Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2019 / 1

Mevlâna’dan öğütler;  üç balık

27 Haziran 2019

Son yazılarımda ‘’fabl’’lara daldım… Bu fablların sadece ders vermediklerini aynı zamanda bir düşünceye ya da kavrama güç kazandırmak isteyen bir çeşit masallar olduğundan bahsetmiştim…

Bir düşünceye ya da kavrama güç kazandırmak isteyen masallara Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde geçen bir hikâye örnek olarak gösterilebilir… Bakalım Mevlânâ; ‘’feraset’’, ‘’cesaret’’ ve ‘’pişmanlık’’ kavramlarını bir hikâye içerisinde nasıl açıklamış: (Mesnevi: 4.Cilt - Sayfa: 178-184) 

İçinde üç balık bulunan gölcüğün hikâyesini duydun mu sen? Bak dinle...

Bir kaç balıkçı gölcüğün yanından geçerken balıkları gördüler, üç tane idi, lakin üçü de bir birinden güzel ve iştah açıcıydı. Derhal koşup ağ getirmeye gittiler. Balıklar anladılar durumu.

İçlerinde akıllı olan yola düştü; gidilmesi gönüle hiç de hoş gelmeyen yola koyuldu. Aklından dedi ki: “Bunlara danışmayayım, türlü türlü fikirler ileri sürerek azmimi gevşetirler, tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder. Danışmak, akıl almak için diri kişi lazım ki, başvurasın amma... Nerede öyle bir diri. Bunlara danışmanın zamanı değil! Kendine gel, yola düş. Bu gölcükten denize doğru git, denizi ara. Şu girdaplara kapılma.”

Derken balıkçılar ağ getirdiler...

İkinci balığın, yarı akıllının ağzının tadı kaçtı. Dövünmeye başladı: ‘’Eyvahlar olsun, fırsatı teptim. Nasıl oldu da o yol gösteren akıllı diriye arkadaş olmadım, ona uymadım! Ansızın gitti, lakin benim de hararetle ardına düşmem gerekirdi! Fakat geçene acınmak, dövünmek hatadır. Gitti mi, gider! Gayrı onu anmanın hiç bir yararı yoktur. Şimdi denizlere,  emniyet yurduna ulaştı o, bize düşen de onun yolundan yürümektir. Bir çare bulmalıyım, en iyisi kendimi ölmüş gibi göstereyim, suyun üzerine çıkıp karnım yukarıda, sırtım aşağıda olduğu halde kendimi salıvereyim. Su nereye götürürse, gideyim. Yüzen kişi gibi değil de, âdeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim .”

Dediği gibi de yaptı. Ölü taklidi ile su yüzüne çıktı, sürüklenirken aynı çöp gibi, kendini tamamen suyun akışına, bırakmış öylece gidiyordu, bata çıka. Balıkçıların biri gördü: ‘’Eyvah, dedi, en iyi balık öldü!’’ Balıkçıların hepsi kederlenirken, balık onların “eyvah” demelerine sevindi. “Galiba kurtuluyorum...” dedi içinden. Balıkçılardan biri suya girdi, yakaladı onu, fırlattı kıyıya. Balık; çırpına çırpına gizlice suya fırladı, gitti.

Üçüncü balık, o ahmak; ıstıraplar içinde kalakaldı. Kurtulmak için sağa sola çırpındı durdu, fakat avcılar ağ atıp yakaladılar.  Ateş üstündeki tava içinde ahmaklıkla eş oldu.

Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona: “Sana hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu. O da işkence ve belanın içinde: “Evet geldi! Eğer bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam; denizlerden başka yeri yurt tutmam. Bir gölcükte oturmam artık. Uçsuz bucaksız bir su arar, emniyette ve sıhhat içinde ömür sürerim….’’ demekteydi ahmakça! 

Bela gelmeden tedbir için feraset, bela gelince cesaret gerekir. Pişmanlık; cesareti ve feraseti olmayan ahmağın tesellisidir.

Osman AYDOĞAN




Bir Rus masalı…

26 Haziran 2019

Dünkü yazımda ‘’fabl’’dan bahsedip, ‘’fabl ‘’ın aslında insanlar arasında geçen olayları hayvanlar arasında geçiyormuş gibi göstererek bu yolla insanlara ders vermek, örnek göstermek ya da bir düşünceye güç kazandırmak isteyen bir çeşit masal olduğundan bahsetmiştim…

Madem söz ‘’fabl’’den açıldı, devam edeyim o zaman… Bugün de bir Rus masalı anlatacağım… Ancak bu masalın verdiği ders çooook geniş bir yelpazededir… Dolaysıyla istediğiniz dersi çıkarabilirsiniz.

Şimdi gelelim masalımızaaaaa…..

Çiftliğin ambarını mesken tutan fare, bir gün çiftçinin kendisine kapan kurduğunu görür. Hemen horoza gidip, heyecanlı ve endişeli bir sesle, durumu anlatır. “Benim sorunum değil” der horoz. “Ben zaten yakalanmam o kapana. Tuzak sana kurulmuş, başının çaresine bak!” 

Fare, panikler. Yeni yavrulamış koyuna koşar, soluk soluğa, “Çiftçi bana kapan kurdu koyun kardeş…” diye yakınır. Koyun, “Bana ne ki?” der. “Dikkatli ol, kapana yakalanma!” Farecik, ağlamaklıdır. Son bir umutla, öküzün yanına varır, içini döker. Öküz de ilgisiz kalır. “Beni meşgul etme!” diye payladığı fareyi, “Başının çaresine bak” öğüdüyle savar. 

Fare çaresiz ve üzgün, yuvasına döner. 

Günlerden bir gün, çiftçinin fare için kurduğu kapana, bir yılan yakalanır. Zehirli mi zehirli türdendir. Çiftçinin oğlu kapanın yanından geçerken, yılan can havliyle oğlanın bacağını ısırır. Çocuk acıyla kıvranarak yere düşer, katılır kalır. 

Çiftliğe doktor çağrılır. Muayene sonrası gereken ilaçları veren doktor, çıkıp giderken “Horoz kesip suyuna çorba yapın, hastayı güçlendirir” der. Horozu kesip çorba yaparlar. 

Çiftlik evine o kadar çok “geçmiş olsun” ziyaretine gelen olur ki, çiftçi konukları ağırlamak için koyunun gözü gibi sevdiği kuzusunu keser. Kebap yapıp ikram eder. 

Ne var ki çiftçinin oğlunun sağlığı, gün geçtikçe kötüleşir. Sonunda ölür. Çiftçi cenazeyi kaldırır ve bu kez, “başın sağ olsun”a gelenleri ağırlamak için öküzü keser!

Dedim ya bu masalın verdiği ders çooook geniş bir yelpazededir… Dolaysıyla istediğiniz duruma uygulayabilir, istediğiniz dersi çıkarabilirsiniz. Benim görevim yazmak!

Osman AYDOĞAN



Bir seçimin ardından (3)

25 Haziran 2019

En basit anlatımıyla hayvanları konuşturma, kişileştirme sanatları kullanılarak ibret verici şekilde anlatıldığı hikâyelere ‘’fabl’’ denir. "Fabl" sözcüğünün kökeni Latince "hikâye" manasına gelen "fabıla"dan gelmektedir. Fabl aslında insanlar arasında geçen olayları hayvanlar arasında geçiyormuş gibi göstererek bu yolla insanlara ders vermek, örnek göstermek ya da bir düşünceye güç kazandırmak isteyen bir çeşit masaldır…

Dünyanın en ünlü fabl yazarları Ezop, La Fontaine, Andersen ve Hint yazarı Beydeba’dır… En eski fabl yazarı olan Ezop'un fablları MÖ 300 yılında derlenerek yazıya geçtiği biliniyor… Türk edebiyatında ise en büyük ‘’fabl’’ örneği divan edebiyatı şairi Şeyhi tarafından mesnevi türünde kaleme alınmış olan ‘’Harnâme’’dir... Ben en önemlilerini saydım ama tabii dünyada ve kültürümüzde fabl yazarları bu kadar değildir.

Yazılarımdan hatırlarsanız ben de genellikle gündeme dair konuları daha net anlatabilmek için fabllara başvururum. Bugün de öyle yapayım… Bir önceki yazımda ‘’Bir seçimin ardından (2)’’ yazımla tekrarlanan İstanbul yerel seçimi konusundaki analizimi yazmıştım.

Biliyorsunuz son yıllarda ülkede siyasi partiler arasında kimi yakınlaşma, kimisi yakınlaşmanın da ötesinde neredeyse koalisyona yakın ittifaklar oldu. AKP bir vakitler ‘’çözüm süreci’’nde, ‘’Dolmabahçe mutabakatı’’nda HDP ile beraberdi, sonra AKP yüz seksen derece dönüşle MHP ile nerdeyse koalisyon haline geldi... Bir vakitler AKP ve lideri hakkında ağıza alınamayacak sözler eden MHP lideri şimdi AKP ve liderinin en yılmaz savunucusu haline geldi.  Keza aynı şekilde AKP ve lideri hakkında söylenmedik olumsuz söz bırakmayan DP lideri, gemisini, pardon partisini terk edip AKP’ye geçerek AKP’nin en fanatik bakanı haline geldi. İyi Parti de kuruluşundan itibaren CHP ile aynı cephede yer aldı…

Anlattığım gibi fabllar aslında insanlar arasında geçen olayları hayvanlar arasında geçiyormuş gibi göstererek bu yolla insanlara dersler verir… Artık anlatacağım hikâyemdeki hangi hayvan, hangi kişi; kimi, hangi partiyi temsil ediyor, geleceğe dönük olarak ne mesajlar veriyor, artık size kalmış… Hani ilk seçim analizimde Ömer Seyfettin’in bir sözüne yer vermiştim ya aynen öyle: ‘’Bu millet âlim değildir ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.’’  

Neyse gelelim hikâyemizeeee….

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt, adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar. '’Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.’’

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder.

Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü '’görmedim’' der ve avcılar uzaklaşır.

Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar. '’Çok teşekkür ederim’' der kurt, '’Bana büyük bir iyilik yaptın'’ ‘'Önemli değil’ der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar. '’Bir dakika'’ diye seslenir kurt ‘’Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok.'’

Köylü şaşırır; '’Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.'’ '’Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur'’ der kurt. ‘'Ben de kendi çıkarım için senin desteğini ve iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.’'

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. '’Ne vefası’' der kısrak, '’Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu...’’

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. '’Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim’' der köpek, ‘’yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur...'’

Kurt köylüye döner, '’İşte gördün’' der. Köylü de son bir çabayla ‘'Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye’' diye cevap verir…

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. '’Her şeyi anladım da’' der tilki ‘'Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?’’ Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar; '’Gözümle görmeden inanmam...’’

İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve '’Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık'’ diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.

Sonra tilkiye döner. '’Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın’' der. Tilki de '’benim için bir zevkti'’ diye cevap verir.

O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: '’Haklıymışsın kurt, yapılan ittifaktan, pardon iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş...'’

Gökten üç tane elma düşmüüüüüüüüşşş. Üçünü de aslan yemiş!

Osman AYDOĞAN




Bir seçimin ardından (2)

24 Haziran 2019

31 Mart 2019 yapılan yerel seçimlerde İstanbul’da 13.000 farkla önde olan CHP adayı, hakkı gasp edildikten sonra 23 Haziran 2019 tarihinde yapılan seçimde, 777.000 farkla, yani bir önceki seçimin farkının tam 60 katı farkıyla seçimi kazanmıştır. Bu seçimim tahlilini yapmadan önce biraz geriye gitmemiz lazımdır…

31 Mart 2019 öncesi ülkede durum

AKP, iktidara geldiği 2002 yılından bu yana uyguladığı politikalarla ülkede; hakkı -hukuku bitirmiş, adaleti bitirmiş, diplomasiyi bitirmiş, tarımı, sanayiyi, ticareti bitirmiş, eğitimi, kültürü, sanatı bitirmiş, Ergenekon, Balyoz kumpaslarıyla ve FETÖ yapılanmasıyla milletin gözbebeği Orduyu bitirmiş,  ticaretini yapa yapa dini de bitirmiştir… Ama en önemlisi AKP ülkede demokrasiyi bitirmiştir demokrasi… AKP uygulamalarında hep çatışma kültürünü, kin ve nefret söylemini ön planda tutmuştur.

AKP döneminde Türkiye uluslararası ilişkilerde de ‘’değerli yalnızlığa’’ ulaşmıştır. AKP döneminde Türkiye; ABD, AB, Rusya (Rusya ile şimdilik göreceli ilişkilerin iyi gibi olduğuna bakmayın) ile olan ilişkilerini bozmuştur. Suriye, Irak, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan, Libya, Yemen ile neredeyse düşman olmuştur. Bölgenin en önemli ülkeleri olan Suriye, Yemen, Libya, İsrail ve Mısır’da halen Türk Büyükelçisi yoktur… AKP’nin başlangıçtaki ‘’sıfır sorun’’ politikası ‘’sıfır dost’’ uygulamasına dönüşmüştür. AKP, büyük ülke, küçük ülke, komşu ülke ne varsa herkesi politikalarıyla Ebû Müslim Horasanî’nin sözündeki gibi düşman safında birleştirmeyi başarmıştır…  

Siyaset; sorunların güç kullanılmadan çözme sanatıdır. Ancak AKP döneminde ülkede ‘’siyaset’’i de bitirmiştir… Siyasete ayrı bir paragraf açmamın nedeni siyasetin daha yeni bitmemiş olmasıdır. Bu memlekette siyasetin zemini yıldan yıla azala azala kaybolmuş, bitmiş ve tükenmiştir… 1980 darbesinden sonra iğdiş edilircesine depolitize edilen bu toplumda, siyasetin alanı daraltılıp, daraltılıp, daraltılıp sonuçta bir kişinin belirlediği bir alana inhisar edilmiş, hapsedilmiş, sıkıştırılmış, hatta hatta muhalefet de yıllardır bu belirlenen alanda siyaset yapmaya mecbur bırakılmıştır… Tabii ki muhalefet de bu tecavüze –pardon bu muameleye bile oynaya, güle oynaya tabii olmuştur

Bu şartlarda ülke, üstelik OHAL koşullarında referanduma giderek mühürsüz oylarla şaibeli bir şekilde rejimini değişerek parlamenter demokrasiden tek adam rejimine geçmiştir…

31 Mart 2019 yerel seçimlere giderken ülkenin birliğinden, bütünlüğünden sorumlu olan Cumhurbaşkanı kendi partisinden olmayan vatandaşlarına ‘’illet’’, ‘’zillet’’ diyerek aşağılayabilmiş, ‘’bekâ’’ diyerek teröristle eş tutabilmiştir…  

31 Mart 2019 yerel seçimleri

Bu şartlarla yapılan 31 Mart 2019 yerel seçimlerinden hemen sonra yazdığım ‘’Bir seçimin ardından’’ başlıklı yazımda İbn-i Haldun’un ''Mukaddime''sinde yer alan, devletlerin geçirdiği aşamalar bölümünde ‘’devletin çöküşü’’ aşamasına atıfta bulunarak bu safhayı şöyle özetlemiştim:

‘’İsraf döneminde ise devlet  bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlamaktadır. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Hükümdar, artan israf sonucu satın aldığı destekçilerinin des­teğinin ve vazgeçmediği lüksü­nün devamı için vergileri artır­mak zorundadır. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lamıştır. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider...’’

Yazıma, AKP’nin 31 Mart seçimlerini bu nedenle kaybettiğini, bu nedenlerin devamının ise partiyi de aşarak devletin bütünlüğünü tehdit eder hale geleceğini vurgulayarak yazıma son vermiştim.

23 Haziran 2019 İstanbul yerel seçimi ve sonuçları

31 Mart 2019 yerel seçimlerinde AKP tarafından kaybedilen İstanbul seçimlerinde seçim sonucu AKP tarafından beğenilmemiş, ellerindeki YSK tarafından, CHP adayının kazandığı seçim; haksız, hukuksuz ve gerekçesiz bir şekilde gasp edilerek, demokrasi adına elde kalan son kale olan sandık da devrilerek, seçim 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenmiştir.

31 Mart 2019 yapılan seçiminde 13.000 farkla önde olan CHP adayı, hakkı gasp edildikten sonra 23 Haziran 2019 tarihinde yapılan seçimde, daha önceki seçime oranla 60 kat farkla, toplamda 777.000 farkla seçimi kazanmıştır.

Bu seçimin analizine gelecek olursak…

Yukarıda anlattığım 31 Mart 2019 öncesi koşullar da mutlaka bu seçime etki etmiştir. Ancak aradaki farkın 60 kat artmasının nedenleri daha farklıdır. Bu nedenleri madde halinde şu şekilde sıralayabiliriz.

1. Her ne kadar AKP, 17 yıllık icraatıyla antidemokratik bir görünüm sergilese de Türk halkı neredeyse bir yüz yıllık demokrasi geleneği ile devrilen sandığı, gasp edilen mazbatayı hazmedememiş, içine sindirememiştir. Bu anlamda seçmen örnek bir demokrasi dersi vermiştir. Esas demokrasi bayramı budur.

2. Seçimin yenilenme gerekçesine AKP teşkilatı, AKP adayı ve AKP yandaşı basın da inanmamıştır. Bu nedenle yenilenen bu seçime ne AKP teşkilatı ne de AKP adayı ne de yandaş basın yeteri kadar asılmamıştır.

3. Anket sonuçları AKP açısından olumsuz gelince son anda devreye giren Cumhurbaşkanının tavrı, tehditkâr üslubu ve konuşmaları ters tepmiştir.

4. Yine anket sonuçları AKP açısından olumsuz gelince son anda devreye sokulan Öcalan, Barzani kartları ve Cumhurbaşkanının ‘’Kürt de olsa’’ şeklinde ayırımcı ve olumsuz hitabı HDP seçmenini sandığa gitmemeye ikna etmediği gibi MHP seçmenini de ürküterek sandıktan uzaklaştırmıştır. AKP’nin bu politikası ‘’aynı anda iki tavşanı yakalamak isteyen ikisini de kaçırır’’ atasözünü tam olarak doğrulamıştır.

5. İstanbul Türkiye’nin ekonomi, sanayi ve ticaret merkezidir. Ekonomik gidişatın düzelmeyeceği umudu seçmeni AKP’den uzaklaştırmıştır.

6. Son aylarda ABD ile tırmanan S-400 ve F-35 krizi, Türkiye’nin Batı dünyasından kopuyor kaygısı AKP içindeki merkez sağ kökenli seçmeni ürküterek AKP’den uzaklaştırmıştır.

7. AKP adayının hiçbir resmi sıfatı olmamasına rağmen devletin imkânlarıyla, makam arabalarıyla, uçaklarıyla, koruma ordusuyla yürüttüğü seçim kampanyası AKP’ye ‘’devlet partisi’’, ‘’parti devleti’’ görüntüsü vererek ters tepmiştir.  

8. Sonuç olarak kampanya boyunca AKP’nin samimiyetsiz yaklaşımı, antidemokratik davranışı, sandığı devirmesi, dışlayıcı üslubu, ayırımcı yaklaşımı ve nefret söylemi seçmen nezdinde karşılık bulmamıştır. Ömer Seyfettin’in söylediği gibi ‘’Bu millet âlim değildir ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.’’  

Böylesine bir seçimin ve böylesine bir hezimetin tabii ki sonuçları da olacaktır. Bu sonuçları hem AKP hem de CHP açısından ayrı ayrı incelemekte fayda vardır:

AKP açısından seçimin muhtemel sonuçları:

1. Öncelikle merkez ve İstanbul olmak üzere parti teşkilatının kişi ve politika olarak gözden geçirilmesi gerekecektir. Muhtemel ki ivedilikle hesap birilerine kesilecektir. Politika değişikliği ise zamana yayılacaktır.  

2. Bakanlar gözden geçirilecektir. En kısa zamanda bir kabine değişikliği muhtemel gözükmektedir… Özellikle Maliye, Dışişleri, İçişleri bakanları öncelikle değişecek bakanlar olarak gözükmektedir.  

3. İç ve dış siyasette politika değişikliğine gidilmesi muhtemeldir. İç siyasette Kürt sorunu nedeniyle daha önce yaşanan bir ‘’açılım’’ politikasının benzerinin uygulamaya geçmesi, muhalefete karşı da daha yumuşak bir üslubun benimsenmesi muhtemeldir.  

4. Hem İdlib sorunu, hem Suriye’deki harekât, hem sığınmacılar, hem de son zamanlarda Türkiye’yi çokça sıkıştıran Doğu Akdeniz sorunu nedeniyle Suriye politikasında ivedi olarak bir değişiklik muhtemeldir.  Benzer şekilde Mısır ile de bir yumuşamaya gidilebilir.

4. ABD ile olan ilişkilerin düzeltilmesi beklenilmelidir. Bu kapsamda ABD ile S-400 sorununa, mevcut inatlaşmadan çark edilerek Rusya’yı da küstürmeden bir çözüm bulunması muhtemeldir…  

5. AB ile bir yakınlaşma, ilişkilerde bir yumuşama muhtemeldir...

6. Gerek AKP içinden, gerekse de daha önce AKP’de görev almış kadrolar ile merkez sağda daha önce görev almış kadrolardan oluşan yeni bir siyasal yapılanmanın hemen boy göstermesi muhtemeldir. Bu yapılanmanın hemen mutlaka parti olarak vücut bulacağı beklenilmemelidir. Bu çerçevede eski Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün bu oluşumlara aktif olarak katılmayacağı, geri planda ‘’bir bilen’’ olarak kalacağı, Davutoğlu, Babacan ve Şimşek gibi isimlerin ve daha başka sürpriz isimlerin de ön planda olacağı beklenilmelidir.

CHP açısından seçimin muhtemel sonuçları:

1. 2019 yerel seçim ve özellikle son İstanbul başarısının partiye bir özgüven kazandıracağı, seçmenine bir güven aşılayacağı kesindir.

2. Bu başarıya güvenerek partinin bir erken genel seçim talebinde bulunacağı pek muhtemel değildir.

3. CHP’nin birinci amacının kazandıkları başta büyük iller olmak üzere yerel yönetimlerde bir başarı hikâyesi yazma üzerine odaklanacakları muhtemeldir.

4. CHP bu başarısının verdiği özgüvenle sesiz ve derinden 2023 genel seçimlerine hazırlanacakları değerlendirilmektedir.

MHP ve İyi Parti açısında seçimin muhtemel sonuçları:

AKP’nin artık MHP'ye ihtiyacının kalmadığı ve bu nedenle MHP ile olan ittifakının zayıflayacağı değerlendirilmektedir. AKP’nin MHP ile olan ittifakı artık AKP’ye zarar vermektedir. Yalnız kalan MHP’de ise bir lider değişikliği kaçınılmaz gözükmektedir. Bir milliyetçi partinin lideri olarak HDP seçmenine yıllardır ''bebek katili'', ''bölücü'', ''terörist başı'' dediği Öcalan'ın sözünü dinlemeye davet etmek her lidere nasip olan bir kısmet değildir!..

İyi Parti'nin ise rüştünü ispat ettiği ve bundan sonra artık milliyetçilerin yeni adresinin İyi Parti ve Akşener olacağı değerlendirilmektedir...

Son bir söz olarak…

Aslında seçimin muhtemel bütün sonuçları yukarıda sıralanmıştır. Ama son bir söz söylemek gerekirse bu sözü 19. yüzyıl İngiliz tarihçi ve siyasetçisi Lord Acton’a (John Emerich Edward Dalberg-Acton) bırakmak uygun olur diye düşünüyorum. Şöyle derdi Lord Acton: ‘’Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men and absolute corruption annihilates the once powerful.’’ (Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır. Büyük adamlar hemen hemen her zaman kötü adamlardır ve mutlak yozlaşma o baştaki güçlüyü ortadan kaldırır.)

Osman AYDOĞAN

Çıngıraklı kurt

23 Haziran 2019

Anadolu’da kurtlar bir beladır. Bir kurt bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, kurt sadece bir tanesini alır götürür ancak bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur... Koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Anadolu köylüsü, eğer sürüsüne böylesine kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır. Bu nedenle kurt gittikten sonra, sabah olduğunda sürü sahipleri gördükleri manzara karşısında donar kalır ve içleri kurda karşı kinle, öfkeyle dolar…  

Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlarına binerler, köpeklerini, iplerini alırlar, kurt avına çıkarlar. Kurtları intikam için diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü de bilirler ve sonuçta kurtları diri diri yakalarlar. Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar. Kurdu hiç incitmezler. Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir çıngırak takarlar ve kurdu okşayarak ve öperek salıverirler.

Boğazı çıngıraklı kurt sevinerek, koşarak ayrılır köylülerden. Ancak çıngıraklı kurt hiçbir canlıya yaklaşamaz çünkü çıngırak sesini duyan her hayvan önceden kaçar, kurt ise boğazında çıngırak, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca boşu boşuna koşar durur. Zavallı çıngıraklı kurt dağlarda ve kırda av bulamadığı, aç kaldığı zamanlarda da köylerdeki, ağıllardaki sürülere yaklaşır ama boynundaki çıngırak sesi hemen kurdu ele verir, sesi duyan çoban köpekleri hemen çıngıraklı kurdu kovalarlar...

Sonunda kurt dağlarda açlıktan önce yavaş yavaş zayıflar, sonra zayıflıktan güçsüz düşer ve sonunda bağıra, bağıra, bağıra ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından birisidir. Çünkü boynuna çıngırak takılan kurdun artık yaşama imkân ve ihtimali olmadığı gibi ölümlerin de en zorunu yaşar; açlıktan ölür...

Anadolu insanına musallat olmuş kurdun boynuna çıngırak takıldı mı artık iflah olmasının imkân ve ihtimali yoktur, sonu yakındır…

Osman AYDOĞAN




Git Bahâr

22 Haziran 2019

"Kadın yazarların annesi" (ümmül muharrirat) olarak anılan, romancı Emine Işınsu'nun annesi ve yazar Pınar Kür'ün teyzesi olan Hâlide Nusret Zorlutuna’nın güzel bir şiiri var: ''Git Bahâr''...

Git Bahâr

Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahar bakışların yine pek sarhoş 
Yanılıp gönlüme misafir inme. 
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.

Mâbettir orası, meyhane değil!

Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler... 
Ömrünün her günü bir başka düğün! 
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.

Gerçekten güzelsin, efsane değil. 

Altınlı başında papatya niçin? 
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için 
Diz çöken kızları ürkütme sakın!

Kalbime girme, o kâşane değil!.. 

Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül 
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül, 
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,

Gördüklerin kandil… Peymâne değil!

 (‘’Peymâne’’: Osmanlıca bir sözcük ‘’Kadeh’’ demek, ‘’Kâşane’’ ise ‘’süslü köşk’’, ‘’saray’’ demek.)

Hâlide Nusret ipek kalpli bir şair olarak tanınıyor. Hâlide Nusret, sevdiği gençle nişanlanıyor fakat ailelerin anlaşmazlıkları sonucu nişan yüzüğünü iade etmek zorunda kalıyor. Bu kadar narin ve nahif ruhlu olan sanatkâr ve şair Hâlide Nusret; yıkılışlar, devrilişler ve savaşların eşliğinde şahsiyetini inşa ediyor. 1926 yılında Süvari Yarbay (sonra da General) Aziz Vecihi Zorlutuna ile evleniyor… 

Hâlide Nusret Zorlutuna’nın bu şiiri ‘’Git Bahâr’’ (1919); ‘’Ağla Bahâr’’ (1921), ‘’Gel Bahâr’’ (1936) ve ‘’Bahâr Geldi’’ (1949) isimli şiirleri bir birinin devamı niteliğinde olan şiirlerdir. Şiir okuduğumuzda akla ilk olarak buruk bir ‘’aşk şiiri’’ olduğu gelir… Ama öyle değildir.

Şair, Mondros mütarekesiyle başlayan makûs kaderi, tedrici olarak esaretten kazanımlara, kurtuluşa uzanan ulusal başarıları anlatmaktadır birbirinin devamı olan bu şiirleriyle; “Esaret’’ (Git Bahâr), ‘’Yas’’ (Ağla Bahâr), ‘’Çağrı’’ (Gel Bahâr) ve ‘’Muştu” (Bahâr Geldi) olarak.

Yukarıda metnini verdiğim ‘’Git Bahâr’’ isimli şiirin yazılma nedeni, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesiyle memleketin içine düştüğü karanlık halin anlatılmasıdır. Bahârın saadet duygusunu yok eden, vatanın esaretidir. Şairin burada kastettiği mevsim de ilkbahar değil, sonbahar mevsimidir.

‘’Kapısı kilitli, mihrabı bomboş 
Mabettir orası, meyhane değil.’’

Şair bu dizeleriyle Türk yurdunu, kutsiyetiyle bir mabede benzetmiştir. Mabed ehli, uyanıktır, gaflet perdesini aralamıştır. Miskinlerin, sarhoşların pineklediği bir mekân, yani meyhane değildir.

‘’Kalbime girme, o kâşane değil!..’’ derken şair yurdun işgaliyle kalbinin, kırık, karanlık ve harap olduğunu anlatıyor... O kalbinin kâşane olabilmesi için ülke üzerindeki kara esaret bulutunun kalkması gerektiğini dile getiriyor.

‘’Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahar bakışların yine pek sarhoş.’’ 

Şair bu şiiriyle (Git Bahâr) sanki günümüzdeki; ülkenin o karanlık günlerini ve o karanlık günlerden nasıl kurtulduğunu, bu yüce Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlamayan, tarihini bilmeyen, bilmeden ahkâm kesen, tarihini çarpıtan, Arap hayranı, bu çağdaş Cumhuriyeti bir çiftliğe, bu köklü devleti bir aşirete, bu milleti bir ümmete dönüştürmek isteyenlere sesleniyor gibidir: ''Tamam.. Git artık!''

Şair bu seslenişte, ''Mâbettir orası, meyhane değil!'' derken; ''Cumhuriyettir orası, çiftlik değil!'', ''Devlettir orası, aşiret değil!'', ''Meclistir orası, saray değil!'', ''Millettir orası, ümmet değil!'' diye cesurca haykır haykır haykırıyor:  ''Tamam.. Git artık!''

Bunları dedikten sonra da kara kışın habercisi o ‘’sonbahâr’'a isyan ediyor şair; ''Tamam.. Çekil bu gölgeli yolda gezinme!'' artık diyor şair... ''Bahâr bakışların yine pek sarhoş'' diyor şair... ''Yanılıp gönlüme misafir inme.'' diyor şair...  ''Tamam.. Git artık, git!..’’ diyor şair... ''Kalbime girme, o kâşane değil!..'' diyor şair... ''Tamam, git artık uzaklarda gül!'' diyor şair...  ''Kalbime sokulma!" diyor şair...

Sanki şair günümüzdeki hoyratlığa, kabalığa, sığlığa, kumpaslara, yalana, dolana, riayaya, iftiralara, sahtekârlıklara, kof bir gurura, fır dönülere, ilkesizliklere, betona, ranta, çıkara, haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere  ''Tamam!... Git artık git'' diyor şair... Tamam git artık git!...

Osman AYDOĞAN

Git Bahâr

Çekil bu gölgeli yolda gezinme, 
Bahâr bakışların yine pek sarhoş 
Yanılıp gönlüme misafir inme. 
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.

Mâbettir orası, meyhane değil!

Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler... 
Ömrünün her günü bir başka düğün! 
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.

Gerçekten güzelsin, efsane değil. 

Altınlı başında papatya niçin? 
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için 
Diz çöken kızları ürkütme sakın!

Kalbime girme, o kâşane değil!.. 

Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül 
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül, 
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,

Gördüklerin kandil… Peymâne değil!

Hâlide Nusret Zorlutuna

''Git Bahâr'' şiirinin orijinal Osmanlıca yazılmış hali:




Leylekler ve Yılanlar

22 Haziran 2019

Leylek yılanı nasıl avlar bilir misiniz? Gerçi Anadolu'nun bilge topraklarında, susuz havuzlarında, gübresiz tarlalarında, çorak meralarında yetişenler bilirler ama ben yine de anlatayım: 

Leylek havada uçarken bir yılan gördü mü hemen üzerine atılmaz. Bulunduğu yerden daha yükseğe çıkar. Çıkabileceği en yüksek noktaya geldikten sonra birden yılanın üzerine pike yapar. Yılanı belinden kaptığı gibi tekrar eski yüksekliğe çıkıp yılanı aşağı atar. Bu kadar yüksekten düşen yılanın beli kırılır, hayvan ölür. Leylek ölen yılanı alır, yesinler diye yavrularına götürür.

Ama bu her zaman böyle olmaz, leylek bazen üşengeçlik eder, yılanı yeterli yüksekliğe çıkmadan yere bırakır. Bu durumda yılan sadece bayılır. Yılanı öldü zanneden leylek, hayvanı alıp yuvasına götürür, ''alın yiyin'' diye yavrularına bırakır. Ana leylek yuvadan ayrılınca da, ayılan yılan yavru leylekleri yer.

Şimdi, şu an Türkiye'nin mücadele ettiği FETÖ, PKK, İŞİD vb. terör örgütleri ülkemizin bekasına yönelik tehdidin buzdağının su üstünde görünen yüzüdür. Buzdağının su altında kalan kısmı; cehalettir, dinin siyasete alet edilmesidir, çağdaş ve laik eğitim sisteminden uzaklaşmasıdır, Ortaçağa ait mezhebin ve etnisitenin peşinden gidilmesidir, devletin hukuk devleti olmasından uzaklaşmasıdır, devletin liyakatten, çağdaş uygar dünyadan ayrılmasıdır, devletin; demokrasiden, parlamenter rejimden uzaklaşmasıdır, devletin ve toplumun Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün toplumun ve devletin önüne koyduğu hedeflerden, ilkelerinden uzaklaşmasıdır. 

Eğer buzdağının altı ile de mücadele etmezseniz, buzdağının altındaki tehlikeyi de ortadan kaldırmazsanız bir başka terör örgütü, bir başka cemaat, -pardon- o öldü zannettiğiniz, o bayılttığınız yılan gelir ülkenin yavrularını, geleceğini eline alır, yer, bitirir..

Anadolu'nun susuz, gübresiz ve çorak bilge toprakları hayatı ve bekayı böyle bilir...

Yılanı asla ve asla baygın bırakmayın!... ..  

Osman AYDOĞAN




Mursi ölürken düşündürdükleri….

21 Haziran 2019

Malum gündem Mursi… Ama bugüne gelmeden önce kısa bir tarih turu yapayım, Mısır’ın kısa bir tarihine gideyim…

Önce ‘’Mursi’’ ve ‘’Mısır’’ isimleri nereden geliyor, ne anlama geliyor onu açıklayayım…

Mısır’ın ismi çivi yazılı tabletlerde ‘’Misri’’, ‘’Musri’’, ‘’Musur’’ ve İbrânîce belgelerde ise ‘’Misrayim’’ şeklinde geçer. Bu isimlerin de anlamı ‘’sur’’, ‘’kale’’ anlamına gelmektedir… Kısaca bugün kullandığımız ‘’Mısır’’ ve ‘’Mursi’’ kelimelerin kökeni çivi tabletlerindeki Mısır’ın adıdır…

Afrika'nın kuzeyinde, bereketli Nil Havzası'nın çevresinde yer alan Mısır, tarih boyunca sadece Arap dünyasının değil, bütün insanlığın en önemli kültür merkezlerinden birisi haline gelir. Mısır, MÖ yaklaşık 3150 yılından itibaren çeşitli hanedanlara mensup firavunlar tarafından yönetilir. Son firavunun hâkimiyetinin kalkmasıyla birlikte sırasıyla Yunan ve Pers egemenliğinde kalır….

MÖ 332’de Pers İmparatorluğu’nu yıkan Büyük İskender Mısır’ı da hâkimiyeti altına alır. Mısır’a giren İskender halk tarafından bir kurtarıcı gibi karşılanır.  Mısır Amon rahipleri onu Amon’un oğlu sıfatıyla bir tanrı olarak kutsarlar… Akdeniz sahilindeki İskenderiye şehri İskender tarafından o zaman kurulur…

Mısır daha sonra Roma egemenliği altına girer… Mısır 700 sene Roma’nın elinde kaldıktan sonra 639’da Halife Ömer’in adına savaşan İslam orduları komutanı Amr ibn el-As tarafından fethedilir… Mısır Hz. Ömer’in büyüttüğü İslam devletinin gerçek bir mücevheri haline gelir…

Mısır, Eyyubilerin çöküşünden sonra 1250- 1517 yılları arasında Mısır ve Suriye'de hüküm sürmüş olan Memlûklerin egemenliğinde kalır…  

Mısır 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilerek Osmanlı İmparatorluğuna bağlanır…

Modern Mısır’ın kurucusu olarak 1805-1848 döneminde ülkeyi yöneten ve kendini Mısır'ın ilk hidivi ilan eden Osmanlı İmparatorluğu'nun valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa kabul edilir... Kavalalı'nın kurduğu Mısır Hidivliği'nin özerkliği, Osmanlı devleti tarafından 1867'de resmen tanınır…

Mısır Hıdivliği özerkliğinin verdiği imkânlarla zaman içinde İngiliz ve Fransızlara borçlanır.. Bu iki devlet borçlarını alamayınca Mısır maliyesine el koyarlar. Bu da Mısır’da isyana sebep olur. İngilizler ise bu isyanı bahane ederek Mısır’ı işgal ederler… Osmanlının da İngiltere’ye borcu vardır. Bu borç karşılığında Osmanlı işgale sessiz kalarak İngilizlerle anlaşmak zorunda kalır ve Sudanla beraber Mısır İngilizlere devredilir ve Mısır sadece görünüşte Osmanlıya bağlı kalır. Açıkça Osmanlı, İngilizlere karşı bir tek mermi atmadan borcuna mahsuben Mısır ve Sudan'ı İngiltereye bırakır. Mısır, İngiltere’ye parsel parsel satılsaydı bu borçlar milyon kez ödenirdi... I. Dünya Savaşı’nda İngiltere Mısır’a el koyduğunu açıklar.

Mısır, 1922'de Britanya'dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eder. Mısır, 1953'e kadar sıkıntılı bir krallık dönemi geçirir.

Bu sıkıntılar nedeniyle Mısır’da geleneksel hale gelen darbe dönemleri başlar. 23 Temmuz 1952’de General Muhammed Necib’in liderliğindeki milliyetçi eğilimli bir grup subay, Kral Faruk'a darbe yaparak tahttan indirirler. Hür Subaylar adı verilen askerler, Faruk yerine çocuk yaştaki oğlu Suad’ı tahta oturturlar… 1953 yılında ise cumhuriyet ilan edilir. Muhammed Necip ilk Mısır Cumhurbaşkanı olur.

Hür Subaylar'dan ve Pan-Arabizm’in güçlü isimlerinden biri olan Albay Cemal Abdülnasır, 1956'da Mısır Cumhurbaşkanı olur. Nasır, 1958 yılında Mısır ile Suriye’nin birleşerek tek devlet haline geldikleri ‘'Birleşik Arap Cumhuriyeti'’ni kurar ancak bu birlik, 1961 yılında dağılır…

1967 yılında İsrail ile giriştiği savaştan ağır mağlubiyetle çıkan Mısır 1973 yılı Ekim ayında Suriye ile ittifak oluşturarak İsrail ile yaptığı Yom Kippur savaşında İsrail’e karşı zafer kazanamasa da Mısır psikolojik üstünlük sağlar…

Nasır'ın 1970'te ölmesi üzerine yerine Hür Subaylar'dan biri olan Enver Sedat geçer. Sedat, 1979'da İsrail ile imzaladığı Camp David Barış Antlaşması'na tepki duyan İslami Cihad üyesi bir grubun düzenlediği suikast ile 1981'de öldürülür. Sedat'ın yardımcısı olan Hüsnü Mübarek, yeni cumhurbaşkanı olur...  

2010 yılının sonunda Tunus'ta başlayan ‘’Arap Baharı’’ dalgası, Ocak 2011'de Mısır'a ulaşır. Mübarek ve hükümetine karşı protesto gösterileri başlar. On sekiz gün süren protestoların ardından 25 Ocak 2011 günü Mübarek istifasını açıklar…

Mısır, Mübarek yönetiminin devrilmesinin ardından Temmuz 2012'ye kadar Silahlı Kuvvetler Yüksek Şurası tarafından yönetilir… Ardından ABD’nin ‘’Ilımlı İslam’’ projesi kapsamında desteklediği Siyasal İslamcı Müslüman Kardeşler kökenli Muhammed Mursi, 30 Haziran 2012 tarihli seçimlerde, eski sisteme yakınlığıyla bilinen Ahmet Şefik'i geride bırakarak Cumhurbaşkanı seçilir.

12 Ağustos 2012'de Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Mısır Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Muhammed Hüseyin Tantavi yerine Abdülfettah es-Sisi (kısaca Sisi olarak tanınır) yi atar. Sisi, ayrıca Mısır Bakanlar Kurulunda "Savunma Bakanı" görevini de üstlenir.

Muhammed Mursi'nin cumhurbaşkanı seçilmesinin birinci yıl dönümü olan 30 Haziran 2013 tarihinde Mısır genelinde on binlerce protestocu, Mursi'nin giderek otoriterleştiği ve hukukun üstünlüğünü aldırmaksızın İslamcı politikalar uygulaması nedenleriyle cumhurbaşkanlığından acilen istifa etmesini isterler… Genel olarak barışçıl başlayan gösteriler, farklı çatışmalarda beş Mursi karşıtının öldürülmesi ile şiddete dönüşür... 1 Temmuz 2013 günü çıkan çatışmalarda ise sekiz kişi ölür… Aynı gün, Mısır Silahlı Kuvvetleri hem hükümete hem eylemcilere uzlaşmaları için 48 saatlik bir süre tanır ve aksi bir takdirde kendi yol haritasını uygulayacağını bildirir. 3 Temmuz 2013 tarihinde ise silahlı kişilerin Mursi yanlılarına açtığı ateş sonucu 18 kişi yaşamını yitirir, 200 kişi yaralanır…

Mursi, 2 Temmuz 2013 gününün geç saatlerinde yaptığı ve meydan okuyucu bir dil kullandığı konuşmasında meşruiyetinin demokratik seçimlerle cumhurbaşkanı seçilmesinden kaynağını aldığını ve askeriyenin önerilerini reddettiğini ifade eder… Ayrıca askeriyeyi olaylarda taraf olmakla suçlar… Verilen sürenin dolmasının ardından 3 Temmuz 2013 gününün ilerleyen saatlerinde ordu, Mursi'nin cumhurbaşkanlığının sona erdiğini Anayasanın askıya alındığını ve yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en kısa zamanda gerçekleştirileceğini duyurur…

Mısır Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Adli Mansur, Mısır’daki darbenin ardından yemin ederek 3 Temmuz 2013 ve 8 Haziran 2014 tarihleri arasında geçici Cumhurbaşkanı sıfatıyla görevine başlar…

Darbe yönetiminin kontrolünde hazırlanan yeni anayasa, 14-15 Ocak 2014'te düzenlenen ve seçmenlerin yüzde 38'inin katıldığı referandumda onaylanarak yürürlüğe girer.

Sisi, 27 Ocak 2014'te mareşalliğe yükseltilir… Sisi, 26 Mart 2014'te ordudan, Mısır Silahlı Kuvvetleri Yüksek Konseyi'nin başkanlık ve Mısır Savunma Bakanlığı görevlerinden istifa ederek cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklar… Sisi, 26, 27 ve 28 Mayıs 2014 tarihlerinde gerçekleşen ve katılımın sadece %40 olduğu seçimlerde %97 oy alarak cumhurbaşkanı seçilir…

3 Temmuz 2013 darbesinin ardından Mısır bölge ülkeleriyle bozulan ilişkilerini Katar hariç hemen düzeltir. Mısır’ın halen ABD dâhil hiçbir Batı ülkesiyle ve Katar hariç hiçbir Arap ülkesiyle problemi yoktur. Ancak Mısır'ın, darbeye karşı tavır alan ve bunda ısrarcı olan Türkiye ile ilişkileri ise hiç düzelmez, gittikçe kötüleşir… Bunun sonucu olarak Mısır, 23 Kasım 2013'te Ankara'daki büyükelçisini geri çeker ve Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi'ni istenmeyen adam ilan eder.. Türkiye de Kahire'deki büyükelçisini geri çekerek buna cevap verir.. Halen Türkiye’nin bölge ülkeleri olan Suriye, Yemen, Libya, İsrail ve Kahire’de Türk Büyükelçisi yoktur…

Mısır'da 6 yıl önce askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılan Mursi ise 18 Haziran 2019 tarihinde "casusluk" suçlamasıyla yargılandığı mahkeme salonunda kalp krizi geçirerek vefat eder… Türkiye bu ölümü de bahane ederek yaptığı açıklamalarıyla krize derinleştirerek Mısır ile olan ilişikleri daha da zora sokar…

Mısır, Arap ülkeleri içinde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) ardından üçüncü, Afrika kıtasında ise Güney Afrika’dan sonra ikinci büyük ekonomiye sahiptir..

Türkiye, Mursi döneminde Mısır’a sattığı on paket ANKA İHA için Eximbank’tan 300 milyon Dolar kredi çıkarır. Bu kredi Mısır parlamentosunda onaylanır. Ancak darbe sonrası bu satış bizzat Türkiye tarafından iptal edilir. (Bu sırada ABD, Mısır’a bize vermediği on adet Apaçi helikopterini Mısır’a verir.)

Mısır ile Türkiye arasındaki darbe öncesi (2012) 5 milyar dolar (3 milyar 679 milyon Dolar ihracat, 1 milyar 342 milyon Dolar ithalat Kaynak: TUİK) seviyelerinde olan ticaret hacmi gün geçtikçe düşer ve bir daha bu seviyeye ulaşamaz. Mısır’da 2 milyar doları aşan doğrudan Türk yatırımları da vardır. İlişkilerin gergin olması nedeniyle bu yatırımların da geleceği belirsizleşir…   

Mısır ile ilişkilerin gerginleşmesi üzerine Mısır Süveyş Kanalından geçen Türk Ro-Ro gemilerine verdiği izni 22 Nisan 2015 tarihinden itibaren iptal eder. Bu şekilde Kızıldeniz yolu Türkiye’ye kapanır ve Kızıldeniz üzerinden Arap ülkelerine ve Afrika Kıtasının güneyine yapılan Türk ihracatına sekte vurulur… Bir zamanlar benim de yönetim kurulu üyesi olduğum bir şirketimizin Suudi Arabistan’a yapacağı serum ihracatı, yapılan anlaşmaya rağmen Suriye yolu karayoluna, Kızıldeniz yolu da Mısır nedeniyle Ro-Ro seferlerine kapalı olduğu için gerçekleşemez... 

Ayrıca Mısır ile olan ilişkiler düzelmeyince bölgede var olan Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya taşınması amacıyla Türkiye dışlanarak İsrail, Yunanistan, İtalya, Ürdün, Mısır ve Güney Kıbrıs tarafından ''Doğu Akdeniz Gaz Forumu'' kurulur... Oluşturulan bu forumun amacı ‘’Doğu Akdeniz Boru Hattı’’ (EastMed) projesi ile Doğu Akdeniz'de var olan gazın Avrupa'ya Türkiye'yi dışlayarak ulaştırılmasıdır. Bu forumda Türkiye'nin yanında Lübnan, Suriye ve KKTC de dışlanmıştır. İlginç olan ''Doğu Akdeniz Gaz Forumu''nun, Türkiye ile ilişkileri bir hayli kötü olan Kıbrıs, İsrail, Yunanistan ve Mısır arasındaki stratejik bir ittifak olduğudur. Hâlbuki Türkiye’nin Suriye ve Mısır ile ilişkileri düzgün olsa 40 trilyon metreküp olduğu tahmin edilen bu gaz projesi hem Türkiye üzerinden yapılacak hem de Türkiye sorunsuz bir şekilde bölgede hakkı olan gazı alacaktır...

Mısır, tarih boyunca Arap halklarının siyasi ve kültürel yaşamında önemli bir yer tutmuş, onlara kutup olmuş bir ülkedir. Mısır’da hangi siyasi rejim, hangi siyasi iktidar olursa olsun daima Arap ülkelerine liderlik ve rehberlik etmiştir. En güzel ve doğru Arapça (Fasih Arapça) Kahire'de konuşulur... En güzel ezan Kahire camiilerinde okunur.... Mısır; sanayisi, turizmi, eğitimi ve ekonomisi gelişmiş, Batı dünyasına en yakın Arap ülkesidir... Bu nedenle Mısır Arap dünyasında ihmal edilmeyecek kadar büyük ve gelişmiş, mücevher bir Arap ülkesidir….

Bugün için Türkiye’nin sadece Mısır ile değil Suriye, Irak, İran, Libya, Suudi Arabistan, Yemen, ABD, AB, Rusya ilişkilerinin hiçbirisi rasyonel temel üzerine oturmamaktadır. Bu irrasyonel, ideolojik, mezhepsel ve duygusal politikaların bedeli dış siyasette yalnızlığa ve ekonomide ise çöküşe sebep olmaktadır...

Bütün bunlar bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatmaktadır; ''Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Fakat sürekli ‘’Rabia’’ işareti yapanlarda ne ‘’tarih bilinci’’ vardır ne ‘’diplomasi’’ düşüncesi vardır ne ‘’ekonomi’’ kaygısı vardır ne de Horasanî'nin bu sözünü anlayacak derinlik vardır. Onlar yıllardır ''Stratejik Sığlığın'' kitabını yazmakla meşguldürler...

Osman AYDOĞAN




Kıvır! Kıvır! Kıvır!

21 Haziran 2019

Yazmayayım diyorum olmuyor.... Ne ilke kalmış, ne karakter... Machiavelli'nin kemikleri sızlıyordur, adam ''ben bu kadar da dememiştim'' diye... Nasıl da kıvır kıvır kıvırıyorlar.... Köçekler halt etmiş bunların yanında.... Bunların böyle kıvır kıvır kıvırdıklarını görünce, tutamıyorum kendimi aklıma hep şu fıkra geliyor:

Adamın biri, gece yatakta uyurken, bir sağa dönüyormuş, bir sola… Vücudu, terden sırılsıklam olmuş… Yüzünden de boncuk boncuk ter damlıyor… Belli ki, “kâbus” görüyor…

Adam bu kâbus esnasında arada bir ızıdrap çeker bir halde bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!” Daha sonra rahatlıyor ancak sonra aynı ızıdrap çeker haliyle tekrar bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!”

Bu bağırmalara adamın karısı uyanmış… Dürtmüş kocasını, “Herif, herif uyan!” Uyanmış adam… Sormuş kadın; “Herif, niye bağırıyorsun öyle, ‘kıvır, kıvır’ diye?”

Adam, gözlerini ovuştura ovuştura, şöyle bir doğrulmuş yataktan… Anlamış ki yaşadığı bir rüya, bir kâbus... Önce rahat bir nefes almış, sonra da başlamış anlatmaya:

''Sorma hatun” demiş. ''Rüyamda işten çıkıp eve gelirken, zebellah gibi adamın biri takıldı peşime… Hızlı yürümeye başladım adam yine peşimde... Koşmaya başladım adam yine peşimde... Yol değiştirdim, sokak değiştirdim, ama adamdan yine kurtulamadım. Nereye gittiysem, bir gölge gibi adam takip etti beni… Baktım kurtuluş yok, girdim bir camiye! Adam yine peşimde!.. Çıktım minareye!.. Adam da arkamda!.. Minarenin üçüncü şerefesinde yakaladı beni adam… Yatırdı yere, pantolonumu, donumu çıkarıp parmağını popoma takıp, başladı şerefeden aşağı beni sarkıtmaya!.. Ben de aşağı düşmemek için, başladım bağırmaya; ‘kıvııır, kıvır, kıvır’ diye!.. Adam parmağını kıvrık tutmayıp, bir düzeltse var ya anında düşeceğim aşağıya!.. Adam parmağını düzeltir gibi oluyor, ben de başlıyorum tekrar bağırmaya: 'kıvır, kıvır, kıvır' diye.”

Kıvır, kıvır, kıvırıyorlar işte... Başımız döndü vallahi... 

Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum...

Osman AYDOĞAN


Mehlika Sultan

20 Haziran 2019

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da bu dağda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Simurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.

Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz.

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal … Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı... Şiirde sadece Kaf Dağı geçemez. Şiirde geçen; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı da masalsı unsurlardır. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benzer. Birçok araştırmacı “Mehlika Sultan”ı Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetirler.

Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ derdi… İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerimizdeki aşkın somutlaşmış halidir ‘’Mehlika Sultan’’… Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayallerimizi süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olamadığımız dünya güzeli bir peridir ‘’Mehlika Sultan’’. Hayal edilen güzelliktir, sonsuzluğun sembolüdür ‘’Mehlika Sultan.’’ Zaten ‘’Mehlika’’ ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamında bir kelimedir.

‘’Mehlika Sultan’’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur yedilerdir... Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası. Bu yola düşenler üçler kadar az değil, ama kırklar kadar da çok değil, orta sayıda bir grup...

‘’Mehlika Sultan’’ bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu olurmuş…

Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılır, tasvir edilir ‘’Mehlika Sultan’’; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’. 

Yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederler ve yollara düşerler. Bu yolculuk her gün daha da uzar ve daha da ıstırap vermeye başlar. Niceleri bu yolda hayatlarını feda etmiştir ama Mehlika’nın kara sevdalıları varırlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyudur. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremezler... Suya bakınca gizli bir dünya görürler. Zannederler ki etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yerdir. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atar suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla ererler yolculuğun son demine. 

Belki de ‘’Mehlika Sultan’’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Kalır yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında ve geriye hiçbir zaman dönmezler.

”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” derdi Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildi Mehlika Sultan…  

‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ derdi Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcük bulamadığımız bir duyguydu Mehlika Sultan…

‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ derdi yine Cibran… İşte ulaştığımız değil de ulaşmak istediğimiz bir hayaldi Mehlika Sultan…

‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ derdi yine Cibran… İşte sevginin bize Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yoldu Mehlika Sultan…

Belki de hayat ‘’Mehlika Sultan’’ların uğrunda yaptıklarımızdır, hayallerimize hedeflerimize uğraşma çabasıdır. Bir hedef, bir maksat değildir ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf Dağı'na giden yoldur ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşamasak ta bu uğurdaki çabamızın ödülüdür ‘’Mehlika Sultan’’.

Biliyor musunuz ki şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra ‘’Mehlika Sultan’'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru değilse de; bir mâverâya gidercesine Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci genç de bendim!... Bu çok uzun emel gurbetinin yoktu ucu... Daimâ yollar uzadı, uzadı, uzadı... Aynada bir gizli cihân göründü... Sonra ayna düştü, hayal perdelerinin arasından bir akiscik çıktı aradan... Su çekildi rü'yâ oldu...  Yolumun karanlığa saplanan noktasında bir hayâl âlemi peydâ oldu... Ve ben de göçtüm o hayâl âlemine... İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları...

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç seneler geçti henüz gelmediler...

Osman AYDOĞAN

Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı: 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Kara sevdalı birer âşıktı. 

Bir hayâlet gibi dünya güzeli 
Girdiğinden beri rü'yâlarına; 
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli 
Gittiler görmeye Kaf dağlarına. 

Hepsi, sırtında aba, günlerce 
Gittiler içleri hicranla dolu; 
Her günün ufkunu sardıkça gece 
Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' 

Bu emel gurbetinin yoktur ucu; 
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: 
Ömrü oldukça yürür her yolcu, 
Varmadan menzile bir yerde ölür. 

Mehlika'nın kara sevdalıları 
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, 
Mehlika'nın kara sevdalıları 
Baktılar korkulu gözlerle suya. 

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. 
Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' 
Sandılar doğdu içinden bir ân 
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. 

Bu hâzin yolcuların en küçüğü 
Bir zaman baktı o viran kuyuya. 
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü 
Parmağından sıyırıp attı suya. 

Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. 
Erdiler yolculuğun son demine; 
Bir hayâl âlemi peydâ oldu 
Göçtüler hep o hayâl âlemine. 

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Seneler geçti, henüz gelmediler; 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Yahya Kemal BEYATLI




Kaldırımlar

18 Haziran 2019

Dün bu sayfada Necip Fazıl'ın ''Dönemeç'' isimli şiirini verirken Necip Fazıl'ın ''Kaldırımlar'' isimli şiirinden de bahsetmiştim. Adını da anınca Necip Fazıl'ın en güzel şiiri olan ''Kaldırımlar'' isimli şiirini anlatmasam olmazdı.

Ancak şiiri geçmeden öne şu kısa bilgiyi vermek gerekiyor...

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire (1821-1867) Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi olarak kabul edilir. Charles Baudelaire’nin Türk şiiri açısından bir özelliği daha vardır: Charles Baudelaire, Türk şairlerini en çok etkileyen bir şairdir.

Daha önceleri bu sayfalarda yazmıştım: Ahmet Hâşim’in Baudelaire’den etkilendiğini. Hatta Ahmet Hâşim’in sizlere bu sayfada tanıtımını yaptığım ‘’O Belde’’ isimli şiirini Baudelaire’nin ‘’Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirinden etkilenerek yazdığını… Hatta hatta bu konuda intihal diyen eleştirmenler de vardır. Charles Baudelaire’den etkilenen sadece Ahmet Hâşim değildir. Yahya Kemal’den, Attila İlhan’a ne kadar Fransa’da Paris’te eğitim almış, bulunmuş şairimiz varsa Charles Baudelaire’den etkilenmişlerdir.

Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde bir süre eğitim alan Necip Fazıl da Charles Baudelaire’den etkilenir. Hatta Necip Fazıl, Baudelaire'nin nin koyu bir  hayranıdır da. Belki de bundandır ki Mina Urgan, ‘’Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabında bu şiirin 7. kıtasının Baudelaire'den intihal olduğunu iddia eder.

Necip Fazıl Maarif Vekâleti tarafından yapılan sınav sonucunda Paris'te Sorbonne Üniversitesi'ne eğitime gönderilir. Genç Necip Fazıl orada kendisini bohem hayatına kaptırır ve tüm parasını harcar. Bu olayın ardından işte Necip Fazıl bu şiirini (Kaldırımlar) yazar. Basılı ilk hali, Hayat Dergisi'nin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında (Sayı; 73, sayfa; 3) Osmanlıca olarak yer alır. Sonradan üzerinde değişiklikler yapılır.

‘’Kaldırımlar’’ şiiri Necip Fazıl Kısakürek’in tasavvuf müderrisi ve 1924 yılından itibaren İstanbul vâizi olan Abdülhakîm Arvâsî ile tanışmadan önceki zamanlarında 22 yaşında iken yazdığı bir şiirdir... Necip Fazıl, 1934 yılına kadar bohem bir hayat sürerken, bu şahısla tanışınca mistisizme yönelir ve İslami kesimin belli başlı ideologlarından birisi haline gelir. Hatta Necip Fazıl bu tarihten önce yazdığı bir kısım şiirlerini inkâr eder, bir kısmında da yeni ideolojisine göre düzeltmeler yapar. Necip Fazıl'ın ‘’O ve Ben’’ (Büyük Doğu Yayınları, 2013) isimli kitabında müridi olduğu Abdülhakîm Arvâsî’yi anlatır. Bu kitapta Necip Fazıl hocasıyla ilgili münasebetini de şu dizeyle anlatır:

"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."

''Kaldırımlar'' şiiri; benzetme gerekirse Fatih’in o yaşlarda İstanbul’u fethetmesiyle eşdeğer bir konuma sahiptir aslında... Bu şiir ile Necip Fazıl "şairlerin sultanı" unvanını alır…

''Kaldırımlar'' şiiri Cumhuriyet döneminin Türkçede hece vezniyle yazılmış en güzel şiiridir. Arjantinli şair Jorge Luis Borges’ten esintiler taşıdığı söylenir. Şiir; ses / iç ses, imgelem, anlam ve tasvir gibi poetikasının tüm unsurları ile göz kamaştıran bir yapıttır. (Poetika: Şiir üzerine düşüncelerin ve teorilerin bütünü.) Edebiyatta ‘’şiir nedir?’’ diye sorsak ve cevap olarak ‘’Kaldırımlar’’ desek yeterdir aslında…

Şiirde büyük kentin ortasında yaşayan çağdaş insanın toplum içinde ve hatta kendi içinde yaşadığı yalnızlık inanılmaz dizelerle bir trajedi havasında anlatılır. Şiirin barındırdığı o poetik hava; yeri geldiğinde isyan, yeri geldiğinde teslimiyet ile insanın yaşadığı yalnızlığı daha güzel anlatılamazdı herhalde. Her bir kıtası insan ruhunu kavrayıp, tahlil ederek, kaçacak bir delik bırakmayacak şekilde nerede, hangi şehirde, şehrin neresinde olursanız olun sizi yakalar.

Şiir başlarda çok ilgi toplamışsa da bu durum Necip Fazıl’ı pek de mutlu etmez. Çünkü Necip Fazıl yanlış anlaşıldığını düşünmektedir. O; “yirminci yüzyılın ruhunu, amacını yitirmiş, toplumunda bunalım yaşayanların” şiirini yazmış, ancak şiiri okuyanlar “kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız birisinin” anlatıldığını sanmışlardır. Bu sebepten olsa gerek mısralardaki sözcükler ve diziliş Necip Fazıl tarafından zaman zaman değiştirilir. Bu değişikliklerin bir kısmında da anlattığım gibi ideolojik kaygılar nedeniyle yapılır!

Kaldırımlar şiiri üç bölümdür. Ben size yazımın sonunda bu üç bölümü de veriyorum... En popüler olanı 1. Bölümdür. Tamamı kendimi bildim bileli ezberimdedir…

Dikkat ederseniz hep şiirin etrafında dolaştım, hala şiiri sizlere hakkıyla tanıtamadım. İtiraf etmem gerekirse; bu şiiri sizlere hakkıyla, layıkıyla tanıtabilecek kelime haznem yetersiz, cümlelerim kifayetsiz, anlatabilmem bir mümkünsüz, yazabilmem bir imkânsızdır. Şiir hakkında ancak şunu söyleyeblirim ki ‘’Kaldırımlar’’ı okumamışsanız eğer şiir okudum demeyin!

Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, sıcak, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!... Yürürken de bu şiiri mırıldanın: ''Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.'' Şehrin o kadar kalabalıklığı, insan yığınları arasında hissettiğiniz yalnızlığa bir çare olarak yolunuzun karanlığa saplanan noktasında mutlaka sizi bekleyen bir hayal görürsünüz!

Osman AYDOĞAN

Kaldırımlar

I

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

II

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

III

Bir siyah kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Dalgın bir hayal gibi eteğini sürükler,
Gözlerim onun kara gözlerine değince;
Ey kaldırım çocuğu, haydi düş peşime der.

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Kucaklamak isterim onu koynuma atıp
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

Giriş bölümünde bahsetmiştim, şiirin sözcük ve mısralarının zaman içinde şairi tarafından değiştirildiğini. Üçüncü şiirinin değiştirilmiş şekli de şu şekildedir:

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

Necip Fazıl KISAKÜRAK

 




Bir çift güvercin havalansa…

19 Haziran 2019

Bugün 19 Haziran 2019... Tam 66 yıl önce bugün, 19 Haziran 1953 tarihinde isteriye kapılan bir iktidarın; telafisi bir mümkünsüz, onarılması bir imkânsız adaletsizliğe, haksızlığa ve hukuksuzluğa bir nasıl yol açabileceğini gösterdiği bir gündür... 

Bu adaletsizliği, bu haksızlığı ve bu hukuksızluğu anlatmadan önce bir şiirden bahsetmek istiyorum... Son günlerde kafayı şiirlere taktığımı da düşünmeyin... 19 Haziran 1953 tarihini analatabilmem için bu şiiri vermem gerekiyor... Ayrıca başka şiirleri de!

Bu şiir şair Melih Cevdet Anday'ın ‘’Anı’’ adlı şiiridir... Şiirin adı ‘’Anı’’ ama ben bu şiiri hep ilk dizesiyle hatırlarım: ‘’Bir çift güvercin havalansa’’… Zülfü Livaneli tarafından da bestelenmişti, belki oradan hatırlarsınız... Gelin önce şiiri okuyalım…

''Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.''

01 Nisan 2018 günü kaybettiğimiz ve kısa bir süre önce bu sayfada ''kuşların ve rüzgârın şairi'' diye tanıttığım büyük şair Ülkü Tamer ''Şiir için cevaplar'' isimli şiirinde ''Şiir ölümün gölgesidir, yaşamanın örtüsü. Çocuğun savunmasıdır şiir'' diye ifade ederdi... İşte bu şiir tam da böyle bir şiirdir: Ölümün gölgesi bir şiirdir... Niye mi? Öyleyse gelin şimdi şiirin hüzünlü hikâyesine gidelim…

II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD yıllar süren bir döneme; "soğuk savaş" dönemine girer. 1950'li yıllarda ABD; komünist avcısı faşizmin, gericiliğin, McCarthy'nin, Sovyetler Birliği'ne karşı kışkırtmaların, Kore Savaşı'nın, aşırı silahlanmanın ABD’sidir. Bu dönemde ABD’de ekonomik krizin yol açtığı yoksulluk ve faşist eğilimlerin yaygınlaşması komünist hareketi güçlendirir. ABD Komünist Partisi'nin 1930'da 7500 üyesi varken, bu sayı 1939'da yaklaşık 100.000'e çıkar.

Hükümet, McCarthy gibi faşist politikacılarının onayıyla ülkede bir korku iklimi yaratır. Bu korku ikliminin ismi "komünizm"dir. Kısa süre içerisinde "polis devleti" önlemleri uygulamaya konulur. Adalet sistemi de buna uydurulur. Bu durum tüm ABD’lilerin özgürlük ve temel anayasal haklarını tehdit etmeye başlar.

ABD bu dönemde dünyada atom bombası tekeline sahiptir. II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombaları atarak dünyaya da korku salmışlardır. Bu nedenle ABD'nin kendi dışındaki tüm dünyaya karşı büyük bir özgüvenleri vardır. 

Fakat 1949 yılında Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini yapınca ABD’nin fiyakası bozulur, tekeli kırılır, özgüveni sarsılır ve bu alandaki politikaları iflas eder.

Yaşanan teknolojik yenilginin örtbas edilmesi için ABD’nin bir komploya ihtiyacı vardır. Komplonun amacı; Sovyet atom araştırmalarının temelinin sosyalist bilginlerin başarıları değil de ABD’den çalınan bilgiler olduğunun kamuoyuna gösterilmesidir. ABD’inde mutlaka Sovyetler Birliği’nin casusları olmalı ve bu casuslar sırları Sovyetler Birliği’ne kaçırmalıydılar. Çünkü ABD kendi dışında kimsenin atom bombası yapabileceğine inanmıyordu.

Aynı günlerde FBI'nin denetimi altında ve Senatör McCarthy yönetiminde ülkede büyük bir oyun sahnelenir: "ABD’de bir Rus casusluk ağı vardır, yoksa bile yaratılmalıdır."

Bu maksatla özellikle komünistlere, solculara ve ilerici insanlara karşı bir cadı avı başlatılır. Komünistlere ve ilerici insanlara karşı başlatılan bu cadı avında 6000 FBI elemanı, 1800 Adalet Bakanlığı memuru, 22000 ABD Silahlı Kuvvetlerinin güvenlik elemanı, 16000 Maliye Bakanlığı memuru ve 7000 diğer hükümet kurumlarının güvenlik elemanı kullanılır.

Binlerce ABD’li siyasi düşüncelerinden dolayı mahkûm edilir, hapse girer, işlerini yitirir ve bir daha iş bulamazlar. ABD Komünist Partisi Politbürosu'nun 12 üyesi tutuklanır, bunlardan 10'u 5'er yıl ağır hapis ve yüksek para cezalarına çarptırılır. Yüzbinlerce insan "ABD’ni yıkıcı faaliyetlerden koruma" adına fişlenir, suçlanır ve hapse atılır.  

Bu dönemde ABD Komünist Partisi (CPUSA) üyesi olan Julius ve Ethel Rosenberg çifti örneğinde olduğu gibi bazıları da katledilir. Julius ve Ethel çifti, bu kampanyaya bağlı bir komplo ile tutuklanır. Rosenbergler Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanırlar ve sonuçta da tarihe hukuksuzluğun en büyük örneklerinden biri olarak geçen bir mahkeme sonucunda da idama mahkum edilirler.

Mahkemeye çıkartıldıklarında aleyhlerinde hiç bir delil yoktur Rosenberglerin. Tıpkı Kafka’nın ‘’Dava’’sı gibi… Bir tek aynı suçtan yargılanan bir kişi ile aynı gün aynı otelde kaldıkları belirlenmiştir fakat otel o gün doludur ve sadece bu çift yargılanmaktadır.

Rosenbergler bu asılsız suçlamalara gülüp geçerlerken jüri kararını açıklar: idam.

Karar açıklandıktan sonra dünyanın her tarafından ABD’ye milyonlarca protesto mektupları yağmaya başlar ''onlar suçsuz bırakın onları'' diye.

Pablo Picasso, L’Humanité dergisinde; “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin vermeyin!” çağrısında bulunurken Jean Paul Sartre, Albert Einstein, Bertold Brecht, Jean Cocteau, Frida Kahlo gibi pek çok aydın tepkilerini ortaya koyarlar. Papa XII. Pius, ABD Başkanı Eisenhower’dan infazın durdurulmasını talep eder. 

ABD yönetimi gelen bu uluslararası tepkiden çekinir ve çifte bir öneri sunar: ‘’Suçunuzu kabul edin cezanız 30 yıla düşsün.’’ Çift kabul etmez. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmez. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindedir ancak bu da reddedilir. Bu teklifler idam gününe kadar devam eder.

Rosenberg çifti her seferinde gelen benzer teklifleri reddederler. Öyle ki, Ethel Rosenberg, yaşamının bağışlanacağı yönünde yapılan bir teklife de şu karşılığı verir: ''Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfunuza başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.''

Savcının ‘’hükümetle işbirliği yapmaya hazır olursanız, elde af için bir gerekçe olurdu’' sözüne Ethel şu yanıtı verir: ‘’Elektrikli sandalyede idam edilme tehdidiyle ne sizin saygınlığınızı kurtaracak kadar gözümüzü korkutabilirsiniz, ne de biz yurttaşlar olarak hakkımız olan adaleti talep etmek yerine çirkin, kirli bir pazarlık yaparak gittikçe daha sık uygulanır hale gelen antidemokratik polis devleti yöntemlerine ortak oluruz. Bu Hitler Almanya’sında geçerli olabilir, ama özgürlük ülkesinde değil. Gerçekten büyük ve gerçekten onurlu bir ulusun görevi, haksızlığı gidermektir, haksızlığa uğramış olanlardan, istemeye istemeye hayatlarını bağışlamak için haraç talep etmek değil."

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına ölümü beklerken cezaevinden yazdıkları hapishane mektupları oğulları Michel ile Robert Meeropol (Anne ve babalarının ölümünden sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kalırlar ve aile dostları Meeropol’un soyadını alırlar) tarafından ''We Are Your Sons'' adıyla 1976 da yayımlanır. Bu kitap ülkemizde de “Rosenbergler” adıyla basılır. (Gözlem Yayınevi, 1979)  Bu kitaptan bazı bölümler:

"Barış, ekmek ve gül için savaşta, celladı sakin bir onurla, güvenle ve geleceğe bakarak bekliyoruz. İnancımızı yitirmeyeceğiz her zaman olduğu gibi."

"...(kendimi) davamızla ilgili hayallere kaptırmıyorum, çünkü biliyorum ki ancak halkın örgütlü baskısı bizi kurtarabilir ve iki masum insanın öldürülmesine yol açacak korkunç siyasi suçu açığa çıkarabilir. Biz gerçekte herhangi bir suç işlemediğimiz için, bu rezil komploya alet olmaya ve sırf ülkemizdeki savaş isterisi tırmandırılıp dünya barışı perspektifleri kötüleştirilsin diye başka masum ilerici insanlara karşı yalancı şahitlik yapmaya yanaşmayacağız.’’

"Sevgili kocacığım, (...) bu alçaklık ve rezalete duyduğum hisleri herhangi bir şekilde dile getirmek zorundayım. Güzel yurdum, başın eğik, özgürlük güneşi battı, halkın yas tutuyor! Faşizm tehlikesi dev gibi ve tehditkâr bir şekilde üstünde yükseliyor, toplama kampları şimdiden hazırlanıyor! Ah, kız ve erkek kardeşlerim, altında yaşamak zorunda kaldığınız bu korkunç tehlikeyi kaçınız kavrayacak; kaçınız korkuyla haykıracak: ‘mahvolduk!'. Kaçınız birleşik öfkeyle ayaklanıp bu haksızlığı telafi edeceksiniz." 

"Şu konuda gayet açık olmalıyız ki, biricik umudumuz halktadır. Bizi tehdit eden idam kararının çıplak terörü bunda hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece halk, bu legal linç cinayetini engelleyebilir..."

"Yarışın sonu nereye varacaksa varsın, ister koşucu sayılalım ister kaçıcı, dürüst kişiler dışında hiçbir şey sayılmamıza izin verdiğimiz görülmeyecektir. Dürüstlüğümüzden ödün verdiğimiz asla söylenemeyecektir.."

İdam günü gelir çatar.

İdamın olacağı odada bir de telefon durmaktadır. Savcı telefonu gösterirken, Rosenberglere bir de fotoğraf gösterir: Çocuklarının fotoğrafı. Ve der ki ‘’telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın.’’ Bu şekilde ABD uluslararası baskıyı üzerinden atmayı düşünür.

Rosenbergler biraz süre isterler. Giderler bir köşeye, Bayan Rosenberg kocasının dizlerindeki tozu silmektedir çünkü fotoğrafı gördüğünde Bay Rosenberg dizleri üzerine düşmüştür... Sonra savcıya giderler. ‘’Evet, onlar bizim çocuklarımız fakat bizim için mektup yollayan milyonlarca insan da bizim çocuklarımız; onları yarı yolda bırakamayız’’ derler ve idam edilecekleri bölmeye doğru giderler.

Ve çift elektrikli sandalyede idam edilidiğinde takvimler 66 yıl önce bugünü, yani 19 Haziran 1953'ü göstermektedir...

Aslında mahkemenin verdiği idam tarihi 18 Haziran 1953'dür. Ancak o gün Rosenbergler çiftinin evlilik yıldönümüdür. Ve mahkeme Rosenberglerin talebi üzerine lütfederek idam tarihini bir gün ertelerler. 

Rosenberglerin avukatlarından bu yöndeki talebi de şu şekildedir: "Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönümümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa, insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanamayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim.. Sevgilerimle, Ethel.."

Julius Rosenberg ilk elektroşokta yaşamını yitirir ancak Ethel Rosenberg için aynı işlemin birkaç kez daha yapılması gerekir… Gerçi bu işlem dava boyunca yaşanan onca hunharlığın içinde daha masum, daha az can yakıcı (!) bir şeydir...

Rosenberglerin infazında bulunan devlet bakanı William a. Carroll, ''bir çift güvercin''in cansız bedenleri taşınırken kendilerine mazeret yaratma adına yaptığı açıklamayla herkesin kanını dondurur:  ''Rosenberglere, boyun eğip, suçu kabullenmeleri halinde hattın öbür ucunda Washington’ın olduğu telefon ile idamın durdurulacağı ve de kendilerini bekleyen oğulları 6 yaşındaki Robert ile 10 yaşındaki Michael'e kavuşacaklarını söyledik...''

Yaşam ve ölüm sınırında yapılan bu teklife Rosenberglerin verdiği yanıtı bakan şöyle açıklar: ''Peki ya suçsuzluğumuza inanan onca insan, onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Satar mıyız hiç onları!..''

Oysa Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmıştır. Onların çocukları ki yalnızca Robert ve Michael değil, kardeşliğe ve barışa inanan tüm insanlardır. İşte, yalan söyleyip çocuklarına koşmak yerine, kendilerine inanan insanları terk etmeyen ve ölüme yürüyen bir annenin yazdığı dizeler; asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in çevirisi ile:

''Eğer Ölürsek:

Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.

Ağlamayın artık, evlâtlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.

Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde    
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu    
Kardeşliğin ve barışın koynunda.    

Çalışın, evlâtlarım, çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.''

Ve bir de mektup bırakırlar çocuklarına Rosenbergler:

“Sevgili çocuklarım,

Bu sabah, sanki tekrar birlikte olabilecekmişiz sandım. Ama bunun olmayacağını bildiğim halde, size ancak öğrendiklerimi aktarabilmeyi istedim. Ne yazık ki ancak birkaç kelime yazabilirim. Gerisini size yaşamınız öğretmeli. Bana öğrettiği gibi.

Başlangıçta sizin için acılı olacak, ama üzülen yalnızca siz olmayacaksınız. Sonunda siz de yaşamın yaşamaya değer olduğu inancına varmak zorundasınız. Şimdi önüne geçilmez biçimde yaklaşan ölüm karşısında bile bunu bilmenin cellatları yeneceğinden kesinlikle emin oluşumuz size bir avuntu olsun.

Yaşamımızın sizle birlikte sonuna kadar yürütme sevinci ve mutluluğunun bize nasip olmasını dilerdik. Babanız size tüm yüreği ve tüm sevgisinin sevgili oğullarına ait olduğunu söylemek istiyor. Suçsuz olduğumuzu ve vicdanımıza aykırı hareket edemediğimizi hiçbir zaman unutmayın.

Sizi bağrımıza basıyor ve hararetle öpüyoruz.

Sevgiyle,

Baba ve Anne”

İstisnasız tüm dünya gidişlerine ağlar. Gidişlerine gökler ağlar, yıldızlar ağlar, dağlar, taşlar, bulutlar ağlar. Ama öyle güzel giderler ki, öyle vakur giderler ki, öyle bir dik, dimdik giderler ki şiirler yazılır ardından. Bunlardan birisi de yazımın girişinde verdiğim Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı ‘’Anı’’ adlı şiiridir…

Rosenbergler için yazılan bir diğer Türkçe şiir de Oktay Rıfat Horozcu’nun ‘’Telefon’’ isimli şiiridir. Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum...

Yıllar sonra her şeyin FBI tarafından düzenlendiği ortaya çıkar.

Rosenberglerin idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklanır. Ancak Rosenbergler geri gelemezler artık. 

Yıllar sonra, 1968 yılında Fransız tarihçisi Alain Decaux, uzun araştırmalarının sonucunda "Rosenbergler Ölmemeli" adlı oyunu yazar. Bu oyun dünyanın her yerinden ses getirir. Rosenbergleri tekrar dünyanın gündemine oturttur.  

20. Yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı ‘’Sırça Fanusu'’nda (Can Yayınları, 2008) konu kahramanlarıdır Rosenberg’ler. Kitap şöyle başlar: ‘’Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum. İdamlar beni hep serseme çevirir.’’ (Kitapta anlatıcı-kahraman Esther Greenwood, bir üniversite öğrencisidir. )

Romanın ilk satırlarından itibaren bir sıkıntı, bir ölüm kokusu yayılır. “İnsanın tüm sinirleri boyunca diri diri yanmasının nasıl olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum” der kahraman, Rosenberglerin idamı hakkında.

İdamlar hangi duyarlı insanı serseme çevirmez ki!

Derdi zaten Albert Camus: ‘’İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez. Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.’’

Rosenbergler davası bize, bir iktidarın isteriye kapılması halinde, telafisi bir mümkünsüz, onarılması bir imkânsız adaletsizliğin, haksızlığın ve hukuksuzluğun her zaman başa gelebileceğini hatırlatır, tıpkı Dreyfus davası gibi, tıpkı ülkemizdeki Balyoz, Ergenekon davaları gibi, tıpkı 28 Şubat davası gibi...

Allah hiçbir iktidarı isteriye kaptırmasın! Ve Allah hiç bir ülkeyi isteriye kapılmış bir iktidarın eline düşürmesin!...

Osman AYDOĞAN

Melih Cevdet Anday'ın Rosenberg'ler için yazdığı ''Anı'' şiiriyle yazıma başlamıştım.... Yazımı Oktay Rıfat Horozcu’nun yine Rosenberg'ler için yazdığı ‘’Telefon’’ isimli şiiri ile noktalayayım: 

''Telefon

Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın

Aman dayanamazsam ne etmeli
Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öyle mi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında

Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benim ki de analık

Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik''




Dönemeç

17 Haziran 2019

''Dönemeç'' şiiri, Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan, insanın beynine bir mıh gibi çakılan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer:

''Bir gündü, hava ılık 
Ve cadde kalabalık

Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; 
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. 
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, 
Çarpıldım sendeledim.

Bir gündü mevsim bayat 
Ve esnemekte hayat..... 
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam; 
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam. 
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım; 
Bir köşede ağladım.....''

Necip Fazıl Kısakürek, 1940

Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.  Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’ 

İkinci bölüm ise bu ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiştir. Ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince de bir köşede oturup ağlamıştır.

Hayatınızın bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar misali çırpın çırpın çırpınır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır.... Artık hayatınız her daim bahardır... Öteki dönemeçte ise ''memat''. vardır... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar, bitmemecesine, dinmemecesine kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır... Ve artık umutsuzca kalbiniz çırpın çırpın çırpınır..

Şiirde geçen ''tabut''; o incecik kadının artık yokluğunu, erişilmezliğini anlatır, yoksa ölümünü değil... 

Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.

Ve bu dönemeçlerin her birinde insan bir köşede oturup için için ağlar, hüngür hüngür ağlar, zırıl zırıl ağlar... Dönemeçten önceki mevsimin hatırası insanın yüreğini dağlar... Artık dışarıda mevsim cıvıl cıvıl Haziran, içinizde mevsim hazin hazin sonbahar...

Osman AYDOĞAN 

Bir not: Ahmet Arif muhteşem şiiri ''Karanfil Sokağı''nda da böylesi bir kadından ve böylesine bir yıldırım aşkından bahseder... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu’dandır… Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır. Necip Fazıl bu şiirinde aşık olduğu kadına ''Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince'' diye hitap ederken Ahmet Arif de bu şiirinde ''Bir dal süzülür mavide'' diye bahseder:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

İşte böylesine büyülü, efsunlu bir kuvvettir şiir... ''İpince bir endam'' ve ''mavide süzülen bir dal'' ile iki ucu birleştirir... İşte bu nedenle derdi zaten Ceyhun Atuf Kansu: ''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez.” 

Bir ikinci not: ''Leylim Leylim Ahmet Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019) kitabı Ahmet Arif'in aşık olduğu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşur. Ancak; Ahmet Arif, yazımda bahsettiğim ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' kitabındaki ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki; Leyla Erbil İstanbulludur, kentsoyludur ve Leyla Erbil'in tüm tahsil hayatı İstanbul'da geçer... Leyla Erbil Ankara’da hiç bulunmaz… Leyla Erbil, hele hele o zaman bir gecekondu semti olan şiirde de adı geçen ne Altındağ ne de İncesu'dandır... Zaten şiirde de geçen kadının da ''saksıda boy vermesi'' sanki kentsoylu bir kadını değil de taşralı, gecekondudan bir kadın olduğunu anlatır gibidir... Dolayısıyla Ahmet Arif'in bu şiirinde bahsettiği kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum...

Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları da değerlendirecek olursam: Bu mektuplarda Franz Kafka'nın Sevgili Milena'sına, Halil Cibran'ın âşık olduğu Mey Ziyâde'ye yazdığı mektuplardaki derinlik yoktur diye düşünüyorum. Bu kadarını söylemek isterim.




Babalar Günü

16 Haziran 2019

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: '’Bu ne oğlum?'’ Oğlu şaşkın, cevapladı: '’O bir karga baba.'’

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ‘'Bu ne oğlum?'’ Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: '’Baba, o bir karga.’'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: ‘'Bu ne?'’ Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: '’O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'’

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: '’Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'’

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.

'’Bugün üç yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'’

‘'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.’' (İsra, 23)

Yazılarım şiirsiz olmaz biliyorsunuz. İşte size Can Yücel'in güzel bir şiiri:

Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim...

Hayatta ben en çok babamı sevdim 
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk 
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- 
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti 
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! 
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi 
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezberledim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla! 
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, canevim 
Hayatta ben en çok babamı sevdim...

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''

Hani bugün de ‘’Babalar Günü’’ ya.. Anımsatmak istedim: Aslında her gün ‘’Anneler – Babalar Günüdür’’.

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN




Sevgiden ürken bir yorgun savaşçı 

15 Haziran 2019

Madem günlerdir şairlerimizi hatırladık, onların o güzel şiirlerine daldık, şiirlerinin tadını damağımızda bıraktık... Devam edelim o zaman... 

Bugün de Cemal Süreyya'nın, ‘’Ümmüşşiir’’ (şiirin anası) diye tanımladığı, Türk şiirinin yüz akı bir kadın şairimizden bahsetmek istiyorum...

Şiirlerinde hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren, toplumsal şiirin enerjisini kadın duyarlılığı ile birleştiren, Sezen Aksu’nun ‘’Deli Kızın Türküsü", Edip Akbayram'ın ‘’Özgürlük’’, Grup Yorum'un ‘’Büyü Yavrum’’ ve ''Sıyrılıp Gelen'' isimli hüzün şarkılarının kırılgan söz sahibi ve Türk şiirinin öz annesi olan bir şairimizden bahsetmek istiyorum...

Dar zamanların, ince şeylerin, naif sözcüklerin, yazın bitiğinin, güzün geldiğinin, yağmurda üşüyen ıslak serçelerin bir şairinden bahsetmek istiyorum...

Durup ince şeyleri anlamaya kimsenin vakti olmadığı bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtan, Gülten Akın'dan bahsetmek istiyorum...

‘’Kuş uçsa gölge kalır’’ adlı şiir kitabında şöyle biterdi bir şiiri:

''Bende bir gülten kaldı
hangi bağa diksem yabancı''

Bu kaba dünyaya yabancı gelen ince bir ruhtu Gülten Akın, hangi bağa diksek yabancı kalan…

Ve ülkemin köylü, kentli tüm kadınlarını ve onların kara bahtlarını anlatırdı ‘’Kestim Kara Saçlarımı’’ isimli şirinde:

''Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön''

‘’Seni Sevdim’’ şiirinde şöyle seslenirdi sevdiceğine:

''Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
'Uyandım bir sabah' gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara''

‘’Çağrı’’da ise şöyle seslenirdi sanki Godot'yu beklercesine beklediğine:

''Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık''

‘’Sessiz Arka Bahçeler’’de şöyle seslenmişti bugünleri görerek:

''Durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır kıldı duruşun''

Ve şöyle seslenirdi mazlumlara, zalimlere, zulmedenlere:

''Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir 
ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi 
iğne deliğinden geçeğen olur
dokuna dokuna kıyıcıya cellada varır
sebebin kapısında durur''

‘’Üşümekten Değil Korku’’ isimli şiirinde ömrünün sonunda yorgun ve yılgın bir savaşçıydı o artık... Sevgiler ürkütmüştü onu…

‘’Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi

Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’

Ölüme yaklaştığında ‘’Veda’’ isimli şirinde de hepimize birden seslenmişti:

''Ben yoruldum gidiyorum
kendi endişeni kendin seç''

Böylesine ölüme yaklaştığını sezdiğinde bile yaşam sevincini hiç yitirmemişti. İşte son dizeleri:

''İnadın anlamı yok
Ölünüyor
Ben bilmezden geliyorum''

‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ derdi ‘’İlk Yaz’’ şiirinde… Aynen öyleydi. Aynen öyle... Bu devirde kimsenin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya. Şimdi dünya daha bir boşlukta, şimdi dünya daha fazla bir hoyratlıkta, daha bir kabalıkta, daha bir karanlıkta...

Ve ‘’Güz’’ şiirinde ''Bu güz öleceğim'' demişti:

''Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm
Kaçırdılar on iki Çocuk doğurdum. bekledim gözlerim
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım"

Ağlama kız, deme incirim Yar Yar
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım.
sebebolanları nerde bulayım
adamdan içerli kuşlar ağlasın''

Ve Gülten Akın’ı şiirindeki gibi dört sene önce bir güz gününde (04 Kasım 2015) kaybetmiştik…. Türk şiiri öksüz kalmıştı... Allah rahmet eylesin... Katar katar göç ettikçe şairlerimiz; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık! 

‘’Beni Sorarsan’’ şirinde ise sanki yokluğunda burada kalan bizleri anlatır gibiydi:

''Beni sorarsan
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi''

‘’Yağmurlu’’ şiirinde de sanki biz ona seslenirdik:

''Burda geceler kaldı sen gittin.''

Ey şair! Söylediğin gibi; yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti, sevgiler ürküttü bizi... Burası kış artık.... Kalbin elem günleri geldi.... Sen gittin... Burda geceler kaldı...

Ve durup ince şeyleri anlamaya artık vaktimiz kalmadı!

Osman AYDOĞAN




Kuşların ve rüzgârın şairi 

14 Haziran 2019

Dün ‘’mademki söz şairlerden açıldı…’’ diyerek Türk şiirindeki ‘’İkinci yeni’’ akımının şairlerinden Turgut Uyar’ı anlatmıştım… Ancak yazımda hem ‘’İkinci Yeni’’ hem ‘’Turgut Uyar’’ hem de ‘’Tomris Uyar’’ geçince; bu üç isimle ortaklığı olan bir başka şairimizi de anmak istedim.... 

Bu şairimizi anlatmadan ‘’İkinci Yeni’’ akımından tekrar da olsa kısaca bahsetmek istiyorum…

‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…

Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İşte Türk şiirindeki bu ‘’İkinci Yeni’’ akımının; hep bir kadın naifliği, nezaketi ve yumuşaklığını barındıran, ipek gibi, kadife gibi bir Türkçesi olan, sakin, barışçıl, huzur verici bir konuşuşu, bakışı olan, kuşların, rüzgârın şairi olan ancak pek tanınmayan, en çocuksu bir şairi vardı: Ülkü Tamer...

Ülkü Tamer, 1937, Gaziantep doğumludur.  1958 yılı Robert Kolej'i mezunudur. Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde okudu. Şairliğinin yanında, gazeteci, oyuncu ve çevirmendir. Yetmişin üstünde kitap çevirmiş, şiir antolojileri hazırlamıştır. Lise yıllarında şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlanır. İlk şiiri 1954 yılında Avni Dökmeci'nin yönetimindeki ‘’Kaynak’’ dergisinde yayınlanır: "Dünyanın Bir Köşesinden Lucia". Şiirleri daha sonra Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımlanır. İlk şiir kitabı ‘’Soğuk Otların Altında’’ 1959'da yayınlanır. 1986 yılında o ana kadar yayınladığı yedi şiir kitabını "Yanardağın Üstündeki Kuş’’ adlı kitapta bir araya getirir.

1991 yılında dört öyküsünü içeren "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabını, 1997'de ise "Alleben Anıları" adlı öykü kitabını yayımlar. (‘’Alleben Öyküleri’’ ve ‘’Alleben Anıları’’ memleketi olan Gaziantep ile ilgilidir.) Bunları 1998'de yayımlanan "Yaşamak Hatırlamaktır" adlı anı kitabı izler… Oyunculuk dönemi anılarını içeren "Bir Gün Ben Tiyatrodayken" ise 2003 yılında yayımlanır.

Çevirileri de öyle basit çeviriler değildir... Çevirileri Euripides, Hamilton, Shakespeare, Çehov, Brecht, Miller, Steinbeck,  Eliot ve Ibsen gibi dünyaca ünlü çevrilmesi zor yazarların eserlerdir….

Bu çevirilerden Edith Hamilton'dan ‘’Mitologya’’ çevirisiyle 1965 yılın ‘’TDK  Çeviri Ödülü'’nü ve 1979'da çevirileri nedeniyle Macaristan Halk Cumhuriyeti'nce verilen ‘’Endre Ady Ödülü’nü',  "İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür" (1966) adlı kitabıyla 1967 yılı ‘’Yeditepe Şiir Ödülü’’nü, "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabıyla 1991 yılı ‘’Yunus Nadi Ödülü'’nü ve 2014 yılında "Bir Adın Yolculuktu" adlı kitabı ile de ‘’Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü'’nü kazanır…

Tomris Uyar'ın, Turgut Uyar'dan iki önceki, Cemal Süreyya’dan bir önceki eşidir Ülkü Tamer aynı zamanda.

Kendine ait bir sözlüğü de vardı Ülkü Tamer’in… Sözcükler yüklediği anlamlar da şairin o derin ve naif iç dünyasını yansıtırdı… Bu sözlükten birkaç sözcük:

Acı: On iki ayın mor kanatlı kelebeği…
Buz: Gölün tavan arası…
Ceviz: Sincapların sandık diye açtıkları kutu…
Çit: Çimen saati…
Düğüm: Kuşların yüreğindeki patika…
Elmas: Ay ışığının sesi…
Fırıldak: Rüzgârın çocukluğundan bir anı…
Göktaşı: Meleklerin kırık oyuncağı…
Ğ: Alfabenin ıssız deresi…
Haydut: Ağaçların üstünde dörtnala giden adam…
Ihlamur: Hasta böceklerin başucu ağacı…
İnci: Deniz diplerinin kırağısı…
Jüpiter: Yüzyıllar önce yola çıkmış bir kirpi…
Küskünlük: Yaprakların yere düşerken rastladıkları komşu…
Leke: Karın üstüne damlayan serçe kanı…
Masal: Gürgenlerin çocuklara söyledikleri ninni…
Nöbetçi: Kovuk başlarında biten mantar…
Okyanus: Yeraltından fışkıran gökyüzü…
Pas: Güz bulutlarında donan yağmur…
Rıhtım: Toprağın taştan kılıcı…
Saçak: Kumruların şemsiyesi…
Şapka: Orman cücelerinin tüylü evi…
Takvim: Yılların kıyısında dolaşan kayık…
Uyanış: Şafağa altın boşaltan bakraç…
Üçgen: Kış gelince yağan piramit parçaları…
Vadi: Coğrafyanın atlara armağanı…
Yılbaşı: Korunun sonunda başlayan koru…
Zebra: Üvey kardeş…

Ülkü Tamer son yıllarındaki bir sohbetinde "Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadım, yetmez mi?" demişti… Demek yetti ki artık o da geçen sene 01 Nisan 2018 tarihinde 1 nisan şakası yaparcasına ardından sözcüklerini öksüz ve yetim bırakıp o güzel atına binerek aramızdan çekilip de gitti... Bir değer daha göçtü gitti işte… Biz biraz daha fakirleştik… Susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık!

Ülkü Tamer şiiri, “insanın kendine yönelik bir sanat biçimi” olarak görürdü… “Şiir yazarken kendi kendime sanki kendimi anlatıyorum” derdi…  Bu nedenle Ülkü Tamer'in şiirlerini okurkan insan kendinden çok şey buluyor bu şiirlerde... Yazımın sonunda şairin şiirlerinden kısa bir demet sunmak istiyorum… Ülkü Tamer'in şiirlerini yorumlamayacağım çünkü şairin  şiirleri yorumlanmaya gerek kalmayacak kadar açık ve net!...

Ülkü Tamer bir şiirinde:  ''İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür'' derdi... İçine ''hava'' değil de ''gökyüzü'' çeken bir şair ayrıca nasıl yorumlanabilir ki? 

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Ülkü Tamer’in en bilinen şiiri Zülfi Livaneli’nin seslendirdiği ‘’Güneş topla benim için’’ şiiridir…

Güneş topla benim için

Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara canım
Güneş topla benim için

Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından canım
Güneş topla benim için

Seher yeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleri gökyüzünden canım
Güneş topla benim için

Kıranlara Selam Olsun

Selam olsun dağa taşa
Yaranlara selam olsun
Ormandaki kurda kuşa
Cerenlere selam olsun

Dünya üstü kara zindan
Boynumuzda yağlı urgan
Yolculardan hancılardan
Soranlara selam olsun

Ölüm canın has yoldaşı
Diken gülün gönül eşi
Kar altında deniz düşü
Kuranlara selam olsun

Kâğıdımız çaput bizim
Kefenimiz bulut bizim
Mesleğimiz umut bizim
Kıranlara selam olsun

Ağıt

Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında

Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında

Günü gelir dağa çıkar
Yıldızlardan şiir çeker
Kanımızı siler yıkar
Suların en durusunda

Bir annedir bir kardeştir
Ovalarda bir ateştir
Sırasında hayat verir
Ölüm saçar sırasında

Bayrak olur bize yarın
Rüzgârıyla ilkbaharın
Dalgalanır genç kızların
Gözlerinin karasında

Kırda Vurulanların Türküsü

Telef olduk kır içinde
Hançer idik kına döndük
Tane iken nar içinde
Kuru otta cana döndük hey

Beş Allah'a kullar idik
Toprak bizim beller idik
Ne biliriz eller idik
O toprak da sona döndük

Felek kırdı cümlemizi
Kilitledi sılamızı
Kurar iken kalemizi
Yıkılası hana döndük

Ecel sefa geldi dedik
Yası umut ile yuduk
Ölür iken on beş idik
Şimdi on beş bine döndük 

Uyku

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler

Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni

Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler

Şahdamar

Hey sevgilim, gülüm, yârim
Can içinde şahdamarsın
Fermansın bu dünyaya
Neye baksam sen varsın

Yola düştüm ay batarken
Derelerde buldum seni
Ötelerde sanır iken
Berilerde buldum seni

Ekmeğimi dörde böldüm
Yarılardan buldum seni
Ölülerden haber aldım
Dirilerde buldum seni

İçimdeki çıralarda
Dışımdaki törelerde
Bilemezsin nerelerde
Nerelerde buldum seni

Nefes

Dağın uykusuna, kuşun gözüne,
Sabahın sesine, taşıdım seni.
Kerem’in yaralı, ince dizine,
Irmağın yasına taşıdım seni.

Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.
Elma kabuğunda, nar tanesinde,
Gizlenen mermere taşıdım seni.

Gecenin ördüğü, gün kafesinde,
Dolaşan kedere taşıdım seni.
Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.

Arının yazına, kışın otuna,
Yaprağın güzüne taşıdım seni.
Yürekten yüreğe mekik dokuyan,
Sevginin göçüne taşıdım seni.

Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.

Sorar seni

Subaşında bir gül açar
Dikenine sorar seni
Karanlıkta beyaz kuşlar
Yıldızlarda arar seni

Küle döner dalda yeşil
Nehir kurur söner kandil
Döşündeki mermi değil
Bu yalnızlık yorar seni

Sıradağlar geçit vermez
Bir dost eli kapın vurmaz
Artık kimse izin sürmez
Düşe taşır rüzgâr seni

Tükense de can bedende
Sürüp gider hasret canda
Acep yarın gün batanda
Unutur mu o yar seni

Uzar gecen yana yana
Bir kurşundan bir kurşuna
Ölüm gelir kanadına
Usul usul sarar seni

Memik'e ağıt

On dört yaşım diken ile kaplanmış
Göz ucuma karıncalar toplanmış
Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne
Alın yazım okur gibi saplanmış

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Dağı dağa kavuşturan ben idim
Suyu suya kavuşturan can idim
Yükledim mi Mazmahor'dan kaçağı
Gece vakti ışılayan gün idim

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Kar üstüne düşer serçe çıt diye
Kanatları parça parça çıt diye
Dokandın mı bir ucuna kırılır
Can dediğin cansız sırça çıt diye

Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü

Ben sana teşekkür ederim

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta. 

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

Düello

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Konuşma

-Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci…
-Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen

Sıragöller

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.

Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.

Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.

İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.

Gül Dikeni

Uçakları nedeyim
Gökkuşağı gönder bana
Senin olsun süngülerin
Gül dikeni yeter bana.

Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana.

Silahları nedeyim
Benim sevgim mavzer bana
Suya attığım çiçekler
Bir gün olur döner bana.

Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana

 Utanç

Soğuk bir tül örtüyorlar yüzümüze,
Sanki ölmek için beyaz bir uykusuzluk;
Belki utanmasak bizi bırakacaklar,
Terliyoruz, tırnaklarımdan damlıyor kan
Onun üstüne,
Soğuk bir tül örtüyorlar üstümüze.

Hangi odaya saklansak şimdi onlar,
Hangi sokaklara çıksak ölüm;
Girildikçe biten sevişmemiz onlar yüzünden,
Ne zaman boynuna uzansam ölüm kokuyor
Yalnızlıktan, o yalnızlık,
Kelimesi artık şiirde unutulan.

Üşür ölüm bile

Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe

    Bir soğuk yel eser
    Üşür ölüm bile
    Anlatır akan kanı
    Beyaz sesiyle

Bruegel 

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,

İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

 İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

 
Şiir çevirileri de vardı Ülkü Tamer’in… Bunlardan birisi de Kübalı şair Nicolás Guillén’e aittir: ‘’Ölü asker’’

Ölü asker                         

- Kimin kurşunu öldürmüş onu?  
- Bilen yok.  
- Nereliymiş?  
- Jovellanos' lu diyorlar.  
- Nerede bulmuşlar?  
- Yolun yanında yatıyormuş,  
öteki askerler görmüş.  
- Kimin kurşunu öldürmüş onu? 

Gelip öpüyor onu nişanlısı;  
anası geliyor sonra ağlıyor.  
Sonra da yüzbaşı çıkageliyor.  
Bağırıyor:  
       - Gömün onu!  
  Dan! Dan! Dan!  
GİDİYOR ÖLÜ ASKER.  
  Dan! Dan! Dan!  
YOLUN YANINDA BULMUŞLAR ONU.  
  Dan! Dan! Dan!  
BİR ASKERDEN NE ÇIKAR.  
  Dan! Dan! Dan!  
DAHA NE ASKERLER VAR BİZDE. 

 




Sevgim acıyor!

13 Haziran 2019

Mademki söz şairlerden açıldı… Abdürrahim Karakoç, Özdemir Asaf, Cemal Safi… Bir sebep olmadan da şairlere devam edeyim o zaman… Çünkü bir şairin bir dizesi günümüzde şu veya bu şekilde duyduğunuz her şeyden daha naif, daha güzeldir… Çünkü şiirlerin okunduğu her yerde o güzel şairlerin ruhları dolaşır…

Bugün de size ‘’İkinci Yeni’’ akımından bir şairimizden bahsedeyim…

‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…

Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı Turgut Uyar’dır.

Turgut Uyar, (1927-1985) şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesi mezunu bir subaydır... (Demek ki o zamanlar askerî okullardan her şey çıkar, arada bir de subay çıkarmış!) Hemen hemen her subay gibi şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir Turgut Uyar. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairidir Turgut Uyar. Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairidir Turgut Uyar… Belki de Türk şairlerin arasında en içli olan şairdir Turgut Uyar. Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahseder: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem: ‘Yapma oğlum’ derdi ona, ‘O, içli bir çocuk’ ”. Turgut Uyar hep o çocuk oldu ve o çocuk gibi hep içli bir şair oldu.

Subaylıktan istifa ederek ayrılmıştır ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ (*) isimli şiirinde şöyle der:

‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’

Hani Hacı Bektaşi Veli’nin bir deyişi vardı ya:

‘’Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir.’’

İşte Hacı Bektaşi Veli gibi kerameti sırmalarda, apoletlerde görmeyip, omuzlarında görenlerdendir…

Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söylenir. Şiirleri böyle bir birikimin ürünüdür.

Cemal Süreyya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapar Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli sever, içerken de içli içer. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlamaz. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını bilir. Turgut Uyar 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle der: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.

Bir şiirinde kendi ölümünü anlatmıştı:

"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."

Zaten o gidince her şey de eksik kalır...

Turgut Uyar Aşiyan mezarlığına defnedilir. Mezar taşında tek bir sözcük yazılıdır ismi dışında: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayıdır: 04 Ağustos'ta doğar, 22 Ağustos'ta vefat eder. 

1982 yılında yayınladığı bir şiir kitabı var Turgut Uyar’ın: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da bir şiiri var Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’…  Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!

Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırmış: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki? Subaydır ya… Turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştirmiş Turgut Uyar:

‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’

Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’  Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmaz!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem kim beni sevse..'' Acıyor işte, sevgim acıyor!...

Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey herhalde… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Haziran’dayız ama zaman çabuk geçiyor... Eylül toparlanacak derken Ekim filan da çabuk gelir gider bu gidişle… Sevgim acıyor… Acıyor işte sevgim acıyor!...

Zaten günümüzü anlatmıştı bir şiirinde:

"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar" 

Evet, korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta hâlbuki… Artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgimizin acıması da zaten bundandır…

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye… İşte bu nedenle anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim! Ruhu şâd olsun…

Sevgim acıyor!

Osman AYDOĞAN

(*) 20. yüzyılın en büyük İspanyol şairi, çağdaş İspanyol şiirinin en önemli temsilcisi olan ve İspanya İç savaşının başında faşistler tarafından 38 yaşındayken, sabahın köründe, sokakta kurşuna dizilen şair Federico Garca Lorca’nın ölüm haberinden sonra Turgut Uyar’ın Lorca için yazdığı şiirdir. Ahmet Arif de ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiirinde Lorca’dan bahseder: ‘’Garcia Lorca’nın mezarı / Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin / Kar altındadır.’’ Turgut Uyar’ın bu şiiri de yazımın sonuna ekledim… Ama önce yazımın konusu ''Acıyor'' şiiri...

Acıyor

Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
Sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Şimdi bu şiiri beğenmişseniz, yazımda ''Turnaların peşi sıra... '' diye verdiğim şiirin tamamını da vermesem olmazdı. Bu çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi birşey olurdu. Bu şiir Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı bir hayatı anlatır…  

Turnam Seninle

Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankara’nın İstanbul’un dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?

Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…

Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…

Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…

Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..

Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafa’nın yanında..

Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..

Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..

Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…

Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir

Sessiz Akan Sulara Gazel

Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı birgün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.

Ben severim omuzlarımı birgün
Göçen bir maden direğinin altında

Su akar kendir tarlalarından
Ah her şeyim ...
Ben severim omuzlarımı birgün
Savaşta bir başka omuzun yanıbaşında
Yatakta bir ince omuzun yanıbaşında

Yol uzun, hava sıcak
Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba'ya...

İndiğini görürsem birgün sığırcıkların
ve sürüler halinde, ovaya
İnsanların dünyayı bölüştüklerini hatırlarım
Bir daha ...

Sevişirim ölürüm, savaşının ölürüm
Doldururum çantama kara ekmek ve peynir
Varırım Kurtuba'ya...

Saat Beşte
Akşamleyin

Ah ellerim ve kalbim
Herşey orada kaldı.
Keçeler keçeler ve portakallar
Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,
Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum
Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime
Kireç döktüler yere,
Bir duvarın dibinde
Bir deppoy'un önünde
Kiraz ağaçlarına ve sığıraklara karşı
................
Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde
Ölüm nasıl söylenirse öyle
İspanyol dilinde
ve her dilde ...

Obra
Completas

Artık kat'iyen biliyoruz;
Halk adına dökülen kan
Sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır.
Dişlerin arasında ...
İspanya' da
ve her yerde ...




Safi bir şair: Cemal Safi

12 Haziran 2019

Bir yazımın başlığı ‘’Ruhumuzun gıdası kelimeler’’ idi... Bu yazımda ne kadar da kıt kelimelerle konuştuğumuzdan dem vurmuş, müşteki olmuştum… Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘’kütüphanemiz yandı’’ diye ağıt yakarlarmış… Ben de bir şairimizi kaybettiğimizde ‘’bir sözlüğümüz daha yandı’’ diye ağıt yakıyorum…  

Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!

Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış dedik…  Ettik de iyi halt ettik: Aşkı, sevgiyi, duyguyu anlatacak kelimelerimiz kalmadı…

Sonunda susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aç, susuz, gıdasız, aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta nefessiz ve kelimesiz kaldık!

Bunlar da yetmedi, dönülmez yollara giden şairlerimizi de gittiği ile bıraktık... Onları anmayı, zihinlerde yaşatmayı unuttuk... Sözcükler hem öksüz hem de yetim kalıyor şairler gittikçe... Dünkü yazımda Özdemir Asaf'ı doğum gününde anarken; bizi biz yapan değerlerimizin ''doğum gününü'', ''vefat yıldönümünü'' vesile yaparak neden anmayız diye hayıflandığımdan bahsetmiştim... Bakın demiştim boyalı boyalı ceridelere, renkli renkli ekranlara.... Hiç anan var mı diye yazmıştım...

Sonra fark ettim ki bu hataya ben de düşmüşüm... 

‘’Şu karşı yaylada göç katar katar’’ derdi Karacaoğlan… Son zamanlarda katar katar göç etti şairlerimiz… Son zamanlarda o kadar şairimiz, yazarımız göç etti ki, ben de anmayı unutmuşum işte... Bu göç kervanına geçen sene 17 Nisan 2018 tarihinde Cemal Safi de katılmıştı... Ve bende bu sene bu tarihte sade, sevimli, naif, adı gibi safi olan bu şairimiz Cemal Safi'iyi anmayı unutmuşum...

Ama olsun... Geç anmak, hiç anmamaktan iyidir...

Geçen hafta 07 Haziran 2019 günü vefat yıldönümü nedeniyle Şair Abdurrahim Karakoç'u anmıştım ya... Girişte bahsettiğim kafiye, ölçü, şekil kaygıları nedeniyle eleştirilere neden olan Cemal Safi kendisi gibi hece vezniyle yazan Abdurrahim Karakoç'un ardında şu dizeleri yazmıştı: 

“Nasıl ağıt yakalım dinlerken ‘Mihriban’ ı 
Derdimizi dökecek kafiye mi bıraktın? 
Hece veznine âşık ettiğin garibanı 
Teselli etsin diye Safi’ye mi bıraktın’’ 

Bu dörtlük; Abdurrahim Karakoç’un tabutuna tutturulmuş, Cemal Safi’ye ait bir şiirdi!

Yahya Kemal; "Duygusuz şairler redife tıpkı cankurtarana sarılır gibi sarılır, duyguluları ise şevkin en yüksek zirvesine fırlamak için basarlar." sözünü sanki duygularını şevkin en yüksek zirvesine fırlatan Cemal Safi için söylemiştir. Çünkü anlamsız bir tartışma; kafiye/redif anlamın içinde erimelidir aslında…

‘’Tek hece’’ şiirinde olduğu gibi herkesin tarif etmeye çalıştığı aşkı konuşturmuştu:

‘’Benimle bir dünya dar geldi sana,
seviyorum demek ar geldi sana,
kara toprak daha yâr geldi bana,
göçerim sevgilim kal sağlıcakla…’’

Kara toprak yâr geldi ona ve o da göçtü gitti işte…

‘’Sersefilim sevgilinin uğruna
Abdal oldum göç eyledim giderim
Hançer vurdum gençliğimin bağrına
Telafisiz suç eyledim giderim..’’

Telafisiz bir suç işledi ve o da çekip gitti işte… 

"Kamil iken cahil ettim âlimi
vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim selimi
her oyunu bozan gizli zor benim.
benim adım aşk! "

Yavuz’u Selim iken zebun eden aşka kavuştu gitti işte...

"Ya evde yoksan" da söylediği gibi:

‘’Ya yolu kaybettim, ya ben kayboldum, 
ne olur bir yerden karşıma çıksan, 
tepeden tırnağa sırılsıklamım, 
içim ürperiyor, ya evde yoksan.’’

Artık evde yoktu, çekip gitti işte…

''Bin bir yalan temin edip ikrarından emin edip
Safi'ye bin yemin edip Cemal'imden caymak niye''

Safi'ye bin yemin edip Cemal’inden caydı gitti işte...

1938 yılında başladığı yolculuğu o da 17 Nisan 2018 günü tamamlayarak bu dünyadan çekip gitti işte...

Bir ömürlük duyguyu, bir mısraıyla anlatırdı… Şiir kitapları vardı ama kitaplara sığmazdı… Aşkı şiirleriyle yaşatırdı, ağlatırdı hatta kızdırırdı…

Şiirlerinde aşka şöyle hitap ederdi Cemal safi:

 ‘’Sarhoşunum, nasıl ayık kalayım?
Aşk şarabın doldu gönül testime.
Sen İran ol ben de şahın olayım;
Varsın Sultan Selim gelsin üstüme…’’

(Sen İran ol)

‘’Tahliyem çıktı sanma, sanma ki azâdeyim,
Dilimi çöz de bari halimi arz edeyim,
Sadakât sembôlüyüm diye büstüm dikildi,
Müstesna müzedeyim, karasevda-zedeyim…’’

(Ben Cengizhanzâdeyim)

‘’Sebep bazı Leyla, bazı Şirin’di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim…’’

(Benim adım aşk – Tek hece aşk)

‘’Her şeyin sonrası, evveli sensin
Gönlümün biricik emeli sensin
İnan ki çökerim çekemem dersen
Çünki canevimin temeli sensin... ‘’

(Sensin)

‘’Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan! 
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!’’

(Git)

‘’Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır…’

(Vurgun)

‘’İdam mahkumunun söz hakkı vardır
Bari son arzumu sor da öyle git
Arının çiçekte göz hakkı vardır
Bir buse için dur da öyle git…’’

(Vur da öyle git)

Hep böyle yüceltmezdi aşkı Cemal Safi… ‘’Hicran cehennemi' adlı şiirinde de yerden yer vururdu aşkı:

‘’Kâbemin sanemiydin saltanat döneminde
Kalmadı gözlerimde nemin de önemin de.
Yüce Tanrım seni de zalime zebun etsin
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde…’

Sadece şiir yazmazdı Cemal Safi... Aforizma niteliğinde sözleri de vardı... Şu sözler de Cemal Safi’ye aittir:

‘’ ‘Seni seviyorum’ 1 cümle, 2 kelime, 13 harf, 2 insan ve bir aptal…’’

‘’Aşk zordu senin için, basit olanı seçtin ve gittin. ZamanIa anladım ki; zor oIan ben değildim, basit oIan sendin…’’

‘’Erken yatana tavuk, çok çalışana inek, akIını kuIIanana çakaI, kıskanmayana domuz denilen bir ülkede insan oImak çok zor…’’

‘’Sevgisiz evlilik hatadır bence; ya hekime ya hakime götürür. Bir kez daha düşün imzadan önce; aşksız nikah nikahsız aşk getirir!...’’

‘’Bazıları alışmış durmadan sevgili değiştirmeye. Haklısınız, çünkü biz alışkın değiliz sevmediğimiz adama seviyorum demeye…’’

‘’AI götür eskici ne resmi kaIsın ne yüzü, ne izi, ne ismi kaIsın onsuz da gülmeye değer bu dünya onsuz da görmeye değer her rüya…’’

‘’MasaI kitapIarına benzedi artık zamane aşkIarı. Okuması çok güzel ve zevkli; ama inanması bir o kadar zor…’’

‘’Henüz Iayık değilken tomurcuk kadar aşka, sana gül bahçesini kim acar benden başka!..’’

"Gerçek aşk şans oyunları gibi. Hayali bile mutlu edebiliyor insanı; fakat tutturabilene 'aşk' olsun…’’

"Erkekler gördüklerine, kadınlar duyduklarına âşık olur. Bu yüzden erkekler yalan söyler, kadınlar da makyaj yapar…"

"Ne sıradan bir sevgiyi yaşayacak kadar basit biriyim. Ne de seni sıradan bir sevgiye malzeme yapacak kadar herhangi biri..." 

Kelimelere hayat veren, Türk şiirinin güçlü sesi, büyük bir şairdir Cemal Safi… ‘’Kâinatın Ulu İmparatoru’’ ve ‘’Senden Sonrası’’ şiirleri ile de aynı zamanda bir tasavvuf ehli olduğunu da gösterir…

1938 yılında Samsun’da doğar.  38 yaşından sonra şiirlerini yazmaya başlar.  Şiirlerini ilk defa Orhan Gencebay besteler. 1989 Yılında Zekai Tunca’ nın bestelediği "Rüyalarım Olmasa", 1990 yılında Selçuk Tekay’ın bestelemiş olduğu ''Vurgun''un güftekârı olarak Hürriyet Gazetesi’nin Altın Kelebek, Milliyet Gazetesi’nin Yılın En Sevilen On Şarkısı birincilik ödüllerini alır. 1991 yılında yine Zekai Tunca’nın bestelediği "Gözüm Kesmiyor" şarkısıyla Milliyet Gazetesi‘nin, 1991 yılında TRT’nin açmış olduğu yarışmada yine "İmkânsız" şarkısıyla En İyi Türk Sanat Müziği ödülünü alır.

1993 yılına kadar yazdığı şiirleri,’’ Vurgun’’ adlı ilk kitabında yayınlanır. 2000 yılında "Sende Kalmış", 2002 yılında "Kıyamete Kırk Kala" ve 2008 yılında da "Ya Evde Yoksan" şiir kitapları yayımlanır…

Cemal Safi’nin bu güne kadar 40 tanesi Orhan Gencebay tarafından olmak üzere Zekai Tunca, Selçuk Tekay, Onur Akay ve Candan Erçetin gibi ünlü sanatçı ve besteciler tarafından 150 civarında şiiri bestelenir…

Safi, Türk Dil Kurumu tarafından, 2003 yılında yapılan Dil bayramında Türkçeyi en etkin ve güzel kullanan şair olarak ödüllendirilir.  2004 yılında Mihai Eminescu adına düzenlenen Eminescu madalyası alır. Şiirleri İtalyanca, Rumence ve Arnavutça'ya çevrilir..

Şair, yaz aylarını geçirmekte olduğu Akçay’da 1992 yılından beri her yıl, Ağustos ayının son üç günü gerçekleşen ‘’Akçay Şairler ve Bestekârlar Festivali’'ni organize ederdi…

‘’Ahu gözlüm’’, ‘’Ayşen’’, ‘’Dön’’, ‘’Eskici’’, ‘’Giderim’’, ‘’İç benim için’’, ‘’İlah gözlerin’’, ‘’Klavuzum karga çıktı neyleyim’’, ‘’Ya evde yoksan’’, ‘’Bakırköy den mektup var’’, ‘’Benekli kuş’’, ‘’Neredesin Firuze’’ ve daha birçok şiirin yazarıdır.. Bunların çoğu bestelenip şarkı yapılmıştır… Candan Erçetin ‘’Git’’ isimli şiirini şarkıya çevirmiştir.

Gelmiş geçmiş en özel aşk ve ayrılık dizelerini yazan şairlerden birisiydi Cemal Safi... Sözcüklerimiz o gideli beri boynu bükük, hem öksüz hem de yetim kalmışlardır...

Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…

Osman AYDOĞAN

Cemal Safi'nin sesinden Cemal safi'nin şiirleri:
https://www.youtube.com/watch?v=MA7yyv5xoH4

Cemal Safi’nin şiirlerinden seçtiklerim:

Vurgun

Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır

Yalan mı söyledin göz göre göre
Ne zaman dolacak verdiğin süre
Gönülden gördüğüm takvime göre
Aldığım her nefes birgün sayılır

Armağan ettiğin kutsal mendile
Akarken içimi dağlayan çile
Manavgat denilen çağlayan bile
Benim gözyaşımdan durgun sayılır

Ne kadar zulmetsen ah etmem sana
Her iki cihanda gül kana kana
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır

Tek hece aşk

Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim

Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için can evinden tutuştu
Yüreğine Toroslar’ dan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim

Niceler sultandı, kraldı, şahtı
Benimle değişti talihi, bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim

Kamil iken cahil ettim âlimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selimi
Her oyunu bozan gizli zor benim

Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Keremi
İbrahim’in atıldığı kor benim

Sebep bazı Leyla bazı Şirin’di
Hatırım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim

İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevla’danım hayır benim, şer benim

Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim

Kimsesizim hısmım da yok hasmımda
Görünmezim cismimde yok resmimde
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim
Benim adım aşk!

Vur da öyle git

İdam mahkûmunun söz hakkı vardır
Bari son arzumu sor da öyle git
Arının çiçekte göz hakkı vardır
Bir buse için dur da öyle git

Madem gidiyorsun bura son durak
Ne adres, ne mektup, ne resim bırak
Kendinden bir parça bir cisim bırak
Saçından birkaç tel ver de öyle git

Ardımdan bir damla yaş dökeceksen 
Adımı andıkça ah ah çekeceksen
Kabrime bir gonca gül dikeceksen 
Ne olur yaşatma vur da öyle git

Hem yıllarca oyna gönül sahnemde
Hem perdeyi kapat en mutlu demde
Sitem oklarına hedef sinemde
Açtığın yarayı sar da öyle git

Pişmanlık duyarda dönersen geri
Gel de gör aşkından kalan eseri
Seyret ateşinin düştüğü yeri
Hasretin zulmünü gör de öyle git

Ayrılık nikâhı

Seni bilmem ama ben kararlıyım 
Su garip sevdadan cayalım gitsin 
Bu askta senden çok ben zararlıyım 
Bir kumar oynadık diyelim gitsin 

İçimde bir his var benden pes diyor 
Olmayan duadan ümit kes diyor 
Madem ki bahtımız böyle istiyor 
Kaderin emrine uyalım gitsin 

Seninle burcumuz tutsaydı keşke 
Aslanlar bir başka yengeç bir başka 
Yarını olmayan hayırsız aşka 
Ayrılık nikâhı kıyalım gitsin 

Farzet ki bir rüya gördük ikimiz 
Gerçekte bu hissi tanımadık biz 
Böyle bir masalı yasamadık biz 
Bir varmış bir yokmuş sayalım gitsin 

Marifet feleğin elinden çıkmış 
Dünyada başka bir terzisi yokmuş 
Keremi Asliyi narına yakmış 
Ateşten gömleği giyelim gitsin 

Tiryaki gönlümde olmasın kuskun 
Tek sana müptela tek sana düşkün 
Ardından bir ağıt yakalım aşkın 
Adını elveda koyalım gitsin 

İçtim

Yakılacak yara bu
Yandırır diye içtim
Dudakların şarabı
Andırır diye içtim..
    
Kahroldum gidişine
İçtim peşi peşine
Gönlüm senin işine
Son verir diye içtim..
    
Vurduğun günden beri
Sormadın derbederi
Ateş ettiğin yeri
Söndürür diye içtim..
    
Ne hal bildin ne hatır
Yazmadın tek bir satır
Senin gibi aldatır
Kandırır diye içtim..
    
Yokluğun hışım gibi
Bastırdı kışım gibi
Seni de başım gibi
Döndürür diye içtim...

Satılır diye

Adını kâğıda yazamıyorum,
Gün olur yerlere atılır diye.
Ellerim tutmuyor çizemiyorum,
Resmini görenler tutulur diye...

Gençliğim aksa da ömür çeşmemden,
İçemem, korkarım dile düşmenden! 
Yaşını gizlerim dosttan düşmandan,
Duyanlar gülmekten katılır diye...

Uğrunda kaç kalbi kırık bıraktım! 
Kırk yıllık dostları nârına yaktım! 
Tek senin incinip küsmenden korktum; 
O hilâl kaşların çatılır diye...

Aşkın bedelliyse peşin öderim.
Sen infaz edersen ipe giderim.
Kapında bir ömür kulluk ederim; 
Bastığın yerlerde yatılır diye...

Önceden kölenin suçunu göster,
Sonra'da al götür pazarla ister,
Kaç para derlerse saçını göster; 
Bunun bir teline satılır diye! ...

İlah gözlerin

Medet bekliyorum vurduğu yerde
Oralı olmuyor siyah gözlerin.
Gönlümü dağlıyor gördüğü yerde 
Kanıma susamış silah gözlerin.

Her yalan sözüne iftira ekler
Sayısız suçunu sırtıma yükler
Cenneti müjdeler ibadet bekler
Şeytanın taptığı ilah gözlerin.

Feryadım asılsız şikayet değil
Laf değil söz değil rivayet değil
Yetim hakkı değil cinayet değil
Korktuğum en büyük günah gözlerin

Fark eyledim!

Aşk seliydim sana akan
Gönülleri ark eyledim
Her güzelde sana bakan
Tarafımı fark eyledim…

Salim çıktım her ummandan
Sendin bana tek kumandan
Sığındığım her limandan
Tekrar sana çark eyledim…

Vesileyi at bir yana
Sevişelim kana kana
Değmezleri aşktan yana
Servetleri gark eyledim…

Beni sevmeni istiyorum

Seninle buluşmamız ne kadar zor olsa da, 
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Beş dakika baş başa kalmamız suç olsa da
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Çağırsam bile gelme, yorulma ne olursun,
Sen üzülme, incinme, kırılma ne olursun,
Beni yanlış anlama, darılma ne olursun,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Bir gün bensiz kalsan da benimle yaşamanı,
Aşkımın değerini sır gibi taşımanı,
Nemli bakışlarınla resmimi okşamanı 
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Senden tek dileğim var, özel imtiyaz değil,
Kulun başka bir kula ibadeti farz değil,
Haşa! Yaratan gibi beş vakit namaz değil,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Ne yazar

Duydum ki vefasız incinip küsmüş
Darılsa ne yazar darılmasa ne? 
Bir selam yollardı onu da kesmiş
Kırılsa ne yazar kırılmasa ne?

Ben keder üretir dert yaratırım, 
Aleme ibrettir her bir satırım, 
Kırk yılın başında halim hatırım
Sorulsa ne yazar sorulmasa ne?

Benden uzak olsun ersin ahtına
Dilerim sultanlar çıksın bahtına
Layık olmadığı gönül tahtına
Kurulsa ne yazar kurulmasa ne?

Kervanı kırılmış çölden beterim
Hancıya yolcuya hasret giderim
Yüz karası olmuş gönül defterim
Dürülse ne yazar dürülmese ne?

Rücu

Sen benim gözümde bir kifayettin.
İlk değil alçağı yüksek görüşüm.
Sanma ki sen bana ihanet ettin; 
O, senin aslına rücu edişin.

kahrını çektiysem vardır bir neden
sendin bu duyguyu bende üreten
kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
o senin aslına rücu edişin

ilk defa başımı vurmadım taşa
yanıla yıkıla geldim bu yaşa
sanma ki sen beni aldattın haşa! 
çoktandır başladı bende bitişin
o senin aslına rücu edişin

Kâinatın Ulu İmparatoru

Cemâline sığındım haşmet i celâlinden
Sana meftun gönlümü fani sevdadan koru
Nar ı hicranla yandım memnu aşk melâlinden
Son olsun kâinatın ulu imparatoru

Şahadet ederim ki tek ALLAH sın ilâh yok
Son resulün Muhammed, cevaplandı ilk soru
Kabir azabı verme, sevap cüz i, günah çok
Gaffarsın kâinatın ulu imparatoru

Sana ait evrenin bu muhteşem imarı
Sema eder yıldızlar senin emrine doğru
Sen sonsuz semavatın sırlarının mimarı
Ahatsın kâinatın ulu imparatoru

Günde bilmem kaç bin kez tıklattırıp durursun
Sol göğsüme koyduğun yürek denen motoru
Ezel sen çalıştırdın ebed sen durdurursun
Amenna kâinatın ulu imparatoru

Ayın, yıldızın şavkı güneşin aks imidir? 
O senin ol dediğin vaktin ilahi nuru
Bu benin inanışım, yanlış mı? Aksi midir? 
Ne dersin! Kâinatın ulu imparatoru

Kıyamete yaklaştık güya ayı keşfettik
Tam kırk milyon metreymiş ölçmüşler ekvatoru
Özenip bezediğin bir cihanı mahvettik! 
Sabrettin kâinatın ulu imparatoru

Varlığını tartıştı; Firavun, Mûsa ile
Rüsva ettin elçine diklenen diktatörü
Koca deniz ikiye bölündü asa ile
Hükmettin kâinatın ulu imparatoru

Nemrut ki ateşlere atmıştı İbrahim i
Gülizara döndürdün yanardağ gibi koru
Habibinden öğrendik biz RAHMANI RAHİMİ
O sensin kâinatın ulu imparatoru

Kim hamile bıraktı Meryem adlı nisayı! 
Âmâya göz, ölüye can bahşeden doktoru! 
Kim vahdetti Ahmet i müjdeleyen İsa yı! 
Sensin sen kâinatın ulu imparatoru

Bir ömür eziyetten işkenceden yorucu
Huzur u mahşerinde ifadenin en zoru
Cümle vebalimizden ibra için orucu
Lütfettin kâinatın ulu imparatoru

Sedası son verecek kulakların pasına
İsrafil in üfleyip çaldığı anda sur u
Günahımızı sildir Firdevs in paspasına
Medet ya kâinatın ulu imparatoru!

Ayşen

İklimler çileme çare bulmuyor. 
Mevsimler halimi sormuyor Ayşen... 
Sakiler derdime derman olmuyor. 
ŞarkIlar yaramI sarmIyor Ayşen...

İlkbahar, yaz derken hazanım soldu. 
Murada ermeden miyadIm doldu. 
Kalb gözüm, ellere bakar kör oldu. 
Senden başkasını görmüyor Ayşen...

Hasretin tüketti bütün varımı, 
Seraba döndürdü hülyalarımı, 
Ne kadar süslesen rüyalarımı, 
Sabahlar hayıra yormuyor Ayşen...

Ağlarsan, matemin yağar geceme, 
Gülersen, mehtabın doğar geceme,; 
Lale devri geldi gönül bahçeme, 
Senden gayri çicek girmiyor Ayşen...

Kapattın gönlümün sevinç yönünü, 
Ümidim görmüyor sensiz önünü, 
Takvimler bilmiyor dönüş gününü, 
Saatler vuslatI vurmuyor, Ayşen...

Feleğe isyanım arttı gitgide, 
Gençliğim su gibi aktı gitti de, 
Ömrümü ellere sebil etti de, 
Bana bir damlanı vermiyor Ayşen...

Ardından çilemem, çağlamam diye, 
Yas tutup karalar bağlamam diye, 
Kaç kez and içtiler ağlamam diye, 
Gözlerim sözünde durmuyor Ayşen...

Ey alev yanaklım, volkan dudaklım, 
Ne bir hilafım var, ne gizlim, ne de saklım, 
Her şeye erdi de zavallı aklım, 
Seni unutmaya ermiyor Ayşen...

DostlarIm namıma Ferhat dese de, 
Ruhum aşk elinden imdat dese de, 
Kör şeytan resmini yırt at dese de, 
Ellerim bir türlü varmıyor Ayşen.

Bilsen

Kırdığın kadehte kalan ömrümden,
Ağlarsın içtiğin yılları bilsen.
Sayende sararıp solan ömrümden,
Ağlarsın biçtiğin dalları bilsen.

Bağban eyle dedin beni bağrına,
Yanılıp yakılıp uydum çağrına,
Bir demet hercai çiçek uğruna,
Ağlarsın kırdığın gülleri bilsen.

Ateşe su dedim göz göre göre,
Aklım zavallıydı duyguma göre,
Bahtına şükretti mecnun bin kere,
Ağlarsın düştüğüm çölleri bilsen.

Ar ettim sakladım uğraşlarımı,
Haberdar etmedim sırdaşlarımı,
Gizlemek isterken gözyaşlarımı,
Ağlarsın seçtiğim yolları bilsen.

Sefiller gücünü bende sınadı,
Kimi kaçık dedi, kimi bunadı.
Berduş eleştirdi ,sarhoş kınadı,
Ağlarsın düştüğüm dilleri bilsen.

Felsefe böyledir divanelerde,
Teselli aranır bahanelerde,
Bir kadeh mey için meyhanelerde,
Ağlarsın düştüğüm halleri bilsen.

Sensiz iki gün

Nere gizlendimse aşikâr oldum
Hedefte gördüler sensiz iki gün
Dertler avcı oldu, ben şikâr oldum
İnsafsız vurdular sensiz iki gün.

Gözlerde avcıya yaranmak hazzı
Zevkten dört köşeydi hepsinin ağzı
Üstüme atıldı yüzlerce tazı
Başımda durdular sensiz iki gün.

Ayağıma prangalar taktılar
Gözlerimi dağladılar yaktılar
İki koldan, bir alnımdan çaktılar
Çarmıha gerdiler sensiz iki gün.

Kâle almadılar dileklerimi
Yaraslar emdi iliklerimi
Bükülmez sandığın bileklerimi
Kırk yerden kırdılar sensiz iki gün.

Tenimle bin çeşit dert senli benli
Her yanım kan revan gör ki ne denli
İğneli, çivili, çatal dikenli
Tellere sardılar sensiz iki gün.

Her cevre göğsünü geren kalbime
Eyyub'un sabrına eren kalbime
Cennete sorgusuz giren kalbime
Sırrını sordular sensiz iki gün.

Eseni Efsanem olmasın kuşkun
Ecel âciz kaldı, Azrail şaşkın
Nihayet onlarda ölümsüz aşkın
Farkına vardılar sensiz iki gün.

Ah şu şairliğim

Elimle kuyumu kazdırdı bana, 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! 
Aklına eseni yazdırdı bana, 
Bütün sırlarımı aleme yaydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Ona her gün güzel, her hava hoştu, 
Sevgisiz hayatın manası boştu, 
Gördüğü kısrağın peşinden koştu, 
Uslanmak bilmeyen bir deli taydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Evimden barkımdan çözdürdü beni, 
İşimden gücümden bezdirdi beni, 
Bulutlar üstünde gezdirdi beni, 
Bastığım yıldızlar hüsrana kaydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Ak yazımı baht-ı siyah eyledi, 
Gençliğime yazık, günah eyledi, 
Nerde akşam, orda sabah eyledi, 
Serseri hayatı marifet saydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Alnım da açıktı, yüzüm de aktı, 
Kimseye verecek hesabım yoktu, 
Günah kervanımı pazara çekti, 
Yükümde ne varsa, hepsini saydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Hayal aleminde gezmem dese de, 
Seni bundan böyle üzmem dese de, 
Bu gece, tek hece, yazmam dese de, 
Sabaha çıkmadan sözünden caydı; 
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...

Hüzün adres değiştirir

Yakışmıyor cepheyi terk edişin,
Mert dayanır, namert kaçar sevdiğim.
Fazla sürmez hatanı fark edişin,
Hüzün eken, hüsran biçer sevdiğim.

Adet ettin aşk dersini asmayı,
Hüner saydın sırra kadem basmayı,
Yetti artık çok denedim susmayı,
İsyan eden bayrak açar sevdiğim.

Nice avcı bende silah sınadı,
Geri tepti,sineleri kanadı,
Kırılsa da yüreğimin kanadı,
Yine açar, yine uçar sevdiğim.

Bir resmimiz bile yoksa başbaşa,
Revamıdır ben yanayım,sen yaşa,
Aşk sunacak sakimi yok sarhoşa,
Yine bulur, yine içer sevdiğim.

Aynaların farkı kalmaz düşmanla,
Tanışırsın doğduğuna pişmanla,
Hüzün adres değiştirir zamanla,
Benden geçer, sana göçer sevdiğim.

Üzerime yar sevdiğin sahi mi? 
Kalp çalmakta senin gibi dahi mi? 
Ağlama der dosta âşık Daimi,
Bu da gelir, bu da geçer sevdiğim.

Senden sonrası

Aşkın hudûdunu aştı muradım, 
Maksûda varıştır senden sonrası; 
Erenler katına belki bir adım, 
Belki bir karıştır senden sonrası.

Farkına varınca olup bitenin,
Kırdım zincirini nefsin, bedenin! 
Beni aşkın ile ıslah edenin,
Lutfuna eriştir senden sonrası...

Bana bu gayreti sağlayan kudret, 
Eyyûb'ün sabrından aldığım ibret.
Ne riya, ne kibir, ne kin, ne nefret; 
Ebedî barıştır senden sonrası.

Bir gonca Bakî'nin gül destesinden, 
Bir yudum sakînin sır testisinden, 
Yüce Mevlâna'nın gel bestesinden, 
Feyz alış veriştir senden sonrası.

Kevser sarhoşuyum meyhane değil,
Hiçbir zevk böylesi şahane değil,
Kays gibi Leyla'yı nefsane değil,
Efsane görüştür senden sonrası...

Yumup gözlerimi yalan dolana; 
Açtım can evimi gerçek olana.
Elifi bırakıp Karac'oğlana, 
Yunûs'la yarıştır senden sonrası

Gıza bak hele . 

Böyledir kısrağın deli çağları
Çalmadan oynuyo kıza bak hele
Ben yarattım diyo alçak dağları
Kafirin verdiği poza bak hele

Bilmem neyin nesi kimin sıpası
Çözüldü göynümün katmerli pası
Göğüs göğüs değil füze rampası
Şafak mı söküyo yüze bak hele

Ten değil mübarek akrın sıcağı
Koynuna girenin söndü ocağı
Bir kalçayı seyret bir de bacağı
Tornada çekilmiş dize bak hele

Üst yanı Asyalı alt yanı Frenk
Her adım atış bir başka ahenk
Ela mı bela mı bilmem ki ne renk
Şu cellat bakışlı göze bak hele

Dedi ki 'Nasibim senmişsin meğer
On bin kez maşallah demeden eğer; 
Koklarsan solarım, nazarın değer'
Ağzından yel alsın söze bak hele

Dedim ki; 'Ne olur tenhaya gidek,
Gidek de feleği perişan edek'
'Say' dedi 'o halde saçımı tek tek'
Haspanın ettiği naza bak hele

Görenler altını ıslatmış derler
Yatağı göl etti döktüğüm terler
Yetişin; yanıyo bastığı yerler
Giderken koyduğu ize bak hele

Git

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Git de şen şakrak geçen günlerime gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.

Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar

Madem ki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.

Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.

Kahrımın nedenini söylesem irkilirler; 
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.

Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın; 
Oysa ki hep yedekte, hep elde var saymıştın.

Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!

Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez.

Her darbene tehammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.

Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne? 
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.

Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!

Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!

Madem aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.

Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!

Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan! 
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!

Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm,
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.

Korkulu düşlerimi yorumdan kaçıyorum; 
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum.

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Giderim

Sersefilim sevgilinin uğruna
Abdal oldum göç eyledim giderim
Hançer vurdum gençliğimin bağrına
Telafisiz suç eyledim giderim

Kalb gözünden aldım olmaz darbeyi
O gün bugün şaşırıyorum kıbleyi
Bilemiyorum medineyi kabeyi
Yar gönlünü hac eyledim giderim

Geçsede ömrümün her anı yasla
Borcumu ödemiş olamam asla
Bahşettiği yüce aşka kıyasla
Koskoca bir hiç eyledim giderim

Cemal'im mürekkep etsen kanını
Yazmakla olmuyor aşkın tanımı
Yar kurban adamış aziz canımı
Al kınalı koç eyledim giderim

Ben Cengizhanzadeyim

Tahliyem çıktı sanma, sanma ki azâdeyim,
Dilimi çöz de bari halimi arz edeyim,
Sadakât sembôlüyüm diye büstüm dikildi,
Müstesna müzedeyim, karasevda-zedeyim…

Beddua ne kelime! Yakışır mı dilime?
‘Gül suyu içtim’ derim kan kussam mendilime,
Aşkımın bâşı için sarıl tunç heykelime,
Vuslâttan söz edeyim kavuştuk farzedeyim…

‘Canım’ de canlanayım karşına sağ çıkayım,
‘Şafak ol’ de sökeyim ufkuna nur dökeyim,
‘Sağnak ol’ de akayım Çin Seddi’ni yıkayım,
Dağları düz edeyim ben Cengizhan-zâdeyim…

Sen İran ol

Sarhoşunum, nasıl ayık kalayım?
Aşk şarabın doldu gönül testime.
Sen İran ol bende şahın olayım;
Varsın Sultan Selim gelsin üstüme…

Öyle bir güç var ki aşkın verdiği;
Deryada damladır aklın erdiği.
Perilerin,meleklerin,gerdiği,
Sipersin,kanatsın,kolsun üstüme…

Ali’nin kılıcı elimde aşkın,
Veli’nin duası dilimde aşkın.
Durmasın karşıma çıkacak şaşkın;
Tekmil orduların salsın üstüme…

Yad el dokunursa kaşına senin,
Ölürüm çıkamam karşına senin.
Zarar getirirsem taşına senin;
Yezid’in vebali kalsın üstüme…

Hicran cehennemi

Kâbemin sanemiydin saltanat döneminde
Kalmadı gözlerimde nemin de önemin de.
Yüce Tanrım seni de zalime zebun etsin
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.

Sen de bir gece otur başbaşa namerdinle
Öptüğün dudaklardan kuyruklu yalan dinle.
Kıyasla öncekinle, savaşa dur kendinle,
Benden eksik olmasın acın da matemin de.
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.

Senden besbeterine düşsün ki muhabbetin,
Gözlerinin önünde oynaşsın muhannetin.
Sana dersini versin en rezil ihanetin,
Sen de hüsrana uğra ömrünün her deminde
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.

Sen de elin bir anlık zevki uğruna satıl,
Sen deryalar bağışla, bir damlaya aldatıl.
Bir iki koklan atıl, yosmagüllere katıl.
Dinmesin gözlerinden elemin de nemin de
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.

Dostlar başından ırak bir gönül kazasısın
Girdiğim son günahın en ağır cezasısın.
Sebep sensin, âhını aldıysan rızasızın
Oyunusun bahtımın en kara döneminde
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.

Kırılan gururundan ödün verdiğin için,
Aşağılık gönlünden utanç duy için için.
Hep yanıl, hep aldatıl sorama ama niçin.
Oku intizarımı hem ağla, hem amin de.
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde…

Ya evde yoksan

Aşkınla ne garip hallere düştüm.
Her şeyim tamam da bir sendin noksan,
Yağmur yaş demeden yollara düştüm.
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Elbisem gündelik, pabucum delik,
Haberin olsa da sobayı yaksan.
Yağmur iliğime geçti üstelik,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Sarhoşsan kapıyı çaldığım anda,
Fahişeler gibi açık saçıksan,
Bir de ufak rakı varsa masan da,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Bakkala gitmeme lüzum kalmasa,
Durumu anlardın, takvime baksan,
Allah vere misafirin olmasa,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Kıvırcık marulun vardır inşallah,
Bir salata yapsan, bol limon sıksan,
Senin de iştahın iyi maşallah,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Sabahlara kadar içsek, sevişsek,
Ne ben işe gitsem, ne sen ayıksan,
Derin bir uykunun dibine düşsek,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Ne kadar üşüdüm, nasıl acıktım,
İlk önce sıcacık banyoya soksan,
Sanırsın şu anda denizden çıktım,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Yanlış mı aklım da kalmış acaba? 
Muhabbet sokağı numara doksan,
Boşa mı gidecek, bu kadar çaba,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

Ya yolu kaybettim, ya ben kayboldum,
Ne olur bir yerden karşıma çıksan,
Tepeden tırnağa sırsıklam oldum,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.

“Ya evde yoksan” şiiri bakın nasıl bir ruh hali ile kaleme alınmış: 

“Yağmurlu bir günde evde yalnızdım. Öyle yağmur yağıyordu ki dışarıda sanki bardaktan boşanırcasına. Bir ara dışarı bakmak geçti içimden. Yağmurdan sulanan camın arkasından baktığımda karşı kaldırımda yağmurdan korunmak için saçak altına sığınmış birine gözüm ilişti. Aslında onca yağmur belli ki üstünden geçmişti. Yine de dinmesini bekler gibi dursa da sanki bir randevusuna geç kalmanın telaşı içinde gibi gördüm. O an yüreğim koptu, içimden şöyle bir dörtlük geldi dilime:

Aşkınla ne garip hallere düştüm. 
Her şeyim tamam da bir sendin noksan, 
Yağmur taş demeden yollara düştüm. 
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.” 




Özdemir Asaf: İnsana ve Aşka Dair

11 Haziran 2019

Bugün, Türk şiirinde ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi Özdemir Asaf'ın doğum günü. (11 Haziran 1923) (Vefatı: 28 Ocak 1981) Hep hayıflanıyorum işte, bizi biz yapan değerlerimizin ''doğum gününü'', ''vefat yıldönümünü'' vesile yaparak neden anmayız diye... Boyalı boyalı ceridelere bakın... Renkli renkli ekranlara bakın... Hiç anan var mı bu ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairini... 

Onlar anmasa da hep beraber biz analım, değil mi? 

Özdemir Asaf (1923 - 1981); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…

Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi... Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi... Dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi... 

''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…

Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…

‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…

Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:

‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’

Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…

Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur.  ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.

Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''

Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum... Çünkü; susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…

"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi Özdemir Asaf yok artık, ama sadece bizden önce, öteye gitti, hep öteye... Bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır!

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:

• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin. 

• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.

• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.

• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı. 

• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.

• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.

• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.

• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme! 

• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm...

• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?

• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.

• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi? 

• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.

• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun. 

• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı… 

• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala. 

• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker. 

• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir. 

• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte! 

• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir. 

• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.

• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası. 

• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza. 

• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.

• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum. 

• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.

• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.

• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım. 

• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır. 

• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur. 

• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı. 

• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç. 

• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir. 

• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. 

• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz. 

• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır. 

• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek… 

• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...

• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan! 

• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün. 

• Kendine gel! Seni orada bekliyorum. 

• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.

• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden...

• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil...

• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum. 

• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse. 

• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun. 

• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.

• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.

• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!

• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin! 

• Seni, sensiz de sevebiliyorum. 

• Söylenemiyor çok şey, susmadan. 

• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun...

• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.

• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti. 

• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.

• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.

• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...

• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.

• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.

• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...

• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.

• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz? 

• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.

• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol. 

• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen... 

• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor...

• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin...

• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.

• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek? 

• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.

• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.

• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.

• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.

• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.

• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım. 

• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.

• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.

• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.

• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.

• Dost gerçekleri... Düşman işine geleni... Deli ağzına geleni... Aşık içinden geçeni söylermiş...

• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi? 

• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.

• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.

• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?

• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.

• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.

• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil. 

• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.

• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?

• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan. 

• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır...

• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur. 

• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.

• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de.. 

• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum. 

• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez... 

• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı...

• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil. 

• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.

• Şu hayvan o kadar vahşî ki... Onun üstesinden ancak insan gelebilir.

• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…

• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.

• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun. 

• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.

• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.

• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.

• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.

• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.

• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım. 

• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var. 

• Biri gelir sorarsa... Sana beni sorarsa... Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin... Gidiyorum ben sana, benimle gider misin? 

• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.

• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...

• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

• Ağzında yalan varken konuşma! 

• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.

• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.

• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.

• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz. 

• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.

• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.

• Söylenemiyor çok şey, susmadan..

• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.

• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.

• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.

• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.

• Bugüne en uzak gün, dün.

• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.

• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim. 

• Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.

• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır. 

• Ona aşığım, çünkü o bana değil.




Adalet

11 Haziran 2019

Yazılarımda hep vurgu yaparım ya: ‘’Her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye… Bugün ‘’adalet’’i yazacağım… ‘’Adalet’’ kavramının, mefhumunun içeriğinin, ne denli ağırlıklı olduğunu, ‘’hukuk’’ ile olan ilişkisini anlatacağım… …

‘’Adalet’’ konusunda Prusya Kralı Büyük Friedrich’in, Potsdam Ormanlarındaki değirmenci hikâyesini biliriz… Kendi değerlerimizden Fatih’in adaletini, Hz. Ömer’in adaletini de biliriz de içeriğini, anlamını, ağırlığını aslında pek bilmeyiz…

Teee eski zamanlardan Aristoteles söylerdi;  ‘’Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.’’  Aristoteles göre, herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir… Ne yazık ki günümüzde artık hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluk adalet için yeterli değildir… Günümüz hukuk sistemi artık 19. yüzyıldan kalma düşünce sisteminden ve 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemlerinden tamamıyla farklıdır…

Günümüzde hukuk icra eyleyerek yasaları uygulamak ‘’adalet’’ dağıtmak demek değildir. Yönetimler adil olmayabilir… Yasalar adil olmayabilir... Yargıç yasaları birebir uygulayan kişi değildir. Eğer yargıç, birebir yasaları uygularsa çok zalim olmuş olabilir. Yargıç herhangi bir olayda yasayı, kanunu, yönetmeliği, yönergeyi uygularken, durumun özelliklerini gözeterek adaleti uygulamalıdır, yasaları, kanunları birebir tatbik etmek değil… Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir...

Gelelim ‘’adalet’’in önemine…

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Hele bu adalet duygusu devlet eliyle yok edilirse çöküntü çok daha büyük olur.

Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Yöneticiler, iktidar sarhoşluğuyla; şöhret, servet ve adaletsizlikte azdıkları zaman, ülkenin başını belaya sokarlar. Çünkü o zaman; kamu mallarını yandaşlarına peşkeş çekmeye, devlet kadrolarını ehliyetsiz dalkavuklara teslim etmeye, kendilerini savcı ve yargıç yerine koymaya, hukuku ihlal etmeye, her şeyi kendisinin bildiğini zannetmeye, ben yaptım oldu demeye ve diktatörleşmeye başlarlar. Bu durum, yöneticileri; gaflet, dalalet ve hatta hıyanet bataklığına sürükler. Onları azdıran ise; halkın ilgisizliği, cehaleti, demokratik tepkisini göstermekten korkması, sözde aydınların satılmışlığı, medyanın yandaşlaşması, iş adamlarının yalakalaşması, üniversitelerin yozlaşması ve sivil toplum örgütlerinin korkaklaşması ve sendikaların suskunlaşmasıdır. Bir memlekette hukukçular ve basın susarsa veya susturulursa o ülkede adaletten söz edilemez.

Bir ülkenin yöneticilerinin kitabında demokrasi, yazmıyorsa, özgürlükler yazmıyorsa, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, özgür medya kısaca demokrasiyi demokrasi yapan hiçbir değer bir ülkenin yöneticilerinin kitabında yazmıyorsa o ülkede zaten ‘’adalet’’ ölmüş demektir…

Adaletin öldüğü böylesi bir ülke ise; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirilir… .

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ Tarihin, hukukun ve adaletin dışına, siyasetin ise içine düşmüş hukukçuların kulaklarında küpe olacak sözlerdir bu sözler…  

Ben gevezelik ettim (zaten hep öyleyimdir) ama şu Hadis-i Şerif benim baştan beri anlatmak istediklerimi çok kısaca ve özlüce anlatmış zaten: “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesad kaplar.”

Yazıma mutat olduğu üzere bir şiirle son vereyim…. Mehmet Türkan isimli pek tanınmayan bir şairimiz var. Hâlen Samsun Terme'de bir lisede Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Mehmet Türkan'ın güzel bir şiiri var: ''Düşlere Gölge Düştü'' İşte bu şiir hukuksuzluk, adaletsizlik, merhametsizlik, sansür, densizlik, kabalık, çiğlik, cehalet ve yolsuzluk karşısında şakıyan bir bülbülün bir feryâdını, bir figânını anlatır: ‘’Düşlere Gölge Düştü’’

Bana da naçizane bunları kaleme almak düştü…

Osman AYDOĞAN

Düşlere Gölge Düştü

Sonsuzlar şahı olan sonsuz hüsrana düştü
Maverada uçarken yarsız devrana düştü

Rüyalarda görülmez, ölçüsü var rüyanın
Görülecek her düşte, canlar zindana düştü

Bir rüya gördüm de ben hayale daldım bir an
Ölçüsün kaçırmışım, beynime güve düştü

Dededen torununa kalamazmış mirası
Ağarınca sakalı, derdine kara düştü

Çiçek olunca bozulurmuş ahengi
Gülzârında gülleri koku derdine düştü

Her yanımız hâr oldu, ayaklar yalın kaldı
Merhamet gitti elden, merhamet mâra düştü

Gül devrine hasretiz, dikene düştü güller
Çiçek diye ağlarken, lale hazana düştü

Bülbüllere yasak var, sevdalı olamazmış
Güle âşıkmış karga, yâre akbaba düştü

Mecnun’un ne işi var, kızgın çöllerde böyle
Bozulur diye düzen Mecnun evlere düştü

Gönlün sevda mı ister, öğren onu bî aşkdan
Sevda öğretme işi, kalpler düşmana düştü

Niye gelir nevbahar, gelirse arar bülbül
Sınırı var her işin, bülbül sınıra düştü

Ahuların Ömrünü verelim biz aslana
Bakışları ters geldi endâma kara düştü

Bir gül dermek istersen bak hele sen yasaya
Gönül yurduna girdim, yoluma yasa düştü

Selam verip o yâre, haber bekler dururdum
Dediler ölçüsü var, gönlüme tasa düştü

Elim koyup alnıma, gül devrini düşündüm
Düşümü duydu zabit, yolum zindana düştü

Muallimim bu demde ilim yasaktır bana
Dilimde bir nakarat ilim yabana düştü

Fatih’in emri vardı, herkes özgürdü orda
Marmara’da yürekler alevli nara düştü

Nebi de bilememiş bildiğini bunların
Âlime yasak da söz, kelam cahile düştü

Bilâller bilememiş makamını ezanın
Davut’un sesi yasak okumak lâle düştü

İbrahimî bir tavır, kurban O’na yaklaşmak
İlimler bilmeyene, kuşlar kurbana düştü

Ölenlerin suçu var niye durmuş hedefe
Katiller arşı gezer, suçlar mazluma düştü

Zalim demek olmazmış, arşı ezen zalime
Haccaclar devran sürer, Zübeyr hâke düştü

Benim adını bu desen, olmaz öyle şey derler
Benim işim itaat, inkârlar bana düştü

Beyaza beyaz demek, karaya kara yasak
Her şey tersine döndü, kalbime yara düştü

Filistin’le inleyip, Çeçenlere ağlarken
Yurdumda bütün işler, bir parça beze düştü

Osmanlar Osman değil, Fatihler Fatih değil
Bu yerde Mehmetlerin diken yoluna düştü

Doğruya doğru demek sıratı geçmek gibi
Doğruyu yazanlara, çileli hücre düştü

Hocayla talebesi, bakar ağlar göz göze
Hocaya sürgün yeri, evladı kora düştü

Her yanım bağlı iken, saldılar köpekleri
Gene suçlu ben oldum, suçlar hep bana düştü

Analar ağlar durur, babalar bir ney gibi
Her yer Külbe-i ahzan, evlat kapana düştü

Karanlıklar karardı, karardı oldu zulmet
Güneşe yasak geldi, günlere kara düştü

Haklarımız hukukla hapse mahkûm oldular
Şakiler oldu ümit, ümide gölge düştü

Pervâne gibi dönsek mumların alevinde
Niye yanarsın diye gönül peykâna düştü

Güzele gölge düştü, gölge gölgede kaldı
Sevdaya ölçü geldi, hudutlar kalbe düştü

Kitaplar küstü bize, hüzün dolu varağı
Melal dolu gözünden damlalar kana düştü

Zengine fakir evi, garibe derin mezar
Belki bir umut diye, düşler Yusuf a düştü

Kaleme uzananın kalem olsun elleri
Kaleme yasak yazmak, yazanlar derde düştü

Sevgiler sevgi değil, sevdalar sevda değil
Herkesin gönlü kırık, umut umuda düştü

Bir Ömer mi gelmeli, adaletiyle mülke
Faruk diye geldiler, haklar hep dibe düştü

Ey Allah’ım ne olur, ne olur yetiş bize
Kitabına yasaklar, kullara tasa düştü

Ya Ali neredesin, Ebubekir ve Osman
Ömerinle gel Nebi, adâlet pâya düştü

Bir İbrahim yok mudur, ya da gelse bir İsa
Yâ Muhammed gel artık ümmetin dara düştü

Yüreği sökülmüş çağı onarmak bana düştü
Nefî olup hicvetmek idamlar bana düştü

Rahmet gönderir Rabbim, damlalar yere düştü
Bir gün yeşerir elbet, tohum toprağa düştü

Mehmet TÜRKAN





Chernobyl

Strontıum 90

Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                          ota, süte,ete
                          umuda, hürriyete
                          kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. 
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.

Nazım Hikmet Ran

HBO (Home Box Office) ABD'nin önde gelen, paralı televizyon kanal gruplarından birisidir. (Netflix gibi) Kablolu televizyondan ya da uydudan para ile abone olduktan sonra izlenebilmektedir.

HBO kanalında Bayram süresince yayınlanan beş bölümlük güzel bir dizi vardı: ‘’Chernobyl’’… Ben genellikle dizi izlemem ama bu bayram kızımın tavsiyesiyle bu diziyi yayınlandıkça taze taze soluk almadan ailece izledik…

‘’Chernobyl’’ dizisi; SSCB döneminde, 26 Nisan 1986 tarihinde,  Çernobil Nükleer Santrali'nde yapılan bir deney esnasında meydana gelen nükleer kazayı ve ardından yaşanan felaketi anlatmaktadır.  (Santralin asıl adi Vladimir Lenin Nükleer Santrali’dir. Ancak Çernobil Nükleer Santrali olarak tanındığı için ben de bu ismi kullanacağım.) 

Diziye geçmeden önce şu kısa bilgiyi vermem gerekmektedir.

Çernobil Nükleer Santrali, Ukrayna’nın Kiev şehrine 130, Çernobil şehrine 15, Pripyat şehrine ise 3 Km uzaklıkta konuşlu olan RMBK-1000 tipi 4 nükleer reaktöre sahip bir santraldir. Santralde bulunan 1. ve 2. üniteler 1970 ve 1977 yıllarında inşa edilmiş, 3. ve 4. üniteler 1983 yılında tamamlanmıştır. Pripyat şehrinde 49,000 kişi ve Çernobil şehrine ise 12,500 kişi yaşamaktadır.

1980’li yıllarda İsrail’in Irak’taki Sovyet yapımı nükleer santrali vurması sonucu, Sovyetler bu tür saldırılara karşı tatbikatlar yapmaya başlar. Çernobil’deki test de olası saldırı sonrası reaktörlerin gücünün kısılması ve tekrar çalıştırılması üzerine bir testtir.

Kazanın oluş şeklini basitçe şöyle özetleyebilirim:

Tarih; 26 Nisan 1986. Saat; sabaha karşı 01.23. Çernobil nükleer santralindeki mühendisler işte bu test kapsamında, muhtemel bir elektrik kesintisi durumunda reaktörün nasıl kontrol altında tutulacağının bir provasını yapmak amacıyla 4 numaralı reaktörün elektriğini bilinçli olarak kesiyorlar. Ancak mühendislerin bilmediği şey, reaktör bu tatbikat öncesinde zaten dengesiz bir durumda olduğudur. 1975 yılında bu dengesizlik ve bunun sonucunda böyle bir kaza olabileceği raporlarda belirtiliyor.  Ancak Sovyet rejiminin üstünlük kaygısı nedeniyle bu raporlar sümenaltı ediliyor.

Güç kesintisi, reaktöre su taşıyan türbinleri yavaşlatır. Daha az suyun reaktöre pompalanmasıyla buharlaşma hızlanır ve içerideki buhar basıncı birikir. Jeneratörlerin devreye girmesi için geçen 40-50 saniye gibi bir süre boyunca su pompaları çalışmadığı için reaktör soğutulamaz. Vardiya Amiri Dyatlov reaktörü kapatmak yerine tekrar çalıştırılmasını emreder. Git gide gücü tekrar artan reaktörün sıcaklığı kontrol altına alınamaz… O zamanki teknolojide reaktörlerin sigortası olan kontrol çubuklarının ucu grafit kaplıdır. Kontrol odası çubukları indirdiğinde ucu grafit kaplı çubuklar reaksiyonu durdurmadan önce grafitle tepkimeye giren Uranyum 235 önce büyük bir ısı açığa çıkararak ilk patlama gerçekleştirir. Isınmaya devam eden reaktör ikinci patlamayı da gerçekleştirir ve 350 kiloluk koruma grafitleri yerinden uçar... Ardından çekirdek açığa çıkar… Bu şekilde reaktör atmosfere maruz kalır. Reaktörün havayla teması sonucu başlayan yangın 10 gün boyunca devam eder. Radyoaktif bulutlar, Avrupa'nın önemli bir bölümüne ve Türkiye’ye radyoaktif serpinti olarak dökülür.

HBO, işte bugüne kadarki dünyanın en büyük nükleer felaketini bu beş bölümlük diziyle anlatmaya çalışmış. Ancak HBO Çernobil’i anlatırken çok sert bir sistem eleştirisi yapmış. Hep yazılarımda vurgularım ya ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… Bu yönüyle; gerek o dönemde Türkiye’de yaşanan nükleer serpinti, radyasyon tartışmaları ve gerekse de günümüzde Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olması nedeniyle konu Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmekte ve bu diziden dersler çıkarılması gerekmektedir. 

Gorbaçov’un ifadesine göre Çernobil kazası Sovyetler’i maddi ve manevi yıkıma götürerek sonun başlangıcı olmuş, Perestroika, Glasnost derken Sovyetler çökerek tarihe karışmıştır…

HBO dizisi ‘’Chernobyl’’; senarist ve yönetmen Craig Mazin’in Sovyet Devlet raporlarına, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu raporlarına, tanık ifadelerine ve Doğu ve Batı Avrupalı bilim insanlarının araştırmalarına dayanılarak yaklaşık beş yıllık bir araştırmasının sonucu olarak yapılmış. "Sadelik, izahın görkemidir" diye bir söz vardır. HBO dizisi teknolojik olarak karmaşık bir konuyu sadelik içerisinde ancak görkemli bir şekilde izah etmiş…

İsveçli yönetmen Jonah Renck de dizinin görüntülerinde koyu renk kullanarak diziye belgesel atmosfer vermiş. Dizide Emily Watson’un canlandırdığı hayali karakter Dr. Ulana Khomyuk hariç gerçek kişiler canlandırılmış.  Dizideki karakterler de ayrıca gerçek karakterler olan Valeri Legasov, Boris Shcherbina, Anatoly Dyatlov, Lyudmilla Ignatenko ve Vasili Ignatenko’ya sima olarak makyajla birebir benzetilmiş…  Dizide olayı araştırmak ve gerektiğinde müdahale etmekle görevlendirilen Valeri Legasov ve Boris Shcherbina onlarca bilim insanından yardım almışlar. İşte dizide hayali karakter olan Dr. Ulana Khomyuk karakteri bu insanları temsil etmek, gerçeğe ve insanlığa olan bağlılıklarını ve hizmetlerini onurlandırmak için yaratılmış.

Dizide SSCB devlet aygıtı Çernobil’de yaşanan felaketin büyüklüğünü dünyadan saklamaya çalışsalar da mızrak çuvala sığmadığı için bir yerden sonra pes ederek bu felaketi kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Ancak diziyi anlatmadan önce şunu vurgulamalıyım ki bu TV dizisi bir kurgu... Ancak kurgu gerçeğe çok yakın. Küçük bazı kusurlarıyla bu diziyi sanki belgeselmişçesine izleyebilirsiniz.

Mümkünse diziyi izlemeden önce 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ‘’Çernobil Duası’’ (Kafka Yayınları, 2017) adlı kitabını okumanızı öneririm. Dizi o zaman daha iyi anlaşılıyor. Zaten dizide bu kitaptan oldukça istifade etmiş… Kitap, Çernobil faciasını yaşamış insanların yaşadıklarından, hatıralarından oluşuyor…

Şimdi gelelim diziye…

Tabii ki diziyi olduğu gibi anlatıp da merakınızı giderip sizin diziyi izlemenize engel olmak istemeyeceğim. Tam tersi çoğumuzun sadece ismen bildiği bu felaketi, her detayıyla insanlara anlatan bu dizinin tanıtımını yapıp, merakınızı artırıp mutlaka ama mutlaka bu diziyi izlemenizi isteyeceğim…

Bu dizi neleri anlatıyor? Bu dizi ne mesajlar veriyor? Günümüz için çıkarılan dersler ne? Dizi bu açıdan çok önemli. Bu dizi; bizim diziler gibi; haşin haşin bakan erkekler, melül melül bakan kadınlar, lüks, şatafat, tarihi saptıran, sanal bir tarih yaratan, insanları gerçeklerden ve gündemden uzaklaştıran dizilerden bir dizi değil… Bu dizi gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpan, soran, sorgulatan bir dizi…

Her şeyden önce nükleer radyasyon nedir? Radyoaktif kontaminasyon nedir? Bir nükleer reaktör nasıl çalışır? Radyoaktiviteye karşı nasıl korunma sağlanır? sorularına cevap veren, kamuoyuna bilgi veren, izleyenleri aydınlatan anlatan bir dizi…

Bu dizi; cehalet ve eğitimsizliğin, kendi bekasını her şeyin üstünde tutanların bir nasıl felaketlere yol açabileceğini insanlara net bir şekilde gösteren ve bu konuda farkındalık yaratan bir dizidir… Devletçi yapının, otoriter rejimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu, böylesi yapılarda da devletin bir nasıl hayduda dönüştüğünü gösteren bir dizidir… Devletin, devlet büyüklerinin, amirlerin, hocaların vs. halkı, sıradan insanları nasıl gördüklerini anlatan bir dizidir… Bu dizi; Sovyet bürokrasinin, Sovyet üretim mantığının ve operatörlerin bütün güvenlik önlemlerini göz ardı ederek yapmış oldukları hatalar zinciri neticesinde devasa reaktörü düdüklü tencere gibi bir nasıl patlattıklarını anlatan bir dizidir.  

Bu dizi; hatalarını kabul etmeyip pisliklerini gizlemeye çalışan görevliler, kalın kafalı siyasetçiler, cesur geçinen aptal askerler, liyakat değil de sadakatin önemi, insan hayatının değersizliği, bürokrasinin hantallığı, yöneticilerin işinde uzman olanları zamanında dinlememesi, insanları bilgilendirmenin sisteme karşı suç olması, vb bizlere tanıdık gelen birçok konunun net bir şekilde anlatıldığı bir dizidir…

Sovyetler’de ortaya çıkan bu felaketin yine bu sistemin yetiştirdiği cefakâr ve fedakâr insanlar tarafından nasıl göğüslendiğini de gösteriyor bu dizi… Onlar olmasaydı belki de 10 kat daha büyük bir facia ve tüm dünyada buna bağlı daha fazla ölüm ve hastalık yaşanacaktı. Zaten film de "acı çeken ve fedakârlık yapanların anısına” diye başlıyor…

Bu dizi ülkedeki karar vericilerin kafasına vura vura izlettirilmesi gereken bir dizidir…

Çernobil felaketi, basit bir insan hatasından çok, 1975 yılında böyle bir kaza olabileceğinin ipuçları görülmesine karşın, hatalardan ders almak yerine üstünlük kaygısıyla üstü kapatılarak nasıl daha büyük felakete sebebiyet verildiği gösteriyor.

Belki İsveç’ten sızıntı fark edilmeseydi ya da ABD uzaydan görüntü almasaydı patlamayla ilgili Pribyat'taki insanlar kaderine terk edilip daha hızlı bir son onları bekliyor olacaktı. Belki de dünya da bu olup bitenlerden bihaber olacaktı.

Rüzgârın Almanya’ya doğru esmesinden dolayı Frankfurt’ta çocukların dışarıda oynamasına izin verilmezken patlamanın olduğu kentte hiçbir şeyden haberi olmayan aileler sanki güzel bir şey izliyormuş gibi nükleer santralın yanışını izliyorlar. Radyoaktif madde insanların üzerine yağarken Sovyet bürokratları halka "bir şey yok, sadece basit bir yangın" diye uyutuyorlar…

Santral yetkilileri ise doğru dürüst ölçüm yapmadan olayı mümkün olduğunca küçük göstermeye çalışıyorlar… Yerel yöneticiler şehri tahliye etmek yerine giriş çıkışları yasaklayıp, iletişim kanallarını kesiyorlar… Santral müdürü devlet başkan yardımcısı olay mahalline gelince ilk iş eline kendini kurtarmak için sorumlu listesi tutuşturuyor…

Dizinin son bölümünün adı "Vichnaya Pamyat"   ‘’Vichnaya Pamyat’’, Ortodoks Hristiyanların dini günlerde ve cenazelerde kullandığı bir terim olup ‘’sonsuz anısına" anlamına geliyor…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar var… Diziyi ve konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bu sahnelerden ve konuşmalardan ve bizimle olan ilişkilerinden de bahsetmem gerekiyor…

Filmin girişinde asıl sorumlunun bir kişi kabul edilip 10 yıl hapis cezası almasından bahsediyor. Bu durum bizde de tren kazaları sonrası suçlu bulunan makinistleri akla getiriyor…

Nükleer fizikçi kadın Profesör ile Minsk’teki Komünist Parti yetkilisi arasında geçen ve profesörün olayın vahametini anlatmaya çalıştığı ancak bir sonuç alamadığı konuşma: Prof.: ‘’Ben nükleer fizikçiyim ve siz daha düne kadar ayakkabı fabrikasında çalışıyordunuz.’’ Komünist Parti yetkilisi: ‘’Ama yetkili kişi benim, yetki bende.’’ Adam ayakkabı tamircisiyken sekreter yardımcısı olmuş, kendisini bir bilim insanından daha değerli görüyor, kadına '’kendi fikirlerimi sizinkilere tercih ederim’' diyor. 

Bu anlamda kibirli ve iş bilmez insanlara yetki verildiği zaman ne gibi büyük yıkımlara sebep olunabileceğini gösteren bir konuşmadır bu konuşma… Bu konuşma ister istemez aklınıza Türkiye’yi ve TÜBİTAK'a ''Başkan'' olarak atanan hayvanat bahçesi müdürünü getiriyor…

Dizinin 3. Bölümünde Dr. Khomyuk'un nezaretten çıkmasıyla ilgili olarak KGB Başkanı Skarsgard, Legasov’a şöyle söylüyor:  ‘’Hayır, şaşırtıcı derecede iyi gitti, saf bir geri zekalı gibi davrandın… Saf geri zekalılar devlet için tehdit oluşturmazlar.!’’

Vay anasını be… Ömrüm bitti neredeyse, bu cümlenin ne anlama geldiğini yeni anlıyorum…

Dizinin 3. Bölümde bol bol madencilere yer verilmiş… Legaslov, madencilerle nasıl konuşması gerektiği konusunda Shcherbina’ya soruyor. Aldığı cevap şöyle: ''Onlara yalan söyleme, doğruyu söyle… Onlar karanlıkta çalışan insanlar… Anlarlar''.

Madencileri çağırmaya gelen Kömür Bakanına her madencinin bir el atmasıyla cici takım elbisesiyle Kömür Bakanı’nın üstünü kararttığı bir sahne var… Madencilerin Kömür Bakanı’nın ceketine, yüzüne ellerini vurduğu, sürdüğü sahne… Son olarak bir madenci Bakan’a şöyle söylüyor: ‘’İşte şimdi gerçekten kömür bakanına benzedin."

Madenciler bu şekilde Kömür Bakanı’na ayar verirken bizdeki Soma maden faciasındaki bizim Kömür Bakanı’nın sözleri aklıma geliyor: "İki gündür aynı gömleği giyiyorum." Bir de dizide Yusuf Yerkel karakterini göremiyorum…

Reaktörün çatısının temizlenmesi için Almanya’dan robot getiriliyor.. Ancak hala radyasyon seviyesi gizlendiği için düşük ölçekteki radyasyona dayanıklı robot gelir Almanya’dan. Bu robot da yüksek radyasyon nedeniyle anında bozulur. O zaman çözüm olarak ‘’Biorobot’’ (yani ‘’asker’’) önerirler. O zaman şu sözü söyler Shcherbina: "Dünyadaki tüm ordular genellikle malzeme eksiğini insanla kapatır." (Camus’nun ‘’Veba’’ isimli romanında geçerdi bu söz.)

Yine ''vay anasına be..’’ diye söyletiyor insanı bu söz… Yıllarca NATO’nun en kalabalık ordusuyuz diye övünürdük ya hani…

Gelelim final sahnesine… Finalde mahkeme kurulur. Suçlu aranmaktadır… Fakat Valeri Legasov mahkemede öyle açıklamalar yapar ki, yenilir, yutulur gibi değildir… Bu açıklamalardan birkaçı:

"Yalanların bedeli nedir? Cevap, onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Eğer yeterince yalan dinlersek, artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmektir asıl tehlike. Peki, o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi mutlu etmekten başka ne kalır geriye? Bu hikâyelerde ise kahramanların kimler olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmek istediğimiz tek şey, kimi suçlayacağımızdır."

"Gerçek rahatsız ettiğinde yalan üstüne yalan söyleriz, ta ki yalanın orda olduğunu hatırlayamayıncaya kadar. Fakat hala oradadır. Söylediğimiz her yalanla gerçeğe borçlanırız. Er ya da geç o borç ödenir. Çernobil yalanlarla patladı."

“Bilim adamı naif olmaktır. Gerçeği aramaya o kadar odaklandık ki gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini göremedik. Fakat görsek de görmesek de tercih etsek de etmesek de gerçek hep oradadır. Gerçek, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz. İdeolojilerimizi ve inançlarımızı umursamaz. Gerçek her zaman pusuda bekler. Bu, sonunda Çernobil’in hediyesi. Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkuyordum, şimdi ise şunu soruyorum yalanların bedeli nedir?"

Buradaki sorunun cevabı basit… Yalanların bedeli Çernobil faciasıdır. Ya ülkemizdeki, Türkiye’deki yalanların bedeli? Bunu hiç düşünen var mı? Ülkemiz deyince, dizide geçmiyor ama o günleri bir hatırlayalım isterseniz … Ama dizi ile ilgili son bir iki bilgi daha:

Dizinin ve olayın başkahramanı Valery Legasov, 1988'de geriye sadece ses kayıtlarını bırakarak intihar ediyor. O güne kadar dikkate alınmayan uyarıları, Sovyet nükleer endüstrisi içerisinde bir şok yaratıyor ve Çernobil’de kullanılan türden RMBK reaktörlerinin tasarımı iyileştiriliyor. Geriye bıraktığı ses kayıtlarının bir kısmı kasıtlı olarak siliniyor ve değiştiriliyor…. 

Pripyat hastanesinin bodrum katında halen o itfaiyecilerin kıyafetleri duruyor. Hem de ilk geldikleri haliyle. Ve dozimetre ile günümüzde ölçüm yapıldığında bile normal ölçümlerin 4 bin katına kadar radyoaktivite gözüküyor.

Yazımın girişinde bahsettiğim Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında ödülü aldığı gün bir konuşma yapıyor ve o konuşmasındaki metin dizide de işleniyor.

Hem kitapta hem de dizide geçen itfaiyeci kocası ölen kadın… Kadın doğum yapıyor ve bebeği doğumdan dört saat sonra ölüyor… Tüm radyasyonu emen bebek annesini kurtarıyor. Kadının röportajı kitapta şöyle veriliyor:

''Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkân vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum’ dedim, beni ikna etmeye çalıştılar; ‘o artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje, anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, ‘seviyorum, seviyorum’.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Bense öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…''

Gelelim yalnız ve güzel ülkeme… Sovyetlerde, tüm Avrupa’da bunlar olurken bizde neler oluyordu? Bir hatırlayalım mı? Önce kronolojik bir olay sırası vereyim:

01 Mayıs 1986: SSCB Büyükelçisi, Türk yetkilileri Karadeniz’de ölçüm yapmaları konusunda uyardı. Aynı gün TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre "olay mevzii bir olay; Türkiye’ye ulaşsa bile etkilemez" diye açıklamada bulundu…. 

03 Mayıs 1986: Radyoaktif bulutların Türkiye’ye ulaştığı ve oranın yedi kat arttığı açıklandı. Edirne'de yağan yağmurdan dolayı TRT su birikintilerinin kullanılmamasını ve hayvanların otlatılmaması uyarısında bulundu. 

03 Eylül 1986: Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesiyle Türkiye’den fındık alımını durdurdu. 

28 Kasım 1986: Hollanda sağlık bakanlığı Türk çayında yüksek oranda radyasyon var açıklamasında bulundu. 

29 Kasım 1986: ÇAYKUR Genel Müdürü "çayda radyasyon var" iddialarını "batı tezgâhı" olarak nitelendirdi. Müdürlük çay kaynatıldığında radyasyonun 5-6 kat düştüğünü iddia etti. 

02 Aralık 1986: Efsanevi (!) sanayi bakanı Cahit Aral çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ileri sürerek çay içti. Cahit Aral ayrıca şunları söyledi: ‘’Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir.’’ (Bu haberin gazete kupürünü yazımın sonuna ekliyorum.)

14 Aralık 1986: Federal Almanya, Türkiye’den alınan 13 ton çayı iade etti. 

Bu tarihler, bu açıklamalar bize dizide gördüğünüz insanı isyan ettiren her şeyin bizim de bire bir yaşadığımızı ve devlet eliyle zehirlendiğimizi gösteriyor… 

1986 yılında Türk devleti Çernobil faciasını müteakip aylar boyunca TV'de "radyasyonlu çayı içiyorum bak bir şey olmuyor… Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir" diye şov yapan bakan Cahit Aral dışında açıklama yapılmasını, veri yayınlanmasını yasaklıyor. TAEK başkanı, bir de profesör sıfatlı adam Ahmed Yüksel Özemre göz göre göre bütün ülkeye yalan söylüyor ve atom profesörü olduğu için herkes onun sözüne güveniyor. TÜBİTAK, üniversiteler yayın yasağı yüzünden ağzını açamıyor… . 

Karadeniz’de Çernobil serpintisinin yağdığı yerlerde neredeyse her evde kanser vakasına rastlanıyor… Devlet bunun istatistiğini yapmamakta, hasır altı etmekte yıllarca ısrar ediyor. Çocuklarda lösemi vakaları korkunç oranlarda artıyor… Bir sürü ölü ve sakat doğum vakaları oluyor… Bunların raporları istatistikleri hala elimizde yok…

Türkiye’nin çok gerisinde olan Demirperde ülkeleri bile bütün taze gıda ürünlerini imha edip halkına kuru bakliyat, konserve yedirirken, Avrupa’da millet halk sağlığını korumak için inanılmaz önlemler alırken bizim devletimiz Avrupa’ya satamadığı radyasyonlu fındıkları ilkokul çocuklarına ve askerlere yediriyor… Sezyum 137, stronsiyum 90 içeren sütleri okullara bedava dağıtıyorlar… Türk halkına en büyük ihaneti kendi devleti yapıyor…

Yazımda adı geçen, olayın ve dizinin en önemli bir karakteri var: Anatoly Dyatlov. Anatoly Dyatlov olay gecesi Çernobil’in vardiya şefiydi. Dizide de hatasını kabul etmeyen, bıyıklı ve ilk bakışta kötü adam olduğunu anladığımız Dyatlov yalnızca 10 yıl hüküm yiyor… 

Gazeteci Mehmet Ali Birand olaydan yedi sene sonra Dyatlov’u bulup onunla bir röportaj yapıyor. Yedisene sonra… Bunun sebebi de yedi sene boyunca Çernobil kelimesinin Türkiye’de bir tabu haline gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümet Çernobil veya radyasyon lafını ağzına alanı kötü adam, hain ilan ediyor… Sovyetler olayı ancak iki gün gizleyebilmişlerdi... Bizimkiler ise yedi yıl gizliyorlar…

Röportajda Dyatlov çekirdeğin patladığını fark ettiğini, hükumetten gizlemeye çalışmadığını ama hükümetin uluslararası itibarını zedelememek için bunu dünyadan ve dolaylı olarak kendi halkından gizlediğinden bahsediyor. Patlamanın sorumlusu olarak da o deneyi yapmalarını isteyen Moskova’yı ve santralin yapısını suçluyor.

Mehmet Ali Birand’ın bu röportajının bağlantısını da yazımın sonunda sunuyorum…

Gelelim sonuca…

Dünyada 500 civarında aktif nükleer santral bulunuyor… Bunlardan sadece bir tanesi patlayınca tüm Sovyet kaynakları kullanılarak müdahale ediliyor ama yeterli olmuyor… Türkiye’ye 1500 km uzaklıkta olan Çernobil nükleer santralinin bir benzerinin günümüzde Iğdır’a sadece 15 km uzaklıkta bulunduğu da hatırlatmak istiyorum…

Çernobil’deki bu felaket için Sovyetleri geri sistem ve teknoloji ile suçlayanlar çıkabilir…  Ancak dünyanın en gelişmiş teknolojisine ve sistemine sahip olan Japonlar da daha sekiz yıl önce, 2011 yılında Fukushima'da benzer nükleer felaketi yaşıyorlar…

Çernobil’den sonra Fukushima felaketi de gelince, ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerji masaya yatırılıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor…Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilebilir enerji kaynaklarına yöneliyorlar...

Tekrar diziye dönüyorum…

"Çernobil insanları öldürmedi, insanları liyakatsiz yöneticiler öldürdü.’’ Dizinin ana fikri bu…

Dizide liyakatsiz Sovyet komünist yetkilileri görüyorsunuz sonra dönüp günümüzde, evdeki piknik tüpünü nükleer reaktörün tehlikesi ile bir tutan zihniyete, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine, muktedirlere bakıyorsunuz… Ürperiyorsunuz… Mücrim gibi tir tir titriyorsunuz… Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra yalnız ve güzel ülkemin hiç de sevmediğimiz Sovyetlerle bir nasıl ''yoldaş'' olduğunu görüyorsunuz. (*)

Dün tüm halkına radyasyonlu gıdalar yedirenler bugün de Rusya'dan tarım zararlısı, zirai ilaç kalıntısı var diye gümrüklerden dönen tonlarca domatesi, çileği, kirazı yediriyorlar... Siz bu dönen ürünlerin imhasını gördünüz mü hiç?

Daha dün ''Türkye'de radyasyon var diyen dinsizdir'' diye demeç veren siyasetçi güruhunun devamının bugün de ''partimize oy vermeyen dinsizdir'' diye şarladıklarını ve Diyanetin de buna sessiz kaldığını görüyorsunuz... Teknolojik olarak atağa kalkması gereken güzel ülkemin mistik bir eğitime yönelip her okulunun İmam Hatipe çevirildiğini görüyorsunuz...

Bütün bunların üstüne Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olduğunu görüyorsunuz…

Ürpermek, tir tir tirremek az geliyor... Çukurovanın eski zamanlarındaki insanları gibi sıtma nöbetleri geçiriyorsunuz...

Bu dizi; cehaletle ve bilgisizlikle harman olmuş, yozlaşmış bir devletin, yozlaşmış bir zihniyetin, hangi ideoloji ile yoğrulursa yoğrulsun insanlarına ve insanlığa zarardan ve felaketten başka bir şey getirmeyeceğini bir kere daha anlatıyor ve hatırlatıyor…

Bu dizideki eleştiriyi, sadece Sovyet devleti için değil, Thomas Hobbes'in ''Leviathan''ındaki gibi tüm ‘’devlet’’ aygıtına yöneltip, bilgi, akıl ve hukuk süzgecinden geçiridiğinizde ancak aydınlanabiliyorsunuz….

Ve başta verdiğim Nazım'ın şiirini bir daha hatırlıyorsunuz:

''Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                          ota, süte,ete
                          umuda, hürriyete
                          kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. 
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.''

Osman AYDOĞAN

(*) "Türkiye Nükleer Düzenleme Kurulunun çalışma usul ve esasları hakkında yönetmelik. Madde 11 – (1) Aksi kararlaştırılmadıkça, kurul toplantılarındaki görüşmeler gizlidir." 

‘’Chrnobyl’’ dizisi tanıtım filmi:
https://www.youtube.com/watch?v=Rle1Bywi61M&feature=youtu.be

Mehmet Ali Birant, 32. Gün, Çernobil, Dyatlov le görüşme:
https://www.youtube.com/watch?v=yVBIDTB6S0M&feature=youtu.be

26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil faciasından sonra ülke radyasyondan kavrulurken gazete haberleri:






Mihriban

07 Haziran 2019

''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...

''Mihriban''ın yazarı ise şair Abdurrahim Karakoç'tur. Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş'ta doğar, 17 yıl önce bugün, 7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum'dadır. Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi. Ajanslara baktım... Haberlere baktım... Boyalı boyalı gazetelere, dergilere baktım... Renkli renkli ekranlara baktım... Bir anan, bir yâd eden var mı diye... Heyhat... Heyhat ki heyhat...

Şairden önce onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatayım...

''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...

Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…

Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne",  "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.

Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!

Abdürrahim Karakoç, ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:

Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.

Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. 

Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”

Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. 

Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. 

Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 

Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban 

Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 

Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım kara bahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:

‘’Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım. 

Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım. 

Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım. 

Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım. 

Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım. 

Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.

Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 

“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' 

“ 'Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihriban’ım'

diyorum.''

“ 'Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de 
unutursun Mihriban’ım'

dedim..''

Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.

Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmiyenler Mihriban…

Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….

Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundan…

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban…. 

Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:

Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un eşsiz dizelerini Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, ikincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı özel iki şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın sonunda veriyorum. Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız. Bu konudaki düşüncemi Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım: 

''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''

Duygu dünyama hitap eden gerçek bir halk ozanı idi Abdurrahim Karakoç... 

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To

Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

Âşık Mahzuni Şerif'in Abdurrahim Karakoç için yazdığı şiirleri:

Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: "Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."

Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:

''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..

Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.

Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a

Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''

‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:  

Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?..  Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.

Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.

Bakalım ne cevap gelecekti?

İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:

“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.

Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:

Karakoç Baba'ya

''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?

Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?

Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?

Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''

Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.

Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.

Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu:

“Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi





El, ayd-ü ekber eyledi, biz matem eyledik.

03 Haziran 2019

Bugün Ramazan ayının son günü ve arife günüdür. Hicri takvime göre onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü de bayramdır. Arapça ismi ‘’Ayd-ül Fitr’’dır. Farsçada da aynıdır. ’’Ayd’’ Arapça bayram demektir. ‘’Fitr’’ ise fıtır sadakası ya da fitre olarak bilinen oruç tutamayacak durumdaki Müslümanların verdiği sadakadır. Şükür sadakası olarak da bilinir. Bütün Arap ülkelerinde ve İran’da bu bayram ‘’Ayd-ül Fitr’’ olarak kutlanır. “Ayd-ül Edhâ” da “Kurban Bayramı’’dır.

Eski Türkçe’de “şükür” ve “şeker” kelimeleri Arap harfleriyle aynı şekilde yazıldığı için okunmakta olan bir metinde ‘’şükür’’ün mü yoksa ‘’şeker’’in mi kastedildiği cümlenin gelişinden anlaşılırdı. Aslı “Şükür Bayramı” olan ifade, zamanla işte bu aynı yazılıştan kaynaklanan okuma hatası yüzünden “Şeker Bayramı” halini almış ve Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde ‘’Şeker Bayramı’’ olarak kutlanmıştır Ramazan Bayramı olarak değil. Demokrat Parti döneminde de, bu bayram çıkarılan 5953 sayılı yasa ile “Şeker Bayramı” ile tescillenir.  

Gelelim günümüze…

Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide ise ‘’sözcük’’ (kelime) ; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Ayrıca ‘’kelimeler’’ muktedirlerin eylemlerini kapatmak için de kullanılır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleriyle dünya çapında bir katliamın üzerini örtmüşlerdi. Bir ‘’fıtrat’’ (*) diyorsunuz ihmalin, tedbirsizliğin sonucu toprak altında bıraktığınız 301 madencinin üstünü bir daha örtüyorsunuz. Bir ‘’Barış harekâtı’’ diyorsunuz savaşın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz işgalin (ABD’nin Irak’ı işgali) üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’ileri demokrasi’’ diyorsunuz he türlü otoriter yönetimin, antidemokratik uygulamanın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’Orta Asya’’ diyorsunuz üç bin yıllık Türk yurdunun (Türkistan) üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz… Bir ‘’şehit’’ diyorsunuz sakat yapılan binanın çökmesiyle 15 vatandaşın ölümündeki ihmalinizin, denetimsizliğinizin, sorumluluğunuzun üstünü örtüyorsunuz… Bu listeyi uzatmak mümkün. Onun için derdi bir Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’

İşte bu nedenlerle otoriter yönetimlerde de sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Böyle olduğu için yüz yılların “Şeker Bayramı” 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, ABD hatırına ihtiyaç duyulan ‘’Yeşil Kuşak’’ için 1981 yılında çıkarılan bir yasa ile “Ramazan Bayramı” yapılmıştır.

Ramazan Bayramı Kur’anda geçmez. Hiçbir hadiste de ‘’Ramazan Bayramı’’ diye bir ifade yoktur. Hiçbir İslam Arap ülkesinde ‘’Ramazan Bayramı’’ diye kutlanmaz. Bizden başka da ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak kutlayan Müslüman da yoktur. Bize özgüdür dini kavramları siyasete alet edip kanunla belirlemek. Bu gidişle yarın bir başka iktidar gelir, bir başka kanun çıkarır ve bir başka adla kutlanmasını isterse ne olacak?

Burada bir başka bilgisizlik daha vardır. İbnü’l Arabî ''Ramazan'' isminin Allah’ın ‘’Esma-i Hüsna’’sından (güzel isimlerinden) bir isim olduğunu ifade eder. Bu sebeple Ramazan ayı kastedilirken ‘’Ramazan geldi’’ yerine “Ramazan ayı geldi” denilmelidir. Aynı şekilde eğer bayramı kastediyorsanız ve kelime olarak illa ‘’Ramazan’’ı kullanacaksanız bari ‘’Ramazan Ayı Bayramı’’ deseydiniz... Veya bayramın aslına ve anlamına uygun olarak ‘’Şükür Bayramı’’ ismini kullansaydınız. Ne yapalım, bu kadar inceliği nereden bilelim değil mi?

Mehmet Âkif Ersoy’un ‘’Bayram’’ isimli şirinin ilk kıtası şöyle başlardı: ‘’Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!’’ Burada geçen ‘’şetâretli’’ sözcüğü Osmanlıcada ‘’neşeli, şen, cıvıl cıvıl’’ demekti. Benim yaşımdaki arkadaşlarım çocukluğumuzun o zaman adı ‘’Şeker Bayramı’’ olan bayramın ne şetâretli bir bayram olduğunu hatırlarlar. Şimdi ey muktedirler, ‘’Şeker’’ ismini kaldırıp yerine ‘’Ramazan’’ı koydunuz. Osmanlıya öykünürsünüz ama Osmanlıdan kalan gelenek; büyükleri ziyaret bitti, meddahlar gitti, Karagöz Hacivat gitti, yerine “erkân”a uymayıp “ekran”a itibar eden, mâbetten medyaya transfer olan, bir “pop-star”a dönüşen ağlak medyatik hocalara, İslamiyet’le, dinle hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplara, bir anlamsız matem havasına bıraktınız. Çocukluğumuzun şetâretli Ramazan ayını ve Şeker Bayramını bir hüzne, bir kasvete, bir kedere, bir matem havasına soktunuz. Şimdi şetâret mi kaldı? Beni anlıyorsunuz değil mi ‘’Şeker Bayramı’’na neden ‘’Ramazan Bayramı’’ demek istemediğimi…

Nasıl adlandırıyorsa adlandırılsın, adından ziyada mânası önemlidir diye düşünüyordum ama bayramın bayramlık hali de kalmadı artık.

21. yüzyılda İslam coğrafyasına, Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye yapılan Haçlı Seferleri, bu seferlerin sözde Müslüman işbirlikçileri, birbirinin gırtlağını boğazlayan, birbirinin ayaklarının altını oyan sözde Müslümanlar, gelecekteki muhtemel bir Şii-Sünni çatışmasının ayak sesleri, imkân bulanların küffar diyarlarına iltica etmeye çalıştığı, imkân bulamayanların ise sefalet ve kan deryası içinde yüzdüğü İslam dünyası, Arapların aşiret kavgalarına balıklama dalan yönetimler, gafletin, dalaletin, tedbirsizliğin, ihmalin ve ihanetin sonucu art arda gelen kazalarda yitirilen yüzlerce canlar, kadın ve çocuk cinayetleri, sübyan tecavüzleri, tinerciler, bonzaiciler, memleketin her köşe başını tutmuş dilenen Suriyeli Müslüman mülteciler, hemen hemen her gün gelen ikişer, üçer, beşer asker şehadet haberleri, çiğnenen hukuk, ırzına geçilen adalet, ne kutlanacak bayram bıraktı ne de şetâret.

Bu şartlar altında bayrama ''Şeker Bayramı'' demeseniz ne olacaaaak, ''Ramazan Bayramı'' deseniz ne olacaaaak? Daha da ötesi; bu şartlar altında hangi yüzle, hangi hakla, neyin bayramını kutlayacaksınız ki?

Eskiler zaman zaman derdi zaten: “El, ayd-ü ekber eyledi. Biz matem eyledik.” (Ayd-ü ekber: Büyük bayram) El, bu şartlar altındaki İslam dünyasının haline bakarak ayd-ü ekber eyliyor... Gerçek bayramı el yapıyor... Düşünen beyinlere, hisseden yüreklere, hassas ruhlara ise matem eylemek düşüyor...

Bakmayın siz yine de benim böyle karamsar, elemli yazdığıma… Unutun gitsin…Ben bayramınızı kutlamak istemiştim…

Bayramınızı kutlar, hayırlara vesile olmasını, mutluluk, esenlikler ve şetâretli zamanlar getirmesini dilerim…

Osman AYDOĞAN

(*) Fıtrat; Yüce Allah’ın doğuştan, yaratılıştan canlılara kattığı özelliktir. ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’Akrebin fıtratında sokmak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ diyebilirsiniz. Ama ‘’Karayollarının fıtratında kaza vardır’’ diyemezsiniz. Ama ‘’Madenciliğin fıtratında göçük vardır’’ diyemezsiniz. Yani kendi kusurunuzu, kendi kabahatinizi, kendi ihmalinizi, kendi tedbirsizliğinizi Yüce Allah'a yükleyemezsiniz!

Bir not: Eskiden bayramlarda gazeteler çıkmazdı… Hem insanlar gazetelerin karamsar haberlerinden, yorumlarından kurtulur, hem de gazeteciler dinlenirlerdi… Ben de bu kurala uyarak bir süreliğine hem sizleri bu karamsar yazılarımdan kurtarayım hem de ben biraz dinleneyim…

 




Beni unutma Hatçem…

03 Haziran 2019

Bahar da bitti… Ağaçların çiçekleri döküleli çoook oldu… Zaman ‘’Kiraz Zamanı’’.. Ancak onun da ilk yarısı bitti… Her şey bitiyor zaten… Ajanslardan kötü kötü haberler dökülüyor… Aynaya bakıyorum… Yüzümde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var…  

Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye'nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten:

‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’

Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…

Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.

Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.

Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur. Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.

Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor.

Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...

Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.

Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948­ - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.

Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir.  

Nazım 1955 yılı sonlarında evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar.

Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde kaskatı kesilmiştir. 

Karıştırırken kitabı bir bölüm çarpıyor gözüme: ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''

Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:

“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.

O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.

Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip biraz geriye gidiyorum…

Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan ka­çan dev­rim­ciler Osmanlıya sığınırlar.  Bun­lar­dan bir kıs­mı, ye­ni­den ül­ke­le­ri­ne dö­ner­ken ba­zı­la­rı da Müs­lü­man olup, Os­man­lı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Kons­tanty Bor­zec­ki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Kons­tanty Bor­zec­ki iki yıl son­ra, “Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n” adını alarak Bekta­şi ol­up İs­la­mi­ye­t'­i ka­bul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir.

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca olarak yayınlar… Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca)  bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler.

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, İs­tan­bul'da emrinde ça­lış­tı­ğı Mir­li­va Ömer Pa­şa­‘nın bü­yük kı­zı Saf­fet Ha­nım ile ev­len­ir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir.  Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.

Şimdi tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönelim…

Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım: 

“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.” 

Nazım'ın ömrününü on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan Genel Af Yasası’yla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.

“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…

Bugün 03 Haziran 2019… Vefatının 56. yılında anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:

''Bu geç vakit 
bu sonbahar gecesinde 
                            kelimelerinle doluyum; 
zaman gibi, madde gibi ebedî, 
                                  göz gibi çıplak, 
                                                 el gibi ağır 
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl 
                                                             kelimeler.'' 

Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki yıldızlar gibi her zaman pırıl pırıldı içimden geçen kelimeler... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu ilkyaz günü:

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Osman AYDOĞAN




Yüzyıllar öncesinden gelen bir ses, bir mesaj, bir çığlık!

01 Haziran 2019

Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;

‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

Şu sözleri onu anlatmaya yeter:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’

"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."

"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairidir. İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgindir. İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisidir. ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan ünlü tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan kişidir.

İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh). Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir…

İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıkar. Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur.

Tasavvufta o bir başlangıçtı, ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…

Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.

René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’’ (Bilgelik Fanusları) isimli kitabında şunları yazar;

‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."

İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.

‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar;

(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)

"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [şura suresi, 42/11] diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” [şura suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."

‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.

İbnü’l Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile, tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."

İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında (Esma Yayınları, 2001) Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der.  Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı.... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?

‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir. Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum.  Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı;  “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürü­nü olan bilgiler kendisine Mekke’de gel­diği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çe­şitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bü­tün bilgilerin ilâhî ilham (ilkâ-i rabbânîve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sü­rer.

Yani ‘’Fetih’’, küffar diyarlarındaki bir şehrin, bir beldenin veya bir bölgenin ele geçirilmesi, ilhak edilmesi değildir. Yani ‘’Fetih’’, Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açmasıdır. Kısa süre önce Fatih Sultan Mehmet’i anlatmıştım. Buradaki ‘’Fatih’’ unvanı Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasından, İstanbul'u ele geçirmesinden değil kendisine Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kendisine açmasındandır.

Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs'ül Hikem’’i kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüya'sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.” 

27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.

‘’Fusüs'ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”

Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.

1182'de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.

Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.

Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ isimli kitabında (İnsan Yayınları, 2016) aşağıdaki bölüm yer alır: (s. 134)

''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''

İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:

''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.

Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci ordan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kafir, dışı Müslüman, dışı kafir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidayete karşı delaleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "

Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gavurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”

İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:

Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs' ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."

Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selehattini Eyyubi diye andı.

Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''

Konya'ya Bağdat'tan Selçuklu hükümdarının daveti üzerine gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.

Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."

Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.

İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü'l Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.

‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.

İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler bu inanca sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı yansıtmışlardır. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.

Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî;  “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, zındıklıkla suçlandı.  Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”

İbnü'l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye'’deki sözleridir. (Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.)

Güncel bir konu: Bildiğiniz gibi Türkiye’nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. ‘’Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’’ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamberimiz? Bunlar güya Müslüman. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün daha naaşı defnedilmeden sözde bu Müslümanlar tarafından arkasından yağdırılan nefreti, kini, hakareti gördünüz mü?. Daha dün, 2017 Mayıs ayı başında bu sözde Müslümanlar Atatürk'ün annesine dil uzatmadılar mı? Zübeyde Hanım'a İftira atmadılar mı? Bunların ataları da İbnü’l Arabî’ye bile ‘’Şeyh’ül Ekfer’’ (Kafir Şeyh) demişlerdi. Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali. Zaten derdi İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır.'' İşte bu insanlar Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam" diye şiir yazdıran sözde Müslümanlardı... Ben bunlara daha ne diyeyim? 

İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlenmiştir. İbnü’l Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuş gerçek müminleri tenzih ederek rahmetli Mustafa Kemal Atatürk'e, validesine, Yaşar Nuri Öztürk’e kin ve nefret kusanlar ile topluma kin ve nefret aşılayanlar hakkında şöyle yazmıştı:

''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''

(İbnü’l Arabî, Et-Tecelliyet et-İlahiyya, s. 458, yay. Osman Yahya,1988)

Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)

(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…)

Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin.. .

Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.

Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…

Mevlânâ’nın bu velileri anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ Bu veliler peygamber yerinedirler. Bu velilerden yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.

İbnü’l Arabî  “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde  “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder.  Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’ Yavuz Sultan Selîm’dir. “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.

 “Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir.  ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn”  (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!” ) ifâdesiyle dile getirilmiştir… 

İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da camii ve imaretininin inşaasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir.

Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid) (2005 yılında Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana.) 

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173) 

‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.

Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).

İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.

İbnü'l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’

İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:

Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla; “Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”

Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”

Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.

Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"

Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbnü’l Arabî'yi okuduğu bilinir.

Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."

Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî''yi... (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitaptır.)

İbnü'l Arabî'nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!...

İbnü’l Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir.  Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;

‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtlaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî'nin mezarı da aslında Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir.

Allah rahmet eylesin.

Osman AYDOĞAN

Bir not: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır.




Kadir Gecesi

31 Mayıs 2019

Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan ''mübarek geceler'' bulunmaktadır. ''Regâip Gecesi'' ve ''Miraç Gecesi''; Recep ayında, ''Berâet Gecesi''; Şaban ayında, ''Kadir Gecesi'' ise Ramazan ayında bulunmaktadır. ''Mevlit Gecesi'' de Rebiyülevvel ayında bulunur.

Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Berâet gecesi (Leyle-i Berâet) gibi.

İşte bu gecelerden son olarak Ramazan ayının müjdecisi Berâet Gecesi’ni tam 40 gün önce kutlamış idik. Berâet Gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği geceydi. Buna "inzâl" denir.

Bugün ise (Ramazan ayının 27’inci gecesi) ''Kadir Gecesi''dir. Kur'an-ı Kerim, Kadir Gecesi'nde Hz. Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in kendisinden dünya semasına indirildiği Levh-i Mahfûz'dan bahsetmek istiyorum.

Levh-i Mahfûz, Arapça’da ‘’korunmuş levha’’ anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. ‘’Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap’’ anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. 

Kur'an'da geçen ‘’Ümmü'l-Kitap’’ (Kitapların Anası, Ana Kitap), ‘’Kitabun Mübin’’ (Apaçık Kitap), ‘’Kitabun Hafîz’’ (Koruyan Kitap), ‘’Kitabın Meknun’’ (Saklanmış Kitap), ‘’İmamun Mubin’’ (Apaçık İnen Kitap) ve sadece ‘’Kitap’’ ifadeleri Levh-i Mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir. Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen ‘’apaçık kitap’’ Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Kadir Gece’si müstesna bir gece olduğundan müstakil bir sûre ile şerefi yükseltilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in 97. Sûresi (Kadr Sûresi) Mekke döneminde inmiştir. Beş âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adı almıştır. Kadr, Arapçada ‘’azamet’’ ve ‘’şeref’’ demektir. Kur'ân'da adı geçen tek ay “Ramazan” ayıdır; tek gece ise “Kadir Gecesi”dir. 

Yüce Allah Kadr Sûresi’nde şöyle buyuruyor:  "Doğrusu, Biz, onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir." 

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır." 

Peygamberimizin saygıdeğer eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: ''Peygamberimize 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?' diye sordum. Peygamberimiz: 'Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet' diye dua et" buyurdu.

Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, hepimizi affet!

Kadir Geceniz mübarek olsun.

Osman AYDOĞAN




Dört Kapı Kırk Makam

31 Mayıs 2019

Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Makâlât” ile “Fevaid” adlı kitaplarında ve “Buyruk”larda yer verilmiş, işlenmiş Türk İslam tasavvufunun temel anlayışını oluşturan “Dört Kapı Kırk Makam” kavramı vardır. Hacı Bektaş-ı Veli "kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur" buyurmuşlardır. Bu ilkeler aşama aşama insanı olgunluğa ulaştırır. Kapı dörttür. Bunlar sırasıyla: Şeriat, tarikât, marifet ve hakikât kapılarıdır. (Burada geçen ''şeriat'' ve ''tarikat''kavramlarının din tacirlerinin kullandıkları şeriat ve tarikat kavramları ile bir ilgisi yoktur.) Her kapının onar makamı vardır. Böylece toplamda kırk makam olmaktadır.

Bu düşünce ilk önce Ahmet Yesevi tarafından "Fakrnâme"de dile getirilir. İnancı dört bölüme ayırarak öğrenme kolaylığı sağlamak hedeflenmiştir. Bu görüş daha sonra "Makâlât"ta da aynı şekilde ifade edilir. (Makâlât konuşmalar demektir.) Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek hakikâte ulaşılır. Yunus Emre tarafından da aynı şekilde terennüm edilen "Dört Kapı Kırk Makam" anlayışı bu temel anlayışı oluşturur:

''Kırk bin kırk dört tabakat meşayih evliyalar
Dört kapıdır kırk makam dem evliya demidir.

Şeriat, tarikât yoldur varana,
Hakikât, marifet andan içeru

Evvel kapı şeriat, geçse andan tarikât
Gönül evi marifet, ışk hakikât içinde.''

Asıl adı Ahmed Edip olan ve şiirlerinde ‘’Harabi’’ mahlasını kullanan Ozan Harabi'nin anlatımı da batıni bir yorumu vermektedir: 

''Şer-i şerif inkâr olunmaz ama şeriat var şeriattan içeri,
Tarikâtsız Allah bulunmaz ama tarikât var tarikâttan içeri.
Gördüğün şeriat şeriat değil, gittiğin tarikât tarikât değil,
Marifet sandığın marifet değil, marifet var marifetten içeri.

Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat,
Hakk'ın cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil hakikât,
Hakikât var hakikâtten içeri.''

Bu dört kapı anonim bir deyişle şöyle de anlatılır:

''Şeriat derki; seninki sana benimki bana
Tarikât derki; seninki sana benimki de sana
Marifet derki; ne seninki var ne de benimki
Hakikât derki; ne sen varsın ne de ben''

Bir başka yoruma göre ise şeriat anadan doğmak, tarikât ikrar vermek, marifet nefsini bilmek, hakikât ise Hakk'ı özünde bulmak yollarıdır.

Yunus da yine bu kapıları daha basitçe (!) şöyle anlatır:

‘’Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu’’

(Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bahçenin sahibi bana kızarak "Niye cevizimi yedin" dedi.)

Erik, şeriattır. Dışı yenir, içinde kocaman bir çekirdeği vardır. Üzüm, tarikâttır. Tamamı yenir, fakat içinde küçük de olsa çekirdeği vardır... Ceviz, hakikâttir. Cevizin özüne ulaşmak için sert kabuğunu kırmak gerekir. Bostan sahibi kızar. Çünkü hakikâte insan kendi başına ulaşamaz. Mürşid-i kâmilin rahle-i tedrîsinden geçmek gerekir...

Bu kapıların makamları kısaca şöyledir:

Şeriat kapısının makamları: İman etmek, ilim öğrenmek, ibadet etmek, haramdan uzaklaşmak, ailesine faydalı olmak, çevreye zarar vermemek, Peygamberin emirlerine uymak, şefkatli olmak, temiz olmak, yaramaz işlerden sakınmak.

Tarikât kapısının makamları: Tövbe etmek, mürşidin öğütlerine uymak, temiz giyinmek, iyilik yolunda savaşmak, hizmet etmeyi sevmek, haksızlıktan korkmak, ümitsizliğe düşmemek, ibret almak, nimet dağıtmak, özünü fakir görmek.

Marifet kapısının makamları: Edepli olmak, bencillik, kin ve garezden uzak olmak, perhizkârlık (aşırı istekleri sınırlamak), sabır ve kanaat, haya, cömertlik, ilim, hoşgörü, özünü bilmek ve ariflik.

Hakikât kapısının makamları: Alçakgönüllü olmak, kimsenin ayıbını görmemek, yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek, Allah’ın her yarattığını sevmek, tüm insanları bir görmek, Birliğe yönelmek ve yöneltmek, gerçeği gizlememek, manayı bilmek, İlahi sırrı öğrenmek ve İlahi varlığa ulaşmak. (Vahdet-i Vücud)

Bu dört kapıyı anlayamayan öğrencilerinden biri Mevlâna’ya sormuş: “Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?” demiş. Mevlâna: “Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var. Hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, ancak onlar ne yaparsa yapsın tepki gösterme sonra gel sana anlatayım” demiş.

Adam gitmiş birincinin ensesine bir tokat atmış. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlâna'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaratana güvenip ikinciye de bir tokat atmış. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken kızgın kızgın bakıp vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü söyle bir kafasını çevirip pis pis baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlâna'ya dönmüş, olanları anlatmış ve ''günahsız insanlara tokat attım, bir de ben esaslı bir tokat yedim ancak ben bu işten hiçbir şey anlamadım'' demiş. 

