyesine ne anlamlar çıkarıyorlar ne anlamlar aynı fıkradaki Papa gibi…

Ancak durum hiç de fıkradaki Papa’nın anladığı gibi derin anlamlı değil… Durum fıkradaki Moiz’in anladığı kadar basit…

Ben de bu istifa hikâyesin Moiz’in anladığı gibi anlatayım…

16 Nisan 2017'de gerçekleşen halk oylamasında yeni anayasa kabul edildi. Yeni anayasaya göre de 24 Haziran 2018 tarihinde seçimler yapıldı.

Yeni anayasa gereği artık ülkede bir başbakan yok, bakanlar kurulu da yok, bakanlar kurulu olmayınca da ortada hükumet de yok. Yeni anayasa gereği ortada işlevsel ve denetleyici bir meclis de yok... Sadece CB ve ona ayrı ayrı bağlı bakanlar var. Bakanlıkları koordine edecek ve onları denetleyecek bir kurul, bir makam, bir mercii, bir meclis de yok… CB; hem devlet başkanı, hem bakanların ayrı ayrı başkanı, hem parti başkanı, hem asrın lideri... Yeni hastaneler, Suriye, İdlib, Libya, Korona, Dağlık Karabağ derken CB’nın başını kaşıyacak vakti de yok…

Yani şu an bütün bakanlıklar koordinesiz, denetimsiz ve müstakil olarak çalışıyorlar. Bir bakanlığının aldığı bir karardan diğer bakanlığın, diğer kurumların, Büyükşehir Belediyelerinin haberi yok…

Hazinede de para yok. Gayri satacak devlet kuruluşu da yok. Bitti. Şanssızlık; Korono nedeniyle yazın beklenen turist dövizi de gelmedi. Ödenecek borçlar de kapıda…

Bir de ABD’de yapılan seçimleri, ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası ve ABD’nin CAATSA (Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yaptırımlarının devreye girmesi konusunda pek de Türkiye hakkında iyi şeyler düşünmeyen Jeo Biden kazanıyor…

Şu ana kadar Türkiye, bir mirasyedi gibi, mirasyedinin babadan kalan parasını yemesi gibi Cumhuriyetin kurulu düzeni sayesinde bu noktaya kadar yiye yiye geldi. Cumhuriyetin kurduğu o düzen de artık kalmadı, o düzen de yok… 

09 Kasım Pazar akşamından beri sanki Patagonya’daymışcasına ülkede yaşanan bu istifa hikâyesi ülkede gelecekte yaşanacak olan evrensel sosyal entropi kanununun ayak sesleridir… Bu istifa hikâyesine fıkradaki Papa gibi derin anlamlar yüklemeye de hacet yohtur…

Arz ederim…

Osman AYDOĞANYakınmak!

17 Kasım 2020


Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır... Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî Şirâzî ve Hâfız Şirâzî’yi bütün dünyada tanır…

İran’ın İslamiyet’i kabul etmesinden sonra İran edebiyatının yüzyıllar boyunca Türk edebiyatına büyük etkileri olmuş ve Divan edebiyatımızın başlıca kaynağını teşkil etmiştir.. Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış’’ dizesiyle başlayan ‘’Rindlerin Ölümü’’ isimli şiirinde geçen ‘’Hâfız’’ İranlı şair Hâfız-ı Şirâzî’dir.

Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki… İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün bir hikâye anlatmak istiyorum…

Geçen hafta yazdığım Sabahattin Ali’nin ‘’Melankoli’’ isimli şiirini anlatırken Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde geçen ‘’sebepsiz hüzün hocamdı’’ dizesini kullanmıştım. Bu dizeden de yola çıkarak, ‘’bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim...’’ diye yazmıştım.  

Bu yazım da bana yıllar yıllaaar öncesinden Çetin Altan’ın bir köşe yazısında anlattığı bir İran hikâyesini hatırlattı. Çetin Altan’ın bu yazısını olduğu gibi aktarıyorum:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Gencecik bir veliaht, babası ölünce İran tahtına çıkmış. Ülkesini iyi yönetmek için dünya tarihini öğrenmek istemiş. Ünlü, ünsüz ne kadar bilgin varsa sarayına çağırmış. Demiş ki: ''Bana dünya tarihini yazınız!. Okuyup öğreneyim, ülkemi ona göre doğru dürüst yöneteyim.''  Bilginler: ''Buyruk sizin sultanım'' demişler ve çalışmak için dağılıp gitmişler.

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl... On yıl... Yirmi yıl... Bilginlerden ses seda yok. 

İran Şahı, yeniden haber salmış bilginlere: ''Ne oldu dünya tarihi? Okuyup öğrenecek, ülkeyi ona göre yönetecektik... Tez getirin araştırmalarınızı, incelemelerinizi, çalışmalarınızı, yazdıklarınızı!...''