Mevlâna: "İşte sana istediğin örnekler’’ demiş ve başlamış anlatmaya;

‘’Birinci; şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti. İkinci; tarikât kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikât öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, yerine oturdu. Üçüncü; marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek yaratandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı. Dördüncü; hakikât kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile”

Müslümanlar; domuza, şaraba, saça ve libasa verdikleri önemi, gösterdikleri titizliği ve harcadıkları enerjiyi bu dört kapı ve kırk makama verselerdi eğer...... 

Bu cümlenin de devamını ben getirmeyeyim artık...

Osman AYDOĞAN




Justinianus

30 Mayıs 2019

Kaç gündür Fatih Sultan Mehmet'in şahsında Osmanlı'yı, Fatih'in kendisini, hocası Akşemseddin'i ve nihayetinde de Bizans'ın son imparatorunu anlattım. Daha önce de çeşitli hikâyelerle İstanbul'un tarihi mekânlarını ve tarihi kişiliklerini anlatmıştım... Bugün de Bizans'ın yani Doğu Roma'nın en güçlü imparatorunu, yani Justinianus'u ve ve Justinianus'un zeki ve güzel karısı Theodora'yı anlatacağım... Tabii ki anlatımımın arka planında hep İstanbul, o zamanki ismiyle Konstantinopolis vardır, bu kadim şehrin tarihi mekânları vardır... Bakalım tarih bize bu sefer neler söyler?

Ama Justianianus'tan önce çok kısa olarak Doğu Roma İmparatorluğu...

Doğu Roma İmparatorluğu

MÖ 1. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’de hüküm süren dünyanın en büyük imparatorlukları arasında yerini alır. Ancak MS 375 yılına gelince Kavimler Göçü ile yaşadığı büyük karmaşanın ardından MS 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünür.

Batı Roma İmparatorluğu 476 yılındaki Germen saldırısı sonucu yıkılır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona erer.

Justinianus

Doğu Roma İmparatorluğunun, 6. yüzyılda imparatorluk yapmış, imparatorluğa yaptıkları ile damgasını vurmuş ve adından en çok söz ettiren bir imparatoru vardır: I. Justinianus (Jüstinyen)  

Justinianus 482 yılında Makedonya'da Üsküp yakınlarındaki Tauresium adlı bir köyde dünyaya gelir. Asıl adı: Flavius Petrus Sabbatius'dur. Justinianus olarak bilinen adını sonradan alır. Bu ad dayısı olan imparator Justinus tarafından evlat olarak kabul edildiğini gösterir. Justinus’un çocuğu olmadığı için kendine varis olarak yeğeni Petrus’u (Peter) seçer, evlat edinir ve ismini Justinianus olarak değiştirir. Justinus yeğenini Konstantinopolis'e yanına getirtir. Onun iyi bir eğitim almasını sağlar. Bu nedenle Justinianus hukuk, ilahiyat ve Roma tarihi konularında çok iyi bir eğitim alır.

Doğu Roma İmparatoru I. Anastasius 518'de öldüğü zaman, Justinianus’un dayısı Justın Doğu Roma İmparatoru olur. Justin'ın saltanat döneminde Justinianus dayısının en yakın sırdaşı ve yardımcısı olur. Justinianus devlet idaresine büyük bir yetenek gösterir. İmparator Justin yaşlandıkça ve saltanatının son yıllarını yaşamakta iken bunaklaşmaya başlar ve Justinianus imparatorluğun gerçek "de facto" hükümdarı haline gelir... 521'de Justinianus "Roma Konsülü" görevine getirilir ve sonra da doğudaki imparatorluk orduların başkomutanı olarak görevlendirilir. Bu ordu başkomutanlığı görevi ismendi; çünkü Justinianus'un herhangi bir askerlik tecrübesi yoktur. Justinianus 1 Ağustos 527'de öldüğü zaman o vakte kadar zaten ortak imparator olan Justinianus tek egemen imparator olarak kalır. Justinianus’un bir özelliği Latinceyi anadili olarak konuşan son Doğu Roma İmparatoru olmasıdır. İmparator unvanına rağmen tarihçisi Procopius (Prokopius) tarafından Justinianus her zaman yaklaşılabilir ve dostane tavırlarla konuşulabilir karakterli kişi olarak tavsif edilir.

525'te o zamanın toplumsal anlayışı içerisinde bir oyuncu kız olarak toplumun en aşağı kesiminden gelen Theodora adlı gerçekten zeki ve güzel bir kadınla evlenir. O zamana kadar yürürlükte olan Roma kanunlarına göre senatör sınıfından olan birinin böyle alt tabakadan olan bir kadınla evlenmesi yasaktı. Justinianus'un bu evliği yapmasına dayısının karısı itiraz eder. Fakat o ölünce dayısı olan İmparator Justinus yeni bir kanun çıkartarak sosyal sınıflar arasında yapılacak evlenmeleri hukuksal hale getirir. Böylece Justinianus ile Theodora'nın resmen evlenebilmesi mümkün olur. Evlenme ayin törenleri eski Ayasofya Kilisesi'nde Patrik tarafından yapılır.

527 yılında imparatoriçelik tacı giyen Teodora 527-550 yılları arasında İmparator Justinyen ile birlikte hüküm sürerek, tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir… Theodora, Justinianus’un hâkimiyetinin en önemli destekçisidir. Justinianus karısı Theodora ile birlikte ülkeye düzen ve birlik getirir.

 Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu (renovatio imperii)

Justinianus, saltanat döneminde imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve Antik Roma İmparatorluğu'nun elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf eder. Justinianus bu amaç için çok çaba harcar. Sadece bu amaç için değil hükümdar olarak Justinianus görevinde o kadar yüksek gayet sarf eder ki kendisi "hiçbir zaman uyumayan İmparator" olarak adlandırılır.

Justinianus'un saltanatı dönemindeki gelişmelerin temel taşı Justinianus'un "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğudur.  Justinianus'un bu tutkunluğu yaptığı savaşlarla eski Batı Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunmuş olan batıdaki arazilerin çoğunu kendi imparatorluğu sınırları içine alması ile gerçekleşir. Justinianus'un bu "imparatorluk restorasyon" tutkunluğu dolayısıyla Justinianus'u modern tarihçiler "son Roma imparatoru" olarak anılır.

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda çok mahirdir. Narses ve Belisarius gibi yetenekli komutanları orduların başına geçirir. General Belisarius tarafından Vandallar Savaşı ile kuzey Afrika; General Belisarius ve General Narses’in Gotlar Savaşı (535-554) ile Dalmaçya, İtalya ve Vali Liberius'un İber Savaşı ve Hispania ile güney İberik yarımadası bölgelerini almaları ve Fas Savaşı ile Kuzey Afrika’yı eline almaşı ile Justinianus'un bu tutkunluğu kısmen gerçekleşir. Bu askerî harekâtlar ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun batı Akdeniz bölgesinde kontrolü sağlamlaşır.

Justinianus’un aldığı eğitimler arasında dini eğitim de vardır. Justinianus aldığı bu dini eğitim nedeniyle Hristiyanlığı imparatorluğunun dayandığı bir temel öğreti haline getirir. Bu maksatla sadece ibadet için değil aynı zamanda dini eğitim veren kiliseler açar, Hristiyanlık üzerine makaleler, ilahiler yazar, kilise toplantıları düzenler, bütün Hristiyanları Ortodoks mezhebinde tek bir çatı altında toplamaya çalışır.  

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda sadece askerî alanda mahir değildir. Ünlü hukukçu Tribonianus’ü, Kapadokyalı Yuannis ve Peter Barsymes gibi maliyecileri de yanına alır.

Justinianus, sadece Çin’de üretilen ipeğin kozalarını kullanarak Suriye’de ve Anadolu’nun bazı bazı bölgelerinde ipek üretimi yaptırır.

Codex Justinianus

Justinianus, tahta çıktığında ilk iş olarak tarihin gördüğü en kapsamlı yasama işine girişir. Yüzlerce yıldır yürürlüğe girmiş tüm Roma kanunlarını derleyerek ‘’Codex Justinianus’’ adıyla on ciltlik bir eserde toplar.  Justinianus’un ilerleyen yıllardaki emekleri ortaya modern dünyada okutulan bir hukuk kitabı olan ‘’Institutiones’’ı çıkarır. Roma halkı Yunanca konuştuğu için ‘’Codex Iustinianus’’u Yunanca yayınlanır ancak asırlardır hukukçuların temel kitabı olan bu külliyatın teorik kısmı olan ‘’Institutiones’’ Latince yayınlanır. Tüm bu metinler Batı dünyası tarafından benimsenen yurttaşlık yasası olan ‘’Corpus Juris Civilis’’ adı verilen bir kanunlar külliyatı içinde toplanır.

Bu konuya daha dikkatlice bakarsak bugün tüm dünyada uygulanan laik hukuk sisteminin bu topraklarda hazırlandığını ve Konstantinople'dan yani İstanbul'dan bütün dünyaya yayıldığını görürüz.

İmar

Justinianus döneminde Doğu Roma İmparatorluğunu birçok önemli mimari yapı, kiliseler, kaleler, köprüler ve hastanelerle donatır. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi birçok yüzyıl Konstantinopolis'e gelen herkesin güzelliğine ve yüksek ve geniş kubbesinin haşmetli eşsizliğine hayran kaldığı Doğu Ortodoks Hristiyan mezhebinin merkez kilisesi olarak yapılan Ayasofya’dır.

Ayasofya’nın tarihi aslında 4. yüzyıla kadar uzanır. İlk Ayasofya I. Konstantinos zamanında yapılır. Ancak ahşap çatılı olan yapı, bir ayaklanma neticesinde yanar ve yapıdan geriye hiçbir kalıntı kalmaz. Ardından imparator II. Theododius Ayasofya’yı ikinci defa yaptırarak 415’te ibadete açar. Bazilika planlı bu yapı da 532’de Nika isyanı sırasında yanar. Bunun üzerine İmparator Justinianus ilk iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmaya karar verir.

Çağın ünlü mimarları Miletli İsidoros ile Aydınlı Anthemios’un eseri Ayasofya’nın yapılmasına rivayete göre Justinianus’un gördüğü bir rüya sonucunda karar verilir. Rüyasında Hz. İsa’nın kendisi için bir mabet yapmasını istediği Justinianus, önündeki ekmekten bir parça alarak uzaklara uçan arının yaptığı petekte Ayasofya’nın figürünü görür ve hemen anıtın yapımına başlanılır. 532 yılında yapımına başlanan Ayasofya beş sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şu an bile unvanını koruyan '’Dünya'nın en hızlı inşa edilen katedrali'’ unvanına sahip olur.

Binanın adındaki "Sofya" kelimesi eski Yunanca’da "Bilgelik" anlamındaki "Sophos" sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahi Bilgelik" anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.

İmparatorların taç giydiği ve Doğu Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu için de büyük öneme sahipti. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya camiiye dönüştürülür. İlk cuma hutbesini Fatih’in hocası Akşemseddin okur. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında ilk namaz burada kılınırdı. Ayasofya’da birçok sultan da türbe yaptırır. Nur-u Banu Valide Sultan ve Safiye Sultan’ın türbeleri  buradadır... Cumhuriyetin ilanından sonra restore edilerek 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir.

Ayasofya’nın dışında, Aya İrini gibi büyük kiliseler, Yerebatan Sarnıcı gibi şehrin en büyük sarnıcı Justinianus döneminde inşa edilir.

Felakatler

Justinianus’un başarılarla dolu gözüken hükümdarlık yılları, yaşı ilerledikçe felaketlerle sarsılır.

532'de at yarışı için taraf tutucu iki grup olarak görünen ama gerçekte iki siyasi parti olan "Maviler" ve "Yeşiller"'in Konstantinopolis'te Hipodrom'da İmparatora ve devlete karşı birleşip "Nika!, Nika!" (Bu kelimenin Yunanca anlamı "Belki kazanırsın" şeklindedir. Ancak burada bir mecaz vardır, bu kelimeyle imparatora, "Hiç şansın yok!" denilmektedir) diye bağırıp alkış tutmalarından adlandırılan Nika ayaklanması sırasında isyancı halk güruhu şehri yakıp yıkar, Doğu Roma devletini kökünden sarsar ama sonunda ancak gayet kanlı bir şekilde bastırılır.

532 yılında çıkan, şehrin gördüğü bu en büyük ayaklanmayı Justinianus hipodromun hemen yanında bulunan büyük saraydan izler. Günler boyunca süren ayaklanmada isyancılar kısmen saraya girmiş olsa da amaçlarına yani Justinianus’a ulaşamazlar. Birçok tarihçi Justinianus’un tüm ayaklanma boyunca gayet rahat ve sakin olduğunu belirtir. İsyancıları, generalleri Belisarius ve Narses’in yardımıyla, hipodromda tuzağa düşüren Justinianus kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir.

Justinianus’un bu isyan sırasında tahtı bırakıp kaçmayı düşündüğü, ancak karısı Teodora’nın kararlı tutumu neticesinde Nika isyanını bastırdığı da rivayet edilir.

Justinianus'un İtalya'yı tekrar Doğu İmparatorluğu'na katma amacı ile açtığı ve bu süreçte Ostrogot Krallığıni yıkılması ve Ostrogotların İtalya'dan atılmalarına neden olan Gotik Savaşı da İtalya'nın yıkılıp yakılmasına neden olur.  

Daha sonra ülkede başlayan ve ‘’Justinianus Veba Salgını’’ adı verilen büyük veba salgını ortaya çıkar. 542 ilkbaharında Etiyopya’da çıkan bir veba salgını, Mısır üzerinden gelen ticaret gemileri ile Konstantinopolis’e sıçrar. Bu veba salgını başkent Konstantinopolis'in ve ülkenin tümünün nüfusunu kırıp geçirir. Justinianus da vebaya yakalananlar arasındadır fakat karısı Theodora sayesinde ölümden kurtulur. Devlet arşivine giren kayıtlara göre, 500 bin olduğu tahmin edilen Konstantinople nüfusunun 230 bini bu veba salgınında yok olur. Bütün imparatorlukta kaybın birkaç milyonu aştığı tahmin edilir. Bu, o zamana kadar vebanın yaptığı en büyük tahribattır. Şehir nüfusu kontrolsüz bir şekilde azalınca kaynaklar da tükenir.

Bu salgından büyük nüfus kaybeden Doğu Roma İmparatorluğu ekonomisi ve sosyal hayatı büyük bir gerileme içine girer. Felaketler 550’de Theodora’nın da ölümüyle doruğa çıkar…

551'de Beyrut’ta 30 bin kişinin ölümüne neden olan bir deprem gerçekleşir. Bu gerileme ülkenin de arazi kaybetmesine neden olur ve gerileme ancak 9. yüzyıl başında durdurabilir.

Kaynaklar

Filistin kökenli, ancak Kayseri doğumlu, Justinianus döneminde yapılan savaşlarda General Belisarius'a eşlik etmiş ve antik dünyanın son büyük tarihçisi olarak anılan bir tarihçi vardır: Procopius (Prokopius). Procopius'un yazmaları, İmparator Justinianus’un hükümdarlığının ana bilgi kaynaklarıdır. Procopius, Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan methiye şeklinde sekiz tarih kitabı ve Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ (Yunanca: Anekdota) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta Procopius, yazdığı "resmi tarih"e dâhil edemediği skandalları anlatır. Procopius, bu eserde daha önce yazdıklarının aksine Justinianus’u gaddar, kendini beğenmiş ve becerisiz bir yönetici olarak gösterir ve Justinian ve Theodora hakkında yazdıkları resmi tarihinin tam tersi iddialarla bulunur.

İlginç olan Türkçeye Procopius’in Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan sekiz tarih kitabının değil de Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ kitabının çevrilmiş olmasıdır. (Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, Çev. Orhan Duru)

Aynı dönemde yaşamış olan Efesli İoannes'in tarih eseri günümüze kadar gelmemiştir ama yazma nüshaları kaybolmadan önce daha sonraki kronikçi-tarihçiler için birçok ek ayrıntı sağladığı için Justinianus dönemi için önemli bir kaynak oluşturur.  Justinianus dönemi için diğer birincil tarih kaynakları "Agathias Tarihi", "Menander Protector Tarihi", "İohannes Malalas Tarihi", "Paschal Kronikleri", "Marcellinus Comes Kronikleri" ve "Tunnunalı Victor Kronikleri"dir. Bu eserlerin ne yazık ki hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.

Justinianus’un bu dönemini anlayabilmek için Türkçe yazılmış iki kitabı önerebilirim. Bu iki kitabın yazarı da Bizans uzmanı Raci Dikici’dir. Raci Dikici’nin Bizans konusunda bu güne kadar sekiz kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan benim önereceğim iki kitabından birinci kitabı “Bizans İmparatorluğu Tarihi’’ (Remzi Kitabevi, 2013) diğeri ise “Theodora” (Remzi Kitabevi, 2016) isimli kitabıdır. Bu iki kitabın ayrıca İngilizce baskıları da yapılmıştır.

Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Gibbon'un (1713-1794) başyapıtı olan beş ciltlik  "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" isimli kitabı bu konudaki en temel eserdir. Bu kitabın ilk üç cildi Batı Roma İmparatorluğu’nu (BFS Yayınları, 1987-1988), son iki cildi de Doğu Roma İmparatorluğu’nu (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1995) anlatır. Ancak bu kitapların yeni baskısı uzun süredir yapılmamıştır. Eski baskıları da ne yazık ki sahaflarda dahi bulunmamaktadır.

Justinianus ve Theodara hakkında yazılan kitaplar konusunda ilginç bir durum vardır. Gerek Türkiye’de ve gerekse de Avrupa’da Theodora hakkında yazılan kitap sayısı Justinianus hakkında yazılanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise Theodora’nın ilginç hayat hikâyesi ve kişiliğidir.

Yeniden Theodora

Justinianus’u anlatırken yer yer Theodora’dan bahsettim ama burada Theodora’ya ayrı bir bölüm açmam gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği kadarıyla babası bir deniz subayı, annesi ise pagan rahibesidir. 13 yaşında iken babası vefat eder, annesi bir başkasıyla evlenir ve üvey babası çocuklardan para kazanmalarını ister. Theodora bu şekilde sirklerde çalışmaya başlar. Bazı Romalı tarihçilere göre fahişelik yapar. O tarihlerde Konstantinopolis'te fahişelerin, dansçıların ve eğlence merkezlerinin bulunduğu sokaklara ‘’Pornai’’ denir… ‘’Porno’’ kelimesi de buradan gelir.

Justinianus kendisinden 14 yaş küçük Theodora ile evlendiğinde aristokratların nefretini ve öfkesini kazanır. Çünkü artık törenlerde, hor gördükleri bu aşağı tabakadan kadının ayaklarını öpmeleri gerekecektir… Theodora ise alt sınıf bir insanın aksine çok kısa sürede saray hayatına uyum sağlayarak, asilzadelerden farksız bir şekilde saray protokolünü benimser…

Theodora, gençliğinde yaşadığı zorluklar nedeniyle kadınlara ve yoksullara her daim sahip çıkar. Kadınlara ayrıcalıklar tanır, yetim çocuklara sahip çıkar, yoksulları doyurması için kocası Justinianus’u sürekli teşvik eder. Hatta Justinianus’un kendisine verdiği malikâneyi bir manastıra çevirir ve kötü yola düşmüş kadınlara burada sahip çıkar.. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkartır ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sunar. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasaklar, tecavüz için ölüm cezası getirir. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadın haklarını geliştirir. Bu şekilde Theodora, Doğu Roma’da kadın haklarının geliştirilmesinde büyük rol oynar.

Theodora devlet işlerinde her zaman Justinianus’un yanında olur, devlet konseylerine katılır. Bu nedenle Justinianus Theodora’dan “müzakere ortağım” diye bahseder. Theodora’nın kendi sarayı, kendi özel muhiti ve kendi imparatorluk mührü vardır.

Nika isyanı sırasında isyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ederler. Kalabalığı durduramayan Justinianus kaçmak için hazırlıklara başlar.

Bu esnada Theodora inisiyatifi eline alır. Hükümet meclisi toplantısında, Theodora saraydan kaçma fikrine karşı, sürgünde ya da kaçarak yaşamaktansa hükümdar olarak ölmenin önemini vurgulayarak “erguvan rengi pelerinim, en asil kefendir” (Doğru Roma’da imparatorları erguvan renkli bir pelerin giyerlerdi) sözünü söyleyerek Justinianus’un pes edip kaçmasına engel olur.

Theodora, Hükümet Meclisi toplantısında şu ünlü konuşmasını yapar:

"Buraya gelmeden önce çok düşündüm, Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım. Soğukkanlı ve sağduyu ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur. Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum."

Theodora, bundan sonra Justinianus'e doğru dönerek şöyle devam eder:

"Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir... Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır...'' (Doğu Roma'da filozoflar gri, doktorlar mavi elbise giyerlerdi. Erguvan rengi oldukça ender bulunan ve pahalı bir renk olduğu için İmparator Diokletianus (244-313) tarafından sadece imparatorluk ailesinin kullanılmasına izin verilmişti. Halktan birisinin bu rengi giymesinin cezası ölümdü.)

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dâhil herkesi ikna eder. Sonuç olarak Justinianus, generalleri Narses ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırarak kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir. Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen isyancılarca imparator ilan edilen eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürülür.

Bu şekilde Justinianus, Theodora sayesinde tahtını kurtarır. Bu olay Theodora’nın saray nezdinde gücünü pekiştirir.

Saray tarihçisi Procopius ise bahsettiğim gibi ‘’Gizli tarih’’ kitabında - Theodora'nın aleyhine olacak şekilde-, Theodora'nın huzuruna çıkacakları saatlerce beklettiğini ve zindanları kendisine muhalif insanlarla doldurduğunu iddia eder. 

Theodora 548 yılında 48 yaşında iken vefat eder. Naaşı Havariyyun Kilisesi'ne gömülür. İstanbul'un Fethi'nden sonra kilise yıkılarak yerine Fatih Camii yapılır. Fatih Camii inşaasından önce Havariyyun Kilisesi'nden çıkarılan lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Ancak bu lahitler içinde Theodora'nın lahiti yoktur. Theodora'nın lahiti kayıptır.

Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra bir daha kimseyle evlenmez…

Theodora, kimi Romalı tarihçiler tarafından cinselliğin ve ihtirasın simgesi olarak görülürken; kimileri tarafından da muhteşem bir var olma mücadelesinin güçlü simgesi olarak tanımlanır. Theodora, Justinyen ile birlikte hüküm sürerken tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir…

Justinianus'un sonu

Justinianus, 565 yılının 14 Kasım'ında 83 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından bir "aziz" olarak kabul edilen Justinianus'un bu ölüm günü "aziz yortu günü" olarak ilan edilir.  

Justinianus Doğu Roma  İmparatorluğu’nu görünüşte tüm Akdeniz’e hâkim dev bir imparatorluk haline getirdikten sonra öldüğünde arkasında uçsuz bucaksız, fakat bir o kadar da parçalanmaya hazır bir imparatorluk bırakır. Justinianus’un diriltmek istediği Roma İmparatorluk projesi gerçekleşmediği gibi ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu İspanya, İtalya ve Sicilya’daki topraklarını hızla kaybeder.

Justinianus "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğu peşinde koşarken bu idealini gerçekleştirmek için halktan ağır vergiler alır. Justinianus öldüğünde geriye görünüşte gücünün doruğunda ancak gerçekte ise tüm kaynakları tüketilmiş, bitirilmiş, çöküşe hazır, yoksul ve aç bir imparatorluk bırakır. 

Sonuç

Justinianus’tan ve Theodora'dan alınacak çooook dersler vardır. Tarihin çöplüğü, Roma İmparatorluğu gibi ölmüş, bitmiş, tarih sahnesinden silinip gitmiş bir imparatorluğu; Justinianus gibi, onu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, canlandırmak isteyen ancak hesapsız, kitapsız, plansız, programsız, kifayetsiz, muhteris, gücü ile arzuları orantısız ve mevcut gücü ihtiraslarını karşılayamayan imparatorların, hükümdarların, kralların elinde, Doğu Roma İmparatorluğu gibi bitmiş, tükenmiş, çökmüş ve yok olmuş imparatorluklar, krallıklar ve devletlerle doludur. Yani, bu imparatorlar, bu krallar, bu toprakların, binlerce yıllık süren bir tarihin imbiğinden süzerek, damıtarak, tecrübe ederek oluşturdukları atasözünde olduğu gibi Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır. 

Justinianus’u ve kısmen mirasına sahip olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğunu bilmeden, tanımadan ve anlamadan ne günümüz dünyasını tanımak ve anlamak mümkündür ne de gittikçe vahşileşen bu dünyada var olmak ve hayatta kalmak mümkündür.

Ah tarih ahhhh... Sen ne çok şeyler söylersin sen.... 

Osman AYDOĞAN




Bizans'ın son imparatoru

29 Mayıs 2019

Bugün İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin 566. yıldönümü... Bugüne gelmek için uzun bir süredir Fatihi ve hocası Akşemseddin'i yazdım. Gerçi ben Fatih'in farklı yönlerini anlattımsa da 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde genellikle bizler Osmanlı tarafını biliriz; gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesini, Akşemseddin'i, surlar önünde dökülen topları, Ulubatlı Hasan'ı... Bu muharebede, yani İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta neler olduğunu genellikle pek bilmeyiz. 

İşt bu yazımda da tam da 566 yıl önce bugün, 29 Mayıs 1453 yılında karşı tarafta Bizans'ta neler oldu onu anlatacağım...

Belki de rivayet olarak sadece, karşı taraf Bizans için, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.

Ancak karşı taraf Bizans'ta konu bu kadar da basit değildir, daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdir. Bu konuda Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg (1853-1954)’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılan çok güzel bir eseri vardır. Ferenc Herczeg; ‘’Bizans’’ adlı oyununda tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.

Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:

29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...

Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘’Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’’

Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator şöyle der: ‘’Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’

Neyse gelelim oyundan bir sahneye. Fatih İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Oyunda bu sahne şöyle verilir:

Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!” 

Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”

Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.” 

Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.” 

Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.

Sonuçta Bizans düşer! 

Gerçeklerden ve dünyadan uzak, sanal bir âlemde yaşayanların, hem kendilerini hem sutanlarını hem de toplumu; renkli medyalarıyla, sahte destanlarıyla, masallarıyla, yalanlarıyla, nininnileriyle uyutanların; şarkılarıyla, türküleriyle, renkli renkli ekranlarıyla, yalan dolan reklamlarıyla avutanların, yanıltanların vebâli büyüktür.... Çünkü krallar güçlendiikçe körleşirler ve bir gün gözleri açıldığında da tiksintiden ölürler...

Sultanlara ve çevresindekilere duyurulur...

Osman AYDOĞAN




Kiraz Zamanı

28 Mayıs 2019

Eğer bahçelerde iseniz kirazların dalları bastığını, yok şehir denilen beton yığınlarının arasında yaşıyorsanız kirazların marketlerde rafları, pazarlarda tezgâhları bastığını (hem de kilosu 20 TL’den!) görürsünüz…

Çünkü mevsim kiraz zamanıdır...

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura çiçekleri gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir… Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta ''yerlere dökülen kirazlar''ı bile…

''Eyvah! Yine mi tarih? Ne işi var tarihin kirazla'' demeyin... Olmaz olur mu?...

Kaç gündür tarihten usanmış, sıkılmış, bıkmıştınız, içiniz dışınız tarih olmuş, tarihten gına gelmişti artık... Yazımın başlığında da ‘’Kiraz’’ kelimesini görünce ve kirazla da devam edince içinizden de bir ‘’ohhh be’’ çekip ''tarihten kurtulduk'' diye rahat bir nefes almıştınız değil mi? Ama öyle rahat rahat nefes almayın.... Kurtuluş yok benden ve tarihten!… 

Daha İstanbul’un fetih yıldönümüne bir gün var… 566 yıl önce bugün İstanbul sur önleri bir mahşeri kıyametti… Ben kuşatmaya, pardon, Fatih ile ilgili yazılarıma bir ara verip size yine tarihten ama çok farklı bir tarihten, bu ''yerlere dökülen kirazlar''ın tarihinden, ancak kanlı tarihinden bahsedeceğim… Çünkü bugün (28 Mayıs 2019) bu yerlere dökülen kirazların kanlı tarihinin de 148. yıldönümü…

Şair, yazar ve gazeteci Özdemir İnce’nin ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli güzel bir şiir kitabı var… Bu kitabın içinde de Jean- Baptiste Clement'e ait -kitaba da adını veren- güzel bir şiir var: ‘’Kiraz Zamanı’’ Bu şiirde Baptiste Clement ‘’yerlere dökülen kirazlar’’dan bahseder…

Bu şiirin Türkçesini ve orijinal Fransızcasını yazımın sonunda vereceğim… Şiirin hikâyesini anlatacağım ama şiirin hikâyesini anlatmadan da önce mutat olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor… 

Bunun için de 1870 ve 1871 yılındaki Fransa'ya Paris'e gitmem gerekiyor... 

Fransa İmparatoru III. Napolyon 19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açar ancak 2 Eylül 1870’te Napolyon’un orduları Sedan’da Almanlara yenilir ve Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edilir.  

Paris, Prusya orduları tarafından ablukaya alınır... Abluka günlerinde Paris’in durumu hiç de iyi değildir. Paris’in varoşlarındaki fabrikalar başka yerlere taşındığı için binlerce işçi işsiz kalmıştır. Açlık işçi mahallelerinde kol gezer. Sadece işçiler değil, Paris’in burjuvaları bile sıkıntıdadır. Çünkü kuşatma yüzünden bırakın alışık oldukları lüks malları, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli mallara bile zor ulaşırlar. Yine de halk ve ordu el ele Paris’i düşmana teslim etmemek için savaşırlar. Ancak Almanlarla ateşkes imzalanmasından sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e (Saray’a) dönülür. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırır. İhanete uğradıklarının farkında olan Parisliler, beş milyarlık bir tazminat ile Alsace ve Loraine bölgelerinin bir bölümünü Almanya’ya peşkeş çeken bir barış anlaşmasının özneleri olmak da istemezler.

Bu yenilgiyi ve bu anlaşmayı hazmedemeyen halk,18 Mart 1871'de Hotel de Ville'de önünde toplanarak ''Paris Komünü'' (La Commune de Paris)nü ilan eder. Paris Komünü, Paris halkının Fransız hükumetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimin adıdır. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.

Paris Komününün hüküm sürdüğü iki ay kadar süren iktidarı boyunca bazı reformlar yapılır. Bunlardan bazıları: Sıkıyönetimin, askerî mahkemelerin, sansürün ve düzenli ordunun kaldırılması, kilise ile devletin ayrılması, din işlerine ayrılan bütçenin, dini vakıfların ve okullardan din derslerinin kaldırılması, kilise mallarının milli emlake devredilmesi, fabrikaların isçilere devredilmesi vb.

22 Mart 1871'de Versailles hükümeti (Saray) yandaşlarının komünü ele geçirme teşebbüsü başarısız olur. 12 Mayıs 1871'de Versailles güçleri Paris’e girer, komüne karşı şehri ele geçirmek için halk birlikleriyle uzun süre kanlı biçimde savaşır ve 28 Mayıs 1871 günü, şehir sokak sokak çarpışılarak ele geçirilir. Halk, Versailles güçlerine karşı mermi tükenince taşları tüfeklere doldurup savaşır, rehineler karşılıklı olarak öldürülür, son direnişler Pére Lachaise mezarlığında yapılır ve esirler bu mezarlıkta Versailles güçlerince kursuna dizilir. Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür.  

(Bu konuda ''Paris Komünü'' -La Commune, Paris1871- isimli 2000 yılı yapımı Peter Watkins'in yönetmenliğini yaptığı altı saatlik -345 dakika- güzel bir belgesel var... Bulursanız kaçırmayın derim.)

İşte girişte bahsettiğim ‘’Kiraz Zamanı’’ şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement anlattığım Paris Komünü partizanlarındandır. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adamıştır. Ve bu şiir 1871’de Antoine Renaud tarafından bestelenir ve Paris komününün simgesi haline gelip devrimci şarkıların en unutulmazlarından biri haline gelir... 

Şimdi gelelim şiirin hikâyesine…

28 Mayıs Pazar günü Paris bütünüyle Versailles güçlerinin eline geçer... Sadece Fontaine-au-Roi sokağında birkaç kişi çarpışıyordur. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçılardır... Aralarında Jean Baptiste Clement de vardır. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız gelir. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söyler. Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmaz...  Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları bir daha hiç kimse göremez...  (Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri, C.1, Çev. A. Kadir - A. Timuçin)

“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söylenir. Birincisi şiirde yerlere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağrıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi. (1866)

Jean Baptiste Clement “Kiraz Zamanı” şiiriyle, öylesine meşhur olur ki, mezar taşına bile “Jean Baptiste Clement Kiraz Zamanı Şairi” yazılır... (Fotoğrafını yazımın sonuna ekliyorum.)

Bu şiiri Türkiye’de meşhur eden de yazımın girişinde bahsettiğim Özdemir İnce’nin içinde bu şiirin de bulunduğu ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli şiir kitabıdır.

Jean- Baptiste Clement şiirinde başlangıçta tatlı tatlı, güzel güzel başlayıp sonunda da hüzünlü bir şekilde; ‘’Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara ve kader sunarken bana kendini, bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben ve içimde sakladığım anıyı’’ diye şiirini bitirir... 

Bu şiir ve hikâyesi ''Le Temps des Cerises'' (Kiraz Zamanı) ismiyle 1914'ten 2005 yılına kadar beş kez filme alınır, üzerine bu adla iki ayrı tiyatro oyunu, iki ayrı roman yazılır... Şarkılara konu edilir... 

Yazımın hemen sonunda Fransızca öğrenen herkesin dinlemiş olması kuvvetle muhtemel olan bu şiirden yapılmış şarkının bağlantısını vereceğim. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan “Kiraz Zamanı” (Le Temps des Cerises) isimli şarkıyı Fransız şansonlarının en güzellerinden Fransız aktör ve müzisyen Yves Montand’dan dinleyin! Hatta canınız kiraz çekmişse de şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir…. Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta yerlere dökülen kirazları bile…

Osman AYDOĞAN

Yves Montand, ‘’Le Temps des Cerises’’ (Kiraz Zamanı)
https://www.youtube.com/watch?v=ncs4WlWfIZo

 

Kiraz Zamanı

Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır. 
Gelince bize kiraz zamanı, 
alaycı karatavuk ne güzel şakır.

Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa. 
Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.

Gelince size kiraz zamanı,
korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam, 
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını

Taşırım kiraz zamanından
yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.

Le Temps des Cerises

Quand nous chanterons le temps des cerises,
Et gai rossignol, et merle moqueur
Seront tous en fête !
Les belles auront la folie en tête
Et les amoureux du soleil au cœur !
Quand nous chanterons le temps des cerises
Sifflera bien mieux le merle moqueur !

Mais il est bien court, le temps des cerises
Où l'on s'en va deux cueillir en rêvant
Des pendants d'oreilles...
Cerises d'amour aux robes pareilles,
Tombant sous la feuille en gouttes de sang...
Mais il est bien court, le temps des cerises,
Pendants de corail qu'on cueille en rêvant !

Quand vous en serez au temps des cerises,
Si vous avez peur des chagrins d'amour,
Evitez les belles !
Moi qui ne crains pas les peines cruelles
Je ne vivrai pas sans souffrir un jour...
Quand vous en serez au temps des cerises
Vous aurez aussi des chagrins d'amour !

J'aimerai toujours le temps des cerises,

C'est de ce temps-là que je garde au cœur
Une plaie ouverte !

Et dame Fortune, en m'étant offerte
Ne saurait jamais calmer ma douleur...

J’aimerai toujours le temps des cerises
Et le souvenir que je garde au cœur !

Jean-Baptiste Clément (1866)




Akşemseddin

27 Mayıs 2019

Kaç gündür Fatih Sultan Mehmet'i anlatıyorum... Muhtemel ki 29 Mayıs günü fetih günü diye bir kaç siyasetçi ve bir kaç kalem erbabı da Fatih'i anacak.. Ancak eminim ki Fatih'i Fatih yapan, değişik kaynaklarda “Manevi Fatih” olarak anılan, Fatih’in hocası Akşemseddin’i hiç kimsecikler anmayacak... Ancak Fatih’in hocası Akşemseddin'i hiç kimse anmasa da ben anmasam olmaz!

Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul’u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındaydı...

Fatih Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı Akşemseddin'i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmed'i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler O'na Layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder.  

Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden çadırına girdiğinde, hocanın “ayağa kalkmaması”na şaşırmış ve çok içerlemişti; diğer hocalar: “Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin” deyince o gece yine ziyaretine gider… Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin’le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih’e verdiği ders ise “alçakgönüllü”lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıydı… İstanbul’u almak ne kadar önemliyse, ''kendini beğenmemiş'' kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi… Fatih, hocası Akşemseddin  hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der.

Akşemseddin’in asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. 1390 yılında  Şam’da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük’te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır. 

Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya’nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık’a müderris (Günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı: ‘’Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Velî'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.’’

Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” adlı kitabında diyor ki; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır.

Akşemseddin’in bu saptamasını Fransa’da, Akşemseddin’den tam 400 yıl sonra Pasteur dile getirir, ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin’i asla anmaz. Hele Akşemseddin’in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etmesini de Batı’nın tıp tarihi yazmaz; biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!..

Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,’’History of Ottoman Poetry’’ adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.

Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder.

Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani’’ (İkinci Lokman) denilmiştir. Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuştur.

Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram­ı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram­ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der. (Bazı kaynaklar Akşşemseddin'in beyaz sakalından bahsederler, halbuki Akşemseddin kösedir -sakalsız-.)

Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyet­i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’di…

Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret­i Eyyûb el­ Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister.

Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el­ Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret­i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi.

Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmiş. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret­i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyormuş.

Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdâr­ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l­ Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâban­ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, 'Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı' diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmet­i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’

Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb­ül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret­i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’

İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.

İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.

Artık kendi görevinin de bittiğine inanır, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar.

Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği altınları ve imkânları kabul etmez ve Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döner. Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

Akşemseddin aynı zamanda şu kitapların da yazarıdır: ‘’Risaletü'n-Nûriye’’, ‘’Hall-i Müşkilât’’, ‘’Makamât-ı Evliyâ’’, ‘’Kitabü't Tıb’’, ‘’Maddetü'l-Hayat’’, ‘’Def'ü Metain’’ ve ‘’Nasihatnamei Akşemseddin’’

Ne yazık ki Aşemseddin'i anlatan çok sayıda kaynak yoktur. Akşemseddin’i anlatan eserlerden ise en önemli ve özgün eser olan Göynüklü Kadı Emir Hüseyin Enisî’ tarafından kaleme alınan ‘’Menakıb-ı Akşemseddin’’ (Akşemseddin’in Menkibeleri) (H Yayınları, 2011)   isimli kitabıdır. Akşemseddin’in bilimsel yönünü anlatan ise Ali Kuzu’nun ‘’Akşemseddin, Mikrobu Bulan Alim’’ (Paraf Yayınları, 2013) isimli kitabıdır. Bir de Göynük Belediyesi tarafından yayınlanan Ömer Eru’nun hazırladığı  ‘’Akşemseddin Hazretleri’’ (2013) isimli kitap bulunmaktadır. 

Herkes Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye nasihatini bilir. Ama esas nasihat Akşemseddin’dendir. Akşemseddin’in nasihatlarından bazıları:

''Ey oğul!
Her şeye besmele ile başla.  
Daima abdestli ve temiz ol.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin.
Kimsenin kalbini viran eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın.
Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmal etme.
Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme.
Dünyanın geçici sevinci sen oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
Sırlarını ifşa eyleme.
Kendini başkalarına methiye eyleme.
Bu günden yarının tasasını çekme.
Sofradan düşen yemek, zenginliğe sebeptir.
Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazı ol.
Dişini tırnağınla kurcalama.
Evinde örümcek ağı olmasın.
Elbisen üzerinde iken dikme.
Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekân artsın.
Sahipsiz mala elini uzatma.
Ölümü aklından hiç çıkarma.''

Şems Farsça ‘’Güneş’’ demek, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ anlamına geliyor. Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır biliyor musunuz? Bir kısım kaynaklarda saçının ve -köse olmasına rağmen- sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘’Akşemseddin’’ dendiği iddia edilse de gerçek öyle değildir. Ama önce kısa bir Türkçe bilgisi:

Türkçede ‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat ; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir)  Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...

Ak ise ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır.

İşte Akşemseddin; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin'dir.

Akşemseddin Hazretleri artık Göynük'tedir. Rivayet olunur ki bir gün evinde oğlunu (dört yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun.” derler, “Efendi göçtü!”

Yıl 1459 yılının Şubat ayıdır. Fethin manevi önderi Göynük’teki Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine mütevazi bir törenle defnedilir. 

Yolunuz düşerse, Göynük’e Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine “fethin manevi önderi” için siz de bir Fatiha okuyun, içinizden gelen en güzel sözleri türbesinin başında fısıldayın... 

Şarkın ve garbın efendisi, iki kıtanın ve iki denizin padişahı ve iki medeniyetin sahibi aydın bir Padişahın böylesi derin, böylesi yüce, böylesine âlim bir hocasıydı işte Akşemseddin… Allah rahmet eylesin… Mekânı cennet, ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki fotoğrafta ön planda Akşemseddin'in türbesi ve arka planda Süleyman Paşa Camii yer almaktadır. 




Fatih Sultan Mehmet (2)

26 Mayıs 2019

İstanbul'un fethinin 566. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla yazdığım dünkü yazımda Fatih Sultan Mehmet hakkında kısaca şunlardan bahsetmiştim:

Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra Türk ve Müslüman Çandarlı’yı idam ettirip yerine bir Rum’u getirdiğini, savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yaptığını, Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa (Rum veya Sırp asıllı)’yı o dönem devletin önemli kadrolarına getirdiğini, Ermenileri İstanbul’a yerleştirdiğini, İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruduğunu, Ermeni Patrikhanesini kurduğunu ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulundurduğunu,  

Fatih’in İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmediğini, şehrin adının 19. yüzyıla kadar hep ‘’Konstantiniyye’’ olarak kaldığını, fetihten sonra Ayasofya’yı camii yaptığını ancak adını yine değiştirmediğini,

Fatih Sultan Mehmet’in anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Latince, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuştuğunu, Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurduğunu, bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitaplarının olduğunu, 1466 yılında İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını tercüme ettirdiğini,

Fatih Sultan Mehmet’in resmi unvanın da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’ olduğunu, çoğu Batılı tarihçilerin de Fatih’ten III. Roma İmparatoru olarak bahsettiklerini,  Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann’ın bir sohbetinde bana ''Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmamıştır, adını değiştirip (Osmanlı İmparatorluğu) bütün kurumlarıyla geliştirip III. Roma İmparatorluğu olarak yaşatmıştır. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmet III. Roma İmparatorudur'' diye söylediğini…

Ama Fatih hakkında yazmadığım bir konu vardı, onu da bana saygıdeğer bir dostum hatırlattı: Gedik Ahmet Paşa'nın Çizme’nin ucuna çıkarma yapması ve seferde iken Gebze'de vefat eden Fatih'in sefer hedefi ve zehirlenerek öldürüldüğü konusu... Gedik Ahmet Paşa’nın Çizme'nin ucuna çıkarma yapması hariç, Fatih'in zehirlenerek öldürüldüğü konusu rivayet, sefer hedefi konusu meçhul olduğu için bu konuyu ihmal etmiştim…

Fatih’e tekrar geri dönmek üzere şimdi de gelelim Fatih’ten sonraki Osmanlının diğer zamanlarının bazı özelliklerine ve uygulamalarına…

İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. 

Hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...

Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?

Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı,maarif nazırlığı ve sadrazamlık  görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamı Ahmet Vefik Paşa'yı biliyor musunuz?.

Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmektedir. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediği görülecektir. 

Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de Osman ismini vermişlerdir padişahlara…(Kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi)  Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz neden?

Her ne kadar bizler Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olarak Osman Bey’i bilirsek de bu doğru değildir. Osman Bey, Osmanlı Beyliğinin kurucusudur. Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ise Fatih Sultan Mehmet’tir. Osmanlı İmparatorluğunu kurumsallaştıran o’dur… Yukarıda yazdığım bütün bu Osmanlı politikalarının kurgusunu Fatih’in yaptığı kurumsallaşmış bir uygulama olduğunu değerlendiriyorum…

Fatih’in son seferinde iken zehirlenerek öldürüldüğü rivayetinden bahsetmiştim. Fatih’in bu son seferinin hedefinin de Roma olduğu rivayet edilir… Eğer Fatih’in hedefi Roma ise… Fatih bu seferinin amacı ve maksadı üzerinde iyi düşünülmelidir diye değerlendiriyorum…Yoksa Fatih bu seferi ile tekrar Doğu ve Batı Roma’yı birleştirmek için mi yapmıştır? Kendisi de gerçek anlamda bir Sezar olmak mı istemiştir. Zaten Fatih’in unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’ değil miydi? Yoksa Fatih’in ve ondan sonrakilerin tüm bu politikaları bu amaca mı dönüktü? Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için ‘’Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı’’ diye yazar…

Osmanlı hiçbir zaman kendisini bir Türk İmparatorluğu olarak görmemiştir. İlkyazımda da bahsetmiştim; Osmanlının Anadolu’da döktüğü Türk kanı Balkanlardaki döktüğü Slav kanından misliyle fazladır. Anadolu Türkmenleri Osmanlı için ''Etrak-ı bi idrak'' (Düşüncesiz, akılsız Türkler)'dir.. Aslında Osmanlı; Müslüman ve Ortodoks, Türk, Arap, Slav, ve Rum ortak devletidir... Ancak bu konu pek konuşulmaz... Osmanlının Anadolu'da döktüğü kanı bir başka yazımda anlatayım...

Bütün bunları ben bir olumsuzluk olarak yazmıyorum... Bütün bunların, bütün bu özelliklerin nedeni çok basit: Eğer bu coğrafyada yaşayacaksanız ve bu coğrafyada Roma İmparatorluğu gibi Cihan Şümûl bir imparatorluk kuracaksanız ve bu coğrafyada uzun ömürlü olmak, bu coğrafyada baki kalmak istiyorsanız ve İbn-i Haldun'un söylediği gibi kaderiniz olan bu coğrafya ile barışık yaşayacaksanız; bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayanamazsınız. Osmanlı bugünkü Amerika gibi her dini, her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.

Dünkü yazımda Fatih’in ‘’Avni’’ maşlahını kullanarak şiirler yazdığından bahsetmiştim. Bu divandan bir beytini örnek olarak vererek yazımı bitireyim: (‘’Fatih Divanı ve Şerhi’’, Yelkenli Kitabevi, 2009)

''Aşk nakdi bir hazînedür ana yokdur zeval 
Mâlik olan ‘Avniyâ bir gence gencûr istemez''

(Ey Avnî! Aşk, yok olmayan gerçek bir hazinedir. Ona sahip olan kişi, dünyada nice kıymetli hazinelere sahip bir hazinedar olmayı istemez.)

Üç gün sonra İstanbul'un fethinin 566. yıldönümü... Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların böylesi bir hükümdârı, Fatih Sultan Mehmet'i anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olur... Ancak bu onların sorunudur...  Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

 Osman AYDOĞAN




Fatih Sultan Mehmet

25 Mayıs 2019

Dört gün sonra 29 Mayıs... İstanbul’un fethinin 566’ncı yıldönümü… 566 yıl önce bugün İstanbul surlarının önü kıyamet gibiydi.. Sözde İstanbul’a meftun olanlar ne yapacaklar bu yıldönümünde diye merak etmeye heç gerek yohtur... Her yıl yaptıkları gibi uyduruktan laf olsun diye bir-iki demeç, ilk mektep seviyesindeki Ortaçağ’ı andıran müsamereler, Ulubatlı Hasan, surlar… Tüm bildikleri çünkü bunlar… Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlar zaten Fatih Sultan Mehmet’i ne anlayabilirler ve ne de hakkıyla anabilirler... Ancak bu konu onların sorunudur... Onlar Fatih Sultan Mehmet'i anlamayamaz ve anlatamazlar... Ama benim Fatih Sultan Mehmet'i anlatmam lazım... Gelin Fatih Sultan Mehmet’i benden dinleyin…

Ama önce size bir şairimizden ve onun bir şiirinden bahsedeyim…

Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan- ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde bir garip kalmış bir şairimiz var: Asaf Hâled Çelebi… Asaf Hâled Çelebi’nin de güzel bir şiiri var: ‘’Mâra’’ Ve şiir şöyle başlardı: ’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.

15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda...

Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ (İnkılap Kitapevi, 2004) isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Sultan Mehmet’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olmuş, Fatih ondan anamız diye söz etmiştir. Bazı kaynaklarda Mâra Sultan diye geçmiştir.

Fatih Sultan Mehmet kendisini yetiştiren bu saygıdeğer analığına Balkanlarda ‘’Küçük Ayasofya’’ diye bir yer alır ve bu konuda (halen Topkapı Sarayı’nın arşivinde bulunan) bir de ferman çıkarır. Fatih Sultan Mehmet fermanda saygıdeğer analığına ‘’anam Despina’’ diye hitap eder... Fatih’in karısı Gülbahar Hatun da Hristiyan’dır, hiçbir zaman da dönmemiştir İslam’a. Hristiyan olarak da defnedilir. Alman tarihçi Franz Babinger, Gülbahar Hatun’un Arnavut kökenli olduğunu yazar.

Fetihten sonra Papa, Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazar ve der ki mektubunda Fatih’e: ‘’Hristiyanlığı seçin! Sizi Doğu Roma imparatoru olarak selamlayalım.” Zaten Fatih Sultan Mehmet’in resmi unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’dur… Çoğu Batılı tarihçiler de Fatih’ten III. Roma İmparatoru olarak bahsederler. Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından özel sohbetlerimde çok duydum bu sözü… Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann’ı burada yâd ile anıyorum. Buchmann bana ''Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmamıştır, adını değiştirip (Osmanlı İmparatorluğu) bütün kurumlarıyla geliştirip III. Roma İmparatorluğu olarak yaşatmıştır. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmet III. Roma İmparatorudur'' diye anlatmıştı...

Fatih Sultan Mehmet, Anadolu birliğini çok gaddarca sağlar. Bu uğurda çok kan döker. Tarihçi Erdoğan Aydın ‘’Fetih ve Fatih’’ (Kırmızı Yayınları, 2012) isimli kitabında Fatih’in Anadolu’da döktüğü kanların Balkanlarda döktüğünden çok daha fazla olduğunu yazar. Anadolu'daki Germiyanoğulları, Menteşoğulları, Aydınoğulları ve Karamanoğulları devletleri Fatih tarafından zorla ve kan dökülerek Osmanlıya katılırlar. Hele hele Karamanoğlu Devletine diz çöktürmek için Osmanlının Anadolu'da döktüğü kanın haddi hesabı yoktur… 

Şehzade Orhan (2. Sultan Orhan) da Bizanslı bir imparatorun damadıydı. Ve Fatih Sultan Mehmet''e karşı Konstantiniyye surlarını savunanlar arasında 600 askeriyle Şehzade Orhan da vardır!

Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Türk ve Müslüman Çandarlı’yı idam ettirip yerine bir Rum’u getirir. Çandarlı yeni kurulacak imparatorluğun ‘’Türk İslam İmparatorluğu’’ olmasını istiyordu… Fatih ise ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kurmak istiyordu… Fatih'e göre böyle bir imparatorluk ise çok uluslu, çok dinli ve evrensel bir imparatorluk olmalıydı.

İşte tam da bu nedenle Fatih savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yapar... Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa (Rum veya Sırp asıllı. II. Murat‘ın kızını alarak onun damadı olur, kendi kızını da Fatih Sultan Mehmet‘le evlendirir. Fatih’in şehzadeliği sırasında onun nedimliğini yapar, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretir. Bugün için Balıkesir'de adına yaptırdığı Zağnos Paşa Camii bulunmaktadır.) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmelerdir.

Yine aynı nedenle Ermenileri İstanbul’a yerleştiren de Fatih’tir… İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruyan, Ermeni Patrikhanesini kuran ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulunduran da Fatih’tir… Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmez, 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye’dir o şehrin ismi... Ancak 19. yüzyılda ‘’İstanbul’’ ismini alır. Fatih, fetihten sonra Ayasofya’yı camii yapar ama adını yine değiştirmez!. Aya İrini de aynı şekilde kalır. Adı değişmez!

Fatih Sultan Mehmet anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Latince, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuşur. Fatih'in Latinceyi anadili gibi konuştuğu ve Homeros’u aslından okuduğu rivayet edilir. Coğrafya ve tarihe meraklıdır. Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şairdir. Avni mahlasını kullanarak divanlar yazar. Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklıdır.  Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartışır.

Fatih İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahiptir. Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurur. Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları vardır. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşu Fatih döneminde olmuştur.

1466 yılında  İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom  Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirir.

Fatih, atam-dedem kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirir ve bunlara ‘’kanunname-i ali Osman’’ ismini verir. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerden, -pardon-, bu kanunnamelerden birisi de şudur: ‘’Kanunname-i al-i Osman'a şu derkenarı da düşesiz: Her kimesneye ki bundan böyle saltanat müyesser ola, nizamı âlem için kardeşlerini katleylemek münasiptir. Ekseri ulema dahi bunun böyle olmasına razı olup tasvip etmiştir.’’ …

Fatih ölünce de vasiyeti üzerine naaşı Büyük Konstantin'in, Justinianos'un, Theodora'nın, Zeo'nun ve diğerlerinin yattığı yere defnedilir. Müslüman olmayan Hristiyan olan karısı da ölünce yanına defnedilir. 

Fatih’in anlattığım bütün bu özelliklerinin çağını aşan, çağının üstünde bir iftihar vesilesi özellikler olduğunu düşünüyorum. İşte Fatih Sultan Mehmet böylesine büyük bir padişahtır.

Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için şunları söyler; "Türk entelektüelinin sahip olmadığı vasıfların başında doğuya ve batıya sahip olmak gelir. Hem İtalyancayı hem Yunancayı hem Farsçayı hem Arapçayı bilen böyle bir münevver, onun devrinde Batıda yok. İkincisi, inanılmaz derecede coğrafya biliyor. Ateşli silahlar ordusuna iyi komuta ediyor. Fatih Sultan Mehmet Han, şarkın ve garbın efendisidir, şarkı ve garbı bilir ve komplekssiz bir şark münevveridir, o bir dünya hükümdarıdır. Fatih büyüktü. Ölümü de bir dağın indifaı veya bir büyük geminin batması gibidir. Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı. Ama Fatih Sultan Mehmed Han asrının hiç tesiri kalmadığını söyleyebilir misiniz? En azından sarayda kurduğu kozmopolit kütüphaneyi o yönde zenginleştiren Kanuni Sultan Süleyman onun torunuydu. Fatih iki kıtanın ve iki denizin padişahı ve iki medeniyetin sahibi bir aydındı.’’

Hem İstanbul'a meftun olduklarını söyleyip hem de İstanbul'a ihanet edenlerin Fatih Sultan Mehmet'i anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olurdu... Ancak bu onların sorunudur...  Ama biz, gelin yazımın başında verdiğim Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Osman AYDOĞAN




S-400, Patriot ve F-35

24 Mayıs 2019

Son bir kaç yıldır Türkiye'nin gündemini satın alacağı S-400, Patriot ve F-35 silah sistemleri oluşturmaktadır... S-400, Patriot ve F-35 konusunda ne olacağı konusunda fikir yürütebilmek için bu konudaki gelişmeleri kısaca özetlememiz gerekir diye düşünüyorum.

S-400 ve Patriot silah sistemleri ‘’uzun menzilli füzesavar silah sistemleridir’’. S-400, Patriot silah sisteminden farklı olarak; Patriot sadece uzun menzilli füzesavar füzesi iken S-400 hem uzun menzilli uçaksavar hem de uzun menzilli füzesavar silah sistemidir.  F-35 ise ABD’nin geliştirdiği yeni nesil savaş uçağının ismidir. F-35 üretim programına Türkiye de dâhil olmuştur. F-35’lerin üretim programına Türkiye yaklaşık 11 Milyar Dolarlık bir üretimle katkı sağlayacaktır.  

ABD’nin Patriot füzelerini Türkiye’ye satmakta sorun çıkarması üzerine Ankara, 2017 yılının sonlarında iki ülke arasında iki buçuk milyar dolarlık bir anlaşmayla Rusların S-400 hava savunma sistemini almaya karar verdi…

Bunların yanında Türkiye, S-400 ve Patriot sistemlerine benzer İtalyan-Fransız ortaklığı SAMP/T hava savunma sistemini, bu silahlara alternatif olarak satın alma, teknoloji transferi ve ortak üretim konusunda da bir çalışma başlattı.

Türkiye’nin Rusya ile S-400 füzelerinin satın alınması anlaşması üzerine ABD Türkiye’nin Rus S-400 füzelerini almaması için Türkiye’ye baskı yapmaya başladı. Hatta ABD Türkiye’nin S-400 aldığı takdirde F-35 uçakları programından çıkarılacağı tehdidini öne sürdü.

ABD bu tehditlerini somutlaştırarak ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından 10 Mayıs 2019 tarihinde sunulan ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alması halinde F-35 programından çıkarılması çağrısı yapan karar tasarısını onaylayarak kabul etti. Bu karar tasarısında Türkiye’ye S-400 silah sistemi alımını iptal etmesi çağrısı yapıldı.

Metinde Amerika’nın ‘’Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası’’ (CAATSA)’nın Başkan’a Rus savunma ya da istihbarat sektörüyle önemli işlemler yapan birey ya da kuruluşlara yaptırım uygulamasını şart koştuğu da hatırlatıldı.

Ayrıca karar metninde Türkiye’nin S-400 sistemi almasının Amerika ve NATO müttefiklerinin güvenliğine ve Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verdiği ve bu alımın Türkiye’nin F-35 üretimine katılma ve bu uçakları filosuna alma planıyla uyumsuz olduğu belirtiliyor.

Karar metninde ayrıca; F-35 programı dışında olası yaptırımlardan etkilenebilecek savunma teçhizatı programları arasında Patriot hava ve füze savunma sistemi, CH-47F Chinook helikopterleri, UH-60 Black Hawk helikopterleri ve F-16 uçakları da var.

ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından onaylanan bu karar üzerine Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, önümüzdeki aylarda S-400’ün gelmesinin ardından ABD’nin CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi halinde neler yapabileceğinin hesabını yaptıklarını belirterek, “Türkiye CAATSA yaptırımlarının hayata geçmesine yönelik de hazırlık yapıyor” diye açıklamada bulundu…

Bütün bu haberler, bu son gelişmeler kamuoyunca bilinen konular… Sorun bundan sonrasının ne olacağı üzerinedir. Türkiye S-400 alacak mı? Türkiye S-400 alırsa Türkiye-ABD ilişkileri, almazsa Türkiye –Rusya ilişkileri nasıl etkilenir. Şimdi gerek Türkiye’de gerekse de ABD, Rusya ve AB’de bütün thing teng kuruluşları bu soru üzerine kafa yormaktadır. Dolayıyla kamuoyu da bu sorunun cevabını beklemektedir.

Hafızamız zayıftır. Bu nedenle yakın bir geçmişe gidelim…

Türkiye geçmişte ABD’den dört adet Awacs Radar uçağı satın aldı. Awacs’ın Türkçe açılımı ise ‘’Havadan Erken İhbar ve Kontrol’’ anlamına gelmektedir. Bu uçaklar Boeing 737 tipi uçakların gerekli modernizasyonu sonrası bir ‘’Uçan Radar’’ haline getirilmiş halidir... Awacs uçaklarını Türkiye 2004 yılında ABD’den sipariş etmişti.  Sipariş tarihimiz 2004 yılı olmasına rağmen uçaklarımız planlanan zamandan 5 – 6 yıl gecikmeli olarak 21 Şubat 2015 tarihinde hizmete girebilmişlerdir. Türkiye bu uçaklar için toplam 1,5 milyar Dolar para ödemiştir.

Awacs 30.000 feet irtifada görev yaparken yaklaşık 500 km ötedeki, uçak 30.000 feet’in üzerine çıktığı zaman yaklaşık olarak 800 km uzaklıktaki hedefleri görüp tespit ve teşhisini yapabilmektedir. Ancak Awacs’ın en büyük özelliği Patriot füzelerinin bir parçası olarak hava radarı görevini yapmasıdır. Bu nedenle Türkiye o zamanlar muhtemel satın alacağı Patriot füzesavar silah sisteminin bir parçası olan radarlarını 1,5 milyar Dolar para ödeyerek zaten envanterine almıştı.

Türkiye’nin S-400’ler için ödeyeceği para yaklaşık 2,5 milyar Dolar’dır. Türkiye’ye ilkbahar yağmurları gibi göklerden Dolar’lar yağdığı için bu silahların maliyetini şimdilik bir kenara bırakalım..

Bu silahlar (S-400 ve Patriot veya SAMP/T bataryaları) uzun menzilli füzesavar silah sistemleridir. Uzun menzilli füzeler ise her ülkenin elinde bulunmamaktadır. Bu silahlar Suriye’de yoktur, Irak’ta yoktur, Yunanistan, Bulgaristan ve İngiltere ve Fransa hariç tüm bir Avrupa’da yoktur. Bölgemizde sadece İran ve Rusya’da bulunmaktadır. Daha uzaklarda Çin, Kore ve ABD elinde bulunmaktadır. Bu silahlarla Türkiye’yi tehdit edecek bölgede iki ülke vardır: İran ve Rusya. İran’ın Rusya’nın hemen hemen müttefiki olması, genellikle Rus teknolojisi kullanması nedeniyle tehdidi aynı değerlendirmek gerekmektedir.

Bu durumda şu soru sorulmalıdır: Türkiye Rusya’dan alacağı S-400’leri Rusya’ya karşı mı kullanacaktır? Bu durumda silah sistemlerindeki gizli ve gömülü kodlarla Rusya buna izin mi verecektir?

Bir başka konu da S-400 diye bilinen sadece füzesavar sistemidir. Bu sistemin 600 km uzaktaki hedefleri algıladığı ifade edilmektedir. Ancak bu yetenek için hangi kara ve hava radarlarını kullanacağı ve bunların maliyet ve kullanım, Türkiye’nin hava savunma sistemine entegresi konusunda şüpheler vardır. Ayrıca S-400 sisteminin kullanılması, yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi konusunda da belirsizlikler vardır.

Tüm silah sistemlerinin belirli bir yönetimi vardır. Kaynak, idame, bakım, standart, uyumluluk, eğitim, kod gibi… Yıllardır Batı silah sistemlerini ve teknolojisini kullanan Türkiye’nin böylesi gelişmiş bir teknolojiyi mevcut altyapısına ve sistemine nasıl entegre ve idame edeceği konuşu da belirsizdir.

Türkiye’nin S-400 alımı karşısında ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu tarafından anılan kararı ve ABD’nin CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi konusu hiç de hafife alınacak gibi değildir. En azından Türkiye’nin F-35 programından dışlanması halinde kazanacağı teknoloji ve üretim yeteneği hariç kaybedeceği 11 milyar Dolar vardır. Gerçi yazımın girişinde bahsettiğim gibi Türkiye’ye ilkbahar yağmurları gibi gökyüzünden Dolar yağdığı için bu parasal konular sorun değildir. Ayrıca Türkiye'nin F-35 programından dışlanması halinde artık ömürleri dolan F-16'ların yerine hangi savaş uçağını ikame edeceği konusu da belirsizliğe girecektir.  

Özellikle CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi Türkiye’yi ekonomik olarak oldukça büyük bir sıkıntıya sokacağı beklenmelidir. ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası henüz sonuçlanmamıştır.

Türkiye’nin S-400 alımı Türkiye – NATO ilişkilerine de zarar vermesi muhtemeldir. Günümüzde Türkiye’nin tam üye olduğu, mutlak söz hakkı olduğu tek Batı kurumu NATO’dur. Bu Türkiye’nin kolayca vazgeçebileceği bir hak ve imkân değildir.

Türkiye’de 17 yıldır iktidarda bulunan partinin ideolojik olarak Batı ve NATO aleyhtarı olduğu bilinmeyen bir konu değildir. Bu nedenle S-400 konusunda Türkiye’nin vereceği karar askerî, güvenlik ve teknik bir karar değil siyasi bir karar olacağı değerlendirilmelidir.

Eğer bu nedenle Türkiye S-400 alımını gerçekleştirişe Türkiye –ABD, Türkiye – NATO ve Türkiye – Batı ilişkileri büyük zarar görecek, bundan da bu ilişkilere vereceği zarardan dolayı ellerini ovuşturarak sevinen de Rusya olacaktır.

Türkiye ise Batı, ABD ve NATO ilişkilerini bozan, üstelik 2.5 milyar Dolar da ödeyerek ideolojik nedenlerle alacağı ancak faydasını görmeyeceği bir silah sistemine sahip olacaktır.

Ancak S-400 anlaşması imzalanmıştır. Türk hükumet sözcüleri her fırsatta bu silahları alacaklarını ifade etmektedir. Son tahlilde Türkiye’nin aklıselimle hareket ederek bu alımdan vaz geçeceği, karşılığında da Rusya’ya bazı ekonomik ve siyasi tavizler verebileceği değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan her yabancı menşeli silah tedariki kaynak ülkeye siyasi bağımlılığı da beraberinde getirmektedir. Prof. Dr. Jehuda L. Wallach Yahudi kökenli bir Alman askerî tarihçidir. Bu tarihçinin de güzel bir kitabı var:  ‘’Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Türkiye'de Prusya-Alman Askeri Heyetleri 1835-1919’’ (Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, 1977) (Orjinali:  ‘’Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976) Yazar çalışmasına doktora tezi olarak Mısır’a yapılan Rusya askerî yardımlarını inceler…  Sonra da ABD yardımlarını inceler. Daha sonra yazar Osmanlıya yapılan Alman askerî yardımları incelemeye başlar ve sonuçta da bu kitap ortaya çıkar. Yazar kitabında şu tezi ortaya atar: Silah yardımı alan veya silah satın alan ülkeler süreç içerisinde kaynak ülkenin siyasi ve askerî hegemonyası altına girmektedirler.

Rusya’nın veya Doğu Blokunun (Şangay beşlisi gibi) Türkiye’ye sunacağı hiçbir siyasi ve kültürel gelecek yoktur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın, kovboydan kaçarken ayıyla karşılaşmanın, iki kötüden birisini seçmenin hiçbir anlam ve amacı yoktur.

Sorunun özüne bakıldığında Türkiye'nin, kendisine muhtemel bir uzun menzilli füze saldırısı yapabilecek İran ve Rusya ile ilişkilerini düzelttiğinde böylesi bir silaha ihtiyacı da kalmayacaktır. Siyaset zaten sorunları güç (silah) kullanmadan çözme sanatıdır. Böylesi bir güvenlik ihtiyacını zaten Mustafa Kemal Atatürk; Batı'da Balkan Paktı ile, Güney'de Sadabad Paktı ile, Kuzey'de ise Sovyetlerle ''Dostluk, Komşuluk ve İşbirliği Anlaşması'' ile sağlamıştı... Ülkede ve bölgemizde sükûnetin tek adresi yine Mustafa Kemal Atatürk'tür: ''Yurtta Barış, Cihanda Barış''

Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Osman AYDOĞAN




Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar

23 Mayıs 2019

Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşını anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak şu iki soruyu sormuştum: ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?'' 

İkinci sorum da şu idi: Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?

İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum... 

Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirmiş, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemini başlatmıştır. Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelmiştir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek orduydu.

Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşamışlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmışlar ve zamanla Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için Moğollaşmış bir Türk, Timur için ise Türkleşmiş bir Moğol demektedir. Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan adlarını verirler.

Türkçülüğün babası olan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler... Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.

Ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır. 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesi, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istemiştir.

Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakmıştır. 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.

Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.

Büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel, ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) (Bu kitap Türkçeye çevrilmemiştir) isimli kitabında 13. yüzyılda Moğol istilasının İslam’ın bütün şehir medeniyetlerini yakıp yıktığını, kütüphanelerin yakıldığını, milyonların öldürüldüğünü, bu şekilde tüm İslam dünyasının bir “kasaba”ya dönüştürüldüğünü ve hala etkileri süren İslam dünyasındaki mistisizm ve dogmatizmin Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin yıkıcı etkileriyle başladığını ve zamanla devlet politikalarına dönüşüp kökleştiğini yazar...

Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi Kösedağ Muharebesi'nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.

Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır. Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır. 

Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan Anakara Muharebesi Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Ankara Muharebesi yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.

Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır.  Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmadı. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybetti, Osmanlı’nın Doğu sınırı da o zaman huzura ve sükûna kavuştu.  

Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşmüştür... Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınmıştır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsetmişlerdir. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)

Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:

Benim sormak istediğim Moğolların ve Akkoyunluların Osmanlıya ve Anadolu’ya bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?

Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?

Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan Otlukbeli Muharebesi (1473) de değildi...  Moğollorla yapılan Kösedağ (1243), yine Moğollarla yapılan Ankara (1402), Safevilerle yapılan Çaldıran (1514) ,  Dulkadiroğulları Beyliği  ile yapılan Turnadağ (1515), Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir. 

Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hrıstiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (Malazgirt 1071, Sırpsındığı 1364, Niğbolu 1396,  İstanbul'un fethi 1453, Mohaç 1526, Birinci Viyana Kuşatması 1529, Preveze Deniz Muharebesi 1538 vb.) 

Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!

Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.  

Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!..  Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.

Muhtemel ki Moğollar ve Akkoyunlular Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Araplar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise bir kardeş (folk) kavgası olarak görülüp fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.

Osman AYDOĞAN

Bir not: TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, bilimsel makaleler yazan sözde profesör ünvanlı herbokologlar -pardon- akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz da antropoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye... Anlıyorsunuz değil mi?

Bir başka not daha: Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan himayesinde her yıl düzenli olarak yapılan bir festivalin 9-13 Mayıs 2018 tarihleri arasında, İstanbul’da 3. yapıldı… Yenikapı Meydanı'nda beş gün süren festivalde Türk dünyasına, Orta Asya ve Anadolu'ya özgü şenlikler gerçekleştirildi. Festivalde geleneksel Türk sporlarının yanı sıra geleneksel kıl çadırlarda oba yaşamı, tarihi el sanatları atölyeleri, kılıç kalkan ve atlı gösteriler gibi pek çok aktivite yapıldı.   Organizasyonda geleneksel sporlardan aba güreşi, şalvar güreşi, kuşak güreşi, mas güreşi, fetih yağlı güreşleri, atlı okçuluk, atlı cirit, kökbörü, âşık oyunu, mangala, geleneksel yaya okçuluğu, şahinle yarış ve yabusame olmak üzere toplam 13 branşta 883 sporcu mücadele etti... (Gazeteler)

Bu festivalin adı neydi biliyor musunuz? ‘’3. Etnospor Kültür Festivali‘’ !…  Festivalde yapılan bütün etkinlikler bizden, bizim kültürümüze ait, yani folklorik… Ancak festivalin adı ne: ‘’Etnospor’’! Yani ‘’etnik spor’’, yani ‘’Ötekinin sporu’’! Hani derlerdi ya; ''cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür''!!! Siz anlıyorsunuz değil mi bir nasıl ellerde olduğumuzu! 

Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...





Otlukbeli Meydan Muharebesi

22 Mayıs 2019 

Madem ki dün Yavuz Sultan Selim ile beraber daldık ''Tarih''e... Hazır dalmışken ''Tarih''in içine orada kalıp yolculuğumuza devam edelim... . Ama bu yolculuğa da çıkmadan, iki sene önce ajanslara düşen bir haberden bahsetmek istiyorum. Tarih: 12 Mayıs 2017... Tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçiyor. Haber şu idi:

‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’

Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı belirtiliyor. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Meydan Muharebesi'inde (1473) şehit (!) düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor.

İşte anlatmak istediğim savaş, Zeynel Bey'in şehit (!) olduğu ve Fatih Sultan Mehmet'in bizzat katıldığı ve yönettiği Osmanlı ile Akkoyunlu devletleri arasında yapılan Otlukbeli Savaşıdır. Çünkü bu savaş günümüzle çok yakından ilgilidir ve günümüze ait çok şeyler söyler...

Otlukbeli Meydan Mavaşı: Anadolu’da Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen yerde, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed’in komuta ettiği Osmanlı ordusuyla Akko­yunlu İmparatoru Emir-i Kebir adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu arasında yapılan meydan muharebesidir. Otlukbeli muharebe alanında, o devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusuyla iki büyük hükümdarı karşı kar­şıya gelmişlerdi.

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.

Osmanlılar, 150 senelik bir devletti. Akkoyunlu İmparatorluğu ise; parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulmuş yeni bir devletti. Aslında Asya kıtası bu iki Türk asıllı devlete yetecek kadar büyüktü. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişlete­rek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi. 

Büyük Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’in, Otlukbeli meydan savaşından 71 yıl önceki düştükleri tarihi hataya düşmemeleri, birbirlerini yok et­meye çalışmamaları icap ederdi. 

Fakat olmadı, bu iki Türk devleti savaştı. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat savaştılar...

Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması ve bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırmıştı. 

Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia ediyordu. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi. Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aradı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecekti. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar beyleri de bu ittifaka dâhil oldular.

Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fatih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine, anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.

Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı Ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamadı. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.

Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti. Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düştü. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğuldu.

Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti. Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku devamlı azalıyordu. Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderildi. Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni aldı. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunuyor, Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı. Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Yazımın girişinde bahsettiğim türbesi taşınan Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ediyorlardı. (Mirza; Farsça bir kelime olup hükümdâr soyundan geldiğini gösteren bir asalet unvanıdır.)

Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey muharebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.

Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fatih, Otlukbeli zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat etti. Doğu seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedildi.

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamamıştır. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçmiştir ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtmıştır.

Bu savaş neticesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hakim olamayacaklarını kesin olarak anladılar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalandı. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hakimiyetine geçti. Otlukbeli zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kaldı.

Şimdi gelelim günümüze...

Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

 Bu savaştan günümüze çıkarılacak en az üç büyük ders vardır.

Birincisi şudur: Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini göstermektedir.

Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıştı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşmıştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer almışlardı.

Değişen nedir ki? PKK, PYD, KDP, IKPY veya her neyse kendisine Batıda müttefik aramadı mı? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmadı mı? Venedik, Papa ve Napoli -yine pardon- AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almadılar mı?

Ve ikinci ders: 

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu Devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.

Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bügün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan ve hele hele övüne övüne bitiremedikleri Osmanlıdan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır.....

Gelelim üçüncü ve en önemli derse:

Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk birliği, İslam birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahipti; Türktüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaştıkları, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girdikleri çok vaki olmuştur. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...

Gelin yine son sözü İbn-i Haldun’a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’

Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...

Eğer siz kaderinizle -pardon - coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla itiifak yaparlar, altınızı oyarlarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar, üst akıl'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.'' Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya...

Osman AYDOĞAN

Bir not: Yazımın girişinde Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak sizlere Otlukbeli Muharebesini anlattım. Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna, onu şehit (!) diye anmamıza ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da bir sonraki yazımda anlayatım...

İkinci bir not: Yine yazım içerisinde Otlukbeli Muharebesinin birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edildiğini söylemiştim... Bu yazımı okuyan okuyucalar arasında asker kökenli olup da askerî mekteplerde, askerî akademilerde bu işin ilmini tahsil eden, okuyan okuyucularım da var... İşte burada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir muharebe neden askerî mekteplerde, askerî akademilerde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hrıstiyanlarla, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Bunun cevabını da bir  sonraki yazıma bırakayım... Yoksa bu kadar uzun yazılarımdan dolayı bana yapılan sitemlerin, yediğim fırçaların haddi hesabı yok! 

Üçüncü bir not: Otlukbeli Meydan Muharebesi; başta İslam Ansiklopedisi (I. C., s.251-270, II. C., s. 270-274, VII. c, s. 506-535), Türk Tarih Kurumu Dergileri, İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI’nı Osmanlı Tarihi kitabı (C. I-VIII, TTK Yay., Ankara, 1988), ATASE Yayınları ve ancak tarihçi akademisyenlerin faydalanabileceği değişik kaynaklarda bahsedilse de ne yazık ki bu muharebeyi öncesi ve sonrasıyla askerî ve siyasi olarak anlatan, benim gibi okuması yazması kıt sıradan vatandaşların anlayabileceği dört başı mamur bir kaynak yoktur. Sadece genç nesil (1982 doğumlu) gazeteci yazarlardan Bedia Ceylan GÜZELCE’nin, Otlukbeli Muharebesini iki kirpinin gözünden anlattığı, 1473’teki, olaylara bir başka gözle bakan, Tarihin rakamlardan ibaret olmadığını şiirsel bir dille anlattığı, savaşlarda adı bile geçmeyenlerin romanı ‘’1473’’ (Çınar Yayınları, 2017) isimli güzel bir kitabı var. Bir de tarihçi Prof. Dr. Enver KONUKÇU’nun Erzincan Valiliğince yayınlanan ‘’Otlukbeli Meydan Savaşı (Ağustos 1473)’’ (1998) isimli kitabı var. Herhalde bizler tarih okumayı sevmediğimiz gibi tarih yazmayı da sevmeyiz...




Şîr-î pençe

21 Mayıs 2019

Tarih okurken genellikle içindeki ayrıntıları pek bilmeyiz. Aslında tarihi tarih yapan ve okunmasını zevkli kılan bu ayrıntılardır. Bizlere lise mekteplerinde, hatta ve hatta tarih eğitimi veren fakültelerde Osmanlının Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebelerini yüzeysel bir şekilde anlattılar... Neden yüzeysel anlattılar bunu ayrı bir yazımda yazayım... Ama bugün sizlere Yavuz Sultan Selim'in bu seferindeki bir hikâyesini ve Yavuz Sultan Selim'in bilinmeyen bir dramını anlatayım:

Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalır. Bir Türkmen kızı da zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olur. Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selimi görür. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıverir, gönlünü kaptırır ona. Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya, zamanla Türkmen kızının kalbinin içini, ince bir sızı sarar ve başlar genç kızın kalbi için için kaynamaya. 

Bir gün, genç kızın gözü, hünkâr çadırının direğine ilişir.  Aşkın gücü ona, direğin üst kısmına şöyle bir satır yazma cesaretini verir; 

'’Seven insan neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark eder. ”Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken alır eline kalemi söyle bir satır da o yazar aynı direkteki dizenin altına;

'’Hemen derdin söylesin.” 

Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlar, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olur, yer de onun olur âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-i aşkta bulunmanın, ateşle oynamanın, ateş girdabına bilerek atlamanın da ölümcül bir tehlikesi de vardır.  “Varsın olsun bu aşk, buna değer’’ diye düşünür... Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamaz ama yine de içinde bir korku kurdu vardır ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemirir... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüreğin imdadına yetişir derhâl. Bir satır daha yazar aynı direğe; 

“Ya korkarsa neylesin?” 

Yavuz Sultan Selim, aksam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelir aklına. Bakar ve okur ki aşkın heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha ekler, aşka yenik düşen koca padişah: 

'Hiç korkmasın söylesin.” 

Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilir direğin üzerine: 

“Seven insan neylesin? Hemen derdin söylesin. Ya korkarsa neylesin? Hiç korkmasın söylesin.”

Sabahın olmasını sabırla bekler padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’i çağırtır, derhâl bir emir verir: ”Biz dahi merak edip onu görmek isteriz, tîz elden bu kızı huzura getirin.” 

Emir derhâl yerine getirilir ki ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli gelir hünkârın karşısına… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilir. Eğlenceler, yemeler içmeler…

Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülür. Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirir herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulur. Ahu gözlü Türkmen dilberinin ”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanının aşkındaki sırrı kaldıramaz ve birden duruverir. O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olur asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani alemde bir çare de bulunamaz.

Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda koca hünkârın, hüngür hüngür ağladığı söylenir. Sonunda en güçlü orduları yenen ve Osmanlının güçlü divan şairlerinden sayılan koca hünkâr Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, su dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, aşkın gücünün karsısındaki çaresizliğini anlatır:

‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek 
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek 
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân 
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’

(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek 
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek 
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken 
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)

Felek bununla da yetinmez...

Gelelim işin esası olan feleğin, kaderin asıl cilvesine!

Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir:

‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"

Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle dediği rivayet edilir: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’

Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazar… 

Yavuz sekiz yıllık saltanatında büyük işler yapar, imparatorluğu genişletir. Fakat baba bedduası sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır.

 ‘’Şîr-î pençe’’ ilk olarak anlattığım gibi babanın bedduasında geçer. Ancak kaderin cilvesi imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.

Sırtında kendisine rahatsızlık veren bu oluşumu (şîr-î pençe) fark eden Yavuz Sultan Selim emrindekilere sıkmalarını söyler. Emrindekiler "hekimler baksa, belki ciddi bir şeydir" diye uyardılarsa da dinlemez Yavuz, "sivilcedir" diyerek tellağa sıktırır.  

Yavuz Sultan Selim Han bu hastalık vesilesiyle yatağa düşer. Ölüm vaktinin geldiğini anlayan ulu hakan yanından ayrılmayan kadim dostu Hasancan'a durumunu sorar: ‘’Hasancan, durumumuz nicedir?’’ Hasancan cevap verir: ‘’Hünkarım Allah'la olma vakti geldi.’’ Yavuz tekrar sorar: ‘’Bre Hasancan, sen şimdiye kadar bizi kiminle bilürdün?’’

Daha sonra padişahın isteğiyle Hasancan "Yasin" suresini okumaya başlar. Padişah da kendisine eşlik eder. Hatta bir yerde yanlış okuduğunu söyleyerek tekrar baştan almasını ister.  Ancak Hasancan sureyi bitiremeden Yavuz ruhunu Hakk'a teslim eder.

Allah rahmet eylesin!

Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘’Şirpençe’’ diye bir kitabı var. (Nesil Yayınları, 2000) Bu konu kitapta detaylı bir şekilde anlatılır. Kitabın tanıtım yazısında Yavuz Sultan Selim şöyle der…

‘’Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah`tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.’’

Tarih güzel olmasına güzel de ancak şöyle bir zararı var: İster istemez soru sorduruyor:

Günümüzde kocaman kocaman saraylarda, süslü süslü tahtlarda oturanlar, süslü püslü libaslar giyenler, şatafatlı şatafatlı arabalara, tayyarelere binenler acep kime tazime mecburlar ki bu külfeti ihtiyar eylerler? Yoksa ruhun içindeki inancın eksikliğini kocaman kocaman saraylarla, şatafatlı şatafatlı arabalarla, süslü püslü libaslarla mı örterler?

Osman AYDOĞAN




19 Mayıs 1919

19 Mayıs 2019

Bugün 19 Mayıs 2019. Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 100. yıl dönümü…

Mustafa Kemal Atatürk, işte tam da 100 yıl öncesi o günleri, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını Nutuk'ta şu şekilde anlatır:

"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."

Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını bu şekilde anlatırdı. Ama Tarih baba 19 Mayıs'ın ne olduğunu kısaca şöyle özetler:

19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.

19 Mayıs; başlangıçta Abbasi aydınlanmasını takip etmemiş, Batıdaki her türlü aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevirerek, her türlü yeniliğe ‘’Gâvur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkıp kendi sonunu kendisinin hazırladığı bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı günün tarihidir....

19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.

19 Mayıs; ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarının bu coğrafyada yeşermeye başladığı tarihtir... 

19 Mayıs; bütün dünyanın ‘’Büyük Tarihçi’’ diye tanımladığı Fransız Tarihçi Fernand Braudel’in ifadesiyle; ‘’13. yüzyılda Moğol istilasının bütün şehir medeniyetlerini yıktığı, kütüphanelerini yaktığı, bu şekilde bir 'kasaba'ya dönüştürdüğü, Haçlı Seferleri ile de Akdeniz’den uzaklaştırılıp karalara kapattığı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme ve bilime geçişini anlayamadığı ve bu nedenlerle de mistisizm ve dogmatizmin hâkim sürdüğü bu coğrafyada’’; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı ve aydınlanma mücadelesinin başladığı tarihtir…

Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda şöyle derdi: ''Ateşi ve ihaneti gördük.’’ ‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyanın başladığı tarihtir...

''Ateşi ve ihaneti gördük 
ve yanan gözlerimizle durduk 
bu dünyanın üzerinde. 
İstanbul 918 Teşrinlerinde, 
İzmir 919 Mayısında 
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : 
Mayıs ortalarından 
Haziran ortalarına kadar 
yani tütün kırma mevsimi, 
yani, arpalar biçilip 
buğdaya başlanırken 
yuvarlandılar... 
Adana, 
Antep, 
Urfa, 
Maraş : 
düşmüş 
dövüşüyordu... 
Ateşi ve ihaneti gördük. ''

‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza egemenlik ve bağımsızlığın yanında insanlık, özgürlük, onur ve gurur getirmiştir. 

Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...

İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel.

20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle 19 Mayıs’ı anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır. İşte bu nedenle Tarih bilinci olmayanların Türk milletine insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur. 19 Mayıs'ı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir.

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN





İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım

18 Mayıs 2019

Dün Âşık Mahzuni Şerif’in vefat yıldönümü idi (17 Mayıs 2002)...

Daha önce de bu sayfada bu ozanımızdan ve türküsünden bahsetmiştim ama bu büyük ozanı anmak amacıyla önce kısaca kendisinden bahsettiğim ve bu büyük ozanın o muazzam türküsü ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlattığım yazımı tekrar vermek istiyorum...  

Bizim bildiğimiz Âşık Mahzuni Şerif ismi mahlasıdır ozanın... Bu mahlasın da anlamını kısaca açıklamak istiyorum:

Hz. Peygamber’in (asm) torunlarından Hz. Hüseyin’den gelen nesle, ’’efendi, bey, beyefendi’’ anlamına gelen ‘’Seyyid’’, Hz. Hasan’dan gelen nesle de ‘’şerefli, şanlı, şanı yüce’’ anlamına gelen ‘’Şerif’’ unvanı verilirdi. (‘’Seyyid’’ ve ‘’Şerif’’ unvanları için böyle bir ayırım olmasına rağmen ancak günümüzde ne yazık ki bu ayrım unutularak her iki nesli birden ifade etmek için sadece ‘’Seyyid’’ unvanı kullanılmaktadır.) ‘’Mahzun’’ ise ‘’üzgün, üzüntülü, hüzünlü, duygulu, gönlü üzgün, tasalı, neşesiz, gamlı, kederli’’ anlamındadır. Âşık Mahzuni Şerif;  ‘’Hz. Peygamber torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen, gönlü üzgün, hüzünlü, duygulu, gamlı ve kederli âşık’’ anlamındadır.  

Âşık Mahzuni Şerif ismi ozanın mahlasıdır demiştik. Ozanın Asıl adı Şerif Cırık’tır. Şerif Cırık 17 Kasım 1940 tarihinde  Kahramanmaraş’ın  Afşin ilçesinin Berçenek Köyü'nde dünyaya gelir ..

Şerif Cırık  1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydolur. Öğrenci iken eşi Suna'yı kaçırır ve altı ay köyünde kalır. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledilir.  Okul komutanının çabası ile yeniden okula döner ancak altı ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan ilişiği kesilince yeniden köyüne dönmek zorunda kalır. 

Müzik dünyasına Âşık Mahzuni Şerif mahlasıyla atılır... 1964 yılında ilk plağı çıkar. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük üç ozanı arasında gösterilir…  Çağımızın Pir Sulta Abdal’ı diye anılır. Son halk şairidir...

Kendi deyimiyle ömrünün ilk yarısı hapishanelerde, ikinci yarısı ise hastanelerde geçİrir. Hapiste olduğu dönem türkülerinden uzak kalır… Bu uzaklığı da şöyle anlatır: "Bir balığı denizden çıkartın, kuma atın. O balık o denize nasıl baktıysa ben de türkülerime uzaktan öyle baktım." Başka nasıl izah edilirdi, başka anlatılırdı ki bu özlem!...

Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde "ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim yine geleceğim" diyerek vefat eder. Vasiyeti üzerine naaşı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgeye defnedilir.

Mahzuni Şerif’in mezar taşında kendisinin bu yalan dünyaya tamah etmediğini gösteren şu dizeleri yazılıdır:

‘’Eğer bana gel gel olsa yüceden,
çırpar kanadımı uçar giderim,
isteğim yok gündüz ile geceden,
ben bir Mahzuni'yim naçar giderim.’’

Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın.

62 yıllık yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset ve 8 kitap yayımlar. Hakkında belgeseller yapılır, kitaplar yazılır. Toplumcu, özgürlükçü bir şairdir. Bu görüşleri savunduğu, türkülerine konu edindiği için her zaman başı derde girer. Defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, hakkında davalar açılır, mahpuslarda yatar. 2001 yılının sonunda, ölümünden birkaç ay önce “Elhamdülüllah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır ceza talebiyle dava edilir. Ölmeseydi belki ceza yiyip hapis edilecektir. 

Hakkında çok kitap yazılmıştır. En son Ali Öztunç’un ''Devr-i Mahzuni’'' (Doğan Kitap, 2017) isimli kitabı içlerinde en güzel olanıdır.  Ayrıca Âşık Mahzuni’nin 30 eserinin 32 sanatçı tarafından yeni yorumlarla seslendirildiği,  “Mahzuni’ye Saygı'' (Arda Müzik) albümü de yayımlanmıştır.

Şimdi da Âşık Mahzuni Şerif’in o muazzam türküsü ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatmak isityorum... 

Mahzuni Şerif'in insana hüzün şırınga eden ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü Edip Akbayram’dan Sabahat Akkiraz’a, Kardeş Türküler’den İlkay Akkaya’ya, Feryal Öney’e pek çok sanatçı seslendirmiştir... Ama hiç bir sanatçı Mahzuni Şerif gibi içten, dolu dolu, kalbe işleyen bicimde söyleyememiştir bu türküyü… Dinlerken insanın düğüm düğüm boğazı düğümleniyor, yağmur yağmış, güneş vurmuş kar gibi erim erim eriyor yüreği...

''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bu toprakların en güzel eserlerinden, en güzel seslerinden birisidir, bir şaheseridir. Bu garip, bu sahipsiz, bu yalnız, bu güzel, bu mahzun toprakların türküsüdür.  Geçenlerde yine bu sayfalarda yazdığım ‘’Tutunamayanlar’’ın, barınamayanların, gitmek zorunda olanların türküsüdür… Ötekileştirilenlerin, dışlanılanların isyan içermeyen kabullenişinin türküsüdür. ‘’Güzel ve yalnız ülkemin’’ türküsüdür. Gidenlerin, terk edenlerin, terkedilenlerin türküsüdür… Vizontele filmindeki Deli Emin’in mezardaki annesine radyodan dinlettiği türküsüdür.... ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bir mekândan, bir diyardan, bir yurttan gidenlerin değil; bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gidenlerin, gitmek zorunda olanların, zamanı gelip de gitmesi gerekenlerin türküsüdür. Zaten türküdeki bu terkedilmişlik duygusu kafesteki yabani bir kuş gibi insanın yüreğinde çırpın çırpın çırpınır…

‘’Çeşm’’ Farsçada ‘’göz’’ demektir. ‘’Çeşm-i siyahım’’ ise ‘’siyah gözlüm’’ demektir, ‘’kara gözlüm’’ demek değildir… ‘’Kara’’ sözcüğü siyahı değil; büyüklüğü, iriliği, gücü, zorluğu ifade eder. Kara gözlüm; iri, büyük gözlüm demektir.

"Sermayem derdimdir, servetim ahım" derken sanki Anadolu’nun bin yıllık tarihini, geçmişini gözlerinizin önüne serer… Bu dizeler ömrünüzden seneler eskitir…

"Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizeleri cenneti bile her şeyi bırakıp gitme isteğini kararlı, sessiz ve derinden anlatır. İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlar da bir baykuş gibi ötmek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir ki gitmek?

‘’Bağladım canımı zülfün teline’’ derken ozan gerçek bir sevdayı, aşkı anlatır. Zülüf; şakaklardan sarkan saç lülesidir. Zülfüyâr; sevgilinin şakak saçıdır. Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki sevilenin zülfünün bir teline can bağlanır?  Bu nasıl sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir benlik sevdiğin kişinin zülfünün tek teline bağlanır? Ve böylesine bir bağ ve böylesine bir sevgili bırakılıp da bir nasıl gidilir ki?

‘’Güldün Mahzuni'nin garip haline / Mervan'ın elinden parelense de’’ dizelerinde bahsedilen ‘’Mervan’’, Hz. Ali’ye düşmanlığı ve zalimliği ile bilinen Emevi Halifesi Mervan’dır…Sevgilinin Mahzuni'ye yaptığı Mervan'ın Hz. Ali'ye yaptığı gibidir... 

İşte bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gitmek zorunda kalanların, aslında gitmemek için çırpın çırpın çırpınıp da gitmek zorunda kalanların, giderken bile ayakları geri geri gidenlerin, gayri her ne olursa olsun gidenlerin türküsüdür; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’

Bu kadar sevgiye, bu kadar bir bağlanmaya rağmen insan sevdiğinden neden ayrılmak ister, neden ayrılır?  Cenneti terk ederek viran bağlarda insan baykuş gibi neden ötmek ister? Sanırım bunun da cevabı yakınlarda yine bu sayfada yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' isimli kitabında gizli. ''Tutunamayanlar''da kitabın bir yerinde şöyle bir cümle geçerdi: "İnsani kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kaybolup gidecek elinizden." Ey sevilenler! Ey sevenler! Anlıyor musunuz? 

Sanırım bu soruya bir başka cevap da erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında gizli. Anais Nin bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu topraklarda, bu kültürde bir türlü aşkın beslenmesinin bilinmeyişinden miydi insanlarımızın cenneti terk ederek viran bağlarda baykuş gibi ötmek isteyişi?  Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz? 

Bu türkü sebepsiz yere aklınıza gelir ve her bir dizesi beyninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur saatlerce, günlerce, gecelerce, haftalarca, hatta aylarca: ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım''

Osman AYDOĞAN

Kendi sesiyle Âşık Mahsuni Şerif: ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’
(iyi bir ses kaydı olmamasına rağmen)
https://www.youtube.com/watch?v=ipCzKtmO7KM

Güler Duman’ın yorumuyla Çeşmi Siyahım:
https://www.youtube.com/watch?v=fyG-Xn9tTRg

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de




Malèna

17 Mayıs 2019

Senaryosunu İtalyan senarist Luciano Vincenzoni'nin yazdığı, Sicilyalı yönetmen Giuseppe Tornatore’nun yönettiği, İtalyan müzisyen Ennio Morricone'nin film müziğini yaptığı ve başrolünü de Monica Belluci’nin oynadığı 2000 yılı İtalyan-Alman ortak yapımı olan, aynı yıl Oscar’a aday gösterilen bir sinema filmi var: Malèna.

Bu film,1999 yılında Sicilya adasındaki Castelcuto sahilinde çekilir...

Film kısaca; İkinci Dünya Savaşı sırasında Sicilya’nın küçük bir kasabasında savaşın dul bıraktığı bir kadını, toplumun bu kadına bakışını ve ergenlik cağındaki bir çocuğun da bu kadına olan platonik aşkını ve bu kadın hakkındaki hayallerini anlatır. Dul kadın, savaş şartlarında kasabanın baskısı, dedikodusu, riyası, fitnesi ve iftirası sonucu aç kalmamak için nihayetinde kötü yola düşer. Sonunda da Maria Magdalena'nın (*) akıbetine uğrar...

Filmin arka fonunda ise İtalyan faşizminin sosyal ilişkileri ve yıkılışı anlatılır… Başka bir deyimle film dönemin, 1940 ve 1950’li yılların İtalya’sını anlatır.

Bu yönüyle bizden örnek verecek olursak film; tolumun değer yargıları açısından ‘’Vurun Kahpeye’’, bir ergen çocuğun gözünden de ‘’Fahriye Abla’’ filmlerini çağrıştırır…

Filmin konusu kısaca bu şekilde ama filmin verdiği mesaj çok daha uzun ve derinliklidir... Öncelikle film; kadın, namus, ahlak, din ve siyaset konularında toplumun iki yüzlülüğünü ve toplumun bu konularda yerlerde sürünen değer yargılarını eleştirir... Film, İtalyan halkının hiç de Bella Ciao şarkısında geçen İtalyan halkı olmadığını gözler önüne serer... 

Filmin görüntü yönetimi çok güzeldir. Filmde bolca güzel sokaklar, güzel evler, hoş renkler sergilenir. Hemen hemen tüm sahneler pastel renklerin hâkim olduğu birer sanat eseri gibidir. Filmin müziği de bu esere uygun güzelliktedir.

Ancak filmi film yapan, insana sadece onun için bu film izlenir dedirten bir unsur vardır: O da filmin başrol oyuncusu Malèna rolündeki ve bu filmi ile tanınan İtalyan sinema oyuncusu Monica Belluci’dir… Monica Belluci film boyunca birkaç cümle hariç hemen hemen hiç konuşmaz ancak Monica Belluci, mükemmel yüzü ve fiziği ile filmi sadece bedeni üzerinden mükemmel bir şekilde canlandırır… Monica Belluci’nin filmde caddelerden endamıyla bir sülün gibi süzüle süzüle yürüyüşleri akıllarda kalır. Monica Belluci bu filmde bir kadının nasıl yürümesi gerektiği konusunda sanki ders verir…

Filmin sonuna doğru Malèna’nın savaşta öldü sanılan kocası Nino döner. Kısa bir süre önce bu sayfada Alman yazar Wolfgang Borchert‘in ‘’Kapıların Dışında’’ isimli oyunundan bahsetmiştim. Wolfgang Borchert bu oyununda yine İkinci Dünya Savaşından dönen Beckmann’ın hikâyesini anlatırdı. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Bu filmde de Beckmann gibi Malèna’nın savaşta öldü sanılan kocası Nino döndüğünde de ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. İşte filmin bundan sonrasında içinizi bir acı kaplar, burnunuzun direği sızlar, yüreğiniz burkulur, gözleriniz yaşarır…

Aslında filmden sonra içiniz daha bir acır, burnunuzun direği daha bir sızlar, yüreğiniz daha bir burkulur, gözleriniz daha bir yaşarır... Yazımın başında filmin; kadın, namus, ahlak, din ve siyaset konularında toplumun iki yüzlülüğünü ve yerlerde sürünen değer yargıları ile dönemin İtalya’sını anlattığını söylemiştim ya… İçinizi daha bir acıtan, burnunuzun direğini daha bir sızlatan, yüreğinizi daha bir burkan, gözlerinizi daha bir yaşartan şey filmin aslında bu yönleriyle de günümüz Türkiye’sini anlatıyor olmasıdır...

Bu hafta sonu boşverin kapalı hava gibi gamı, kederi, kasveti, Amerikanı, İran'ı, Körfezi, seçimi, hakkı, hukuku, adaleti... Bu filmi izleyin derim...

Sizlere güzel bir hafta sonu dilerim...

Osman AYDOĞAN

‘’Malèna’’ filminden 4 dakikalık görüntüler:
https://www.youtube.com/watch?v=OFHNr2tGEaU

Vaktiniz varsa, tavsiye ettiğim ‘’Malèna’’ filminden 12 dakikalık görüntüler:
https://www.youtube.com/watch?v=eVoFHV9MM3g

Ama en iyisi filmin kendisinin seyredilmesi...

(*) Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak da adlandırılır. Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’  der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.

İlginçtir Monica Bellucci, 2004'de Mel Gibson'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği ''The Passion of the Christ'' filminde Maria Magdelene karakterini canlandırır...




Körfezdeki iki deli!

15 Mayıs 2019

Haber ajanslarında ABD ve İran haberleri hep son dakika haberleri olarak yer alıyor... Sadece son iki üç gün içine sığan haberlere bakacak olursak ard arda şu haberler sıralanıyor:  ABD’nin Körfez yığınak yapması, ABD’nin Körfez’e uçak gemisi ve 120 bin asker göndermesi, İran sınırında ABD F-35’lerin devriye uçuşu yapması, ABD’nin İran’a karşı gönderdiği ‘Uçan Kale’ lakaplı B-52 bombardıman uçaklarının Katar’da üslenmesi, ABD'nin İran Devrim Muhafızlarını terör listesine alma kararı, İran’ın, ABD'nin Devrim Muhafızlarını terör listesine alma kararına destek veren Suudi Arabistan ve Bahreyn'i terörü desteklemekle suçlaması, Birleşik Arap Emirlikleri'nde Hürmüz Boğazı yakınlarında 4 petrol tankerine hasar verilmesi konusunda ABD’nin gemilerin sabote edilmesinden İran'ı sorumlu tutması, buna karşın İran’ın olayın arkasında "İsrail'in olabileceğini" iddiası, İran’ın karşı tehditleri, vb...

Bu liste daha da uzayabilir...

Aslında bu haberler buzdağının görünen yüzü… Buzdağının altında ise bu haberlerde yer almayan bir başka ülke yatıyor…

Bu listeyi ve bu görünmeyen ülkeyi şimdilik burada bırakarak gelin sizi biraz geriye, eskiye, her zaman olduğu gibi sizi tarihe götüreyim…

Son yıllarda bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia edrek 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan mezhep savaşları dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl sürecek mezhep savaşlarına (Şii - Sünni) girmekte olduğunu yazmaktadır.

Bütün Batılı gazeteler Ortadoğu'nun 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazmaktadırlar. Tabii ki yüzde yüzlük bir benzeme değil. O dönem dünyanın süper gücü Britanya’nın yerini bugün ABD almıştır. Almanya ve Rusya Birinci Dünya Savaşı arifesinde aynı bugün olduğu gibi yükselen devletler olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Ancak bugün bir de fazladan göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir Çin faktörü var.

Ancak o dönem muharebe sahası Avrupa kıtası iken bugün muharebe sahası olarak (mamur Avrupa mahvolmasın diye) Ortadoğu seçilmiştir. Bu muharebe sahasında ise; filler (ABD, AB, Rusya ve Çin) inlerinde, vekil muharip güçler (Suudi Arabistan, İran) tetikte, çiğnenen çimenler (Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin) yerlerde sürünmektedir…

Bu noktada bir kitaba yer vermek istiyorum…

Cambridge Üniversitesi Tarih Profesörü Christopher Clark’ın “Uyurgezerler” (Pegasus Yayınları, 2017) isimli bir kitabı var. Yazar kitabında I. Dünya Savaşı’na yol açan krizin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. 28 Haziran 1914 Pazar günü̈ Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Sophie Chotek, Saraybosna tren garına geldiğinde Avrupa barış içindedir. Otuz yedi gün sonra ise tüm Avrupa savaştadır. Bu savaş 15 milyondan fazla insanın ölümü̈, üç imparatorluğun yıkılması ve Dünya tarihinin kalıcı olarak değişmesiyle sonuçlanır... Kitaba göre o dönem Avrupalı güçler, yükselen milliyetçilik ve savaş tehdidini göremeyen “Uyurgezerler” gibiymiş. O dönem Rusya modernleşme, Almanya sanayileşme çabası içerisinde, İngiltere şu an ABD’nin olduğu konumda ve en güçlü devlet, Amerika ise kendi iç dünyasındadır. Osmanlı, Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya- Macaristan, Rusya; hiçbirisinde savaş belirtisi yoktur. Kamuoylarının, entelektüellerin, devletlerin de inancı artık savaşların olmayacağı, sonsuz bir barışa kavuştukları doğrultusundadır… Ancak Franz Ferdinand suikastı ile savaş birdenbire tüm dünyayı sarar.

İşte anlattığım gibi şimdi de bazı tarihçiler, içinde bulunduğumuz dönemi Birinci Dünya Savaşı arifesine benzeterek dünya güçlerinin ve kamuoyunun ve entelektüellerin de benzer bir ‘’aymazlık’’ içinde olduğu görüşünü savunuyorlar…

Günümüz Dünyasında da tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi yükselen popülist milliyetçilik, ırkçılık, ABD’de yeni Trump politikası, Avrupa’nın iç kavgaları, Rusya’nın yükselen imparatorluğu vardır. Bir de Birinci Dünya Savaşında olmayan bir Çin faktörü var...

Günümüz Ortadoğu’sunda ise; mezhep ve vekâlet savaşları, Irak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye, İŞİD, YPG, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler, Ilımlı İslam, Lübnan ve Yemen gibi çok karmaşık sorunları var…

Ortadoğu’nun hali böyle… Şimdi gelelim ABD – İran ilişkilerindeki görünmeyen ülkeye; Suudi Arabistan’a..

Yukarıda bahsettiğim bu sorunlar devam ederken geçen senelerden itibaren haberlerde hep Suudi Arabistan yer almaya başlıyor: Suudi Arabistan Kralı Kral Salman’ın 33 yaşındaki genç veliahttı Prens Muhammed Bin Salman’ın (Kısaca kendisine MbS deniyor) iç ve dış politikadaki fütursuz hareketleri yer alıyor..

Yemen’deki savaş nedeniyle Prens Muhammed Bin Salman, İran’ı suçluyor. Filistin yönetimi başkanı Abbas, muhtemelen Hamas’ın İran ile yeniden gelişmeye başlayan ilişkileri nedeniyle MbS tarafından suçlanıyor.

Bu noktada biraz geriye gitmek istiyorum…

Suudi Arabistan veliaht prensi, savunma bakanı ve Kral Salman'ın oğlu Prens Muhammed Bin Salman ayrıca Suudi Kraliyet Mahkemesi başkanı ve Ekonomik İşler ve Kalkınma Konseyi başkanıdır. Ülkesinde babası Kral Salman'ın tahtının arkasındaki güç olarak tanımlanır. Haziran 2017'de kraliyet kararnamesi ile Veliaht Orens Muhammed bin Nayif'in yerine atanarak tahtın vârisi ilan edilir ve Başbakan Yardımcılığı görevine getirilir. Prens Muhammed Bin Salman'ın genç, deneyimsiz, hırslı ve agresif bir kişilik sahibi olduğu söyleniyor.

Prens Muhammed Bin Salman yönetime gelir gelmez iki konu üzerinde çalışıyor. Birinci konu; ülke ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltarak ülkesini bir uluslararası finans ve teknoloji merkezi olarak yeniden şekillendirmek, diğer ikinci konu ise; Ortadoğu’da, İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak.

Birinci konu, Prens Muhammed Bin Salman’ın ekonomiyi yeniden şekillendirme projesi petrol fiyatlarının düşmesi ve giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşüyor.

İkinci konu olan, Suudi rejiminin İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesi ise tamamen fiyasko ile sonuçlanıyor. Bu uğurda Suudi rejimi; Yemen’de savaşa giriyor iflas ediyor, Suriye’de asileri destekliyor, iflas ediyor, Katar politikası geri teperek iflas ediyor, Körfez İşbirliği Konseyi’ni ise işlemez hale getirerek iflas ediyor, Lübnan’da Hizbullah karşıtı hamleler yaparak hükümet krizine neden oluyor, iflas ediyor. 

Şimdi biraz daha geriye gidelim…

Suudi rejimin meşruiyetinin ve siyasi gücünün dayandığı iki temel dayanağı vardı. Bu dayanaklardan birincisi dinci Vahhabi yapılanmasının başından beri Suudi ailesine verdiği destekti. İkinci dayanak ise Suudi klanının üç büyük ailesi arasında, kararların alınmasına, devlet kurumlarının ve kaynaklarının paylaşılmasına ilişkin kurulmuş ''mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneği idi…

Ancak bu iki dayanak da genç Prens Muhammed Bin Salman’ın deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği nedeniyle zayıflamaya başlıyor.

İşte sorun da burada başlıyor…

Bu iki dayanağın sökülmeye başlaması ve Prens Muhammed Bin Salman’ın İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesindeki fiyasko ve iflaslar ülke içinde rejime karşı şiddetli bir karşı tepki ve toplumsal kargaşa olasılığını güçlendiriyor.

Prens Muhammed Bin Salman’ın dış politikasındaki bu fiyaskoları, ekonomiyi yeniden şekillendirme projesinin de giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşmesi ve içerideki bu muhalefet ise Prens Muhammed Bin Salman’ı daha önce hiç olmadığı kadar ABD’ne yaklaştırıyor.

Bu dönem ABD’nin de Suudilere geçmişte hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Prens Muhammed Bin Salman, İsrail ile birlikte ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde yer almaktadır. Prens Muhammed Bin Salman Ortadoğu’daki İran karşıtı cephenin liderliğine oynamaktadır. Suudi Arabistan, Amerikan savunma endüstrisinin en büyük alıcılarından birisidir. İsrail’in güvenliği, Rusya’nın ve Çin’in bölgede frenlenmesi, enerji kaynaklarının kontrolü ve Suriye, Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Katar konularında ABD Suudi Arabistan’a muhtaçtır.

Daha yeni Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasının imzalamıştı. Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşacaktır... Bu anlaşmayı İsrail de desteklemiştir. Bu silahların hedefinin İran ve bölgedeki ABD karşı cephesi olduğu tabii ki şüphesizdir...

Sanılanın ve söylenenlerin aksine geçtiğimiz yıl yaşanan Kaşıkçı olayı ise; deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği ile Prens Muhammed Bin Salman’ın yönetimindeki Suudi Arabistan'ı, dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'yi İran'a karşı olan politikalarında birbirlerine daha çok yaklaştırıyor…

Burada vahim olan olasılık ortaya çıkıyor… O da; içerideki muhalefeti bu şekilde fütursuzca bastırarak yok eden ancak politik hırsları ile devlet kapasitesi arasında uçurum olan genç, tecrübesiz, hırslı ve agresif Prens Muhammed Bin Salman’ın krallıkta birlik sağlayarak gücünü pekişmek için yakınlaştığı dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'nin de desteğiyle doğrudan İran ile  bir savaşı göze alması durumunda tüm Ortadoğu’yu yutacak bir ateşin içine atabilecek olmasıdır.

Ancak bu sefer, günümüzde yaşadığımız gibi bir vekâlet savaşı değil, tüm Ortadoğu’yu kapsayacak, arkasında ABD, İsrail ve Mısır’ın bulunduğu Suudi Arabistan ile arkasında Rusya, Çin ve Suriye’nin bulunduğu İran’ın yer alacağı bir Sünni – Şii savaşı yaşanabilir… Böylesi bir savaşın Türkiye'yi de en ağır biçimde etkilemesi pek bir mümkündür.

Montaigne bir denemesinde; ‘’Adamın biri, zaten karanlıktan korkarmış. Bir gün büyük bir hangarda elindeki mumla tek başına kalmış. O an o kadar korkmuş ki elindeki mumu üfleyivermiş’’ derdi.

Elde kalan son mumu da üfleyerek tüm Ortadoğu’nun kopkoyu bir karanlığa gömülmesini sağlayacak iki deli (Trump & MbS) hevesle beklemektedir. 

Hal böyleyken, görevi, etrafı gözetmek, buna göre tedbir almak, içeride ve dışarıda barışı tesis etmek, dost kazanmak, ülkede birliği, bütünüğü ve dirliği sağlamak iken; tüm enerjisini yıllardır kine, nefrete, seçimlere, mezardaki seçmenlere, ata, Üsküdara, mühürsüz oylara, illete, zillete, YSK'ya, iptale, yeniden seçime odaklayan bir yönetim elindeki ülkenin ve insanlarının Allah yâr ve yardımcısı olsun!

Osman AYDOĞAN 




Kapıların Dışında

14 Mayıs 2019

Sıra dışı bir Alman şair, oyun ve öykü yazarı var: Wolfgang Borchert… Wolfgang Borchert 1921 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde doğar. Henüz 15 yaşındayken şiirler yazmaya başlar, şiirleri ”Hamburger Anzeiger’’ gazetesinde yayımlanır… Ancak Borchert, nasyonal sosyalizmin ahlaki ve fiziksel kurbanlarından birisi olarak gençliğinin çoğunu hapiste geçirir…

Wolfgang Borchert, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınarak gönderildiği Rusya Cephesi’nde (1941) ağır yaralanır. Cephede iken de Nasyonal Sosyalizme karşı görüşlerinden ötürü tutuklanır… Difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına karşın sekiz ay Nürnberg’de cezaevinde tutulur... Daha sonra da iyileşti diye tekrar cepheye gönderilir. Bir daha tutuklanır ve bu kez dokuz ay Berlin’de hapis yatar... Sonra idama mahkûm edilir… Altı hafta idamını bekler… Savaşın sonu belli olunca affedilir…

Savaşın sonunda serbest kalınca Hamburg’a döner ve burada tiyatro oyunları yazar… Sağlığının giderek kötüleşmesi ve buradaki doktorların da bir çözüm bulamaması üzerine İsviçre’ye gönderilir… Ancak İsviçreli doktorlar karşılarında bir hasta değil, yaşayan bir ölü bulurlar… Çünkü savaş onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir... İsviçre’de yatırıldığı hastane, henüz 26 yaşındayken 20 Kasım 1947 günü onun ölümünü resmileştirir... 

Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında, şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) Almanya’da iken, çocukken bu yıkımı bizzat yaşayan dostlarımdan bu yıkımdaki hatıralarını çok dinlemiştim... 

İşte kısa hayat öyküsünü anlattığım sıra dışı Alman şair, oyun ve öykü yazarı Wolfgang Borchert, bu Yıkım Edebiyatı’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisidir.

Wolfgang Borchert bu türdeki eserlerinden ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ adlı şiir kitabını 1946’da, ilk öykü kitabı ‘’Karahindiba’’yı ise 1947’de yayımlar. ‘’Kapıların Dışında’’ adlı tek oyununu 1946 sonlarında Hamburg’da iken tamamlar. İkinci öykü kitabı ‘’Bu Salı’’yı (1947) hazırlar. Ne var ki, hem oyununun hem de bu kitabının basılması, yapıtlarının çeşitli dillere çevrilmesi ve rekorlar kırarak satması hep ölümünden sonra gerçekleşir... Yani Borchert, ününü ve şöhretini göremez…

Borchert’in bu eserlerinden II. Dünya Savaşı döneminde yazdığı ve savaş sonunda Hamburg’da tamamladığı ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu bu ‘’Trümmerliteratur’’ (Yıkım Edebiyatı)’nın en önemli eseridir… İç karartıcı bir oyun olması nedeniyle kitabın başında ”Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” ibaresi yazılır…  ‘’Kapıların Dışında’’, yazarın tek oyunudur ve ölümünden bir gün sonra da sahnelenir…

 ‘’Kapıların Dışında’’, savaştan dönen Beckmann’ın hikâyesini anlatır. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Savaş gözlüğü takıp kapı kapı dolaşır… Şimdi her yer enkaz, herkes kaypaktır… Kendini Ren Nehri'nin kıyısında uzanmış bir şekilde bulur. Bu durum oyunda şöyle anlatılır:

“Almanya’ya dönen bir adamın, onlardan birinin hikâyesidir bu. Adam, onlardan biri; onlar yurtlarına dönerler, ama evleri barkları kalmamış ki yurtlarına kavuşsunlar. Artık onların yeri, kapıların dışıdır. Onların Almanya’sı dışarısıdır, gece vakti yağmurda sokak.”

Bu durum karşısında Beckmann nihilist bir tavırla ölümü arzular:

”Ölüyorum! Sonra adam, Almanya’ya gelen adam, falanca yerde sokak ortasına seriliyor ve ölüyor. Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kâğıt parçaları olurdu; bugünse insanlar var, yerlere serilmiş, kimin umurunda!”

Aslında oyunda savaştan evine gelip onca yaşananlardan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark eden bir bireyin, savaş psikolojisinden çıkma çabası ve topluma adepte olma süreci anlatılır. Aynı zamanda oyunda; iktidarın ve savaş karşısında kayıtsız kalan halkın da eleştirisi yapılır…

Wolfgang Borchert’i Yıkımm Edebiyatının bir diğer temsilcisi Heinrich Böll şöyle anlatır:

"...o sıralar yirmi yaşındaki asker Borchert'in mektupları devletin güvenliğini sarsıcı nitelikte görülmüş, bu yüzden yazarı ölüme mahkûm edilmiş, ama altı hafta kadar bir hücrede bekletildikten sonra hayatı bağışlanmıştır. Yirmi yaşında olmak, altı hafta bir hücrede pineklemek ve öleceğini, Hitler’le ve savaşla ilgili düşüncelerini açığa vurduğu birkaç mektup yüzünden öleceğini bilmek! Kitabı eline alan yirmi yaşındakiler, insana kendi fikirlerinin ne denli pahalıya patlayabileceğini, karşılığında ödemesi gereken bedelin ne denli yüksek olabileceğini göreceklerdir."

Oyunun adı ‘’Kapıların Dışında’’ değil mi? Bu koskoca dünyada kim yaşamamıştır ki kapıların dışında kalma duygusunu, korkusunu, hissini? Bir ötekileştirilmişlik, bir itilmişlik, bir dışlanmışlık, bir görmezden gelinmiş olma korkusunu kim yaşamamıştır ki?... Oyunda zaten Beckmann hep ‘’öteki’’ ile konuşur…

Klasik söylemdir ya hoş bir faaliyetten sonra söylenen ‘’tadı damağımda kaldı’’ diye… İster bu kitabı okuyun, ister bu oyunu izleyin, damağınızda tad falan kalmaz… Sadece acıdan burnunuzun direği sızlar… "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." derdi melankolik Fransız şair  Charles Baudelaire.. Ama acı bize hiç de uzak iklimlerin kokusu gibi de değildir... Bir koklamaya görelim; acı bizim yanıbaşımızdadır, acı bizim  içimizdedir, acı bizimle beraberdir…

Tarih ders alınmak için varsa eğer, ''Savaş, bir halk sağlığı sorunudur'' diye demeç verdiği için hekimlerini zindanlara atan bir zihniyet için bu karamsar yapıt güzel bir örnektir aslında… 

Osman AYDOĞAN

Wolfgang Borchert şairdir aynı zamanda…  ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ (Can Yayınları 2017) adlı şiir kitabında geçen bir şiir, Behçet Necatigil’in çevirisiyle:

‘’Ich möhte leuchtturm sein
in nacht und wind -
für dorsch und stint,
für jedes boot
und bin doch selbst
ein schiff in not!"

"Deniz feneri olsaydım
gecede, fırtınada
ışıktım balıklara
vapurlara, kayıklara-
ne yazık ki ben kendim
batmak üzre bir gemiyim!"

Dünyanın en büyük dramıdır herhalde ‘’Deniz Feneri’’ olup da batmak üzre bir gemi olmak…Bu duyguyu kimler yaşamaz ki?




Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

13 Mayıs 2019

Toplum olarak tanım ve kavramlarla pek bir ilgimiz yoktur. Bir kavramın, bir konunun adını biliriz de bu konu veya kavramı tanımlamaya gelince doğru bir tanım yapamayız. Bu zaman da kavram karışıklığı ortaya çıkar ki kimse kimseyi anlayamaz. Bu nedenle her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Örneğin ''demokrasi'' kavramı... Bu kavramı sürekli, hayatımızın her aşamasında kullanırız. Ancak bir ''demokrasi'' tanımı yapmak istediğimizde ''demokrasi'' hariç her şeyi anlatırız. Tıpkı körlerin dokunarak bir fili tarif etmeleri gibi...

Fazlaca duyduğumuz, günlük hayat içinde de fazlaca kullandığımız ama toplum ve siyaset içindeki işlevini çok da net algılayamadığımız, anlayamadığımız, dolaysıyla da tanımlayamadığımız bir başka kavram da ‘’faşizm’’dir. ''Faşizm'' yenir mi, içilir mi bunu da pek bilmeyiz. Basit bir tanımla  ‘’faşizm’’; genel olarak aşırı milliyetçi ve ırkçı, otoriter ve baskıcı bir yönetimi ifade eder. Ancak bu tanım sabit olmayıp genişletilebilir bir tanımdır. Ancak ''faşizm'' bu basit tanım kadar basit değildir. 

Faşizmi detaylıca inceleyen, Umberto Eco, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza ve William I. Robinson’ın yazılarını içeren  ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’ (Ütopya Yayınevi, 2016) isimli bir kitap var. Bu kitapta XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve ‘’şeytan üçgeni’’ olarak tanımlanan ‘’faşizm’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’ayrımcılık’’ konusu işlenir.

Kitaptaki yazısında Umberto Eco; “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın!’ ” Umberto Eco bu tembihinden sonra bu tam tanımlanamayan kavram için “faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusunu yapar…

Umberto Eco ayrıca yazısında ‘’kök faşizm’’ kavramını dile getirerek şöyle yazar: ‘’Kök faşizm ya da ebedi faşizm diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler bir sistem oluşturmaz; çoğu birbiriyle çelişir ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülür. Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir.’’ Umberto Eco yazısında ‘’kök faşizm’’i on dört madde altında tanımını yapar.

Kitapta ''faşizm'' genel olarak şöyle tanımlanır:

‘’Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir. Ve tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe otoriter bir biçim aldığı görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.’’

Kitapta ‘’Ancak otoriterliğin de olduğu yerde durması mümkün değildi; yani otoriter olanının totalitere yönelmesi bir zarurettir’’ tanımlaması yapılarak bu zaruretin “önlenebilir” olduğu iddia edilir. İşte bu kitapta yer alan makaleler, bu zarureti ve bu zaruretin “önlenebilirliği” tartışılır...

Faşizm konusuna daha net bir tanım getiren bir siyaset bilimci daha var. Bu siyaset bilimci Amerikalı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’dir. Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit ederek bu tespitlerini bir makalede birleştirir… Dr. Lawrence Britt'in makalesi Umberto Eco'nun ‘’Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir’’ dediği 14 maddelik faşizm tanımına çok benzer.

Dr. Lawrence Britt'in ‘’Free Inquiry Magazine’’ dergisinin ilkbahar 2003 tarihli 23/2 sayısında ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’ başlıklı makalesinde yer alan bu 14 başlıkta verilen karakterler şu şekildedir:

1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik. 
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi. 
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması. 
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi. 
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı. 
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması. 
7. Ulusal güvenlik takıntısı.. 
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi. 
9. Özel sermayenin gücünün korunması. 
10. Emek gücünün baskı altına alınması. 
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi. 
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma. 
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama. 
14. Hileli seçimler.

Çok şükür ki ileri demokrasiye sahip güzel ülkemizin bu tanımlarla, bu tanımlardan bir tanesi ile bile uzaktan yakından heç bir ilgi ve alakası yohtur. Zaten başta da anlattığım gibi bu tanımlar Dr. Lawrence Britt tarafından 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek elde edilmiştir. 

Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Osman AYDOĞAN

Dr. Lawrence Britt'in makalesinin orijinalinin özetini de aşağıda veriyorum.. Orijinal makalede bu 14 maddenin geniş geniş tanımları yapılmaktadır

The 14 Characteristics of Fascism

Political scientist Dr. Lawrence Britt recently wrote an article about fascism ("Fascism Anyone?," Free Inquiry, Spring 2003, page 20). Studying the fascist regimes of Hitler (Germany), Mussolini (Italy), Franco (Spain), Suharto (Indonesia), and Pinochet (Chile), Dr. Britt found they all had 14 elements in common. He calls these the identifying characteristics of fascism. The excerpt is in accordance with the magazine's policy.

The 14 characteristics are:

Powerful and Continuing Nationalism 
Fascist regimes tend to make constant use of patriotic mottos, slogans, symbols, songs, and other paraphernalia. Flags are seen everywhere, as are flag symbols on clothing and in public displays. 

Disdain for the Recognition of Human Rights 
Because of fear of enemies and the need for security, the people in fascist regimes are persuaded that human rights can be ignored in certain cases because of "need." The people tend to look the other way or even approve of torture, summary executions, assassinations, long incarcerations of prisoners, etc. 

Identification of Enemies/Scapegoats as a Unifying Cause 
The people are rallied into a unifying patriotic frenzy over the need to eliminate a perceived common threat or foe: racial , ethnic or religious minorities; liberals; communists; socialists, terrorists, etc. 

Supremacy of the Military 
Even when there are widespread domestic problems, the military is given a disproportionate amount of government funding, and the domestic agenda is neglected. Soldiers and military service are glamorized. 

Rampant Sexism 
The governments of fascist nations tend to be almost exclusively male-dominated. Under fascist regimes, traditional gender roles are made more rigid. Opposition to abortion is high, as is homophobia and anti-gay legislation and national policy. 

Controlled Mass Media 
Sometimes to media is directly controlled by the government, but in other cases, the media is indirectly controlled by government regulation, or sympathetic media spokespeople and executives. Censorship, especially in war time, is very common. 

Obsession with National Security 
Fear is used as a motivational tool by the government over the masses. 

Religion and Government are Intertwined 
Governments in fascist nations tend to use the most common religion in the nation as a tool to manipulate public opinion. Religious rhetoric and terminology is common from government leaders, even when the major tenets of the religion are diametrically opposed to the government's policies or actions. 

Corporate Power is Protected 
The industrial and business aristocracy of a fascist nation often are the ones who put the government leaders into power, creating a mutually beneficial business/government relationship and power elite. 

Labor Power is Suppressed 
Because the organizing power of labor is the only real threat to a fascist government, labor unions are either eliminated entirely, or are severely suppressed . 

Disdain for Intellectuals and the Arts 
Fascist nations tend to promote and tolerate open hostility to higher education, and academia. It is not uncommon for professors and other academics to be censored or even arrested. Free expression in the arts is openly attacked, and governments often refuse to fund the arts. 

Obsession with Crime and Punishment 
Under fascist regimes, the police are given almost limitless power to enforce laws. The people are often willing to overlook police abuses and even forego civil liberties in the name of patriotism. There is often a national police force with virtually unlimited power in fascist nations. 

Rampant Cronyism and Corruption 
Fascist regimes almost always are governed by groups of friends and associates who appoint each other to government positions and use governmental power and authority to protect their friends from accountability. It is not uncommon in fascist regimes for national resources and even treasures to be appropriated or even outright stolen by government leaders. 

Fraudulent Elections 
Sometimes elections in fascist nations are a complete sham. Other times elections are manipulated by smear campaigns against or even assassination of opposition candidates, use of legislation to control voting numbers or political district boundaries, and manipulation of the media. Fascist nations also typically use their judiciaries to manipulate or control elections.

Free Inquiry Magazine Spring 2003, 23/2




Anneler Günü

12 Mayıs 2019

Halil Cibran’ın ‘’Kırık Kanatlar’’ (Kaknüs yayınları, 2017) isimli eserinde annesiyle yaptığı bir söyleşi şöyle geçerdi…

Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti: 

- ''Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.'' 
- ''Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim'' dedim. 
- ''Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum'' dedi. 
- ''Evet, ama dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben'' diye karşılık verdim. 
- ''Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın'' dedi. 
- ''Ama ben hâlâ bir meleğim'' diye cevapladım. 
Gülümsedi ve dedi ki;
-''Kanatların nerede peki?'' 
Elini tutup omzuma koydum ve;
-''Burada'' dedim. 
-''Kırılmışlar'' dedi. 

Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama ''kırılmışlar'' sözü içimde yankılanmaya devam etti...

Halil Cibran da mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘’anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi… Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?

Yahya Kemal Beyatlı ''Ufuklar'' isimli şiirinde anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurlayışını şöyle anlatırdı

''Annemin naʹşını gördümdü;
Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle.
Acıdan çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz yıl geçti.
Ah o sâbit bakış elʹan yaradır kalbimde.
O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin ufuklardı bana;''

Aradan değil elli dokuz, yüz elli dokuz yıl da geçse hala acıdan çıldırırsınız... O sâbit bakış elʹan yaradır kalbinizde. O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler ne kadar engin ufuklardı size değil mi?

Ataol Behramoğlu da anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurladıktan sonraki zamanı anlatırdı ''Unuttum, nasıldı annemin yüzü'' isimli şiirinde:

''Unuttum, nasıldı annemin yüzü
Unuttum, sesi nasıldı annemin.
Gece bir örtü olsun anılardan
Kara yüreğime örtüneyim

Unuttum, nasıldı annemin gülüşü
Unuttum nasıldı ağlarken annem.
Yaşam sallasın kollarında beni
Küçücük oğluyum onun ben.

Unuttum, elleri nasıldı annemin
Unuttum gözleri nasıldı bakarken.''

Ve o unutulan annenin makberinden kuru ot kokusu getirsin istenir rüzgardan yağmurlar usulcacık yağarken.

Ve Nazım Hikmet ''Seni düşünürüm'' şiirinde annenin işte o yeri doldurulmaz boşluğunu anlatırdı:

''Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
dünya güzeli anamın.
Binmişim atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.''

İçinizdeki bayramın atlıkarıncasına bindiğinizde; etrafınızda etekleriye saçları uçuşarak fır fır dönen, al al olmuş yüzünü bir yitirip bir buluduğunuz annenizin kokusu gelir burnunuza.....

Ve bir hikâye:

"Bebeğimi görebilir miyim?" diyen annenin kucağına yumuşak bir bohça verildi. Mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!

Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan dışarı bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yeteneğinin olduğu, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu.. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak "Büyük bir çocuk, bana 'ucube' dedi.."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı.

Annesi, her zaman ona "genç insanların arasına karışmalısın" diyordu. Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu hakkında görüştüğünde; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.

Aradan iki yıl geçti. Bir gün babası "Oğlum, hastaneye gidiyorsun. Annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk. Ancak unutma ki bu bir sır."

Operasyon çok başarılı geçti. Delikanlı adeta yeni bir insan görünümüne kavuştu. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra diplomat oldu ve evlendi.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün babasına "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…" dedi. Babası ise "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin. Şu anda öğrenemezsin" dedi.

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annenin başına elini uzatıp kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru ittiğinde annenin kulaklarının olmadığı görüldü.

Babası "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı oğlunun kulağına. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar oğlunun kulağına eğilerek yavaşça "Hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" dedi. 

Bütün anneler böyledir işte...

Gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir… Gerçek mutluluk; görülen şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir… Gerçek sevgi; yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinemeyen şeydedir… Tıpkı annelerin yaptığı gibi...

Bugün anneler günü...

Bu vesile ile Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan, başta bize özgürlüğümüzü, gururumuzu ve onurumuz kazandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım olmak üzere tüm şehitlerimizin annelerini, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş tüm anneleri ve sevgili annemi rahmetle anıyorum. Yine başta sevgili eşim başta olmak üzere anne arkadaşlarımın, anne adayı arkadaşlarımın ve tüm annelerimizin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...

Unutmayın! Bütün anneler hikâyedeki anneler gibidir... Anneler böyledir işte...

Ancak kaderleri kötüdür annelerin! Çünkü yaşlandıklarında nankör evladının elinde oyuncak olurlar! Anne gençken, sağlıklı iken; ''aneciğim anneciğim, benim annem!'' Ama anne yaşlanınca, elden etekten düşünce; ''senin annnen, senin annen!'' Ey anneler! Bakmayın, aldanmayın siz ''anneler günü'' şirinliğine.. Bir düşmeye görün! 

Osman AYDOĞAN

 




O Sole Mio

11 Mayıs 2019

İtalya’nın en güzel bölgelerinden Napoli’nin aşk ve duygu yüklü, genellikle mandolinle çalınan ve İtalyancanın Napoli’ye özgü lehçesi ile söylenen hisli şarkılar bütününe ‘’Napoliten Şarkıları’’ denir. Bu şarkıların da en ünlüsü ‘’O Sole Mio’’ şarkısıdır.

‘’O Sole Mio’’ için İtalyanların resmi olamayan milli marşı dense yeridir.  Antwerp'teki 1920 Olimpiyat Oyunlarında İtalyan ekibinin şefi asıl İtalyan milli marşına müzik bulamaz ve İtalyan Milli Marşı olarak "O Sole Mio" yu çaldırır. Tıpkı Osmanlı zamanında İngiltere’de yapılan Reşadiye Harp Gemisi’nin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyetinin Osmanlı milli marşı olmadığı için tören esnasında söyledikleri ‘’Entarisi ala benziyor’’’ türküsünü değiştirerek milli marş olarak ‘’Entarisi ala benziyor/ Sultan Reşat bana benziyor” diye söyledikleri gibi…

Şakının sözleri İtalyan şair Giovanni Capurro’ye (1859 -1920), bestecisi de yine İtalyan besteci Eduardo di Capua’ya (1865-1917) aittir...

’'O Sole Mio’’ İtalyanca ‘’Benim Güneşim’’ demektir. Şarkının adı ‘’Benim Güneşim’’ olunca muhtemel ki şair Giovanni Capurro, Napoli’de kendi doğan güneşi için yazmıştır bu şiirini ancak besteci Eduardo di Capua hiç de Napoli’de doğan güneşi için bestelememiştir bu şarkısını. Şarkının bestecisi Eduardo di Capua 1898 yılında müzisyen olarak Ukrayna Odessa'ya gider. Eduardo di Capua, Odessa’da Napoli’yi özler.  Anadolu deyimiyle Eduardo di Capua yiğidi gurbete gider, Anadolu ozanları gibi orada sıla hasreti, sıla özlemi çeker… Böylece Eduardo di Capua bu özlem, bu hasret, bu hüzün, bu melankoli ile bu şiiri besteler.

Şarkıya adını veren ’'O Sole Mio’’ (Benim güneşim) ifadesinden kastedilen güneş ''sevgilinin yüzü''dür. Tıpkı Şeyh Sâdi Şîrâzî’nin bir şiirinde ‘’Bir gece sevdiğim içeri girdi. Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: ‘Ben gelince neden ışığı söndürdün?' Dedim ki: 'Güneş doğdu zannettim.' ‘’ diye söylediği güneş gibi…Tıpki Türk halk müziğinde ve Türk sanat müziğinde sevgilinin güzelliğinin (cemâlinin) sıklıkla aya (mahcemâl) ve  güneşe benzetildiği gibi...

Şarkı günümüze kadar dünya çapında değişik türlerde yorumlanır. Diğer dillerde de çeşitli versiyonları olmakla beraber, genellikle yazıldığı orijinal dil olan Napoli lehçesi ile söylenir. Bu şarkı, Pavarotti’den Andrea Bocelli’ye ben tenorum diyen her müzisyenin mutlaka söylediği bir şarkıdır.

Yazımın sonunda şarkının beğendiğim üç yorumunu sunacağım. Ondan sonra da şarkının hem orijinal İtalyancasını hem de Türkçesini vereceğim.

Bugün hafta sonu ya... Bırakın şimdi her şeyi, gamı, kederi, kasveti, hakkı, hukuku, adaleti... Verdiğim bağlantılardaki müziği, sesini sonuna kadar açarak dinleyin... Huzur bulacağınıza kefilim...

Sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum...

''Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!''

Osman AYDOĞAN

Bryan Adams & Luciano Pavarotti, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=5a0juQ0aeGI

André Rieu ve Johann Strauss Orkestrası, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=F1CZgBMQKkE

Amira Willighagen & Patrizio Buanne, O Sole Mio:
https://www.youtube.com/watch?v=dDESzUuZuC0

Bu son bağlantıya bir açıklama yapmam gerekiyor… Şarkıyı söyleyen tenor Patrizio Buanne 1978 Viyana doğumlu İtalyan bir sanatçıdır. Şarkıyı söyleyen kız çocuğu Amira Willighagen ise 2004 Hollanda doğumludur. Amira Willighagen, 2013 yılında yetenek yarışması “Holland's Got Talent” (Yetenek sizsiniz) yarışmasında en büyük İtalyan besteci Giacomo Puccini’nin "Gianni Schicci" operasından "O mio babbino caro" adlı aryayı  seslendirir ve birinci olur. Yine Hollandalı Andre Rieu ile birlikte Johann Strauss Orkestrası eşliğinde sahneye çıkar. Amira Willighagen, geleceğin, tüm zamanların en büyük sopranosu Maria Callas'ı olarak adlandırılır. Takip edin bu kızı derim... 

O Sole Mio

Che bella cosa 'na jurnata 'e sole
N'aria serene doppo 'na tempesta
Pe'll'aria fresca pare già 'na festa
Che bella cosa 'na jurnata e'sole

Ma n'atu sole
Cchiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

Quanno fa notte e 'o sole se ne scenne
Me vene quase 'na malincunia

Sotto 'a fenesta toia restarria
Quanno fa notte e 'o sole se ne scenne

Ma n'atu sole
Cchiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

'O sole 'O sole mio

Sta 'nfronte a te

Sta 'nfronte a te

Ma n'atu sole
Chiu' bello oi ne'
'O sole mio
Sta 'nfronte a te

Benim güneşim

Ne kadar da güzel bir şey, güneşli bir gün
Fırtınadan sonra hafif bir esinti,
Hava çok ferah, bir kutlama gibi hissettiriyor,
Ne kadar da güzel bir şey, güneşli bir gün

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!

Gece geldiğinde ve güneş battığında
Neredeyse depresyona gireceğim

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!

Güneşim, benim güneşim

Senin yüzünde,

Senin yüzünde,

Ama diğer güneş,
Çok daha parlak,
Bu benim kendi güneşim!
Senin yüzünde!





Her şey çok daha güzel olacak mı?

09 Mayıs 2019

20. yüzyılın en önemli düşün insanlarından Ernst Bloch’un önemli bir eseri vardır. Adı; ‘’Umut İlkesi’’ (İletişim Yayınları, çeviri; Tanıl Bora –iki cilt halinde-) ‘’Umut İlkesi’’nin birinci cildinin (sadece birinci cildi 840 sayfa) bir bölümünün başlığının adı da ‘’Militan İyimserlik’’tir. 

Aslında bu bölüm eserin de ana fikrini oluşturur. Bloch bu bölümde (Militan iyimserlik) iki tip insandan söz eder: Bunlardan biri “banal-otomatik iyimser'', diğeri de “mutlaklaşmış karamsar''dır. Bloch'a göre “banal-otomatik iyimser'' düşüncesine sahip kimseler için gelecek şimdiden bellidir ve iyi olacaktır....  

Bloch’a göre “Banal-otomatik iyimserlik”, onun tam tersi olan “mutlaklaşmış karamsarlık”tan “daha az zehirleyici değildir”… Ve der ki Bloch; “Çünkü ikincisi açıkça, adıyla sanıyla ortaya çıkan utanmaz gericiliğe hizmet ediyorsa, ilki de mahcup gericiliğe, ona göz kırpan katlanma ve pasifliğin emeline hizmet eder”…

Şimdi Ernst Bloch’un eserini tekrar geri dönmek için burada bırakalım…

Kendim bildim bileli Türkiye’deki sol cenahın Ernst Bloch’un kitabında bahsettiği Polyannacılığı da aşan, stratejik düşünce nedir zerre bilgi sahibi olmadan, sahip oldukları; mahcup gericiliğe göz kırpan, ona katlanma ve pasifliğin emeline hizmet eden “Banal-otomatik iyimserlik’’ düşünce ve davranışına şaşıp kalmışımdır.  Bu gün de öyle diyorlar ya: ‘’Her şey çok güzel olacak’’…

Ben onlar kadar iyimser olmadığım için, değil her şey, hiçbir şeyin daha güzel olmayacağını size tarihe giderek anlatayım…

1994 yılındaki yerel seçimlerde, Türkiye’de solun kalesi olan İstanbul ve Ankara’da aralarında zerre kadar fark olmayan üç sol parti SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı aday gösterdiler… Tabii ki kaybettiler… Yine aralarında zerre kadar fark olmayan bu partiler, kafalarında zerre kadar akıl olmayan yöneticileri ile bu hatalarını 1999 seçimlerinde de yine tekrarlayarak İstanbul ve Ankara’da yine ayrı ayrı aday gösterdiler ve tabii ki yine kaybettiler… Halbuki bu partilerin pîrî İsmet İnönü 72 yaşındayken bir demecinde şöyle demişti: ‘’72 yaşındayım.. Ben bu yaşta bile hala hata yaparım... Ancak bir yaptığım hatayı bir daha tekrarlamam…’’

Bu kadar geriye gitmeyelim, genç arkadaşlarım o günleri hatırlamazlar… Daha yakın bir tarihe bakalım…

Yargıyı siyasetin emrine veren ve “Yetmez ama ‘evet’çi” liberal solcular tarafından desteklenen, mezardaki ölülere bile oy kullandırın talimatı verilen, kazananın ‘’Okyanus ötesine teşekkür’’ konuşması yaptığı 12 Eylül 2010 halkoylamasında CHP etkisiz, yetersiz ve pasif kalmıştır…

Belediye meclisi üyelerinin bile seçime girmek için kamu görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, o zamanki Başbakan'ın Başbakanlık görevinden ayrılmadan, tüm yetki, güç ve imkânlarıyla, 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmasında CHP yine etkisiz, yetersiz ve pasif kalmıştır. (Bu karar sırasında YSK Başkanı Sadi Güven’di.) Yine bu seçimlerdeki CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu vakası da ayrıca tam bir beceriksizlik, sorumsuzluk ve keyfilik örneği olmuştur…

7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında çoğunluğu yitiren AKP yönetiminin iktidarı bırakmaması ve ülkeyi 1 Kasım 2015 tarihinde tekrar seçime götürmesi sürecinde AKP’nin ‘’İstikşafı görüşmeler’’ oyalamasıyla CHP yine etkisiz, yetersiz ve pasif kalmıştır.

15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe kalkışması sonrasında 20 Temmuz’daki AKP iktidarının OHAL sivil darbesinde CHP yine etkisiz, yetersiz ve pasif kalmış, 7 Ağustos 2016 tarihinde yapılan Yenikapı mitingine figüran olarak katılmıştır.

 “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırılan ve parlamenter demokrasiyi bitiren ve ucube bir rejimi yürürlüğe sokan ve OHAL koşullarında, yoğun bir baskı ortamında, eşitsiz koşullarda, gayri meşru biçimde ve yasalara aykırı uygulamalarla yapılan 16 Nisan 2016 halkoylamasında yaşanan ‘’mühürsüz oylar’’ kanunsuzluğunda CHP’nin çok büyük hataları olmuştur. CHP kanunsuz bir seçimi ‘’şaibeli’’ olarak niteleyerek atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçmesine vesile olmuştur.  (YSK Başkanı bu sırada da yine Sadi Güven’dir.) 

18 Nisan 2018 tarihinde TBMM’inde alınan OHAL’in üç ay daha uzatılması ile 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan erken seçimler OHAL şartlarında yapılmıştır... Bu süreçte de CHP yine etkisiz, tepkisiz ve sessiz kalmıştır. Ayrıca bu seçimde CHP’nin gösterdiği aday, usul, yöntem, seçimi takip ve oylara sahip çıkma konusunda CHP tamamen bir fiyasko yaşamıştır…

Geçen bu süreçte CHP’nin birinci önceliği; özgürlükler kısıtlanmışken, basın özgürlüğü yerlerde sürünürken, zindanlar gazeteci, aydın ve muhalifllerle doldurulmuşken, OHAL şartlarında ve bu YSK kadroları ile bir seçime gitmemek olmalıydı… Siyasetin zaten zemininin kalmadığı bu ortamda bu yasa ile bu şartlarda artık ne sandığa giren oylar demokratik sayılabilinirdi ne de oradan çıkacak sonuç demokratik kabul edilebilinirdi… Ki zaten öyle de olmuştur. 

Bizzat CHP’nin Genel Başkanı bütün bu seçimler olurken hem "AYM'ye güvenmiyoruz, referandum sonucunu oraya götürmem", "YSK'ya güvenmiyorum, TBMM başkanının anayasa ihlalini oraya götürmem" diye diye açık açık güvenmediğini beyan ettiği bu iki kurumun sorumluluğu altında yapılan tüm bu seçimlere tıpış tıpış giderek bu seçimlere figüran olarak katılmışlardır.

Gelelim 31 Mart 2019 yerel seçimlerine…

TBMM Genel Kurulu’nda 27 Aralık 2018 tarihinde kabul edilen bir yasa değişikliği ile 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde görev süresi dolan YSK Başkanı Sadi Güven ve beş üyenin görevleri ‘’Seçim yasalarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı” şeklindeki anayasa hükmüne rağmen bir yıl süre ile uzatılmıştır. 31 Mart 2019 yerel seçimleri de bu heyet sorumluluğunda yapılmıştır.

CHP ise bu uzatmayı “kabul edilebilir bir ihlal” olarak görerek sineye çekmiştir.

Tüm bu seçimler boyunca devletin tüm olanaklarını kullanan ve tüm yargıya egemen iktidar partisi liderinin “seçim yasaklarından muaf tutulması’’, seçimlerin hiç de adil olmayan koşullarda yapılması karşısında CHP yine hep etkisiz, tepkisiz ve sessiz kalmıştır.

Tüm bu adil olmayan koşullarda ve olumsuzluklar içinde yapılan 31 Mart 2019 seçimlerinde CHP tarafından kazanılan İstanbul seçimleri YSK tarafından usulsüz, kanunsuz, haksız ve hukuksuz bir şekilde iptal edildiğinde bile cılız itirazları hariç CHP’nin pek bir sesi çıkmamıştır. CHP, yenilen pehlivan güreşe doymaz misali itirazsız bir şekilde 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenecek seçimlere yine ‘’figüran olarak’’ (Pardon, bu kelimeyi kendileri kullanmadılar, ben kullandım, haklarını bir de ben yemeyeyim!) tıpış tıpış katılacağını beyan etmiştir.

Türkiye’nin yaşadığı AKP'in kaybettiği 07 Haziran 2015 ve tekrarlanarak AKP'nin kazandığı 01 Kasım 2015 seçimleri hala hafızlardadır.

CHP hala, karşısındakinin kafasında kırk tilkinin dolaştığını ancak kırkının da kuyruğunu birbirine değdirmediğini bir türlü öğrenememiştir. CHP hiç de normal olmayan koşulları kabullenip her şey normalmiş gibi, Türkiye sanki hala demokratik hukuk devletiymiş gibi davranmaktadır. Bu nedenle de her şeyin daha iyi olacağına da bir çocuk safllığı ile inanmaktadır. 

Yazımın girişinde yer verdiğim Ernst Bloch’un kitabına tekrar geri döneceğimi yazmıştım ya… Ernst Bloch bahsettiğim eserinde sanki CHP'nin bu tavırlarını anlattığı ''mahcup gericiliğe göz kırpan, ona katlanma ve pasifliğin emeline hizmet eden 'Banal-otomatik iyimserlik' düşüncesi'' karşısında şöyle derdi: “Gelecek kısmet olarak gelmez insana, insan geleceğe gelir, kendinde olanla girer onun içine…” Bloch’a göre bu “kendinde olan” ise, “cesaret”, “kararlılık” ve onların olmazsa olmaz gereksinimi olan ‘’bilgi”dir…

Bu kendinde olan ''cesaret'', ''kararlılık'' ve ''bilgi'' ile meşru eyleme geçmeyen, sadece sözde kalan tepkilerin ise hiçbir etkisinin olmadığını yaşanan süreç bizlere fazlasıyla göstermişir. 

’’Her şey çok güzel olacak’’ diyorlar ya…  Anlattığım gibi ben bu kadar aşırı iyimser değilim… Çünkü aşırı iyimserlik elma şekeri gibidir; yalarsınız, yalarsınız, yalarsınız sapı kalır elinizde! Ama ben daha kötüsünü aktarayım:  YSK aynı YSK, Anadolu Ajansı aynı Anadolu Ajansı, yandaş medya aynı yandaş medya, tüm devlet olanaklarını kullanan ve “seçim yasaklarından muaf tutulan’’, demokrasiyi bir araç olarak gören ve tüm yargıya egemen iktidar partisi lideri aynı iktidar partisi lideri, karşıdaki parti ‘’kafasında kırk tilkinin dolaştığı ancak kırkının da kuyruğunu birbirine değdirmediği’’ aynı iktidar partisi, hiç de adil olmayan koşullar yine aynı adil olmayan koşullar… Einstein “Hep aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuç beklemektir” diye tanımlardı ahmaklığı!… 

23 Haziran 2019 günü saat 22.00’de elimizde kala kala renkli elma şekerinin tahta sapı kalabilir.... Kızmayın bana! Dost acı söyler....

Osman AYDOĞAN 
BU YAZI İLE İLGİLİ AÇIKLAMA

Bugünkü yazıma (Her şey çok dahagüzel olacak mı?) sosyal medyadan yoğun bir tepki gelince aşağıdaki açıklamayı yapmak zorunda kaldım:

***

Yazıma fazlasıyla tepki gelince şu açıklamayı yapmak zorunda kaldım...Bu açıklama ile umarım keyfinizi daha da fazla kaçırmış olmam..
Sosyal medyada ve gazetelerde CHP yanlısı okuduğum çoğu yazılarda bu slogan üzerinde ( ''Her şey çok daha güzel olacak' ) bir rahatlama ve rehavet gördüm. Yazımı aslında bu rahatlama ve rehavet üzerine yazdım.. 
Eleştiri yapan bütün arkadaşlarıma öncelikle teşekkür ederim... Her bir kelimesinin altına ben de imzamı atarım.. Yazım uzundu kısaltarak ancak bu kadar ifade edebildim. Benim eleştirim; anasının ak sütü gibi kazanılmış bir seçim, karşı tarafın hiçbir hukuki gerekçesi olmadan iptal ediliyor ve ne hileler, ne hinlikler yapacaklarını bilmediğimiz tekrarlanacak bir seçime tıpış tıpış gidiyoruz... Yazımın özü bu...Bu kararın yanlışlığı... Çözüm mü? Akşener'in de ifade ettiği gibi ''boykot'' idi.. Ancak madem ki parti bu kararı almadı o halde bizlere düzen görev de tabii ki bütün gücümüzle toplumu seferber ederek sandığa gücümüzü yansıtmak.
Amacım hiçbir şekilde moral bozmak, bozgunculuk etmek değil tabii ki... Yazımın amacı "Sonuç değişmeyecek, boşuna sandığa gitmeyin" anlamında değil, tam tersi tehlike çok büyük sandığa sıkı sıkıya sarılın anlamındaydı. 
Şöyle ki yazımda yer vermedim, dile getirmedim ama, AKP hiçbir hile yapmasa da yasal yollardan şunları yapıp seçim sonuçlarına etki edebilir.(Benim de kaygım bu zaten):
1. İstanbul en büyük HDP seçmenin bulunduğu şehir. İstanbul seçmeninin %13'nin HDP seçmeni olduğu söyleniyor. AKP, açılım süreci gibi benzer süreçlerle bu seçmenin %1'nin bile aklını çelse.... Geçmiş olsun...
2. 31 Mart seçimlerde SP %2,5 civarında oy almıştı.. SP tabanı ile AKP tabanı tamamen geçişken... AKP değişik söylemlerle bu seçmenin yarısının aklını çelse... Yine geçmiş olsun... 
3. Tüm seçmen veri tabanı AKP'nin elinde.. Seçim sadece İstanbul'da .. AKP bütün gücüyle İstanbul'a abandığında kendilerine yakın olup da son seçimde oy vermeyen seçmen kitlesinin %10'nun aklını çelse... Yine geçmiş olsun...
4. İstanbul Üniversite kenti.. Üniversite öğrencilerinin çoğu CHP'li.. 23 Haziran tarihi de üniversitelerin tatilde olduğu bir zaman.. Yurtta ücret ödeyip de kalan öğrencileri nasıl tutacaksınız İstanbul'da .. Bu öğrencilerin %10'u tatile gitse... Yine geçmiş olsun...
5. AKP yıllardır seçimleri hep yaz tatiline denk getirdi.. CHP seçmeninin binde biri yaz tatiline gitse... Yine geçmiş olsun...
Yakın tanıdığım AKP'liler var.. Tee başından beri YSK'nın seçimi iptal edeceklerini biliyorlardı... Şimdiye kadar oylamalarının nedeni yenilenen seçimin tarihini mümkün olduğunca ötelemekti... 
Bu liste uzayabilir...
16 milyonluk İstanbul'da (seçmen sayısını hatırlamıyorum) 13 bin fark olan bir seçimde yukarıda anlattığım nedenler ikinci seçimi tamamen tehlikeye atıyor. 
Şimdi haklıyken boykot etmenin anlamı vardı. 23 Haziran'da çıkacak sonuç artık Türkiye'nin bir Irak, bir Libya ve bir Suriye olması demek...
Maksadım kendimi savunmak değil.. Yazımın maksadını anlatabilmek.. 
En içten selam, saygı ve sevgilerimi sunarım...

 



Oynatmaya az kaldı!

08 Mayıs 2019

Dün Alman yazar Patrick Süskind'in ’’Koku’’ adlı romanından yola çıkarak anlattığım bir fıkra vardı ya… Hani bir lise talebesi… Bir tatilde evine gidemeyip de bir arkadaşına misafirliğe giden, sonra da gece yarısı evde tuvaleti geldiğinde sandığın, pardon saksının içine eden…

Aslında bu genç adamın bu vukuatı tek değildir. Ben size bu genç adamın bir başka vukuatını daha anlatayım…

Bu genç adam, lise yıllarında bir yaz tatilinde sırtında çantası ile seyahat etmektedir. Bir sahil kasabasına gelir. Bu kasabada bir gece kalıp ertesi günü kasabadan ayrılacaktır. O hafta ise o sahil kasabasında bir festival vardır. Bu nedenle de bütün oteller, bütün pansiyonlar doludur... Kapı kapı dolaşır ancak yatacak bir yer bulamaz… Parklarda da gecelemek istemez… Otel görevlilerine yaptığı ‘’Lobide, şu koltukta kıvrılıp uyuyayım, sabah da çeker giderim’’ teklifi de kabul görmez.

Nihayetinde anlayışlı bir otel görevlisi şöyle bir teklifte bulunur: Otelin çatı katında ayyaş, sarhoş birisi yatmaktadır. Burası ayyaşın, sarhoşun devamlı ikamet ettiği yerdir. Arzu ederse sadece bu gece için yanına kıvrılıp yatabilir. Ancak çatı katında banyo, tuvalet, lavabo yoktur. Bir de çatıya çıkan merdiven ancak sabah yerine konmaktadır. Genç çaresiz bu teklifi kabul eder. Hemen merdiven kurulur, genç çatı katına çıkar. Gerçekten de orada buram buram içki kokan sarhoş birisi bir şiltede horul horul uyumaktadır. Yanına kıvrılır yatar.

Genç adamın gece yarısı büyük tuvaleti gelir. O katta tuvalet olmadığını, çıktığı merdivenin de kaldırılıp ancak sabah tekrar yerine konacağını acı bir şekilde hatırlar. Biraz sabreder ama artık kendisini tutamayacak haldedir. Çatı katında tuvaletini yapacağı bir yer de bulamaz. Daha önce olduğu gibi bir saksı da yoktur çatı katında! Gözüne hala horul horul uyuyan sarhoş takılır. Aklına şeytani bir fikir gelir. Sarhoşun pijamasını poposundan biraz indirir, sarhoşun poposuna tuvaletini yapar ve sarhoşun pijamasını tekrar yerine yerleştirir.  Sabah olup merdiven konulunca da inip aşağıya - her zaman olduğu gibi-  kahvaltı bile yapmadan kasabayı terk eder…

Aradan on yıl geçer. Genç adam üniversiteyi bitirmiş, bir şirkette iyi bir yere gelmiştir. Bir gün iş için kendisini bu kasabaya gönderirler. Makam arabasıyla kasabaya gelir. On yıl önce bir çatı katında gecelediği otelin kral dairesine yerleşir. Aklına on yıl önceki çatı katında kalan sarhoş adam gelir.  Otel görevlilerine bu sarhoş adamı sorar ancak kimse bu sarhoş adamı hatırlamamaktadırlar. Nihayetinde otelin en eski bir çalışanı sarhoşu hatırlar. ‘’Evet’’ der, ‘’eskiden bu otelin çatı katında bir sarhoş yaşıyordu. Ancak şimdi o sarhoş akıl hastanesinde yatıyor.’’ Genç adam; ‘’ne oldu ki?’’ diye sorar. Otel çalışanı cevap verir; ‘’vallahi beyim kimse bilmiyor, yaklaşık on yıl önceydi, bu sarhoş bir gün uyanır, gece altına yaptığını fark eder, başlangıçta ‘olur, insanlık halidir, altıma kaçırmış olabilirim’ diye düşünür. Ancak ‘nasıl olur da ben, donum ile pijamam arasına yaparım?’ diye düşünmekten kafayı yer.’’

Şimdi ben bu fıkrayı niye mi anlattım?

YSK İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri için iptal kararı alırken -diğer bütün YSK'nın kendi içtihatlarıyla çelisen ve hukuksuz gerekçeler bir tarafa- ,sandık kurullarının oluşumunda kanunsuzluk olduğunu söyledi ya…

Seçimde Büyükşehir Belediye Başkanı adaylarına, ilçe belediye başkan adaylarına, ilçe belediye meclis üyesi adaylarına ve muhtar adaylarına aynı sandıkta oylar verildi... Hatta seçimde bir zarfta dört farklı oy kullanıldı… Şimdi ister istemez kafam takılıyor; madem ki sandık kurullarının oluşumunda kanunsuzluk vardır o halde nasıl oluyor da YSK aynı sandıktan, hatta aynı zarflardan çıkan üç seçim sonucunu geçerli kabul ediyor da sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı sonucunu iptal ediyor?

6 Mayıs 2019 akşamından beridir fıkrada bahsettiğim sarhoş gibiyim... Hatta ondan farklı olarak o kadar tahsil görmüşem, o kadar mektep bitirmişem, o kadar mürekkep yalamışam, bu nedenle gece donum ile pijamam arasına işesem buna aklımla bir çözüm bulurdum da bu soruya bir türlü cevap bulamıyorum. Bunu düşünmekten kafayı yiyeceğim!…

Hani yıllar önce pop şarkıcısı Fatih Erkoç söylerdi ya: ‘’Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?’’ diye. Aynen ben de öyleyim: Oynatmama az kaldı!...

Tanrı, bu ülke insanlarını zihin sağlığından korusun! 

Osman AYDOĞAN




Koku

07 Mayıs 2019

‘’Koku’’, çağdaş Alman yazarı Patrick Süskind'in özgün adı ‘’Das Parfum’’ adlı romanıdır. (Can Yayınları, 1997) Jean-Baptiste Grenouille ise romanın muhteşem koku yeteneği olduğu halde kendi kokusu olmayan, bu uğurda da insan öldürmekten çekinmeyen ve sonu trajik bir şekilde biten roman kahramanıdır. 

Bu yazımda Patrick Süskind'in romanını anlatmayacağım. Kitabın sonu ile yazımın sonu arasında bir bağ var ama konu uzun bu bağı kitabı okuyanlar kursun! Benim anlatacağım ‘’koku’’ başka bir koku...

Gelelim şimdi bu kokuya…

Bir genç adam liseyi yatılı okumuştu. Kısa süreli bir bayram tatilinde yol uzun, zaman kalmıyor diye memleketine de gidemez. Okuluna yakın bir şehirde oturan en yakın arkadaşının da davetini kırmayarak onunla birlikte arkadaşının ailesinin yanına misafirliğe gider…

Ev sahibi hem oğlu geliyor hem de arkadaşı geliyor diye mükellef bir akşam yemeği hazırlar. Bizim genç delikanlı da yatılı okul yemeklerinden bıktığı, anne yemeğini de özlediği için tıka basa yer. Sonuçta yemekler yenir, kahveler içilir, sohbetler yapılır ve yatma zamanı gelir.

Ev sahibi misafir diye bu genç delikanlıya ayrı bir oda tahsis ederler. Ancak evde bir tane tuvalet vardır ve bu tuvaleti kullanmak için de ev sahibi anne ve babanın yatak odasından geçerek gitmek gerekecektir. Bu nedenle arkadaşı bizim delikanlıyı uyarır: ‘’Bak arkadaş’’ der, ‘’Görüyorsun evde bir tane tuvalet var. Eğer ihtiyacın varsa şimdi yap. Çünkü bütün gece boyunca yapamazsın. Tuvalete geçmek için yattığın odadan annemlerin yatak odasından geçmen gerekli.’’  Bizim genç delikanlı şöyle bir düşünür ve ihtiyacının olmadığına karar verir. Sonra da herkes yatar.

Gecenin bir yarısıdır... Akşam yedikleri tıka basa yediği yemekten olsa gerek bizim genç delikanlının bağırsak faaliyetleri onu son derece rahatsız etmeye başlar. Önce sabreder ama olacak gibi değil… Utancından ailenin yatak odasından da geçemez… Pencereden bakar, beşinci kat… Odayı bir kolaçan eder... Gözüne odadaki bir saksıyı kestirir. Aklına şeytani bir fikir gelir… Saksıyı alır, içindeki çiçeği toprağıyla beraber çıkarır, boş saksıyı klozet gibi kullanarak büyük tuvaletini yapar, sonra da tekrar saksıya çiçeği toprağıyla beraber yerine yerleştirir. Sonra da rahatlamış olarak güzel bir uyku çeker. Ertesi sabah herkes uyandığında kahvaltı bile yapmadan bir bahane ile aileyle vedalaşıp apar topar evden ayrılır.

Aradan on yıl geçer…

Bizim genç delikanlı bu arada üniversiteyi bitirmiş ve bir şirkette çok iyi bir pozisyonda işe girmiştir.  

Bir gün işyerinde lise talebesi iken kısa süreli bir bayram tatilinde misafir olduğu bu aileden bir mektup alır. Mektubu arkadaşının babası kaleme almıştır. Mektupta baba şöyle yazar:

“Evladım! Sen gideli tam tamına on yıl oldu. Bu arada biz de tam on ev değiştirdik, amma velâkin biz bu kokudan bir türlü kurtulamadık. Nereye yaptıysan evladım ne olur bize yaz!’’

Ben bu fıkrayı niye yazdım diye uzun lafa gerek yok!

Demokrasi adına zaten elimizde kala kala bir tek ''sandık demokrasisi'' kalmıştı... Artık onun da içine ettiler... Ancak içine edilmiş bu sandığın kokusu saksıya edilmiş kokuya da benzemeyen, değil on, sittin sene de geçse vebalinden kimsenin kurtulamayacağı pis bir lağım kokusudur. 

Ve umarım ki bu koku, Patrick Süskind'in ‘’Koku’’ (Das Parfüm) adlı romanının kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’nin trajik sonu gibi toplumun da trajik sonunu hazırlamaz!…

Osman AYDOĞAN




Geçmişten bir hain adam ve şimdikiler...

05 Mayıs 2019

24 Nisan 2019 tarihinde benim yazdığım ve 03 Mayıs 2019 tarihinde Emre KONGAR’ın Cumhuriyet Gazetesinde aynı başlıkla yazdığı ‘’Kaht-ı rical’’ (Nitelikli devlet adamı eksikliği) konusu bana yaşadığımız bir başka eksikliği daha çağrıştırdı: ‘’Nitelikli hain eksikliği’’ Evet, günümüzün en büyük eksikliği ‘’nitelikli hain eksikliği’’dir… ‘’Kaht-ı rical’’ gibi bu deyimin de Osmanlıcası var mı bilmiyorum ama Osmanlıdan kalan bir ‘’nitelikli hain'' var onu biliyorum... İşte bugün de size bu nitelikli haini anlatayım da nitelikli hain nasıl olurmuş bir görün…

‘’Üzüm üzüme baka baka kararır’’ derlerdi ya belki de bu iki eksiklik birbirini besliyordur. Kim bilir belki de nitelikli devlet adamı eksikliği nitelikli hain eksikliğine, nitelikli hain eksikliği de nitelikli devlet adamı eksikliğine yol açıyordur…Böylelikle nitelikliz devlet adamlarıyla niteliksiz hainler vasatlığın çukurunda debelenip duruyorlardır...

Şimdi Osmanlıdan kalan bu nitelikli haini anlatacağım ama bir açıklama yapmam gerekiyor. Burada geçen ‘’hain’’ ifadesi bana ait değil, bizzat bu şahsın kendisine aittir. Hatta kendisi için (yazı içerisinde yer verdiğim) ‘’hainlikse sunturlu hainim’’ ifadesini kullanır…

İşte geçmişten bu hain adam 1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan o yıllarda ise Edirne vilayetine bağlı bir kaza olan Cesir (Mustafapaşa)'da doğar. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul’da bir Musevi okulunda okur.  İspanyolca ve Fransızcasını burada öğrenir. Babasının kaymakamlık yaptığı Gelibolu’da rüştiyeyi (ortaokul) bitirir. Galatasaray Lisesi’nden mezun olur.

Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye’den kovulduktan sonra 1890’da Tıbbiye’ye girer. Tıp eğitimi 1899’da bitirip doktor olur.

Okul hayatından beri isyancı, bireysel, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Tıbbiye yıllarında tanıştığı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu olur, ancak eşini 1903’te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken tüberkülozdan kaybeder.

1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosunda yerini alır. Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanır ve devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine de karşı çıkar. Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşerek İttihatçılarla mücadele için 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne girer.

1913-1918 arasındaki ittihatçı diktatörlük döneminde geçimini esas mesleği olan doktorluktan temin eder. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak atanır. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstâdı olur. 1919’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yapar. Darülfünun’da felsefe dersleri verir. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabalar. 

23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık konferanslar verir. Kuvayı Milliyeciler Anadolu'yu düşmandan kurtarmak için yoklukla savaşırken, düşman işgalindeki  Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi'nde) bir konferansı vardır;

Bu konferansta salon hıncahınç doludur. Bir süre önce, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman Gazi'nin babası, Ertuğrul Gazi için "Tatar yavrusu" diyen, Fuzuli'nin Türk olmadığını söyleyen İran edebiyatı hocası Hüseyin Danış Bey'in bu görüşleri tartışılacaktır.

Omuzlarına kadar inen uzun saçları ile kürsüye çıkar: "Sizi merakta bırakmamak için kanaatimi hemen söyleyeceğim, sonra da iddiamı kanıtlayacağım. Fuzuli, Türk değil, Acem'dir." Ön sırada oturan Süleyman Nazif ayağa kalkar: ''Yanılıyorsunuz, Fuzuli özbeöz Türk'tür, Azeri Türk'üdür!" Türk'tür, değildir tartışması sürerken kestirip atar: "Fuzuli'nin Türk olmasından ne çıkar? Siz Türkler, aranıza bir tek Fuzuli'yi almakla ne kazanırsınız?" Bir öğrenci bağırır: "Sen Türk değil misin?"  "Hayır, değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk'ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hâlâ İstanbul'da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin İslam âlemine duyduğu saygıya borçlusunuz." Öğrenciler ayağa fırlar, onu protesto etmektedirler. O diklenir: "Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim, bana bir halt edemezsiniz." Bardağı taşıran bu olur, bir öğrenci kürsüye fesini fırlatır, yüzlerce fes ona atılır, o da çeker gider.

Olaydan sonra öğrenciler bir sınıfta toplanarak, istiklal ve milliyet duygularına yabancı, saldırgan beş öğretim üyesi üniversiteden ayrılıncaya kadar "darülfünun grevi"ni başlatırlar.

1920 yılında Anadolu direnişi hakkında şunları söyler; "Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu'yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."

Düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi ve kültür hazinesine sahiptir. Tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, taklitçiliği, sahne sanatçılığı, tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisi ile bütün tanıyanlarca övülür.

Tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisine örnek olarak şu şiiri gösterilebilir;  Muhibbandan birisinin "dervişlik nedir?" sorusu üzerine o da sanki her devrin din tacirlerini anlatırcasına şu cevabı verir;

‘’İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!’’

(Şiirin tamamına yazımın sonunda yer veriyorum…)

Aynı zamanda hatiptir, şâirdir, pehlivandır, doktordur, ama esas olarak da filozoftur O. Bu nedenle de ‘’Feylozof’’ sıfatıyla tanınır.

‘’Göz Aşinalığı’’ isimli bir şiiri vardır. Nasıl yazdığını kendi ağzından şöyle anlatır;

‘ 'Aksaray’da bir evde oturuyorduk ki, cephesi caddeye nazırdı. Evimizin sağ tarafında bir dar sokak başındaki evde de bir komşumuz sakindi. O komşumuzun genç, yetişmiş bir kızı vardı. Tuvaletiyle meşgul olurken pervasız davranırdı. Arada bir dönüp bana hışımla bakar ve derhal şirin bir eda ile tebessüm ederdi. Bu şiir, onun güzel tebessümünü ifade edebiliyor mu bilmem?’’'

 ‘’İsmini bilmezdim fakat tanırdım, 
Ne yosma bir çiçek takışı vardı. 
Kızıl saçlarını ateş sanırdım, 
Güneş nuru gibi yakışı vardı.

Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman, 
-Göllere gölgeler çöktüğü zaman-. 
Saçını çözüp de döktüğü zaman, 
Dalga dalga düşüp akışı vardı.

Hüsnünde bir eda var ki asıydı, 
Beni harab eden o edasıydı, 
Sevdalı gönlümün aşinasıydı, 
Yüzüme bir şirin bakışı vardı.’’

 (Aksaray: 1313 teşrin-i evvel)

Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Latince, İspanyolca, Arapça, Farsça, Arnavutça ve Ermenice dillerini okuma, yazma ve konuşma düzeyinde çok iyi derecede bilirdi. Bu lisanlara da öylesine hâkimdi ki, ana lisanı zannedilir.

Dr. Müfit Ekdal bir anısında O’nu şöyle anlatır;

 “O’nu tedavi ediyordum. Benim hastamdı. Bir Ramazan günü yolda giderken simitçi görür ve simit canı çeker. Adamcağız simidi yerken polis görür ve apar topar karakola götürür ve ‘Ramazan’da neden simit yiyorsun?’ diye sorar. Aslında Müslüman olan hastam da sıkıntılı durumdan kurtulmak için “Ben Müslüman değilim. Yahudi’yim” deyip işin içinden sıyrılmak ister. Karakola haham getirilir. Hastam da İbranice ve Musevilik inancı hakkında da bilgi sahibidir. Hamamla bir süre konuşurlar ve haham polise: ‘Bal gibi bizdendir Yahudi’dir’ der.’’

Kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdır.

Dağınık haldeki makalelerinin pek çoğu Abdullah Uçman tarafından derlenip yeniden yayımlanmıştır.

Şiirlerini topladığı ‘’Serab-ı Ömrüm’’, ilk olarak 1934’de Lefkoşa’da basılır. Abdullah Uçman tarafından 2005 yılında hazırlanarak yeniden basılır (Serab-ı Ömrüm, Kitapevi Yayınları, İstanbul 2005, Yayına hazırlayan: Abdullah Uçman) (Bu şiirlerinden birkaçına yine yazımın sonunda yer veriyorum.)

Bir kısım anıları da yine Abdullah Uçman tarafından toparlanarak ‘’Biraz da ben konuşayım’’ ismiyle 1993 yılında yayınlanır. (İletişim Yayınevi, İstanbul 1993, Yayına hazırlayan: Abdullah Uçman) Yine Abdullah Uçman tarafından "Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi" adlı eseri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan yayınlanmıştır.

Ömer Hayyam çevirileri, Tevfik Fikret hakkında incelemesi ve Darülfünun'da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak ‘’Felsefe Dersleri’’ adıyla yayınlanmıştır. Bu eserin transkripsiyonu 2001 yılında Dr. Münir Dedeoğlu tarafından günümüz Türkçesiyle yeniden yayınlanmıştır. (Felsefe Dersleri, sadeleştiren: Yrd. Doç. Dr. M. Münir Dedeoğlu], Kasım 2001, 511 S., ÜBL Yayınları, Felsefe Dizisi: 102.)

Hakkında çokça yazılmıştır. Ancak en detaylısı Yazar Hilmi Yücebaş tarafından yazılmıştır. (Hayatı, Hatıraları, Şiirleri, Hilmi Yücebaş, Milli Eğitim Yayınları, 1978) (Birçok yayınevi tarafından bu kitabın baskıları yapılmıştır.)

İşte uzun uzun anlattığım bu şahıs, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dır. Namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’dır..  Kurtuluş Savaşı döneminde Artin Kemal’in, Cenap Şahabettin’in ve Hüseyin Daniş’in arkadaşı Rıza Tevfik’tir. Yüzelliklerden olan Refik Halit (Karay) ve Refi Cevat (Ulunay)’ın da dava yoldaşı Rıza Tevfik’tir.. Yine o dönemin tescillenmiş ve tasdiklenmiş hainlerinden Artin Kemal’den başka, Sayit Molla, Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ile aynı cephede olan Rıza Tevfik’tir.. Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik’tir…

Sevr delegelerden biri olan Rıza Tevfik bir Paris gazetesine demeç verir, demecinde der ki Rıza Tevfik; ‘’İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.’’

Falih Rıfkı, Rıza Tevfik’i şöyle anlatır; “Tevfik Paşa kabinesinde, Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik’i Maarif Nazırı olarak buluyoruz. Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içlerinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile... Bir Osmanlı Nazırı (Bakan) için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi.”

Kuva-yı Milliye karşıtlığı gerekçesiyle Yüzellilikler listesinde yer alır ve 1922 ve 1943 yıllarını Arap illerinde sürgünde geçirir. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan' da yaşar.

Sürgünde iken içinde özlem dolu, hasret dolu, gurbet dolu şiirini ‘’Uçun Kuşlar’’ ismiyle oğlu Mehmet Said’e yazar; ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’ başlığı ile…

‘’Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.’’

(Şiirin tamamına yazımın yine sonunda yer veriyorum…)

Ürdün’de sürgünde iken Matbuat Umum Müdürü’nün çıkardığı antolojide Refik Halit’den bahsedilip kendisinin adının dahi geçmemesine içerleyen Rıza Tevfik hemen bir telgraf çeker; "Maksat şairlikse şairim, hainlikse sunturlu hainim. O halde neden bu antolojide şiirlerimden bir tek mısra dahi yok. Bunu merak ediyorum."

Af Kanunu’nan yararlanarak 1943’de kendi ifadesiyle ‘’hesaplaşmak’’ için değil, ‘’vedalaşmak’’ için yurda döner.

Ömrünün sonuna doğru yaşadığı derin pişmanlık şu dörtlüğünden görülebilir;

"Divâne sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına... " (*)

31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Gureba (Garipler) Hastanesi’nde zatürreden ölür. Mezarı, Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’nda bulunmaktadır.

Bu ülkede böyle insanlar, böylesine şahsiyetler her zaman var ola gelmiştir. O zaman da vardı, bu zaman da vardır. Ama o zamanki bu şahsiyetler ile bu zamanki bu şahsiyetler arasında fark da vardır. Evet, fark da vardır; hiç olmazsa Osmanlı’nın bu şahsiyetleri tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, edebiyat bilgisi ve entelektüel birikimi ile bütün tanıyanlarca övülürdü. Şimdiki bu şahsiyetlerin ise hiçbirisinin gerçek bir tarihi bilgisi, edebi ve felsefi altyapısı yoktur, sanatçı ruhları yoktur, kimisi liboş, kimisi entel, kimisi siyasetçi, kimisi din taciri, kimisi yağcı, kimisi yağdanlıkçı, kimisi ihale takipçisidirler. Bu şahsiyetler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. Bunların onlarcasını her gün TV’lerde ve gazete sütunlarında görmekteyiz zaten.

Yazımı Rıza Tevfik’in yine sürgünde iken yazdığı şu şiiri ile bitirmek istiyorum:

"Yolcu yolun Ankara`ya uğrarsa,
sende de azıcık yiğitlik varsa,
git benden aldığın salahiyetle
şu fani sözleri mecliste söyle:
de ki, kanun yapan dalkavuklara,
horoz gibi öten o tavuklara,
o kanuna boyun eğmemek için,
şerefine leke değmemek için,
feylezof ömrünü ikiye böldü;
çölde hür yaşadı ve mes`ud öldü..."

Osman AYDOĞAN

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın yazımda yer vermediğim şiirleri:

Uçun Kuşlar

 ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.

Orda geçti benim güzel günlerim,
O demleri anıp bugün inlerim,
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.

Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok,
Öyle akarsular, öyle hava yok,
Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.

Hey Rızâ kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.

Dervişlik

Dervişlik, özüne hâkim olmaktır.
Esir-i nefsolan derviş değildir.
Aşkı rehber edip hakkı bulmaktır,
keşkül, teber, asâ, tiğ, şiş değildir!.

İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!

Sırr-ı hakikati gönülden öğren,
gönüldür aşk ile didarı gören,
ârif-i agâh o zevki veren,
beng-ü bâde afyon, haşiş değildir!

Dünyada cennete girenler varsa,
vech-i Hakkı ayan görenler varsa,
enel Hak sırrına erenler varsa,
sarhoşluk yüzünden ermiş değildir!

Boz yılanı tuttu, çivi yuttu erler,
pirimiz duvarı yürüttü derler;
keramet olsa da böyle hünerler,
insanlığa yarar bir iş değildir!

Keramet umma hiç necef taşından,
ayrılma insandan, öz kardaşından.
Hakkı göremezsin Bağlarbaşı’ndan,
gerçek er sultandır, keşiş değildir!

Mâmurede doğar mânevî insan,
terbiyeyle büyür kudret-i iman.
Senin aradığım nimet-i irfan,
yaban yerde biten yemiş değildir!

Ham ervah her yerde var yığın yığın,
nedir onlar ile verip aldığın?
uzlete nail ol, gönlüne sığın,
cihan gönül kadar geniş değildir!

Rıza’dan himmet al, berzahta kalma,
serden geçmedinse ummana dalma,
dervişlik sözünü ağzına alma,
demir leblebidir, kişniş değildir!

Serab-ı Ömrüm’de geçen şiirlerinden birkaçı:

Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var

Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var! 
Ben bihaberim kendi sürekli elemimden,
Gel nabzıma bak! .Tut şu soğuk cansız elimden.
Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var!

Dilek

Dilerim ki fânî dünyâda kimse
Ömrünü mihnetle telef etmesin.
Fakat kâmil adam olmak isterse,
Elem çektiğine esef etmesin.

Harab Mâbed

Vardım eşiğine yüzümü sürdüm, 
Etrafını bütün dikenler almış.
Ulu mihrabında yazılar gördüm, 
Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış!

Batan güneşlerin ölgün nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı
Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı
Viran kubbesinde gölgeler salmış. 

Burada şiirde bahsi geçen mâbed Üsküdar Mihribah Sultan Camiidir

Gözlerin

Ruhumda gizli bir emel mi arar 
Gözlerime bakıp dalan gözlerin? 
Aklıma gelmedik bilmece sorar 
Beni hülyalara salan gözlerin!

Nigâhın gönlüme - ey perî - peyker! - 
Leyâl-i hasretin hüznünü döker; 
Karanlıklar gibi yığılır çöker 
İçimde yer edip kalan gözlerin!

Huzûrunda bâzen benliğim erir, 
Tavrın hulûsumdan şübhe gösterir. 
Bâzen de ne olmaz ümidler verir 
Sabr ü karârımı alan gözlerin!

Gamzende zâhir, ey ömrümün vârı! . 
Füsûn-ı hüsnünün bütün esrârı. 
Neşr eder âleme reng-i bahârı 
Koyu menekşeye çalan gözlerin!

Sihirdir, şüphesiz, bütün bu şeyler; 
Bakışın zihnimi perişan eyler. 
Bana aşk elinden efsane söyler, 
Aşka inanmayan yalan gözlerin!

(*) Bu şiir 15 kıtalık tartışmalı uzun bir şiirdir. Adı ‘’Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdât’’dır. (İstimdâd: Medet ve yardım istemek) Şiirde karalanmış kelimeler mevcuttur. ‘’Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdât’’ isimli böylesi bir şiirde akla ilk gelecek zümre İttihat ve Terakki, ilk gelecek isimler de Enver ve Cemal Paşalardır. Dolayısıyla şiirde bu karalanmış kelimelerin bu şahıslara ait olması gerekmektedir. Bu şiirin yazılma maksadı konusunda iki görüş vardır. Birinci görüş; bu şiirin Sultan Abdülhamit'i övmek ya da pişmanlık ifade etmek için yazıldığına dairdir. Diğer bir görüş ise; Rıza Tevfik'in Sevr'i imzaladığı için kendisini 150'likler listesine alıp sürgüne gönderen Ankara Hükûmetini eleştirmek için yazdığıdır. Şiirde de bu amaçla araç olarak Abdülhamit’i kullanmıştır… Bu görüşü Murat Bardakçı savunur. Bu görüşe göre Rıza Tevfik'in Ankara Hükûmetine düşmanlığı halen devam etmektedir...




Mecnunum Leyla'mı gördüm

04 Mayıs 2019

Âşıklar diyârı Sivas’ın yetiştirdiği bir halk ozanımız var: Âşık İzzetî mahlasını kullanan Ali İzzet Özkan. Kendisi Kurtuluş savaşı gazisidir. Renkli bir kişiliği vardır. Ancak bu kişiliğini bir başka yazıya bırakayım… Sadece şu kadarını söyleyeyim: Tek parti döneminde İsmet İnönü için "Türklerin en büyüğü İnönü" diye türküler yakarken Demokrat Parti’’nin iktidara gelmesiyle Menderes için "bizi diktatörden kurtardı" diye dizeler döktürür… Bu bağlamda Âşık İzzetî’nin ‘’Parti Destanı’’ isimli bir türküsü vardır ki bu türkünün hikâyesi bile tek başına bu ozanımızın renkli kişiliğini anlatmaya yeter…

Bu noktada Hintli şair Sri Chinmoy Ghose’nin bir sözüne yer vermem gerekiyor: ‘’Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak.’’ Dünyada da böyle ama güce olan sevgi ve biat özellikle Doğu toplumlarına özgü bir özelliktir. Cüneyd-i Bağdadi; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır’’ derdi… Benzer şekilde de bu coğrafyada ‘’vezir olmak’’ ile ‘’rezil olmak’’ arasında bir soğan zarı kadar fark vardır… Tarih babada bunun örnekleri mebzul miktardadır… Günümüzde de birilerine "Türklerin en büyüğü’’ diye methiyeler diziyorlar ya… Halk aynı halk, millet aynı millet, kültür aynı kültür, coğrafya aynı coğrafya… Gün olur, devran döner, devir geçer, güç kaybolur, halkın sevgisi de biter... Bir hatırlatayım istedim! Neyse, biz şimdi maziyi pek karıştırmayalım, dönelim konumuza…

Biz bu ozanımızı ‘’Mühür Gözlüm’’ türküsüyle tanırız, ‘’mühür gözlüm seni elden’’ diye başlayıp ‘’Havadaki turnalardan, su içtiğim kurnalardan, geyindiğim sırmalardan, sakınırım kıskanırım’’ diye biten…

Ancak bu ozanımızın bir başka güzel bir türküsü daha var: ‘’Mecnunum Leyla'mı gördüm’’ ismiyle bildiğimiz. Bazı yörelerde bu türkü ‘’Yaktı geçti’’ ismiyle bilinir…

Sivas Şarkışla’ya ait bu ‘’Mecnunum Leyla'mı gördüm’’ türküsünün sözleri işte bu ozanımız Âşık İzzetî'ye aittir, kaynak kişisi Âşık Veysel, derleyen de Muzaffer Sarısözen’dir… Türkü şöyle başlardı:

‘’Mecnunum Leyla'mı gördüm 
Bir kerece bakdı geçti
Ne sordu ne de söyledi
Kaşlarını yıktı geçti’’

Türküyü dinleyince çok sevilen Leyla’yı değil de çok seven Âşık İzzetî’yi kıskanırsınız keşke Âşık İzzetî olsaydım da sevdiğimi onun kadar sevebilseydim diye… Çünkü bu fani dünyada en büyük talihsizlik sevilmemiş olmak değil, sevmemiş olmakmış. Eğer Mecnun değilseniz diye derlerdi zaten bulduğunuzun Leyla olduğunun da farkına varamazmışsınız… Zaten ozan da bunun bilincinde olarak şiirine Mecnun olduğunu vurgulayarak başlamıştır: ''Mecnunum Leyla'mı gördüm.''

Bu türküyü Âşık Veysel söylemiştir, Âşık İzzetî söylemiştir, Ruhi Su söylemiştir, Erkan Oğur söylemiştir, Tüülay German söylemiştir, Kardeş Türküler söylemiştir, kısaca türkü söyleyebilen herkes söylemiştir… Türküyü kimden dinlerseniz dinleyin vurulursunuz… Artık türküdeki sazın tellerine mi vurulursunuz, türküdeki Türkçe’nin, sözlerin inceliğine mi vurulursunuz yoksa türküdeki Leyla’nın güzelliğine mi vurulursunuz, yoksa hepsine birden mi vurulursunuz, o size kalmış… Kesin olan bir şey var ki; vurulursunuz... Çünkü bu türkü, Türkçenin ve sazın güzelliğini ve içtenliğini anlatır.... 

‘’Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti

Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü yüzü
Sandım ki Zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti’’

Dinledikçe bu türküyü çocukluğunuza gider yine vurulursunuz... Çocukluğunuzdaki o platonik aşkınız kaşlarını yıkar geçer vurulursunuz, seher vakti siz göremeden, bir çift sözü soramadan, ay mıydı gün müydü yüzünü seçemeden, o Zühre yıldızı gibi akar geçer yine vurulursunuz…

Ancak bu türküyü en güzel Erkan Oğur yorumlamıştır. Erkan Oğur ve Hakkı Değirmencioğlu ikilisinin seslendirdiği bu türkü ‘’Gülün Kokusu’’ albümünde yer alır…

Bugün Cumartesi… Gündemdeki abuk sabuk konuları sizi vurmadan siz bu türküye vurulun:

‘’Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yâreler bizi
Gamze okun bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti’’

Osman AYDOĞAN

Erkan Oğur ve Hakkı Değirmencioğlu ikilisinden ‘’Mecnunum Leyla'mı Gördüm’’:
https://www.youtube.com/watch?v=q3Qj9VaXI-4

Âşık Veysel'in sesinden ''Mecnunum Leyla'mı gördüm'':
(Leyla'yı görmek için açık gözlere bile gerek olmadığını anlatır Veysel bu türküsünde, gönül gözüyle de Leyla görülebilirmiş... Anlayanlara tabii ki...)
https://www.youtube.com/watch?v=vtI7j58XpYw

Bir not: Türküde geçen ‘’Zühre Yıldızı’’; Tan Yıldızıdır, Seher Yıldızıdır, Sabah Yıldızıdır, Çoban Yıldızıdır, Çolpan Yıldızıdır, Sarı Yıldızdır, Mavi Yıldızdır… Astronomideki Venüs Yıldızıdır.. Sivas - Erzincan arasında ‘’Zöhre’’ diye söylenir.. Bu yıldız gökyüzünün en parlak yıldızıdır.. Ancak sabaha karşı doğduğu için güneş doğumuna yakın parlaklığı hemen kaybolur. İşte bu nedenle adına Tan, Seher, Sabah Yıldızı denir. Bu nedenle kısa süreli her şey halk dilinde bu yıldızla anılır. Kısa süren mutluluklar gibi… Eskiden kervanlar bu yıldız doğunca sabah oluyor diye yola çıkarlarmış… Bazen yanılıp erken yola çıkan kervanlar gece yolu göremeyip uçurama yuvarlanır ya da eşkıya saldırısına uğrarlarmış. Bu nedenle de Zühre yıldızına Anadolu'da ‘’Kervankıran Yıldızı’’ derler. Bir de ‘’Ah niye doğdun sarı yıldız’’ diye bir Sivas türküsü de vardır…

Mecnunum Leyla'mı gördüm

Mecnunum Leyla'mı gördüm 
Bir kerece bakdı geçti
Ne sordu ne de söyledi
Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü yüzü
Sandım ki Zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti

Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti

Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yâreler bizi
Gamze okun bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti

İzzet-i der ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş
Yar boynuma taktı geçti




Kehânet!

02 Mayıs 2019

Nasıl ki insan aç duramaz ise bana göre insan ve toplum da ''Tarih''siz duramıyor... O halde tarihe devam!

Çeşitli kaynaklarda 1423-1432 yılları arasında doğduğu ve 1480 ile 1490 yıllarında öldüğü ileri sürülen gerçek adı Nikolaos olan Atinalı bir tarihçi vardır: Laonikos Chalkokondyles. (Laonikos Halkokondilis)  Laonikos Chalkokondyles’in 1298-1463 yılları arasındaki olayları Türkçe’ye “Tarihin Belgeleri” diye çevrilebilecek olan  ‘’Apodiksis Istorion’’ isminde on ciltten oluşan tarih kitabı, Bizans İmparatorluğu'nun son 150 yılını (1298–1463 dönemini) incelemektedir. Ancak Chalkokondyles, Yunanca yazan diğer tarihçilerin aksine eserinin merkezine Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünü değil yükselen Osmanlı Devleti’nin tarihini alır. Bu yönüyle Chalkokondyles, bir Bizans tarihçisi olmaktan ziyade eserini Osmanlı idaresi altında Yunanca yazan bir Osmanlı tarihçisi olarak da kabul edilir. 

Laonikos Chalkokondyles’i bizim açımızdan ilginç yapan ise onun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki öngörü ve kehânetleridir. Chalkokondyles’in bu kitabının bir bölümü "Türk  İmparatorluğu’nun yıkılışına dair kehânetler" ismini taşımaktadır. Araştırmacı yazar Aytunç Altındal da bu bölümü "Kehânetler Kitabı" (Destek Yayınları, 2018) adıyla Türkçe‘ye çevirir...

Chalkokondyles'in kitabının bizim için ilginç yapan Aytunç Altındal'ın çevirdiği işte bu bölümüdür.

Laonikos Chalkokondyles’in kitabındaki öngörülere, kehânetlerine göre; İstanbul'u ele geçirecek olan padişahın adı ile teslim edecek olanın adı aynı olacaktır. Her ikisinin adı da "Mehmet'tir. Kehanet doğru çıkmıştır.(1453 Fatih Sultan Mehmet ve Sultan Mehmed Vahdeddin, 1918 İstanbul’un işgali.)

Kehânete göre ‘’bir Tatar Hanı, Osmanlı’ya yardım etmeyecektir.’’ Kırım Hanı Murat Giray II. Viyana kuşatmasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüş ayrılığına düştüğü için Lehleri durdurmaz, kuşatma başarısız olur, yükselme devri sona erer.

Kitapta “Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16. padişah döneminde Osmanlı Devleti içeriden çökmeye başlayacak ve padişahı kendi tabasından biri devirecektir” deniliyor. Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16'ıncı padişah III.. Ahmet'tir. 29 Eylül 1730'da Arnavut ve Hıristiyan asıllı yeniçeri Patrona Halil tarafından tahttan indirilip yok ediliyor ve Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlıyor.

Kitapta, "üç kez üç yüz yıl ve bir de yirmilik tarihinde Osmanlı Devleti yok olacaktır’’ deniliyor. Gerçekten de Osmanlı üç kez üç yüz yıl (3X300=900) ve 20 yıl, yani 1920'de (TBMM kurulunca) Osmanlı Devleti yok oluyor.

Bununla da bitmiyor kehânetler.

Kehanetlerden biri Mustafa Kemal Atatürk'ü işaret ediyor. Kitapta. “Osmanlı'nın çöküş döneminde kendisi Hıristiyan topraklarında yetişen ama Müslüman olan bir prens ve başkomutan ortaya çıkacak. Ancak Hıristiyanlar tarafından hiç dikkate alınmayan bu başkomutan, Türk devletini yeniden kuracak ve Batı'ya yönlendirecektir” öngörüsü yapılıyor. Bu kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür.

Kitapta ‘’Katolik Kilisesi ile İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi kardeşçe kucaklaşacaklardır’’ diyor. Bu kucaklaşma, aynı ifadelerle Kasım 2006'da İstanbul’da gerçekleşiyor.

Kitapta kehânetler devam ediyor.

Kehanete göre, bu yeni kurulacak Türk İmparatorluğu'nun başına geçecek 11. kişinin adında 11 harf var. Çok ilginçtir ki, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ad ve soyadındaki harflerin toplamı da 11.

Ve kitapta “11. Prens döneminde yeni Türk devleti, büyük bir sarsıntı yaşayıp yıkılma noktasına gelecektir” öngörüsü var. Ayrıca “Hristiyan Prensliklerin birleşmesi, bu yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir” kehâneti de var… Bu cümleden olarak burada da Hristiyan Prensliklerin birleşmesinden kastedilen AB olduğu aşikârdır... Biraz aşırı olacak ama bu birleşmenin (AB) yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir kehânetinden de anlamamız gereken Türkiye'nin AB'den uzaklaşması sonucu mu olacağı üzerinde de kafa yorulması gerekir.

Tabii kehânetlerin sonu yoktur. Kehânetler devam ediyor kitapta: ‘’Önce, Müslüman şeriatı artacaktır. Eğer yedinci seneye kadar kaldırılmazsa, on ikinci seneye kadar buranın hâkimi olacaktır. Sonra, Hristiyan silahlarıyla bir tutsaklık dönemi gelecektir.’’

Ve devam ediyor kehânet: ‘’İstanbul'un camileri ve Ayasofya üzerinde haçlar dikilecektir. Bu haçlar, saplanacağı yere silahlı ellerle saplanacaktır. Bu muhteşem şehrin yıkımı gelecektir. Yıkım, sadece orada yaşayanlar sevdiği dini değiştirirse duracak ve şehir lanetten kurtulacaktır. Yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır. Tüm Doğu ülkeleri de Hıristiyanlarca fethedilecektir. Böylece, ölü yaşayan, soyulmuş ve felç olmuş bir yönetim sona erecektir.’’ Burada da ''yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır'' kehâneti ilgi çekicidir!

Evet Laonikos Chalkokondyles’in rivayetleri, öngörüleri, kehânetleri -artık her ne dersek-  bu kadar.

Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu ile ilgili bir başka kehânet daha vardır:

Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın ünlü bir kâhininin zindanda olduğunu öğrenir. Kâhini huzura çağırır, sorar: “Seni niye zindana kapattılar?” Kâhin, Kral Konstantin’in geleceği öğrenmek için kendisini çağırdığını, krala “Sonunuz yaklaştı, Bizans yıkılacak, Türklerin eline geçecek” demesi üzerine kralın kızdığını, kendisini zindana attırdığını söyler.

Fatih, “Bizans’ın sonunu görmüşsün, peki bizim geleceğimiz ne olacak” diye sorar. Kâhin, “Sizin sonunuz da Bizans’a benzeyecek” der. Fatih’in, “Nasıl olur, Anadolu’da birliği sağladık, Balkanlar elimize geçti, akıncılarımız Avrupa ortasında at oynatıyor” itirazı üzerine kâhin, “Sizi parça parça koparacaklar” öngörüsünde bulunur.

Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparıldı, Sevr Antlaşması’yla son nokta konulacakken Atatürk ve silah arkadaşlarının çabası, özverisi ile bu süreç durduruldu, geri kazanımlar başladı.

Belki de kim bilir Fatih’in konuştuğu bu kâhin ile Laonikos Chalkokondyles aynı kişidir.

Tabii ki bu kehânetlere ‘’deli saçması’’ der ve gülüp geçebiliriz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine şahitlik etmiş daha öncesinde de II. Murat’a İstanbul kuşatmasını kaldırması için gönderilen ekipte yer almış Chalcondlyles'in çoğu sonradan gerçekleşmiş bu kehânetleri görmezden gelinir, yabana atılır gibi değildir.  

İsterseniz gelin bu uçuk kehânetleri bir kenara bırakıp size bir kurgu romandan bahsedeyim. Gazeteci, araştırmacı yazar Mine G. Kırıkkanat’ın ‘’Destina’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) isimli bir kurgu romanı var. Mine G. Kırıkkanat, henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina romanı için şunları söyler: "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir." Bu kurgu romana göre yakın bir gelecekte İstanbul ''Küresel Yönetişim'‘in idaresine geçer ve Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğrarlar. Böylece Haç ile Hilal‘in savaşı sona erer ve yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması alır.  

Ama isterseniz bu kurguyu da bir kenara bırakıp tarihi bir gerçeğe dönelim:

Emevilerin yıkılmasından sonra, Endülüs’te (Güney İspanya) Endülüs Emevi Devleti 756’da kuruldu ve 1492’ye değin 736 yıl süreyle İspanya'da varlığını sürdürdü. Türklerin Anadolu’daki birliği Fatih’le sağlandı. Bu birliğin kuruluşunu 1450 yılı olarak alsak henüz birliğin kuruluşunun üzerinden 569 yıl geçmiş olacak ki henüz Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya'daki yaşam süresi kadar bile değildir. 

Sanıyoruz ki Anadolu’nun mülkiyeti sonuna kadar, sonsuza kadar bize ait. Etrafımızdaki ve uzaklardaki aç kurtların ve akbabaların varlığını, içine düştüğümüz çukuru, sığlığı, rehaveti, girdabı görmezden geliyoruz.

Seçimlerden, mazbatadan, magazinden, futboldan, suni gündemlerden kurtulup, başınızı kaldırıp da bir etrafınıza bakarsanız eğer karanlığın sandığınızdan da çok daha karanlık, bir zifiri karanlık olduğunu göreceksiniz. Hep yazıyorum ya tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır diye...

Bağnazlık kıskacından, mezhep kıskacından ve etnisite ve kimlik kıskacından kurtularak, kimseyi ötekileştirmeden, nefret söylemini kullanmadan, farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüp, kendi içimizde ve komşularımızla hak, hukuk ve adaleti tesis edip barış içinde beraberce yaşayamazsak ve taassuba değil de bilime yüzümüzü dönemezsek eğer korkarım ki Bizans tarihçisinin yazdığı, Bizans kâhininin Fatih’e söylediği kehânetler ve Mine G. Kırıkkanat’ın kurgusu gerçek olacaktır. Eğer inanmıyorsanız gelin en eski Türk uygarlığı olduğu iddia edilen Etrüsklere ne olduğunu bir araştırın derim!.

Esas bekâ sorunu burada yatmaktadır. Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur... 

Osman AYDOĞAN




1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı

01 Mayıs 2019

Türkçeyi çok iyi kullanan yazar ve şair Murathan Mungan’ın çok güzel bir şiiri vardı, ‘’Eskidendi, çok eskiden’’… Murathan Mungan’ın söylediği gibi hatırlar mısınız, eskiden çoook eskiden 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlanırdı görkemli törenlerle… Şimdi ‘’nerede o bayramlar’’ der gibi ‘’şimdi nerede o törenler’’ diye hayıflanıyorsunuz değil mi?

Neden hayıflandığınızı anlatmadan önce kısaca 1 Mayıs İşçi Bayramının kısa bir tarihçesine bakalım… (Her konuya şu tarihi bir bulaştırmasam olmaz sanki!)

Tarihte ilk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlerler… 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakırlar.  Değişik kentlerde binlerce siyah ve beyaz işçi, birlikte yürürler…

14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verilir...

Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edilir…1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazanır.

1 Mayıs İşçi Bayramı Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanır… 2008 Nisan'ında bu bayramın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilir. 2009 Nisan’ında da TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilir.

Şimdi gelelim baştaki hayıflanmamıza… Sadece bizde değil, tüm dünyada da 1 Mayıs İşçi Bayramları gittikçe sönük bir şekilde kutlanmaktadır… Peki neden?

1989 yılında Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icad edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi (Die festung Europa) duvarlar yükseldi. Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak algılandı.

Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı, İngiltere’den bir daha Oscar Wilde, Thomas More çıkamadı...

Avrupa’ya yönelik göç dalgası, birbiri ardına gelen terörist saldırılar, milliyetçilik ve ırkçılık akımları ve Brexit Avrupa Birliği’nin iktidarsızlığını artırdı.  

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…

Bütün bunların da sonucu olarak; “Batı” kapitalizminin krizi ve ABD dış politikasında da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri görülen yalpalama ABD’de Trump’u yükseltti. Diğer ülkelerde de Rusya’da Putin, Macaristan’da Urban gibi Trump’ın kopyaları ortaya çıktı…

Son olarak küreselleşmenin dayatmasına da insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşme’’yle, ‘’ümmetleşme’’yle, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizm’’le yanıt verdi. ‘’Sanayi kapitalizmi’’nin yerini ‘’finans kapitalizmi’’ aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, sürekli oy kaybettiler. Bu şekilde de işçi sınıfının en büyük siyasi ve ideolojik desteği yok oldu...

Var olan işçi sendikaları iktidarlara yamandı... Sarı sendika haline geldi... Kâr hırsı uğruna iş güvenliği ihmal edildi...  Yüzlerce işçinin toprak altına gömüldüğü iş kazalarının hesapları sorulmadı... İşçi ücretleri yerlerde süründü... Bu konuları gündeme getirecek ''Sivil Toplum Kuruluşları'' da kalmadı, onların yerine iktidardan beslenen dinci vakıflar türedi. Sonuçta işçi haklarını takip edecek kimse kalmadı.. 

Sanayi kapitalizminin yapısı çöküp sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alınca da tek ilah ''para'' haline geldi. Emeğin, emekçinin değeri kalmadı... Böylece ortada işçi sınıfı kalmadığı gibi işçi haklarını takip edecek ''insanlık'' da kalmadı. İnsanlar sadece pazarda değil hastanelerde, eğitim kurumlarında ve hayatın her alanında müşteri haline geldi. Doğa katledildi... Kâr uğruna hava, su, çevre, insan kirlendi... 

Hal böyle olunca da ortada ne kutlanacak bayram kaldı ne de bu bayramı kutlayacak heyecan… Anlıyorsunuz değil mi?

Ama ben yine de tüm çalışanların, tüm emekçilerin bayramını canı gönülden kutlarım:

‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’ kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN



Tuna’dan gelen tehlike…

30 Nisan 2019

Tuna Nehri, Volga'dan sonra Avrupa'nın ikinci uzun ırmağıdır. Tuna Nehri Almanya’dan doğar sonra sırasıyla batıdan doğuya doğru Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan’dan akıp geçerek Romanya’dan Karadeniz’e dökülür…

Kısmet oldu, Tuna’nın doğduğu kaynağı gördüm, geçtiği bütün ülkelerden Tuna ile beraber ben de geçtim ve son olarak Romanya’dan Karadeniz’e döküldüğü yerde bulundum…

Ve Tuna’nın sadece bir nehir olmadığını gördüm... Tuna Avrupa tarihinin en güçlü aktörlerinden birisiydi. Biz Tuna'nın bu yönünü pek bilmeyiz... Biz sadece Plevne'yi biliriz, onu da Osman Paşa ile biliriz, onu da "Tuna nehri akmam diyor etrafımı yıkmam diyor" türküsüyle biliriz…Biz sadece Estergon'u biliriz, onu da ''Estergon, Estergooon'' türküsüyle biliriz...

Neyse gelelim sadette…

İtalyan yazar Claudio Magris’in Tuna ile ilgili güzel bir kitabı var: ‘’Tuna Boyunca’’ (Turkuvaz Kitap, 2008)  Yazar kitabında işte benim de düşündüğüm gibi Tuna’nın sadece bir nehir olmadığını anlatır. Claudio Magris’e göre Tuna akan bir suyun değil akan biz zamanın tanığıdır.

Kitaptan bazı bölümle aktarmak istiyorum:

‘’Bir noktadan sonra Tuna'nın kaynağına ilişkin tartışmalar anlamını yitirir ve nehrin kimliği, kültürel birikimi ve kapsadığı tarihsel süreçler önem kazanır. Örneğin Tuna, çoğunlukla Alman karşıtı bir simgesellik taşır. Bu yönüyle Ren'den de ayrılır. Farklı ırkların karşılaşıp karıştığı bir coğrafyayı sarıp sarmalar: 'Tuna, Alman-Macar-Slav-Latin-Musevi Orta Avrupası'dır.’’ (s. 22)

‘’Tuna, ırkların yüzyıllar boyu karıştığı bir coğrafyanın da simgesidir. (s. 27) Tuna'nın bir imparatorluk boyu olduğu da ortaya çıkar. Alman, Osmanlı ve Roma imparatorlukları hep Tuna etrafında varolmuş ve hâkimiyetlerini genişletmek için bu bölgede savaş vermiştir. Tuna'nın haritası, daha ileriki bölgelerde, askeri bir atlasa benzer.'’ (s. 80)

‘’Tuna'nın yayıldığı alan bir anlamda Roma da demektir. Roma ise, her şeyden önce hâkimiyet anlamına da gelir ve öne sürdüğü evrensellik, hâkimiyetinin maskesidir.'’ (s. 84)

‘’Tuna, içinde tarih kadar siyaset ve sanatı barındırışıyla da dikkat çeker.’’ (s. 109)

 ‘’Nehir, akıp gittiği şehirler ve kıyılar boyunca şatoları, büyük hükümdarların saraylarını, onların suretlerini ve bir zamanlar ellerinin altında tuttukları görkemli kentler ile meydanları da selamlar. Bunun yanında Tuna kültürü, 'dünyanın tehdidi altında olunca, hayatın saldırısına uğrayınca ve acımasız gerçeğin içinde kaybolmaktan korkulunca sığınılacak bir kaleye dönüşür.’' (s. 134)

 ‘’Attilla Josef (Macar Şair) ise Tuna'yı 'bulanık, bilge ve yüce' biçiminde niteler; Josef'i bu değerlendirmeye iten şey 'annesinin kuman kanı ile babasının Rumen Transilvanya kanının kendi damarlarına karışması'dır. Sonuç olarak Josef için Tuna 'geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek' demektir.’’ (s. 243)

‘’Tuna'nın bir başka özelliği de, sınırlar çizmesidir. (s. 336)

Bu noktadan sonra önemli bir noktaya değiniyor Magris: ‘’Tuna kültürü, 'diğerleri' olarak adlandırılanlara (örneğin Türkler, Slavlar) karşı önemli bir siper işlevi de görmüştür. (s. 340)

‘’Tulcea yakınlarındaki delta, hem tarihi hem de kültürel bir anlam taşır. Delta aynı zamanda halkların ve ırkların havzasıdır, Tuna sanki yüzyılların ve uygarlıkların alüvyonunu, tarihten parçaları denize götürürken kıyılara da taşıyarak etrafa dağıtır.'’ (s. 344)

Yazar Magnis’in kitabında anlatmadığı Tuna ilgili tarihi bir olayı da ben anlatayım.

Haçlı seferi dönüşü İngiltere Kralı Aslan Yürekli I. Richard, Avusturya İmparatoru V. Leupold tarafından esir alınarak Tuna Nehri’nin oluşturduğu Wachau vadisindeki Dürnstein şehri üzerindeki kalede hapsedilir. Uzun aramalar sonunda yerini aralarındaki ıslıkla çaldıkları müzik sayesinde yaveri bulur.  İngiltere ile yapılan uzun süren müzakereler sonunda bir anlaşmaya varılır ve 130.000 Mark fidye ile Kral Richard serbest bırakılır. Bu para ile de Avusturya Viyana yakınlarındaki Wiener Neustad şehrini kurar…

Magris kitabında Tuna vasıtasıyla bizim tarihimizden ve tarihi kişililerden de bahsediyor. Magris kitabında II. Viyana kuşatmasının Avrupa'da nasıl bir iz bıraktığını ve hiç unutulmadığını şöyle anlatır:

“Viyana’yı 200 bin kişiyle kuşatan Kara Mustafa’nın ordusu, yalnız askerlerden ibaret değildi. Orduda aynı zamanda teknisyenler, artizanlar, hokkabazlar, şairler, sadrazamın 1500 cariyesi, cariyelerin teslim edildiği karaderili harem ağaları da bulunuyordu... 60 günlük Viyana kuşatması, bu abartılı ayrıntılarıyla hâlâ bugüne ait bir olaymış gibi hatırlanır. Orta Avrupa tarihinin katmanları, geçen yüzyıllara rağmen, hâlâ sonuçlanmamış çatışmaları ve açık yaralarıyla canlı kalan, bu haliyle eski büyük bir ağacın köklerinde ve dallarındaki yaşam damarlarını andırır...”