Bilginler, kırk deve yüklü kitapla yola çıkıp saraya gelmişler: ''Araştırdık, inceledik, çalıştık, yazdık. Buyurun işte kırk deve yükü kitap'', demişler. Şah: ''Benim'' demiş, ''kırk deve yükü kitabı okuyup ülkeyi ona göre yönetmeye zamanım yok. Siz bunu biraz kısaltın da öyle getirin!...''

Ve yine bir yıl geçmiş... Üç yıl... Beş yıl... On yıl..

Şah, merak edip duruyormuş dünya tarihini... Sonunda bilginler, kırk deve yükü kitabı iki deve yüküne indirmişler. Saraya gelip, yıllarca sürmüş olan araştırmalarının, incelemelerinin, çalışmalarının özetini Şah’a sunmuşlar...

Şah: ''Yok'', demiş; ''bunları okumaya da zamanım yetmez. Siz gidin, bunların özetini de çıkarıp öyle gelin!...''

Yine aradan yıllar geçmiş... Şah yaşlanmış. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönetmek zorunda kaldığı için üzgün, bilginlere bir haber daha salmış. ''Ne oldu bizim dünya tarihinin özeti?''

Bu kez bilginler bir eşek yükü kitapla gelmişler. Şah, dökülmüş saçları ve ak sakalıyla kitaplara bakmış: ''Vakit yetmeyecek'', demiş. ''Siz bunun da özetini çıkarıp öyle gelin!''

Bir yıl... Üç yıl... Beş yıl...

Şah, ölüm yatağına düşmüş. Dünya tarihini öğrenemeden ülkesini yönettiği için kendisini suçluyor, sayıklamalı karabasanlar içinde, "Şu dünya tarihini öğrenemeden şahlık etmenin utancıyla ölüp gideceğim, ne yazık" diyormuş.

Derken efendim... Bilginlerin pir-i fanisi, koltuğunun altında bir kalın kitapla çıkagelmiş. ''Sultanım, dünya tarihini özetleye özetleye bu kitaba indirdik'', demiş.

Ama Şah, son nefesini vermek üzereymiş: ''Onu da okumaya vakit kalmadı'', demiş. ''Hiç değilse bana şu dünya tarihini, sözlü olarak kısaca kulağıma anlatın. Öğrenmeden ölmüş olmayayım.''

Bilginlerin pir-i fanisi, Şah’ın kulağına eğilmiş: ''Dünya tarihinin özeti şudur'' demiş: ''Doğdular, acı çektiler ve öldüler.''

Bu hikaye ince, çekimli ve hatta derin görünüyor... Oysa Şark mazoşizminin tipik bir anlatımıdır. İnsanlar doğarlar, yakındıkları kadar da acı çekmezler. Durgun göllerde taş kaydırdıkları günler olur... Sevdikleriyle ilk kez kavuştukları günler... Diploma aldıkları günler... İş buldukları günler... Tavlada mars yaptıkları günler... Türkü çağırdıkları günler... Askerliği bitirdikleri günler... Dönerli beğendi yedikleri günler... Yeni doğmuş çocuklarının ayaklarını kokladıkları günler...

Yakınmak, Şarkın alışkanlığıdır. Şahların, köle, kul olarak kullandığı insanlar, yakınmayı, bir kader saysınlar diye...

Yaşam, yakınmanın bitmediği yerde bir zebani topuzu; yakınmayı yenmiş olanların da bir gül bahçesidir...

Osman AYDOĞANKimse bilmez…

15 Aralık 2020

Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin güzel mi güzel bir şarkısı var: ‘’Kimse bilmez’’ Önce şarkının sözlerini vereyim:

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...''

Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Hayyam'ın rubaileri ise şu şekildedir:

329. 
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün 
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün 
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler 
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

331. 
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe? 
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen 
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.

361. 
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende 
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde? 
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim 
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.

Önce Hayyam’ın rübailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği bir görün…


‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki  Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar da astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…

‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…

‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de bir gelip geçenlerin, geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş ve kimseciklerin görmediği çiğler gibi kaldığını görün…

Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?''  Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten.  ‘’Kimse bilmez’’ sözlerinin bilenlere çığlık çığlığa bir sitem, bilmeyenlere de çığlık çığlığa bir haykırış, bir kutsal isyan olduğunu görün... 

Mehmet Güreli de müziğinde bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir…

Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…  

Bugünler kasvet günleri ya… Bir yandan Korona salgını, bir yandan kısır iç siyasi tartışmalar, diğer yandan dış siyasetteki sıkıntılar, ABD ambargosu… Zaten hava da yağışlı, kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, günlük telaşın hay huyunu, Koronayı, ABD’yi, kısır iç siyasi çekişmeleri gelin Mehmet Güreli’nin bu şarkısını dinleyin…

Mehmet Güreli'yi dinlerken de Hayyam'ın rübaisini düşünün:

''Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?''

''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende.'' 

Osman AYDOĞAN


Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=PHo5U9Rios0

Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam93
Toplam Ziyaret403632
Etkinlik Takvimi