Haçlı orduları Komutanı Polonya Kralı III. Jan Sobieski Tuna üzerindeki hâkim tepe olan Kahlenberg’den başlayarak yaptığı saldırı ile kuşatmayı dağıtarak Viyana’yı Türklerden kurtarır. Kahlenberg Tepesii Avrupa’da Alplerin Tuna batısında başladığı noktadır. Bu noktada Tuna'nın doğusunda ise Karpatlar başlar. Burası tam bir boğazdır... Burası tam da Avrupa'nın kapısıdır... Türkler eğer bu boğazı aşabilselerdi tüm avrupa bir sel gibi akabileceklerdi...

1815 yılında Avrupa’nın yeniden düzenlendiği Viyana Kongresi Tuna kıyısında yapılır…

Yazar Magris’in Tuna’yı anlattığı bu kitabında Avusturya ve Viyana’nın ayrı bir yeri vardır. Tuna ve Avusturya sanki tarihin, siyasetin, zamanın ve geleceğin kesişme noktası gibidir.  

Yazar Magris’in yine kitabında yer vermediği bir bilgi daha ben eklemek istiyorum:

19. yüzyıl Alman şair ve oyun yazarı Christian Friedrich Hebbel’in Avusturya ile ilgili bir sözü vardı: “Avusturya, büyük dünya provalarının yapıldığı küçük bir dünyadır.” 

İşte bu noktada günümüze dönmem gerekiyor.

Biz kendi içimizde hır gür, bitmeyen seçimlerle (2014 Parlamento, 2016 Referandum, 2018 Cumhurbaşkanlığı, 2019 Yerel) uğraşırken ve cumhur, millet, illet, zillet diye birbirimizi yerken bakın Avusturya Viyana’da neler oldu neler…

Avusturya’da Avusturya Halk Partisi (ÖVP) Genel Başkanı Sebastian Kurz ve aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri Heinz Christian Strache’nin kurdukları koalisyon hükümeti 18 Aralık 2017 tarihinde göreve başladı.

Kabinedeki 14 koltuktan kilit konumdaki savunma, dışişleri, içişleri, altyapı, sağlık, sosyal yardım bakanlıkları (toplan altı bakanlık) aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’ne (FPÖ)  verilir. Bunlardan eskiden de savunma bakanlığını elinde bulunduran FPÖ bu sefer bakan olarak aşırı sağcı Mario Kunasek’i görevlendirir. İçişleri bakanı FPÖ’lü yine aşırı sağcı Herbert Kickl, dışişleri bakanı FPÖ’lü aşırı sağcı Ortadoğu uzmanı Karin Kneissl olur…  Altyapı bakanı olan FPÖ’lü aşırı sağcı Norbert Hofer de 2016’da cumhurbaşkanlığı seçimini kılpayı kaybetmişti…

‘’Bunda ne var, bir hükümet kurulmuş işte’’ diyeceksiniz ama demeyin derim.

Şöyle ki Avusturya Halk Partisi (ÖVP) Genel Başkanı ve Başbakan Sebastian Kurz ile aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri ve Başbakan yardımcısı Heinz Christian Strache kabineyi ve bir manifesto niteliğindeki aşırı sağcı, yabancı karşıtı hükümet programını tam da Kahlenberg tepesinde açıkladılar…

Buna da ‘’ne olmuş ki Kahlenberg’de kabine ve aşırı sağcı hükümet programı açıklanmışsa’’ demeyin..

Tuna üstündeki Alplerin başlangıcı, Avrupa'nın kapısı Kahlenberg’in bütün Avusturyalılarca ve bütün Avrupalılarca tek bir simgesel anlamı vardır: “Avrupa’nın Türklerden kurtuluşu ve Türklerin Avrupa kapılarından çevrilmesi.” 

Gelin tekrar Magris’in kitabına geri dönelim… Bir türlü mazi olmayan ve hiç unutulmayan dört yüz yıl öncesinin tarihi ile günümüz arasındaki devamlılığı gözler önüne seren bu başyapıt eserinde ne demişti Magris: ’’Tuna kültürü, 'diğerleri' olarak adlandırılanlara (örneğin Türkler, Slavlar) karşı önemli bir siper işlevi de görmüştür.’’ (s. 340) Kısaca Magris, Tuna halkları için Türklerin ve Slavların “öteki” olduğunu anlatırdı ya. 

Yazar Magris, Tuna ve Avusturya'yı sanki tarihin, siyasetin, zamanın ve geleceğin kesişme noktası olarak görürdü ya ve 19. yüzyıl Alman şair ve oyun yazarı Christian Friedrich Hebbel’in Avusturya ile ilgili olarak; “Avusturya, büyük dünya provalarının yapıldığı küçük bir dünyadır” derdi ya… Almanca bir sözcük vardı: ''Drehscheibe'' Tam Türkçe karşılığı tren istasyonlarındaki lokomotiflerin yön değiştirdiği döner tabla... Ancak politik anlamı siyasal ve kültürel değişimlerin olduğu yer anlamındadır. Yazar Avusturya için tam da bunu söylemek istiyor aslında...

Avrupa, AB, Almanya ve Avusturya ilişkileri içerisinde bir de şöyle bir durum var: Avrupa, AB ve özellikle Almanya kendisinin söyleyemediği politik söylemleri genellikle Avusturya'ya söyletirler, kendilerinin ilk olarak yapmak istemedikleri politik davranışları genellikle Avusturya'ya yaptırırlar...

Bu kadar ahkâm kestikten sonra artık yazının sonuç kısmına gelirsek:

Artık Türkler Avusturya’da ötekilerin de ötekisidir… Ancak anlattığım gibi Avusturya'da çok büyük provaların yapıldığını, Avusturya'nın bir ''Drehscheibe'' olduğunu ve Avusturya'nın Avrupa'nın süflörü olduğunu da hatırlarsak diyebiliriz ki artık Türkler Avrupa’da da ötekilerin de ötekisidir…Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olma ideali önüne Tuna boylarında, Kahlenberg önlerinde, Alplerle Karpatların arasında büyük büyük tahkimatlar yapılmıştır...

Ancak siz gönlünüzü ferah tutun, benim kadar karamsar olmayın. Bütün bunlar olurken ülkenin geleceğinden sorumlu olanlar o vakitler; ‘’Ey Almanya!... Ey Avusturya!... ‘’ diye Anadolu bozkırlarını inim inim inletiyordular..

Muhtemel ki bu ses Tuna boyunda Kahlenberg tepelerinde yankı bulup korkutmuştur Avusturya'yı, Avrupa’yı…

Ve bu yankı Magris’in eserinde ‘’Türkennot’’ diye geçen sözcüğün Kahlenberg tepelerinde tersten yankılanmasıdır aslında..  Bu sözcüğü de şöyle tanımlar kitabında Magris: “Almancada tercüme edilmesi çok zor ‘Türkennot’ diye bir sözcük vardır. Anlamı acı, karşı konulmaz çaresizlik, bela ve de Türk dehşeti demektir...”

Hep övündükleri Osmanlı Şark dediği Asya ile ilişkilerini hiç gevşetmezken hep Garb dediği Avrupa'ya ağırlık verirdi. Tuna tarihe şahitlik edip batıdan doğuya akarken, Türkler de tarih boyunca Tuna’nın tersine doğudan (Ötüken) batıya (Viyana) aktılar. Ancak Tuna kıyılarındaki bu değişilklik, Kahlenberg'deki bu manifesto bin yıllık bu akışın tersine dönmesi anlamına gelebilir. Ancak bu tersine gidişimizde önümüzde bizi bekleyen ne ağuşunu açmış Araplar ne de kucaklarını açmış Asya stepleri vardır... Muhtemel ki Etrüsklerin akıbetidir bizi bekleyecek olan...  

Hani dillerden düşmüyordu ya ‘’Türkiye’nin güvenliği Tuna’dan sağlanır..’’ diye... Ben de naçizane hatırlatayım istedim: 

Tuna'dan gelen tehlike büyüktür!...

Osman AYDOĞAN


Kût Bayramı

29 Nisan 2019

Bugün 29 Nisan 2019... Kût Zaferi'nin 103. yıl dönümü...

Kût Muharebesi; Birinci Dünya Harbi esnasında 29 Nisan 1916'da, Mirliva Halil Paşa komutasındaki Altıncı Ordu’nun, General Townshend  komutasındaki İngiliz birliklerini  teslim aldığı bir muharebedir. Bu muharebede Türk ordusu kuşatma altında tuttuğu Kût şehrine girerek İngilizlerin 13 generali, 481 subayı ve 13.300 erini esir aldılar... Bu kadar İngiliz esir İngiltere tarihinde bir ilktir, tektir ve sondur.

Kût Muharebesi hakkında İngiliz ve Avusturyalı yazar ve tarihçiler şunları söylerler:

‘’1842’deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet.’’  Knightley Phlillip and Simpson, Colin The Secret Lives of Lawrance of Arabia, Nelson, Lonfra, 1969

“İngiliz prestijinin 1’inci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe" Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart

"Kır bir atın üzerinde şık üniformalı, kelebek gözlüklü, dimdik duran Albay'ın komutasındaki sağlam, dayanıklı, kirli haki üniformalı, sırtları çantalı, bin kilometre yürümekten postalları parçalanmış Türk askerleri, trampetlerin ritmine uygun bir yürüyüşle şehre girdiler. Araplar alkışlıyor ve Albay’ın çizmelerini öpmeye çalışıyorlardı. Ama Albay onları itti… İngiliz subayları teker teker kılıçlarını teslim ettiler, o da başıyla selamlayarak alıyor ve ellerini sıkıyordu. General Townshend'in kılıcını Halil Paşa özel olarak gelerek aldı ve kendisine iade etti.’’ Avustralyalı yazar Russel Braddon

29 Nisan 1916 tarihinde aşağıdaki metin Halil Paşa tarafından Altıncı Türk Ordusu'na günlük emir olarak yayınlanarak bu gün Kût Bayramı olarak ilan edildi.

29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri;

‘’Orduma                                                        

Arslanlar,

1. Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes (güneşli) semasında şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şadühandan (sevinçten, bahtiyarlıktan) pervaz ederken (uçarken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.

2. Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren  Cenab-ı Allah'a hamdü şükür eylerim. Allah'ın azametine bakınız ki,  bin beş yüz  senelik İngiliz Devleti'nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.

3. Ordum gerek Kût karşısında ve gerekse Kût’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kût’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.

 4. Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.

 5. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale'de, ikinci vakayı burada görüyoruz.

 6. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin (büyük, paramparça eden başarımızın) parlak bir başlangıcıdır.

7. Bugüne ‘’Kût Bayramı’’ namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta (ulvi hayatta), semevatta (göklerde) kızıl kanlarla pervaz ederken (uçarken), gazilerimiz de atideki (gelecekteki) zaferlerimize nigehbân (gözcü) olsunlar..

       Mirliva Halil

       Altıncı Ordu Komutanı’’

1’inci Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zaferden birisidir “Kût Zaferi”.

Halil Paşa, soyadını “Kût” olarak almıştır. Selman-ı Pak’ta bulunan subayların bazıları da o zaferin anısını hep yaşamak istediğinden “Selmanıpak” soyadını aldılar.

Kût-ül Ammâre savaşı İngilizlerin tarihlerinde verdikleri en büyük kayıptır. Tarihte bunun başka bir örneği yoktur. Kût-ül Ammâre zaferi, Birinci Dünya Savaşında imparatorluğun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci büyük zafer olmuş ve Dünya'da   geniş yankılar uyandırmıştır.

Enver Paşa, temel harp prensiplerinden olan ‘’başarıdan faydalanma’’ kuralını uygulayacağına, bu muzaffer ordu ile güneye Basra’ya kadar inip İngilizleri denize dökeceğine Kût Zaferi’ni kazanan Ordu’ya Almanların da telkiniyle “İran Seferi”ni hedef gösterdi. “Turan Seferi” de denilen bu sefer “hayalperest” bir sefer olmasına rağmen bu muzaffer Ordu, İran’a da girdi. Ancak burada İngiliz kuvvetlerini tutmaktan başka (Almanlar lehine) bir sonuç alamadı. Ancak Basra’daki İngiliz kuvvetleri ihmal edilmişti. İngilizler takviye kuvveti getirdikten sonra Bağdat istikametinde ilerlemeye başladılar.

Bu sefer muzaffer ordu ‘’Turan seferi’’ denilen hayalperest seferini bırakarak tekrar Irak’a döndü ise de İngilizler çoktan önemli mevzileri ele geçirmişlerdi. Sonuçta Kût-ül Ammâre kaybedildiği gibi Bağdat da kaybedildi. Mütarekeden sonra da Musul ve Kerkük kaybedildi. Dolayısıyla müthiş bir zafer ziyan edilmiş oldu…

Bu muhteşem zafer ziyan edilmeyip de bu muzaffer ordu Alman telkiniyle İran’a değil de Basra’ya yönlendirilseydi tarihin akışı daha farklı olurdu. 

Başkalarının telkinleriyle dış politika belirleyenlerin sonunu ‘’Tarih Baba’’ hep ‘’hüsran’’ olarak kaydetmiştir.

Kût-ül Ammâre zaferi için NATO’ya girişimizden sonra İngilizleri gücendirmemek için kutlamaktan vazgeçtiğimiz iddia edilir. Ancak 1945 yılına kadar da Kût Muharebesinin kutlandığına dair hiçbir belge, bilgi, haber, yazı ve kaynak yoktur. Sadece 1950 yılında romancı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir yazısı vardır. Hepsi o kadar.

Muhtemeldir ki bu unutuluşun arkasında bu muhteşem zaferin ziyan edilmiş olması yatar.

1920 yılında Bağdat’a 356 km uzaklıkta Kût-ül Ammâre’de bir şehitlik inşa edilmiştir. Burada yedi subay ve 43 er olmak üzere 50 şehidimizin mezarı bulunmaktadır.

Hani, Çiçero derdi ya zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Şehitleri yaşatan da yaşayanların bellekleridir.

Kût şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şâd olsun. ‘’Kût Bayramımız’’ kutlu olsun!              

Meraklı olan okuyucularıma aşağıda bu muharebenin kısa bir özetini sunuyorum.

Kısa bir özet dediğime bakmayın. Böyle derli toplu bir özeti başka yerde bulamazsınız. Kût-ül Ammâre zaferini anlamak için kaçırmayın derim. Buradaki bilgiler, Kût Zaferi'nin 100. yılı nedeniyle 2016 yılında Gazi Üniversitesinde düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda hazırladığım notlarımdan istifade edilerek derlenmiştir... 

Bu günü kimsecikler kutlamasa da ben kutlamasam olmaz! Çünkü Dedemin de (Babamın babası, Yusuf oğlu Hasan, 18'inci Kolordu, 51'inci Fırka, 7'inci Alay, 2'inci Tabur, 5'inci Bölük. Şehadet tarihi ve yeri: 08 Ekim 1916, Kût-ül Ammare) bir Kût muharebesi şehididir... Ruhu şâd olsun...

Osman AYDOĞAN

***

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğu ile İngilizler arasında 8 Aralık 1915 - 26 Nisan 1916 tarihleri arasında Irak’ta cereyan eden ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Kût-ül Ammâre Muharebesi

Birinci Dünya Savaşı Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma     

Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Bu yığınağın bir başka belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.

Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardır. .

Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.

20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.

Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)

Kısaca Osmanlı Birinci Dünya savaşına girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…

Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.

1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.

İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında;

-Abadan petrollerini korumak,

-Kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve

-Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi,  Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.

İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun savaş planı;

-Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak,

-Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve

-Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.

Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;

- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak -  harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,

- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.

Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler

İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.

İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.

Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)

Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Ammâre'yi işgal ettiler.

23-24 Nisan 1915 tarihinde Edirne’deki 4. Tüm. Komutanı Albay Nurettin Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı. Albay Nurettin 15 Mayıs 1915’te Bağdat’a gelerek göreve başladı.

İngilizlerin devam eden ileri harekâtında Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü'l- Ammâre, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915'te düştü.

Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.

Selman-ı Pak’a kadar Osmanlı kuvvetleri ile İngilizler arasında şu muharebeler cereyan etti:

- Seyhan Muharebesi (14-15 Kasım 1914 )

- Harabe ( Kût-ül Zeyn) Muharebesi (17 Kasım 1914)

 - Birinci ve İkinci Mezira muharebeleri (4-7 Aralık 1914)

- Birinci Rota Muharebesi ( 20 Ocak 1915 )

- Şuayibe Muharebesi ( 12 –14 Nisan 1915 )

- İkinci Rota Muharebesi ( 31 Mayıs 1915 )

- Nasırye ve Ümm ün Necim muharebeleri ( 13-24 Temmuz 1915)

- Birinci Kût-ül Ammâre Muharebesi ( 26 Eylül 1915 )

- Selman-ı Pak Muharebesi ( 22-24 Kasım 1915

Selman-ı Pak Muharebesi

İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden bu dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.

1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.

İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.

22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler

Kût-ül Ammâre Kuşatması

Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)

Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.

Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler)  ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.

Bu arada Aralık 1915 yılında Bağdat merkezli 6. Ordu kuruldu, Alman Goltz Paşa Ordu komutanı olarak atandı ve ‘’Irak ve Havalisi Komutanlığı’’ emrindeki birliklerle beraber ‘’Irak Cephesi Komutanlığı’’ adı altında 6. Ordu’ya bağlandı. 6. Ordu; 13 ve 18'inci kolordularla Musul Tümeninden teşkil edilmişti.

Nurettin Bey de Kût’u kuşatan kuvvetlerin Komutanı olarak görevlendirildi. Bu durumdan memnun olmayan Nurettin Bey Enver Paşa’ya uzun bir mektup yazarak memnuniyetsizliğini belirterek mektubunu şöyle bağladı: ‘’Bu üzüntü şahsi değil millidir.’’

Ayrıca Nurettin Bey elindeki tüm imkânları kullanarak derhâl Kût’a saldırarak sonuç almak istiyordu. Goltz Paşa ise takviyeler gelmeden bu taarruzların yapılmasına karşı çıkıyordu. Aralık ayında Nurettin Bey kendi inisiyatifi ile yaptığı üç saldırıda büyük kayıplar verdi. (Nutuk’ta da M. K. Atatürk bu gereksiz kayıplardan bahseder.)

Bu gelişmeler üzerine Nurettin Bey 10 Ocak 1916 tarihinde görevden alınarak Kafkas Cephesine 9. Kolordu Komutanlığına tayin edildi. Nurettin Bey’i’n yerine Enver Paşa’nın kendisinden iki yaş küçük amcası 52. Tümen Komutanı Halil Bey (Mirliva-Albay) atandı.

İngilizlerin kuşatmayı yarmak için gönderdikleri kuvvetlerle altı muharebe yapıldı. Bu muharebelerin ikisi hariç hepsini de İngilizler kaybetti. Bu taarruzlar 35 ve 52. Tümenlerin oluşturduğu dışa bakan savunma mevzileri sayesinde büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı.  (Sırasıyla: 7 Ocak: Şeyh Saad, 13 Ocak: Vadi, 21 Ocak: Hanna, 7-9 Mart: Düceyla, 5-8 Nisan: Hanna ve Fellahiyeh, 7-22 Nisan: Beyt Ayşe ve Sennaiyat)

Halil Bey, Nurettin Bey’in aksine Kût’u taarruzla değil, yiyeceği tükenen İngilizleri açlıkla teslim almayı düşünüyordu ve bu nedenle Arap ahalinin kasabadan ayrılmasını engelliyordu. Ayrıca toplarla sürekli taciz ateşi açıyordu.

İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı.

Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kût üzerine yaptığı intikal de sonuçsuz kaldı.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının dünya harp tarihinde ilk olarak uçaklarla yaptığı ikmal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandı. Uçaklar ya Türk uçaksavar ateşine maruz kaldılar, ya da malzemelerini Türk mevzilerine attılar. Bir kısım malzemeler de Dicle’nin balıklarına yem oldu.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının son ikmal denemesi Julnar isimli gemi ile yapmak istedikleri ikmal takviyesi oldu. 24 Nisan 1916 günü 270 ton yiyecek malzemesi ile Kût-ül Ammâre’ye hareket eden Julnar gemisi kıyılardan açılan makineli tüfek ve top atışları sayesinde kıyıya oturtularak 25 Nisan 1916 günü ele geçirildi.

Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce kimi kaynaklara gör bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.

Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.

Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.

Savaşın bu aşamasında da emsalsiz bir insanlık örneği sergileyerek aylardır açlık, susuzluk ve iklim şartlarından dolayı perişan haldeki İngiliz ve Hint askerlerine beş gün önce ele geçirdikleri Julnar’dan kalan erzaktan ikram ederek Türk askerinin büyüklüğünü göstermişlerdir.

İngiltere Kût-ül Ammâre’deki yenilginin sebebini soruşturmak üzere Mezopotamya Komisyonu oluşturmuş; burada askerî hatalar, coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan sorunlar ve sağlık problemleri tartışılmıştı. Buna rağmen hazırlanan raporda hezimette Osmanlı Ordusunun başarısının payı imâ dâhi edilmemiştir. Metinde Osmanlı Ordusunu öven, yenilgide onun gösterdiği çabanın da rol oynadığına işaret eden dolaylı ifadeler dâhi yoktur. Bu da İngilizlerin uğradıkları hezimete karşılık Osmanlı Ordusuna yukarıdan bakmayı sürdürdüklerini göstermektedir.

Kût-ül Ammâre Sonrası

Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13.Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.

Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.

İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.  

Ancak şu da bir gerçektir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanan ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasî manifestosu olan Misak-ı Millî’ye Anadolu’da Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas kongreleri ve Çanakkale zaferi kadar Kût-ül Ammâre zaferi de cesaret vermiştir.

Osman AYDOĞAN





İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.  

28 Nisan 2019

‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ şiirini biliriz de genellikle bu şiirin şairi Muhyiddin Abdal'ı pek tanımayız. Muhyiddin Abdal 16. yüzyıl kaynaklarında ismi geçen tasavvuf edebiyatının önemli şairlerindendir. Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilir.

Edirne ile Kırklareli arasında yer alan ve eski adı Çöke olan Hacıdanişment köyünde yaşamış olduğu bilinir. Muhyiddin Abdal ‘’Seyrannâme’’ isimli şiirinde, şiire Çöke'den başlar ve pek çok yeri gezdikten sonra tekrar Çöke'ye döner. Bütün yaşamı boyunca belde belde dolaştığı ve 1529 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Günümüzde "Muhyiddin Baba Türbesi" olduğu söylenen yer ise Edirne'nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacıdanişment ile Vaysal köyleri arasında bulunan "Muhittin Baba Tepesi"ndedir…

Muhyiddin Abdal  şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Fazlullah, Hacı Bektaş Velî, Otman (Utman) Baba, Şahkulu, Kumral Baba ve Akyazılı gibi Kalenderîlerin ve Bektaşîlerin ulu saydıkları kimselerden bahseder. Hece vezni ile Hurufi anlayışta yazdığı şiirlerini küçük bir divanda toplamıştır. Çukurova Üniversitesinde Bayram Durbilmez tarafından 1998 yılında “Muhyiddin Abdal Divânı’’ adlı bir doktora tezi yapılmıştır. Muhyiddin Abdal'ın bütün şiirleri bu tezde bulunmaktadır. 

Muhyiddin Abdal Divânı'nda bulunan ‘’İnsan insan’’ isimli şiiri Fazıl Say tarafından bestelenerek Güvenç Dağüstün, Cem Adrian, Selva Erdener ve Burcu Uyar tarafından seslendirilir. Bu eserin bağlantısını ve şiirin tamamını aşağıda veriyorum… Arkasından da meraklıları için şairin ‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ ve ''Seyrannâme'' isimli şiirlerini veriyorum...

Bu günler bahar günleri... Zaman gamı kederi, kasveti bırakıp bu şaheseri dinleme ve şiir üzerinde düşünme zamanı: İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim. Can can deyu söylerlerdi, ben can nedir şimdi bildim… Kendüzünde buldu bulan, bulmadı taşrada kalan, mü’minin kalbinde olan iman nedir şimdi bildim...

İnsan nedir, can nedir, iman nedir, güman nedir, eren nedir, erkân nedir, mihman nedir, mümin nedir, münkir nedir, ayan nedir, pinhan nedir, nişan nedir, her ne kadar sözlük anlamını şiirinin sonunda verdimse de gerçek anlamlarını ben bu yaşa geldim ama ben hala bilmedim... 

Osman AYDOĞAN

Fazıl Say, ''İnsan İnsan''
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0

Müzik için bir not: Şarkının sonunda yer alan ve şiddeti gittikçe artan uğultu İstanbul Gezi Parkı olayları esnasında canlı kaydedilen seslerdir.

İnsan insan 

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim

Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim

Takvâ ehlinin sattığı
Mü’minlerin ok attığı
Münkirlerin şekk ettiği
Güman nedir şimdi bildim

Bir kılı kırk yardıkları
Birin köprü kurdukları
Erenler gösterdikleri
Erkân nedir şimdi bildim

Sıfât ile zât olmuşum
Kadr ile berât olmuşum
Hak ile vuslat olmuşum
Mihman nedir şimdi bildim

Muhyeddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hâzır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim

Küçük bir sözlük:

Münkir: İnkâr eden.
Şekk: Şüphe, zan.
Güman: İnanç.
Mihman: Konuk, misafir.
Ayan: Gözle görülen, açık, belli.
Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş, mahfi.
Kendüz: Kendi özü, nefs, can, ruh.

Muhyiddin Abdal’ın şiirinde geçen "Müminin kalbinde olan / İman nedir şimdi bildim" kısmı Fazıl Say’ın bestelediği eserinde "Canların kalbinde olan / İnanç nedir şimdi bildim" olarak değiştirilmiş…Ve Fazıl Say şarkısında şiirin 1., 2. ve 6. kıtalarını kullanmış.

Bundan sonrası meraklıları için:

Zahid bizi ta’n eyleme

Zahid bizi ta'n eyleme 
Hak ismin okur dilimiz 
Sakın efsane söyleme 
Hazret' e varır yolumuz 

Sayılmayız parmağ ile 
Tükenmeyiz kırmağ ile 
Taşramızdan sormağ ile 
Kimse bilmez ahvalimiz 

Erenler yolun güderiz 
Çekilip hakk'a gideriz 
Gaza-ı ekber ederiz 
İmam Ali'dir ulumuz 

Erenlerin çoktur yolu 
Cümlesine dedik beli 
Gören bizi sanır deli 
Usludan yeğdir delimiz 

Tevhid eden deli olmaz 
Allah diyen mahrum kalmaz 
Her seher açılır solmaz 
Bahara erer gülümüz 

Muhyî sana ola himmet 
Aşık isen cana minnet 
Elif Allah mim Muhammed 
Kisvemizdir dalımız

Seyrannâme

Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm

Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm

Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm

Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm

Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm

Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm

Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm

Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm

Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm

Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm

İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm

Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm

Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm

Muhyiddin Abdal




O’nu sevenleri sevenlerden biri   

27 Nisan 2019

Allah dostlarını anlattığım yazı serime devam ediyorum... Ancak yazılarımda mutad olduğu üzere tarihten ve edebiyattan, şiirden bahsetmesem, yazılarımı tarihle, edebiyatla, şiirle süslemesem, yazılarıma onlarla giriş yapmasam olmaz!... Öyleyse önce bir İngiliz şair ve onun bir şiiri:

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını metnin sonuna ekledim.)  Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) ( 1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Ethem) isimli kendi şiirinden alınmıştır. Bu şiirin hem orijinal İngilizce'sini hem de Türkçe'sini veriyorum:

Abou Ben Adhem                                                       İbrâhim bin Ethem

Abou Ben Adhem (may his tribe increase!)                  Ebû bin Ethem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace,            O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room,                   Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,           
An angel writing in a book of gold:                                Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.          
Exceeding peace had made Ben Adhem bold,            Bu huzur Ebû bin Ethem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,           
"What writest thou?" The vision raised its head,           Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord,                    Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord."   Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so,"               “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low,                    Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye! 
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,    
Write me as one that loves his fellow men." 
The angel wrote, and vanished. The next night           Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light,                   Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest.                 Bakın şuna ki! Bin Ethem öncülük etmekteydi hepsine.

Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Ethem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Ethem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Babasının yerine sultan olduktan sonra oğlu İbrâhim tahtından, padişahlıktan vazgeçti. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi. Aslında İbrâhim bin Ethem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye -paraya- çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Ethem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor.

Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek ise Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı şu şekilde cereyan eder: İbrâhim bin Ethem buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. ''Burada ne yapacaksın?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım'' diye buyurdu. ''Peki beni de yazacak mısınız?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Sen, o dostlardan birisi değilsin ki'' diye buyurdu. ''İyi ama ben o dostların dostuyum'' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve ''Şimdi 'ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.

İbrahim bin Ethem'in hikâyesi Türk tasavvuf dünyasını da derinden etkiler... Adına şiirler, menkibeler yazılır...

Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Ethem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.

Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre; 

‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’

diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Ethem’i şu şekilde yâd eder:

‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Ethem yatur.‘’

Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:

İbrâhim bin Ethem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Ethem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Ethem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Ethem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Ethem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.

İbrâhim bin Ethem’ın sultanlığını bırakması şu şekilde gelişir:

Belh Sultanı Ethem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Ethem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?” 
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki? 
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel 
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan? 

Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar? Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar:
- Hey! Kim var orada?

- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda? 
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana? 
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar. 

İşte bu iki olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Ethem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer.

Yolda bir taş görür İbrâhim bin Ethem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...

Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.

Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Ethem’i, İbrâhim bin Ethem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında! 

Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi:
- Şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?

- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki? 
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Ethem misin be adam” diyesim geliyor sana...

İbrâhim bin Ethem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Ethem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Ethem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.

Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Ethem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.

İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Ethem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."

İbrâhim bin Ethem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...

İbrâhim bin Ethem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Ethem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim (saygı) için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Ethem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir.

İslâm'ın asıl hastalığını, açmazını, çıkmazını ve günümüzdeki Müslümanların halini İbrâhim bin Ethem tee o zamanlar görmüştü:

‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz; 
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’

İbrâhim bin Ethem'i anlatan Türkçe yayınlanmış çok sayıda kaynak yoktur. İbrâhim bin Ethem'i Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Ethem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Ethem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de nefis üslubu ile Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Ethem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Ethem'i anlatmıştır.

İbrâhim bin Ethem, soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...

İbrâhim bin Ethem’in mezarı Suriye’de Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabada bulunmaktadır. 

Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

Osman AYDOĞAN

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta üstünde bir defne dalı kabartması ve “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri) yazısı olan İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:




Habib Baba

26 Nisan 2019

Bir süredir adsız şansız Allah dostlarını anlattığım yazı serimde bugün de bu adsız şansız Allah dostlarından birisi olan Habip Baba'yı anlatacağım... Ama önce her zaman olduğu gibi birazcık yerel tarih bilgisi...

Erzurum ilinin Kasımpaşa Mahallesi’nde, Taş Mağazalar Caddesi'nin sonuna doğru, Gürcükapı'ya giderken yolun sağ tarafında yer alan gayet mütevazi bir türbe vardır... Erzurum'daki askerî komutanlardan Müşir Hacı Kâmil Paşa bu türbeyi 1844 yılında kim olduğu hakkında yeterli bilgi bulunmayan Timurtaş Baba adına yeniden yaptırır.

Hacı Kâmil Paşa, Timurtaş Baba Türbesi'ni yeniden yaptırırken, kitabelerini de yazdırır. Bunlardan bir tanesi de Yavuz Sultan Selim'e ait şu kitabedir:

‘’Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."

(Cihan padişahı olmak çabası bir boş kavga imiş. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.)

Önceleri Timurtaş Baba olarak isimlendirilen bu türbe,1847 yılında vefat eden Habib Baba'nın da türbeye defnedilmesiyle Habib Baba Türbesi adını alır. Türbenin ayak taşında ise Ankaralı Ali Namık Efendi tarafından Habib Baba için yazılmış bulunan: "Yediler eşkimle tahrir etti tarihin; Habib Baba yürüdü geçti zâr-i kulb-i lâhute" kitabesi bulunur. 

Bu türbede bulunan kitabelerden bir diğeri de yine Habib Baba'nın özelliklerini anlatan 12 satır halinde yazılmış Farsça bir kitabedir.  Abdulbaki Gölpınarlı'nın Osmanlıcadan tercüme ettiği kitabede şu ifadeler yer alır: "Marifet cihanı, tarikat piri, olgun mürşid, birlik sırrının da emini; Hazret-i Mevla'nın sırrını bilen; birlik ashabının başı, birlik ashabı halkasının başında oturan zat… Yaşadığı müddetçe bir geceyi bile, ona ibadetle meşgul olmadan geçirmedi. Bir adım attıysa, mutlaka ibadete attı, bir söz söylediyse mutlaka hakkı andı. Bu yokluk yurdundan usanıp da cennete yönelince Rıdvan'dan: ‘Merhaba, yücel’ diye bir ses geldi. Gayb âleminden biri geldi de tarihini okudu: Habib Baba tesbih ederek cennetler gül bahçesine geçip gitti.’’

İşte bahsedilen Habib Baba 19. yüzyıl mutasavvıflarındandır. Kadiri şeyhlerinden olan Habib Baba, Buhara Müftüsünün oğludur.  Prof. Dr. İbrahim Hakkı Konyalı Habib  Baba'nın pederi ile birlikte Hindistan'dan Bitlis'e geldiğini ve daha sonra Erzurum’a geçtiğini anlatır.

Habip Baba hakkında Erzurum ile ilgili şu hikâye anlatılır.

Habib Baba zamanında Erzurum da vazife yapan Devleti Âliye’nin memurları vazife yapmaya geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı gördükleri halde daha sonraları vazifeleri bitip gittiklerinde gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Habib Baba’ya anlatılır ve nedeni sorulur.

Habip Baba müridini çağırır ve derki: “Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle içeri ilk giren kim olursa olsun al getir.” Mürit aynen Hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeye başlar. (O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) İlk giren tüyleri dökülmüş affedersiniz uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur emri öyle almıştır alır ve götürür.

Hocasına sıkıla sıkıla durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde “evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41. günü aldığın yere sal gitsin ve olup biteni gel bana anlat” diye tembih eder.

Mürid aynen Hocasının dediği gibi yapar köpeği besler köpek tanınmaz haldedir besili olmuştur. 41. gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır köpek. O uyuz hayvan küheylan gibi olmuştur elli metre gider ve döner geri gelir üç beş kere havlar tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.

Durum Habib Baba’ya aynen anlatılır. Habib Baba aynen söyle der: “Ahhhh... Evladım ah... Bu şehir hoş bir şehirdir ama ekmeğinin tuzu yoktur.” (*)

Memleketim Kayseri Yeşilhisar. Orada şöyle bir deyim vardır: ‘’Elimin tuzu yoktur.’’ Rahmetli anacığım da çok söylerdi; ‘’evladım, benim elimin tuzu yoktur’’ diye… Ben o zamanlar çocuktum, anlamazdın ne demek istediğini anacığımın... Zaman geçti, yaşadım, gün gördüm, sonunda anladım anacığımın ne demek istediğini... Deyim nereden geliyor, anlamı ne, anlıyorsunuz değil mi?

Bir de zamanları uymasa da 4. Murat ile olduğu rivayet edilen bir hikâyesi vardır Habib Baba’nın… Muhtemeldir ki 4. Murat yakıştırmadır. 4. Murat yerine Sultan II. Mahmut veya Sultan Abdülmecit olsa gerek! Veya tamamıyla halkın yakıştırdığı bir söylentidir... Veya bu Habib Baba başka bir Habib Babadır..

Habib Baba 4. Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden. Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş.

Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. ''Kimseyi almamam için emir verdiler'' der hamamcı. Yıkanmadan ibadet edemeyeceğini bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya. ‘’Ne olursun’’ der, ‘’kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.’’ Binbir dil döker.

Hamamcı ehl-i insaftır… Dayanamaz… Kabul eder… Hamamın en sonundaki odayı göstererek ‘‘Baba şu odada hızla yıkanıp çık, para da istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.’’ Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar…

Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onun da görünümü fakirdir… Ama sadece görünümü…  İkinci müşteri kılık değiştirmiş 4. Murad’dır. O gün vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir. ‘‘Hele bir bakalım’’ demiştir, ‘’bizim vezirler, hamamda benden uzakta kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?’’ Ve bu merak Padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.

Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır… Hamamcı ‘’vezirler’’ der almak istemez… Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir… Habib Baba’nın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: ‘‘Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştamalı beline gir yanına… Beraber sessizce yıkanın ve bir an evvel çıkın…’’ Ve ekler: ‘‘Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.’’

Sonra 4. Murad da Habib Baba’nın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır…

Habib Baba’nın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona… Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir…

Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib Baba yumuşak bir sesle konuşur: ‘‘Evladım’’ der, ‘‘sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim.’’

Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar… Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir. Memnuniyetle Habib Baba’nın önünde diz çökerken: ‘‘Buyur baba’’ der, ‘’ellerin dert görmesin.’’

Bu arada içerideki âlemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4. Murad’ın sırtını bir güzel keseler… Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez... Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir. ‘’‘Baba’’ der, ‘’gel ben de senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.’’

Habib Baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; ‘’olur evlad’’ deyip, Sultan'ın önünde diz çöker.

Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib Baba’yı yoklar, ağzını arar… ‘‘Baba’’ der, ‘’görüyor musun şu dünyayı… Sultan Murad’a vezir olmak varmış… Bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi…’’

Habib Baba Sultan Murad’ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler… Sultan Murad’ın Habib Baba’dan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:

‘’Ah be evladım’’ der, Habib Baba, ‘‘Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl âlemlerin Sultanı'na kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad’a keselettirir…’’

Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar. 

İşte Habib Baba da o adsız şansız Allah dostlarından birisidir. 

Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun...

Osman AYDOĞAN

(*) İyiliğe karşı nankörlük yapıldığı veya iyiliğin itibar görmediği durumlarda Anadolu’da söylenen veciz bir sözdür ‘’ekmeğimin / elimin tuzu yok”.




Nalıncı Memi Dede

25 Nisan 2019

Geçen hafta İstanbul'daki küçük tarihi mekânları ve bu mekânı yaptıran, bu mekânda yaşayan adsız şansız Allah dostlarından bahsetmiştim...  Araya bayram girdi, bir başka yazı girdi derken bu seri yazılarıma ara verdim. Bu gün yine adsız şansız bir başka Allah dostundan daha bahsedeceğim. 

Bugün bu adsız şansız Allah dostlarından olan Nalıncı Memi Dede'yi anlatacağım. Evliya Çelebi Seyahatname'sinde Nalıncı Memi Dede’den şöyle söz eder:

''Nalıncı Memi Dede, Bergamalı‘dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkânda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkân, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkâna girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir.

O tarihte (Nalıncı Memi Dede'nin vefatından çok sonra) Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı Dede’nin dükkânı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Hüseyin (Nalıncı Memi Dede'nin torunu) dükkânda çalışmaktaydı. 'Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!' dediklerinde: 'Burası, benim dedemin dükkanıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam' diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkân yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkan sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi‘yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkânı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz.

Anlatılır ki: Memi Dede, öldüğü gece Sultan III. Murad‘ın rüyasına girer ve şöyle seslenir: ‘Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.'

Memi Dede, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır.'' (Evliya Çelebi – Seyahatname’sinden)

Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede ve Sultan III. Murad‘ın rüyasının ol hikâyesi şu şekildedir:

Sultan III. Murad Han yukarıda bahsedilen rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:

“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
Sultan Murat Han: “Akşam garip bir rüya gördüm.” 
Vezir: “Hayırdır inşaallah efendim!?”
Sultan Murad Han: “Hayır mı, şerr mi öğreneceğiz inşaallah!. ”
Vezir: “Nasıl yani?” diye sorar.
Padişah vezire: “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”

Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola.  Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir.  Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur.  Etrafına dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar: “Kimdir bu yerde yatan?”

Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”
Padişah: “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”
Ahaliden biri atılır: “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”
Bir başkası ayrıntıya girer: “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının hasını yapardı.  Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine…  Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”
Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır: “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”

Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına… Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser: “Dur vezir nereye?” der.

Vezir Siyavuş Paşa: “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”
Padişah: “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.
Veziri: “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.
Padişah vezirine itiraz eder: “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…”
“Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..
Padişah: “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.
Vezir şaşkınlık içinde: “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.
Padişah: “Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.

Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır: “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan…” Padişah vezirin sözünü keser ve: “Merak etme, ben hallederim hepsini…” der.

Vezir bakar ki Padişah kararlı: “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah: “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.

Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine… Ve gelirler camiye…  Vezir sağa sola koşturur.  Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa…  Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar, ki nâş ayan beyan güzelleşir sanki.  Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez.  Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .

Böylece meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine… Vezir sorar: “Sultanım, nereye defnedeceğiz?” Padişah: “Evinin bahçesine… Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der…

Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.

Neden sonra Padişaha: “Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.
Padişah: “Helal olsun... Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar…
Yaşlı kadın: “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”

Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına: “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.

Yaşlı kadın tabii dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar: “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm… Akşamlara kadar nalın yapardı.  Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”
“Niye?” diye sorar Padişah…
Yaşlı kadın: “Müslümanlar içmesin diye. . . ”
Padişah şaşkınlık içinde: “Hayret!!..” der.
Yaşlı kadın devam eder: “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”
Padişah merakla: “Ne gibi?” diye sorar.
Yaşlı kadın: “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi.  ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek...' deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım.”
Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır. “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” diye söylenir.
Yaşlı kadın: “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun…  Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescidlere giderdi.  ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı, ki tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi…”

Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:

“Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen ortada kalacak’ demiştim… O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti. Ben de ona; İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün dedim.”

Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar: “Peki o ne dedi?”

Yaşlı kadın: “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?’…”

Öyle adsız şansız Allah dostu kullar vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar. 

İşte Nalıncı Baba o adsız şansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Memi Efendi’dir. Bergama' lıdır.1592 yılında vefat eder. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görür. Ve mübareği evine defneder. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurur. Dahası bir tekke ile yaşatır adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Camii karşısındadır. Sultan Murad da üç sene sonra rahmet-i Rahman’a kavuşur. 

Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede’nin ol hikâyesi işte böyledir.. 

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN




Kaht-ı Rical

24 Nisan 2019

‘’Kaht’’, ‘’kıtlık, yokluk, kuraklık, vb.’’ anlamlarında kullanılan Arapça bir kelimedir. ‘’Rical’’ ise Arapça ‘’recûl’’ kelimesinin çoğuludur,  ‘’recûl’’  ise yetişmiş, eğitimli insan anlamımdadır. ‘’Kaht-ı rical’’; yetişmiş, eğitimli insan kıtlığı anlamındadır. Ancak bu deyim genellikle devlet yönetiminde kullanılır ve anlamı devlet yönetiminde liyakat isteyen alanlarda, kültür, bilgi ve birikimiyle yetişmiş, kalifiye insanın bulunamaması durumunu anlatır… Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatta bu iki kelime bir arada devlet yönetiminde "muteber adam kıtlığı" anlamında verilmektedir. ..

Kaht-ı rical deyimi Osmanlı’dan günümüze aktarılan bir deyimdir. Bu deyim Osmanlı’da 19. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlıda kaht-ı rical sıkıntısı çok daha eskiye 18. yüzyıla dayanır… Ancak bu dönemde kaht-ı rical sıkıntısı anlatılırken bu kelimeden bahsedilmez. 

Osmanlı Devleti'nin Avrupalı devletler ile savaş içinde olduğu zor bir dönemde 16 yıl 3 ay padişahlık yapan ve padişahlığının son döneminde ağır yenilgiler almış olan III. Mustafa (1717 – 1774) şehzadeliği boyunca iyi bir öğrenim görerek yüksek din ilimleri, edebiyat, tarih, coğrafya ve askerî bilimleri konusunda dönemin büyük âlimlerinden ders alır. ‘’Cihangir’’ mahlasıyla şiirler yazar. İşte bu şiirlerinden birinde kaht-ı ricalden şöyle şikâyet eder:

‘’Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele 
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’’

(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor;
 Alçak felek devleti aşağılık adamlara teslim etti. 
Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor
İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.)

III. Mustafa'nın oğlu ve yenilikçi padişah olarak adlandırılan III. Selim (1761 -  1808) şehzadeliği boyunca iyi bir öğrenim alır,  müzik ve şiirle ilgilenir, yüksek din ve fen ilimleri, Arapça ve Farsça öğrenir. Bu nedenle sanatçı kişiliğe sahip olan III. Selim yaşamı boyunca müzik ve şiir ile ilgilenir, "İlhami" mahlasıyla şiirler yazar. İşte bu şiirlerinden birinde III. Selim de daha veliaht iken devletin bozulan düzeninden, (kaht-ı rical meselesinden) duyduğu üzüntüyü şöyle dile getirir:

‘'Sakın aldanma gönül âleme yok zerre vefâ
Devletin tab'ı bozuk ver ana yâ Rabbi şifâ
Zevk eyyâmı değil şimdi harâm oldu safâ
Edelim Hakka recâ şimdi harâb oldu cihân’’

(Günümüz Türkçesine aktarılamayacak kadar açık ve net söylemiş III. Selim)

Araştırmacı, yazar Şaban Çibir’in ‘’Sultan 1. Abdulmecid - Su Uyur Düşman Uyumaz - Ah Vatanım’’ (Parola Yayınları, 2016) isimli kitabında II.Abdülhamid'in kaht-ı rical sıkıntısından bahsettiğini yazar:

‘’II. Abdülhamid'in kızı, babasının hatıratını ihtiva eden kitabında babasının; ‘Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kaht-ı rical meselesidir’ dediğini nakleder. Ki; o koca Sultan, sadrazam tayin etmek istemiş, fakat devlet adamı sıfatını taşıyan bir kimseyi bulamamanın sıkıntısı ile ‘ah kaht-ı rical!’ diye inlemiş.  (…)

Kaht-ı rical sorunu II. Abdülhamid'den evvel başlamıştı. Osmanlı son iki asrında hep bu sorunla karşı karşıya kaldı. O kadar ki, tarih sahnesinden silinmelerinin başta gelen sebeplerinden biri budur dense yanlış olmaz. Her şeyin parayla ölçüldüğü; makam ve rütbelerin insani değerlerin önüne geçtiği; liyakatin değil isimlerin, dostlukların ve adam kayırmanın; gurur, kibir, ihtiras, benlik, çekememezlik, bencillik duygularının öne çıktığı bir toplumun çökmesinde nasıl bir gariplik aranabilir ki?

Fenerle adam arayan filozof yani Diyojen'in ‘Gerçek adamı’ aramak için gündüz fener yaktığını herkes bilir. Fenerle ne aradığını soranlara, onların dikkatini çekmiş olmanın hazzıyla; ‘Adam arıyorum, adam!’ dermiş. Yani demek ister ki; ‘Sureta adam çok,(yani, şeklen insana benzeyen çok) Fakat sirette adam yok. (yani, ahlaki ve manevi açıdan gerçek insan yok…)’ "

Prof. Vahdettin Engin, “II. Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yayınları, 2005) adlı eserinde de Abdülhamid’in kaht-ı rical eksikliğini anlattığı bir bölüm var… Kitabın bu bölümünde Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamit’ten talep ettiğini yazıyor. Abdülhamid’in bu talep üzerine verdiği cevap kitapta şu şekilde verilir: “Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim.’’

Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapan, 16 dil bilen bilimı adamıdı Ahmet Vefik Paşa da Osmanlının yaşadığı kaht-ı rical sorununu daha farkılı dile getirir…

Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ (Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000) isimli bir kitabı var. Ahmet Vefik paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları ararı;  Muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır). Hatta der ki kitabında Ahmet Vefik Paşa; '’siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘m’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’

Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’m’'li özellikleri saydıktan sonra ekler; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak da yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir’.'’

Ülkemizde yaşanan son olaylar göstermiştir ki vatandaş bu evsafa sahip siyasilere, siyasiler de bu evsafa sahip yöneticilere görev vermemiştir. Bakınız nâzırlara, meselâ Dâhiliye Nâzırı’na!... Bakınız teşkilat reislerine, meselâ Teşkilât-ı Mahsusa Reisi’ne, Diyanet Reisi'ne! Bakınız medreselere, meselâ medreselerdeki müderrislere! Bakınız ceridelere, meselâ bu ceridelerdeki muharrirlere! Bakınız renkli ekranlara, meselâ bu renkli ekranlarda her daim boy gösteren, kürsülerde arz-ı endâm eden müverrihlere, müderrislere, vükelaya! Bu evsafta mı dırlar?

Günümüz ülkemizde, ‘’yetişmemiş adam yoktur’’ demek Osmanlının aksine haksızlık olur. Dünya çapında yetişmiş insanlarımız vardır. Sorun bu insanların devlet katında görev almamış olmalarıdır. Bunun nedenini de en iyi Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis anlatır. Bernard Leweis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, 2007) isimli kitabında bu hususu şöyle anlatır:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”

İşte böylesine bir kemikleşmenin sonucu olarak bugün bir nasıl zalimce cezalandırıldığımızı da Fransız düşünürü Alain Badiou bize anlatır: ‘’Siyaset üzerine düşünmek zorundayız. Eğer bunu yapmazsak bir gün zalimce cezalandırılırız.’’

Böylesine zalimce cezalandırılmanın sonucu ne olur derseniz ben cevap olarak yine çok sevdiğim eskilere gideyim.. Ne varsa işte orada eskilerde var… Sorular da orada, cevaplar da oradaır:

Türk edebiyatının hiciv ustasıdır Şair Eşref, vaktiyle siyasetçilerle bürokratlara kızar ve şöyle bir mısra yazar: :

‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Taşlama şairi Neyzen Tevfik de onun mısrasına bir “nazire” olarak, şöyle bir beyit oluşturur:

‘’Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete,
Birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’

Yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa da nazire olarak, Şair Eşref’e yazdığı şu beyitle cevap verir:

‘’Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür,
Döndürür ama, mili kırar çarka s_çar harabeye döndürür.’’

Bir Çin atasözü derdi zaten; ''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.'' Asiyab-ı devlet neden mi harabeye döndü sanıyorsunuz, Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz…

Güneş battıkça o gölge uzar, güneş battıkça o gölge uzar, uzar, uzar sonra güneş ufka indiğinde gölge en uzun halini alır ve gölge o an bir saniye içinde yok olur gider!... Ama bu durumu gölgeleri uzayan o kısa boylu adamlar idrak edemezler!

Hani demişti ya II. Abdülhamid: ‘‘Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kaht-ı rical meselesidir.’’ Hani inlemişti ya II. Abdülhamit: ‘’Ah kaht-ı rical!’ diye…  Aradan yüzyıl geçer... Hep beraber inlersiniz yine  ‘’Ah kaht-ı rical ahhh!’’ diye... Ve içinizden Sultan III. Mustafa'nın dizelerini terennüm eylemek geçer:

‘’Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele 
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’’

Osman AYDOĞAN




23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

23 Nisan 2019

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler… Bu nedenle bugünü, 23 Nisan’ı, Cumhuriyeti anlayabilmek için her zaman olduğu gibi geriye giderek anlatmak istiyorum...

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. Fransız devriminden hemen sonra ard arda Avrupa’da “ulus devlet”ler kurulur…

Fransa’da Frank, Breton, Korsa, Galya kabileleri tek bir çatı altında birleşerek feodal kimliklerinden sıyrılıp Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. Almanya’da ise Hesse, Schawabe, Bayern, Sakson, Fallen, Pfalz gibi Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek paylaştığı topraklarda hepsini kucaklayan bir ulus doğar: Deutsch (Alman) Ve bir ulus devlet kurulur: Deutschland (Almanya)... Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ulus devlet olarak Batı ve Kuzey Avrupa devletleri ‘’devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''kapitalizm''e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilir...

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur… Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir…

Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman almış, daha sonra olmuştur. 

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...

Bu büyük çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir..

Yusuf Akçura bu makalesinde  Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak Osmancılık, Pan İslamizm ve Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının Türkçülük olduğu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise, ırka dayalı bir sistem içinde siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de demokrasidir. Demokrasi olmasa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

İşte bu nedenle Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin iki temel özelliği vardır. Bunlardan birinci özelliği dışa karşı ''tam bağımsızlık'', diğer özelliği ise ''parlamenter demokrasi''dir… Bu ikisi olmazsa Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet olmaz, başka bir cumhuriyet olur, adı cumhuriyet ama başka bir rejim olur...

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger  (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih, bir yönelimdi. 

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devlet, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evrilirler. Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur.

- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır.

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri (‘’milletten devlete’’ -from nation to state-.evrilme) hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…

1920’de o muazzam adımı atanları alkışlamak ve o günü artan bir coşku ile bayram olarak kutlamak boynumuzun borcudur. Bu bayramın adı ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı''dır... 

Bu anlamlı bayram kutlu olsun!

***
‘’Küçük hanımlar, küçük beyler! 
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! 
Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. 
Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. 
Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!’’

(Atatürk 1922’de Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara böyle seslenir.)

Osman AYDOĞAN




Bursa Ulu Camii

21 Nisan 2019

Önceki yazılarımda İstanbul’da bulunan küçük, kenarda köşede kalmış camii ve kutsal mekânları tanıtmıştım. Bu sefer de herkeslerin bildiği bir camiiyi, Bursa Ulu Camii’sini tanıtacağım… Ancak benim bu tanıtımım Ulu Camii’nin farklı bir özelliği ile olacak… Ancak benim Ulu Camii’nin bu özelliğini anlatabilmem için kısa (!) bir giriş yaparak Arapça’daki ‘’vav’’ harfini anlatmam gerekiyor…Şİmdi diyeceksiniz ki Bursa Ulu Camii ile Arapça'daki ''vav'' harfinin ne ilişkisi var? Ama demeyin, sabredin...

Arapça ''vav'' harfi...

Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu anlamdaki ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ denir: ‘’Vav-ı atıfa’’.

Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. ''Vav-ı kasem'': Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir… ‘’Vav-ı kasem’’, yani ‘’yemin vav’’ı, arkasından dikkatlerimizin çekilmek istendiği önemli bir şeyin geliyor olacağını haber eder... Kur’anı- Kerim’de çoğu vakitler üzerine -kuşluk vaktine, fecre, geceye, gündüze (vel-fecr, ve’d-duha, ve’n-nehâr, ve’l-asr, ve’l-leyl…) ve bunların alametleri sayılan güneşle aya yemin edilir. Asr sûresinde, mutlak mânâda zamana yemin edilerek, akıp giden vakti dikkatle değerlendirmesi konusunda insanoğlu uyarılır.

’’Vav-ı kasem’’ için bir örnek ‘’Duhâ’’ sûresidir. Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye de anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir.  Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...

Hatta bu konuda bir de fıkra bile var…

Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş gözetmen) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, ‘’vav-ı atıfa’’ (bağlaç) mı yoksa ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) mı?''

Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” (bağlaç) demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''

Mümeyyizler şaşkın. Çünkü cevap yanlış. Biri dayanamayıp “yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O '’ved duha’’da 'vav' yoktur' diyordu...''

Bu fıkrada sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır ama neyse biz mevzuyu dağıtmadan dönelim konumuza…

'’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir. Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılıyordu. Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösteriliyordu.

‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Hatta halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir. 

Ancak Arapça'daki ‘’vav’’ ile bilgi bu kadar değildir. Arapça'da ve Divan edebiyatında ''vav'' harfinin daha derin dînî, felsefi ve sanatsal anlamı vardır. Hazır ''vav'' harfiyle yola çıkmışken, Bursa Ulu Camii'ye de gelmeden bunlara da kısaca değinmek istiyorum...

Divan edebiyatında ''vav'' harfi...

Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.

Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’, ''yokluk'' demektir. Dudak tasavvufta ''yokluk'' anlamındadır. 

Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği söylenir…

''Vav'' harfinin dînî anlamı...

‘’Vav’’ harfi, Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sadece sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir.  Lafz-ı ilahi (Allah’ın sözü) elifle başlar. Elif cümle kâinatın anahtarıdır, ‘’vav’’ ise kâinatın ta kendisidir.

Hat sanatında ''vav'' harfi...

‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir. 

Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir. 

Hat sanatında ‘’vav’’ harfinin önemini vurgulamak için şu meşhur hikâye hep anlatılır: 

Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; 

- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir 'vav' yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. 

Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz; 

- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. 

Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı; 

- “Hafız Efendi para istemez, sen bir 'vav' yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; 

- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.

Yazımın başlığı ‘’Ulu Camii’’ ancak şimdiye kadar hep ‘’vav’’ harfinden bahsettim. Şimdi bu noktaya kadar hep ‘’vav’’ harfinin Ulu Camii ile olan ilgisini merak ettiniz. Şimdi sıra ona geldi... Ancak birazcık daha sabır...

Bursa Ulu Camii...

Ulu Camii, Osmanlı Devleti'nin dördüncü padişahı Yıldırım Bayezid Han tarafından 1396 yılında Niğbolu Savaşı'nı kazanmasından sonra mimar Ali Neccar'a yaptırılır. Camii  1399 yılında ibadete açılır. Ulu Camii, sadece Türkiye’nin değil, İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olarak bilinir.

İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Camii’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır. 

Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.

Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Camii; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır.

Camii içindeki bu levhalarda; Fatiha, İhlâs ve Nas sureleri başta olmak üzere, üç adet sûre, üç ayrı tarzda Ayet'el-Kürsi, 47 farklı ayet, 14 hadis-i şerif, Esma'ül-Hüsnâ'daki isimler, Allah (CC), Muhammed (SAS) ve İslam büyüklerinin isimleri, 25'ten fazla dua ve tespih sözü ile birkaç beyit ve iki şiir bulunmaktadır.

Bursa Ulu Camii'nde ''vav'' harfi...

''Vav'' harfini ve anlamını bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni Ulu Camii’nin her duvarında derin ve farklı anlamları olan ‘’vav’’ harflerinin yazılı olması ve bu ''vav'' harflerinin daha iyi anlaşılması içindir...

Ulu Camii'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en güzeli, rivayetleri ile ünlü, tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…Rivayet olunur ki; Ulu Camii’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orda ekmek dağıtırken Hızır Aleyhisselam'ın orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır’ın (a.s.) Ulu Cami’deki ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmez… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…

Ulu Camii'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en anlamlısı da Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüt’’ dört tane ‘’vav’’ harfidir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyor. Mesela; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…

Vâveylâ...

Hazır bu noktaya kadar gelmişken ''vav'' harfinden türemiş bir kelimeyi de aktarmadan geçemeyeceğim: Vâveylâ. 

Manayı bilmeyenler, kendisini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. İşte buna da ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise; vali olup, veli olup, varis olup, vekil olup, vezir olup, vakıf malını değerlendirir makamda olup da ‘’vav’’ olamadıkları için ''vay'' diye feryâd edenlerin halidir. Şimdilerde, bunlardan renkli ekranlarda, ceridelerde, meclislerde, kürsülerde, mevkilerde, makamlarda ve mikrofon başlarında olup da vâveylâ edenleri mebzul miktarda görüyoruz zaten…

Sonuç...

‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır, sevgidir ‘’vav’’…

İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar da bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi ise kullarını ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…

İşte böyledir Bursa Ulu Camii’nin ol hikâyesi…Bursa Ulu Camii'nin İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olması boşuna değildir.

Osman AYDOĞAN

Hat sanatında bir ''vav'' örneği:


Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde işlenmiş dört ‘’vav’’ harfinin (müsenna çifte vav) kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi: (Aşağıdaki fotoğraf)


Ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfi:


Bir not:
 Buradaki bilgiler İslam Ansiklopedisinden derlenmiştir. Bir de merhum Kayınpederim de Bursa Ulu Camii'nin resterasyonunu yaptığından bir kısım bilgiler de kendisinden alınmıştır. 




Fasîh Dede

20 Nisan 2019

Madem ki son yazılarımda İstanbul'un tarihi küçük camiilerinden ve onları yaptıran Hüseyin Ağa ve Arakiyeci İbrahim Ağa'lardan bahsettim, bugün de İstanbul'da yaşayıp da pek kimseciklerin bilmediği bir tarihi mekândan ve bir tarihi kişilikten, Fasîh Dede'den bahsedeyim...

Fasîh Dede, 17. yüzyıl Osmanlının Divan şairidir. Türkçe, Arapça ve Farsça akıcı üslupta şiirler yazar. Asıl adı Fasîh Ahmed’dir. Fasîh Dede olarak nam salar. İstanbul’da doğar ancak doğum tarihi belli değildir. 1699’da İstanbul'da vefat eder. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtipliğini yapar. Görevinden ayrılarak Galata Mevlevihane’sine girer, Gavsi Dede’ye bağlanarak Mevlevi olur. Fennî Mehmet Dede Efendi’den resim dersleri alır. Kendisi dönemin ünlü hattatlarındandır. Geçimini de kitap kopya ederek sağlar. Şiirleri ''Farsça Divançe'' isimli bir kitapta toplanmıştır. 

Şiirlerinden bir örnek:

"Geceler azmettiğim ol mâh'a sâyem havfidir.
Bir tarik ile kabul etmez muhabbet şirketi" 

(O ay yüzlünün yanına hep geceleri gitmemin sebebi, gölgemin de benimle gelmemesi içindir. Çünkü sevgi, hiçbir yolla ortaklık kabul etmez.)

Fasîh Dede'nin Mersiye-i Kerbelâ'sını da yeni yazıyla ve hat sanatıyla yazılmış orijinal halini de yazımın sonunda veriyorum. 

Fennî Mehmet Dede’den aldığı resim dersleri sayesinde bir oto portresini yapar ve resmi ‘’Elfakir Fasihü’l Mevlevi’’ olarak imzalar. 1104 (1692/93) tarihli bu resim, Fasîh Dede’yi başında Mevlevi külahı ve Mevlevi giysileri içinde gösterir. Bu oto portreyi de yazımın sonuna ekliyorum.

Fasîh Dede’nin dergâhında onlarca kedileri vardır… Fasîh Dede kedilerine dergâhtaki hücresini paylaşacak kadar düşkündür. Dergâh sakinleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmasına, bakılıp beslenmesine, koridorlarda dolaşmasına, bahçeye girip çıkmasına, şüphesiz diğer odaları da ziyaret etmesine ses çıkarmazlar. Çünkü dergâh sakinleri de varlığın sırrını bildikleri için, uyuyan sokak köpeklerini dahi uyandırmamak adına onların sağından solundan geçen insanlardır.

Fasîh Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölür. Onların tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına gömer. Demek ki bir zamanlar İstanbul’da; bir kediye bile, hakka yürürken, saygıyla yaklaşıp kefenle, ritüelle uğurlayan insanlar vardır!

Fasîh Dede 1699 yılında vefat ettiğinde aynı gün kara kedisi de ölür ve beraber kefenlenip beraber gömülürler. Mezarı Galata Mevlevîhânesindedir. Mezar taşında; ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılıdır. Mezar taşının fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum.

Fasîh Dede'nin eserleri vardır ancak kendisini anlatan yazılı bir eser ne yazık ki yoktur. Sadece Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt ile Rehber Ansiklopedisi, 7. Ciltte Fasîh Dede'den bahsedilmektedir.

Fasîh Dede’yi bu kadar anlatmamın nedeni onunla ilgili bir hikâye…

Fasîh Dede her akşam Galata Balıkpazarı’nda, bir meyhanede demlenir, dergâha, “Âheste reviş hüsn-i edâ Mevleviyâne” (Mevlevihaneye yavaşça gitmek) bir tarzda sallana sallana, yalpa vura vura çıkar ve dergâha yakın Şah Kulu Mescidi’nin önünde oturup akşam namazını bekleyen imama, mestâne (sarhoş gibi, kendinden geçmişçesine) bir “Selâmün aleyküm imam!” dermiş. İmam, başta sikke, sırtta hırka, bu Mevlevi dervişinin halini ibretle seyreder, başını sallar, lâ-havle çeker, selamını kerhen alırmış.

Fasîh, bir gün yine aynı eda ile gelirken imam Fasîh’in selamını almamaya karar verir, inat eder, kararını da yerine getirir.

İmam o akşam rüyasında görür ki kurbağa olmuş. Badik badik giderken havadan süzülüp inen bir kartal, imamı pençesine taktığı gibi havalanır. Kurbağa şeklindeki imam bir aralık aşağıya bakar, sivri, yalçın kayalarla dolu bir yer. ''Eyvah'' der, “pençesinden kurtulursam düşüp pestilim çıkacak, düşmezsem akıbetim belli.” Tam bu sırada kartal birdenbire pençesini açar ve imam hızla düşer. Fakat bir de ne görsün? Aşağıda Fasîh Dede eteğini açmış bekliyor. Lop deyip eteğine düşer ve irkilerek kan ter içinde uyanır. Sarhoştan keramet, bu nasıl şey? Bir hayli düşünür uykusu kaçar. Sabah da yakın, abdestini tazeler camiye gider.

Günün dağdağası rüyasını unutturmuştur. Akşam namazını, yine cami önündeki alçak ve arkalıksız hasır iskemlesine oturmuş beklerken bir de bakar ki Fasîh sallana sallana yine yukarıya doğru geliyor. Geceyi hatırlar yüreği oynar, önünü kavuşturur. Derken Fasih imamın hizasına gelince, harfleri çiğneye çiğneye der ki:

-''Selamün aleyküm imam. Gördün ya, dün gece Fasîh’in eteği olmasaydı yamyassı olacaktın.''

Allah'ın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler.

Osman AYDOĞAN

Mersiye-i Kerbelâ

Bu mâtemde olan derd- ile hicrâna devâ olmaz,
Bu, feryâd-ı Hüseyni’dir, dahi uşşak nevâ olmaz,

Hüseyn- ile Hasen’dir, ol Resûl’ün kurret’ül’ aynı,
Sevenler âl-ü evlâdı, eşiğinden cüdâ olmaz.

Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk- olsun,
Tariykatte budur âyin, buna illâ ve lâ olmaz.

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

Mersiye: Bir ölünün ardından duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak, ölen kişiyi övmek amacıyla kaleme alınan düzyazı ya da şiirdir. Kutsal günlerde, ölüm törenlerinde mersiye okuyan kişiye de ‘’mersiyehan’’ denir.

Fasîh Dede’nin bu Farsça divançesinde “În nağme-i Mâtem-i Huseyn est’’ (Bu Hz. Hüseyin’in Matemi’nin Nağmesidir) başlıklı bir kaside de yer almaktadır. Bu kaside otuz beyitten oluşmaktadır. Bu kasidede Fasîh Dede, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi üzerine kendi yüreğinde hissettiklerini dile getirmektedir. Şair sürekli ağlamakta, kanlı gözyaşı dökmekte olduğundan, aklını şuurunu yitirdiğinden bahsetmekte, kasideyi Hz. Hüseyin’in kabrinin Resulullah’ın alnının nuruyla dolması dileğiyle bitirmektedir.

Mersiye-i Kerbelâ'nın hat sanatıyla yazılmış orijinal hali:

Burada Mersiye'nin aşağıdaki son iki beyti yazmaktadır:

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

Fasîh Dede'nin ‘’Elfakir Fasîhü’l Mevlevi’’ olarak imzaladığı oto portresi. (1104)  (1692/93)


 

Fasîh Dede’nin Galata Mevlevîhânesindeki üzerinde ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılı mezar taşı ve mezarı:

 




Berâet Kandili

19 Nisan 2019

Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan mübarek geceler bulunmaktadır. Regâip Gecesi ve Miraç Gecesi; Recep ayında, Berâet Gecesi; Şaban ayında, Kadir Gecesi ise Ramazan ayında bulunmaktadır. Mevlit Gecesi de Rebiyülevvel ayında bulunur.

Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Berâet gecesi (Leyle-i Berâet) gibi.

İşte bu gece, bu mübarek gecelerden, Ramazan ayının müjdecisi Berâet gecesidir... Berâet gecesi, Hicri takvimin Şaban ayının yarısı gecesi olan 14. gününü 15. gününe bağlayan gecesidir. Bu geceden 15 gün sonra artık Ramazan ayı gelmektedir.

Berâet Gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. 

Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ana kitaptır. İsrâ sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfûz) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfûz olarak yorumlanır.

Berâet Arapça'da temize çıkma anlamına gelir. Berâet; borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan berâet etme, kurtulma, günahlardan arınma, temize çıkma, ilâhî af ve rahmete nâil olma anlamındadır…

Bu geceye; bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‘’Mübarek Gece’’; günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle de ‘’Berâet Gecesi’’ ve kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de ‘’Rahmet Gecesi’’ gibi adlar da verilmiştir.

Bu gecenin ibadet ve taat (Allah’ın beğendiği şeyler) ile geçirmenin pek çok sevabı olduğu konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir hadisi vardır:

"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (kandilden sonraki gün) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah-u Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: 'Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (İbn Mâce, "İkâmetü's-Salât", 191.)

Berâet Gecesi birer, tefekkür, tezekkür (hatırlama) ve yenilenme gecesidir. Berâet gecesi; kırılan kalpleri onarma, dargınlık duvarlarını yıkma, kin, nefret ve intikam duygularını aşma günüdür. Berâet gecesi yüce Yaradan’ın affına erebilmek için yaratılanı affetme günüdür. Berâet gecesi; bizlere her türlü şer, kötülük, zulüm, haksızlık ve adaletsizlikten beri olmayı, onlardan teberra (uzak durma, sevmeyip yüz çevirme) ederek uzak kalmayı öğretir.

Ancaaaak…

Bu kutsal gecelerde affedilen günahlar sizin eksik ibadetleriniz nedeniyledir. Kılmadığınız namazlarınız, tutmadığınız oruçlarınız, vermediğiniz zekâtlarınız, sadakalarınız içindir. Allah’ın yarattıklarına karşı işlediğiniz suçlar, onlara karşı yaptığınız haksızlıklar, zulüm, kin, nefret, kem söz ve sevgisizlik ne kadar dua ederseniz edin, ne kadar ibadet ederseniz edin affedilecek değildir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de buyuruyor ki; ‘’bana her türlü günahla gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’. ‘’Başkasının hakkından daha kutsal bir şey yoktur’’ der Allah’ın elçisi. Allah’ın yarattıklarına karşı her türlü günahı işleyeceksiniz sonra da böyle bir kutsal gecede sabaha kadar dua edeceksiniz ve affedileceksiniz! Yok öyle bir şey…

Bütün İslam coğrafyası kana bulanmışken, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da bombalar patlayıp çocuklar, insanlar ölürken Katar’da, Suudi Arabistan’da, Kuveyt’te zenginler keyif çatarken, insanlar birbirinden nefret etmişken, kutuplaşmanın, bölünmenin, kinin ve nefretin, kem sözlerin zirvesine çıkmışken, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik ayyuka çıkmışken kutlanacak kandil, kılınacak namaz, tutulacak oruç yoktur aslında…

Günümüzü, dünyada bırakıp gideceğimiz şeyler için tüketmekten kurtulmuşluğun berâetini alma niyazıyla ve "istediğim Hakk'tır benim" diyebilme umuduyla Berâet  Kandilinizi kutlar, barışa, huzura, adalete ve hayırlara vesile olmasını dilerim...

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki fotoğraflar Halep Emevi Camiii'ne aittir. Bu tabloya sebep olanların ne kıldıkları namaz namazdır, ne tuttukları oruç oruçtur ne de kutladıkları kandil kandildir. İnsanlarımızın arasına kin ve nefret tohumu ekenlere, insanlarımızı kutuplaştıranlara, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik yaratanlara, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik saçanlara ibret vesikası olması dileğimle...







Arakiyeci İbrahim Ağa Camii

19 Nisan 2019

Dün bu sayfada İstanbul Beyoğlu'ndaki Ağa Camii'ni anlattım.. Ve madem ki söz camilerden açıldı... İstanbul'daki bir başka camiinin hikâyesi ile devam edeyim… Bugün de İstanbul’daki en güzel küçük camiilerden birisi olan Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'ni ve Camii'nin yapımı ile ilgili olarak rivayet edilen ol hikâyesini anlatayım o zaman...

‘’Evrende her şey iki kere yaşanır, önce zihinde yaşanır sonra gerçekleşir.’’ Bu bir Çin düşüncesiydi. “Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur” diye de özetlemişti Budha. “Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir” diye de başka şekilde formüle etmişti Einstein. Düşler kurarmışız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırmışız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişip ve yaşadığımız gerçek olarak çıkarlarmış karşımıza. Ve Freud’un öğrencisi Alfred Adler derdi ki; ‘’İnsan kafasında bir amaç belirlerse, evrendeki her şey bu amacı gerçekleştirmek için bir sıra dâhilinde dizilirler.’’

Şimdi diyeceksiniz ki bunlarla Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'nin ne ilişkisi var... Ama demeyin! Olmaz olur mu?

Neyse gelelim hikâyemize….

1500’lü yılların Topkapı’sında yaşayan bir Arakiyeci İbrahim Ağa vardı… Surların dibinde küçücük bir kulübede namaz takkeleri (arakiye) örüp satarak geçimini sağlayan fakir bir takkeciydi İbrahim Ağa.

Fakir olmasına fakirdi ama gönlü zengindi, engin bir tevazu ve tevekkül sahibiydi. Kanaatkârdı. Bir hayali vardı: Cami yaptırmak. O bu hayalinden bahsettikçe:

- ‘’İbrahim Efendi, daha ekmeğini zor kazanıyorsun camiyi neyle yaptıracaksın?’’ derlermiş.

Fakat Arakiyeci İbrahim Ağa hiçbir zaman ümidini yitirmez, devamlı dua edermiş. ‘’Umulur ki derya tutuşa’’ dermiş. İçinde beslediği cami yaptırma arzusunu hiçbir zaman kaybetmemiş.

Bir gece rüyasında:

- ‘’Bağdat'a git, köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır, onu al ye! İşte senin camii yaptırma hayalin de oradadır.’’ diyen aksakallı, ermiş bir zat görür. Camii yaptırma hayalinin Bağdat'da ne işi vardı? Üç üzüm tanesi için aylarca sürecek meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk gözü alınabilir miydi? Bunun için İbrahim Ağa önceleri rüyasına pek ehemmiyet vermez. Fakat ertesi gece ve daha birçok geceler rüyası tekrarlanır.

- ‘’Bağdat'a git, üç üzüm tanesi kısmetini al!’’

Yakınlarının, akrabalarının ‘’Deli misin? Üç üzüm tanesi kısmet için gidilir mi Bağdat’a?’’ demelerine, engellemelerine karşın evi hariç, bağı bahçesi ne varsa satar ve bir kervana katılıp düşer yola...

Arakiyeci İbrahim Ağa aylardan sonra Bağdat'a varır. Medinet'üs-Selam Köprüsü'nün karşısındaki bir aşçı dükkânın peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir. Kalkar olgun bir salkımdan üç tane kopararak ağzına atar. Bu sırada yanına gelen bir ihtiyar:

– “Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin? Bağdat'a niçin geldin?...”

– “Darülhilâfe’ den” diye cevap verir Arakiyeci, “Âsitâne’den, Dersaât’ten (İstanbul) geliyorum.”

 – “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”

Arakiyeci İbrahim Ağa Bağdat’a geliş sebebinin önceleri söylemek istemez ama ihtiyar o kadar ısrar eder ki, Arakiyeci İbrahim Ağa rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan ihtiyar kahkahayı basar:

- ‘’Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri her gün rüya görürüm ve bana ‘İstanbul'da Topkapı dışında Topçularda bir arakiyecinin evinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git, aç, al!’ derler de yine ehemmiyet vermem. Sen üç üzüm tanesi için Bağdat'a gelmişsin, doğrusu pek saf adammışsın’’ der.

Arakiyeci İbrahim Ağa'nın gözünde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen yer kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar ve İstanbul'a gelir. Kömürlüğü kazar, silme dolu üç küp altını bulur ve camiyi yaptırır.

İstanbul'un Topkapı semtinde sur dışında, E-5 çevreyoluna cephesi olan ancak çevre yolundan fark edilmeyen, Topkapı Şehir Parkı dâhilinde Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Camii olarak bilinen bu harika camiinin ol hikâyesi işte böyledir.

O cami ki inanmanın, hayal etmenin ve istemenin eseridir ya da belki de bir mucizenin. Siz girişteki uzun paragrafımı tekrar okuyun isterseniz.

Brezilyalı romancı Paulo Coelho ''Simyacı'' isimli romanında (Can Yayınları, 2010) bu konuyu -aşırarak- işler best seller olur, ama hikâyenin kahramanı Arakiyeci İbrahim Ağa'yı kimse tanımaz! 1960'lı yıllarda rahmetli babam kış gecelerinde evimize gelen komşularımıza anlatırdı bu hikâyeyi...

Gelelim bu güzel Camii’nin özelliklerine…

16. yy. mimari eseri olan bu Camiim kitabesinde belirtildiği üzere bânisi İbrahim Çavuştur. Camii giriş kapısının üstündeki on iki mısralık kitabeden Camii’nin Mimar Sinan öldükten tam dört sene sonra, 1591-92 yıllarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Cami içindeki kitabelere göre ise; kızı Ayşe, anası Emine Hatun ile oğulları Mustafa ve Halil Çavuş İbrahim Ağa'nın hayratını kuvvetlendirmek için ilave vakıflar yaptırmışlardır. 1830 yılında esaslı bir onarım görmüştür. 1985 yılında ise Vakıflar İdaresi'nin yaptığı çalışmalarda da mahfil tavan ve dikme ve kemerlerinde orijinal altın yaldızlı nakışlar bulunmuştur. Son olarak 2008 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından restore edilmiştir. 

Cami, mektep, kuyu ve sebilden meydana gelir. Taş levha ve iri dikmelerle inşa edilmiş bir duvarla çevrelenmiş, üç kapılı geniş bir avlu içindedir. Kubbesi ahşaptır. Eteklerini altın yaldızlı salkımlar süsler. 16.yy.'ın en güzel İznik işi örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar çiniyle kaplıdır. Ahşap üstü kalem işleri caminin girişini süsler. Cami birkaç kez soyulur, panolardan yüzlerce kıymetli parça çalınır. Bazı panolar da sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniğiyle yapılmış yenileri konulmuştur. Bunlardan bazıları Lizbon'daki Salazar Müzesi'ndedir.

Bu camiinin bir başka özelliği daha vardır…

Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'nin avlu giriş kapısında bir zincir vardır. Bu zincirin adı da ‘’Enâniyyet Zinciridir’’.

‘’Enâniyyet Zinciri’’ de ne midir?

Enâniyyet; Arapça "ben" anlamına gelen ‘’ene’’ kelimesinden yapılmış bir masdar isimdir. Kibirli olma, kendine aşırı güvenme, övünme, gurur, hodbinlik, riya, sadece kendine taraftarlık ve Allah’ın insana ihsan ve ikram eseri olarak verdiği nimetleri sahiplenip kendine mal etmesi ve  kendinden bilmesi duygusudur.

Eskiden genellikle büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirler bulunurdu. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların içeriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enâniyyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. İşte bu zincirin adına da “Enâniyyet Zinciri” denirdi.

İşte bu zincir (Enâniyyet Zinciri) camiye girerken bu duygulara set çekmek içindi. Bu duyguları olan camiye girmesin, bu duygularını camiinin dışında bıraksın demektir enâniyyet zinciri…

Anlayana tabi!

Allah'ın Arakiyeci İbrahim Ağa gibi öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler. 

Günümüzde Allah'ın nice âdemleri de vardır ki değil enâniyyet zinciri, prangalar koysak kapıya enâniyyetlerine set çekemeyiz zaten. Ancak eskiler ''Allah ihmal etmez, imhal (*) eder!'' derlerdi... Onlar da bu sözdeki derin anlamı bilmez zaten...

Osman AYDOĞAN

(*) İmhal etmek: Zamana bırakmak...

Aşağıda bu mütevazi Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'nin fotoğrafı yer almaktadır.




‘’Ağa Camii’’ mi, ‘’Ağlayan Camii’’ mi?

18 Nisan 2019

Türk şiirinde camiiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camiileri. Bu yazımda İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Ağa Camii'' hakkında yazılan bir şiiri anlatacağım. Ancak önce İstanbul camiileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsedeceğim...

Türk şiirinde İstanbul camiileri

Türk şiirinde İstanbul camiilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:

‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
 Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’

(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)

Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Camii'nin ihtişamını, camiinin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:

‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’

(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)

Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Camii için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’

Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Camii’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Camii'ni tanıtmaktı.

Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum:

Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce
Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce

Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;
Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,

îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…
Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,

En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,
Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.

Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,
Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen
Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!

Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!

("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)

Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar.  Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.

Mevlevî Nâzım Hikmet

Ağa Camii’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…

1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.

Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.

Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”

1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. 

Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

‘’Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’

Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…

Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Camii şiiri de bunlara bir örnektir. (*)

Ağa Camii

Şimdi de gelelim Ağa Camii’ne…

Ağa Camii, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 yılında yaptırılmıştır. Halen İstiklal Caddesi üzerindedir. . Avlusundaki şadırvanı Mimar Sinan yaptırmıştır,  Caminin duvar yazıları, Hattat İbrahim Altınbeşer tarafından yazılmıştır. Çinileri yakın zamanlardaki onarımlarda değiştirilmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür.

Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Camii çok kez hasar görür. Bir keresinde yanan Ağa Camii Sultan İkinci Mahmud devrinde tamirden geçer… Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir. Ağa Camii, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.

Ancak Ağa Camii’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Camii yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta durmaktadır.

Ta ki birileri Ağa Camii’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…

Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Camii’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. Ancak Demirören AVM, 7 yılda 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.

Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Camii ile ilgisi yoktur... Ancak inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Camii’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Camii ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa camii etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.

Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Camii’’ (Kuşkonmaz Camii)’nin de sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…

İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Camii’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…

Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Camii’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın Demirören Grubu tarafından yapıldığı yazılır.

İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…

Camiinin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak Türkiye’ye ait bir yüzsüzlük olsa gerek…

20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Camii’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Camii’’ isimli şiirini okur. Ancak öncesinde Bülent Arınç Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Okuması için bu şiir kendisine verildiğinde şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...

Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha camii mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranını dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiiler yapıp, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camiilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camiilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Camii’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten…Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu camiinin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Böylesine bir sorumluluğu varken resterasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek Türkiye'ye ait bir yüzsüzlük olsa gerek...

Bu nedenle Ağa Camii’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'', sorarım kendi kendime ‘’Ağa Camii’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Camii’’mi diye…

Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...

Osman AYDOĞAN

(*) Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

(Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan,  varlığı  Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.)




Hacet kalmamıştır…

15 Nisan 2019

Kekeme sıkışmış, birine “En yakın helâ nerede” diye soracak; gel gör ki helâ’nın H’sinden öteye gidemiyor:

‘’He... Heee... Haa... H...’’

Artık tutamamış, hepsini donuna boşaltmış; aynı anda dili de açılmış:

‘’Ha.. Haaacet kalmadı…’’

....

En son bir ‘’sandık’’ kalmıştı…

Onun da içine ettiler ya…

Artık seçime, meçime hacet kalmamıştır…

Osman AYDOĞA




Bir buluşmanın ardından…

14 Nisan 2019

Yıl 1972… Anadolu’nun ücra ücra köşelerinden gelip İstanbul’da liseye başlamıştık… Boğaz kıyısında… Leyl-i meccani… Yani parasız yatılı… 1975 yılında ise lise bitmiş, aynı yıl lisans eğitimine başlamıştık…  Yine leyl-i meccani… Yani yine parasız yatılı… Oradan da 1979 yılında mezun olmuştuk… Yıl 2019… Mezuniyetin üzerinden tam tamına bir 40 yıl geçmiş… Mezuniyetin anısına 13 Nisan 2019 tarihinde aynı okulda buluşuyoruz arkadaşlarımızla eşli olarak tam bir kırk yıl sonra...

''Parasız Yatılı'' aslında Füruzan'ın 1971 yılında yayınlanmış bir öykü kitabının adıydı. (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006) Kitabın her aklıma gelişinde, kitabı vitrinlerde her görüşümde benim de 1972 yılında başladığım işte o leyl-i meccani günlerim aklıma gelirdi. Ancak bugün, bu buluşmada o parasız yatılı günlerimin tamamını anımsadım… Saat saat anımsadım, gün gün anımsadım, hafta hafta anımsadım, ay ay anımsadım, yılı yıl anımsadım… An be an anımsadım…

Lisede, o leyl-i meccani günlerimin başlangıcında, ilk günlerde, birinci sınıfta, yeni binada, köşelerde, kuytularda, bucaklarda, kenarlarda usul usul, sessiz sessiz, için için, hıçkırık hıçkırık, ağlayan arkadaşlarım vardı hatırladığım ki ben de dâhil. Sessizdi ağlamaları ama çığlık çığlığa idi yüzleri, pınar pınardı gözleri, şırıl şırıldı gözyaşları... Ama şimdi, bir kırk yıl sonra onlar kocaman kocaman adam olmuşlardı… Kimisi akademisyen profesör, kimisi tabip profesör, kimisi üniversitede dekan, kimisi yazar, kimisi hukukçu, hakim, avukat, kimisi politikacı, milletvekili, kimisi iş adamı, şirket sahibi, fabrikatör, ihracatçı, kimisi diyar diyar memleketlere koca koca Boeing'leri, Airbus'ları uçuran pilot, kimisi milli sporcu, kimisi askeriyede en üst rütbeden orgeneral…

Yine o hatıralara, o anılara daldım gittim bugün…

Lisede, leyli meccaninin o günlerinde koğuşlarda, yat saatinde, boğaz vapurlarının projektörlerinin ışıkları koğuş duvarlarında bir kedi gibi usul usul gezinirken, peşine takıp takıp, deriiin deriin uykulara götürürdü beni...

Rüyalarda, okulun hemen arkasındaki tepeleri aşıp, koşa koşa, uça uça, dağları, bayırları, yolları aşa aşa Brezilyalı romancı Jorge Amado’nun ‘’insanın anayurdu çocukluğudur’’ dediği gibi anayurdum olan çocukluğumun geçtiği memleketime, evimize, anneme, babama, kardeşlerime giderdim...

O zamanlar Ruhi Su'nun, sonraları da Zülfü Livaneli'nin söylediği bir Rumeli türküsü vardı: ‘’Anlı Yemen’’ türküsü... Bu türkünün de son kıtası ‘’Kalk borusu erken çalar, sen küçüksün uyanaman’’ diye biterdi. Sabahların en erken vakitlerinde Boğaz'da buuup buuuppp diye yankılanan vapur sesleri, bu türkünün sözlerindek gibi Sabâ makamında çalan kalk borusundan çoook çoook önceleri uyandırırdı beni... (Bu türkünün bağlantısını yazımın sonunda Zülfü Livaneli'nin sesinden veriyorum... Çocukluğumun çok sevdiğim bir türküsüydü... Sonraları biz büyüdük, ancak kalk borusu bizlere hep erken çaldı... Annelerimiz de arkamızdan hep bu türküyü söyledi... Ve bizler hep türküdeki sözleri yaşadık!)

Pencerelerden bakarken Boğaz'a, beyaz beyaz bir kuğu gibi geçerken o vapurlar, o koca koca, o uzun uzun gemiler, alıp alıp götürürdü beni hiiiç bilmediğim yerlere, diyarlara, memleketlere...

Memlekette kalan platonik aşkımın, bir çift kapkara hançerin simsiyah uçları gibi gözleri, andıkça, hatırladıkça, bir bıçak gibi saplanırdı kalbime, bir mıh gibi çakılırdı beynime, bir sonbahar hüznü gibi dolardı gönlüme...

Hafta sonunda akşam vakti, okula dönüş zamanı, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii (*) yanındaki durakta Leyland marka, 15 hat numaralı İETT otobüsünü beklerken; kış günü lapa lapa yağan karlar, araba farları, sokak lambaları altında, karşıda Barbaros Bulvarı’nda yukarı çıkan araçların tarçınlı akide şekeri misali stop lambaları puslu puslu yanarken, patlayan kestaneler, mısırlar, satıcı sesleri, vapur sesleri, ezan sesleri, martı sesleri, insan sesleri arasında sıram geldiği halde sıradan çıkarak tekrar tekrar sıraya girerdim o muhteşem tabloyu seyre devam etmek, o büyük pastoral senfoniyi (**) bitirmemek için....

Gördükçe bugün o arkadaşlarımı, gezdikçe bugün o mekânları, hatırladıkça o leyl-i meccani günlerimi, anımsadıkça o çocukluğumu Edip Cansever’in ‘’Bezik Oynayan Kadınlar’’ (Ada Yayınları, 1982) kitabının "Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup" adlı şiirinde geçen şu dizeler beynimde, zihnimde, gönlümde, aklımda, kafamda gün boyu takılmış bir plak gibi döndüüüü durdu:

"Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..." 

Osman AYDOĞAN

Zülfü Livaneli'nin sesinden ''Anlı Yemen'' türküsü:
https://www.youtube.com/watch?v=AdyUbAJSbxA

Anlı Yemen Türküsü

Anlı Yemen şanlı Yemen
Toprakları kanlı Yemen
Ben Yemen'e dayanamam
Nazlı yardan ayrılamam

Gitme Yemen'e Yemen'e 
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu erken çalar
Sen küçüksün uyanaman

Derleyen: Nimetullah Hafız

(*) O zamanlar Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nin üzerinde bir iskele vardı... Camii restore ediliyordu... Bilmezdim ki restore edenin de benim müstakbel merhum Kayınpederimin olacağını...

(**) ‘’Pastoral Senfoni’’, Andrea Gide, L&M Yayıncılık, 2006 (Anı ile ilgisi olmayan bir kitap, sadece kitabın adını anımsattığı için.)




Mütereddit Mehmet Efendi

12 Nisan 2019

Bir vakitler Osmanlı zamanında Mütereddit Mehmet Efendi diye varlıklı bir paşazade varmış. Adı Mehmet de, namı mütereddit... Bu Mütereddit Mehmet Efendi kendine bir konak yaptırmak istemiş. Ünlü bir mimarı çağırmış. “Kaç paraysa vereceğim ama bana şöyle namı yürüyecek, görenlerin parmak ısıracağı bir konak yapacaksın” demiş.

Mimar siparişi almış, kolları sıvamış. Para da bol ya, kısa zamanda konağı bitirmiş.

Mütereddit Mehmet Efendi gelmiş, konağı gezmiş. Haremlik selamlık, avlu, mutfak, cariyelerin odaları, hamam falan filan hepsine tek tek bakmış. Çok, ama pek çok beğenmiş. Mimar, “Nasıl buldunuz konağı efendi hazretleri” diye sorunca, Mehmet Efendi cevap vermiş: ‘’Valla mimarbaşı pek beğendim. Yani tek kelime ile aliyülâlâ. Her şey var, hiçbir şey unutulmamış. Lakin kafama takılan bir şey var. Şu üç katlı koskoca konakta tek bir tuvalet var. Ona mana veremedim. Niyedir?’’

Mimar sırıtmış: ‘’Efendim namınız malum, Mütereddit Mehmet Efendi... Zatıâliniz sıkıştığında, alt katta mı yapsam, üst kata mı çıksam, hareme mi dalsam, selamlıkta mı otursam derken altınıza şey edersiniz diye düşündüm efendim. İşte o yüzden tek bir hela ile iktifa ettim...’’

Ne yapayım ben… Sürekli TV izleyince… Birileri de karar vermeyi de ısrarla öteledikçe aklıma böyle muzır fıkralar geliyor işte.  Malum ‘’Başkan’’ın bir konağı olduğunu ve bu konağın da fıkradan farklı olarak konakta da her katta çok tuvalet olduğunu hayal ediyorum...

Düşünsenize malum ‘’Başkan’’ın halini!

Osman AYDOĞAN




Eyvah ki eyvah!!!...

11 Nisan 2019

Kısa süre önceki bir yazımda pek TV izlemediğimi ancak son günlerde hangi kanal olursa olsun izleye izleye aklıma sizlerle paylaştığım muzır fıkralar geldiğini ve bu şekilde de terbiyemin, âdâbımın ve ahlâkımın da bozulduğundan yakınmıştım…

Ben de terbiyem, âdâbım ve ahlâkım bozulmasın diye kendimi müziğe vurdum… Bu ortamda sizlerle çok sevdiğim Malaguena Salerosa şarkısını, No Volvere şarkısını paylaştım… Baktım bunlar da beni frenlemiyor bu sefer de Divan edebiyatına daldım... ‘’Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyli'de kaldı’’ diye Fuzulî’den girdim, "Bende yok sabr u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere" diye Şair Nâbî’den çıktım… Olmadı sabır dilediği, sabır verdiği için Tasavvuf edebiyatına daldım ‘’Vech-i yâre dûş olan âlemde seyran istemez’’ diye Kuşadalı İbrahim Halvetî Efendiye sığındım…

Olmadı… Ne yaptımsa da olmadı… Ben TV seyrettikçe  sabrım kalmadı ve terbiyem, âdâbım ve ahlâkım bozuldu… Tutamadım kendimi… Yine fıkralara döndüm… Bozulan terbiyem, âdâbım ve ahlâkım için sizlerden peşinen özür diliyorum…

***
Adam arabasını tamirciye götürmüş:
- ''Bir yeri hariç, ses çıkarmayan yeri yok'', demiş. Tamirci sormuş:
- ''Neresi ses çıkarmıyor?''
- ''Kornası...''

Mübarek araba sanki bizim kurumlarımız, siyaset sistemimiz.

***
Aşırı derecede dekolte giyinmiş, çok sıska ve çelimsiz bir kadına Bernard Shaw’ın söylediği bir söz vardır. Ülkedeki siyaset ve siyasetçinin hali içinizi burkmaya başladı mı, insana Shaw’un o sözünü anımsatıyor:

''Açıldıkça daha az görünüyorsunuz.''

***
Köyde sekiz yaşındaki Ali, sabahleyin erkenden ineğini alıp çıkmış evden. Yolda sabah namazından dönen imamla karşılaşmış.
İmam: 
- ''Erken erken böyle nereye Ali'', demiş.
Ali gayet ciddi bir yüzle:
- ''İneği boğaya çektirmeye götürüyorum'', demiş.
İmamın kaşları çatılmış:
- ''Sen götürüyorsun ha, baban yok muydu evde bu işi görmek için?''
Ali:
- ''Babam olmuyor, mutlaka boğa gerek'', demiş.

Görünen o ki ülkede bazı insanların siyaset yapabilmeleri için babaları yetmiyor...

***

Mahallenin kabadayısı idi… Astığı astık, kestiği kestik idi… Mahalleliye kan kusturuyordu... Korkudan, değil kabadayıya dokunmak mahalleli yanına bile yaklaşamıyordu…

Mahalleden bir velet mahalleliye dedi ki: ''Ben bu kabadayıya dokunurum, kabadayı bana bir şey yapamaz.'' Ve velet mahalleli ile iddiaya tutuştu...

Kabadayı mahallede sırtını duvara dayamış, şapkasını öne indirmiş, yönünü güneşe dönmüş, kış günü uyukluyordu... Velet kabadayıya yaklaştı… Kabadayı veledin gölgesinden veledi fark etti ve ''ne istiyorsun'' anlamına göz kırptı.

Velet başladı konuşmaya: ''Annem kötü yolda mimli bir kadın. Babam annemi pazarlayarak para kazanıyor. Ayrıca babam yankesici ve hırsız. Abim homo... Ayrıca abim ablamı erkeklere pazarlıyor. Ben de hem homoyum, hem de hırsızlık yapıyorum.''

Ve velet bunlara benze epeyce bir kötü şeyler söyledi.. Kabadayı bu kadar kötü sözden bıktı ve veledin sözünü kesti: ''Benden ne istiyorsun?''

Velet; ''Sana dokunabilir miyim?'' diye sordu.

Kabadayı, velede uzun uzun baktı ve şu cevabı verdi: ''Dokun lan, ben daha sana ne diyeyim!''

Dimi ya daha ben bunlara ne diyeyim!

***

Adamın birisi karısı tarafından fena halde aldatıldığını öğrenmiş ve o gün de iş için trenle bir yolculuğa çıkması gerekiyormuş. Acı içinde yola çıkmış, trene varmış. Bir kompartımanda bir kişilik boş yer bulmuş. Girip yerleşmiş.

Tren hareket etmiş, adamın kafasından çıkmıyor olay. Sonunda kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Yolculardan biri adama derdini sormuş. Bizimki dolu, hemen anlatmaya koyulmuş.

Derdini soran yolcu teselli etmiş: 
- ‘’O kadar üzülmeyin! Benim babamın da başından geçmiş böyle bir şey!’’

Diğer yolcular da katılmışlar konuşmaya; her biri, ilk konuşmacıyı onaylıyormuş: 
- ‘’Benimkinin de...’’ 
- ‘’Benimkinin de... ‘’
- ‘’Benimkinin de...’’

Bizimki biraz teselli bulmuş, rahatlamış bir halde sigarasını çıkarmış, çakmağını arayıp bulamamış. Sülaleden aldatılmışlar ordusuna dönerek sormuş: 
- ‘’İçinizde ateşi olan var mı, o..... çocukları?’’

Artık bu fıkraya da bir kelimecik dahi olsa benden bir yorum yok...

Normalde benden böyle bir fıkra beklemezsiniz ama frenler boşaldı artık, dediğim gibi terbiyem, âdâbım ve ahlâkım bozuldu…

Tasavvuf edebiyatı da frenleyemiyorsa beni, eyvah ki eyvah!!!…

Osman AYDOĞAN




Vech-i yâre dûş olan âlemde seyran istemez

10 Nisan 2019

Dün Fuzulî'den ve Şair Nâbî'den bahsedince bugün de bilinmeyen bir tasavvuf düşünürü ve şairimizden bahsedeyim istedim...

“Kuşadavî’’ ve ‘’Adaviyye“ mahlasları ile tanınan bir Osmanlı tasavvuf düşünürü var: İbrahim Halvetî. Tam ismi; İbrahim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî’dir.  Kısaca İbrahim Halvetî veya Kuşadalı İbrahim Efendi diye tanınır. İbrahim Halvetî Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyünde  1774 yılında doğar ve 1847 yılında haç dönüşü vefat eder.  

İbrahim Halvetî okuma yazmayı annesinden öğrenir, düzenli öğrenim hayatına ise Denizli’de devam eder. Daha sonra İstanbul’a giderek Fatih’teki Feyziyye Medresesine kaydolarak medrese tahsilini orada tamamlar. Medrese tahsilinin son yıllarında tasavvufa yönelir.

İbrahim Halvetî’nin İstanbul’da yaşadığı sürece Çarşamba’daki evinin bulunduğu yer serasker Ali Saib Paşa konağının bahçesinde kalmış ve yerine hürmeten bir mescid inşa edilmiştir.

İbrahim Halvetî devrinin en büyük tasavvuf âlimlerinden biri olmasına rağmen kitap şeklinde bir eser bırakmamıştır. Ondan yazı cinsinden bugüne kalan müritlerine yazdığı mektuplar ve birkaç nutk-i şerîfleridir. ''Nutk'', Osmanlıca bir sözcük olup, dervişlerce büyüklerin manzum sözleridir.

Vefatından sonra mensupları tarafından kopya edilerek derlenen ve büyük bir bölümü Milli Kütüphane ile Millet Kütüphanesi'nde bulunan mektuplarının sayısı, çeşitli kütüphanelerde ve özel şahısların elindeki diğer mektuplarla birlikte, 143'e ulaşmaktadır.

Ahmed Cevdet Paşa meşhur eseri Tezâkir’de Kuşadalı İbrahim Efendi'y’i şöyle anlatır (Tezâkir, 4.Cild, sayfa 15):

‘’...Kuşadalı İbrahim Efendi ol asrın en büyük âdemlerinden zâhir ü bâtını ma'mûr bir zât idi. Büyük küçük pek çok kimseler kendisinden ahz-i dest-i inâbetle ona mürîd olmuşlar idi. Vüzerâdan ve ricâlden pekçok zevât konağına gelip huzûruna girmek üzere sofada nöbet beklerler idi. Sôfiyye mesleğine sâlik olmadığımız halde biz de komşuluk hasebiyle gidip görüşürdük ve en büyük hoca efendilerden halledemediğimiz şübühâtı ondan istikşâf ile hallederdik. Ulûm-i âlîyeden ve ale'l-husûs tefâsirden hangi mebhas açılsa fevka'l-âde tedkîk eyler ve hâtırlara gelmedik nüket ü mezâyâ söyler idi...’’

Kuşadalı İbrahim’den günümüze  “Vech-i yâre dûş olan âlemde seyrân istemez''  mısrâsı ile başlayan ve “Nutk-i Şerif'' olarak da bilinen meşhur bir şiiri ulaşmıştır. Bu şiirin genellikle aşağıdaki ilk iki beyti bilinir. Yazımın sonunda Nutk-i Şerîf’in tamamını veriyorum. 

‘’Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez 
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez 

Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen 
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez’’ 

(Yârin yüzüne bağlanan, dünyada başka şeyi seyretmez.
Cânını cânâna teslim eyleyen cân istemez.

Bu misafirhanenin geçiciliğini anlayan,
Kalp evinde Allah’tan başka misafir istemez.) 

Kaleme alınan bu şiir kimi musikişinaslarca değişik usullerde bestelenmiştir. Bu eserlerin bağlantılarını da yazımın sonunda veriyorum…

Bırakınız istedim bir süre gamı, kederi, seçimi, geçimi... Unutunuz istedim bir süre yüzsüzleri, arsızları, hayâsızları... Bağlantıda verdiğim müzikleri huşu içinde dinleyin... Hatırlatmak istedim ki yârin yüzüne bağlanan, dünyada başka şeyi seyretmez. Cânını cânâna teslim eyleyen cân istemez. Bu misafirhanenin geçiciliğini anlayan, kalp evinde Allah’tan başka misafir istemez. 

Osman AYDOĞAN

Nutk-i Şerîf’in değişik besteleri

Sûz-i Dil Gazel: 
https://www.youtube.com/watch?v=Zdl7qfscHFc

Kaside olarak:
https://www.youtube.com/watch?v=ovMbx0QBob8

Halveti İlahisi:
https://www.youtube.com/watch?v=rM_W8vgUkGo

Müstear İlahi, Gönül Makamı: 
https://www.youtube.com/watch?v=JtX7yYdInpQ

Nutk-i Şerîf 

Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez 
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez 

Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen 
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez 

Cennet içre tamudan korkar mı Hakk'ın âşıkı
Hak budur erbâb-ı aşka hûr u gılmân istemez

Gerçi zâhir ilminin nef'i de vardır tâlibe 
Lîk esrâra erenler sûrî irfân istemez 

İrci'î âvâzı erdi mürg-i cânın sırrına
Bî-karâr oldu anınçün verd-i handân istemez 

Mâsivallahdan mücerred oldu İbrâhîm bugün 
Vârını dildâre verdi vasl u hicrân istemez

Hattat Mehmed Fehîm Efendi’nin hat eseriyle Nutk-i Şerif

Hatta Nutk-i Şerîf'in sadece ilk iki beyti yer almıştır.




Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyli'de kaldı

09 Nisan 2019

Bilirsiniz, Hz. Ali; “ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı” sözünü doğrularcasına ben bütün yazılarımda cahillik edip uzun uzun yazarım… Âlim olmadığım kesin, sizler de benim cahilliğimi hoş göresiniz... Yine de uzatmamaya çalışacağım…

Bu sefer de maksadım Fuzulî’nin o meşhur beytini anlatmak:

“Mecnûn ile bir mektebi-i aşk içre okurduk
Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyli'de kaldı.”

Beytin ilk dizesinde Fuzulî, Mecnûn’la bir aşk mektebinde beraber okuduklarını söylüyor. Bu dizenin anlaşılması basit… Bütün sorun ikinci dizede… İkinci dizede geçen ‘’mushaf’’, Arapça bir kelime olup iki kapak arasına alınmış sayfalar anlamına geliyor. Ancak Fuzulî’nin beytinde kastettiği ‘’mushaf’;’ Kur'ân'ın kitap hâlindeki şeklidir. Fuzulî burada Kur’ân’ı hatmettiğini söylüyor.

“Ve’l-Leyl” ise Kur'ân'daki ‘’Leyl Sûresi’’nin ilk ayetidir. ‘’O ve’l-Leyli'de kaldı’’ derken Fuzulî;  bir mektebi-i aşk içre okudukları Mecnûn’un bu ayete gelince Leylâ’sını hatırladığını ve heyecanından dilinin tutulduğunu, okumaya devam edemediğini anlattığını sanırız…

Basitçe Fuzulî’nin “Mecnûn’la aynı aşk mektebinde okuduk. Ben çoktaaan Kur’ân’ı hatmettim, o ise Ve’l-Leyl ayetinde kaldı. Yani basitçe ben çalışkanın, iyiyim, Mecnûn ise tembel!’’ dediğini sanırız…

Ancak “o Ve’l-Leyl’ide kaldı’’ terkibini açıklamak böylesine basitçe değil, bu konu biraz çetrefilli… İşte burada da benim cehaletimin devreye girip bu konuyu biraz uzatması gerekiyor.

Arapça’da bir ‘’Vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) terimi var. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Bu ‘’Vav’’ harfi ‘’yemin vav’’ıdır. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

“Ve’l-Leyl”, Kur’ân’ın birkaç yerinde geçen bir tamlamadır. Kelime anlamı, ‘’geceye and olsun’’ ya da ‘’geceye yemin ederim’’ şeklindedir...

Fuzulî, Mecnûn ile beraber okudukları ‘’aşk mektebinde’’ aslında Kur’ân  okumamaktadırlar… Bu durumda “Ve’l-Leyl” terkibinde ‘’Leyla’ya yemin olsun ki’’ anlamı çıkar. Mecnûn’un ilk adı ‘’Kays’’dır, Kays, Leyla’nın aşkından dolayı ‘’Mecnûn’’ olmuş, yani delirmiştir. Burada Fuzulî işte bu durumu anlatır. İşte bu nedenle Kays “Ve’l-Leyl”ide kalarak, ona odaklanarak Mecnûn olmuştur.

Aslında Fuzulî bu beytinde kendisinin sıradan herkes gibi Kur’ân’ı okuyup hatmettiğini ancak Kays’ın mekteb-i aşk içinde okuyarak “Ve’l-Leyl”ide, Leyla'da kaldığını, bu noktada derinleşerek, yoğunlaşarak Mecnûn olduğunu ve böylece dünyaca tanındığını, kendisinin yok hükmünde bir cahil, Mecnûn’un ise âlim olduğunu söyler…

Şimdilik Fuzulî'yi ve Mecnûn'u burada bırakalım...

Nâbî mahlasını kullanan ve bu nedenle Şair Nâbî diye anılan bir başka Dîvân edebiyatı şâiri vardı: Şair ve Velî Yûsuf (Urfa, 1641 – 1712) Şair NâbÎ’nin de bir sözü vardı:

"Bende yok sabr u sükûn, sende vefadan zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere."

‘’Nâ’’ ve ‘’bî’’ kelimeleri Farsça'da '’yok'’ manasına gelirdi. Bu beyitte Nâbî mahlasının oluşumunu belirtir. ‘’Yok’’ şairdir yani Nâbî, yok hükmündedir…

Ve NâbÎ’nin bir başka sözü:

‘’İlim bir hucce-i bi sahildir
Anda âlim geçinen cahildir.’’

(Hucce-i bi sahil: Sahilsiz deniz)

Fuzulî’nin; ‘’Ben mushafı hatmettim, o ve’l-Leyli'de kaldı’’ derken anda âlim geçinenlerden olmadığını, Mecnûn’u yüceltip kendisini Nâbî gibi yok hükmünde saydığını görüyoruz. Fuzulî’nin büyüklüğünü anlıyorsunuz değil mi? 

Aslında ben diyecektim ki; Rahim’i, Hüda’yı, Settar’ı, Rezzak’ı dilde sakız, gönülde nakıs edenler, mushafı hatmedip sûretâ Hakk’tan görünerek meydanları, vaaz kürsülerini, meş’um perdeleri, mevkiileri, makamları işgal ettiler... Biz Kays’lar da ‘’ve’l-Leyli’'de kalıp Mecnûn olduk…

Bana da Nâbî’nin söylediğini birazcık değiştirerek söylemek kaldı; ‘’bende yok sabr u sükûn, onlarda yok ilimden bi zerre; iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere.’’ Ancak o meş'um perdede, o meydanlarda, o kürsülerde, o makamlarda, o mevkiilerde fikir ne gezer... 

Hoş göresiniz; yine cahillik edip konuyu uzatarak Fuzulî’den girip Nâbî’den çıktık bir kere…

Osman AYDOĞAN




No Volvere 

08 Nisan 2019

Avusturyalı Ludwig Wittgenstein (1889 - 1951) dili felsefenin merkezine oturtan ve kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden ender filozoflardan birisidir. Ludwig Wittgenstein'in tek eseri Tractatus, (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008) felsefenin belirli bir dönemine son noktayı koyar; filozofun kendine göre bile, felsefe "tükenmiştir" artık. Çünkü "üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı"dır. (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu ifade Tractatus'ta son cümledir.

Manzarayı umumiye ortadadır. Artık üzerinde konuşulacak bir şey kalmamıştır. Anlamsızdır artık konuşmak… Wittgenstein'in söylediği gibi artık susulmalıdır!

Hani Âşık Veysel derdi ya; ‘’Cahil insan, gül ise de koklama’’, hani derdi ya Mevlâna; ‘’Cahil kimsenin yanında, kitap gibi sessiz ol’’. Kim demiş ise demiş işte; ‘’Bilmezlikten gelmek, irfanın; bilgiçlik taslamak, cehlin eseridir’’ diye... Böyle bir şey herhalde Wittgenstein’in da demek istediği… Ben de cahiller, arsızlar, yüzsüzler, hâyâsızlar gül ise de koklamayayım, onlar yanında kitap gibi sessiz olayım, bilmezlikten geleyim, susayım istedim... 

Madem ki Wittgenstein'in, Veysel'in, Mevlâna'nın söylediği gibi susmak lazım, ben de kafa karıştıran uzun uzun yazılarımı, fıkralarımı bir yana bırakıp susayım, hem de sizlere bir nefes aldırayım istedim... İşte bu nedenle de müziğe devam diyorum...

Ve Meksika müziğinden sonra bu sefer de bir İspanyol müziği...

‘’Gipsy King’’; Katalan kökenli İspanyol Çingenelerinden oluşan bir müzik grubudur. ‘’Gypsy’’; çingene, ‘’Kings’’; krallar demek olduğuna göre ‘’Gipsy King’’; ‘’Çingene Kralları’’ anlamına gelir. Gelmiş geçmiş en iyi müzik guruplarından biri sayılır. Gitarla aşkın bu kadar iç içe geçtiği bir başka müzik yoktur diye değerlendirilir. Başlı başına ‘’No Volvere’’ şarkısı bunun bir kanıtıdır. Bunun gibi duygu yoğunluğu yüksek daha nice şarkıları vardır. "Trista Pena" şarkısı da buna bir önektir...

Bu yazımda ‘’Gipsy King’'in ‘’No Volvere’’ şarkısını anlatacağım. ‘’Gipsy King’'in "Trista Pena" şarkısını da bir başka yazımda anlatırım artık...

‘’No Volvere’’; "dönüş yok" veya "geri dönmeyeceğim" anlamına gelmektedir. Bu şarkı Gipsy Kings'in müzik tarihine armağanı parçalardan biridir diye değerlendirilir... ‘’No Volvere’’ bir Anadolu türküsü tadında bir parçadır. Yüreği ve gönlü kırık ve bekleyen sevgilinin bir yürek yakan, bir nefes kesen şarkısıdır. Bu şarkıyı bir vakitler bizden Tarkan diye bir şarkıcı 1992 yılında çıkardığı bir albümünde araklamaya kalkmıştı. 

Şarkı İngilizcedeki ‘’My Love’’, Türkçesi ‘’aşkım’’ ile eşdeğer sayılabilecek Latince ‘’Amor Mio’’ diye başladığında zaten yüreğiniz erir, şarkıya teslim olursunuz… Şarkı bu sözle başladığından şarkı bazen bu sözle de (Amor Mio) anılır.

‘’Amor Mio’’ aynı zamanda Aphrodite'ın oğlu Eros'un bir diğer adıdır…

Şimdi sakinleşmek için müzik zamanıdır: ''No Velvere'' (Geri dönmeyeceğim)... Aradan geçen onca yıllardan sonra kimbilir giden kimler, hangi değerler geri dönmeyecektir. Ve şarkı şöyle biterdi: No quiere recordar. (Hatırlamak istemiyorum)... 

No Volvere... Artık dönmeyeceğim... No quiere recordar... -Geçen yılları da- Hatırlamak istemiyorum... 

Osman AYDOĞAN

Gipsy King: ‘’No Volvere’’
https://www.youtube.com/watch?v=q-zO-BMcMAc

Bir not: ‘’Ranchera’’ denilen geleneksel Meksika müziğinin kraliçesi olarak tanınan 1932 doğumlu, Meksikalı müzisyen ve aktris Lolo Beltrán’ın da 1955 yılı yapımı aynı isimli (No Volveré) farklı bir şarkısı vardır. Tabii ki Lolo Beltran’ın söylediği geleneksel Meksika şarkısı, Gipsy King’in söylediği şarkı ise Katalan kökenli İspanyol Çingeneleri şarkısıdır.

No Volvere

Amor mio
amor mio por favor
tu no te vas
Yo cuentare a las horas
que la ya veo
Amor mio
amor mio por favor
tu no te vas
Yo cuentare a las horas
que la ya veo
Vuelve
no volvere no volvere no volvere
No quiere recordar no quiere recordar
Vuelve
no volvere no volvere no volvere
No quiere recordar no quiere recordar

Geri dönmeyeceğim

Aşkım
Aşkım lütfen
Uzaklara gitme
Saatleri sayacağım
O dönene kadar
Aşkım
Aşkım lütfen
Uzaklara gitme
Saatleri sayacağım
O dönene kadar
Geri dön
Geri dönmeyeceğim,dönmeyeceğim
Hatırlamak bile istemiyorum, istemiyorum
Geri dön
Geri dönmeyeceğim,dönmeyeceğim
Hatırlamak bile istemiyorum, istemiyorum. 




Malaguena Salerosa

07 Nisan 2019

Geçen iki üç yıl içerisinde Sezen Cumhur Önal ile bir kaç defa telefonla görüşmem olmuştu… Beni İstanbul’a davet etmesine rağmen gittiğimde de cesaret edip arayamamıştım kendisini… Ben gençken kendisinin TRT için efsanevi bir program olan “Müzik Yelpazesi”ni dinlerdim…Ve ben, bendeki Latin Amerika müziği sevgisini Sezen Cumhur Önal'a borçluyum...

Sezen Cumhur Önal bu programlarında efsanevi Latin Amerika grubu olan Los Machucambos grubundan çok şarkı çalardı. Bu şarkılardan La Cucharacha, Adios, Comandante Che Guevera, Esperanza ve ve ve ve hiç unutmadığım Malaguena Salerosa aklımda kalmış idi...

Malaguena Salerosa şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim ama önce şarkı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum… (İspanyol müzisyen Ernesto Lecuona'nın La Malaguena isimli ayrı bir bir şarkısı daha var. Bu şarkı ile karıştırılmamalıdır. Malaguena Salerosa şarkısı epik, Ernesto Lecuona'nın La Malaguena şarkısı ise hareketli flamenkodur.) 

La Malaguena Salerosa’nın anlamı "zarif Malaga'lı kadın" demektir. Şarkıyı Meksikalı müzisyenler Elpidio Ramirez ve Pedro Galindo 1947 yılında birlikte bestelemişlerdir. Şarkı; bir kere dinledikten sonra bir ömür insanın içinde çalmaya devam eden bir şarkıdır.

Şarkıda İspanya’nın Malaga bölgesinden bir kadına âşık olan fakat çok fakir olduğu için reddedilen bir adam anlatılır. Bu nedenle şarkının İspanyol kökenli olduğu zannedilir ancak şarkı Meksika folk müziğidir. Bugüne kadar yüzlerce defa değişik sanatçılar tarafından yeniden düzenlenerek icra edilmiştir.  Fıkır fıkır, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir müziktir. Dinlerken yerinizde duramazsınız...

En önemli yorumlarından birisi İspanyol şarkıcı Paco de Lucia’nın 1967 yılında yayınladığı "Dos Guitarras Flamencas en America Latina" albümünde yer alır. Şarkının bambaşka bir yorumu da Fransız pop şarkıcısı Olivia Ruiz'in 2003 tarihinde çıkartmış olduğu ‘’J'aime pas l'amour’’ albümündedir... Olivia Ruiz’in bu yorumda romantizm ve huzur karışımı bir ezgi vardır. Üçlü Latin Amerika grubu Los Panchos da yorumlamıştır. Bir zamanların ünlü Türk asıllı Bulgar caz sanatçısı Yıldız İbrahimova tarafından da seslendirilmiştir.  

Ancak bu şarkı bir filme o kadar güzel uyarlanmıştır ki! ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist Quentin Tarantino'nun yönettiği, ilk bölümünün ''Kill Bill: Vol. 1'' adıyla 2003 yılında, ikinci bölümünün de ''Kill Bill: Vol. 2'' adıyla 2004 yılında yayınladığı ABD yapımı bir film vardır. Kill Bill filminde Uma Thurman’ın canlandırdığı  ‘'Gelin’' (The Bride) düğünü sırasında saldırıya uğrar. Kilisedeki herkes öldürülür. O da karnındaki bebeğini düşürür ama hayatta kalmayı başarır. Beş yıl boyunca komada kalan ''Gelin'', bir mucize eseri hayata geri döner. Artık tek amacı vardır: Ona pusu kuran eski patronu Bill ve adamlarını teker teker öldürmek. Bill'i en son öldürecektir. Gelin intikamını almak için yola koyulur. İşte bu şarkı ''Kill Bill: Vol. 2'’de filmin sonundaki sahnelerle çok güzel uyarlanmıştır. Filmdeki bu müziği Meksikalı rock sanatçısı Chingon seslendirmektedir. Tarantino'nun muhteşem müzik zevkinden bir seçmecedir. Filmde bu eser ne kadar neşeli gözükse de bir o kadar da hüzünlü bir Tarantino filmi şarkısıdır.. Bir müzik bir filme ancak bu kadar uyar! Filmin son sahnesinde kalkıp gidemezsiniz... Yerinizde çivilenmiş gibi kalıp bu şarkıyı defalarca dinleme isteği uyanır içinizde...

Şimdi gelin, bırakın gamı, kederi, tasayı, kasveti, ülke sorunlarını, seçimi, sayımı, arsızlığı, yüzsüzlüğü, çifte standardı... Arka arkaya verdiğim üç bağlantıda yer alan Malaguena Salerosa şarkısının üç farklı yorumunu dinleyin, hem de görsellerini izleyin!.. (Özellikle ilk sırada verdiğim Tarantino’nun ''Kill Bill: Vol. 2'' filminin final sahnesinde yer alan Malaguena Salerosa şarkısının görselini tam ekran yapıp izleyin, kaçırmayın bu sahneyi derim) Hem kulaklarınızın pası hem de gözünüzün perdesi açılsın!... Ve şarkı gün boyu zihninizde takılmış bir plak gibi çalsııııın dursun ve sizi de huzura erdirsin!

Müzik ruhun gıdasıdır derler ya... Sanırım bu deyime en uygun müziktir Malaguena Salerosa!

Sizlere sıcacık, sımsıcak, pırıl pırıl, ışıl ışıl, mutlu, musmutlu güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Tarantino’nun Kill Bill: Vol.2 filminin final sahnesinde yer alan Chingon’un Malaguena Salerosa’sı:
https://www.youtube.com/watch?v=l4_GpIoBgHs

Güçlü ve dramatik sesiyle ünlü İspanyol şarkıcı Plácido Domingo’nun Malaguena Salerosa’sı:
https://www.youtube.com/watch?v=INe9AXdVYys

Guetemalı sanatçı Gaby Moreno’nun sesinden La Malagueña:
https://www.youtube.com/watch?v=XLBlns8wOBA




Küfretmek istiyorum!

06 Nisan 2019

Pek TV izlemeyen ben son günlerde hangi kanal olursa olsun haber programlarını, açık oturumları izleye izleye aklıma sadece bu ortamda yazdığım muzır fıkralar gelmiyor, terbiyem, âdâbım, ahlâkım da bozuluyor!

TV’de haberleri, açık oturumları izlerken bu sefer de İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati’nin bir sözü geliyor aklıma: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

Aklıma bu söz geldi ama genç arkadaşlarıma bu söz için bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’Sûret’’ biçim, görünüş, kılık anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. ‘’Sîret’’ ise iç güzellik, gönül ve kalp güzelliği, derinlik anlamına gelir.

Bu açıklamadan sonra da Ali Şeriati’nin bu sözüne de bir düzeltme yapmam gerekiyor. Ali Şeriati'nin sözünde geçen "sûret-i haktan görünerek" ifadesinin ''suretâ haktan görünerek" olması gerekiyor.  Çünkü "sûret-i haktan görünerek'' dediğimiz zaman, "Hak suretinde" yani "Hak görünümünde" anlamı çıkıyor. Oysa "suretâ haktan görünerek" dendiğinde, doğrudan "görünüşte haktan yana imiş gibi yaparak" anlamına geliyor deyim. Çünkü ‘’suretâ’’ sözcüğü de zahiren, görünüşte anlamına gelir.

Görüldüğü gibi sözün anlamı "görünüşte haktan yana imiş gibi davranarak başka bir amaç gütmek" olduğu için, doğrusu Ali Şeriati’nin söylediği gibi "sûret-i haktan görünmek" değil, "suretâ haktan görünmek"tir. Sanıyorum, ''suretâ haktan görünmek'' deyimi zamanla ''sûret-i haktan'' görünmek olarak bir "galat-ı meşhur" yani ''yaygın kullanılan ve bu nedenle de kabul gören bir yanlış'' olmuş.

Ancak ben, o meş’um perdede vaaz kürsülerini işgal etmiş suretâ haktan görünen sîretsiz sûretleri, o suratsız adamları gördükçe de dediğim gibi terbiyem, âdâbım, ahlâkım bozuluyor ve işte o zaman da Nazım Hikmet’in pek bilinmeyen bir şiiri aklıma geliyor: ‘’Küfretmek İstiyorum’’ (‘’İlk Şiirler’’, Yapı Kredi Yayınları, 2007, s.165)

Küfretmek istiyorum

Beyaz getrleri, beyaz eldivenleriyle o 
karşımızda
beyaz tırnaklı bir katır gibi dolaşırken
sen
sopa çekmek istiyorsun.
Ben
küfretmek istiyorum.
Kızını, kısrağını, karısını sıradan geçirerek 
rugan iskarpinlerinin 
deliklerine dek…
Küfretmek istiyorum
ona bir an sövmesem
çişi gelmiş çocuk gibi sıkışıyorum.
Neyleyeyim be?
İçimden geliyor bu:
Küfretmek istiyorum...

Moskova, 16 Teşrin-i Evvel, 1922

Neyleyeyim be? İçimden geliyor bu: Küfretmek istiyorum...

Osman AYDOĞAN




Hayvanlar âlemi!

05 Nisan 2019

Pek TV seyretmeyen ben, uzun süredir TV izleyince, TV'deki haberler, açık oturumlar ve tartışmalar beni hayvanlar âlemine götürdü. Bu sefer de hayvanlar âlemine daldım…  

Kutup ayısı

Soğuk bir kutup gecesi… Yavru kutup ayısı annesine yaklaşır : 
- ‘’Anneeeee, ben kutup ayısı mıyım?’’ 
- ‘’Evet oğlum.’’ 
- ‘’Eee peki anneee sen de kutup ayısı mısın?’’ 
- ‘’Evet oğlum?!’’
- ‘’Ee peki anne, babam da kutup ayısı mı?’’ 
- ‘’Tabii ki oğlum?!’’
- ‘’Ee peki anne dedem, dedemin dedeleri falan, hepsi kutup ayısı mıydı?’’ 
- ‘’Evet oğlum hepsi kutup ayısıydı?!’’
- ‘’Eee peki anne yani sülalemizde bi karışıklık falan yok di mi anne?’’ 
- ‘’Yok tabi oğlum hepimiz kutup ayısıydık, niye soruyorsun ki?’’ 
- ‘’O zaman da ben niye üşüyorum yaa!!!’’

Di mi, biz niye üşüyoruz ki?

Deve

Genç deve annesine sormuş;
- ‘’Anne niye bizim ayaklarımız bu kadar büyük?’’
Anne cevap vermiş;
- ‘’Çölde kuma batmamak için.’’ 
Genç deve tekrar sormuş;
- ‘’Peki kirpiklerimiz niye bu kadar gür?’’ 
Anne tekrar cevap vermiş;
- ‘’Çölde kum fırtınalarında kum kaçmasın diye.’’ 
Merakı yatışmamış olan genç deve bir soru daha sormuş;
- ‘’Bizim niye hörgüçlerimiz var?’’ 
Anne deve sabırla yanıtlamış;
- ‘’Çölde çok uzun süre susuz idare edebilmek için suyu hörgüçlerimizde depolarız.’’ 
Sonunda dayanamayan genç deve sormuş;
- ‘’Peki öyleyse anne bizim bu hayvanat bahçesinde ne işimiz var?’’

Artık buraya da yorumu siz yazın!

Yılanlar

İki yılan yolda beraber yürüyorlarmış!
Biri diğerine sormuş:
- ‘’Biz zehirli miydik yahu?’’
Diğeri cevap vermiş:
- ‘’Ne oldu gene?’’
O biri cevap vermiş:
- ‘’Dilimi ısırdım da!’’

Dilini ısıranlar düşünsün, di mi?

Tavuk, horoz, civciv!

Civciv annesi olan tavuğa sorar:
-‘’Anne babam niye yumurtlamıyo?’’
Tavuk da: 
- ‘’Anotomisi izin vermiyo’’ der.
Civciv düşünür ve der ki:
- ‘’Bıraksalar yumurtlıycak yani!!!

Bi bıraksalar!…

Her bir fıkradan çıkarılacak hisseyi de sizlere bırakıyorum artık… Benden bu kadar!

Osman AYDOĞAN



Hükm-ü Karakuşî


05 Nisan 2019

Önce TBMM Genel Kurulu’nda 27 Aralık 20018 tarihinde kabul edilen bir yasa değişikliği ile 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde görev süresi dolan YSK Başkanı Sadi Güven ve 5 üyenin görevleri ‘’Seçim yasalarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı” şeklindeki anayasa hükmüne rağmen bir yıl süre ile uzatılıyor. Sonra da 31 Mat 2019 tarihinde yapılan yerel seçimler de görevleri usulsüz olarak uzatılan YSK’nın bu heyeti ile yapılıyor.

31 Mart 2019 tarihind eyapılan bu seçimlerde, Yüksek Seçim Kurulu'nun 2014 yılında yapılan seçimlerde itirazlar üzerine verdiği  “Delilsiz, gerekçesiz mesnetsiz itirazlar reddedilecektir” kararına rağmen bu sefer itiraz eden hâkim güç olunca YSK İstanbul için 2014 yılındaki kendi kararlarını çiğneyerek bu itirazları kabul edip sandık sayımlarını tekrar tekrar yineliyor. YSK aynı gerekçeyle Bursa, Balıkesir, Muş gibi illerdeki itirazları ise itiraz eden hâkim güç olmadığı için reddediyor. Bu şekilde hukukun üstünlüğü değil de üstünlerin hukuku sergileniyor.

31 Mart 2019 tarihinde yapılan bu seçim usulsüzlükleri YSK'nın ilk vukuatı ve ilk usulsüzlükleri de değildir. YSK Başkanı 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa referandumunda yasaya göre ''geçersiz'' olması gereken ''mühürsüz oy pusulalarını'' YSK kendisini ''Yasama'' yerine koyarak seçimin sona ermesine az bir zaman kala aldığı bir kararla ''geçerli'' saymış ve yaptığı kanunsuzluğu açıklayabilmek için de ‘’tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ diyebilmiştir... Bir kanaun ya vardır ya da yoktur... Bir adam ya namusludur veya değildir... Bir kadın ya hamiledir ya da değildir. ‘’Tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ demek ne demektir? Türkiye Cumhuriyeti zaten hiçbir zaman bir ''Hukuk Devleti'' olamamıştı. Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar hiç olmazsa az buçuk bir ''Kanun Devleti'' idi... Bunlar bu kararlarıyla devletin bu özelliğini de ortadan kaldırarak Devlet-i Âliyi bir aşiret, bir kabile, bir göçebe toplum devleti haline getirmektedirler...

Bunlar ve benzeri tüm bu hukuk ihlalleri ise bana biliyorsunuz fıkraları çağrıştırıyor. Bütün bunlar bana bu sefer de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi hatırlatıyor…

Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de ülkenin durumu karşısında benim gibi Hükm-ü Karakuşî’yi hatırlayarak onun bir hikâyesini anlatmış.

Demirel'in anlattığı bu hikâyeyi anlatmadan önce sizlere kısaca Karakuşî'yi tanıtmak istiyorum...

Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş...  Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de – gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.

Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…

Sadece rahmetli Demirel'in anlattığını değil, Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin tamamını anlatayım da sizlere seçim ertesi biraz neşe (!) olsun...

 ***

Önce 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:

Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"

***

Söz Hükm-ü KarakuşÎ'den açılmışken hikâyeyi burada bırakmayayım ve onun hikâyelerini sizlere parça parça değil de onun bildiğim hikâyelerinin tamamını bir seferde anlatayım.

***

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...

Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

***

Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’  der.  

Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)

***

Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.

Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)

***

Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Mu­harrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” de­miş.

Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu va­kitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)

***

Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sa­kalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.

Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de sa­çı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.

***

Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Kara­kuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)

***
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.

Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

***
Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…

Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.

Burada yer alan fıkralar Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ isimli kitabından alınmıştır. (Nebioğlu Yayınevi, Kadı Karakuş) Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

***

Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…

Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin ve kurumlarının verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır. 

Bir süre önce bu sitemde uzun uzun yazdığım ''Ruhumuzun gıdası kelimeler'' konulu yazımda anlatmak istediğimi vaktiyle Çetin Altan bir yazısında bir cümleyle anlatmıştı: “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına (*) bakmayın, anlamazsınız.” Temel sorun tam da budur işte. Bu yüzden, görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” görüldüğü gibi ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır…

 “Yasa”lar değil, “kafa”lar değişmelidir. Gerisi “laf-ü güzaf”tır.

Osman AYDOĞAN

(*) Henri Matisse (1869 – 1954) 20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. En önemli eserlerinden birisi de ‘’Red Fish’’ (Gold Fish) (Kırmızı balıklar)’dır…




İncili Çavuş

04 Nisan 2019

Ben aslında pek TV seyretmezdim… Son günlerde gerek haber programlarının gerekse de açık oturumlarının müptelası oldum…Aslında heç de iyi yapmadım… TV seyrettikçe ve oradaki haberleri dinleyip, açık oturumları da izleyip ülkenin manzarayı umumiyesini gördükçe benim de aklıma hep muzır fıkralar geliyor.

İşte bunlardan birisi daha:

İncili Çavuş, Şah İsmail’in sarayına elçi olarak gönderilmiş. İncili Çavuş Acem sarayına varınca önce bir sofraya buyur edilmiş. Ancak fazla baharatla yapılmış yemekler İncili Çavuş’un midesini bozmuş. 

İncili Çavuş, Şah’ın huzuruna çıktığında ise elinde olmadan, -affedersiniz- biraz seslice gaz çıkarmış. Bunun üzerine İncili Çavuş da hiç istifini bozmadan arkasına dönmüş ve demiş ki: 

“Eğer’’ demiş, ‘’Şah-ı Alişan’a elçiliğe sen gelmiş isen biz sükût edelim, sen Şah’ım ile dilleş. Eğer biz gelmiş isek, sen biraz sükût eyle, biz konuşalım!”

Biraz ağır oldu ama benden bu kadar… Artık siz bu fıkrayı nereye çekerseniz? Kıssadan hisse gerek, değil mi! 

Osman AYDOĞAN




İşte bu o!

04 Nisan 2019

Askerlik çağına gelen ve bu yüzden askerlik şubesine çağrılan genç adam eline hangi kâğıt verilse aynı şeyi söylüyormuş: ''Bu, o değil...''

Şu formu doldur diyorlar, kâğıdı eline alıyor, bir an bakıyor, “Bu, o değil” diyerek elinden atıyor... Şuraya imzanı at, diyorlar, kâğıda bakıyor “Bu, o değil” diye fırlatıyor.

Adamı askerî hastaneye göndermişler. Psikiyatra çıkarmışlar. Yine her gördüğü kâğıdı “Bu, o değil” diyerek buruşturup atıyormuş. Sonunda psikiyatr adamın deli olduğuna karar vermiş ve askerden muaf tutulmasına ilişkin bir belge hazırlayarak eline tutuşturmuş. Adam belgeye bakmış ve sevinçle haykırarak: ''İşte bu o'' demiş...

Fıkrayı neden mi anlattım?

Pek TV izlemezdim. Son zamanlarda TV karşısında epey bi zaman harcayınca haberlerde birilerinin ''İşte bu o!'' diyeceği bir belge aradığını fark ettim.

Osman AYDOĞAN




Bir diğerini hırsızlıkla suçlayanlara…

03 Nisan 2019

İki kör aynı tabaktan köfte yiyormuş. Birisi diğerine sormuş:

‘’Niçin’’, demiş, ‘’köfteleri ikişer ikişer alıyorsun?’’

‘’Sen ele körsün’’, demiş diğeri, ‘’nereden biliyorsun köfteleri ikişer ikişer aldığımı?’’

Diğeri cevap vermiş: ‘’Kendimden pay biçiyorum.’’

Ne bilem, son günlerde TV’lerde fazla haber programı izleyince bu fıkra aklıma geldi işte…

Osman AYDOĞAN

(Yıllardır yazarım, sanırım bu yazım ‘’en kısa yazım’’ olarak rekor kırdı…)





Bir seçimin ardından…

03 Nisan 2019

Türkiye 31 Mart 2019 Pazar günü yaptığı yerel seçimleri geride bıraktı. Gerek yazılı gerekse görsel basında bir siyasi partinin bu seçimdeki oy kaybının değişik nedenleri üzerine mebzul miktarda çok deriiiiiiiin analizler yapılmaktadır. Siz o derin analizlere kulak asmayın. Bu kaybın tek bir sebebi vardır. Bu sebebi bulmak için de her zaman olduğu gibi teeee yedi yüzyıl geriye gidip dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tarihçisinin kapısının çalmam ve onun en büyük eserinin sayfalarını çevirmem gerekiyor.

Kapısını çalacağım bu büyük tarihçi İbn-i Haldun, sayfalarını çevireceğim onun o muazzam eserinin adı da ‘’Mukaddime’’dir.

İbn-i Haldun (1332 – 1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl Tunuslu çok yönlü İslam – Arap düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Kendine özgü ekonomik ve mali görüşleri olmakla beraber daha çok tarihçi, sosyolog, felsefeci ve siyasi bilimci olarak tanınmaktadır.

Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle derdi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi." Düşünür Cemil Meriç de İbn-i Haldun’u şöyle tanımlar: “Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir; girdapları, mağaraları, zirveleriyle…” 

İbn-i Haldun’un bilimsel alanlardaki görüşleri, girişte benim ve bu sözünde Cemil Meriç’in bahsettiği ‘’Mukaddime’’ (Dergah Yayınları, 2013) isimli eserinde yer almaktadır. İbn-i Haldun bu eserinde, esas itibariyle tarihi temel alarak toplumların sosyal, siyasal ve ekonomik yapılarını inceleme konusu yapmıştır.

‘’Mukaddime’’ İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’'yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve İbn-i Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul eder. Ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun devlet üzerinde görüşlerini ‘’Mukaddime’’sinde şu şekilde açıklar:

“Devlet, insan tabiatının bir gereğidir. Çünkü ona göre insan tabiatı hem toplu yaşamaya hem de bir hâkimiyet altında bulunmaya muhtaçtır. Devlet ile toplum arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişki felsefedeki madde ile şeklin münasebeti gibidir. Bundan dolayıdır ki, birindeki çözülme diğerinin de çözülmesini etkiler. Devletin olmadığı yerde anarşi olur. Anarşinin olduğu yerde hayat olmaz.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde devletin unsurlarını şu şekilde belirler: Irk, vergi toplama, hudutları koruma, hâkimiyet ve kanun koymadır. İbn-i Haldun’un ırktan kastettiği nüfus ve kültürdür. İbn-i Haldun’a göre devlet bu unsur üzerine kurulur. Bu unsuru onda “asabiyet” temsil eder. İbn-i Haldun ‘’Mukaddime’’sinde devleti ‘’kültür’’ ve ‘’ekonomi’’ üzerine dayandırır. Bu görüşünü şu şekilde ifade eder: “Bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi ‘asabiyettir’ ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder. İkincisi ‘mal ve para’dır. Aksaklık ve bozulma da önce bu iki esasa arız olur.’’

Devleti bu şekilde tanımlayan İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde şöyle bir tez ortaya atar:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) devletin yıkılmasını, çöküşünü şöyle anlatır:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

İbn-i Haldun devletlerin geçirdiği bu aşamaların temel özelliklerini şu şekilde anlatır:

1. Zafer aşamasında, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. Bu devrede aile ve din bağları güçlüdür.

2. İstibdat aşamasında hükümdarın yönetimde kontrolü tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı, hükümdarın iktidarı tekeline almaya başladığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devletin oluşmaya başladığı dönemdir.

3. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’ adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem (ferağ), rahatlık ve sükûnet çağıdır. Bir yandan da yönetim tarafından gösterişin, şatafatın, lüks ve debdebenin öğrenildiği dönemdir. Bu aşamada hükümdar lüks ve debdebeyi kendi otoritesini ve kişisel gereksinimlerini karşılamak için kullanır. Hükümdar kendi otoritesini koruyacak paralı askerlere bu aşamada başvurur. Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir.

4. Müsâlemet (huzur, barış) devresinde kanaat ve barış hâkim olup önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Bu aşama, doyum, tatmin, kendini beğenme ve kibir ile geçmekte­dir. Lüks, rahat yaşama ve kibir artık bir alış­kanlık ve yaşam biçimi olmuş­tur. Hükümdar ve yakın­ları bu durumun sonsuza değin süreceği inancındadırlar.

5.  İsraf döneminde ise devlet  bir sona doğru ilerlemeye başlar. Devletin çöküş aşaması bu dönemde başlamaktadır. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu bozulur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz. Bu aşama aynı zamanda din ve dayanışmanın sayesinde baş­langıçta sağlanan yaşamsal güç­lerin, hısımlığın (asabiyet) tah­rip edildiği dönemdir. Hükümdar, artan israf sonucu satın aldığı destekçilerinin des­teğinin ve vazgeçmediği lüksü­nün devamı için vergileri artır­mak zorundadır. Konfor ve lük­sün tükettiği alışkanlıklar fiziki zaafların ve kötü huyların yayıl­masına neden olmaktadır. Dev­let kendi içinde çözülmeye baş­lamıştır. Az sonra da dışardan gelen genç ve sağlıklı bir gru­bun istilası ile devlet yağı bitmiş bir lambanın fitiline benzer şekilde söneeer gider... 

İşte İbn-i Haldun bir devletin çöküşünü ''Mukaddime''sinde böyle anlatıyor...

İbn-i Haldun’un öne sürdüğü bu tez evrenseldir ve devletlerden şirketlere, kurumlardan, kuruluşlardan partilere ve gerçek kişilere uyarlanabilir. İbn-i Haldun'un 5. safhada ''dışarıdan gelen grup'' olarak bahsettiği grubu; dışarıdan değil de içeriden bir diğer siyasi parti, bir diğer kurum, bir diğer kuruluş veya bir diğer şirket veya bir diğer gerçek kişi olarak günümüze uyarlamamız gerektiğini düşünüyorum. 

Gerek yazılı gerekse görsel basında mebzul miktarda bu seçim üzerine bir siyasi partinin oy kaybının değişik nedenleri üzerine çooook derin analizler yapılmaktadır. Siz girişte de söylediğim gibi o derin analizlere kulak asmayın. Çöküşün tek sebebini teeee yedi yüzyıl geriden Büyük Tarihçi İbn-i Haldun işte böyle açıklamaktadır. Çöküşün tek sebebi budur... Gerisi laf-ü güzaftır...

Bu noktada bir hususa açıklama getirmem gerekiyor. Bu anlattığım bu beş safha, İbn-i Haldun’un anlattığı döngüsel olarak tekrarlanan 20 - 25 yıllık süre için geçerlidir. İbn-i Haldun, 20 -25 yıldan sonra gelen müteakip yeni yönetimin de benzer süreçleri yaşadığını, bu döngünün dört ila beş kez tekrarlanmasından sonra da devletin çöktüğünü ifade eder.

Bu noktada isterseniz yazımda bahsettiğim Thomas Hobbes’in ‘’Leviathan’’nında dile getirdiği tezini bir daha okuyun. Sonra da İbn-i Haldun’un tezini bir daha düşünün. En sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923, 1950, 1960, 1980, 2002 ve 2023 yıllarını tarihin diyalektik sarkacı ve İbn-i Haldun’un bu döngüsel süreci içerisinde değerlendirin. 2023 yılının ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olduğunu hatırlayın. Sonra da tehlike neredeymiş, beka sorunu neymiş bir üzerinde düşünün…

Bu yazı bir siyasi partinin oy kaybının analizinden çok öte bir yazıdır. Bu yazı Türk devlet yapısının, siyaset sosyolojisinin ve demokrasinin kronik hastalığından bahseder ve bu nedenle de önündeki bekleyen tehlikeden haber verir. Bana da sadece bu tehlikeyi ‘’arz etmek’’ düşer…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri ‘’Mukaddime’’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Osman AYDOĞAN




Çıngırak

01 Nisan 2019

Rahmetli babam mahallemizin hatırı sayılan büyüklerindendi... Özellikle kış aylarında bu nedenle hemen hemen her gece evimiz komşu ve akrabalarımız tarafından dolup taşardı... Tabii o zamanlar insanları evde konuşturmayan televizyon yoktu... Ayrıca o zamanlar zaman da boldu ve zaman yavaş işliyordu.... Rahmetli babam da hoşsohbet bir insandı, aynı zamanda da iyi bir masal ve fıkra anlatıcısıydı… Babam bu yavaş işleyen zamanda bizlere masallar ve fıkralar anlatır, bizler de merakla ve huşu içerisinde dinlerdik… Evimizin kış aylarında geceleri bu şekilde dolup taşmasında rahmetli babamın bu hoşsohbetiydi aslında...

Rahmetli babamın anlattıkları bu masal ve fıkraların nasıl birer kültür hazinesi olduğunu yıllar sonra fark ettim… Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun 2000’li yıllarda yazdığı ‘’Simyacı’’ isimli kitabında anlattıklarını rahmetli babamdan ben teee 1960’lı yıllarda dinlemiştim… İstanbul'un Topkapı semtinde sur dışında Topkapı Şehir Parkı dâhilinde bulunan Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Camii’nin yıllar sonra öğrendiğim gerçek hikâyesini de rahmetli babam teee o zamanlar bu kış gecelerinde anlatmıştı…Bu sitemde yazdığım fıkralarda, masallarda ve hikâyelerde rahmetli Babamın anlattığı bu hikâyelerin, masal ve fıkraların izleri vardır...

Rahmetli babamın yine tee o zamanlar karlı ve soğuk bir kış gecesinde odun sobasının etrafında komşu ve akrabalarımıza anlattığı bir ‘’Kurt’’ hikâyesini de yıllar sonra Yaşar Kemal’den okumuştum…

Rahmetli babamın tee o zamanlar anlattığı bu kurt hikâyesini Yaşar Kemal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki fahri doktora töreni için hazırladığı konuşmada benzer şekilde şöyle anlatıyordu:

Anadolu’da kurtlar bir beladır. Bir kurt bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, kurt sadece bir tanesini alır götürür ancak bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur... Koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Anadolu köylüsü, eğer sürüsüne böylesine kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır. Bu nedenle kurt gittikten sonra, sabah olduğunda sürü sahipleri gördükleri manzara karşısında donar kalır ve içleri kurda karşı kinle, öfkeyle dolar…  

Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlarına binerler, köpeklerini, iplerini alırlar, kurt avına çıkarlar. Kurtları intikam için diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü de bilirler ve sonuçta kurtları diri diri yakalarlar. Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar. Kurdu hiç incitmezler. Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir çıngırak takarlar ve kurdu okşayarak ve öperek salıverirler.

Boğazı çıngıraklı kurt sevinerek, koşarak ayrılır köylülerden. Ancak çıngıraklı kurt hiçbir canlıya yaklaşamaz çünkü çıngırak sesini duyan her hayvan önceden kaçar, kurt ise boğazında çıngırak, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca boşu boşuna koşar durur. Zavallı çıngıraklı kurt dağlarda ve kırda av bulamadığı, aç kaldığı zamanlarda da köylerdeki, ağıllardaki sürülere yaklaşır ama boynundaki çıngırak sesi hemen kurdu ele verir, sesi duyan çoban köpekleri hemen çıngıraklı kurdu kovalarlar...

Sonunda kurt dağlarda açlıktan önce yavaş yavaş zayıflar, sonra zayıflıktan güçsüz düşer ve sonunda bağıra, bağıra, bağıra ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından birisidir. Çünkü boynuna çıngırak takılan kurdun artık yaşama imkân ve ihtimali olmadığı gibi ölümlerin de en zorunu yaşar; açlıktan ölür...

Şimdi düşünüyorum da; rahmetli babam bu tür hikâyelerle günlük yaşama ilişkin olarak bizlere bir şeyler mi anlatılmak ister, bizlere ‘’kıssadan hisse’’ diyerek dersler mi verirdi? 

Osman AYDOĞAN




Miraç Kandili 

02 Nisan 2019

Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan mübarek geceler bulunmaktadır. Regâip Kandili ve Miraç Kandili; Recep ayında, Berat Kandili; Şaban ayında, Kadir Gecesi ise Ramazan ayında bulunmaktadır. Mevlit Kandili de Rebiyülevvel ayında bulunur.

Ülkemizde bu beş gecenin kutlanmasına büyük önem verilir. Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi, Miraç gecesi gibi. Bu kutsal gecelerden Miraç gecesi dini olduğu kadar edebiyat dünyasının da ilgi odağı haline gelir.

Bugün bu kutsal kandillerden, gecelerden Miraç kandili, Miraç gecesidir..

Miraç; üç ayların Regaib Kandili 'nden sonraki kutsal gecedir. Miraç; Arapça'da ‘’uruc’’ sözcüğünden türetilmiş olup merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır. Hazreti Muhammed, yolculuğunda "Burak" adlı binekle seyahat eder.

Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Receb ayının 27. gecesi (Miladi takvime göre bu gece 2019 yılı için 02 Nisan gününe denk gelir.) Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail rehberliğinde Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan (Mekke), Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında ‘’isra’’ adını alır.

Bu aşama Kur’an’da şöyle geçer (İsra Suresi, 1.Ayet): “Ayetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki o her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.”

İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Miraç olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır. 

Rivayete gör Peygamberimiz, birinci semada Hz. Âdem, ikinci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altıncı semada Hz. Musa yedinci semada Hz. İbrahim ile görüşmüştür. Miraç gecesi arş'ı (arş: bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam),  kürsi'yi (kürsi: ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet), Cennet'i, Cehennem'i ve ilahi azameti müşahede eden Allah Rasulü, dünyada hiçbir beşere ve hiçbir peygambere nasip olmayan en üst dereceye erişti: Cenab-ı Rabbü'l Alemin'i gördü. Bizzat Cenab-ı Hakk'dan aracısız doğrudan vahiy aldı. Ümmeti için yalvarış ve yakarışta bulundu. Beş vakit namaz bu gece farz kılındı. Allah'a şirk koşmayanların cennete gireceği müjdesi verildi ve Miraç gecesinde "Amenerrasulü" diye başlayan Bakara Suresi'nin son iki ayeti indirildi.

Ayrıca bu gece Allah, Hazreti Muhammed'e insanın yaşama hakkını, şeref ve haysiyetini korumayı, toplumun huzur ve güvenini sağlamayı amaçlayan on iki emir vahyetti.

Bu gecenin anlamı üzerine din bilginlerinin görüşleri farklı farklıdır.

Din bilginlerinden kimilerine göre bu yükselme manevi ve ruhi, kimilerine göre maddi ve fiziki, kimilerine göre hem maddi hem de manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Burada manevi ve ruhi anlamdan kastedilenin gönül ve ruh temizliğinden geçip, ahlaki erdemlere yükseliş olduğu üzerinde din bilginlerince mutabakat vardır. 

Miracın manevi ve ruhi bir yolculuk olduğunu idda eden din âlimlerinden birisi de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî’dir. Arabî ’'Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu Kitabı) isimli eserinde işte bu Miraç'ı anlatır. Bu kitap dini olduğu kadar edebi bir eserdir aynı zamanda. Arabî bu kitabında bu yükselmenin maddi değil manevi  ve ruhanî olduğunu söyler. Aşağıdaki bölüm ’Arabî'nin 'Kitab el-İsra’’yı neden yazdığını anlattığı giriş bölümünden alınmıştır:

‘’İmdi… 'el-İsrâ ila Makami Esra' olarak ifade edilen bu kitapta, akli miraç, ruhani makamlar, ilahi sırlar, kutsal illî mertebelerin ehli sufiler topluluğunu ele almayı amaçladım. Bu bağlamda amacım, kevnî âlemden (varlık âleminden) ezelî makama (Allah’ın makamına) yönelik yolculuğu belli bir tertip dâhilinde özetlemektir.

Bu arada, dille söylenemeyen, bilgi ve hâl ile izhar edilmesine imkân bulunmayan makama doğru sıralanan bazı makamların isimlerini de açıklamak istedik. Bu, mirasçı kılınan ruhların miraçları, Nebî ve Resullerin sünnetleridir. Ruhların miracından söz ediyorum, şekillerin değil, sırların gece yürüyüşü (İsra), cennetleri veya ayanları görme surları değil. Zevk ve tahkik marifetinin süluku, mesafe ve yol süluku değil. Mana olarak göklere yükselme, ikamet olarak değil.’’

Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ’'Kitab el-İsra’’ kitabı Batı edebiyatını da derinden etkiler. Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon, İtalya'nın en büyük şairi, Batı edebiyatının en büyük ustaları arasında sayılan yazar, edebiyat kuramcısı, ahlak felsefecisi ve siyasal düşünür Dante Alighieri’nin (1265 – 1321) dünya edebiyatının başyapıtlarından sayılan ‘’La Divina Commedia’’ (İlahi Komedya) (Oğlak Yayıncılık, 2016) adlı manzum destanında adı geçen ‘’İnferno’’yu (cehennem) kaleme alırken İbn-i Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbn-i Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Miraç'ı; cehennem ve cennetten sonra her iki eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

Miraç’ı Türk edebiyatçıları da konu edinir. Türk edebiyatında Mi’râc hadisesini anlatan eserler İslamiyet’i kabul ettiğimiz 9. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanır. Mensur veya manzum olarak kaleme alınan bu eserler; Mi’râc-nâme, Mi’râciyye veya Mi’râc-ı Nebî olarak isimlendirilirler. Bu eserlerin yazarları anlattıkları konunun mucize olmasından dolayı çok sanatlı bir dil kullanmışlardır.

Günümüz edebiyatçiları da eserlerinde Miraç'a yer vermişlerdir. Bunlardan Şair Arif Nihat Asya Hz. Muhammet’in üstün özelliklerini övmek için yazdığı ve Miraç’tan da bahsettiği ve sanki günümüzü anlattığı ve millet neden ''deizm''e kayıyor, nedenlerini anlattığı ‘’Naat’’ isimli şiirinde şöyle derdi (şiir uzun, kısmen alıntılıyorum):

Yeryüzünde, riya, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor…

Diller, sayfalar, satırlar
"Ebu Leheb öldü" diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed; 
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Adına alışkın dudaklarımız! 
Artık, yolunu bilmiyor; 
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız! 
Kabe’ne siyahlar
Yakışmamıştı, ya Muhammed,
Bugünkü kadar!

Haset gururla savaşta; 
Gurur, Kaf Dağı'nda derebeyi…

Vicdanlar sakat

Ne doğruluk, ne doğru; 
Ne iyilik, ne iyi…

Bayram yaptı yabanlar; 
Semave’yi boşaltıp
Save’yi dolduranlar.
Atını hendeklerden-bir atlayışla-
Aşırdı aşıranlar.
Ağlasın Yesrib,
Ağlasın Selman’lar!

Gel, Ey Muhammed, bahardır.
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır!...
Hacdan döner gibi gel; 
Mirac’dan iner gibi gel; 
Bekliyoruz yıllardır!

Ülkemiz dâhil İslam dünyasının yaşadığı onca riya, inkâr, hıyanet, cehalet, haset, gurur, hırsızlık, sahtekârlık ve onca olumsuzluklar karşısında insan ister istemez Arif Nihat Asya’nın ‘’Naat’’  şiirine sığınıyor ve ona sarılıyor:  ‘’Gel, Ey Muhammed, bahardır. Hacdan döner gibi gel; Mirac’dan iner gibi gel; Bekliyoruz yıllardır!’’

Yüce Rabb’imizin ülkemiz dâhil İslam dünyasının yaşadığı onca olumsuzluklardan arındırarak hepimizi gönül ve ruh temizliğinden geçirip, ahlaki erdemlere yükseltmesi dileği ile Miraç Kandiliniz kutlu olsun.

Osman AYDOĞAN




Kabadayı!

01 Nisan 2019

Mahallenin kabadayısıydı… Hem de şehrin en kabadayı mahallesinin kabadayısı idi... Boylu posluydu... Astığı astık, kestiği kestikti… Kimse kendisine yan gözle bakamazdı… Mahallede raconu sadece o keserdi... Mahallede sürekli olarak ceketi omuzunda, kasketi hafif öne doğru eğik, sağ elinde de sürekli salladığı tespih ile dolaşırdı. Zaman zaman da ceketini sağ koluyla geriye atarak altın kabzalı belindeki tabancasının görülmesini sağlardı. Mahallede, mahalle başında onun gelişini görenler hemen yolun kenarına çekilerek başları öne eğik, elleri önlerinde bitişik kabadayının geçişini beklerlerdi. Kavgada en çok da Osmanlı tokadını kullanırdı… Bir vurdu mu, alimallah, yere sererdi hasmını…

Bir gün yine kabadayı mahalle başında gözükür… Fakat bizim kabadayıda bir tuhaflık vardır… Kabadayı, başındaki kasketi yamulmuş, omuzundaki ceketi, pantolonu parçalanmış, lime lime olmuş,  üstü başı per perişan, yüzünde morluklar, yara bere izleri ile o kabadayı yürüyüşünden hiç eser kalmamış, sallana sallana gelmektedir. Mahalleli merak içinde başında toplanır… Merakla, hayret içinde ve çekinerek sorarlar: ‘’Hayrola ağam, ne bu hal, ne oldu böyle sana?’’

Kabadayı hafiften doğrulur, mahallenin yüzüne mağruru mağrur bakar, sonra da tane tane anlatır başına gelenleri: ‘’Otuz kişiydiler... Etrafımı sardılar... Tabancamı istediler…’’ Sonra duraklar… Derin bir nefes alır… Mahalleli de devamını sormaya çekinerek merakla bekler… Kabadayı bir süre mahallenin yüzüne melül melül baktıktan sonra kısık bir sesle anlatmaya devam eder: ‘’Verdim tabiii… Ama kılıfını da isteselerdi, ben biliyordum yapacağımı…’’

Değil mi, iyi ki kılıfını da istemediler!

Osman AYDOĞAN




Sakura

30 Mart 2019

Japonca bir kelime olan Sakura’nın Türkçesi meyve vermeyen çok güzel bir “kiraz ağacı” anlamındadır. Çiçekleri makbuldür. Çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu çiçek Mart ayının son haftası ile Nisan ayının ilk haftası açar ve Japonya'da bu dönem kutsal sayılır.

Açtıklarında büyüleyici bir hayal alemini gözler önüne sererler. Ancak güzelliklerinden daha fazla bir şey vardır onlarda. Sakura’nın dalda kaldığı zamanın çok kısa olması, Japon kültüründe hayatın gelip geçici olduğunu ifade eder. Zıtlıklar yaşamın her anında birliktedir; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi...

Sakura; hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu simgeler. Japonya'da baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder. Sakura’nın hüzünlü bir yanı olduğu için çok da sevilen bir kadın adıdır da Japonya’da Sakura.

Sakura’nın açması çok yavaş bir süreç, solgunlaşıp yere düşmesi ise bir anlıktır. Japonlar için, Sakura’nın kısa ama parlak yaşamı, samurayların genç, zamansız, kahramanca ölümünü simgeler.

Kiraz çiçekleri samuraylar için hem yaşamı, hem de ani bir ölümü hatırlatmaktadır. Bir şeyin hem üstün güzellik hem de hızlı şekilde ölmeyi nasıl aynı anda sembolize ettiği sorusunun cevabı ise Japon kültürünün ölüme bakış açısında saklıdır.

Sakura, hem genç bir samurayın ruhunu hem de güzel bir kadının ihtişamını taşır. Samuraylar daha gençken ölümü tatmış, kiraz çiçekleri de en güzel oldukları vakitte dökülmüşlerdir. İşte böyle geçici işte böyle de güzeldirler, güzel olan her şeyin geçici olduğu gibi…

Çiçeklenen ağaçlar güzelliklerini kısa bir süre sunarlar ve çiçeklerini tüm şehir üstüne dökerler. Kiraz çiçeklerinin açışı o kadar güzeldir ki Japonya’da meteoroloji tarafından her şehir için tahminleri önceden yapılır ve insanlar ona göre programlarını ayarlarlar.

Güzelliğin ve estetiğin simgesi olan kiraz çiçekleri (Sakura) açtığında Japonlar parklara, bahçelere, tapınaklara akın ederler. Yalnızca çiçekleri seyretmek için… Bu çiçek izleme partilerine “hanami” adı verilir.. Hanami festivallerinin en can alıcı etkinliği, zen sükûnetine yaraşır şekilde, yalnızca yürümektir. Sükût içinde, sessiz ve sakin…

Japon filmlerinde çiçek döken ağaç sahnesi olmazsa olmaz bir sahnedir. Japon filmlerinde anlatılan hikâyeye görsel zenginlik katmasının yanı sıra izleyiciye hikâyenin içindeki duygusal bir sahneye hazırlama amacıyla da kullanılır.

Sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisi) içerken ve son nefeslerini verirken bile bu ağacın görüntüsünü hayal eden bu ağacın yakınında bir yerde yapılan savaş sonucu ölüme yaklaşmışken bile bu ağacı düşünen kahramanlarla sık sık karşılaşırız Japon filmlerinde… Romantik sahnelerde de Sakura ağacı bulunur.

Bunu en iyi Japonya'nın modernizasyonuna dair olan hikâyede yönetmenliğini Edward Zwick’in yaptığı ve başrolde Tom Cruise’in yer aldığı ‘’Son Samuray’’ filmi gösterir. ‘Bu filmde Samuray Katsumoto ölürken etrafında uçuşan Sakura’nın çiçekleri işte o ölüme değerdir.

Bu ağacın çiçeklerinin dökülme sahneleri genellikle her güzel şeyin bir gün mutlaka sona erebileceği mesajını ve yaşanılan kayıpların yaşattığı acıyı bazen de anılarımızdaki kaybettiklerimizi simgeleyen bilinçaltı bir mesaj vermeyi hedefler.

Ancak Sakura ağacının çiçek dökmesi her ne kadar bir şeylerin sonunu simgelese de yeniden açılacağı anı görme umudu da her sonun bir başlangıcı olduğunu müjdeleyen bir konumdadır. Yani hüzün hissinin yanında umut hissini de bizlere verir...

Sakura çiçekleri bana Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i anımsatır. Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.

Her ne kadar parklarımızda bahçelerimizde Sakura yoksa da hala ağaçlar çiçeklerini dökmedi…  Bugün hafta sonu… Yarın da Pazar ve seçim var... Hava sıcak değilse de güneşli ve pırıl pırıl… Sabah ilk işiniz olan sandıklara oyunuzu attıktan sonra, evinize dönmeyin, kendinizi de dışarıya atın, parklara, bahçelere, kırlara gidin... Oralarda ağaçlara, çiçeklere, börtülere, böceklere selam verin… Halil Cibran ‘’ağaçlar yeryüzünün gök kubbeye yazdığı şiirlerdir’’ derdi… O şiirleri okuyun!

Bu baharın ‘’umut’’lara ve ‘’hayır’’lara vesile olması dileği ile…

Osman AYDOĞAN

Japon halk müziği eşliğinde sakura:
https://www.youtube.com/watch?v=IKTRnO7SV68




Sihirbazın Çırağı

29 Mart 2019

“Der Zauberlehrling”, Türkçe adıyla “Sihirbazın Çırağı”, Alman edebiyatının şüphesiz en büyük isimlerinden Goethe tarafından 1797’de yazılan ve sanat ve edebiyat dünyasını derinden etkileyen bir şiirdir. Şiir daha sonra balad haline getirilir. (Balad, şiirin müziğe uyarlanmış halidir.)

Goethe’nin ''Zauberlehrling'' isimli şiirinde çok özet olarak şu konu işlenir: Sihirbazın çırağı ustasının olmadığı bir zaman ustasının yerine geçmeye kalkar, büyüyü basit bir şey sanır, bütün hayaletleri çağırır, ancak bunlarla baş edemez.

Sonra ustasından medet umar. Sihirbazın çırağı sonunda şöyle haykırır;

‘’Die ich rief die Geister, werd’ ich nun nicht los’’
(Çağırdığım hayaletlerden şimdi kurtulamıyorum.)

İşte bu şiir şimdiye kadar ABD yapımlı dört filme kaynak teşkil etmiştir.

Bunlardan ilki 1940 yapımı efsane Walt Disney klasiği “Fantasia” filmidir:

Bu film; çok bölümlü ve çok renklidir. Filmin müziği olarak J. S. Bach, Stravinski, Paul Dukas, Çaykovski, Beethoven, Mussorgski ve Schubert gibi klasik müzik dehalarının eşsiz eserlerin eşliğinde, harika çizimlere ve büyülü bir atmosfere sahip olan görüntülere sahiptir. Filmde; şarap tanrısı Dionysos, çobanların tanrısı Pan, yarı insan ve yarı bedenli düşsel varlıklar olan Centaurlar, sayısız çokluktaki dişi tanrısal varlıklar olan Nympheler, doğurganlık tanrısı Eros ve daha birçok Yunan mitolojik yaratığı çizgilerle canlandırılmakta ve Mickey Mouse da  tanıtılarak sihrin ve masal diyarının içine doğru bir yolculuk yapılmaktadır. Çizgi filmle klasik müziğin harmanlandığı bir filmdir. Bu film animasyon film tarihinin başyapıtı sayılır.

İkinci film bu filmden 60 yıl sonra Disney’in kuzeni Roy Disney tarafından yeniden çekilen ‘’Fantasia 2000’’dir:

Bu film; her bölümü değişik bir yönetmen tarafından hazırlanan sekiz kısa filmden oluşmakta ve Beethoven’ın Beşinci Senfonisi üzerine uyarlanan aydınlık-karanlık savaşı ile başlamaktadır. Bölümler boyunca pek çok farklı kahramanlar bulunmaktadır. Filmde Mickey Mouse ve Donald Duck da vardır. Her bölümün başında ünlü oyuncuların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılamaktadır.

Üçüncü film ise 2010 senesinde Nicholas Cage’in başrolde oynadığı ‘’Sorcerer’s Apprentice’’ (Sihirbazın Çırağı) filmidir:

Masalsı senaryosu, zengin görsel efektleri, esprili diyalogları ile hemen hemen her sahnesi eğlenceli bu filmde Dave başına gelecek olaylardan habersiz, kendi halinde bir üniversite öğrencisidir. Hayatındaki tek sorunu dersleri ve âşık olduğu kız Becky’dir. Ancak hayatına daha sonra dâhil olacak olan Balthazar Blake (Nicholas Cage) sihirbaz Merlin’in öğrencilerindendir ve sihirbazlığı öğretebileceği birisini aramaktadır. Balthazar Blake’nin kötü büyücü Maxim Horvath’a karşı artık tek silahı olan Dave, sihirbazlığı öğrenerek hem şehrini hem de aşkını korumak zorundadır.

Dördüncü ve esas film ise 2002 yılında hayali bir ülkede sahnelenen ve halen devam eden  ‘’Ilımlı İslam’’ adındaki ABD Hollywood yapımı bir filmdir:

Bu hayali ülkede sanal dizilerle gerçek hayatın çoğu zaman karıştırıldığı bir vakıadır. Bu dördüncü filmde anlatılanların da sanal bir senaryodan oluşan bu filmin bir anlatımı olduğu ve gerçekle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, gerçek bir ülke, gerçek bir kişi ve gerçek olaylarla bir ilişkisinin olmadığını daha baştan beyan etmek isterim. Söylediğim gibi bu dördüncü film bir senaryodur ve gerçeklerle hiçbir ilgisi, alakası ve bağlantısı yoktur.

Bu filmde de öncekiler gibi bölüm bölümdür. ‘’Fantasia 2000’’ filminde de olduğu gibi aydınlık – karanlık savaşı ile başlamakta, her bölümün başında ünlü oyuncuların, kimi liboşların, kimi döneklerin, kimi ‘’Taraf’’ların ve yazarların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılamaktadır.

Birinci film olan “Fantasia” içerisinde yer alan Yunan mitolojik varlıklar yerine bu filmde onlardan daha etkin olan gerçek kişiler yer almakta sihrin ve masal diyarının içine doğru bir yolculuk yapılmaktadır.

Birinci filmde yer alan klasik müzik yerine bu filmde ilahiler eşliğinde; özelleştirme adı altında Devletin yağması, ileri demokrasi adı altında otoriter ve antidemokratik bir rejim ve melez bir demokrasi, bağımsızlık yerine ABD’ye mutlak itaat ve BOP’a eşbaşkanlık, ulusal değerlerden vazgeçme, ülkenin kuruluş felsefesini yok etme, üretim yerine tüketim, bilim yerine hurafe ve sosyal adalet yerine sadaka dağıtan devlet sergilenmektedir. Film içerisinde ülkede yabancılara satılmamış bir milli varlık bırakılmaz…

Daha önceki filmlerde yer alan büyülü sahnelerin yerini bu filmde AVM’ler, lüks tüketim, duble yollar, yüksek binalar ve ülkede hiç olmadığı kadar; TV’lerde renkli diziler, eğlenceler, futbol ve bol miktarda magazin sergilenmektedir. Filmde ülke insanları renkli dizilerin sanal gündemine tamamen bağlı, gerçek gündemden uzak yaşayıp giderler.

Filmde özellikle ‘’Balyoz’’ bölümü görülmeye değer bir sihir bölümüdür. Bu bölümde muhteşem bir kumpasla ülkenin ordusunun güzide subayları ve generallerinin büyükçe bir bölümü uyduruk bir CD ile esir edilmekte, göreve devam edenlerin ise sesi kısılmaktadır.

Filmin ‘’Ergenekon’’ bölümünde ise olmayan bir terör örgütüyle ülkedeki aydın gazeteci, asker, bilim adamı, yazar ne varsa hepsi uyduruk belgelerle, sehven yüklemelerle, terör örgütü artığı gizli tanıklarla hapse atılmaktadır ki böyle bir sihri ne David Copperfield ne de Harry Houdini başarabilirdi.

Film içerisinde bu muhteşem kumpasların sonucu olarak eski bir genelkurmay başkanı terör örgütü yöneticiliği ile suçlanarak zindana atılmakta, gerçek bir terör örgütü liderine ‘’sayın’’, şehitlere ise ‘’kelle’’ diye hitap edilmektedir.

Film içerisinde ülkenin entelijensiyası da yok edilmekte, ülkenin hukuku siyasi iktidara bağlanmakta, üniversitelerin öğretim üyesi devlet memurluğuna dönüştürülmekte, felsefecisi, edebiyatçısı, sosyoloğu, sanatçısı susturulmaktadır. Filmde yargı ve üniversiteler siyasallaşmakta, basın bağımsızlığını kaybetmekle kalmayıp yandaş, liboş, misyon ve beyefendi gazeteciliğine dönüşüp, daha talimat almadan ‘’emredersiniz efendim’’ci hale getirilmektedir. Filmdeki büyücü çırağının savcısı olduğu mahkemelerde ise iddia makamı ile hüküm makamı iç içe geçmektedir.

Filmin akışı içerisine ülkedeki ulus devlet, üniter yapı, çağdaş kazanımlar tasfiye edilerek ülke feodal, federal ve ümmetçi bir yapıya doğru götürülmektedir.

Filmde Yahudi aleyhtarlığı ile İsrail dostluğu harmanlanmakta, bir yandan Araplara yanaşıp Hamas dostluğundan, El Nusra desteğine, Yasin El Kadı dostluğuna yelken açılırken diğer taraftan ise 21’inci yüzyılda İslam Dünyası’na yapılan Haçlı Seferleri’ne ise en büyük destek verilmektedir. Matrix filminde olduğu gibi bütün bu dört filme de Masonik karakterler sergilenmektedir. Filmde dost olması gereken ülkelere düşmanlık, düşman olması gereke ülke ve gruplara da dostluk sergilenmektedir.

Filmde bir anayasa değişikliği oylaması yapılır. Ve bu oylamada dünyadaki tüm sihirbazlara taş çıkartırcasına mezardaki ölüler bile oy kullanırlar...

Büyücü çırağı filmin başında sıfır sorun diye başladığı komşuluk ilişkilerinde öylesine bir sığlığa düşer ki filmin sonuna doğru tüm komşularla kavgalı hale gelir.

Ustasının gazına gelerek Suriye’den dört milyona yakın üzerinde sığınmacı çağırır, ülkenin her yanını kimi dilenci, kimi kaçak işçi, kimi kuma bu sığınmacılar doldurur, sığınmacılarla baş edemeyince ustasını çağırsa da ustası onu yüzüstü bırakır.

Filmin en önemli karakteristik özelliği hiçbir filmde olmadığı kadar bu filmde ‘’din’’ unsurunun kullanılmasıdır. Bu filmde ‘’din’’ o kadar çok kullanılmış ki film içinde sahnelenen sahtekârlıklar, kumpaslar, iftiralar, yalanlar, rüşvetler, yolsuzluklar ve hukuksuzluklar sanki İslam’ın farzı imiş gibi algılanır hâle gelmiştir. Yine bu filmde dinin bir unsuru olarak her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan camiler yapılmakta, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin ise beton yığınları ile silueti bozulmaktadır.

Yine bu filmde hiç olmadığı kadar milletin anası ile uğraşılmaktadır. Gerçekte milletin anası ağlarken, kimi yerde millete ‘’anasını alıp gitmesi’’ söylenmekte, kimi yerde ‘’şeyimi şey ettiğimin şeyi’’ denmekte, kimi yerde ise ‘’milletin anası bellenmekte’’, kimi yerde millete ‘’gavat’’ denmektedir. Milletin anası ile uğraşanlara ise film içerisinde methiyeler düzülmekte ve onların ‘’g….nün kılı’’ olma arzusu dile gelmektedir. Filmde daha önce hiç olmadığı kadar kadın cinsi aşağılanmakta, kadın cinayetleri ve cinsel saldırı ve tecavüz vakaları tarihte görülmemiş bir artışla rekorlar kırmaktadır. Bu yönleriyle de filmin ‘’argo’’ ve ‘’müstehcenlik’’ Oscar’ına da aday gösterilmesi beklenmektedir.

Filmin bir ‘’Park’’ bölümü vardır ki, bu bölümde ülkenin gençleri katledilmekte, hedef gözetilerek atılan fişeklerle gencecik insanların gözleri çıkarılmakta, ülke insanının en doğal protesto hakkına karşı hukuksuz ve orantısız güç kullanılmakta, başörtüsüz bacılar bizzat kamera önlerinde güvenlik güçlerince saçlarından tutularak yerlerde sürülmekte, ancak bunları yapanlar cinayetle ve darpla suçlanacağına büyücü çırağı tarafından ‘’destan yazmakla’’ övülmektedir…

Bu bölümde; ilk film olan ‘’Fantasia’’ filminde yer alan klasik müzik dehalarının eşsiz eserlerin eşliğinde, harika çizimlere ve büyülü bir atmosfere sahip olan görüntülerin yerine TOMA sesleri eşliğinde tazyikli su gösterileri yapılmakta, rengârenk biber gazları bütün bir parkı ve şehrin bir bölümünü kaplamaktadır. Bu bölümün başkarakterlerini hukuksuz bir gaz saldırısını yiğitçe umursamayan ‘’kırmızı elbiseli bir kadın’’ ve zırhın arkasına gizlenen zorbanın bir tazyikli suyuna erkekçe göğüs geren ‘’siyah elbiseli bir kadın’’ ile ‘’camide içki içildiği’’ ve ‘’masum çocuklu başörtülü bir kadına saldırıldığı’’ kuyruklu yalanı canlandırmaktadır. Bu yalanlar öyle usturuplu bir şekilde yapılmaktadır ki sanal dünyadaki ‘’Yalancılar Krallığı’’ oyununu bile değersiz hâle getirmektedir.  

Filmde daha önceki filmlere taş çıkartırcasına bir sihir bölümü vardır ki, bu bölüm muhtemel olarak yönetmenliğini Neil Burger’in yaptığı, 2006 yılı ABD-Çek Cumhuriyeti ortak yapımı ‘’Sihirbaz’’ (The Illusionist) filmine taş çıkartır. Bu bölümde rüşvet ve yolsuzluktan elde edilen ayakkabı kutularında milyon dolarlara, elbise kutuları içerisinde deste deste milyon TL’lere, minibüslerle taşınan valizler dolusu paralara, nazır mahdumları evlerindeki para kasalarına, para sayma makinalarına, ‘’kendi param, üç beş kuruş, o da bana kalan bir trilyon lira’’lara, yedi yüz bin TL’lik saatlere, rüşvet umrelerine, TV kanallarına talimatlara, anketlere müdahalelere, havuzlara, fıskiyelere, tapelere, kayıtlara, salmalara, ihalelere, müteahhitlere, mahdumlara, kısaca tüm rüşvet, yolsuzluk, hayâsızlık ve ahlâksızlıklara karşı öyle bir olağanüstü devlet gücüyle sansür, karartma, kapatma, örtme, gizleme, tehdit, şantaj operasyonları öyle bir propagandayla yapılmaktadır ki böyle bir propagandayı Dr. Paul Joseph Goebbels bile başaramazdı.

Filmde bir İranlı bücür vardır ki bu bücürün onca alavere dalaveresine rağmen büyücünün çırağı onu hayırsever bir vatandaş olarak tanıtmaktadır.

Yine filmde bir seçim sahnesi vardır ki bu sahneyi hiçbir siyaset bilimci çözmüş değildir. Filmde ülkede seçim yapılır ancak sonucu hâkim irade tarafından beğenilmez. Ülke tekrar seçime götürülür. Ancak iki seçim arasında terör ve katliamlar zirveye çıkar ve sonuçta yenilenen seçimde parti yeniden seçimi kazanır.

Filmin sonlarına doğru ülkede Patagonya ordusunun dahi yapamayacağı bir acemilikte Balyoz ve Ergenekon kumpasları sonucu harcadıkları askerlerin, generallerin yerine yerleştirdikleri Haşhaşici askerler tarafından ''Allah'ın lütfu'' bir ‘’darbe’’ senaryosu sahnelenir… Güpegündüz köprüler kesilir, bir köyün karakolu basılır, darbeyi sözde askerler yapar ama yine üst rütbeli askerler, generaller, hatta genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları tutuklanır, derdest edilir. Güya darbe siyasilere karşı yapılmıştır ama hiçbir siyasetçi tutuklanmaz… Sözde darbe bütün TV kanallarında canlı canlı yayınlanır.  Sözde darbeden sonra askerinden polisine, öğretmeninden esnafına yüz binlerce kişi tutuklanır, ancak bir tek siyasilere dokunulmaz… ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurulur, bu komisyon tarafından sözde darbeye kalkışan hiçbir general, hiçbir siyasetçi sorguya çekilmez…

Sözde darbe yargılamaları sonucu sözde darbeye kalkışan askerî rüştiye öğrencileri, erbaş ve erler bol kepçe ağırlaştırılmış müebbet hapsi ile cezalandırılırlar. Ancak teee Amerikalılara kadar gidip de teröristlerin lideri Başhaşhaşicinin salya sümük elini ayağını öpenlere, onunla boy boy fotoğraf çektirenlere, Ankara’yı Haşhacilere parsel parsel peşkeş çekenlere, Haşhaşi ne istediyse verenlere, siyasilere, ağalara hiç mi hiç dokunmazlar. Bir bankada üç beş kuruşluk hesabı olanlar yargılanır, cezalandırılır, işlerinden atılır ancak bu bankadan milyon dolarlarla iş yapanlar, bu bankayı açanlar, bu bankanın faaliyetine göz yumanlara göz yumulur…

Yine filmin sonlarına doğru her seçim öncesi AB ülkeleri ile ‘’Eyyyy!!’’ diye başlayan bir kayıkçı kavgası sahnelenir ki bu kavga yanında Osmanlının eli tespihli, ceketi omuzunda, topuklu ayakkabılı mahalle kabadayıları halt etmiştir.

Bu filmin bir bölümünde ülkenin rejimini değiştirerek ‘’milli egemenliği’’ milletten alıp bir tek adamın emrine verecek olan bir taslak allanıp, pullanıp süslenerek ‘’anayasa değişikliği’’ aldatmacasıyla halkoyuna sunulur.  Ve bu teklifin kabul edilmesi için devlet tüm güç ve organları ile halkın üzerine abanır. Ancak halk oylamasının bitimine yakın saatlerde seçim kurulu bir okus fokusla mühürsüz oyları öyle bir devreye sokar ki böyle bir okus fokusu ne David Copperfield ne de Harry Houdini başarabilirdi. Bu okus fokus karşısında muhtemel ki David Copperfield ve Harry Houdini mezarlarında ters dönmüşlerdir. Sonuçta oylama daha resmileşmeden de atı alan Üsküdar’ı geçer...

Bu filmin final bölümüne doğru ülkenin rejimini değiştirerek ‘’milli egemenliği’’ milletten alıp bir tek adamın emrine verecek bir seçime gidilir.  Ve bu seçimde aday olmasın diye eski bir cumhurbaşkanının evine helikopterle görevdeki bir genelkurmay başkanı gönderilir, tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı devletin her türlü imkânlarını kullanarak partisi lehine propaganda yapar, bir başka cumhurbaşkanı adayı hapiste tutulur, partili içişleri, adalet ve ulaştırma bakanları seçime rağmen görevde kalırlar. OHAL şartlarında, KHK’lerle, taşıma sandıklarla ve mühürsüz oylarla ve şaibeli bir seçim kurulu ile yapılan bu seçimde ülkenin saf vatandaşları ise adil bir seçim yapıldığını zannederler.   

Filmin sonlarına doğru yapılacak olan bir basit muhtar ve şehir eminleri seçiminde ülke eşekten düşmüş acem karpuzu gibi bölünme noktasına getirilir. Bu seçimde muhalif partiler ve seçmenleri illetle, zilletle, adilikle, hainlikle, terörle, Haşhaşilikle, ineklikle suçlanır.

Bütün filmin akışı süresinde ülkede bilimin yerini taassup, eğitimin yerini cehalet, sanatın yerini ucubeler, üretimin yerini lüks tüketim almakta, cari açık ve dış borç ülke tarihinin rekorunu kırmakta, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet kanıksanmaktadır.

Filmin sonuna doğru ülke; eblehliğin ve paçozluğun girdabına sürüklenerek; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirilir... 

Stefan Zweig ''Dünün Dünyası'' (İletişim Yayıncılık, 2019) isimli kitabında şöyle yazmıştı; ''Çoktan unutulup gömüldü sanılanın, eski biçimi ve görüntüsüyle yine karşımıza çıkması kadar ürkütücü bir şey yoktur hayatta.'' Stefan Zweig’ın kitabında olduğu gibi bu filmde de çoktan unutulup gömüldü sanılan bu problemlerin (terör, mezhepçilik, cehalet, taassup, modern feodalizm, rüşvet, yalan, riya, iftira, kumpas, yolsuzluk, yalakalık, niteliksizlik, Ortadoğu’ya bulaşmak, Suriye çıkmazı vb.) eski biçimi ve görüntüsüyle ülkenin karşısına çıkması diğer filmlerden farklı olarak aydınlık ruhlarda ve düşünen beyinlerde bir kâbus yaşatır ve bir büyük korku ve ürküntü yaratır. 

Bu filmde büyücüyü ABD, çırağını ise onun eşbaşkanı canlandırır. 

Bu filmde büyücü çırağı filmin başında Cemaat’i, pardon Çete’yi, Paralel Yapı’yı, Başhaşhaşiyi, pardon âlim müsveddesini, yalancı peygamberi Haşhaşileri ve ahtapotun kollarını çağırmakta, onlarla ortaklık kurarak, bütün faaliyetlerini onların işbirliği ile yapmakta ve bu işbirliği içerisinde onlara ne isterlerse vermektedir.

Büyücü çırağı şimdi de çağırdığı bu hayaletlerden kurtulamamaktadır. Öyle ki bu ahtapotun kollarını, bu Haşhaşilerin binlercesini her gün tutuklamakta, hapse atmakta, oradan oraya tayin etmekte, sürgüne göndermekte, yer değiştirmekte yine de onlardan kurtulamamaktadır. Büyük umutlarla daldığı Suriye batağından çıkamamakta, bir zamanlar içli dışlı olduğu İranlı bücür başını ağrıtmakta, ülkeyi içine düşürdüğü ekonomik kriz ise canını sıkmaktadır.

Bu nedenle son zamanlarda bu çırak sürekli gergin bir vaziyette yılları, yerleri, mekânları ve kişileri karıştırmakta ve Goethe’nin büyücü çırağı gibi şöyle bağırmaktadır:

‘’Die ich rief die Geister, werd’ ich nun nicht los’’
(Çağırdığım hayaletlerden şimdi kurtulamıyorum.)

Ancak bu çağrı karşısında ustası koşa koşa imdada gelmediği gibi uzaktan uzaktan çırağına ters ters bakmakta ve ters ters ‘’twitt’’ler atmaktadır... 

Filmin ülkede çekimine halen devam edilmektedir. Bu film illüzyon film tarihinin başyapıtı sayılmaya şimdiden aday gösterilmektedir.

Ancak görünen odur ki; filmde figüran olarak rol alan ve filmin başından beri her şeyden bi haber horul horul uyuyan halkın bu seçimde uyanırsa Hollywood yapımı birçok dalda Oscar’lık bu filme yazık olacağı, yok uyanamazlarsa da ülkeye yazık olacağıdır…

Başta da ifade ettiğim gibi bu anlattıklarım Hollywood yapımı, gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilişkisinin olmadığı bir film senaryosudur ve gerçek bir ülke, kişi ve olaylarla, kurum ve kuruluşlarla hiç mi hiç bir ilgisi de bulunmamaktadır.

Osman AYDOĞAN




ABD, İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanırken…

28 Mart 2019

Çoğumuzun anımsamadığı '‘garip’' akımında yer alan ve gerçekten de döneminde garip kalan ve nev'i şahsına münhasır, unutulan çok önemli bir şairimiz var; Asaf Hâled Çelebi…

Şiirlerinden birisinin adı da; İbrâhîm

ibrâhîm

içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

(Asaf Hâled Çelebi tüm şiirlerinde hep küçük harf kullandığı için şiirde de hep küçük harf kullanılmıştır.)

Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kuran Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene ve zalime gönderme yapılarak "gönlü put sanıp da kırandan" şikâyet edilir;

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

İbrahim
gönlümü put sanıp da kıran kim

Söz konusu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil'de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır. Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin ileri gelenleri, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.

Bu olay Kutsal Kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69-71)

Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu.  Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan bir başka Bâbil hükümdarı da Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın bir diğer adı da Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562).

Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir.

Söylentiye göre Nebukadnezar, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Söylentiye göre Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil'in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur. Fakat bölgede araştırma yapan arkeologlar, Bâbil'deki sarayın kuzeydoğusunda görünüşü garip olan temel ve tonozlar buldular. Bunların Bâbil'in asma bahçelerine ait olduğu düşünülmektedir. Irak işgalinde bu asma bahçelerden kalan son kalıntılar da Amerikan tanklarının paletleri altında yok edilmiştir…

Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde mitolojiden faydalanılarak "zamansız bahçeleri kucaklamak" ifadesiyle Hz. İbrahim'in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır'ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.

Şiirde ismi geçen Bâbil hükümdarı Buhtunnasır (Nebukadnezar - Nabucco) karısının hatırına Bâbil'in asma bahçelerini inşa ettirmesinin yanı sıra özellikle tapınaklar, yollar, sulama kanalları yaptırmıştır.

Rivayete göre Nebukadnezar, bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Nebukadnezar’in ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya bunu yapamazlarsa öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl (Batı kaynaklarda adı "Daniel" olarak geçer, mezarı Kerkük'te Cami avlusundadır), bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır.

Hz. Danyâl Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan her şeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi (Orta Doğu) egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir daha bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek, sürekli birbiriyle savaşacak ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek ve senin ve halkının Tanrı'lık (büyüklük) iddiasındaki liderlerinin akıbeti de hiç de iyi bir sonla bitmeyecek.’’

Ki daha sonra Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek (MÖ 587) Kudüs’ün devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir.  Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir. O zamanki Kudüs’ten Bâbil’e yapılan bu sürgünden dolayı bugün hala Irak’ta Yahudi asıllı Arap ve Kürtler vardır. Günümüzde de İsrail bu Yahudilerden kalanları aramaktadır.

Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır; başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood filmi Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.

Matrix, işte Nebukadnezar'ın bu rüyası üzerine kurgulanmıştır. Filmin kadın oyuncusu Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo, bunun bir rüya olduğunu anlar. Uykudan uyanan Neo’nun filmde bindiği geminin adı da Nebukadnezar'dır. Seçilmiş kişi (the one) aslında rüyasında gelecekte olacakları görüyor. Filmin sonunda gemi (ismi Nebukadnazer'di) patlatılarak batırılır. Bu bir bakıma Yahudilerin Bâbil'den ve Nebukadnazer'den aldıkları sanal bir intikamıdır.

Tevrat’da 97 kez Nabukadnezar’ın ismi geçer. Yahudiler Nebukadnezar'ı asla unutmadıkları gibi, Bâbil'den intikam almaktan da asla vazgeçmediler. Bu umutlarını şiir ve edebiyatlarına da yansıttılar. İşte bunlardan biri;

‘’Bâbil'in nehirlerinin kenarında oturduk ve Sion'u andıkça ağladık.
Oradaki söğütlerin dallarına çalgımızı astık.
Çünkü orada bizi sürgün edenler bizden şarkılar istemişti.
Ve bize acı verenler, azap edenler bizden eğlence istemişti.
Sion şarkılarından birini okuyun bize demişlerdi.
Bâbil topraklarında Tanrı'nın şarkıları nasıl okunur ki?
Eğer unutursam seni ey Yeruşalim sağ elim çalmayı unutsun.
Eğer seni anmazsam,
Eğer Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam.
Dilim kurusun, damağıma yapışsın.
Onu temeline kadar yıkın, yıkın diyen Edomoğullarına karşı,
Hatırla Yeruşalim gününü Ey Tanrım.
Ey sen harap olası Bâbil kızı, bize karşı yaptığın,
Karşılığını sana verecek olana ne mutlu,
Senin yavrularını tutup da, kayaya çarpacak olana ne mutlu.’’

Bu şiirde bahsi geçen Sion, Kudüs'ün eski adıdır, Siyonizm de bu kelimeden gelir. Aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir. Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Matrix filminde de insanlığın son kalesinin ismi olması da tesadüf değildir.

Bu şiirde bahsi geçen Yeruşalim; Batı’daki ismiyle Jarusalem, Doğu’daki ismiyle Kudüs’tür, Kudüs'ün İbranice'deki karşılığıdır, dindar Yahudiler, Kudüs’ten bu şekilde bahsederler. Yine şiirde bahsi geçen Edomoğulları ile ilk Hıristiyanlar kastedilmektedir.

Bizlere Irak savaşından da tanıdık gelecektir bu Nabukadnezar ismi. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar'dı. Diğer bir tümenin adı da Hammurabi tümenidir. Saddam'sa kendini Bâbil ve Nabukadnezar ile bağdaştırıyordu.  Tüm Ortadoğu'da tek devlet düşüncesindeydi. Sonunda Saddam Hüseyin iktidara geldiğinde, 2590 yıl sonra, ne tesadüf; Abraham (!) tankları, Nebukadnezar ve Hammurabi tümenlerini savaşmadan bozguna uğratır. Eski Bâbil toprakları işgal edilir. İlk, Bâbil Kızları dedikleri Müslüman kadınlar öldürülür, evleri bombalanır, onlara tecavüz edilir, katliamlar yapılır. ‘‘Öldürme’’ diyen on emirden biri olan emir Yahudilerin kendi aralarındaki bir düzenlemedir. Yoksa Tevrat’da kendilerinden olmayan kadın, çocuk demeden çok sayıda gerektiğinde öldürme, katliam yapma emirleri vardır.

19. yüzyıl İtalyan operası ekolünden gelen en ünlü İtalyan besteci  Giusepper Verdi (1813-1931) ilk büyük başarısını elde ettiği bestesi Nabucco adlı eserinde işte Yahudiler’in Bâbil’e bu sürgün edilmelerini konu alır. 

Biz de sözde Orta Asya’dan gelip ülkemizden geçerek Avrupa’ya gidecek doğal gaz boru hattına balıklama atlayarak Nabucco ismini veririz; güya anlaşmanın yapıldığı günün akşamı ilgili ülkelerin enerji bakanları Verdi’nin Nabucco Operasını dinledikleri içinmiş!!!

Yoksa Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi Nabocco’nun ülkesinin doğalgazını Batı’ya ulaştıracaktı da bunun için mi bu ad verildi? Öyle ya, Nabucco’nun ülkesinin milyonlarca metreküp tutan doğal gazı Batı’ya nasıl taşınacaktı ki??? Orta Asya gazının Nabucco ile ne ilgisi vardı ki???

Neyse… Gelelim Buhtunnasır’ın akıbetine:

Bir rivayete göre Tanrı'lık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir baş ağrısı başlar. Buhtunnasır baş ağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece baş ağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık (büyüklük) iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir.

Buhtunnasır’ın rüyasını Hz. Danyâl Peygamberin tabirinde olduğu gibi; işte o günden bugüne Orta Doğu'nun halkı bir daha  bir araya gelememişlerdir. İşte o günden bu güne Orta Doğu'nun halkı etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı ile birbiriyle kavga etmişlerdir. Orta Doğu'nun halkı halen de birbirlerinin kuyusunu kazmakla ve birbirlerinin boğazını kesmekle meşguldürler.  

İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun Tanrı'lık iddiasındaki liderlerinin akıbeti de Buhtunnasır'ın akıbetinden öteye geçememiştir. Günümüzde bile Saddam’ın, Kaddafi’nin, Nasır’ın, Mübarek’in akıbetleri Buhtunnasır’dan farklı olmamıştır.

Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir'’ derdi…

Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Görüldüğü gibi kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…

Binlerce değil, yüzlerce değil, hatta onlarca bile değil, hatta uzak da değil şöyle kısa bir geçmişe gidelim... Düne gidelim düne!

Tarihi kararlar öyle durduk yerde alınmaz. Hesaplanır, kitaplanır, ortamı hazırlanır, karara menfi edecek hususlar ortadan kaldırılır ve zamanı gelince de alınır... Bu kararlar bazen onlarca, bazen de yüzlerce, bazen de anlattığım gibi binlerce yıl sürebilir…

Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu...

Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…

Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletlerdi...

ABD biliyor ki; Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederken (06 Aralık 2017), ABD, Büyükelçiliğini Kudüs'e taşırken (14 Mayıs 2018) ve ABD, İsrail’in 1967 yılında işgal, 1981 yılında ilhak ettiği Golan tepeleri üzerindeki egemenliğini tanırken (25 Mart 2019) aldıkları bu kararlara karşı duracak artık bölgede hiçbir güç kalmamıştır. ABD yine biliyor ki bu karara karşı çıkan sesler ise etkisi, müeyyidesi olmayan sadece iç politikaya dönük, anlamsız kuru gürültüden ibarettir.

Bu kararlar karşısında en çok şikâyet edenler, en çok tepki gösterenler, en çok feryâd edenler ise bu kararlara en çok çanak tutanlar olmaktadır!

İslam dünyası tarih boyunca hiç bu kadar zelil duruma düşmemişti...

Tarih çok şey söyler ama… Anlayana tabii…

Ne rüyan varmış be Buhtunnasır?

Osman AYDOĞAN




İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım

28 Mart 2019

Dün Âşık Mahzuni Şerif’ten bahsedince bugün bu büyük ozanın o muazzam türküsü ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatmasam olmazdı...

Ancak türküden önce Âşık Mahzuni Şerif’i kısaca anlatmak, tanıtmak istiyorum...

Bizim bildiğimiz Âşık Mahzuni Şerif ismi mahlasıdır ozanın... Bu mahlasın da anlamını kısaca açıklamak istiyorum:

Hz. Peygamber’in (asm) torunlarından Hz. Hüseyin’den gelen nesle, ’’efendi, bey, beyefendi’’ anlamına gelen ‘’Seyyid’’, Hz. Hasan’dan gelen nesle de ‘’şerefli, şanlı, şanı yüce’’ anlamına gelen ‘’Şerif’’ unvanı verilirdi. (‘’Seyyid’’ ve ‘’Şerif’’ unvanları için böyle bir ayırım olmasına rağmen ancak günümüzde ne yazık ki bu ayrım unutularak her iki nesli birden ifade etmek için sadece ‘’Seyyid’’ unvanı kullanılmaktadır.) ‘’Mahzun’’ ise ‘’üzgün, üzüntülü, hüzünlü, duygulu, gönlü üzgün, tasalı, neşesiz, gamlı, kederli’’ anlamındadır. Âşık Mahzuni Şerif;  ‘’Hz. Peygamber torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen, gönlü üzgün, hüzünlü, duygulu, gamlı ve kederli âşık’’ anlamındadır.  

Âşık Mahzuni Şerif ismi ozanın mahlasıdır demiştik. Ozanın Asıl adı Şerif Cırık’tır. Şerif Cırık 17 Kasım 1940 tarihinde  Kahramanmaraş’ın  Afşin ilçesinin Berçenek Köyü'nde dünyaya gelir ..

Şerif Cırık  1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydolur. Öğrenci iken eşi Suna'yı kaçırır ve altı ay köyünde kalır. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledilir.  Okul komutanının çabası ile yeniden okula döner ancak altı ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan ilişiği kesilince yeniden köyüne dönmek zorunda kalır. 

Müzik dünyasına Âşık Mahzuni Şerif mahlasıyla atılır... 1964 yılında ilk plağı çıkar. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük üç ozanı arasında gösterilir…  Çağımızın Pir Sulta Abdal’ı diye anılır. Son halk şairidir...

Kendi deyimiyle ömrünün ilk yarısı hapishanelerde, ikinci yarısı ise hastanelerde geçİrir. Hapiste olduğu dönem türkülerinden uzak kalır… Bu uzaklığı da şöyle anlatır: "Bir balığı denizden çıkartın, kuma atın. O balık o denize nasıl baktıysa ben de türkülerime uzaktan öyle baktım." Başka nasıl izah edilirdi, başka anlatılırdı ki bu özlem!...

Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde "ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim yine geleceğim" diyerek vefat eder. Vasiyeti üzerine naaşı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgeye defnedilir.

Mahzuni Şerif’in mezar taşında kendisinin bu yalan dünyaya tamah etmediğini gösteren şu dizeleri yazılıdır:

‘’Eğer bana gel gel olsa yüceden,
çırpar kanadımı uçar giderim,
isteğim yok gündüz ile geceden,
ben bir Mahzuni'yim naçar giderim.’’

Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın.

62 yıllık yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset ve 8 kitap yayımlar. Hakkında belgeseller yapılır, kitaplar yazılır. Toplumcu, özgürlükçü bir şairdir. Bu görüşleri savunduğu, türkülerine konu edindiği için her zaman başı derde girer. Defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, hakkında davalar açılır, mahpuslarda yatar. 2001 yılının sonunda, ölümünden birkaç ay önce “Elhamdülüllah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır ceza talebiyle dava edilir. Ölmeseydi belki ceza yiyip hapis edilecektir. 

Hakkında çok kitap yazılmıştır. En son Ali Öztunç’un ''Devr-i Mahzuni’'' (Doğan Kitap, 2017) isimli kitabı içlerinde en güzel olanıdır.  Ayrıca Âşık Mahzuni’nin 30 eserinin 32 sanatçı tarafından yeni yorumlarla seslendirildiği,  “Mahzuni’ye Saygı'' (Arda Müzik) albümü de yayımlanmıştır.

Şimdi Âşık Mahzuni Şerif’in dizelerini, ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatabiilirim...

Mahzuni Şerif'in insana hüzün şırınga eden ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü Edip Akbayram’dan Sabahat Akkiraz’a, Kardeş Türküler’den İlkay Akkaya’ya, Feryal Öney’e pek çok sanatçı seslendirmiştir... Ama hiç bir sanatçı Mahzuni Şerif gibi içten, dolu dolu, kalbe işleyen bicimde söyleyememiştir bu türküyü… Dinlerken insanın düğüm düğüm boğazı düğümleniyor, yağmur yağmış, güneş vurmuş kar gibi erim erim eriyor yüreği...

''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bu toprakların en güzel eserlerinden, en güzel seslerinden birisidir, bir şaheseridir. Bu garip, bu sahipsiz, bu yalnız, bu güzel, bu mahzun toprakların türküsüdür.  Geçenlerde yine bu sayfalarda yazdığım ‘’Tutunamayanlar’’ın, barınamayanların, gitmek zorunda olanların türküsüdür… Ötekileştirilenlerin, dışlanılanların isyan içermeyen kabullenişinin türküsüdür. ‘’Güzel ve yalnız ülkemin’’ türküsüdür. Gidenlerin, terk edenlerin, terkedilenlerin türküsüdür… Vizontele filmindeki Deli Emin’in mezardaki annesine radyodan dinlettiği türküsüdür.... ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bir mekândan, bir diyardan, bir yurttan gidenlerin değil; bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gidenlerin, gitmek zorunda olanların, zamanı gelip de gitmesi gerekenlerin türküsüdür. Zaten türküdeki bu terkedilmişlik duygusu kafesteki yabani bir kuş gibi insanın yüreğinde çırpın çırpın çırpınır…

‘’Çeşm’’ Farsçada ‘’göz’’ demektir. ‘’Çeşm-i siyahım’’ ise ‘’siyah gözlüm’’ demektir, ‘’kara gözlüm’’ demek değildir… ‘’Kara’’ sözcüğü siyahı değil; büyüklüğü, iriliği, gücü, zorluğu ifade eder. Kara gözlüm; iri, büyük gözlüm demektir.

"Sermayem derdimdir, servetim ahım" derken sanki Anadolu’nun bin yıllık tarihini, geçmişini gözlerinizin önüne serer… Bu dizeler ömrünüzden seneler eskitir…

"Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizeleri cenneti bile her şeyi bırakıp gitme isteğini kararlı, sessiz ve derinden anlatır. İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlar da bir baykuş gibi ötmek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir ki gitmek?

‘’Bağladım canımı zülfün teline’’ derken ozan gerçek bir sevdayı, aşkı anlatır. Zülüf; şakaklardan sarkan saç lülesidir. Zülfüyâr; sevgilinin şakak saçıdır. Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki sevilenin zülfünün bir teline can bağlanır?  Bu nasıl sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir benlik sevdiğin kişinin zülfünün tek teline bağlanır? Ve böylesine bir bağ ve böylesine bir sevgili bırakılıp da bir nasıl gidilir ki?

‘’Güldün Mahzuni'nin garip haline / Mervan'ın elinden parelense de’’ dizelerinde bahsedilen ‘’Mervan’’, Hz. Ali’ye düşmanlığı ve zalimliği ile bilinen Emevi Halifesi Mervan’dır…Sevgilinin Mahzuni'ye yaptığı Mervan'ın Hz. Ali'ye yaptığı gibidir... 

İşte bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gitmek zorunda kalanların, aslında gitmemek için çırpın çırpın çırpınıp da gitmek zorunda kalanların, giderken bile ayakları geri geri gidenlerin, gayri her ne olursa olsun gidenlerin türküsüdür; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’

Bu kadar sevgiye, bu kadar bir bağlanmaya rağmen insan sevdiğinden neden ayrılmak ister, neden ayrılır?  Cenneti terk ederek viran bağlarda insan baykuş gibi neden ötmek ister? Sanırım bunun da cevabı yakınlarda yine bu sayfada yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' isimli kitabında gizli. ''Tutunamayanlar''da kitabın bir yerinde şöyle bir cümle geçerdi: "İnsani kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kaybolup gidecek elinizden." Ey sevilenler! Ey sevenler! Anlıyor musunuz? 

Sanırım bu soruya bir başka cevap da erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında gizli. Anais Nin bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu topraklarda, bu kültürde bir türlü aşkın beslenmesinin bilinmeyişinden miydi insanlarımızın cenneti terk ederek viran bağlarda baykuş gibi ötmek isteyişi?  Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz? 

Bu türkü sebepsiz yere aklınıza gelir ve her bir dizesi beyninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur saatlerce, günlerce, gecelerce, haftalarca, hatta aylarca: ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım''

Osman AYDOĞAN

Kendi sesiyle Âşık Mahsuni Şerif: ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’
(iyi bir ses kaydı olmamasına rağmen)
https://www.youtube.com/watch?v=ipCzKtmO7KM

Güler Duman’ın yorumuyla Çeşmi Siyahım:
https://www.youtube.com/watch?v=fyG-Xn9tTRg

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de




Mihriban

27 Mart 2019

Artık günlük olarak mutat olduğu üzere Türk halk müziğine devam.... Bugün de sıra ''Mihriban''da.

''Mihriban''ın yazarı ise şair Abdurrahim Karakoç'tur. Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş'ta doğar, 7 Haziran 2012 yılında ise Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum'dadır. Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi. 

''Mihriban’’ da; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...

Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…

Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne",  "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.

Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!

Abdürrahim Karakoç, ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:

Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.

Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. 

Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”

Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. 

Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. 

Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 

Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban 

Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 

Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım kara bahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:

‘’Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım. 

Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım. 

Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım. 

Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım. 

Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım. 

Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.

Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 

“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' 

“ 'Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihriban’ım'

diyorum.''

“ 'Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de 
unutursun Mihriban’ım'

dedim..''

Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.

Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmiyenler Mihriban…

Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….

Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundan…

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban…. 

Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:

Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un eşsiz dizelerini Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, ikincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı özel iki şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın sonunda veriyorum. Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız. Bu konudaki düşüncemi Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım: 

''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''

Duygu dünyama hitap eden gerçek bir halk ozanı idi Abdurrahim Karakoç... 

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To

Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

Âşık Mahzuni Şerif'in Abdurrahim Karakoç için yazdığı şiirleri:

Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: "Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."

Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:

''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..

Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.

Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a

Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''

‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:  

Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?..  Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.

Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.

Bakalım ne cevap gelecekti?

İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:

“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.

Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:

Karakoç Baba'ya

''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?

Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?

Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?

Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''

Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.

Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.

Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu:

“Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.




Uyan Sunam Uyan

26 Mart 2019

Söz verdiğim üzere türkülerimize devam ediyorum... Bu sefer de hepimizin bildiği güzel bir Malatya türküsünü anlatacağım: ‘’Uyan Sunam Uyan’’ 

Bu türkünün söz yazarı ve bestesi Malatyalı sanatçı Fahri Kayahan’dır.. Fahri Kayahan'ı anlatmadan sizlere bu türküyü anlatmamın imkân ve ihtimali yoktur. Öyleyse önce Fahri Kayahan:

Fahri Kayahan’ın hayatı muammalarla doludur, bu nedenle hakkında anlatılanlar zaman içinde birer efsaneye dönüşür. Kısıtlı bilgiler etrafında oluşturulan senaryolar Fahri Kayahan’ın gerçek hayat hikâyesine ulaşmayı imkânsız kılar. Bu yüzden Fahri Kayahan hakkında bahsedilenler çoğunlukla rivayetten ibaret kalır…

Fahri Kayahan 1918 yılında Malatya’da doğar, orta ve lise tahsilini Malatya’da tamamlar. Babası Malatya’nın en büyük manifatura dükkânına sahip olduğu için genç Fahri bu dükkânda çalışır. Bu nedenle de çok şık giyinir.

Fahri’nin gözü müziktedir. Her zaman bir enstrüman çalmak, türkü söylemek ister. İlk önce bağlama çalmaya heves eder ve bir süre bağlama çalar. Daha sonra Karaköylü Reşat Dayı’dan tambur dersleri alır. Fahri Kayahan’ın müzik yaşamındaki en önemli olaylardan biri de bağlamayı bırakıp tambur çalmasıdır.

Genç Malatyalı Fahri, katıldığı bir düğün sırasında Fahriye isminde genç ve güzel bir kızla tanışır. Malatya’nın ileri gelen ailelerinden olan Hamikoğulları’ndan Hacı Ağa’nın kızı Fahriye ile 1933 yılında evlenir.

Hacı Ağa konağına iç güveyi giden Fahri kısa zamanda bu konakta yapılan müzik toplantılarının tanınmış simaları arasına girmeyi başarır. Konakta keman, piyano, ud, tambur gibi enstrümanlar bulunmaktadır. Hacı Ağa keman çalmakta, damadı Fahri de ona tamburu ve sesi ile eşlik etmektedir. O yıllar Malatya’nın büyük konaklarında düzenli olarak müzikli ziyafetler olur, müzik halkın yaşamında önemli bir yer tutar ve bir çok insan enstrüman çalmayı bilir... Bu gelenek o zamanlar sadece Malatya’da değil, Yozgat’tan Kayseri’ye bütün bir Anadolu şehirlerinde vardı… Bir de şimdiki Anadolu’nun şehirlerinin çorak halini düşünün. Örneğin Yozgat 1915 öncesi 70 evde piyano olan bir yerdi, şimdiyse milletvekili olarak Bekir Bozdağ çıkıyor. (Murathan Mungan) Nereden nerelere geldik?

Bir süre sonra Fahriye Hanım hamile kalır ve 1934 yılında Suade ismini verdikleri bir çocukları olur. Fahriye ve Fahri Kayahan çifti mutluluk içinde yaşamlarını sürdürmektedir.

1936 yılının Ocak ayının son gününde, 30 Ocak’ı 31 Ocak’a bağlayan gecede, Fahri Kayahan’ın sonraki yaşamında derin izler bırakacak ve onu her zaman acı çekmeye mahkûm edecek bir olay yaşanır. Bu olay hakkında anlatılan birçok hikâye mevcuttur. Hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu bilinmemektedir. Fahri Kayahan’ın hayatını değiştiren bu talihsiz olay ile ilgili en çok anlatılan rivayet şöyledir;

Devir, o zamanın Malatya’sı… O dönemin kadınlarının en büyük eğlencesidir, haftada bir yapılan hamam sefaları… Kendilerine ayrılan günde toplanıp hamama gider mahallenin tüm kadınları… İşte o hamam sefalarından birinde Fahriye'nin sırtında bulunan ve normal şartlarda kıyafetinden asla görünme ihtimali olmayan bir ben dikkatini çeker hamamda bulunan ve Fahriye’nin yakın arkadaşı olan Neriman Hanım’ın… Neriman Hanım, akşam eve geldiğinde laf arasında eşi Mustafa Bey’e, Fahriye’nin sırtında ben olduğunu anlatır…

Aradan zaman geçer… Fahri Kayahan bir gün evlerinin yakınında bulunan kahvede Mustafa Bey ile karşılaşır… Aralarındaki sohbet belli bir süre sonra tartışmaya dönüşür ve olay karşılıklı hakarete kadar gider… Fahri Kayahan hiddetle cevap verir Mustafa Bey’e: “Bir daha karşıma çıkma, seni el âleme rezil ederim.” Bu söylem karşısında sinirlerine hâkim olamayan ve sırf Fahri Kayahan’ı yaralamak gayesiyle hareket eden Mustafa Bey’in dudaklarından şu sözler dökülüverir: “Sen benimle uğraşacağına kendi karına sahip çık, ben senin karının sırtındaki beni bile bilirim.”

Fahri Kayhan beyninden vurulmuşa döner… Evet, inanamaz biricik Fahriye’sinin kendisine ihanet ettiğine, ama bu başına gelen neyin nesidir? Elin adamı, Fahriye’nin sırtındaki beni nerden bilecektir? Bu sorular kafasında iken eve varır, dayanamaz ve karşısına alıp Fahriye’ye durumu anlatır… Fahriye iki gözü iki çeşme yeminler eder Fahri Kayhan’a: “Aman beyim etme” der, “Bakar mıyım senden bir başkasına?” O gece konuşurlar, konuşurlar… Fahri Kayhan eşine sarılır ve ikna olduğunu söyleyip bir daha hiç açmamacasına konuyu kapatır…

Lakin durum hiç de öyle olmamıştır… O günden sonra istemeden de olsa aklında hep o şüphe, Fahri Bey karısına kötü davranır… Yine bir akşam yemekte sudan bir sebeple çıkan tartışma sonrasında Fahri Kayahan ceketini alır ve başlar Malatya sokaklarında dolaşmaya…

Eve geldiğinde neredeyse güneş doğmak üzeredir… Eve girer ve gördüğü manzara karşısında dona kalır… Biricik karısı Fahriye, kendini asmıştır… Sallanan ayağının dibinde elinden düşmüş bir mektup durmaktadır. O mektupta Fahriye son sözlerinde şunları yazmıştır: “Kusura bakma beyim, ama günlerdir kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim… Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim… “ Fahri Kayahan gözyaşları içinde eşinin cansız bedenini yağlı urgandan ayırır, yere yatırır… Islak gözlerini silerken bir bakar ki hava aydınlanmıştır… İçindeki yangın öyle büyüktür ki, sözün bittiği yerde, kelimelerin küllerinden o meşhur türküyü yakar: “Uyan Sunam Uyan”

(‘’Suna’’ erkek ördeğe verilen isimdir. Görünüşündeki zarafet sebebiyle kadın ismi olarak kullanılır. Boyu posu düzgün, ince, güzel ve endamlı kadın anlamında kullanılır. ‘’Suna boylu’’ ismi buradan gelir. Adı Fahriye olmasına rağmen Fahri Kayahan karısına hep güzelliğinden dolayı ‘’Sunam’’ diye hitap eder.)

Bir başka rivayete göre de Fahri Kayahan bu dedikoduları kaldıramaz ve Fahriye’yi öldürür. Ailesinin şikâyetçi olmaması ve Fahri’nin de bir karıncayı dahi incitmeyecek bir yapıda olması bu rivayeti çürütür...

Bunlara benzer birçok rivayet vardır ancak hangisinin gerçek olduğu bilinmemektedir. Fahriye hanım intihar mı etti yoksa Fahri Kayahan mı vurdu veya bir kaza kurşununa mı kurban gitti, hâlâ anlaşılamamıştır.

Fahriye hanımın hayatını kaybetmesinin acısı Fahri Kayahan’da bir daha silinemeyecek etkiler bırakır. Fahri Kayahan bir daha Malatya’ya dönmemek üzere iki yaşındaki kızını da alır İstanbul’a gider. İçine kapanır. Bir nebze de olsa teselliyi müzikte bulur. İstanbul’a gelince ünlü müzisyenlerle tanışır. Bu isimler arasında Selahattin Pınar, Artaki Candan gibi isimler de vardır. 1937 yılında Almanya’ya giderek Polydor Plak firmasına 7 adet plak doldurur. Yurda döndüğünde sesinin ve bestelerinin güzelliği kısa süre de duyulmaya başlar. Birçok önemli bestesini de bu dönemde yapar. 1940’lı 1950’li yıllarda elde edeceği şöhretin temellerini bu dönemde atar. 

1937 yılında Atatürk’ün huzuruna çıkıp şarkı söyler Fahri Kayahan. Atatürk’ün daha önce duyduğu ve diline dolandığı Fahri Kayahan şarkısı “Sarı Kurdelem”ı Ata’nın huzurunda söyleyince Atatürk de Fahri Kayahan’a “Ben olsam kaymak ile beslerim” diyerek latife de bulunur.

1940’lı yıllarda Müzeyyen Senar ile “Kerem ile Aslı” Suzan Yakar ile “Saz ve Caz” isimli filmlerde oynar. Bazı filmlerde ise sadece tamburu ve sesi ile film müzikleri yapar. Bunların yanında 60 film senaryosu yazar. Bunlardan bazıları; Sarı Kordela, Şirvan ile Abuzer, Ezo Gelin, Bülbül, Öldüren Yumruk, Gümüş Kırbaç, Perçemli Aslan, Yıldızlardan Gelen Dilber, Sokak Rakkasesi…

Dost meclislerindeki Fahri Kayahan sakin, duygulu, samimi kişiliğiyle tanınır. 

Hayatının son döneminde yaşadığı bir talihsiz olay daha vardır ki bu olay Fahri Kayahan’ın dayanma gücünü yitirmesine sebep olur. 1969 yılında, gece yarısı evine döndüğünde evinin soyulduğunu görür. Bütün Plakları, elbiseleri, kıymetli özel eşyaları ve en önemlisi birçok bestesi çalınır. Olay karşısında şok geçiren Kayahan hastaneye kaldırılır. Çilelerle ve sıkıntılarla dolu bir yaşamın ardından yaşanan bu olay karşısında vücudu ve gönlü dirençsiz kalır. Yaklaşık bir ay hastanede yatar. Doktorların tüm çabalarına rağmen kurtarılamayarak 22 Nisan 1969 Salı günü yaşama veda eder. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir.

Malatya maalesef Fahri Kayahan için hayatı boyunca acının bir simgesi haline gelir. Yıllar sonra trenle Malatya’dan geçen Fahri Kayahan Malatya’ya bakar ve “gözlerimi bağlayın ne Malatya beni görsün ne ben Malatya’yı” der.

Zor bir hayatın ardından Malatyalı Fahri geride birbirinden değerli besteler ve patenti kendisine ait olan bir enstrüman yani “cümbüş”ü bırakır Klasik Türk Müziği ile halk müziğini birbirine yaklaştıran bir tarzı vardı. Bugün Fahri Kayahan’ın yaşamı, kimliği unutulmaya yüz tutmuştur. Ama besteleri hala sevilmektedir, yaşamaktadır ve yaşamaya devam edecektir. Allah rahmet eylesin, nûr içinde yatsın...

Yine de rivayetler vardır. Bu türkünün Erzurum yöresinden Haydar Telhüner’ ait olduğu, bir başka rivayete göre ise yöre olarak Sivas ve kaynak olarak Halil Sarıoğlu olduğu...

“Uyan Sunam Uyan” türküsünü dinlerken her bir dizede yüreğiniz sızlar... İçiniz burkulur… İçinizden siz de tekrarlarsınız dizeleri içiniz sızlaya sızlaya: ‘’Dilerim Allah'tan sızlasın için’’… ‘’Hiç kimse bilmez halinden’’… ‘’Bunca diyar gezdim gözlerin için’’…. ‘’Çektiğim gönül elinden’’… Ve demez mi en sonunda; ‘’Uyan sunam uyan derin uykudan’’… 

’Uyan sunam uyan derin uykudan’’… 

Osman AYDOĞAN

Şükriye Tutkun: “Uyan Sunam Uyan”
https://www.youtube.com/watch?v=L7epuTkWBDo

Bu türkünün dışında ama, konu Malatyalı Fahri Kayahan'dan açılmışken onun ''Yolum Düştü Suriye'ye'' isimli gazelini kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküyü de Suriye'den gelen şehitlerimize atfediyorum. Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınıyor kalbiniz... Mutlaka dinleyin derim:
https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8

Uyan Sunam Uyan

Şafak söktü gine sunam uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım sunam sesim duyulmaz
Uyan sunam uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan

Bunca diyar gezdim gözlerin için
Niye küstün bana el sözü için
Dilerim Allah'tan sızlasın için
Uyan sunam uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan

Fahri Kayahan ve bu türkünün hikâyesi hakkındaki bilgiler  ‘’Malatya Günlüğü’’ adlı İnternet sitesinden faydalanarak hazırlanmıştır. 

 

Ay Osman!

25 Mart 2019

1960’lı, 1970’li ve hatta 1980’lı yıllarda TV yokken radyolardan dinlediğimiz türküleri aktarmaya devam edeyim…

Bugün de size Muazzez Turing’in bir türküsünü aktaracağım… Ama önce Muazzez Turing’i sizlere kısaca tanıtmak istiyorum

Muazzez Turing; sesi, yorumu, derlemeleri ve besteleriyle Türk halk müziğinin en unutulmaz sanatçılarından birisiydi. İnsanın gönül telini titreten çok farklı bir ses tınısı vardı, şu ana kadar dinlediğim hiçbir ses sanatçısında duymadığım bir tınıydı bu tını, bir nasıl tını bu tını anlatamam ben…

Muazzez Turing’in derleyerek yorumladığı türkülerinden bazıları şunlardı: ‘’Mektebin bacaları’’, ‘’Şu karşı yaylada göç katar katar’’, ‘’Bu yara gizli yara’’, ‘’Havuz başının gülleri’’, ‘’Makinem makinem (bağlama eşliğinde söylenen sevdiğini askere / gurbete gönderme ağıtı)’’, ‘’Anacan bağrımı can eylemişem’’  ve de her halde içinde ismim geçtiğinden olacak çok da beğendiğim ‘’Ay Osman’’ (bazı yörelerde ‘’Sabahın Yemişi’’ diye geçer) isimli türküleri… Özellikle, merakınız varsa eğer ‘’Mektebin bacaları’’ ve ‘’Şu karşı yaylada göç katar katar’’ isimli türkülerini kendi sesinden dinlemenizi isterim…

Muazzez Turing 1923 doğumludur, 88 yaşında iken 05 Ağustos 2011 tarihinde de bu fani dünyadan göçer gider… Artık hiçbir kurum bu sanatçılarımızı anmıyor.. Unutuluuuup gittiler… Allah rahmet eylesin…

Muazzez Turing hakkında özel bir bilgi aktarmak istiyorum. Değerli dostum Yusuf Ziya Kıvanç Bey'in anlattığına göre Muazzez Turing'in kocası subaymış. Yusuf Ziya Kıvanç'ın babası da subay ve Muazzez Turing’in kocası ile Kuleli Askerî Lisesinden veya Kara Harp Okulunda arkadaşmışlar. O zamanlar için bir subayın bir türkücü ile evliliği pek hoş karşılanmadığı için Muazzez Turing'in kocası ya istifa yolu ile ya da ihraç edilerek ordudan ayrılıyor. Muazzez Turing'in kocası ordudan ayrıldıktan sonra da 1950'li yıllarda Ankara Belediyesinde zabıta müdürlüğü yapıyor. 

Sizlere çok sevdiğim (dedim ya içinde belki de ismim geçtiğinden olacak) Muazzez Turing'in ‘’Ay Osman’’ isimli türküsünün aşağıda önce bağlantısını sonra da sözlerini veriyorum… Bu türkü TRT repertuvarında yöre olarak Kuzeydoğu Anadolu diye verilmektedir. Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.

Muazzez Turing türküde ''Giderem gelirem ardıma düşme ay Osman'' derken üstüme alınırım, etrafıma bakarım ''bana mı diyor'' diye...

Muazzez Turing türküde ''İlahi canım al yârimi alma ay Osman'' derken, ''uyandım yanımdan nazlı yar uçmuş ay Osman'' derken, ''yörüha yörüha küsmüşem senden, ayrılık badesin içmişem elden ay Osman'' derken o tını, o ses benim yüreğimi dağlar, içimi burkar... 

''Yörüha yörüha küsmüşem senden
Ayrılık badesin içmişem elden ay Osman''

Türküyü dinlerken de beni hatırlayasınız! Olmaz mı?

Osman AYDOĞAN

Muazzez Türing’in sesinden ‘’Ay Osman’’ türküsü:
https://www.youtube.com/watch?v=tugjU1uQhIw

Ay Osman

Sabahın yemişi bir tane vişne
Giderem gelirem ardıma düşme ay Osman
Yörüha yörüha küsmüşem senden
Ayrılık badesin içmişem elden ay Osman

Sabahın yemişi bir tane elma
İlahi canım al yarimi alma ay Osman
Yörüha yörüha küsmüşem senden
Ayrılık badesin içmişem elden ay Osman

Sabahın yemişi bir tane kişmiş
Uyandım yanımdan nazlı yar uçmuş ay Osman
Yörüha yörüha küsmüşem senden
Ayrılık badesin içmişem elden ay Osman

Bir not: Barış Manço bu türküyü 1960’lı yılların sonunda Anadolu pop müziği olarak Fikret Kızılok’un mızıka ve vokali eşliğinde ‘’Sabahın Yemişi’’ adıyla söylemişti.

Ancak bu şarkıda geçen ‘’Uyandım yanımdan nazlı yâr uçmuş’’ dizesi ile bu ikilinin (Barış Manço ve Fikret Kızılok) aralarında bir kadın konusu vardı...

Marie Claude bir giysi mağazasında tezgâhtar olarak çalışan Belçikalı bir kızdı. Barış Manço bu kıza ilk görüşte âşık olur ve altı yıl beraberliktelikleri olur. Barış Manço’nun tahsil hayatına ve geçimini sağlamasına Maria Claude'un büyük katkısı olur. Sonunda Barış Manço ve Marie Claude 31 Ocak 1970 günü Belçika’nın Liêge şehrinde evlenirler. Ancak bu evlilik sadece altı ay devam eder ve 16 Temmuz 1970 günü de ayrılırlar. Çünkü aralarına Fikret Kızılok girer. Marie Claude daha sonra da Fikret Kızılok ile evlenir ancak bu evlilik de 1973 yılına kadar devam eder. Marie Claude Fikret Kızılok’tan da ayrılır. Fikret Kızılok daha sonra 1973 yılında Şeyda Kızılok ile evlenir...

Bu bilgiyi şunun için yazdım:

Bir önceki yazımda ''Fırın üstünde fırın'' türküsünü anlatırken ''Bu türkülerde; Muazzez Türün’ü dinlerdik, Nezahet Bayram’ı dinlerdik, Ülkü Beşgül’ü dinlerdik, Bedri Ayseli’yi dinlerdik, Seyit Al’ı dinlerdik, Yıldız Ayhan'ı, Ahmet Gazi Ayhan’ı dinlerdik… Şimdikiler gibi değillerdi onlar… Her şeyleri ile tam bir sanatçı idiler… Beyefendi idiler… Hanımefendi idiler…Bizler bu türkülerle kendimizi bulmuştuk…'' diye yazmıştım... İşte bu sanatçılar bizlere örnek birer insandılar... Onların böylesine magazin haberleri de yoktu, onlar magazin basınına böylesine malzeme de olmazlardı...



Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur...

24 Mart 2019

Sözüyle müziğiyle; insanın ruhunu dinlendiren, besleyen, hüzünlü de olsa gülümseten, kendimizi eşlik ederken bulduğumuz, tekrar tekrar dinlediğimiz, İnsanın bu topraklarda doğmasına şükür ettirecek iyi ki anadilimiz Türkçe dedirtecek türkülerimizi bir süre daha sizlere aktarmaya devam edeceğim... 

Bugün de nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk takmıştı), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in sözlerini yazdığı,  Neriman Altındağ Tüfekçi’nin derlediği bir Diyarbakır türküsünü sizlere aktaracağım: ‘’Bahçede yeşil hıyar’’. Türkü TRT arşivine girerken sansüre takılarak ‘’Bahçada yeşil çınar’’ halini alır.  "Bahçada yeşil hıyar/ Boyu boyuma uyar" dizeleri kafiye itibariyle daha uyaklıdır aslında.

Yazımın sonunda Celal Güzelses’in sesinden ve orijinal, sansürsüz ’’Bahçede yeşil hıyar’’ haliyle bağlantısını vereceğim… Ama önce bu türkünün hikayesi:

Diyarbakır’ın en çirkin delikanlılarından biri hıyar tarlasında hıyar toplayan bir güzele vurulur. Ancak güzel kız izlendiğini fark edip arkasını döndüğünde, bir elindeki hıyara bir de delikanlıya bakıp bakıp güler. Bunun üzerine delikanlı bu türküyü çığırır. Türküde delikanlının tek bahsettiği ne kızın güzelliği ne de kendindeki özelliklerdir. Sadece boynunun boyuna uyduğunu söyler ve gizli sevdiğini anlatır. Bunun yanında her ne kadar platonik bir aşk olsa da ve kızın kendisini seçmeyeceğini bilse de sevgisine saygı duyulması gerektiğini vurgular. Hepsi bu kadardır. 

Şimdi gelelim türkünün sözlerine:

‘’Bahçada yeşil çınar
Boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar

Bahçalarda gül vari
Var git ellerin yari
Sen bana yar olmazsın
Gözüme gülme bari’’

Bedri Ayseli’nin  yorumunda türkünün ikinci kıtası şu şekilde değiştirilmiştir:

‘’Bu küçe başaşağı
Belinde şal kuşağı
Hergün gel burdan savuş
Çatlasın el uşağı’’

Artık günümüzde böyle sevdalar kalmamıştır. Ne böyle gizli sevdalarla dağlanacak yürekler kalmıştır ne de böyle türküler yakılacak ayrılıklar... 

Şu dizeler her dinleyişte takılmış bir plak gibi zihninizde döneeeeer durur, saplanmış bir hançer gibi yüreğinizi burkaaaaar durur:

‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’

‘’Sen bana yar olmazsın
Gözüme gülme bari’’

Ama bu türküyü gelin Kardeş Türküler’den dinleyin… İşte o zaman gerçekten yüreciğiniz pare pare, içiniz paramparça olur… Ancak gece dinlemeyin bu türküyü, uyuyamazsınız.

Bu türkü Kardeş Türküler’in ‘’Bahar’’ isimli albümünde yer alır… Ve diğer şarkıları, türküleri dinlemeden sadece bu türkü için bu albümü dinliyor insan.

Kardeş Türküler’de bu türküyü Vedat Yıldırım söyler. Erkan Oğur ise hem saz çalar hem de türkünün sonunda sözleri Dîvâne Mehmet Çelebi’ye ait bir de gazel okur.

Bu türküde geçen Dîvâne Mehmet Çelebi’ye ait gazel de şu şekildedir;

‘’Belâ dîldendir
Ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet,
Kimseden feryâdımız yoktur.’’

(Belâ dîldendir –gönüldendir-, ol dildâr –sevgili- elinden dâdımız –şikayet- yoktur.  Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.)

Bu türküde usul usul söyler Vedat Yıldırım, usul usul çalar Erkan Oğur. Vedat Yıldırım'ın usul usul serzenişi, içten bir feryadı, içini dökmesi içinizi dağlar, yüreciğinizi pare pare eder, içinizi paramparça yapar, sizleri uzak uzak farklı diyarlara götürür. Hangi yaşta olursanız olun, ne yaşamışsanız yaşayın bu türkü sizi anlatır:

‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’

‘’Sen bana yar olmazsın,
Gözüme gülme bari’’

Sonra mahzun mahzun dudaklarınızdan gazelin sonu dökülür:

"Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur."

Osman AYDOĞAN

Kardeş Türküler’den ‘’Bahçede yeşil çınar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NPLjgd4euEs

Celal Güzelses’in sesinden ’’Bahçede yeşil hıyar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=lXxV-wGucyA

 




Benim gönlümde sensin, senin gönlünde kimler?

23 Mart 2019

Sanırım altmışlı yılların ilk yarısıydı... O zamanlar TV yoktu, her evde de radyo yoktu. Bizim radyo da lambalı idi, elektrikle çalışır, çalışması için de bir süre lambanın yanması beklenirdi. Ancak kasabamızda da gündüzleri elektrik de yoktu. Bir jeneratör hava kararınca çalışır, gece saat 23.00'de de kapanırdı. O zaman TRT yoktu, bize ulaşan sadece Ankara Radyosu vardı. (Ankara Radyosu, diğer radyolarla birlikte, 1 Mayıs 1965'de Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'na -TRT- devredilmişti)

''Burası uzun dalga 1648 m Ankara radyosu'' anonsuyla başlardı yayın ve ‘’Şimdi Yurttan Sesler Programını dinliyorsunuz’’ diye devam ederdi… (Geçtiğimiz yıllarda da TRT uzun dalga yayınlarına anlamsız bir biçimde son verdi.) Rahmetli Nimet ablamla beraber, o zaman TV'nin söylentisi vardı ki radyonun küçük ekranından içine bakarak söyleyen kişiyi görmeye çalışırdık…

O zamanlar bu ‘’Yurttan Sesler’’ programında sözüyle, müziğiyle; insanın ruhunu dinlendiren, besleyen, hüzünlü de olsa gülümseten, kendimizi eşlik ederken bulduğumuz, çoğunda da kendimizi bulduğumuz ve tekrar tekrar dinlediğimiz türkülerimizi dinlerdik… İnsanın bu topraklarda doğmasına şükür ettirecek, iyi ki anadilimiz Türkçe dedirtecek türkülerimizdi bu türküler. Bu türkülerde; Muazzez Türün’ü dinlerdik, Nezahet Bayram’ı dinlerdik, Ülkü Beşgül’ü dinlerdik, Bedri Ayseli’yi dinlerdik, Seyit Al’ı dinlerdik, Yıldız Ayhan'ı, Ahmet Gazi Ayhan’ı dinlerdik, … Şimdikiler gibi değillerdi onlar… Her şeyleri ile tam bir sanatçı idiler… Beyefendi idiler… Hanımefendi idiler… Bizler bu türkülerle kendimizi bulmuştuk…

Bu türkülerimizi anlatmaya 18 Mart'da ''Çanakkale Türküsü'' ile başlamıştım... ''Bir dalda iki kiraz'' türküsü ile devam ettim... Sonra ''Mendilimin Yeşili'' türküsünü anlattım... Sonra Âşık Veysel'in türküleri.. En son olarak da ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var'' türküsünü anlattım... Baktım bazı arkadaşlarım beğeniyor bu türküleri, ben de anlatmaya devam edeyim istedim... 

Bugün de bir Konya türküsünü anlatmak istiyorum. Kaynağı Mazhar Sakman olan, Yılmaz İpek’in derlediği bir Konya Türküsü: ‘’Fırın Üstünde Fırın’’ diye başlayan ‘’Ben bir yâre vuruldum, çaresini siz bulun’’ diyen Konya türküsü… ''Benim gönlümde sensin, senin gönlünde kimler’’ diye soran Konya türküsü… (Halk müziğinde bu türküden başka  ''Fırın Üstünde Fırın''  isminde iki türkü daha var: Birisi Kayseri, diğeri de Bolu /Göynük türküsüdür. Bu türkülerin söz ve bestesi ayrıdır.)   

Bu türkü, makam olarak âşık tarzı edebi türlerden yola çıkılarak üretilen ve bir uzun bir kısa mısradan meydana gelen gazellere verilen genel isim olan ''müstezât ayağı'' olarak bilinmesine rağmen aslında klasik Türk musikisi makamlarından olan Hicazkâr makamına uydurulmuş olan ‘’kara sevda ayağı’’ bir türküdür. Farklı melodisiyle diğer Konya türkülerinden de ayrılır.

Aşağıda verdiğim bağlantıyı açtığınızda, Yıldız Ayhan’ın o billur, o içten, o masum, o yumuşacık, o kadife gibi sesiyle bir feryâd, bir figân haliyle sesini duyduğunuzda elinizdeki her şeyi bırakıp, hiçbir şey düşünmeden, bir huşu içerisinde bu türküyü dinleyesiniz gelir… Benim yaşlarımda iseniz dalıp gidersiniz çocukluğunuza, gençliğinize, o altın çağı hatırlarsınız, anımsarsınız…. Ve zihninizde takılmış bir plak gibi tekrarlayıp durur türkünün üçer kelime ile bütün bir dünyanızı anlatan şu dizeleri:

‘’Ben bir yâre vuruldum
Çaresini siz bulun’’

‘’Benim gönlümde sensin
Senin gönlünde kimler’’

Ve sözleri yüreciğinizde, zihninizde kalmaz, tekerlemesini de mırıldanırsınız: ''Tara leyli leyli leyli, tara leyli leyli leyli, fındık atıyor, el atına da binmiş çalım satıyor.’’

Tıpkı ülke gündemi gibi...

Osman AYDOĞAN

Yıldız Ayhan'ın sesinden ''Fırın üstünde fırın'':
http://www.dailymotion.com/video/xzkycr_yildiz-ayhan-firin-ustunde-firin_music

(Bağlantıdaki görüntüde Yıldız Ayhan türküyü söylerken yanındaki kişi ise bu türkünün ve bütün Konya türkülerinin bir numaralı kaynak kişisi olan Mazhar Sakman’dır. Allah rahmet eylesin.)

Fırın Üstünde Fırın

Fırın üstünde fırın
Duyun komşular duyun
Ben bir yâre vuruldum
Çaresini siz bulun

 Tara leyli leyli leyli
 Tara leyli leyli leyli
 Pambuk (fındık) atıyor
 El atına da binmiş
 Çalım satıyor

Fırın üstünde mimler
Bülbül kafeste inler
Benim gönlümde sensin
Senin gönlünde kimler

 Tara leyli leyli leyli
 Tara leyli leyli leyli
 Pambuk (fındık) atıyor
 El atına da binmiş
 Çalım satıyor




Kadir Mevlâm senden bir dileğim var

22 Mart 2019

Türk halk müziğinde çok sık kullanılan bir kelime var: ''Muhannet''. ‘’Muhannet’’; bir sıfat olarak kullanılan Arapça kökenli eski bir kelimeydi...  Son yıllarda tekrar hortlamasaydı eğer ne anlama geldiğini çoktaaan unutmuştuk aslında! Birebir Türkçe karşılığı ''ihanet eden'' anlamındaydı. Ancak; ‘’alçak’’, ‘’korkak’’, ‘’kalleş’’, ‘’namert’’, ‘’hain’’ gibi bütün olumsuzlukları ve sevgisizlikleri de içerecek şekilde kullanılmaktaydı. ‘’Muhannet’’in kelime anlamı böyleyken halk arasında daha çok ‘’yaptığı iyiliği lütuf gören, iyiliği karşıdakinin yüzüne vurmak için yapan’’ gibi bir anlamda da kullanılırdı.  Köy yerlerinde genellikle ‘’muhanat’’ derlerdi.

Anadolu insanı işte bu ‘’muhannet’’ten çok çekmiştir... Musallat olmuştur ‘’muhannet’’ Anadolu insanının başına. Bu nedenle de girişte bahsettiğim gibi hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulmuştur ‘’muhannet’’…''Muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler verecek olursak, kısaca şu türküleri söyleyebiliriz: 

Muharrem Akkuş’tan alınan bir Erzurum türküsü olan ‘’Kırmızı gül demet demet’’ adlı türküde şöyle geçerdi ‘’muhannet’’:

‘’Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Gitti gelmez o muhannet
Şol revanda balam kaldı’’

(Türküde geçen ‘’Revan’’, Erivan'ın kısaltılmış şeklidir.)

Âşık Hüdai’den alınan türküde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Lokma yeme muhannetin elinden
Kurtulaman sonra acı dilinden
Namertlerin kaymağından balından
Merdin kuru yavan aşı makbuldür’’

TRT sanatçısı Mehmet Seske`nin derlediği ‘’Yollar seni gide gide usandım’’ türküsünde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Yollar seni gide gide usandım
ayağıma diken battı gül sandım
di yörü yörü de muhannet gelin
ben de seni bir vefalı yar sandım
de gidinin kızı senden yar olmaz’’

Bir Karacaoğlan şiirinde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Ben güzele güzel demem
güzel benim olmayınca
muhannetin kahrını çekmem
gel deyip de gelmeyince’’

Ozan Şekip Şahadoğru’nun ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde de (uzun hava) geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir vay vay
ben dertliyim diye etme şikâyet
oy oy ölürüm muhanet, vay gurbet yetmez mi vay vay
gerçeklere cahil taşı vız gelir
âşıklara böyle cefa az gelir vay vay’’

Turhan Alicı’nın derlediği bir Erzurum türküsünde de geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Muhanneti sevenin 
yüreğinde yağ olmaz 
şal yüzün dönmüş vurgun vurmuş civan olmuş 
puşta bel bağlama’’ 

Bu türküde de ‘’muhannet’’; ‘’puşta bel bağlamak’’ olarak tanımlanmıştır.

Bütün bu türküler güzel de ‘’muhannet’’ en güzel Turan Engin tarafından derlenen bir Erzincan türküsünde geçer: ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var.'' Bu türkü için Mehmet Özbek, ''Folklor ve Türkülerimiz'' (Ötüken Neşriyat, 1975) adlı kitabında yöre olarak Erzincan bilgisini vermektedir. Türk Halk Müziği sanatçısı ve araştırmacısı Abdullah Gündüz de bu türkünün Erzincan yöresine ait olduğu, rahmetli Turan Engin tarafından derlendiği, türkünün kaynak kişisinin Turan Engin'in annesi olan Fidan Engin olduğu bilgisini vermektedir. Bu bilgileri bana bizzat veren Sn. Abdullah Gürbüz'e burada teşekkürlerimi sunarım. Ancak bazı kaynaklar ise türkünün Nurettin Dadaloğlu tarafından derlenen bir Adana türküsü olduğunu söylerler... 

''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Beni muhannete muhtaç eylersen
Kara topraklara garkeyle beni

Muhannetin suyu bulanık akar
Aktığı yerleri sel olur yıkar
İyilik etmeden başına kakar
İşte böylesine muhtaç eyleme

Muhannetin sözü zehirden oktur
Hüsnü kereminle rahmetin çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Sağ gözü sol göze muhtaç eyleme''

İşte bu türküyü de yine eskilerden 2014 yılında kaybettiğimiz Hacer Buluş söylerdi. Bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Türküde ilk iki kıt'a söylenmektedir. Dinlemeye değer diye düşünüyorum... Cahit Öztelli "Evlerinin Önü Türküler" (Özgür Yayınları, 2002) adlı araştırmasında aynı türküyü farklı şekilde vermektedir. S.82-83. Türkünün bu halini de yazımın sonunda veriyorum.

Yazımın girişinde anlatmıştım ya Anadolu insanının işte bu ‘’muhannet’’ten çok çektiğini, ‘’muhannet’’in Anadolu insanının başına musallat olduğunu, bu nedenle de ''muhannet''in hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulduğunu... Ve ''muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler de verdim ya...

Ülkemizde son yıllarda yaşanan gelişmeler sanki unutulmuş olan ''muhannet''in canlanarak bu topraklara, bu insanlara tekrar musallat olduğunu gösteriyor. Çünkü son zamanlarda; TV'lerde, ekranlarda, basında, açık - kapalı oturumlarda, sokaklarda, meydanlarda; sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına o kadar çok ''muhannet'' görüyoruz ki!...

Ben kısaca ''muhannet'' diyorum ama daha açık ifade ile toplumun bütün bu alanlarında sevgisiz, ötekileştirici, ayrıştırıcı, dışlayıcı ve nefret söylemleri çoğalıyor, sürekli hasetten, garezden, kinden, nefretten, intikamdan bahsediliyor. Sanırsınız ki Anadolu Timur istilası altındadır, sanırsınız ki Anadolu Yunan işgali altındadır, sanırsınız ki Anadolu fetret devrindedir. Sanki Anadolu Anadolu olalı, Türkler Türk olalı, bu millet millet olalı böylesi bir ''muhannet'' görmemiştir… 

Bir Yunan atasözü derdi ki; ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' Ve devam ederdi Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Bir Japon atasözü ise: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır’’ derdi. Acaba diyorum etrafımızdaki çirkinlikler sıkça kullanılan bu sevgi içermeyen ''muhannet'' sözcüklerinden dolayı mı oluyor? TV'lere çıkan siyasetçilere, sözde âlimlere bakıyorsunuz, onların sîretsiz sûretlerine bakıyorsunuz; nûrsuz yüzlerinde bir şiddet, bir celâl ifadeleri, dillerinde ruhsuz, sevgisiz  ''muhannet'' sözcükleri...

Bizim artık ''muhannet'' değil de ''muhabbet'' sözcüklerine ihtiyacımız yok mudur? ''Muhannet''ten çektiği bu insanların yetmemiş midir? ''Muhabbet'' bu insanlara hak değil midir? Bu topraklara hep ''muhannet'' mi revadır?

Bizim artık sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına ''muhabbet kuşu'' olma zamanımız gelmemiş midir?

''Muhabbet'' ehli olan Mevlâna'nın, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaşî Veli'nin, Ahmet Yesevî'nin torunlarının ''muhannet''e muhatap olmaları ve ''muhannet''ten muzdarip olmaları ne yaman bir çelişkidir? 

Ozan Şekip Şahadoğru yukarıda verdiğim ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde diyordu ya;

‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir’’

Evet, ozanın da söylediği gibi o kadar gamlanmaya gerek yok! Elbet bir gün bu kış gider de yaz gelir ülkemize.... Elbet bir gün bu ''muhannet'', bu ''sevgisizlik'', bu ''hodbinlik'', bu ''kabalık'' gider de bir ''muhabbet'' gelir ülkemize...  

Umulur ki ''Bad-el harab-ül Basra!'' (Basra harab olduktan sonra) gelmez ''muhabbet'' ve ''sevgi'' ülkemize... ''Kazan aşka geldi, kömür tükendi, akıl başa geldi, ömür tükendi" misali..

İşte bu nedenledir ki kadir Mevlâm senden bir dileğim var, bizi muhannete muhtaç eyleme!

Osman AYDOĞAN 

Hacer Buluş, ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var''
https://www.youtube.com/watch?v=zhvMQ83nLcE

Bu türkü alır beni çocukluğuma götürür. Ben çocukken, annemle, babamla ve Nimet ablamla lambalı radyomuzdan kışa denk gelen iftar vakitlerinde, sahur vakitlerinde bu türküyü dinlediğimiz anı hatırlarım dışarılarda lapa lapa kar yağarken.. Ve bu türküyü her dinlediğimde işte o çocukluğuma giderim, yüreciğim pır pır eder, gözlerim dolar... 

Cahit Öztelli "Evlerinin Önü Türküler" (Özgür Yayınları, 2002) adlı araştırmasında aynı türküyü şu şekilde vermektedir:(s.82-83) 
 
Kadir Mevlâm senden bir dileğim var

Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Yedi deryalara gark eyle beni
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin suyu dolayı akar
Değdiği yerleri od olur yakar
Eyilik etmeden başına kakar
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin sözü pareli oktur
Lutfuna kerem et ihsanı çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Yine muhannete muhtaç eyleme

Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Kaygılara saldım garip başımı
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Yine muhannete muhtaç eyleme

 





Âşık Veysel 

21 Mart 2019

Takvimler 21 Mart 1973 yılını gösteriyordu… Lise birinci sınıfında idim. Hiç unutmam; Edebiyat öğretmenimiz Suphi Martağan derse girdiğinde ağlamaklı bir sesle haber vermişti bize; ‘'Türk halk edebiyatının son temsilcisi bu dünyadan göçtü'’ diye…

Âşık Veysel’in vefatını bu şekilde haber vermişti bize edebiyat öğretmenimiz… Âşık Veysel’in sadece adını bilirdik, onun edebiyat dünyamızdaki yerini, büyüklüğünü tam olarak bilmezdik. Âşık Veysel'in büyüklüğünü, halk müziğindeki yerini bize edebiyat öğretmenimiz anlatmıştı.  Edebiyat öğretmenimiz Âşık Veysel’i bize nasıl anlattı şimdi hatırlamıyorum… Ama öğretmenimizin bize halk edebiyatını ve Âşık Veysel’i sevdirdiği kesin…Kendisini rahmet ve minnetle anıyorum...

Âşık Veysel'i anlatan çok kitap yok aslında... Âşık Veysel'i en iyi anlatan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ''Âşık Veysel Şatıroğlu Dostlar Beni Hatırlasın'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1973) isimli kitabıdır. Bu kitaptan özetle sizlere bu büyük halk ozanını anlatmak istiyorum:

Âşık Veysel, hayatını anlattığı bir şiirinde "Üçyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş.  (25 Ekim 1894) Anası Gülizar, bir yaz günü köy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; bebenin adını Veysel koymuş.

Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, çiçeğin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle.

Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.

Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz şairleriyle dolu o zamanlar. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş çalıp söylediklerini.

Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman.

Yirmibeş yaşındayken (1919) anası babası Veysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa süre sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kötü oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da eşi Esma yanaşmalarından birisiyle evden kaçmış. Bu olay çok yaralamış Veysel'i. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış.

Eşi çekip gittiğinde bir kızı varmış Veysel'in. Daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.

Daha sonra Veysel'i yeniden evermişler. Bu eşi de çocuk vermiş Âşık’a’. Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel'e.

Âşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu Yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş.

Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman.

Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş.

1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır.

Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Köy Enstitülerinde bir süre saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar Köy Enstitülerinde bulunmuştu.

1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Âşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kitabından Âşık Veysel hakkında anlatılanlar kısaca bu kadar...

Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı Veysel… Ve 21 Mart 1973 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu Veysel… Karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı Veysel'in, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarım yüzyılı aşkın bir süre yazdıklarıyla, çalıp söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım şimdi de mezarında son uykusunu nûrlar içinde uyuyordur.

Yalnız çağımızda yaşayanlar değil, bizden çok sonra yaşayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır.

Bu yazımda bir de Veysel’in ilk eşi Esma hakkındaki şu hikâyeyi anlatmak istiyorum;

Veysel'in babası akrabalarından birisi olan Esma ile evlendirmişti onu. Veysel eşini çok seviyordu fakat bu sevgi beraberinde kıskançlığı da getirmişti. Esma artık bu durumdan usanmış dayanamaz hale gelmiş sekiz yıl evli kaldıktan sonra Hüseyin adlı yanaşmalarından bir delikanlıyla beraber kaçmıştı.

Gece vakti evinden gizlice kaçan Esma, Hüseyin'le buluşur ve uzunca bir yolu hiç durmadan çoğunlukla koşarak kat ederler. Bir çeşme başında soluklanmak için durduklarında Esma, "cebimde bir şey var ağırlık yapıp duruyor" diyerek cebini açtığında bir tomar para bulur. Veysel meğerse her şeyden haberdarmış, kör olan sadece gözleriymiş, hisleri, gönlü, kalbi değil, eşini o kadar çok seviyormuş ki, eşi yaban ellerde rezil olmasın, ele güne muhtaç olmasın diye ne kadar parası varsa cebinin içine iliştirivermiş.

Veysel, bu nedenle büyük, bu nedenle '’Âşık’', bunun için Veysel, bu nedenle sanatçı...

Gerçek sevgi tek taraflıdır… Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi…

Gerçek sevgi; sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır. Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salıvermek, onun uçsuz, bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır. Onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil, gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sevinmektir gerçek sevgi. ‘‘Beni bırakıp nereye gidiyorsun'’ demek değil, ‘'gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım’’ diyebilmektir gerçek sevgi.

Veysel, bu nedenle büyük, bu nedenle ''Âşık'', bunun için Veysel... Kendisiyle yapılan bir konuşmada Esma Hanım şöyle der; ‘‘Ben olmasam,  bana olan aşkı olmasa Veysel de olmazdı.’’

Günümüzde ‘’sevgi’’ kavramının içini boşalttık, alanını daralttık; sadece annemizi, eşimizi, kardeşimizi, çocuğumuzu sevdik, cinnetin ve sahiplenmenin adına da sevgi dedik. Gerçek sevgi tek taraflıdır, rağmen türüdür. Gerçek sevgi sevgiliyi sahiplenmek değil, sevgiyi sevgiliye karşılıksız vermektir.

Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Nobel Edebiyat Ödüllü Portekizli yazar  José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı zaten; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ Âşık Veysel sevmenin en güzel yolunu göstermişti bize... 

Bugün 21 Mart, onun vefat yıldönümü!  Âşık Veysel ''Dostlar beni hatırlasın'' derdi... Aşağıda verdiğim bağlantıda onun sesinden onu saygıyla analım, hatırlayalım… Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.''

Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...

Osman AYDOĞAN

Âşık Veysel’in sesinden ''Dostlar beni hatırlasın'':
https://www.youtube.com/watch?v=emjGSPAbhTw

Âşık Veysel’in sesinden ‘’Uzun ince bir yoldayım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=7YZ2JmMUUg8




Geçme kapım önünden yüreğim yaralıdır.

20 Mart 2018

Önce ''Çanakkale Savaşı'', ardından bu savaşı anlatan ''Çanakkale Türküsü'' ve ardından da bu türküye yakın ''Bir Dalda İki Kiraz Türküsü'' derken daldık türkülere... Madem daldık türkülere bir Balkan türküsü ile daha devam edelim o zaman... Biliyorsunuz, her şeyi, ama her şeyi, türküleri bile tarihe bağlamasam olmaz! Öyleyse her zaman olduğu gibi önce kısa bir tariih turu... 

Çoğumuz üzerinde düşünmemişizdir ama Anadolu Selçuklunun bir anayurdu iken Balkanlar da Osmanlının anayurdu idi. Bu nedenle Osmanlı tüm yatırımlarını; okullarını, medreselerini, üretim tesislerini, camilerini, yollarını, hanlarını, hamamlarını hep Balkanlar'a yapmıştı. Anadoludaki bütün eserler, köprü, yol, camii, medrese hepsi Selçuklu eseridir. Başkenti İstanbul ve Bursa'daki camii ve türbeler hariç Osmanlının Anadolu’da doğru dürüst bir tane dahi eserini bulamazsınız… Özellikle Osmanlı eğitim kurumlarının hemen hemen tamamı Balkanlarda idi...

İşte bu nedenledir ki, bu eğitim nedeniyledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil ve asker bürokrasisi ile sanat ve edebiyat camiasının hemen hemen tamamı Balkan kökenlidir... Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, cahil bırakılmış Anadolu insanının küçük bir kısmı kıskançlıktan mıdır nedir bu eğitimli Balkan kökenli insanları pek hazzetmezler... Bu kıskançlık ve hazzetmeme durumu, muhtemel genlere kadar işlemiştir ki Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, eğitilmemiş, cahil bırakılmış bu insanların torunlarına kadar da, günümüze kadar da devam eder! Bakın günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik yapısına, bu durumu net bir şekilde görürsünüz! Bugün bir takım siyasilerin bahsettikleri, dile getirdikleri ''kin ve nefret'' söyleminin kökeni teee oralara kadar gider. Zira Galileo söylemişti zaten; ‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Neyse dönelim konumuza, konumuz Türkiye'nin sosyo-politik durumunun analizi değil, konu sosyologların konusu, zaten ben de konunun uzmanı değilim, konumuz tarih, kaldığımız yerden devam edelim...

Ve biz Balkan Savaşında anayurdumuzu kaybetmiştik... Nedense bu husus tarih öğretilerinde pek dile gelmez, getirilmez!…

Füruzan’ın ‘’Balkan Yolcusu’’ isimli güzel bir kitabı var (Yapı Kredi Yayınları, 2016). Füruzan bu kitabında eski Yugoslav topraklarında kalmış yaşlı bir nine ile sohbet eder… Yaşlı nineye sorar Füruzan; ‘’teyzem’’ der ‘’sen neden göç etmedin?’’ Yaşlı nine cevap verir; ‘’evladım'' der, ''bir vakitler burada bir umman vardı, o umman çekildi gitti. Bırak da bari buralarda o ummanın hatırası bu küçücük göletler kalsın.’’

Ninenin kastettiği o ummanın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

O umman o yataklardan çekilirken ne acılar çekilmiştir bilir misiniz?

İşte bu acılar hep Rumeli türkülerinde ses bulmuştur. Bu nedenle hep hüzünlüdür Rumeli türküleri, hep hazindir Rumeli türküleri, hep insanın yüreciğini sızlatır Rumeli türküleri…

Bugün size sadece bu Rumeli türkülerinin değil, dünyanın en hüzünlü, en hazin, en dokunaklı türküsünü anlatmak istiyorum.

‘’Saba’’ makamındadır bu türkü... İnsanın tüylerini diken diken eden ‘’Saba’’ makamından, tıpkı sabah ezanı gibi, tıpkı şafak vakti gibi, tıpkı seher rüzgârı gibi... Balkan türkülerinin aynı zamanda da en güzelidir bu türkü…

Seferberlik ilan edilmiştir, oğlan tam sevdiceğiyle evlenecekken silah altına alınır, kızımız oğlan gitmeden ona kenarında bir parça yeşil işlemesi olan mendilini verir. Ve gidiş o gidiştir. Oğlan bir daha da geri dönemez.

Sonra sonra, zihinlerden, yüreklerden, gönüllerden bir türkü ortaya çıkar; çaresiz dertlere düşenlerin türküsüdür bu türkü: ‘’Mendilimin yeşili’’... Bizler genellikle bu türkünün ilk iki kıtasını biliriz… Son iki kıta nedense hiçbir yerde de yer almaz. Bu türkünün sözlerinin tamamını yazımın sonunda veriyorum... Şöye başlardı türkü:

''Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare''

Bu türkü TRT kayıtlarına göre 02.11.1949 tarihinde Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.

Bu türküyü bizim zamanımızda uzun dalga 1648 m Ankara radyosundan Nezahet Bayram’dan dinlerdik... Nezahet Bayram kendi sesinden bu türküyü dinlerken bazan için için, bazan hıçkırık hıçkırık ağlarmış… Bu türküyü Nezahet Bayram’ın sesinden olan bağlantısını da yazımın sonunda vereceğim.

Biz Balkan Savaşında anayurdumuz olan Balkanları neden kaybettik biliyor musunuz? Ordumuz kendi yönetimince hırpalandığı için kaybettik... Ordumuz kendi yönetimince aşağılandığı için kaybettik... Ordu kendi içinde mektepli alaylı diye bölündüğü için kaybettik... Orduya siyaset bulaştırıldığı için kaybettik... Ordu siyasete malzeme yapıldığı için kaybettik... 

Eskilerin ''okula, camiiye ve kışlaya asla siyaset sokmayın'' tenbihinin geri planını anlıyorsunuz değil mi? Allah göstermesin ki bir yüzyıl sonra Orta Asya bozkırlarından bir yerlerde yine bir başka Şehriyar; ''o zamanki siyasetçiler okula, camiiye ve kışlaya siyaset soktukları için, dini ve orduyu siyasete alet ettikleri için Balkanlardan sonra Anadolu'da da tutunamadık, anayurdumuz Anadolu'yu da kaybettik'' diye yazmaz inşallah! Allah korusun...

Geçme kapım önünden, benim yüreğim hep yaralıdır.

Osman AYDOĞAN

Nezahet Bayram: ''Mendilimin Yeşili''
https://www.youtube.com/watch?v=jQwJDCNkjbU

Aliye Mutlu’nun o billur sesi ile yorumu bir başka:
https://www.youtube.com/watch?v=1-b2NLQPz8A

2010 yılında Toronto'da kurulan ve Türkçe müzik yapan Kanadalı bir müzik grubu olan ‘’Minor Empire’’ tarafından yorumlanan ‘’Mendilimin yeşili’’ (‘’Minor Empire’’ adı Anadolu'nun tarihte kullanılan adlarından biri olan Küçük Asya (Asia Minor) ve Türk müziğinde sık kullanılan minör akorlardan esinlenerek oluşturulmuştur.):
https://www.youtube.com/watch?v=gGu4dtxAkhc

Mendilimin yeşili

Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim benek benek
Ortası çarkıfelek
Yazı beraber geçirdik
Kışın ayırdı felek

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim turalıdır
Sevdiğim buralıdır
Geçme kapım önünden
Yüreğim yaralıdır

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Ana dersen ana yok
Baba dersen baba yok
Gurbet elde hasta düştüm
Bir yudum su veren yok

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

 




Bir dalda iki kiraz

19 Mart 2019

Dün ‘’Çanakkale Türküsü’’nü anlatırken ‘’Çanakkale Türküsü’’’nün sadece Kastamonu'nun, Çanakkale’nin değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsü olduğunu yazmıştım. Bu türkünün sadece 1915 yılının değil, son bin yılın türküsü olduğunu, bu türkünün bir milli mutabakat türküsü olduğunu yazmıştım. Anadolu insanının, Anadolu coğrafyasının kaderinin türküsü olduğunu, cepheden cepheye sürülen gencecik insanlarımızın, Mehmetçiğin türküsü olduğunu yazmıştım…

İşte bu nedenle bu türkünün Rumcasının olduğunu, Makedoncasının, Arnavutçasının olduğunu yazmıştım…  Ve bu türkünün ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsü gibi Osmanlı tebaalarının ortak feryadı ve ortak kültürü olarak yakın coğrafyada yaşamış her millet tarafından sahiplenildiğini, her milletin kendi acısını, harplere gidip de dönmeyen evladının üzüntüsünü bu türkünün bir feryat, bir figan müziğine döktüğünü yazmıştım…

Böyle yazınca ve ismen de zikredince ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsünü de artık anlatmasam olmazdı…

‘’Bir dalda iki kiraz’’ diye başlar türkü, ‘’eğer beni seversen, mektubunu sıkça yaz’’ diye yalvarılır sevgiliye. Devam eder sonra da ‘’aramız derya deniz, ne bet kaldı ne beniz’’ diye kaderden de şikâyet edilir. Türkünün sonunda da ‘’Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ diye Allah’a dua edilir…

Ve nakaratlarda da hep mendilin sallanması istenir. Çünkü o zamanlar gurbete ya da uzun yolculuğa uğurlarken sevgiliye hep mendil sallanır...  Zira o zamanlar dokunmak, sarılıp öpüşmek, koklaşmak ayıptır!

Türkünün sözlerinden de anlıyoruz ki (aranın derya-deniz oluşu, sevgiliye mendil sallanması, ne bet ne beniz kalması vb.) bu türkü bu coğrafyanın bir yazgısı olan bir ayrılık türküsüdür…

Eski Yeşilçam filmlerinin bir kısmı bir türkü üzerine kurgulanır veya en azından film içinde bir türküye de yer verilirdi. Başrollerini Emel Sayın ve Engin Çağlar'ın oynadığı ''Hasret'' adlı filmde kötü kadın Suzan Avcı'nın ardından Münir Özkul mandolin eşliğinde ağlaya ağlaya bu türküyü söylerdi.  ‘’Ah nerede’’ filminde ise Adile Naşit evde temizlik yaparken söylerdi kaderine ah, vah ederek… İsmini hatırlayamadığım dizilerde de yer almıştı bu türkü…

Bu türkü aslen ‘’saba’’ makamında bir İstanbul türküsüdür… Ancak!... Hani 1990’lı yıllarda sıkça (ve de çokta erken!) kullandığımız bir deyim vardı ya ‘’Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar'' diye… İşte bu türkü de Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar her toplumun, her milletin dilinde gönlünde yer etmiş, bu bölge insanlarının gönül telini titretmiş bir türküdür. Bu türkü Arnavutlarda var, Yunanlarda var, Kırım Türkünde var, Ermenilerde var, Azerilerde var, Türkmenlerde var, Özbeklerde var, herkes de var... Gerçi Anadolu Türkünde de vardı da onu da bizler unuttuk galiba... Değil mi?

Kırım Tatarlarında; "eki çeşme yan yana, su içtim qana qana, seni doğuran ana, olsun maña qaynana" diye söylenir. Bu Kırım Tatar türküsü söyleyen Susana Memetova ve Leniye İzmaylova'nın türkülerinin bağlantısını yazımın sonunda vereceğim. İran da ‘’naki naki’’ diye, Yunanlarda da ‘’sala sala’’ diye söylenir bu türkü… Farsça ve Yunanca bağlantısını da yine yazımın sonunda vereceğim... Bu bağlantılardaki türkü yorumlarını dinlemenizi isterim…

İşte görüyorsunuz ya; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bölgede çizilen sınırlar ne kadar da yapay çizgiler değil mi? Mevcut yapay sınırları oluşturanlar da etnisite ve mezhepler değil midir? Öyleyse bu coğrafyada neden hala etnisitenin ve mezheplerin peşinden körü körüne gidilir ki? Yoksa emperyalizm böyle emrediyor, böyle istiyor diye mi? Yazılarımda sürekli vurgu yaparım ya; ''bu coğrafya bizim, bu topraklar bizim, bu ürünler, bu mahsul bizim, bu edebiyat, bu şiirler bizim, bu şarkılar, bu türküler bizim, bu kader bizim…'' diye... Bizim olan bu coğrafyada niye birlik olamayız ki? Bir mezhebin ve bir etnisitenin peşine takılırsanız eğer birlik olamadığınız gibi paramparaça olur, emperyalizme işte o zaman yem oluruz... Değil mi? Tıpkı şimdi paramparça Ortadoğu'nun yem olduğu gibi!

Bu türküyü diğer dillerde dinlediğimde dikkatimi çeken bir şey var. O da şudur: Bu türkü bir ayrılık türküsüdür. Bir ağıt, bir feryâd, bir figân türküsüdür... Neşeli bir türkü değildir. Bu Kırım Tatar türküsünde de böyle, Yunan türküsünde de böyle… Ancak bizler bu türküyü tavernalarda, eğlence mekânlarında, düğünlerde oyun havası olarak, göbek atarak söylüyoruz, dinliyoruz...

Önce şaşırıyorsunuz ‘’niye böyle’’ diye… Sonra düşününce yaptığımıza hak veriyorsunuz!... Zaten ağlanacak her halimize hep gülmüyor muyuz ki bu feryâd, figân, ağıt türküsüne de gülmeyelim, oynamayalım!..

Zaten bu türkünün "Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ kısmını da ‘’Kurban olduğum Allah, yârim al canım alma’’ diye de değiştirmedik mi? Artık dualarımız da böyle değil mi?

Toplum olarak bir felaket mutasyona uğradık biz... Allah sonumuzu hayretsin!

Osman AYDOĞAN

Safiye Ayla'nın yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=4qCow8On1Eg

Kırımlı sanatçı Susana Memetova’nın yorumuyla ''Eki çeşme'' (Bir dalda iki kiraz):
http://www.youtube.com/watch?v=qbzlepjldy8

Yine Kırımlı sanatçı Leniye İzmaylova'nın pop yorumuyla '’Eki çeşme’’:
https://www.youtube.com/watch?v=pUgk8pzc6GY

Bir Yunan şarkıcının yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=2V1iYrkP6N4

Hoş, bu şarkıyı bizim gibi tavernada kullanan Yunanlılar da var:
https://www.youtube.com/watch?v=9iq-exMIqkE

İran’da da bu türkü ‘’Naki, naki’’ diye söylenir:
https://www.youtube.com/watch?v=g4BlWVM3qAg

Ermeni sanatçı John Bilezikjian tarafından söylenen ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=CUQzmlsO0B0

Ve türkünün sözleri:

Bir dalda iki kiraz

Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz
Eğer beni seversen
Mektubunu sıkça yaz

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını

Bir dalda iki ceviz
Aramız derya deniz
Sen orada ben burda
Ne bet kaldı ne beniz

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını

Bir dalda iki elma
Birin al birin alma
Kurban olduğum Allah
Canım al yârim alma

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını




Çanakkale Türküsü

18 Mart 2019

Bugün Çanakkale Zaferi'nin ve şehitlerinin anma günü... Bugüne mahsus severek dinlediğimiz bir türkü var: Çanakkale Türküsü... Bu türküyü severek dinleriz, hatta severek bu türküyü mırıldanırız da ancak bu türkü hakkında çok az şey biliriz...

‘’Çanakkale içinde aynalı çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, of gençliğim eyvah’’ diye başlayan bu Çanakkale Türküsü sanılanın aksine bir Çanakkale türküsü değildir... Bu türkü her ne kadar adı Çanakkale Türküsü de olsa bu türkü bir Kastamonu türküsüdür. 

Savaş öncesi İnebolu limanından binlerce askerimiz deniz yoluyla gemilerle İnebolu'dan Çanakkale'ye sevk edilir. Bu nedenle de Kastamonu bu savaşta en çok şehit veren illerimizden birisidir. Bu türkü de Çanakkale’ye sevk edilen ve orada da şehit olan Kastamonulu bir asker adına yazılmıştır.

Bu türkünün doğuş zamanının harp öncesine ait olduğu düşünülmektedir. Çünkü daha Çanakkale Savaşı başlamadan önce Çanakkale‛de harbe hazırlanan Kastamonulu askerler tarafından bu Çanakkale Türküsü'nün söylendiği bilinmektedir. Şöyle ki;

Araştırmacı yazar Emrullah Nutku’nun ‘’Çanakkale Şanlı Tarihine bir Bakış’’ isimli eserinde bir mektup yer almaktadır. Mektubu yazan Emrullah Nutku’nun kardeşi Seyfullah’tır. 1903 doğumlu olan Seyfullah savaşın arifesinde Çanakkale Sultanisi (lisesi) 1. sınıf öğrencisidir. Seyfullah, Çanakkale‛den gönderdiği ve üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi yazılı olan mektubunda şöyle der:

‘’Sevgili Anneciğim,

Canımıza tak diyen iki yıllık gurbet hayatından artık kurtuluyoruz. Sana ve aileme kavuşacağım için seviniyorum. Mektebimizi alıyorlar, hastane olacakmış, bizi de İstanbul’daki mekteplere dağıtacaklarmış. Hocalarımızın çoğu da askerlik hizmetine gidiyorlar, büyük sınıflar da gönüllü yazılacaklarmış. Bugün Türkçe hocamız sınıfa geldi, ama çok kalmadı, bize veda etti. Bize; 'Zamanı gelince cephede yapılacak vatan hizmetinin mektepte yapılan hizmetten kutsi olduğunu' söyledi. Birkaç günden beri Çanakkale sokaklarından askerler geçiyor. 'Çanakkale içinde Aynalıçarşı, Anne ben gidiyorum düşmana karşı' şarkısını söylüyorlar. At üstünde zabitler, top arabaları, mekkare ve deve kervanları sokağımızı doldurdu. Harp olacakmış. İngiliz ve Fransız harp filoları boğazın dışında dolaşıyormuş. Buraları bombardıman edeceklermiş. Bu bombardımanı görmek isterdim, ama yakında Çanakkaleden ayrılacağız. Ama size kavuşacağım ben. Beybabamın, sizin ellerinizi öper kardeşlerime selam ederim.

Oğlunuz Seyfullah.’’

Mektupta da görüldüğü gibi daha savaş başlamadan bu türküden bahsedilmektedir. Ancak savaştan sonra da bazı dizelerin eklendiği düşünülmektedir, ''Çanakkale'den çıktım başım selamet, Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet'' dizesi gibi...

‘’Ana ben gidiyom düşmana karşı’’ deyişi henüz gençliğe adım atmış, henüz çocukluğunu atlatmamışların deyişidir… Onların kimisi nişanlı kimisi evlidir… Bu gidişten analar babalar umudu kesmiştir… Ölmeden mezara koymuşlardır… Çünkü yaralanan ancak iyileşme şansı olmayan ya da içinde bulunulan koşullar itibari ile bakılamayacak, iyileştirilemeyecek Mehmetlerin acı çekmemeleri için daha ölmedikleri halde gömülmelerini anlatmaktadır… Çünkü Mehmetlerin ciğerleri çürümüştür kan kusa kusa…

Çanakkale Türküsü, sadece Kastamonu'nun, Çanakkale’nin değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsüdür. Çanakkale Türküsü sadece 1915 yılının değil son bin yılın türküsüdür. Çanakkale Türküsü bir milli mutabakat türküsüdür. Anadolu insanının, Anadolu coğrafyasının kaderinin türküsüdür... Cepheden cepheye sürülen gencecik insanlarımızın, Mehmetçiğin türküsüdür...

İşte bu nedenle öyle bir türkü ki bu türkü; bu türkünün Rumcası vardır, bu türkünün Makedoncası vardır, bu türkünün Arnavutçası vardır… Bu türkü ‘’Kâtibim’’ türküsü gibi, ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsü gibi Osmanlı tebaalarının ortak feryadı ve ortak kültürü olarak yakın coğrafyada yaşamış her millet tarafından sahiplenilmiş, her millet kendi acısını, harplere gidip de dönmeyen evladının üzüntüsünü bu türkünün bir feryat, bir figan müziğine dökmüştür…

Aşağıda bu türkünün hem Türkçe hem de diğer dillerden değişik yorumlarını veriyorum... Türkünün bu yorumlarının hepsini dinleyin! Hatta defalarca dinleyin... Bu güzel türküyü dinlerken gözlerinizi kapatın, melodisini içinizi sızlatırken sözlerine odaklanın… 

Sonra da gidin... Gidin işte, Çanakkale'ye gidin... Çanakkale içinde sıra söğütler altında yatan aslan yiğitlere gidin…  O zamana, o alana, o muharebeye gidin ve o gencecik insanların neler yaşadıklarını, neler düşündüklerini hissedin... Sonra da hepsine dualarla teşekkür edin yürekten... Sonra da sarılın toprağınıza, sarılın vatanınıza, sarılın hürriyetinize…

Daha sonra da dün verdiğim, yurduna geri gelmeyenlerin, evine, barkına geri dönmeyenlerin, anasına, babasına, yavuklusuna kavuşamayanların hikâyelerini anımsayın, onları bir sonsuza kadar bekleyen anaları, babaları, çocukları, yavukluları, sevgilileri, eşleri hatırlayın... Sonra da bu türküyü dinlerken elinize bir mendil alın, ister hüngür hüngür ağlayın, ister usul usul ağlayın, ister için için ağlayın... Sonra da hepsine dualarla teşekkür edin yürekten... Sonra da sarılın toprağınıza, sarılın vatanınıza, sarılın hürriyetinize…

Çanakkale kahramanlarımıza, başta Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına ve tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum…

''Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah''

Osman AYDOĞAN

Ruhu Su’nun yorumunda ‘’ ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=SxVLCZhbaPA

Çanakkale 1915 Filmi’nde ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=L-OFxAuAj7s

Arnavut sanatçı Rifat Berisha’nın yorumu ‘’Çanakkale Türküsü’’ (Qanë Kalaja)
https://www.youtube.com/watch?v=Nwsxd_72KBs

Bugüne kadarki kaydedilmiş en eski yorumu ise 1923'te Amerika’da Marika Papagika adlı bir Rum göçmen şarkıcı tarafından seslendirilmiş. Hasan Saltık bu plağı Amerika’da bulmuş.1890 Kos doğumlu olan Marika Papagika ailesi ile göç ettiği Mısır’da solistliğe başlamış. 1915'de Amerika’ya göçmüş. Kocası Kostas ile işlettikleri bir kulüpleri varmış. 1929'daki ekonomik krizde gece kulübünü kaybeden karı kocanın yokluğa düştüğü ve Marika'nın 1943'de düş kırıklığı içinde hayata veda ettiği söylenir. Marika Papagika bu türküyü Türkçe seslendirir:
https://www.youtube.com/watch?v=kpCPmsSHaHg

Değişik Yunan sanatçılar tarafından seslendirilen ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=zA6yLbwZHyI&feature=related

Bir not: Türküde Çanakkale içinde ismi geçen bir çarşı var: Aynalı çarşı... Çanakkale merkezindeki Aynalı Çarşı’nın yapımı ile ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber II. Abdülhamid döneminde, 1889’da Çanakkale’nin önde gelen Yahudi ailelerinden Halyo tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Bir başka iddia da çok daha önceden yaptırılmış olan bu çarşıyı Halyo onarmıştır. Bu çarşının İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nın küçük bir minyatür örneği olduğu bilinmektedir. Çarşıda sanılanın aksine evlerde kullanılan aynalar değil atlara takılan ve at gözlüğü denilen aynalar satılmaktaydı. Gelibolu çıkarması sırasında Quenn Elizabeth zırhlısının Çanakkale çevresindeki Türk tabyalarını bombaladığı sırada bu çarşı yıkıldığı daha sonra da onarıldığı bilinmektedir. Ancak restorasyondan sonra çarşı girişlerine büyük boy aynalar koymuşlar! 

Bir not daha: Çanakkale Türküsü'nün kaynak kişisi İhsan Ozanoğlu, derleyeni ve notaya alanı da Muzaffer Sarısözen’dir.

Bir not daha: Çoğunlukla bu türkü okunurken kısaltarak okunduğu için türkünün tamamı pek bilinmez. Bu nedenle aşağıda bu türkünün sözlerinin tamamını veriyorum..

Çanakkale Türküsü

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah

Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde toplar kuruldu
Vay bizim uşaklar orda vuruldu
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah

Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah 




Çanakkale... Ah! Çanakkale.

17 Mart 2019

Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında (3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 ) Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.

18 Mart 1915 tarihi İngiliz ve Fransız filolarının Çanakkale Boğazını denizden geçmek için yaptıkları saldırılarda mevcudiyetlerinin %35’ni kaybedip geri çekilmek zorunda kaldıkları gündür.

Müteakiben İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 tarihinde kara harekâtına başlarlar. Bu taarruzları da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emrindeki birlikleri etkin ve dâhiyane kullanması sonucu 09 Ocak 1916’da hüsranla sona erer.

Bu muharebelerde İtilaf devletlerinin denizde yenildikleri ve bizim zafer kazandığımız gün 2002 yılına kadar ''18 Mart Deniz Zaferi Günü'' olarak kutlanırken, 18 Mart günü 27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla ''18 Mart Şehitler Günü'' olarak düzenlenmiş ve o şekilde anılması istenmiştir.

Ancak bu düzenleme ile bu cefakâr millete hak ettiği bir zaferi kutlamak çok görülmüştür. Bu düzenleme ile Çanakkale Zaferi, bu zaferin kahramanları ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk gölgede bırakılmak, unutturulmak istenmiştir. Bu düzenleme ile sanki bugün hüzün ve matem günü haline getirilmiştir. 18 Mart 1915, zamanın en güçlü donanmalarına sahip olan İngiltere ve Fransa donanmalarının Çanakkale Boğazı’nda Türk Ordusunun, Türk askerinin karşısında mağlup olup çekildikleri gündür. 18 Mart 1915 bir zafer günüdür. Ben bu yazımı 18 Mart’tan bir gün önce yazıyorum ki ‘’Şehitler Günü’’ diye matem tutmayalım, bu zafer gününü gururla hatırlayalım, gururla analım ve gururla kutlayalım diye…

Çanakkale Muharebeleri her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk şehit oldu.  İtilaf kuvvetinden de 215.000 asker öldü. Bu savaştaki toplam insan kaybı 428.000 kişidir.

Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarıldı. Ordu ve millet, bu zaferin getirdiği moralle kurtuluş savaşına girebildi.

Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi askerî bir dâhiyi yarattı, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak olan Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırdı.

Bu muharebelerin zaferle sonuçlanmasında şu üç unsurun olmazsa olmaz katkıları olmuştur. Birinci sırada; tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu muharebede harp yönetiminde, harbin sevk ve idaresinde ve zaferde olan tartışılmaz katkısı ve askerî dehası… İkinci sırada; hırsı ve tecrübesizliği ile tüm bir harbin kaybedilmesine ve bir imparatorluğun batmasına sebebiyet vermesine rağmen Balkan bozgunundan sonra Osmanlı Ordusunu yeniden eğiten ve donatan Enver Paşa… Üçüncü sırada ise; eserleriyle, özellikle Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan Yahut Silistre" eseriyle Türk insanına yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını aşılayan Namık Kemal olmuştur. İşte bu nedenledir ki üniversite talebeleri, lise talebeleri bu savaşa gönüllü olarak katılmışlardır. 

Yeri gelmişken iki konuya açıklık getirmeden geçmek istemedim:

İnternette ve sosyal medyada yıllardır dolaşan iki fotoğraf var. Birinci fotoğraf; Çanakkale savaşında olduğu iddia edilen pejmürde kıyafetli iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır... Bu fotoğraf sahra çöllerinde bir İngiliz esir kampında çekilen iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Türk askeri Çanakkale Savaşında daha önce hiçbir harpte olmadığı kadar iyi teçhiz edilmiştir.

İkinci fotoğraf ise yine Çanakkale Savaşı’nda 43. Alay’ın 1917 yılına ait ‘’Yemek Listesi’’ veya ‘’Yemek Menüsü’’ olduğunu gösteren fotoğraftır. Sanki buradaki menü olmayan bir yemeğin menüsüdür. Bu fotoğraf da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyle ki: Bir kere 43. Alay Çanakkale’de görev almamıştır. 43. Alay Çanakkale Cephesi’nde değil Irak Cephesi’nde görev almıştır. Çanakkale Savaşı da zaten 1917 yılında çoktan sona ermiştir. Ayrıca Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Ordusu hiçbir şekilde açlık çekmemiş ve erzaksız kalmamıştır. Bütün bunları ise Osmanlı Ordusu anlattığım gibi Enver Paşa’ya borçludur.

Çanakkale Savaşları sonucunda batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası, içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu.

Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleme fırsatını buldular. O günlerde oluşan bu dostluk atmosferi hala sürmekte.

Çanakkale’de Türk ulusu, binlerce okumuş ve aydınını da kaybetti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildi.

Bu kayıpların olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, daha sonra da fazlasıyla hissedildi. Nitekim, 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekildi.

Ancak Çanakkale Muharebelerinde en çok sıkıntıyı cepheye asker gönderen ve onların cepheden dönmelerini bekleyen anneler, babalar, henüz duvağını çıkarmış gelinler, çocuklar, nişanlılar çekti.

Kendisinde tarih bilinci gelişmemiş bizden bir zat ‘’Gallipoli’’ isimli bir film yapar. Bu filminde Yeni Zelanda ve Avustralyalı anneleri, gelinleri, çocukları anlatır, bizim Mehmetçiklerin bir tanesinin dahi geride bıraktıkları annesine, yavuklusuna, eşine, çocuğuna yer vermeden. Filmi izleyince hayıflanıyor insan, neden yurdumuzu işgale gelen Yeni Zelanda ve Avustralyalı askerlere karşı yurdumuzu kahramanca savunduk diye. Hani söz vardı ya; ‘ben sana filmci olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’’ diye…

Bu yazıda Çanakkale Muharebelerinde cephede savaşan askerlere ve bu kahraman askerlerin geride bıraktıkları nişanlılarının, henüz duvağını çıkarmış eşlerinin, annelerinin, babalarının ve yavrularının hikâyelerine yer verilmiştir.

Unutkan toplumuz ya biz; bu çilekeş insanları unutmayalım diye… Bu yurdun, bu vatanın, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın kolay kazanılmadığını her daim aklımızda tutalım diye… Bu isimsiz, adsız kahramanları unutmayalım diye…

Burada yer verilen hikâyeler Balıkesir’li araştırmacı Aydın Ayhan’ın '‘Çanakkale... Ah! Çanakkale’' isimli araştırmasından alınmıştır. Aydın Ayhan Balıkesirli olduğu için hikâyelerin hepsi Balıkesir'e ait... Çünkü Balıkesir cepheye en yakın il olduğu için cepheye de en fazla askeri Balıkesir göndermiştir... Keşke her ilden Aydın Ayhan gibi bir araştırmacı çıksaydı da o ilin kahramanlarının hikâyelerini gün ışığına çıkarsaydı... Hikâyelerin her birisi ayrı bir değer... Her birisi içselleştirilerek okunmalı diye düşünüyorum… Bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

18 Mart, resmi olarak ''18 Mart Şehitler Günü''... Bir zafer gününün şehitler günü diye matem havası içinde anılması akıl alacak şey değildir.  Sanırım içimizdeki Danimarkalılar İngilizlerin rencide olmasından üzüntü duymuştur. Ancak gerçekte bugün ''18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi'' günüdür... Bu zaferi bu millete armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyorum.

Osman AYDOĞAN

***

YAŞANMAYAN BAYRAMLAR

Bir gün Seyit İlşekerci’nin eczahanesinde oturuyordum. Beyi ile ilaç alan bir hanım: “Hocam ben sizin bir konuşmanızı izledim. Size nenemi anlatayım. Onun babası da. Çanakkale’ye gitmiş.” dedi.

Merakla dinlemeye başladım.

“Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle..

Her bayram…Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…

Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’

Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.

Akderenin karası
Kaşlarının arası
Ne olunmaz dert imiş
Çanakkale yarası

 ***

ALİ KADİR AMCA

Bir Ali Kadir Amcamız vardı. Beş, altı yıl önce vefat etti. Sık sık buluşur. konuşurduk.

“Babam Çanakkale’de kaldığında çok küçükmüşüm. Rahmetliyi hiç hatırlayamıyorum. Ama evde hep ondan bahsedilir, hep o anlatılırdı. Belki o zaman adet değildi, evde fotoğrafı da yok. Ama anamın geceleri sabahlara kadar süren sessiz iç çekişlerini, hıçkırıklarını hep hatırlarım. Ben kendimi bildim bileli sokaktan veya mektepten eve her geldiğimde annem işini gücünü bırakır koşar gelir, önümde diz çöker “şehidimin armağanı” diye ellerimi öper, beni okşar severdi. Evde anam adımı pek söylemezdi. “şehidimin oğlu, şehidimin armağanı...” diye seslenirdi. Ben onun için o idim.

Bayramlar bilirsin hep sevinçli geçer. Ama bizde değil. Halam ve amcamlarım gelir. Önce anamın elini öperler sonra eğilirler: “Şehidimizin armağanı” diye diye, benim ellerimi öperlerdi. Hep onu anarlar, hep gözyaşı dolu olurdu bizim bayramlarımız.

Ondan mıdır neden bilmem, ben hala her bayram hüzün dolu olurum.

Evlendiğim zaman, hanımın annesi, kayın validem, öpmem için elini uzattı. Birden şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o zamana kadar ben evde hiç el öpmemiştim... Hep elim öpülmüştü...

 ***

MUKADDES HATIRALAR

Bir sıhhiye çavuşu anlatmıştı: Süngü muharebeleri birkaç saat sürüyor. Öğleden sonra ikide üçte yada ikindiye doğru ne bizde, ne onlarda takat kalıyor, muharebe kendiliğinden sona eriyordu. O vakit beyaz bayraklar çıkıyor, yaralıları  taşıyorduk. Bu arada rastladığımız düşman sıhhiyeleriyle de birbirimizi anlamasak da ayak üstü yarenlik ediyor karşılıklı cıgara veriyorduk.

Bir seferinde, iki Fransız sıhhiye bana seslendiler. Gittim işaretle birini gösterdiler. Bir Fransız askeriydi. Pek yakışıklı biriydi. Elini işaret ettiler. Eğilip baktım. Bir fotoğraf tutuyordu, Genç bir kadın fotoğrafıydı. Belli ki ölmeden önce fotoğrafı çıkarmış, resimdeki kadına baka baka ölmüştü... Bir tuhaf oldum.

Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi de dikkatimi çekti. Oturmuş, başı yana öyle ölmüştü. Yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılıyordu. Yüzü adeta güler gibiydi.

Baktım Mehmet de elinde bir şeyler tutuyor. Ona doğru gittim. Avucunda işlemeli mendil tutuyordu. Kolundan akan kan mendile kadar gelmiş, mendili kana bulamıştı. Mendili avucundan yavaşça bırakıverdi. İçini açtım, baktım. Yeni doğmuş bir bebeğin altın gibi sapsarı saçları vardı. Mendili ve saçları şehidin koynuna soktum. Onu alıp o mukaddes hatıralarıyla beraber gömdüm…

İngiliz teyyaresi
Tepemizde dolandı
Verdiğin beyaz mendil
Al kanlara boyandı.

 ***

KURU FASULYE   

1999 Mart’ında pek çok kitap yazmış, ilginç bir köy imamı ile ilgili araştırma yapmak için Edremit’e gittim.

Üniversitede okumuş, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Çanakkale, Filistin cepheleri, kurtuluş savaşı derken yıllar sonra Edremit’e dönmüş, binlerce kitabını Edremit kütüphanesine bağışlamış birisi.

Onun ile ilgili çalışırken söz Çanakkale’ye gelince masada oturanlardan birisi söze karıştı.

“Dedem Çanakkale’den dönmüş ama babası kalmış.” dedi. Biraz anlatmasını, konuyu açmasını istedim. Dedesinin babası Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındadır. Oğlu Ali on dokuz - yirmi yaşlarındadır. Ali, Çanakkale’ye gider. Bir gün Halil Bey’in hanımı dükkana gelir: “Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular. Hemen askerlik şubesine gidecekmişsin... Acaba Ali’mize bir şey mi oldu? Yüreğime bir kor düştü…”

‘Tamam hanım, olur. Ben şimdi gider öğrenirim, gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim.

Dükkanı toparlar, askerlik şubesine gelir, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar: “Sen nerde kaldın? Yürü Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş, yetiş.” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” “Mümkün değil. Kafileden kopma. Koş.. Eve biz haber veririz..” Gerçekten de hemen eve koşup. “Kocanızı Çanakkale’ye yolladık’ diye haber vermişler.

Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş savaşı sonunda Ali geri döner.. Halil Çavuştan bir daha hiçbir haber alınamaz..

“Ben o Ali’nin torunuyum hocam.. Ama nenem hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirirdi... Bir şey daha söyleyeyim. Belki inanmazsınız… Bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Çocuklar bıktık diye mırın kırın ediyorlar ama.. hala pişiyor...”

Şu dünyanın işine
Zehir koydum aşıma
Yarim Çanakkale’de
Şehit yazdım taşıma

 ***

BOŞ TABAK

Beklemek! Bir ömür boyu beklemek... Yıllarca geçen zamanı, geçmeyen zamanı beklemek.

Beklemek bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Bin bir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek.

Bir konuşmam esnasında: Çanakkale beklemelerinden bahsetmiştim. Dipdiri, capcanlı. gözlerinin içi güle güle seferberliğe, harbe yolladıkları oğulların, kocaların, ölecekleri bir türlü akla sığamadığından, beklemek bizim kadınlarımızın çilesi olduğunu söylemiştim.

Bir arkadaş geldi yanıma. Gözleri yaşlı elimi tuttu. “Hocam, ben bilirim Çanakkale beklemelerini, asker beklemelerini, şehit beklemelerini bilirim. Benim nenem hayatı boyunca sofraya bir boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır bu boş tabak dedemizin tabağıydı. “Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini... Acıkmıştır... Özlemiştir... Hemen koyuvereyim diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu. Ölüm döşeğinde bile. Dedenizin tabağı... Dedenizin tabağını koyun.’ diyordu. Ben Çanakkale beklemelerini bilirim hocam...”

Tarhanam yerde kaldı
Göz yaşım serde kaldı
Çanakkale’ye giden
Gül yarim nerde kaldı?

 ***

HALA

Berber Hayri Ağabeyin halasıydı. Balıkesir’de “Yedi bekarlar” derlermiş. Evlenmemiş kız kuruları. Hiç evlenmemişler öylece ölmüşler.

Ben tanıdığımda çok yaşlı idi. Kulakları az duyuyordu. Sandığından çıkar çeyizlerini gösterdiler. Bin bir çeşit çiçekle, baharla, sevgiyle, sevinçle işlenmiş bezler kim bilir ne yürek yangınlıkları, ne iyi niyetlerle hazırlanmış el emekleri, göz nurlarıydı.

Bir gün öldüğü haberi geldi. Çok az insan vardı cenazede. Sadece birkaç akraba.

Gömüldü. Tam mezara toprak atacaklarken ‘aman unutmayalım vasiyeti var’ dediler. Mezara bir kese dolusu diş bıraktılar. Arkasından birkaç torba saç koydu sonra gömüldü.

“Bunlar ne?” diye sordum. Çünkü bizde böyle mezara bir şey koyma adeti yoktu.

“Halamızın yavuklusu, nikahtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş. Bir daha dönmemiş.. Gençliğinde çok güzelmiş halamız. Çok isteyenler olmuş, kimselerle evlenmemiş. Bekar öldü.     

Diş ve saçlara gelince: “Yarın mahşer yerinde huzur-u ilahide kocamla karşılaşırsak “Bu ağızdan senin adından başka erkeğin adı çıkmadı” diyebilmem için ağzımdan dökülen bütün dişlerimi biriktirdim, koyun mezarıma. Huzur-u ilahide kocama “başıma, saçıma yaban eli değmedi” diyebilmek için tarağıma takılan bütün saçlarımı topladım Torbaya koydum. Saçlarım şahidim olacak vasiyetimdir. Saçlarımı da benimle beraber gömün! Koyun mezarıma!’ diye vasiyet etmişti. Vasiyetini yerine getirdik.

Kavakta yeller oldu
Gül yarim eller oldu
Çanakkale denince
Göz yaşım seller oldu

 ***

CEVDET AMCA

Balıkesir’de Ali Şuuri İlkokulu karşısındaki boşlukta, beş altı yıl öncesine kadar, eski ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralık, ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Cevdet Dede (Alkalp).

Bir akşam üstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım.. Bir fotoğrafı bile yoktu.

O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş.. Yokluk.. Kıtlık.. Sıkıntı.. Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.

Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir.

-Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!

Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm, dükkan açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkana gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi.

Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helallaştı: Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona “Annem hep seni bekledi, de.” dedi:. Birden irkilerek doğruldu kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin... Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...

*** 

ŞEMSİ NENE

1954 yılında, babamın memuriyeti dolayısıyla, Sındırgıdan Balıkesir’e geldik. Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.

16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp, Çanakkale’ye gönderilmiş.

Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp, almak istemiştim de, nene bana kızmıştı.

Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra, şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak, kocasının ruhuna hatim indirmeye çalışırdı.

Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.

Şemsi Nine yakmacılık denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen, Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.

“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?

İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.

Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşam üstü, babamla eve çıkarken neneyi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci gerdanlık vardı.

Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya... Ne var... Bir şey mi oldu?” Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:

“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı. Kocamı bekliyorum..”

Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla, kaçarmış gibi yukarı çıktı.

Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.

Ertesi gün, günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki; hayatı boyunca evlendikleri gün nene süslenip, hep kocasını beklermiş.

Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...

Esme rüzgâr kal artık
Gözüm yaşı sel artık
Çanakkale’de kaldın
Çok bekletme gel artık.

 ***

CİGARAYA NASIL BAŞLANIR

Üniversitemiz genel sekreteri Faiz Türkan anlattı: Bir gün Çanakkale’ye gene gönüllü toplanmaktadır. Bir çavuş Balya’nın Turplu köyüne gelir, gençleri cami önüne toplar. Vücutça gözüne kestirebildiklerini ayırır.

-Kaç yaşındasın?
- On yedi..
 -Tut kaldır şu tüfeği... Tamam Çanakkale’ye..

Böylece yirmi iki genç ayırır. O sırada bir çocuk daha gelir. Çavuşa: “Ağabeyim gidiyor. Ben de geleyim..

-Yaşın kaç?
-On üç.
-Daha çok küçüksün. Bu çocuktan başka ailede evlat var mı?
-Yok.
-Öyle ise bu kalsın da nesli devam ettirsin.

Faiz Bey: “İşte ben o kalsın, nesli devam ettirsin denilen torunuyum.” Ve giderler... Dualar edilir... Sular dökülür... Giderler...

Ama anne ile baba her sabah kalkan bir kese tütün alır, köyün yolu tepesi vardır, oraya çıkarlar. Başlarlar yola bakmağa; “Oğlumuz buradan gitti, buradan gelecek.” Bekle, bekle, belde. “Yak bir cigara sar bir cigara daha.”

“Oğlumuz bu yoldan gittiydi. Buradan gelecek...’’ ”Çok uzaklardan biri gözükür köye yaklaşmaktadır. “Acaba oğlumuz mu? Sar bir cıgara daha” Gelenler selam verip geçip gitmektedir. ‘’Oğlumuz bu yoldan gelecek...’’

Yıllar yılları kovalar. Kar, yağmur, çamur, fırtına, rüzgar, güneş, sıcak… Hiçbiri engel olamaz o tepenin üzerinde sabahtan akşama kadar bütün gün iki ihtiyar bazen soğuktan titreyerek, bazen sıcaktan bunalarak oğullarını beklemektedir.

Giden oğullar hep beklenir. O köyden, seferberlik için yirmi iki genç askere alınmış sade iki kişi geri dönebilmiştir.

Nene, ömrünün sonlarında adeta yarı meczup ölmüştür. Çünkü gece gündüz ağzından sadece sadece bir kelime dökülmektedir: “Oğlum... Oğlum...”

Tespih gibi çektim seni
Gelir gelir gelir diye

 ***

YARALILAR

Bu savaşlara katılıp yaralanmayan yok gibidir. Çok ağır yaralar alınmadıkça cephe terk edilmemektedir. Sargı yerlerine ancak ağır yaralılar getirilmekte, hafif yaralar siperlerde sarılmakta, kanamayı önlemek için tütün konmakta, toprak basılmakta, ot veya çaput depilmekte, kanama dindirilince çarpışmaya devam edilmektedir.

Hani “vücudu yaralardan kalbur gibi” diye bir tabir vardır ya, hiç abartma değildir. Yedi, sekiz yara Çanakkale gazilerinde olağan sayılmaktadır, gerçekten vücudu delik deşik hatta uzuvlarından bir kaçını kaybetmiş birçok gaziye rastladım.

1953’te Balıkesir’e geldiğimizde mahallemizdeki bir çıkmaz sokakta penceresinin önünde oturarak hiç durmadan “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsünü söyleyen bir vardı. Bir bacağı dizinden, diğeri bileğinden kopmuş, sol kolu omzundan yok, sağ elinde sadece üç parmak vardı ve iki gözü kördü. Yirmi yaşında askere alınmış, ilk safta önünde patlayan bomba ile harp dışı kalmıştı: O muhteşem gaziye anası ve kendisini ona adayan bir kız kardeşi bakıyordu. Unutuldu gitti.

Bu gazilerin hepsi cepheden cepheye koştular. Çanakkale’den düşman çekilince İran cephesine, Kafkas cephesine gönderildiler. Hemen ardından Milli Mücadelenin şanlı ordusunda yer aldılar.

Yaralı gazilerin çoğu ömürleri boyunca yaralarının acılarını çekenler oldu. Hiçbiri hiç yakınmadan başında, karnında, göğsünde, sırtında, bacaklarında çıkarılmayan kurşun ve şarapnel parçalarını şerefiyle yaşadılar.

Bel kemiğine saplanmış bir bomba parçası yüzünden hayatı boyunca sırt üstü yatamayan, kolları altına koyduğu yastıklarla uyuyabilenler, alt çene kemiği parçalandığı için ağzının olduğu yerdeki korkunç boşluktan özel bir huni ile sadece sıvı yiyecek alabilenler, takma kol veya bacağını ancak askıya atarak uyuyabilenler, zamanla yaşlanıp göçüp gittiler. Unutuldular...

Bu yüzyılın başında civan birer delikanlı olan bu şanlı gazileri anmak, hatıralarını unutmamak, ders olsun diye genç nesillere aktarmak bir vicdan borcudur.

 ***

BALIKESİRLİ İBRAHİM ÇAVUŞ

Balıkesir’in “Yavaşça” ailesindendir. Askerlik çağı gelince, askere alınmış, Yemen’e gönderilmiştir. Tam dokuz yıl çöllerde sıcakla, akrepler, yılanlarla ve düşmanla çarpıştıktan sonra terhis edilince, Balıkesir’e gelmişti. Üç parmağını Yemen’de bırakmıştı.

Ağabeyi, Balıkesirli Şevket Çavuş Çanakkale’ye gönderilmişti. Eve geldiğinin tam onuncu günü, İbrahim Çavuş da Çanakkale’ye gönderildi.

Her fırsatta ağabeyini aradı. Sora sora, birlik numaralarına göre ağabeyini buldu.

Şevket Çavuş nerde diye sorunca işaret ettiler. Ağabeyinin atı bir müsademe de yaralanmış, O da atın altına girmiş atın yarasını tımar etmektedir. İbrahim Çavuş ağabeyine seslenince çıkar gelir. Bakar, görür ki ağabeyi çok hastadır. Yorucu müsademeler, bakımsızlık, yorgunluk bitirmiştir. Ağabeyini (onu) yılların hasretini, birkaç sigara içimine sığdırırlar. Ayrılmaları gerekince, sarılır ağabeyi ile helalleşirler. Burası öyle bir yerdir ki belki bu son görüşmeleri olacaktır. Helalleşirler... Sarılırlar, sarılırlar, ağlarlar...

Şevket Çavuşun hastalığı iyice artınca doktorlar tebdil hava (hava değişimi) ile memlekete yollarlar. Şevket Çavuş bin bir meşakkat (zahmet, zorlukla) Balıkesir’e gelebilir. Evine gelir.. Ev halkı sevinçle karşılamaya çıkar... Ve tam evin kapısından girer. Oracıkta vefat eder.

İbrahim Çavuş, Çanakkale’den sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Ancak Milli Mücadeleden sonra Balıkesir’e eve dönebilir.

Bir gün oğlu “Baba giden gitmeyen alıyor, sen neden madalya almıyorsun diye sorar. İbrahim Çavuş: “Oğlum, zahmetli iş.. Önce yazı yazdırmak lazım.., Dilekçe vermek lazım.. Ve birden öfkelenir: “Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor.” Bir tokat vurur oğluna. “Ben Allah için, vatan için, bayrak için, millet için savaştım... Madalya için, para için değil!”

Doğrudur; Onlar’ın madalyaları vücutlarında bin bir dövüşten kalan yaralardır...

Onlar isimsiz kahramanlardı. Kalan ömürlerinde sessizce yaşadılar... Sessizce öldüler.

 ***

BİGADİÇLİ MEHMET ÇAVUŞ

İsmail oğlu Mehmet Çavuş, Bigadiç’in İskele bucağının, Budaklar köyündendir. Oğlu olduğunda adet üzerine ona babasının adını vermiştir. Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış, terhis olmadan Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Oğlu İsmail’de boylu poslu olduğundan askere alınmış, o da Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Bir hücum günü sırası gelen tabur toplanma yerinden ayrılmakta, birincisi hat siperlerine doğru gitmektedir. Mehmet Çavuş alay sancaktarı olduğundan en öndedir. Balıkesirlilerin olduğu alay geçerken sorar: “İçinizde İsmail Çavuş var mı?” Oğlu babasının sesini tanır. Bağırır: “Baba! Ben burdayım !“

Birden şaşırır. Kaç yıldır görmediği oğlu İsmail burdadır. Ama alayın beklemeye zamanı yoktur. Yürüyüş başlamıştır.

“İsmail’im ... Siperde kal ... Ben gelir seni bulurum...” Yürür giderler.

Birinci Hafta gelir gelmez savaşa tutuşurlar. O gün Mehmet Çavuş başka türlü duygularla savaşır. Siperlere dönüldüğünde oğlu ile beraber gelen hemşehrilerinden birisi: “Mehmet Dayı, oğlun İsmail seni çağırıyor” der. Mehmet Çavuş hemen İsmail’i bulmaya gider. Bakar, İsmail’i yerde yatmaktadır. İlk süngü muharebesinde şehit olmuştur.

Diz çöker şehidinin önüne, alır oğlunun başını dizine... Yavrusu büyümüş de bir de asker mi olmuştur be... Ne kadar da büyümüş görmeyeli... Mendilini çıkarır siler oğlunun yüzündeki kanları... Breh... breh... breh ... Amma da delikanlı olmuştur yavrusu.. Bıyıkları da yeni çıkıyor galiba... Ne de güzel olmuş kaplan yavrusu... Öper, öper, öper yüzünü, çocukluğundan beri koklayamadığı başını tekrar tekrar koklar... Sarılır oğluna... Sever... Öper... Konuşur yavrusuyla...

Neden sonra artık sargı mahalline götürmesi gerektiğinin farkına varır... Alır kucağına, taşır oğlunu tepelerin ardındaki sargı mahalline...Yatırır bir yere, gözyaşlarını akıta akıta geri döner... Akşama doğru bir kere daha görmek ister Işmail’ini... Sargı mahalline gider... Bir de bakar ki her yer sıra dağlar gibi yatan binlerce Ismail’le dolu... Hepsi birbirine benzemekte.

Hiç olmazsa gömülmelerine yardım edeyim... İsmail’lerini tek tek kucaklar, taşır açılan toplu mezara götürür yatırır..İsmailleri artık vatan toprağının kucağındadır.

O kadar dolu ki toprağın şanla
Bir değil sanki bin vatan gibisin
Yüce dağlarına düşen dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin

 ***

ADİLE TEYZENİN HASAN’I

1930’lu 40’lı yıllarda Balıkesir’de bir Adile Teyze yaşardı. Ben, çok yaşlılığını tanıdım. Bağıra bağıra konuşur, her fırsatta ağlardı. Adeta yarı meczup yaşardı.

Seferberlik başlar başlamaz, kocası askere çağrılmış, Çanakkale’ye gönderilmiş. Tek evladı olan Hasan’la yapa yalnız kalakalmıştı. Hasan, on yedisindeydi ve başkasının dükkanında çalışıyor, geçinip gidiyorlardı.       

Çanakkale’den gelen yaralıların, şehitlerin haberleri duyulmaya başlamıştı. Bir gün eve gelen bir kırmızı mektupta “Babanın” şehit haberi öğrenildi. Sadece birliği ve şehit olduğu gün yazılıydı. Göz yaşları sel oldu.

Ana oğul daha sıkı kenetlendiler birbirlerine. Günler geçmek bilmiyordu. Fatihalar... Hatimler... Mevlitler... Acıyı azaltmıyordu.

Bir gün, gene davullar dövülmeye başlandı Balıkesir’de. Gene gönüllü toplanıyordu. Askerlik şubesi önü kalabalık. Davullar zurnalar “Ey Gaziler”i çalıyordu. Yüksekçe bir yere çıkmış bir çavuş, elinde koca bir bayrak sallıyordu durmadan.

Hasan, davul sesini duyunca, dükkanı kapayıp, oraya doğru gitmiş, askerlik şubesinin önünde kendiliğinden sıraya girmişti. Gelenler sıra ile kaydediliyor, hemen içeri alınıp asker elbiseleri giydiriliyor, yan tarafta sıraya sokuluyor, çavuşlar yeni askerlere durmadan öğütler veriyordu.

Gönüllüler aynı gün yola çıkacaklardı. Bir adet vardı! Davullar önde, sancağın arkasında gönüllüler, sokak sokak dolaşırken, tanıdıklarıyla, akrabalarıyla, aileleriyle helalleşirler, dualarını alırlar, cepheye öyle giderlerdi.

Davullar sokaklarda dolaşmaya başlayınca, bütün Balıkesirliler kapılara, pencerelere çıkmış “acaba kimi son defa göreceğiz? Kim Çanakkale’ye gidiyor? Kimin çocuğuyla helalleşeceğiz?” diye merakla bakarlardı. Herkes göz yaşlarıyla helalleşir, onlardan önce Çanakkale’ye gitmiş olan kendi çocuklarına selam yollarlardı.

Davulları duyar duymaz, Adile Teyze’de kapıya çıkmış, gönüllerin gelmesini beklemeye başlamıştı. Kolay değildi... O da kocasını bu şekilde davullarla cepheye uğurlamıştı. Davullar vuruyor uzaktan sancağın ardı sıra bir asker yaklaşıyordu.

Birden en önde gülümseyerek kendisine bakan bir askere takıldı gözleri. Tek yavrusuydu... Hasan’ıydı.

- Yavrum. Evladım. Gözümün nuru Hasanım, Hayrola?
- Ana ben Çanakkale’ye gidiyorum. Babamın yanına.
- Yavrum. Aslanım. Sütüm sana helal olsun. Uykusuz gecelerim helal olsun. Analık hakkım helal olsun. Ama Çanakkale’de düşmana sırtını dönersen, babanı utandırırsan haram olsun...

Adile Teyze feryat eder. ''Komşular kına yetiştirin. Koç yiğidimi vatanıma kurban gönderiyorum. Kına yetiştirin.'' Adet olduğu gibi hemen kına getirilir. ''Oğlum, uzat tetik parmağını kınanı yakayım. Onu kullanırken bizi hatırla.'' Kına yakılır. ''Oğlum bir saniye bekle... içeri girer. Sandığı açar. Duvağını çıkarır getirir. ''Yavrum, bu duvağı baban almıştı. Çanakkale’ye git. Babanın mezarını bul. Bu duvağı onun üzerine ört.'' ''Olur ana... der duvağı sarık gibi fesine dolar.''

Eller öpülür. Sarılır, kucaklaşırlar, ağlaşırlar, uğurlanır. Arkasından sular dökülür... Gidenler sokağın ucundan marş söyleye söyleye kaybolurlar.

Emekli bir postacı anlatmıştı:

“Aradan on beş gün, bir ay geçmeden eve bir kırmızı mektup daha getirdim. Kapıyı çaldım. Adile Teyze elimde mektubu görür görmez…

Anladım postacı, anladım. Ne olur sen oku. Ana yüreğidir dayanmaz. Sen oku.. Okumaya başladım. Mektup “Anne” diye başlıyordu.

‘Anne, ben oğlunun bölük kumandanıyım. Babasının mezarını bulmak maalesef mümkün olmadı. Biz şehitleri toplu gömeriz. Ama vasiyet etmişti, duvağını oğlunun üzerine örttüm.

İçerden bir feryat duyulur. ‘’Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlumuz bizi utandırmadı.”

Şehidimin haberi
Mevla’m versin sabırı
Oğlum Çanakkale’de
Bilinmiyor kabiri

 ***

YEDİ MADALYA

Behlül Dal, ünlü bir film yapımcısıdır. Özellikle titiz çalışan, kılı kırk yaran, belgesel filmlerde tam gerçeği yakalayan, montaj masasında harikalar yaratan biri. Sinema dünyasında dev bir isim. Bir doruk noktası.

Balıkesir’de Milli Mücadele ile ilgili bir film çekiminde kısa bir süre birlikte bulunduk. Çekim sırasında birden heyecanlanıverdi: “Benim babam Çanakkale gazisidir. Hayatı boyunca eğilmeden yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Halinden kimseye şikayet etmedi. En büyük gurur kaynağı göğsünde şerefle taşıdığı yedi harp madalyasıydı. Yedi süngü yarası... Hatta göğsünü delip dışarı çıkmış bir süngü yarası, öyle derin işlemişti ki parmağını soktu mu içinde kaybolurdu.

Sadece onlarla övünürdü. Öldüğünde mezara indim... Tam gömerken, açtım göğsünü onun bize şeref hatırasını bıraktığı o madalyalarını bir bir öptüm... Öyle gömdüm.”

Behlül Bey ağlıyordu... Biz de ağlıyorduk…

Göklerde yazılı destan gibisin.

 ***

KARAKAŞLI ÖMER

Annesinin tek oğluydu. Kaşlarından dolayı annesi onu Kara kaşlı Ömerim” diye çağırır severdi.

Bir gün sıra ona da geldi “Anasının kara gülünü” Çanakkale’ye çağırdılar. Gitti. Çok geçmeden bir mektubu geldi. Herkese selam ediyor, adeta vedalaşıyordu. Yaralanmış, yarası ağır ve karnındaymış herkesle helallaşıyordu mektubunda, anasıyla, babasıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarla, komşularla helallaşıyordu. En çok da öleceğine değil anasının üzüleceğine yanıyordu. Mektubunun sonunda o zamanlar çok söylenen bir halk türküsünden alınmış şu sözleri yazmıştı.

“Sıhhiyeler sağaltmadı yaramı / Yoldayım ağlatmayın anamı”

Ömer’in bu son isteği üzerine anasına hep, “Ömer gelecek.. yoldadır… Gelecek” denilmiştir.

Ömer gelecekti, yoldaydı gidenler bir gün gelmiyor muydu. Elbet Ömer de gelecekti.

06 Şubat 1923’te Atatürk Balıkesir’e ilk defa geldi. “Evet Gazi Paşa gelmişti. O Anafartalar da onun kumandanı değil miydi? O bilmeyecek de kim bilecekti? Gazi Paşaya sormalıydı. Ömer’ini sormalıydı. O gün Atatürk’ün kaldığı evin arka kapısında pek kimsenin farkında olmadığı bir olay yaşanıyordu. Ömer’in anası kapıya gelmiş ille de “Gazi ile görüşmek istiyordu. Atatürk’ün yaverleri “Olmaz!” dediler. “Hiç Gazi Paşa ile öyle paldır küldür her önüne gelen görüşebilir miydı?

Meseleyi bilenler yaverlere Ömer’in vasiyetini fısıldarlar. “Yolda, gelecek” denmesini, anasının ağlatılmamasını istemişlerdir.

Çanakkale denince akan sular durur Çünkü Atatürk’ün yaverleri Çanakkale’den beri yanındadırlar. Çanakkale’de şehit düşmüş birinin vasiyeti elbette yerine getirilir. Girerler içeri, durumunu anlatırlar Atatürk’e “Gelsin“ der. Getiriler. Latife Hanımla birlikte oturmaktadırlar:

“Buyur kadın bir şey mi istiyorsun?” ‘’Yok Gazi Paşam, yok... Sağlığını isterim... Ama Ömer’imi gördün mü? Çanakkale’de Kara kaşlı Ömer’imi gördün mü?’’  “Yoldadır... Gelir.” “Sağ ol Paşa Hazretleri...” der ayrılır kadın.

“Yoldadır elbet...” koskoca Gazi Paşa der, o yalan mı söyler hiç... Gelecek tabi... Ömer’im gelecek!”

Artık gelene, geçene, hanlarda, istasyonlarda uzaklardan gelen askerlere, esaretten Dönenlere hep Ömer sorulur... “Gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömerimi gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömer’im kara gülleri severdi.” diye evinin bahçesine kara güller doldurur. Her bahar güller açtığında bir başka türlü sevinir. “Bahar geldi, Ömer’im de gelecek”

Yıllar bir biri ardına devrilmektedir. Artık her sabah açan her gül tomurcuğunu “Ömer’im... Ömer’im” diye sevmeye başlar... Gül açar, solar, dökülür... Ama olsun diğer tomurcuk açacak ya... Bahar gelecek ya...

Öldüğünde mezarının üzerine kara güller dikildiğini söylediler... Vasiyetiymiş.

Nerede açmış koyu renkli bir gül görsem, kara kaşlı Ömer’in anası gelir hüzünlenirim.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni oğlum neni

 ***

ÜÇPINARLI ALİ

Hattat oğlu Mustafa Efendi anlatıyor:

Bir gün bizim birliğe takviye Balıkesir gönüllüleri geldi denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanların Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerine de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen belinde kamasını sallandırmıştı.

Beni görür görmez yanıma geldi: “Kumandan Efendi. Biz buraya beklemeye gelmedik. Hadi düşmanı basalım’’ ‘’Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kıldırırız. Her şeyin zamanı var’’ dedim.

‘’Peki öyleyse hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de şu sırt çantalarını  emniyetli bir yere koyalım. Söyle rahat rahat, doyasıya dövüşelim...’’

Ali haklıydı. Sırt çantaları askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektupları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda  asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda çanta sırtta muharebeye girilirdi.

Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirlileri aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu...

Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler, beklerim gelmezler. Bir çavuşa; “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım. dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali arkada arkadaşları çıktılar geldiler. Şaşırdım hepsi süslenmişler, hanımlarının, nişanlıların verdikleri ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış kimi bileğine dolamıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum: “Neden geç kaldınız?”

‘’Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Rabbül Aleminin huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne geldik, bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize hücumdan beş dakika önce gene haber ver...”

Sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş dua ediyordu. Gözler yumulu avuçlar açılmış sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helallaşıyorlardı.

‘’Dendi ha... Utandırmayın ha... İyi dövüşün ha... Gün bugündür.. Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helal edin...’’

Kısa süre sonra, dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Ölüme hazırdı.

“Hücum” deyince sanki siper sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içi ne bir hançer gibi daldılar... Dövüştük... Dövüştük...

Akşama doğru savaş durdu. Ateş kesildi. Her iki taraf yaralı ve cesetleri topluyordu.

Yanıma birisi geldi. “Komutan Efendi Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim baktım.

O yüz yirmi kişiden o gün on üç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi. Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim dedim olmadı. Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evladı, koç yiğitler yatıyor…

Hücum demiş Kemal Paşa Zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeğe yoktu tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular mola
Yuvadan mezara koydular mola…




Waterloo Savaşı

16 Mart 2019

Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde, İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında yapılan ve Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçları olan bir savaştır.  

Bu yazımda bu savaşı anlatacağım ama…

Önce müzik…

Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, 1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup 1974 yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.  

Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.

Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını 1815 yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır. .

Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da 2001 yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır....

Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim... Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?

Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım... İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?

Şimdi de sinema…

Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un 1970 yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film 1971 yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.

İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.

Waterloo diye bir kasaba

Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…

Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.

Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.

Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık 100 metre yüksekliğinde ve tepeye 230 basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.

Waterloo Savaşı

Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo 1815 Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, 2015) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim,  N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, 2003) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.

Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.

Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.

Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:

‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’

Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran 1815 tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır.  Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.

Üzerinden 204 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… 2015 yılı Waterloo savaşının 200. yılı idi. 200. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede 1.9 milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı… 

Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…

Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim...

1791'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 1799'daki bir darbe ile iktidara gelir.

İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar. 

Bu yazımda bu Napolyon savaşlarını anlatmayacağım. Sadece bu savaşların sonunda '’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen ve Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren bahsettiğim bu ''Waterloo Savaşı''nı anlatacağım. 

Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 5 km uzağında cereyan eder.

Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.

Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.

Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da 1821 yılında ölür…

Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…

Ayrıntılar…

Napolyon Bonaparte

Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…

Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırına kadar gelir anacak burada Akka'da Cezzar Ahmet Paşa'ya çarpar. 

Napolyon komutasındaki Fransız ordusu 1798’de Mısır’ı işgale başlayınca, Cezzar Ahmed Paşa Akka önlerinde yığınak yapmaya başlar.  Napolyon Bonaparte Mart 1799'da Akkâ’ya gelerek Akka’yı kuşatır. Ancak, iki aydan fazla süren kuşatma, Cezzar Ahmet Paşa'nın güçlü savunması karşısında başarısızlıkla sonuçlanır. Napolyon, 21 Mayıs 1799'da Akka'dan çekilmek zorunda kalır. Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon şöyle hayıflanır: "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!". 

Napolyon 1805'de tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te Rus ve Avusturya imparatorluk ordularını yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur.  Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir.  Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.

Napoleon Moskova’ya 422 bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar 400 binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.

Ancak 1813 yılında 191 bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler 300 bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.

Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.

Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!) (Yani basının yavşaklığı ve liboşluğu yeni ve sadece bize özgü değildir. Basının yavşaklığı ve liboşluğu evrensel olup fahişeliğin tarihi kadar eskidir.)

Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur.  Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.

Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar 100 gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.

Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.

Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu… 

Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır... Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır... Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.

Napolyon’un askerler ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…

Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kurdurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır. Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur. 

Napolyon sadece bir asker ve aynı zamanda bir devlet adamı değildir. Napolyon bir düşünürdür de aynı zamanda. Napolyon'un hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan sözleri vardır ve Napolyon'un bu sözlerini konunun dağılmaması açısından yazımın sonuna alıyorum. Her bir söz üzerinde düşünmenizi arzu ederim. Keşke tacı ve tahtı olanlar bu sözleri okuyup, anlayıp, öğrenip de içselleştirseler!

Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…

Wellington

Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.

Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.

Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.

Von Blücher

Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.

Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur.  Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.

Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran 1815’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.

Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.

Hava ve arazi

Yağmur

Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.

Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.

Hougoumont çiftliği

Savaş meydanının tam ortasında Hougoumont adında bir garip çiftlik evi vardır.  Wellington’da savunma nedir bildiğinden içeri üç bölük muhafız ve bir bölük de Prusyalı tüfekçiler görevlendirir. Bu tüfekçiler yivli namlular kullandığından Hougoumont’u almaya gelen Fransızlara çok fazla kayıplar verdirirler. Hougoumont alınamadığı müddetçe de İngilizlerin siper aldığı yükseltinin yakınlarına gelme ve manevra yapma şansı kalmaz. Bu müstahkem mevki akşamüstüne kadar Fransız askerlerinin gelip gidip cesetler bıraktığı bir yere dönüşür. İki kere Fransızlar tarafından ele geçirilir ancak Buckingham Sarayı’nın meşhur muhafızları olan Coldstream Muhafızları tarafından tekrar alınır. Hougoumont, tarihte herhalde uğrunda en fazla insanın öldüğü bir çiftlik haline gelir.

Hougoumont üzerine baskı sürerken İmparator ilk dalga piyadesini İngiliz merkez cenahına gönderir. Fransız büyük bataryaları da bu sırada düşman merkezini dövmektedir. Ancak düzgün nişan almak için geride kalmışlardır. Wellington kısa mesafede çok yüksek yoğunluklu tüfek ateşiyle ön sıranın moralini yıkarak askerin çekilmesini sağlamakta; yaklaşan düşmanın gücünden ziyade moraline oynamaktadır.

Yine Von Blücher

Ancak bunlara rağmen Wellington çok iyi biliyordu ki Prusya orduları zamanında gelmezse direnemezdi. Wellington işte tam da orada ”Ya bir an önce gece gelmeli ya da Von Blücher gelmeli’’ diyerek Fransız süvarileri karşısında ne kadar zor durumda olduğunu belirtir. Ancak gece gelmeden önce imdada Von Blücher yetişir.

Napolyon bu sırada oturduğu yerden doğuda bir hareketlenme görür. Altıncı hissi ona gördüğü hareketin Prusya ordusu olduğunu söyler; haklıdır. Yaverine hemen Mareşal Grouchy’e topların sesine gelmesini yazdığı bir emri iletir. Nitekim Grouchy o sırada bir yerlerde hayali Prusyalıları kovalamaktadır. Emri akşam saat 18’e kadar alamayacaktır. Daha önce anlattığım gibi Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

İmparatorluk muhafızları ve savaşın sonu

Savaşın sonunda Napoleon elinde kalan son kartını oynar. O güne dek hiç yenilmemiş ve hiç kaçmamış imparatorluk muhafızlarını (Le Garde Imperiale) yedi tabur olarak savaşa sürer. Muhafızların görünmesi orduya yeni bir canlılık getirir. Zira yaşlı muhafızlar Napolyon’un çocukları gibidir. Kırk yaşın üzerindeki bu en deneyimli askerler yoğun tüfek ateşi altında İngiliz merkezine yüklenirler. İlk yarattıkları etki korkunçtur. Bombardımandan ve tüfek ateşinden bitap düşmüş olan İngiliz muhafızları geriye doğru çekilirler. Ancak Wellington tehlikeyi daha muhafızlar yürümeye başlarken görmüştür. Eli silah tutan herkesi meşhur yokuşunun arkasına silah doldurtup yere yatırır. Yaşlı muhafızlar merkezi kırdık sanarak yokuşu tırmanıp tepesine geldiklerine İngilizler ayağa kalkarak çok yoğun bir yaylım ateşiyle ilk gelen sırayı düşürürler. Muhafızlar direnir ancak ilk anlık şaşkınlığı üzerlerinden atamazlar. Çok yoğun zayiat verip çekilmeye başladıklarında Fransız ordusunda moral sıfıra iner. Zira yaşlı muhafızların kaçtığını daha gören duyan olmamıştır. Onlar da kaçıyorsa bu iş bitmiştir diye düşünülür.

Muhafızlar kaçmaya başladıkları zaman Wellington, atı Copenhagen’in üzengileri üzerinde doğrulur, şapkasını çıkarıp öne arkada sallar ve hücum işareti verir. Birleşik Prusya, Hollanda ve geriye ne kaldıysa İngiliz ordusu, Fransız ordusuna son bir hücuma kalkar.

Savaşın hemen sonunda İngilizler kaçmayan ancak teslim de olmayan yaşlı muhafızlara artık savaşın bittiğini, silahlarını indirmelerini telkin eder ancak muhafızlar ölmeyi seçer. “La Garde meurt, elle ne se rend pas!” (Muhafız ölür teslim olmaz) diyerek silahlarını İngilizlere doğrultur, vurulurlar. Tüm bu olanları uzaktan izleyen Napolyon’un ise ağladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: “Kendimden başka hiç kimse düşüşümden sorumlu değildir. Ben, kendimin en büyük düşmanı, felaketli kaderimin nedeniyim.”

Fransa böylece yenilir.

Napolyon’un sonu

Fransız ordusu, 51 bin kişiyle geldiği meydanda 28 bin ölü ve yaralı, 8 bin esir ve 15 bin kayıp bırakır. İngilizler ve müttefikleri Hollandalılar 17 binlik ordularından 3500 ölü, 10.200 yaralı, 3300 kayıp verirler. Prusyalıların 7 binlik kolordusunun 1200’ü ölü, 4400’ü yaralı, 1400’ü kayıptır.

Savaş İmparatorluk Fransa’sının sonudur. Napolyon birkaç çekilme harekâtıyla Paris’e kadar ulaşmış, daha sonra teslim olmuş ve İngiltere’ye götürülmüştür. Ancak karaya çıkmasına izin vermezler. Gemide bir süre tuttuktan sonra artık asla kaçamayacağı bir yere, Atlantiğin ortasındaki herhangi bir kara parçasına en uzak olan adaya, Saint Helena’ya sürerler.

St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrenir.  

1821 yılına gelindiğinde Napolyon hala eceliyle ölmeyince İngiltere Kralı 4.George’un bizzat emriyle zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilir. Onun esir halinden bile İngilizler korkmuşlardır. Zaten 19 yıl sonra 1840 yılında Fransızlar, Napolyon’un naaşını almak için adaya gidip de mezarını açtıklarında naaşın hiç bozulmadığı fark ederler ve vücudunda yoğun şekilde arsenik olduğu tespit edilir.

Ancak bu rivayet kuşkuludur. Araştırmacılar, imparatorun saçlarındaki zehir oranının şu anki standartların 100 katı olduğunu, ancak o dönem için bu durumun alışılmadık olmadığını belirtirler. Çünkü o dönemde arsenik her yerde yaygın olarak kullanılır, örneğin arsenik, sıvı ilaçlarda ya da yapıştırıcı maddelerde kullanılır, ayrıca bağcılar fıçıları temizlemekte bu zehirden yararlanırlar. Otopsiyi yapan Napolyon'un doktoru Francesco Antommarchi, imparatorun mide kanserinden öldüğünü söyler. .

Napolyon'un cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilerek Paris'teki Fransız ordusuna ait asker mezarlarının bulunduğu İnvalides'e gömülür.

Fransız siyaset adamı, dışişleri bakanı ve 1815 Viyana Kongresi'nin mimarlarından olan Talleyrand anılarında Napolyon’un son sözlerinin  ‘’Josephine’’ (sevgilisinin adı) ve ‘’Grande Armée’’ (Fransız Ordusu) olduğunu yazar. (''Balyoz'' ve ''Ergenekon'' kumpaslarında kumpası yapanlar, kumpası seyredenler, kumpasa yardımcı olanlar, kumpasçılarla işbirliği yapanlar ve ''FETÖ'' ihanetiyle kendi ordusunu tarümâr edenler bu sözden hiçbir şey anlamazlar tabii ki!)

History Channel’de yayınlanan Waterloo belgeselinde şöyle deniyor: "Napolyon, kıyaslandığında Büyük İskender, Büyük Frederik, Sezar ve Hannibal'den daha fazla savaş görmüş ve kazanmış biri, ama biz onu sadece Waterloo ile hatırlıyoruz, ne büyük bir trajedi."

Waterloo öncesi Fransa aslında Prusya, İngiltere gibi büyük devletlere barış ilan etmişti, ancak hiç biri bunu kabul etmedi, hepsinin isteği Napolyon belasından sonsuza dek kurtulmaktı. İngiltere, Prusya ve İsveç hemen birleşti, bu orduların başına da Napolyon'dan en fazla nefret eden adamları; Wellngton Dükü Arthur Wellesley’i, Prusyalı General Von Blücher’i ve İsveç'ten Napolyon'un kişisel düşmanı Bernadette’yi getirildiler. Zor durumdaki Napolyon yine de bir savunma savaşı düşünmedi, ona göre savaşı kazanmanın en iyi yolu ne olursa olsun hücum etmekti. Napolyon askerî alanda bir hücum ustasıydı, buna karşın Wellngton dükü başarılı bir savunmacı… Ama sonuç böyle tecelli etti işte.

Napolyon neden yenildi?

Napolyon neden yenildi sorusuna cevap bulmak da 1815’ten bu güne her tarihçinin uğraşısı haline gelmiştir. Böyle yenilmez bir adamın ne olursa olsun bu şekilde hüsrana uğramaması gerekirdi? Elbette Napolyon'un bu savaşı kaybetmesinin bazı nedenleri vardı, işte bu nedenler de şöyle sıralanıyor:

Kimi tarihçiler Napolyon’un savaş sırasında müthiş mide ağrısı çektiğinden bahsederler. Onlara göre Napolyon midesinden yıllarca rahatsızlık duyuyordu. Hatta Napolyon basurdu. Napolyon savaş günleri yürümeyecek, hareket edemeyecek kadar ağrı çekiyor, buna rağmen savaş yönetmek, saatlerce at üstünde koşturmak zorunda kalıyordu. Bu rahatsızlıklar ve özellikle basur nedeniyle Napolyon at üzerine binip ordusuna etkili şekilde tesir edemiyordu. Ancak bu neden tek başına yeterli bir neden değildi…

Çoğu tarihçilerin hemfikir olduğu bir neden de Napolyon’un, yerler çamurlu ve elverişsiz olduğunu görerek topların geçemeyeceğini ve etkili olamayacağını düşünerek yarım gün bekleyip zaman kaybetmiş olmasıydı. İşte bu zaman, İngiliz-Prusya ordusunun birleşmesini sağlamıştı…

Ancak yenilginin en büyük nedeni çok daha başkaydı…

Napolyon, Rusya hezimetinin ardından tutulduğu Elbe adasından kaçtıktan sonra iktidarı tekrar ele aldığında, aslında savaş Napolyon'un düşünmesi gereken son şeydi. Fransa’nın mali durumu çok kötüydü. Ordu ise savaşa hiç de hazır durumda değildi. Ancak Moskova Fatihi Napolyon elde ettikleriyle yetinmedi, düşüşte olduğunu kabullenmedi, tekrar yükselişe geçmek istedi, tekrar tüm Avrupa’ya kafa tuttu.

Napolyon artık eskisi gibi de değildi. Napolyon’un kibri savaşı kaybetmesinde en büyük etken olduğu değerlendirilir. Napolyon artık sinirli, kibirli ve gergindir.  Kararlarında bazen çıldırmış bir ruhtan kesitler görülür. Napolyon bu nedenlerle kendisini odaklandığı muharebeye ve hazırlıklarına veremez hale düşer.  Napolyon’un kibri, siniri ve gerginliği emrindeki generallerin ahengini ve dengesini bozar. Generallerinin Napolyon’u hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar... Askerler, özellikle Mareşal Ney, onun savaşı yönlendirmediği zamanlarda verdikleri başarısız ve riskli emirlerle ordunun telef olmasını sağlar. Bu şekilde bu generaller ordunun manevra kabiliyetini çok azaltırlar. Askerler ayrıca Napolyon’un bu tavırları nedeniyle imparatorlarına eskisi kadar bağlılık duymazlar. Rusya hüsranının da etkisiyle orduda artık eski kendine güven de kalmamıştır.

Tabii hep kaybeden Napolyon tarafından bakmayalım.  Napolyon’un karşısında diğer tarafta da bir savunma dehası Wellington vardır, Prusya'nın yaşlı kurdu Von Blücher ve Braunschweig askerlerinin destansı savunması vardır, savaş alanının tam ortasında bir Hougoumont Çiftliği ve bu çiftliği savaş öncesinde çok iyi tahkim eden Wellington’un dehası vardır. Bir gün önce yağan yağmur nedeniyle çamur deryasına dönen muharebe sahası vardır.

Yani sebep çoktur. Zaten tek bir sebepten olması da beklenemez. Ne yani koca Avrupa’nın kaderini kökten değiştirecek bir savaş, Napolyon’un basuru yüzünden mi kaybedilmiştir?

Sebepler çok ancak ben bilirsiniz şiirleri çok severim. Napolyon’un yenilgisinin sebebini yine bir şiirle bitirelim. Victor Hügo Sefiller’de bu sebepleri tam da burnundan kıl aldırmayan bir Fransız’a özgü kibir ve gururla savaşı da özetleyerek şöyle yazardı:

‘’Napoleon neden yenildi?
Ortalığı bataklığa çeviren lanet yağmur yüzünden mi?
Ordusu kalmayan, teslim olmak üzere olan Wellington yüzünden mi?
Savaşa gelmeyen, hiç savaşmayan Blücher yüzünden mi?
Hayır.
Tanrı yüzünden!
Waterloo’dan galip ayrılan bir Bonaparte….’’

Waterloo’dan günümüze

Wellngton dükü Napolyon'u yendikten sonra büyük sükse yaptı. Napolyon'a olan kini öylesine büyüktü ki, onun metreslerini bile topladı, siyasete atılıp İngiltere başbakanı oldu. Blücher en büyük düşmanını yok etmenin zevkiyle üç yıl daha yaşayıp öldü. Napolyon ise Rusya'yı, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İngiltere’yi, tüm Avrupa'yı, Afrika’yı istila etmek hülyalarıyla başladığı atılımını sürgünde, zalim İngiliz valisinin kendisine göz açtırmadığı bir adada, yaşlı, hasta ve yatalak bir eski imparator olarak tamamlamış oldu.

Yazıma son vermeden size halen birisi Londra’da diğeri de Paris’te bulunan iki garın ismini vereceğim. Londra’dakinin ismi ‘’Wateloo Garı’’, Paris’tekinin ismi ise ‘’Austerlitz Garı’’dır. (Napolyon Savaşları'nın ilk muharebesi olan ve Napolyon Bonapart'ın kesin zaferi ile sonuçlanan savaşın adıdır Austerlitz.) Anlıyorsunuz değil mi?

Gelelim Waterloo Savaşı’nın günümüzle olan ilişkisine… Bunu da büyük tarihçi İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde söylemişti zaten: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer...” Askerlik sanatı sadece askerleri ilgilendirmez... Şirketlerden ticarete, sanayiden ekonomiye, futboldan siyasete her kurum ve kişiyi ilgilendirir. Artık bu geçmişin kime ve neye benzediğine de siz karar verin!

Her Firavun'un bir Musa'sı varsa her Napolyon'un da bir Waterloo'su vardır! Tarih baba bunu böyle söylüyor...

Osman AYDOĞAN

Abba, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=Sj_9CiNkkn4

Iced Earth, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=FQv2cGp75PM

Sergei Bondarchuk’un ‘’Waterloo’’ filminden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=7vlcuvrM1po

Ve bir son not: Bu yazımı okuyan okuyucularım arasında asker kökenli olup da Mekteb-i Harbiye ve Erkân-ı Harbiye mekteplerinde harp tarihinin tahsilini yapan okuyucularım da var... Onlara bir sorumdur: Sahi sizlere bu mekteplerde Waterloo Savaşı'nın nesini okutmuşlardı?

Napolyon'un sözleri

Konuyu dağıtmamak için Napolyon'un kayda değer çok sözü olmasına rağmen önemli gördüğüm sözlerini buraya aldım...

Napolyon’un askerlikle ilgili sözleri:

‘’Düşman tesiri altındaki bir komutanın vereceği emir yoktur, kim ona uyarsa suçludur.'’
‘’Bir asker bir parça renkli kurdele için uzunca süre özveriyle savaşır.’’
‘’Savaşta ahlak olmaz.’’
‘’Her zafer zafer değildir, her yenilgi de yenilgi değildir.’’
"Savaşın bir gününü görseydiniz, bir diğerini görmemek için tanrıya yalvarırdınız."
‘’Düşmanınızı asla hata yaparken rahatsız etmeyin.’’
''Tanrı her zaman daha fazla cephanesi olan tarafın yanındadır.''
‘’Ordular midelerinin üzerinde yürür.''

Napolyon’un diğer sözleri:

"Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz."
‘’Lider umut dağıtandır.’’
‘’Aşka karşı kazanılabilecek tek zafer kaçıştır.’’
‘’En güzel savaş, insanın kendi öz varlığı ve tutkularına karşı giriştiği uğraştır.’’
‘’Alkış, oy değildir.’’
‘’En büyük suç umutsuzluktur.’’
‘’Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar.’’
‘’Hayata olan bağlılık kesildikçe ölüm gelir.’’
‘’Konuşmalarıyla dalkavukluk yapan insan iftira atmaktan da çekinmez.’’
‘’Beni sevmenizi değil, bana canla başla hizmet etmenizi istiyorum.’’
"Yukarı çıkarken durulabilir, ama aşağı inerken asla."
‘’İnsanlar çıkarları için, hakları için olduğundan daha gayretli savaşır.’’
"Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır."
"Toplum servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz." 
''Aptallık siyaset için bir handikap değildir.'' 
‘’Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur.’'
"Öfkelenmeyecek kadar güçlüyüm."
"Devletimizin zenginliği eninde sonunda matematiğin ilerlemesine bağlıdır."
''Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork.''
‘’Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.’’





Şeyh Sâdi Şirazî'den! (2)

15 Mart 2019

Geçen haftalarda üst üste Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi’nin (1193-1292) ''Bûstan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eserinden hikâyeler anlatınca onun daha çok tacı ve tahtı olanlara hitap eden sözlerini sizlere aktarmadan da kendisine vedâ etmek istemedim… Ancak araya başka konular girince bu vedâ bu güne kaldı.

Her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile:

* Taç ve taht geçicidir. Hiç gönüllere girdin mi? Bir kadın zalim olan erkekten çok yüksektir. Köpek de halkı inciten insandan üstündür.

* Eşeğini düşman, vergisini de sultan alıp gittikten sonra o memleketin tacında, tahtında ikbal kalır mı?

* Çoban uyumuş, kurt da sürüde: bu hal akıllı kimselerin beğeneceği şey değil.

* Çıkrığının ardında ihtiyar kadın lanet ederken, meclisin başköşesinden gelen aferinlerin değeri yoktur.

* Halkın sevgi ve güvenini kazanırsan düşmanı gerçekten yenmişsin demektir.

* Hiddetle hemen kılıca sarılan kimse sonra esefle elinin ardını dişler.

* Büyük kalarak yaşamanın şartı odur ki her küçüğün kim olduğunu bilesin.

* Kuvvetlilerin yükünü zayıflar çekerken padişaha tatlı uyku haramdır.

* Devri kötü olan bir zalim dünyada kalmayacak, ama onun üzerinde ebedi bir lanet kalacaktır.

* Büyüklük gösterişle, lafla olmaz; yücelik dava ile kuruntu ile elde edilmez. Tevazu yüceliği arttırır, fakat gurur seni toprağa serer.

* Sen kendinden bahsetme ki, seni başkaları övsünler. Kendini övdüğün takdirde bunu başkalarından bekleme.

* Dostlarına karşı bile uyanık olmalısın. O zaman düşmanından da emin olabilirsin.

* Kurdun kafasını, halkın koyunlarını paraladıktan sonra değil, önce kesmek gerekir.

* Padişahken zulmedersen, padişahlıktan sonra dilenci olursun.

* Kafası Zühal yıldızına değen bir padişahla zindanda inleyen züğürdü, başlarına ölüm askeri hücum ettikten sonra birbirinden ayıramazsın.

* Şer çıkaranlar- yuvasına nadiren dönebilen akrepler gibidir- gene şer sevdasında giderler.

* Bir iş tedbirle olacaksa düşmanın yüzüne gülmek, savaş çıkarmaktan daha iyidir.

* Kaşını çatmamağa çalış, ne kadar zayıf olursa olsun düşmanın dost kalması daha iyidir.

* Azametli adam kurum satar; çünkü büyüklüğün yumuşaklıkta olduğunu bilmez.

* Methü sena ipiyle kuyuya inme, hatem gibi sağır ol da kendi ayıplarını dinle.

* Değersiz kimselerle savaşmaktan çekin.

* Ben damlalardan sel olduğunu çok gördüm.

* Herkesin huzurunu kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutlu.

* Senin iyiliğini isteyen kimse, “yolunda şöyle bir diken var“ diyendir.

* Yolunu kaybedene iyi gidiyorsun demek şiddetli bir zulümdür.

* Eğer mertsen, mertliğinden bahsetme. Sen kendini iyilerden saydıkça kötü olursun.

* Kendi ahlakını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir.

* Ey düşüncesiz, tedbirsiz ve akılsız olan nefis, sen tek yoksulluğun yükünü çek, ama kendini gamla öldürme.

* Düşmanı dostundan fazla olan kişinin, düşmanı şen, dostu mahzun olur.

* Dostluğa yer bırakacak kadar savaş, savaşa yer bırakacak kadar dost ol.

* Dünyanın mülküne dayanıp güvenme. O senin gibi nice kimseleri besleyip öldürdü.

* Gereken kadar konuş. Başkaları seni susturmadan susmasını bil.

* İnsan ümitsizliğe düştü mü, mağlup kedinin köpeğe saldırması gibi, dilini uzatır.

* İnsan ruhunu iki şey karartır: susulacak yerde konuşmak ve konuşulacak yerde susmak.

* Murada ermedim diye düşüne düşüne kalbini yakma, kardeşim. Çünkü her gecenin gündüzü vardır.

* "Ne söyleyeyim?" diye düşünmek, "Niçin söyledim?" diye düşünmekten hayırlıdır.

* Sevinmek istiyorsan sevindireceksin, sevilmek istiyorsan seveceksin.

* On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz.

* Yarasanın gözü gündüz göremiyorsa, güneşin ne günahı var bunda?

* İyi şeyler mutlaka çabuk biter.

* Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, eleştirin; basit bir adamı dost edinmek isterseniz methedin.

* Gayesiz yaşayanlar, nasipsiz kalırlar.

* Toprağın altında iken gönlü diri olan bir ölü, gönlü ölü olarak yaşayan bir bilginden daha canlıdır.

* Düşmanın derisini yumuşaklıkla yüzebilirsin. Sertlik gösterdin mi, dostun bile sana düşman olur.

* Irmak kenarından sıcak su iç de ekşi suratlının soğuk gül şerbetini içme.

* Elâlemi ayıplarıyla anan bir kimsenin senden de teşekkürle bahsedeceğini zannetme.

* Aradan bir nice zaman geçmedikçe insanın içyüzü anlaşılmaz.

* Eğer yiyip yatmaktan başka bir şey bilmiyorsa, adam hayvandan nesiyle yüksek olur.

* Sen kendi kaygını sağlığında çek, hısımların hırsa düşerler ölenle ilgilenmezler.

* Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.

* İnsan olmak isteyen kişi önce nefsinin köpeğini susturur.

* Hedefe, okun gezi elindeyken nişan al, ok yaydan fırladıktan sonra değil.

* Hüner sahipleri, başkalarının gamını çekmekten kendi keyiflerine bakamamışlardır.

* Elâlem harman kaldırırken, vaktiyle tohum ekmemiş olmak ne gevşekliktir.

* Derisini parçalasalar dahi, Huda dost hiçbir zaman dostunun düşmanıyla dost olmaz.

* Yolu takip etmeyen bedbaht süvari, doğru yürüyen yayadan geri kalır.

* Düşen her zaman kalkmış değildir.

* Elinden hayır gelen bir oruç yiyici, dünyaya tapıp yıl orucu tutan kimseden iyidir.

* Herkes kuvveti derecesinde yük taşır, karıncaya göre çekirge ayağı ağırdır.

* Nice kuvvetli, nice üstün akıllar vardır ki, aşkın havası onları mağlup etmiştir. Çünkü sevda aklın kulağını büktükten sonra, akıl bir daha başkaldıramaz.

Tacı ve tahtı olanlar okumazlar… Beni ise hiç okumuzlar… Ama ben yine de yazayım, bir hatırlatayım istedim: Çoban uyumuş, kurt da sürüde: bu hal akıllı kimselerin beğeneceği şey değil.

Osman AYDOĞAN




14 Mart Tıp Bayramı

14 Mart 2019

Sultan II. Mahmut yozlaşan Yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurar (Asakir-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni ordunun ise hekimlere ve cerrahlara ihtiyacı vardır.  21 yaşında iken hekimbaşılığını yapan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a bir dilekçe ile müracaat ederek bir tıp okulu kurmak istediğini söyler ve Padişah’tan onayını alır.

Bu onayla II. Mahmut döneminde, 14 Mart 1827'de, Hekimbaşı Mustafa Behçet'in önerisiyle Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda ''Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire'' adıyla ilk tıp okulu kurulur. Bu okulun kurulduğu gün (14 Mart 1827) Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Okulun kuruluş günü olan 14 Mart da ülkemizde "Tıp Bayramı" olarak kutlanır. 

İlk kutlama da, 1919 yılının 14 Mart'ında işgal altındaki İstanbul'da gerçekleşir. O gün, Tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Efendi’nin (Hikmet Boran) önderliğinde tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanırlar ve onlara Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da destek verirler… Böylece Tıp Bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlar…

Olayın ayrıntıları ise şu şekildedir:

1919 Mart ayında İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (nam-ı diğer Gülhane Askerî Tıp Akademisi) İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Tıbbiye öğrencileri okulu kurtarmanın yollarını ararlar. İşgalcileri işkillendirmeyecek bir yol bulmaları gerekmektedir. Bu nedenle topluca okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ı kutlamaya karar verirler. Ama asıl maksat işgali protestodur. Ve o gün Tıbbiyeli Hikmet Efendi önderliğinde büyük bir gösteri yapılır. Okulun iki kulesi arasına koca bir Türk bayrağı asılır. Bunu gören işgal kuvvetleri olaya direk müdahale ederler fakat durduramazlar. Tıbbiyelilerin temsilci olarak seçtikleri Tıbbiyeli Hikmet Efendi tutuklanmamak için İstanbul’dan kaçar ve daha sonra da Sivas Kongresine katılır.

Tıbbiyeli Hikmet Efendi Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’nde yaptığı manda karşıtı konuşması ile tanınır. 

Mazhar Müfit Kansu anılarında (''Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber'', Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2009) Sivas Kongresindeki Tıbbiyeli Hikmet Efendi’nin konuşmasını şöyle anlatır:

7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Hikmet Beyin de imzası vardır. Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışmasında bu konuyla ilgili olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada Tıbbiyeli Hikmet Efendi şöyle der:

‘’Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz)’’

Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirir:

‘’Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır..,"

Mustafa Kemal sonra Hikmet Bey’e dönerek: "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!’’ der… 

Mustafa Kemal'in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: "Var ol Paşam!.." diyerek Mustafa Kemal’in elini öper…

Metin Özata, ‘’Atatürk ve Tıbbiyeliler’’ (Umay Yayınları, 2007) kitabında (ki bu kitabı da bana yine bir Askerî Tıbbiye mezunu olan ancak Şırnak dağlarında komando subayı gibi görev yapan Tabip Üsteğmen Tayfun Özdem hediye etmişti) Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivas Kongresi'nde Hikmet Beyi alnından öperek Hikmet Bey’i ‘’Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan Tıbbiyenin mümessili olan genç" diye tanıttığını ve milli meselelerde askerî tıp öğrencilerinin öncü olduğu kanaatini çeşitli zamanlarda dile getirdiğini yazar…

Hikmet Bey daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılır… Savaştan sonra genel cerrah olarak görev yapar… Aslen Balıkesir Savaştepe’lidir. Gazeteci ve sanatçı Orhan Boran'ın babasıdır.

Görüldüğü gibi ‘’14 Mart Tıp Bayramı’’;  ''Anneler Günü’’, ‘’Babalar Günü’’, ‘’Sevgililer Günü’’ vb. gibi dış kaynaklı, tüketim ekonomisini kalkındıracak uyduruk enternasyonel bayramlardan değildir.  14 Mart, özbeöz Türk’ün, Türk tabiplerinin 1919 Mart'ında İstanbul’un İngiliz işgaline karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini başlattığı gündür... 14 Mart, sıradan bir meslek örgütünün kuruluş yıldönümü de değildir… 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına fiilen ve resmen çıkışının yıl dönümüdür... 14 Mart, sadece bize özgü bir bayramdır.

1976'dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart'ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta ‘’Tıp Haftası’’ olarak kabul edilmektedir. Gerçi bu haftayı ‘’Sağlık Haftası’’ olarak kutlayanlar da vardır.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD'de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan'da ünlü Doktor Bidhan Chandra Roy'un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü "Doktorlar Günü" olarak kutlanır.

Geçmiş böyleydi... Günümüzde ise; mevkii ve makam sahibi olup da yetkili ve sorumlu olanlar bugün ''Tıp Bayramı'' diye iyilik perisi kesilerek doktorlarımıza, tabiplerimize gün boyu methiyeler düzecekler... Ancak bu methiyeler onların sorumluluklarını ortadan kaldırmayacaktır. Ülkemizde hiçbir kurum görevini yapmaz kabak dönüp dolaşıp doktorların başına patlar…

Nasıl mı? Bakın anlatayım:

Karayolları Genel Müdürlüğü ve Trafik Hizmetleri görevlerini yapmazlar… Yollarda sağa dönüş, sola dönüş cepleri yoktur, yollarda dönüş yaptıktan sonra hızlanma şeridi, dönmeden önce yavaşlama şeridi yoktur… Yolların kalitesi yoktur, tuzak çukurlar doludur… Belediye otobüslerinin, dolmuşların, taksilerin duracağı cepler yoktur… Araçlar denetimsizdir… Şoförler eğitimsizdir… Bütün bunlar kazalara yol açar... Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Tarım Bakanlığı ülkede sağlıklı ve yeterli ürünler üretmez, üretilenleri denetlemez, insanlarımız GDO’lu, NBŞ’li (Nişaşta Bazlı Şeker), ilaç kalıntılı ürünleri yer, yetersiz ve sağlıksız beslenmeden hasta olurlar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Eğitim Bakanlığı koruyucu hekimlik, sağlıklı beslenme, beden eğitimi ve ilk yardım konularında eğitim vermez… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Belediyeler doğru dürüst çalışmaz, içtiğiniz su kirlidir, nefes aldığınız hava kirlidir, dışarıda yediğiniz gıdalar sağlıksızdır… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Çevre Bakanlığı çevreyi katleder, sağlıksız çevre sunar, insanların nefes alacakları parkları, bahçeleri yoktur… Bu çevre insanları hasta eder… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

TV’lerde seyrettiğiniz her şey ve her kişi, gazetelerde okuduğunuz her haber psikolojinizi bozar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Sağlık Bakanlığı bile kendi sağlık çalışanlarını korumaz, sağlıksız sağlık sistemi, fazla iş yükü, kötü koşullar, stres, performans baskısı ile kendi doktorlarını hasta eder…

Bu liste uzayabilir…

Doktor her şeye rağmen yine de yetişir de bu sefer de darp ederler…

Askerî tıbbiye okulu öğrencilerinin başlattığı bu ‘’Tıp Bayramı’’nı askerî tıp okulu olmaksızın da kutlamak ayrı bir ironi ya! Neyse ama biz yine de kutlayalım… Dünyanın en zor ve en fedakâr mesleğini icra eden sağlık emekçilerinin hak ettikleri koşullarda görev yapabilmeleri dileği ile Tıp Bayramının tüm sağlık emekçilerine kutlu olmasını dilerim.

Ancak kutlamanın en güzelini de biliyorsunuz kim söylemişti:

‘’Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.’’

Osman AYDOĞAN




''1283''... İçimizde!!!

13 Mart 2019

Mustafa Kemal Atatürk tam 120 yıl önce bugün 13 Mart 1899  (1 Mart 1315)  tarihinde, Mekteb-i Harbiye'ye (Harp Okulu'na) 1283 apolet numarası ile girişi (duhulü) (kaydı) yapılır.   "Harbiyeli Mustafa Kemal", buradaki "1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri" ne "Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahalleli Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi'nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96" olarak kaydı yapılır.

Bu nedenle Harbiye’de (Kara Harp Okulunda) her yıl 13 Mart günü Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’ye girişi törenlerle anılır… Bu törenler esnasında bir de yoklama yapılır… Yoklama apolet numarasına göre yapılır... Numarası okunan öğrenci ayağa kalkarak ‘’Burada’’ diye yüksek sesle cevap verir… Ancak Kara Harp Okulu'nda Mustafa Kemal Atatürk'ün apolet numarası olan ''1283'' numarası hiçbir öğrenciye verilmez. Sıra 1283’e (Harbiyeli Mustafa Kemal’in apolet numarası) gelince bütün öğrenciler ayağa kalkarak ve hançereleri yırtılırcasına ‘’İçimizde!’’ diye haykırırlar…

Bu bilgiyi burada bırakalım… Kısa bir edebiyat turu yapalım....

Samuel Barclay Beckett (1906 -1989) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şairdir. Beckett ayrıca "Absürt Tiyatro" olarak adlandırılan akımın en önemli yazarı sayılır.

Beckett'in eserlerinin sade ve temel olarak minimalist olduğu söylenir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser eserler vermiştir. Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. Beckett’in modern insanın yoksunluğu ve kayıtsızlığı üzerine kurguladığı en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’dir. (Kabalcı Yayınları, 2012)

''Godot'yu Beklerken'' isimli zaman kavramı olmayan oyunda oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar ve Godot diye birini beklerler. Ancak bu sonuçsuz bir bekleme eylemidir. Gelmeyeceğini bildikleri halde Godot'yu beklerler. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.

Bu şekilde eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir ‘’Godot’yu Beklerken’’.

Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işler. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır. Vladimir ve Estragon, insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunar.

Oyun karakterlerinin oyunda geçen bazı sözlerini buraya almak istiyorum:

‘’Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.’’

‘’Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.’’

‘’Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.’’

‘’Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.’’

‘’Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi.’’

‘’Herkes çarmıhını kendi sırtında taşır.’’

‘’İşte karşınızda tüm yönleriyle insan, suçlu kendi ayağıyken ayakkabısına kızıyor.’’ 

‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’

Vladimir ve Estragon’un oyun içinde diyalogları vardır. Bunlardan birkaçı:

Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; gitmek isteyip gidemeyişin, kalmak isteyip kalamayışın kitabıdır. Alışkanlıklarına hapsolmuş insanların kitabıdır. Arafta kalanların kitabıdır.

Estragon: Haklarımızı kaybettik ha?
Vladimir: Haklarımızdan kurtulduk.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’;’ hiç mücadele vermeden sahip oldukları haklarından kurtulanların kitabıdır.

Estragon: Hiç terk ettim mi seni?
Vladimir: Gitmeme izin verdin.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; çağdaşlığın, uygarlığın, aydınlığın, ışığın, refahın, huzurun, kişiliğin, onurun, gururun gitmesine izin verenlerin kitabıdır.

Hayatta istediklerine ulaşmak için çaba göstermeyen ancak sadece zamanın getirmesini bekleyen insanların kitabıdır ‘’Godot’yu Beklerken’’. Kitaptaki karakterler kendilerinin de bir şeyler yapabileceklerini düşünmezler bile. Godot'nun onları bulacağına inanırlar, beklerken de yapacakları tüm şeyleri, tüm eylemleri ertelerler... Bu bekleyişin sonu hüsrandır tabi...  Tıpkı bizlerin de, her 13 Mart’da yapılan yoklamada sıra ‘’1283’’e gelince candan, gönülden, yürekten, içten hançeremizi yırtarak ‘’içimizde’’ diye haykırdığımızdan, 1283’ün zaten içimizde, zaten bizimle olduğu samimi algısından dolayı yapacağımız tüm şeyleri, tüm eylemleri erteleyerek içimizden birinin yapmasını beklediğimiz gibi… Tıpkı ''Atatürk ölmedi!!'' sloganlarının algılamasıyla nasıl olsa ölmemiş Atatürk, o varken bizlerin yapacak hiçbir şeyi yok yanılsaması gibi... ‘’Sarı Saçlı’’, ‘’Mavi Gözlü’’ kahramanımızı tıpkı oyun karakterlerinde olduğu gibi karamsar, yoksun ve kayıtsızca hiçbir şey yapmadan aynı şekilde ''Godot'yu beklercesine beklediğimiz gibi… 

Bu hüsranın sonucu Vlademir kendisini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci de tam üzülecekken boş bulunup güler. Tıpkı bizlerin olan biteni, hatta oyundaki gibi çağdaş bir Cumhuriyet'in intihar sahnesini bir tiyatro seyircisi gibi izlerken boş bulunup güldüğümüz gibi…

Eğer derde devâ olacaksa, eğer bir çare olacaksa, eğer bir teselli olacaksa yine hiçbir şey yapmadan yine hançeremizi yırtarcasına haykıralım; ''1283 İçimizde!'' Her sene olduğu gibi...

Osman AYDOĞAN




Sevgili Arsız Ölüm

11 Mart 2019

Geçen sene bu vakitler yazdığım ''Arsız Ölüm'' ve geçen hafta yazdığım ''Arsız Ölüm 2'' yazılarımın konu başlıklarını Latife Tekin’in ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ isimli kitabının adından esinlenerek almıştım... Kitabın adından bahsedince kitaptan ve yazarından bahsetmesem olmazdı diye düşündüm... 

Yıl 1983 Sonbaharı… Elimde Latife Tekin’in yeni çıkmış kitabı: ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ Kitabın adı bana cazip gelmişti, sırf adı için almıştım kitabı…

Ölüm bana yabancı değildi... Memleketimde ölümle, mezarlıkla iç içe yaşardık… Hastane nedir bilmezdik, insanlar evlerinde ölürdü. Mevta herkesin içinde yıkanırdı, mevta yıkandıktan sonra musalla taşında cenaze namazını bekler, namazdan sonra da zaten kasabanın hemen kıyısındaki mezarlığa kadar omuzlarda taşınırdı. Cenaze arabası da nedir bilmezdik. Çoluk çocuk herkesler definde hazır bulunurdu. Zaten kasabının evlerinin bir kısmı da mezarlığa bakardı... Memleketimizde ölüm ile hayat iç içeydi… Sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesi gibi doğal bir olaydı ölüm, şimdiki gibi korkunç bir şey değildi ölüm…

Sonra, sonra yıllar sonra Şehriyar bana ölümü çok daha basitçe anlatmıştı… ‘’Doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur’’ derdi Şehriyar, ‘’ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz’’ derdi Şehriyar.

Gabriel García Márquez’in “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm’’ (Cem Yayınevi, 1990)  kitabının içinde ölümle ilgili 12 hikâye vardı. Latife Tekin’in kitabını da ölümü böylesine feylezofça anlatan bir kitap diye almıştım…

Kitap çok akıcı bir dille yazılmıştı… Kitabı soluk soluğa, su içer gibi okumaya başlamıştım... Sayfalarda ilerledikçe hem beklentim konusunda yanıldığımı anladım hem de şaşırıp kaldım... Kitap hiç de ölüm hakkında öyle feylezofça söylemlerden bahsetmiyordu. Roman kahramanı adı Dirmit olan küçücük bir kız çocuğu vardı ve bu kız çocuğu beni, benim çocukluğumu, memleketimde anlatılan Goncalos masallarını, cinleri, perileri anlatıyordu... Daha ilkokuldayken o zaman henüz elektriği olmayan Sindel (şimdi Kovalı) köyünde evlerinde yaz tatillerimi geçirdiğim Akkız ablamın (kulakları çınlasın) aynısını anlattığı Goncalos masallarını, cinleri, perilerini anlatıyordu bu Dirmit kız... Ortaokuldan sonra gittiğim İstanbul’da yatılı okulda da benim gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarım da anlatırlardı bu cinli, perili masalların aynısını… O zaman kitabı yolda, otobüste, trende okuduğum için meraklı gözlerden saklamak için kitabı kaplayarak okurdum… Hemen kitap kabını çıkararak bu yazar kim diye biyografisini okumaya başladım… Aman Allah’ım ne göreyim? Latife Tekin hemşerim çıkmasın mı?  Latife Tekin Kayseri Bünyan doğumluydu. Ben de Kayseri Yeşilhisar... Latife Tekin benden de sadece bir yaş büyüktü...

Kitap daha ilk baskısını yapmıştı… O zaman henüz Latife Tekin’i kimsecikler de tanımıyordu… Kitabı bitirdiğimde dedim bir büyük yazar doğuyor… Çünkü şiir gibi, akıcı, masalımsı bir anlatımı vardı… Latife Tekin’in üslubunda Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” (Everest Yayınları, 1973) romanındaki Aysel’in o insanı boğan ağır havası, o karamsar atmosferi yoktu… 

Sonradan öğreniyorum ki bu anlatımı edebiyatta ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ diye tanımlıyorlardı. ‘’Büyülü  Gerçekçilik’’ akımının en önemli özellikleri; anlatım esnasında fantastik ya da tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması ya da yan yana kullanılması, rüyalara, yerel mitlere, cinlerle perilerle dolu masalımsı hikâyelere yer verilmesiymiş. Arjantinli yazar Luis Borges'in 1935 te yayınlanan  '’Alçaklığın Evrensel Tarihi'’ (İletişim Yayınları, 2014) isimli eseri, edebiyatta ilk büyülü gerçekçilik çalışması olarak kabul edilirmiş. Bu akımın en tanınmış eseri ise benim Latife Tekin’in kitabından bir yıl sonra (1984) okuduğum Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1967 de yayınlanmış olan '’Yüzyıllık Yalnızlık’' (Can Yayınları, 2016) isimli kitabıdır.  Marquez'in '’Yüzyıllık Yalnızlık’' isimli kitabını okurken dedim işte ikinci bir Latife Tekin… Ancak Marquez'in kitabı daha felsefi, daha bir kurgusal idi…

Latife Tekin kitabında Dirmit’i anlatırken, Dirmit de bana Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’in Zéze'sini hatırlatmıştı. Vasconcelos’i dünya çapında tanıtan eseri ‘’Şeker Portakalı’’nın (Can Yayınları, 2018) roman kahramanı da çocuk Zéze idi…

Latife Tekin Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk ("siyah üzüm dizini" anlamına gelirdi) köyünde doğar. Yedi kardeşten birisidir. Dokuz yaşına geldiğinde de ailesiyle İstanbul’a göç eder. Gerisini kendisi şöyle anlatır:

‘’Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkâr ve baskının bin çeşidi. Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”

Dirmit kızın ailesine ve köyüne fazla geldiği gibi Latife Tekin de bu ülkeye fazla gelmiştir. Ne sol düşünce değerini anlayabilmiştir ne de sağ düşünce, her iki tarafa da Sokratesin ''at sineği'' olmuştur Latife tekin. Öyle ki Yalçın Küçük ‘’Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları’’ (Mızrak Yayınları, 2011) adlı kitabında Latife Tekin’i ‘’Eylülist’’ olmakla suçlar. Yalçın Küçük, Latife Tekin'in ‘’Gece Dersleri’’ (İletişim Yayıncılık, 2012) kitabını solculuğu aşağılamak ve egemen görüşü dayatmak gerekçesiyle yerden yere vurur. Bu üslubu ile Yalçın Küçük soyadı gibi sadece kendini küçültür.

Neyse konumuz Latife Tekin değil, gelelim biz ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’e…Bu kitapta Dirmit olarak aslında yazar kendisini anlattığı için kısaca yazardan da bahsetmek istedim…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’; kurgusuyla, içeriğindeki kültürel ve destansı ögelerle, şairane bir dille yazılmış Türk toplumunun cinli perili yüzünü anlatan Türk edebiyatının yüz akı müthiş bir eseridir. Elinize alıp da bırakamayacağınız, elinizden bırakamadığınız gibi bitmesini de istemeyeceğiniz enfes bir eserdir.

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’’de bir ailenin fertleri; Huvat (baba), Atiye (anne), Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye (kardeşler)’in köyde yaşadıkları, İstanbul’a göçleri, başlarına gelenler, köylüler, cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü olaylar anlatılır. Ama en çok da Dirmit anlatılır. Okurken siz de Dirmit olursunuz, zaman zaman içiniz acır, kalbiniz sıkışır, zaman zaman yüreğiniz daralır, zaman zaman bir çocuk kalbi gibi pır pır çarpar kalbiniz… Çünkü Dirmit sizin geçmişinizdir, çünkü Dirmit sizin çocukluğunuzdur, çünkü Dirmit sizin özlediğiniz masumiyettir…

‘’Sevgili Arsız Ölüm’’  Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk köyünden İstanbul’a (kitapta bu şehrin İstanbul olduğu verilmez) göç ettikten sonra yaşadığı maddi ve manevi yoksullaşma ile buna bağlı olarak içine girdiği dağılma sürecini anlatır. Dolayısıyla romanın esas meselesi yoksulluktur; sevgili arsız ölümü isteyecek denli yoksulluk...

Kitapta çok muazzam bir karakter olan ve aileye etkisi çok iyi ifade edilen anne Asiye kitabın merkezinde yer alır. Bu haliyle kitap Diirmit’in değil Aliye’nin kitabıdır denilebilir…

Şimdi de sizlere kitaptan seçtiğim bazı bölümleri aktarmak istiyorum:

"Dirmit başını cama dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın başına başını dayadı. Bir tulumba ağladı, bir o ağladı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı, yıldızlar söndü."

"Sonunda Dirmit, yazmanın bir yolunu buldu. Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu. Yüreğini "güp!, güp!" artıran sözcüğü hemen kâğıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip attı."

"Sana bakarken gözlerimi kapasam karanlıkta kalırsın... Haberin var mı?" 

“Kabukları kaldırayım deme, derin yaralar açarsın.”

‘’Dirmit omuz silkti. Başını önüne eğdi, ağlamaya başladı. O ağlarken herkes elini yüzüne alıp bir köşeye çekildi. Sonra sırasıyla herkes düşündüğünü söyledi. Ortak bir karar verildi. Dirmit'e dama çıkmak, şiir yazmak yasak edildi. Allah’ın gökte duran yıldızlarıyla, yerde kaynayan suyuyla uğraşıp durduğu için yedi gün, evin içinde kimseyle konuşmama cezası verildi. Dirmit hiç ses etmeden kararı dinledi. Burnunu çekip gözünün yaşını sildi. 'Size mektup yazabilir miyim, peki?' dedi.''

Ve kitap içinde Dirmit’e ait dünyanın en güzel isyan cümlesini bağırır: "Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar!"

Ancak Dirmit direnir… Kitapları, şiirleri, doğa ile olan ilişkisi ile direnir. O desteğini yıldızlardan, ağaçlardan, dağlardan, taşlardan, kuşkuş otundan, rüzgârdan alır, şiirden ve kitaplardan alır.

Kitapta Atiye'nin Azrail ile boğuşması kitabın adına yakışır şekilde anlatılır:

“O gece Azrail, bir seni yoklayayım diyerek Atiye’nin yanına geldi. Onu uykusundan seslenip uyandırdı. Koltuğundan tutup yatağın içine oturttu. Elini, bir Atiye’nin yüreğinin üstüne koydu; bir ciğerinin üstünde gezdirdi. Hırıl hırıl öten nefesini dinledi. Sonra Atiye’ye vaktinin geldiğini bildirdi. Çocuklarını uyandıracak, onlarla sarılıp koklaşacak kadar Atiye’ye zaman verdi. Atiye Azrail’in ellerine sarıldı. Kocasıyla helalleşmeden alıp kendisini götürmemesi için yalvardı. Oğlu Seyit’in askerden gelmesini beklemesini istedi. Ama Azrail Atiye’nin başına gelip gitmekten yorulduğunu öne sürüp isteğini geri çevirdi. Atiye hiç olmazsa Nuğber’e bir haber edilecek kadar ömür diledi. Azrail vakit kalmadığını, yüreğinin kapakçığının artık açılıp kapanmaktan yorulduğunu, birazdan hiç açılmamak üzere kapanacağını Atiye’ye duyurdu. Atiye, ‘kapanmamasının bir çaresi yok mudur?’ diye bir umutla sordu. Azrail ona çare bulunsa rahmindeki yaranın büyüyüp yayıldığını, tüm içini sardığını, yaranın onu öbür dünyaya götüreceğini söyleyip elinden artık bir şeyin gelmediğini Atiye’ye bildirdi”

"Var gücüyle Azrail’i göğsünden kaldırmak için çırpındı. Azrail’in elinden sıyrılıp yatağın içinde dikildi. Ağzına geleni verdi veriştirdi. Atiye'nin Azrail ile kavgaya tutuşması, kendisine karşı inancını bozması Allah’ın gücüne gitti. Azrail’e Atiye'nin başından geri çekilmesini emretti. Atiye'ye 'sancılarıyla ve yaralarıyla yaşama cezası' verdi."

Atiye Tanrı'ya karşı geldiği için eli sopalı zebanilerle karşılaşır: “Atiye ilkin hiç o yerli olmadı. Sonra, ‘ne sopasıymış anam bu!’ diye yandan aldı. Olmayınca dikine verdi, ‘benim gibi içi yaralı bir kadını dövmek, zebanilere iyi gelmezmiş’, dedi.”

Atiye öteki dünyadan da korkmaktadır. Hastalığının sonlarına doğru bir gün Dirmit’i yanına çağırır ‘’Kız Dirmit’’ der, ‘’sen okuyorsun, bilirsin’’ der… ‘’Beni ahirette melekler sorguya çektiklerinde ne diyeyim?’’ Dirmit omuzunu silkeler ve sakince cevap verir: ‘’Allah yazgımı yazdı ben de okudum dersin anne’’ der…

Roman, o küçük kız çocuğu büyümeden Atiye’nin ölümüyle sona erer…

Ve hüzün çökmüş içinizden için için, hazin hazin geçirirsiniz: ‘’Ah Dirmit ah! ‘’

Osman AYDOĞAN




Lukretius

09 Mart 2019

Geçen hafta bir yazımda sizlere MÖ 95 - MÖ 55 yılları arasında yaşamış, Romalı şair ve filozof Lukretius’un (Titus Lucretius Carus) bir sözünü aktarmıştım: ‘’Doğanlar, hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar. Böylece ölüm, yeniden doğar.’’ Bazı arkadaşlarım çok beğenmiş olacaklar ki benden alıp bu sözü kendi sayfalarında paylaştılar. (!)

Lukretius’un tek sözü bu söz değildi elbet. Lukretius’un başka sözleri de var… Ancak Lukretius’un önemli bir sözünü bana bir politikacı hatırlattı.

Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı ve AKP Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Kasım, "AKP'ye oy verirseniz Allah sizden mahşer gününde hesap sormayacak" şeklindeki sözleriyle dini siyasete alet ettiği eleştirilerine 08 Mart 2019 günü cevap vererek şöyle konuşur: "Neden kullanmayayım ki arkadaşlar? Sen de kullan. Din benim tekelimde değil ki..."

Siyasetçinin bu sözü bana teee iki bin yıl önceden Lukretius'un işte şu sözünü anımsattı:

‘’Bütün dinler; cahile aynı ölçüde ulvi, siyasetçiye aynı ölçüde kullanışlı, düşünüre aynı ölçüde gülünç gelir.’’  

Burada kalmaz devam eder Lukretius: ‘’Fazla din insanları kötülüklere ikna edebilir.’’  Lukretius bu sözü ile de teee iki bin yıl önceden insanları dini fanatizme karşı uyarır.

Mademki söz Lukretius’tan açıldı… Devam edeyim o zaman…

Lukretius’un altı kitaptan oluşan ‘’De Rerum Natura’’ (Doğa Üzerine) isminde bir eseri var. Lukretius bu eserinde, Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden birisi olan Epikür’in (Epikuros) öğretisini açıklamaya çalışarak “yapıtaşlarından oluşan biçimlerin sürekli başkalaştığı, değiştiği” fikrini savunur. Roma’nın Stoacılıkla tanışmasına yardımcı olur. Eksik kalan yazılarını ölümünden bir süre sonra Cicero tamamlayıp, derleyip düzenler. Michel de Montaigne denemelerinde ve Seneca eserlerinde bu ünlü şairin sözlerine yer verir…

Kilise tarafından Aydınlanma Çağı’na kadar Lukretius’un delirmiş olduğu kabul edilir. Çevirmenlerin azizi olarak kabul edilen İncil’i Latinceye çeviren Aziz Jeremo Lukretius'un şiirinin etkisinde kaldığını fark edince paniğe kapılıp tövbe eder.  

Lukretius’un bu kitabı 1417 yılında Almanya’da bir manastırda bulunur. Yeni tarihçilerden, Rönesans ve Shakespeare uzmanı, Harvard profesörü ve edebiyatçı Stephen Greenblatts, Lukretius’u anlattığı ‘’Sapma’’ isimli kitabında (Can Yayınları, 2013) eserin ortaya çıkışını Rönesans’ın ve modern dünyanın başlangıcı kabul eder.

Lukretius’un bu kitabı Tomris Uyar'ın Turgut Uyar'la birlikte çevirisiyle ‘’De Rerum Natura, Evrenin Yapısı’’ ismiyle Türkçe yayınlanır. Bu kitap ilk olarak ‘’Hürriyet Yayınları’’ (1974), daha sonra ‘’İyi Şeyler Yayıncılık’’ (2000) ve son olarak da ‘’Norgunk Yayıncılık’’ (2018) tarafından yayınlanır. Lukretius’un bu kitabı ayrıca Türkçeye İsmet Zeki Eyüboğlu’nun çevirisiyle ‘’Varlığın Yapısı, De Rerum Natura’’ (Bilimya, 2017) olarak da yayınlanır.

Tomris Uyar'ın Turgut Uyar'la birlikte çevirisi ‘’De Rerum Natura Evrenin Yapısı’’ kitabı Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanır. Bunun üzerine Tomris Uyar Uyar kendi güncesi olan ‘’Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2003) isimli iki ciltlik kitabında 28 Eylül 1975 tarihinde şunları yazar: 

"… Ankara'da dostlardan anladığım kadarıyla, hepsi ödülü Lükrettin'in alışına en az bizim alışımız kadar sevinmiş. Çünkü seveni çok adamcağızın. Hayat dolu, zeki, anlayışlı bir arkadaş Lukretius, yaman bir şair üstelik; çeviri süresi içinde bildik bir dünyanın ötelerini sezdirdi bana. Onu çağdaşım diye düşünüyorum; bizim evde uzun süre kaldığı, gündelik yaşamımıza katıldığı için de Lükrettin adını taktım kendisine; kızacağını hiç sanmam. Bu hızlı günler boyunca, yanımdan hiç ayrılmadı. Boyuna onun şerefine bardaklar kalktı. Ben de sevincimi gölgeleyen şeyleri unutup keyiflenmeye çalıştım.’’

Lukretius kitabında Evren’in sınırsız ve küre biçiminde olduğunu savunur. Lucretius’un Evreninde, her biri canlılar gibi doğan, büyüyen ve ölen Dünya’lar vardır. Lukretius kitabında "Beden ve ruh, birlikte doğar ve birlikte ölürler, yani beden öldüğünde, ruh da ölecektir. O halde, öldükten sonra dirilme inancı yanlıştır" der. Ve devam eder Lukretius: "Canlılar, zamanla, değişim ve evrimleşmeye uğrayarak, basitten karmaşıklığa doğru giderler."

Lukretius ‘’hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı ve hiçbir şeyin ortadan kaldırılamayacağı’’ fikrini savunur. Varlığı madde ve boşluk olmak üzere iki parçaya ayırarak, bunlardan maddenin atomlardan meydana geldiğini öne sürerek şeylerin sonsuz sayıda küçük parçacıklardan oluştuğunu iddia eder. Lukretius, daha sonra cismi de, bileşik ve basit diye, ikiye ayırır. Bunlardan bileşik cisimler nesnelere, şeylere karşılık gelirler; buna karşın, basit cisimler atomlardır. Maddenin temel yapı taşı olan atomların sınırlı türlere sahip olduğunu, fakat sınırsız sayıda olduklarını iddia eder. İnsan da, bir beden ve ruhtan oluşmuştur ama aynı maddeden ya da atomlardan meydana gelmiştir. Fakat ruhu oluşturan atomların bedendeki atomlardan daha ince bir yapıya sahip olduğunu ifade eder.  

Aşağıdaki bölüm olduğu gibi Lukretius’un kitabından alınmıştır:

“Her şey görünmez parçacıklardan oluşur. Maddenin temel parçacıkları –‘şeylerin tohumları’– ebedidir. Temel parçacıklar sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Evrenin bir yaratıcısı veya tasarlayıcısı yoktur. Her şey, bir sapmanın sonucunda meydana gelir. Özgür iradenin kaynağı sapmadır. Doğa durmadan deney yapar. Ruh ölümlüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Tüm örgütlü dinler hurafelerle dolu yanılgılardır. Dinler şaşmaz biçimde zalimdir. Melekler, şeytanlar, hayaletler yoktur. İnsan hayatının en yüksek amacı, hazzı artırmak ve acıyı azaltmaktır. Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgılardır.”

Bu düşünceleri geliştiren Lucretius, daha yazması gereken çok şey varken, kendi eliyle canına kıyar… 

Lucretius’un girişte verdiğim sözleri dışında başka sözleri de var kitabında geçen:

* ‘’İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini ve hayat meşalesini birbirine devreder koşucular gibi.’’

* ‘’Aklı ve gerçekleri kullanan bir insan mükemmele erişecektir. Doğa, insanın akıl gücüne bir sınırlama getirmemiştir.’’

* ‘’Ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz.’’

* ‘’Çocukların kör karanlıktan korktuğu gibi biz de aydınlıktan korkarız. Çocukların karanlıktan dehşetle beklediklerinden daha korkunç olmayan biçimde korktukları gibi.’’

* ‘’Bazı şeyler değiştiğinde ve uygun sınırlarını aştığında, bu o değişimin ölümü olur.’’

* ‘’Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?’’

* ‘’Ben Tanrı'ya inanırım, çünkü eğer yoksa ona inanmakla hiçbir şey kaybetmem, ama eğer varsa inanmamakla çok şey kaybederim.’’

* ‘’Her şey değişir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Doğa herşeyi değiştirir ve herşeyin şeklini değiştirmeye zorlar.’’

* ‘’Mademki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin.’’

* ‘’Neden ölümden korkayım ki? Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok.’’

* "Doğanın çekirdeği kişilerin yüreğinde değil midir?" 

* "Zeka bocalar, dil sürçer, zihin tökezler." 

* ‘’Gittiğimiz yerlere zincirlerimizi de götürürüz kendimizle birlikte. Hiçbir zaman tam bir özgürlük değil kavuştuğumuz. Durup bakarız bırakıp gittiklerimize; hep onlarla dolu kalır düşlerimiz.’’

* ‘’Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?"

* ‘’Birer hasta adamız hepimiz, hastalığımızın kaynağından habersiz, bazılarımız öfkesini bilmiyor, bazılarımız suçunu, bazılarımız hatasını, bazılarımız nefretini, acınacak haldeyiz, hastalığımızın kaynağını bilmiyoruz.’’

Lukretius'un söylediği gibi, kaynağını bilmeden hepimiz hasta değil miyiz?

Toprağı bol olsun…

Osman AYDOĞAN




08 Mart Dünya kadınlar günü

08 Mart 2019

Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (İstanbul, 1930) isimli bir eseri var. Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde Türklerde kadının toplumsal yeri konusunda şunları yazar:

“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve Hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”

“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”

“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.” 

“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”

Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde ve Arap tesirinin az olduğu Selçuklu İmparatorluğunda kadın-erkek eşitliği vardı. Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvandı. Selçuklu’da belediye başkanları kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi... Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi buradan gelir. Gevher Nesibe Hatun Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetmişti, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımı vardır. Gevher Nesibe Hatun döneminde Kayseri'de yaptırdığı han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) ve birçok eser vardır. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin ismi de buradan gelir.

Ayrıca İslamiyet’in Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çoktur. Bunlardan bazıları; Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür, İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun’dur.

Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Arap kültürü etkisine giren Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanır. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlar, Osmanlı çöküşün nedenini anlar işte o zaman Osmanlı kız çocuklarının eğitimine ve kadınlara önem vermeye başlar. Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlar ve 1858’de kız rüşdiyeleri açılır.  1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılır. (Burada ilginç olan bütün bu kız mekteplerinin Sultan II. Abdülhamit tarafından açılmış olmalarıdır.) 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak kızlar için en yüksek eğitim kurumu olur. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izler.1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle eğitim tek sistem altında toplanır ve kadınlarla erkeklere eğitimde eşit imkânlar sunulur. 1925 yılında Kıyafet Kanunu ve 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanun’u ile kadınların yasal statüsü değişir, hem aile içinde hem de bir birey olarak eşit haklar tanınır... Kadınlara 1930’da yerel, 1934’de genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı verilir.

Kadının eğitimi bir toplumun sosyal yaşantısında neden önemlidir? Yıllar önce üstat Çetin Altan’ın kaleme aldığı ‘’Kadın’’ isimli bir makalesi vardı… Bu konuyu Çetin Altan çok güzel ifade ederdi bu makalesinde… Bu makalede özet olarak şunları söylerdi üstat:

‘’Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Kadın için yazılmış milyonlarca şiir, öykü, roman, tiyatro... Kadın için yapılmış milyonlarca beste, şarkı, türkü, heykel, tablo, film...

Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir ‘eğitim’ sorunu değil, bir ‘anneler’ sorunudur. Çocukların üç -yedi yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...

Pek benimsediğimiz, ‘biz erkek milletiz’ böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki...

Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı ‘adam sende’ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...

Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...

Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen ‘sıra dışı biri olarak görünme’ tutkusuna dönüşür...

Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında ‘bilek bükme’ oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...

Türkiye'de kadınlar, genç kızlar, kız çocukları... Daha minicikken yürekleri dağlanmaya başlamış olan evrensel insanlığın oksijenleri...

Toplumdaki yamukluk, onları da etkiler. Kendilerini savunma güdüsünün, rolleri, pozları, yalanları, planları pıtıraklaşır iç benliklerinde... Çeşitli nedenlerden, özellikle de tüketimi kamçılama reklamlarıyla modalarının kendilerinde yarattığı hipnoz ve hayallere erişme olanağından yoksun kalma sonucu, ekşi bir bencilliğin kahkahasız bunalımlarına sürüklenirler.

Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... ‘Erkek millet’ olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?

‘Erkek millet’ olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Erkekler zart zurtçu, kadınlar ‘bana ne başkalarından be’ci oldu...’’

Böyle yazıyordu üstat yıllar önce…

Geçmişten bu güne değişen nedir? Yine dışlanır kadın çalışma hayatından, sosyal hayattan… Kadınlardaki bu eğitimsizliğin, kadınları çalışma hayatından, sosyal hayattan bu dışlamanın, eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir neslin sonucu ne olur biliyor musunuz?

Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda:

Yine Kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…

''Kadın sokağa çıkmasın'', ''kadın gülmesin'', ''kadın konuşmasın'' vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…

Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum yüzündeki hüzün neşidelerinin çığlıkları arş-ı alaya yükselen insanlar topluluğu haline getirilir…

Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…

Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…

Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek, din kisvesi ve sıfatı altında kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…

Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar… Hem de bu konuda önlem alabilecek en yetkili kişi, kurum, bakan ve kadın oldukları halde...

İsterseniz başa dönün bir daha okuyun üstat Çetin Altan’ın yazısını…

Ve ben devam edeyim üstadın bıraktığı yerden:

Kadının bu kadar nâmevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, deprem bile olmadan güpegündüz binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda… Ve kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz…

Sonra da gözyaşları dökersiniz müstakbel annelerini toplumdan dışlayan, eğitmeyen, kadına hak ettiği hakkını vermeyen her toplum gibi…

Kadın hakları, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına verilen bir isimdir. Ancak kadın hakları sadece kadınlara verilen bir ayrıcalık değildir. Kadın hakları; toplumun istikbalini, geleceğini kurtarmaktır, kadın hakları; çağdaş dünya ile rekabet edebilmektir, bu vahşi dünyada ayakta kalabilmektir, onurlu ve gururlu yaşamaktır. 

Halil Cibran haykırırcasına der dururdu zaten: ‘’Toplum hayatının gelişmesinde eğitimli bir kadın bin erkekten daha etkilidir’’ diye… Ziya Gökalp de Malta'da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda eşinden kızının okutulmasını ısrarla talep eder. 

Kadınını eğitmeyen, kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku, kısaca kadına hakkını vermeyen toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, yozlaşmaya, ilkelleşmeye mahkûmdur…

Evde ‘’kadına yardımcı olmak’’ değildir kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek… Evde erkeklerin kendi bulaşıklarını kaldırması, kendi ütülerini yapmaları, kendi çamaşırlarını yıkamaları, kendi pisliklerini temizlemeleri erkeklerin çok öğündükleri evde ‘’kadına yardımcı olmak’’ eylemi değildir… Zaten o yaptıkları da kendi işleridir...

Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek; kadına doğum günü, evlilik yıldönümü, anneler günü, vb. özel günlerini hatırlamak, onlara çiçekler, hediyeler almak da değildir. Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek; kadınlara özel olduklarını hissettirmek, onlara iltifat etmek de değildir. Kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamak demektir... Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek kadını ''Hatun'' olarak eski Türklerde olduğu gibi ''Hakan'' seviyesinde sosyal ve siyasi hayatta eşit kılmak demektir.   

Mustafa Kemal Atatürk işte tam da bu nedenle Cumhuriyetin İlanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle der: "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz İlgisizlikten İleri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı İşlemezse, o sosyal toplum felçlidir." 

Yaşayarak görüyoruz işte…

Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınına şöyle hitap ederdi: ''Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.''

Malum bugün özel bir gün... Özelliği olan bir gün... ‘’Dünya Kadınlar Günü’’ ya da ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. Bu gün; insan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır.

Bu günün hikâyesi ise kısaca şu şekildedir:

8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 120 kadın işçi can verir. Olayı ABD basını görmezden gelir ancak işçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katılır.

26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirir ve öneri oybirliğiyle kabul edilir...

Türkiye'de ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanır.

Yukarıda bahsettiğim anlamda kadınlara hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermeyenler, onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamayanlar, en azından bu yönde çaba harcamayanlar bu günü ağzına alıp da hiç olmazsa kadınları rencide etmesinler! 

Bu günün kutlaması olmaz aslında... Bu günün manasına, anlamına hitap edecek şekilde şavaşı olur, kavgası olur, mücadelesi olur. Yani, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına sahip olmaları içim  şavaşı olur, kavgası olur, mücadelesi olur. 

İçişleri Bakanlığı verilerine göre; 2014-2017 yılları arasında cinsel şiddet mağduru olduğu gerekçesiyle güvenlik birimlerine getirilen kız çocuğu sayısında yüzde 67 artış yaşanmış,  2014’te cinsel şiddet nedeniyle mağdur sıfatıyla güvenlik birimlerine getirilen kız çocuğu sayısı 2017 yılında yüzde 96 artmış, kadın cinayetleri son yedi yılda yüzde 1400, kadına şiddet davaları yüzde 366, cinsel taciz yüzde 449, kadın cinayetleri yüzde 566 artmış.

Dünya Ekonomik Forumu Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksine göre Türkiye cinsiyet eşitliği açısından 149 ülke içerisinde 130’uncu, iş hayatına katılım ve fırsat eşitliğinde131’inci, eğitimde106’ncı, siyasete katılımda ise 113’üncü sıralara gerilemiş.

Türk toplumunda kadın Ortaçağ'da bile bu kadar geri plana itilmemiş, aşağılanmamış, şiddet görmemiş, tecavüz ve taciz mağduru olmamıştı.

Hal böyleyken siz neyin gününü kutluyorsunuz? Zaman kutlama değil, arlanma, utanma ve ağlama zamanıdır.

Hayatı güzelleştiren ve değer katan kadınlara yönelik şiddetin, sosyal ayrımcılığın olmadığı, kadınlara hak ettikleri değerin, saygının, hakkın ve hukukun  gösterildiği, kadınların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunduğu güzel ve mutlu bir dünyaya kavuşmak dileğiyle....

Osman AYDOĞAN

 




Regâip Kandili

07 Mart 2019

Bu gece Regâip gecesidir... Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Hicri takvime göre üç ayların başlangıcı olan Recep ayındaki ilk perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır.

Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan mübarek geceler bulunmaktadır. Regâip Kandili ve Miraç Kandili; Recep ayında, Berat Kandili; Şaban ayında, Kadir Gecesi ise Ramazan ayında bulunmaktadır. Mevlit Kandili de Rebiyülevvel ayında bulunur.

Ülkemizde bu beş gecenin kutlanmasına büyük önem verilir. Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip) gibi.

‘’Regâib’’, Arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi (dişil), "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur. Regaip Gecesi (Leyle-i Regaip) ise çok lütuf ve ihsanla dolu, kıymetli ve değeri büyük, iyi değerlendirilmesi gereken bir geceyi ifade eder.

Her cuma gecesi (Perşembeyi Cumaya bağlayan gece) kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler (ihsanlar, ikramlar) yapar. Müminler bu geceyi dua ederek, af dileyerek, namaz kılarak, Kuran okuyarak geçirir. Hz. Allah bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dualar kabul olunur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. 

Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır. 

Bu gece, değerini, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) bir cihette, görünen âleme teşrifi demek olan anne rahmine düşmesinden aldığı iddia edilmekte ise de bu konuda İslam bilginleri arasında bir görüş birliği yoktur.

Regâip Gecesi gibi mübarek günler Müslümanların birlik ve beraberliklerinin güçlendirilmesi için fırsat yarattığı düşünülür. İslamiyet’te birlik ve beraberliğin ise yapılan tüm ibadetlerden daha önemli, daha hayırlı olduğu bilinir.

Kandil vesilesiyle ölmüşler hatırlanır, mezarları ziyaret edilir, büyüklerin eli öpülür, eli öpülemeyen büyükler aranır, hal hatır sorulur, gönlü alınır, güçsüzler, yardıma muhtaç olanlar, yalnızlar sevindirilir, dargınlar barışır, kem sözlerden sakınılır. Kandil vesilesiyle yapılan tüm iyi şeyler diğer günlerde de yapılmak üzere alışkanlık haline getirilir.

Sevgili arkadaşlarımın, değerli dostlarımın ve saygıdeğer büyüklerimin Regâip Gecesi’ni kutlar, Yüce Rabb'imden tüm kullarına, vücut sağlığı, zihin sağlığı, mutluluk, esenlik, iyilik, güzellik, bolluk, bereket, huzur ve güç vermesini dilerim. 

Osman AYDOĞAN




Arsız Ölüm (2)

04 Mart 2019

MÖ 95 - MÖ 55 yılları arasında yaşamış  Lukretius (Titus Lucretius Carus) isminde bir  Romalı şair ve filozof vardı. Ve Lukretius’un da bir sözü vardı:  ‘’Doğanlar, hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar. Böylece ölüm, yeniden doğar.’’

Ben Lukretius’un bu sözünü çok severim. Bu söz bana biraz Hegel’i çağrıştırır. Hegel’e göre de, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açardı, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekirdi. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem bir ortadan kaldırma, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş…

Ben de sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve sonsuz hayatı da böyle bir süreç içerisinde değerlendiririm. Hayat da; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve veren, bir diğeri ise kuruyan, yok olan ve her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısı gibiydi… Tıpkı bir kâinat gibiydi hayat; kâinatta da yeni doğan evrenler, gelişen, büyüyen evrenler, artık yaşlanıp da kendi üzerine çöken, yok olan evrenler olduğu gibi...

Geçen senelerde bir arkadaşımın babasının cenaze töreni için bir büyüğümle beraber yoldaydık… Yolda o büyüğümün torununun doğum haberi geldi… Tıpkı Lukretius’un söylediği gibi, tıpkı Hegel’in söylediği gibi… Tıpkı böğürtlen çalısı gibi… İşte hayat böyle bir şeydi...

Uzattığımın farkındayım... Çünkü konuya girmekte zorlanıyorum… Bu ortamda tam bir yıl önce, 08 Şubat 2018 tarihinde kaybettiğimiz kayınpederimin vefat haberini ‘’Arsız Ölüm’’ başlığı altında  vermiştim. Şimdiki yazımın başlığı ise ne yazık ki aynı: ‘’Arsız Ölüm 2’’

Bir süredir kayınvalidem yanımızdaydı… Rahatsızlıkları vardı… Bir süre bir kaç kez hastaneye gittikten sonra, son olarak 24 Şubat Pazar günü hastaneye yatırdık… Gün be gün iyileşiyordu… 28 Şubat Perşembe günü sabaha karşı durumu ağırlaşıyor, hastane kalbinde damar tıkanıklığından şüphelenerek kendilerinin daha donanımlı bir başka hastanelerine ambulansla sevk ediyorlar… Eşim ve kayınbiraderlerle oraya koşturuyoruz… Doktorlar acil anjiyo diyorlar… Zor bir karar… Bir büyüğüm riskleri için uyarıyor. Doktorlar kalp krizi riski varlığı nedeniyle anjiyo olmasında ısrar ediyorlar. Anjiyoya ailecek onay veriyoruz. Sonuçta iki kalp damarının tıkalı olduğu gözüküyor. Ardından bu iki damara stend takılıyor. Doktor, ‘’operasyon başarılı geçti, yarın hastanızı taburcu ederiz’’ diyor. Kayınvalidem stend takıldıktan sonra gayet iyi gözüküyor.

İki saat sonra hastane ‘’mavi kod’’ alarmı veriyor... Tüm doktorlar kroner yoğun bakıma koşturuyor… Sonuçta hastamızı solunum cihazına bağlayarak genel yoğun bakıma kaldırıyorlar… 02 Mart Cumartesi sabahı da kayınvalidemi kaybediyoruz…

03 Mart Pazar günü de Kayseri’de Hunat Camii’nde öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteakip kayınvalidemin memleketi olan Pınarbaşı’nın Eğrisöğüt Köyü mezarlığına defnediyoruz... Allah rahmet eylesin...

Bembeyaz kar örtüsü altındaki köy mezarlığında defin esnasında eşim hıçkırıklarla ağlarken, hocanın duası esnasında göğe bakan elleri Ahmet Muhip Dranas’ın ‘’Ağıt’’ isimli şiirinin bir kıtasını söyler gibiydi:

‘’Benim varımdı o, benim tadım, benim ereğim; 
Direğimdi, kırıldı da çöktüm, bir oldum yerle. 
Çığrış canım, kuşlarla, böceklerle, bitkilerle; 
Gel sevdiğim, gel güzelim, gel gülüm, gel direğim!’’

Kadın olsun, erkek olsun fark etmez, annenin kaybı herkese çok zordur… Ancak kız çocuklarına annenin kaybı daha bir zordur. Atlatılacak gibi değildir annenin kaybı onlara...

Eşimin, o günden beridir ''artık telefonum 'annem' diye çalmayacak, yok artık annem benim'' diye sessiz sessiz içe akan feryâdı, figânı esnasında usul usul, sessiz sessiz akan gözyaşları ise Cahit Külebi’nin, Ceyhun Atıf Kansu’nun ölümünden bir hafta sonra şaire yazdığı ağıtını dile getirir gibiydi:  

''Ceyhun kardeş sen bu elden gideli
Dağlarım yıkıldı, çöllerim bomboş.
Söğütlü dereler, iğdeli beller,
Kuraktan çatlamış göllerim bomboş.

Turhal yöresinden, Yıldızeli’nden
Çocuktan, büyükten, kızdan, gelinden,
Kurtarmıştın sayrılığın elinden,
Şimdi sayrı kaldım, ellerim bomboş.

Her sevdiğin şeye sen gülüm derdin,
İnsanları bebe gibi severdin,
En sonunda kendi yüreğin verdin,
Kırıldı dallarım, güllerim bomboş.

Külebi der ölüm gelir yavaştan,
Ben de bıktım bu anlamsız savaştan,
Dağdaki geyikten, gökteki kuştan
Beter oldum, telim teleğim bomboş.''

İşte hayat da; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve veren, bir diğeri ise kuruyan, yok olan ve her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısı gibiydi… Tıpkı bir kâinat gibiydi hayat; kâinatta da yeni doğan evrenler, gelişen, büyüyen evrenler, artık yaşlanıp da kendi üzerine çöken, yok olan evrenler olduğu gibi...

02 Mart Cumartesi günü büyük kızımın, çok önceden planlı, ancak bu nedenle ertelediğimiz iki aile arasında yapılacak olan nişan töreni vardı… Tıpkı Lukretius’un söylediği gibi, tıpkı Hegel’in söylediği gibi… Tıpkı böğürtlen çalısı gibi…

İşte hayat böyle bir şeydi...

Osman AYDOĞAN




İki Kardeş Hikâyesi

01 Mart 2019

Son yazılarımda Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi'yi tanıtarak (1193-1292) onun en çok tanınan ''Bûstan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eserinden hikâyeler aktarmıştım.  Sâdî’nin eserlerinde; toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları yer alıp çoğunlukla devlet adamlarına ve yöneticilerine yönelik öğretici ve öğüt verici mesajlar bulunurdu...

Şimdi size bu büyük zatın bu kitabında geçen bir başka hikâyeyi daha anlatmak istiyorum. İsmi: ''İki Kardeş hikâyesi'' Beğeneceğinizi umuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile (!)...

***

Doğu taraflarında babaları bir, iki kardeş duydum. Kılıç kullanmada, at sürmede, ordu idaresinde pek mahirlermiş. Babayiğit, cesur, cüsseli, iyi düşünceli, bilgili kimselermiş. Oğullarının marifetlerini gören babaları, ölümünden sonra aralarında savaş çıkmasın diye, ülkesini ikiye ayırıp aralarında pay etmiş. Bir zaman sonra babaları hakkın rahmetine kavuşmuş. Ecel ümit ipini kesmiş, onu yanına almış.

Şehzadelerin ikisi de hallerinden gayet memnun yaşıyorlarmış. İkisinin de epey yüklü hâzinesi, sayısız askeri varmış. Bir başına kalan şehzadeler, kendi görüşlerince yol tutmuşlar.

Biri, isminin hayırla anılması için adalet yolunu tercih ederken; diğeri, daha çok zengin olmak için zulüm yolunu seçmiş.

Âdil şehzade, lütuf ve ihsanı kendine âdet edinmiş, yoksullarla düşkünlere kol kanat germişti. Misafirhâneler, tekkeler, zaviyeler yaptırmış; askerlerine iyi bakmış; yoksullar için aşevleri açtırmıştı. Hakkı, hukuku, adaleti, hürriyeti esas almıştı. O diyarda kul hakkı yemek en büyük suçtu. Adalat ve hürriyet şehzadenin şiarı idi. Şehirleri yerli yabancı ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Misafirhaneleri, hanları, hamamları, kervansarayları tepeleme, tıka basa yerli ve yabancı ziyaretçilerle doluydu. Ecnebi müteşebbisler ve tüccarlar ülke ile iş yapmak için sıraya girmişlerdi. Hem devletin hâzinesi dolmuş olmuş hem de ahalisinin kesesi dolup taşmıştı.

Tabi ki böylesi bir memlekette yaşamak çok kolay, zira huzur, sükûn ve refah isteyen herkes oraya koşar. O, iyi adla anılmak isteyen şehzade, güzel huylu, doğru işli idi. Her konuda halkının gönlünü alıyor, gece-gündüz Rabbine şükrediyordu. Karun gelse, o ülkede korkusuzca yürür gezerdi. Padişah, âdil; halk, tok olduktan sonra insan neden suç işlesindi! Kısası, şehzade zamanında kimsenin gönlüne değil diken, bir gül yaprağı bile dokunmamıştı. Gücünü saltanattan değil, halkından alarak nice padişahların önüne geçmişti. Etrafındaki ulu kimseler bile onun fermanına gönül rızasıyla boyun eğmişti. Halkı refah içinde, huzurlu, mutlu ve mesut idi...

Peki ya ötekisine, hani zulüm ve kötülük yolunu tutan diğer şehzadeye ne oldu?

Bu şehzade hâzinesini tıka basa doldurmak için esnaf ve köylüye ağır vergiler saldı. Kayyumlar vasıtasıyla işadamlarının mallarına göz koydu. Yoksulları daha bir yoksul eyledi. Yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine yoksulları kömür torbaları ve erzak keseleri ile kandırmaya çalıştı. Kendisine bin odalı saraylar yaptırdı. Ülkeyi ''bizler'' ve ''onlar'' diye eşşeğin heybesinden düşmüş Acem karpuzu gibi ikiye böldü. Düşkünleri binbir belaya saldı. Ama asıl kendine düşmanlık etti. Dost kazanacağına habire düşmanlarını artırdı.

Akıllı kimseye malum olur, tutuğu yol hiç de doğru değildi. Hukuku, kadıları, yüksek mahkemeleri, matbuatı ve cerideyi emrine, adaleti ise ayakları altına aldı, kendisine yar olmayan ceridecileri ve muhalefetin mebuslarını mahkum ettirdi. Eşkıya ile küffar diyarlarında müzakereler yaptı, komşu ülkedeki haramilere Teşkilât-ı Mahsusa vasıtasıyla esliha (silahlar) gönderdi, o ülkede karışıklıklar çıktı, bu nedenle de o ülkeden milyonlarca mülteciyi kabul etmek zorunda kaldı, bu mültecilerden binlercesi küffar diyarlarına iltica etmek isterken yollarda telef oldu, kalanlar ise her köşe başında ser sefil dilenci oldu.

Ülke içindeki Haşhaşilerle ittifaka girdi, onlara ne istiyorsa verdi, Haşhaşileri devletin ve askeriyenin en üst mevkiilerine yerleştirdi, adeta devleti Haşhaşilere teslim etti, Haşhaşilerden olmayan askerlerine uyduruk belgelerle açılan kumpas davalarda müddei umumi (savcı) kesildi ve eski bir Erkân-ı Harbiye reisini eşkıya başı diye zindana attırdı. Gerçek eşkiya başına ise ''sayın'', şehitlere de ''kelle'' deyu hitab etti...

Canı sıkıldıkça sadrazamlarını azletti, ülkede liyakat değil sadakat geçer akçe oldu. ''Dindar ve kindar nesil'' yetiştireceğim diye ilime sırtını dönü, cehaletin ve cehaletten kaynaklanan şiddetin ekmeğine yağ sürdü. Eşkiyaları telef edeceğim diye şark vilayetlerindeki bazı il ve ilçeleri 7.4 büyüklüğünde zelzele görmüşcesine tarumar etti. Komşu ülke hududu tüm eşkiya tayfasının yol geçen hanı oldu. Ülkenin dört bir tarafında bu eşkıya tayfalarının bombaları patlar oldu. Onar yimişer, kırkar, ellişer, yüzler miktarda insanlar bu bombalarla katledildi. Başlangıçta sözde ''Sulh'' diye müsamaha gösterip azdırdığı eşkiya ile mücadele ederken de asker, zaptiye, memur çok şehit verdi. Yetmedi askerlerini komşu ülkeye saldı. Oradan da çok şehit geldi. Ülke sanki Taziye Cumhuriyetine döndü. Ülkedeki asayişsizliği, adaletsizliği, hürriyetsizliği ve zulmü duyan diğer ülkeler alışverişlerini kestiler, iş yapmaz, mal almaz, ziyaretçi göndermez oldular. Köylü, ekmez; esnaf, iş yapmaz oldu. Halk aç ve sefil, kahroldu.

Birde bütün bunların üstüne besleyip büyüttüğü kargalar -pardon- Haşhaşiler ayaklanmaya kalkıştılar. Bu kalkışma bastırıldıktan sonra Haşhaşilerin ağababaları izzet ve ikbal sahibi olarak mevkii ve makamlarında kalırken Haşhaşilerin bütün maraba takımını zindana tıktı. Haşhaşilerin kalkışmasını bahane ederek ülkede örfi idare ilan edip istibdat idaresine geçti. İstibdat idaresini de bahane ederek ülke içinde ne kadar muhalif varsa zindanlara tıktı, ne kadar beğenmediği kamu vazifelisi varsa görevinden azletti. Yine istibdat idaresi altında yaptırdığı şaibeli bir oylamayla kendine uygun kanuni esasiyi halkına kabul ettirdi. 

Başlangıçta kendisinin müddei umumi olduğu haşhaşilerin kumpas davalarında ve sonrasında da Haşhaşilerin ayaklanma girişimi ardından ordusunu tarümar etti, yerle yeksan eyledi. 

Ülke içinde Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gitti. Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs eyledi. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye memleketlerine yapılan Haçlı Seferlerinde Papa II. Urbanus’un, Papaz Pierre L'Ermit’in, Godfrey de Bouillon'un, III. Konrad’ın, VII. Louis’in, Friedrich Barbarossa’nın, II. Filip’in, Richard’ın, II. Henry’nin, Papa III. Innocentius’un, II. Friedrich’in, IX. Louis’in, Sen Louis’in ve I. Edwardi’nin müttefiki ve onların eşbaşkanı oldu.

Eskiler; harici siyaset dost kazanma sanatıdır derlerdi. Ancak bu kuralı unutarak bütün düveli muazzamayı, düveli tıfılı ve düveli ahbarı kendine düşman eyledi, etrafında dost bırakmadı. Bu duruma ''Değerli yalnızlık'' diye teselli aradı. Dâhili siyaset ülkede sulhu, huzuru ve sükûnu sağlamak içindi. Ancak güttüğü siyaseti ile memleket dâhilinde huzur ve sükûn da bırakmadı. 

Kendisine karışmasın diye icraatları ile dostlarını uzak tuttu, düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldı. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Sonunda herkesi düşman safında birleştirmeye muvaffak oldu. Vaziyetin vehametini görünce de durumu düzeltmek için bir rakkas gibi döndü durduysa da kâr etmedi. 

Her müstebidin başına geldiği gibi ikbal ve saadet bitince ''bekâ'' ticaretine, akçeler suyunu çekince de sebze ticaretine başladı. Halkını belediyenin manav dükkanları önüne kuyruklara dizdi... Marul müjdesi verdi. Halkının feryâdı, figânı arşı âlâya çıktı da taaaa göğe kadar uzandı. Ve halkı ''zulmün artsın da......'' diye dualara başladı...

İki kardeşin hikâyesi işte böyle! 

''Bûstan ve Gülistan'', Şeyh Sadî Şirâzî, Beyan Yayıncılık, 2009

Birinci âdil kardeş güzel ülkemizdeki durumu ve ülkemiz yöneticilerini anlatır... İkinci  âdil olmayan kardeş ise çok uzaklarda bilinmeyen, gerçek olmayan, sanal bir ülkeyi ve sanal bir yöneticiyi anlatır...

Osman AYDOĞAN





Şeyh Sâdi Şirazî'den!

27 Şubat 2019

İki gün önce Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi’yi (1193-1292) tanıtarak onun ''Bûstan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eserinden Fars Hükümdârı Dâra ile bir at çobanının hikâyesini anlatmıştım… Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava olup toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil ederdi...

Bu hikâye beğenilince Şirazi’nin bu kitabında geçen seçtiğim hikâyelerden birkaçına daha yer vermek istedim. Beğeneceğinizi umuyorum. 

Her bir hikâye üzerinde düşünmeniz dileği ile...

Suskun Âbit

Mısır’da biri vardı. İyi huyluydu ama eski püskü giyinirdi. Epey zamandır hiç konuşmadığı için ülkede suskunluğuyla meşhur olmuştu. Birçok akıllı in­san, uzak-yakın demeyip yanına gelir, pervane misali etrafında dönerek ondan nur umardı.

Bu mübarek zat, bir gece; “Kişi, dilinin altında gizlidir.” diye dü­şünüp o günden sonra konuşmaya başladı. Çok geçmeden dost-düşman her­kes, Mısır’da ondan daha zırcahil biri olmadığını anladı. Neyse kısa zamanda adamın huzuru kalmadı, hali perişan oldu. Mısır’dan uzaklaşıp başka mem­lekete gitmekte buldu çareyi.

Ayrılırken oturduğu mescidin kemerine şunları yazmıştı; “Ah keşke; aynada kendimi görseydim de, yüzümü örten şu perdeyi cahillikle yırtmasaydım. Kendimi güzel yüzlü sandım ve perdeyi açtım. Aman Allah’ım, bir dene göreyim! Meğer ben gerçekte çok çirkin biriymişim.”

Az konuşanın sesi, şöhret olur. Konuşursa değeri, şöhreti kalmaz. O za­man kaçmalı bu yerden. Ey akıllı insan; sükûtun, vakarındır! Ve sen ey cahil; sükût, cehaletini örten perdedir! Şimdi de sana söylüyorum ey insan; eğer bilgiliysen, saygınlığını yitirme; yok eğer cahilsen, perdeni çekip yırtma! Gön­lündeki sırrı hemen gösterme. Bunu ne zaman istersen, gösterebilirsin. Sır­rın ortaya çıktıktan sonra gizleyeceğim diye boşuna uğraşma. Ucu, bıçakla kesilmedikçe yazmayan o kalem, sultanın sırlarını ne de güzel sakladı. Hayvan, susar, insan, konuşur. Ama gel gör ki; saçma sapan konuşanlar, hayvanlardan daha aşağılıktır. Kişi, ya insan gibi akıllı uslu konuşmalı ya da hayvan gibi susmalı. Âdemoğlu, aklı ve nutkuyla meşhurdur. O halde sen de, dudu gibi ko­nuş ve fakat onun kadar bilgisiz olma!

Dayak

Biri, kavga sırasında kötü sözler edince oradakiler hemen üzerine atlaya­rak yakasını yırtıp ensesine okkalı tokat indirdikten sonra çekip gittiler. Ada­mın üstü başı paramparçaydı. Oturup ağlamaya başladı. Sesleri duyan güngörmüş bir zat, yanına gidip ona şu öğüdü verdi; “Hey kendini beğenmiş uka­la! Ağzın gonca gibi kapalı olsaydı, gömleğin böyle gül gibi kızarmazdı.”

Evet, ahmaklar, işte böyle saçma sapan konuşurlar. Dışı gürültülü ama içi boş tambura benzer öylesi insanlar. Baksana be adam; ateş de tümüyle dil­dir fakat azıcık su ile bir anda harareti diniverir. İnsan hünerliyse sussun; za­ten hüneri, onu konuşur. Güzel kokun varsa, konuşma. Güzel koku kendini belli eder zira. Bırak elindeki madenin ne olduğuna, mihenk karar versin. Bu yüzden dedikoducular; “Sadî; iyidir, hoştur ama sıcakkanlı olmadığından in­san içine çıkmaz.” diye söylenir durur. Evet öyleyim. İsterlerse derimi yırtsın­lar, ahmakların kafamı patlatmasına razı değilim.

Ayıptan Dil Çekmek

Ey akıl sahibi, yiğit gönüllü kişi; ister iyi olsun, ister kötü, kimsenin ar­dından fena sözler söyleme! Yoksa kötülüğü kendine düşman edersin, iyiyi de kötü yaparsın. Kim, sana; “Filan kişi, kötüdür.” derse, bil ki kendi ayıbını söy­lemektedir. Filan kişi hakkında yapılan zan, ispata muhtaçtır. Ama söyleyenin kötülüğü açığa çıkmıştır. Başkalarının kötülüğünden bahsettiğin takdirde, sö­zün doğru olsun diyelim ama bu kez de sen kötü sayılırsın.

Mergaz’lı Divâne

Mergaz’lı bir divâne, öyle bir söz söyledi ki hayretten dudağını ısırırsın; “İnsanların ardından gıybete başlasaydım, işe ilkin annemle başlardım. Zira akıl ve irfan sahibi insanlar, sevabın anaya bağışlanmasının daha hayırlı oldu­ğunu bilirler.”

Ey güzel huylu dostum! Kaybolan arkadaşın şu iki emaneti, arkadaşları­na haramdır: Biri, bıraktığı malı haksızca yemek; diğeri, ardından gıybet et­mek. Yanındayken başkalarını çekiştiren alçak herifin, başkalarının yanındayken seni iyi anacağım sanıyorsan aldanıyorsun. Dünyayla değil de sırf kendi­siyle meşgul olan kimse, bence âlemin en akıllı kişisidir.

Gıybeti Caiz Olanlar

İşittim ki, üç kişinin ardından gıybet etmek caizdir. Dördüncüsü yoktur. İlki; halkın kalbini inciten, halka zararı dokunan ve halkın ayıpladığı yolu tu­tan padişahtır. Bu tür padişahların şerrinden kurtulmak ve zulmünü başkalarına haber vermek amacıyla ahali arkasından konuşabilir. İkincisi; hayâsız in­sandır. Bunların ayıplarını örtmek doğru olmaz. Zaten kendi perdelerini yine kendileri yırtmışlardır. Bu tür arsızlan koruma; varsın, havuza düşsün. Diye­lim ki kurtardın onu havuzdan. Bu kez de çok geçmez ötedeki kuyuya bıra­kır kendini. Bu kadar laf anlamaz, ahmak insanlardır. Üçüncüsü; bozuk terazi kullanan sahtekârdır. Bu yalancıların hile ve kötülükleri hakkında ne biliyor­san söyle ki, başkaları da aldanmasın.

Sultan kusur işlerse

Büyüklerden biri, şehzadenin birine ders verirken onu pervasızca dövü­yor, çekinmeden eziyet ediyordu. Şehzade bu baskı ve disipline dayanamadı, sırtını açıp yaralarını gösterdikten sonra hocasını, babasına şikâyet etti. Sul­tan, bu işe çok kızdı. Derhal hocayı huzuruna getirip “Başkalarının çocuklarına uygun görmediğin eziyet ve dayakları neden çocuğuma reva görüyorsun, söyle bakalım!” dedi.

Hoca şöyle cevap, verdi: “Sultan çocuğu sözü düşünerek söylemeli, yaptığı harekete dikkat etmelidir. Çünkü er geç bir gün sultan olacak. Ve yaptığı her iş, söylediği her söz halkın ağzında dolaşacak. Halkın çocuklarına ise bu kadar özen gösterilmez. Çünkü onlar kendilerinden sorumludurlar. Yoksul yaptığı hatadan dolayı mesul tutulmaz, fakat sultan kusur işlerse, dilden dile dolaşır.’’

Ve devam etti: “İşte bu yüzden Yüce Allah’ın güzelce yetiştirilmelerini bu­yurdukları değerli insanlara, biz daha fazla özen gösteririz.”

Küçükken terbiye edilmeyene büyüklükte bir şey yapılamaz, çubuk yaşken istediğin gibi eğilir, kuru çubuğu doğrultmak için ateş gerekir.

Hocanın bu sözleri sultanın hoşuna gitti. Ona bolca para ve mal verip rüt­besini yükseltti.

Sultanı anmak

Sultanın biri; “Bizi hiç andığın oldu mu?” diye sordu bir zâhide. Zâhit; “Evet sultanım” diye cevap verdi, “Ne vakit Allah’ı unuttuysam sizi andım durdum.”

Osman AYDOĞAN

 




Bekâ sorunu! (2)

26 Şubat 2019

Abbasi Devleti’nin en güçlü halifesi olan Harun Reşid’in  786-809 yıllarında halifelik yaptığı döneme ait çok hikâye vardır. Bunlardan Harun Reşid’in kimi kaynaklara göre fikir aldığı kişi olarak tanımlanan Behlül Dânâ’yı bu sayfada çok önceleri anlatmıştım…

Bugün yine Harun Reşid dönemine ait bir başka hikâyeyi anlatacağım ama hikâyenin anlaşılır olması için önce kısa bir Tarih bilgisi vermem gerekiyor…

Abbasiler zamanında devlete hâkim olan bir aile var: Bermekîler. Önce bu cemaati - pardon, önce bu aileyi anlatmak isityorum. Bu konuda tek güvenilir kaynak Türkiye Diyanet Vakfı yayını ''İslâm Ansiklopedisi''dir. (Cilt 5, sayfa: 517)

‘’Bermek’’ sözcüğü, Belh'deki Budha’cı Nevbahar tapınağının başrahibine verilen unvandır. Bermek, işte bu ailenin kurucusu, saptanabilen en eski üyesidir. Bermek’in Belh'te astronomi, felsefe ve tıp bilimleriyle uğraştığı; Halife Abdülmelik'in sarayında görev aldığı biliniyorsa da Müslümanlığı gerçekten kabul edip etmediği tam olarak bilinmiyor.

İşte ailenin kurucusu bu Bermek’in oğlu Halit bin Bermekî (öl. 782) babasının aracılığıyla Emevi halifesi Abdülmelik'in sarayında görevlendirilir.  Ebu Müslim'in yönetiminde Abbasiler'in halifeliği ele geçirmesine katkıda bulunur. İlk Abbasi halifesi Ebülabbas'ın güvenini kazanarak devlette önemli görevlerde bulunur.

Halit bin Bermekî öldükten sonra oğlu Yahya bin Halid (739-805) önce Musul valiliğine atanır sonra da Halife Mehdi onu Bağdat'a çağırarak oğlu Harun Reşid'in eğitim ve öğrenimiyle görevlendirir. Harun Reşid halife olunca da Yahya bin Halid sınırsız yetkilerle vezirlik makamına atanır (786). Yahya, oğulları Fazıl ve Cafer'in de yardımlarıyla devleti 17 yıl yönetir. (786-803).

Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra  oğuldan oğula geçen vezirlik Bermekî ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’ya geçer. (Bazı kaynaklarda ismi Cafer-i Bermekî olarak da geçer) Cafer bin Yahya’nın Halife Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardır.

Cafer bin Yahya  (767-803), Halife Harun Reşid'in kendisine beslediği büyük güven ve yakın ilgiden yararlanarak, denetimine verilen eyaletleri Bağdat'tan ayrılmaksızın yardımcıları aracılığıyla yönetmeye başlar.

Bu noktada konudan kısa bir süre ayrılarak Cafer bin Yahya hakkında anlatılan bir söyleşiden bahsedeceğim:

Abbasi'ler, Ebu Müslim el Horasanî'nin de (yine daha önce bu sayfada Ebu Müslim el Horasanî'yi de anlatmıştım) yardımıyla Emevilerle savaşarak Abbasi devletini kurmuşlardı. Ancak bu devletin kuruluş aşamasında çok Emevi kanı akmıştı. Bir gün bir mecliste bir sohbet esnâsında, idârenin Emevîler'den Abbâsîler'e geçişi konuşulurken, Abbâsîler iş başına gelirken akıtılan bu kandan ve binlerce insanın katledilmesinden bir muvaffakiyyet gibi bahsedildiğinde, Cafer bin Yahya'nın şöyle konuştuğu rivayet edilir: 

"Bu bir mahâret değildir... Zîrâ o katledilenlerin kanlarından birer intikam ağacı meydana gelir ve istikbalde acı netîceleri ortaya çıkar... Asıl mahâret odur ki, meselâ idâreyi Emevîler'den alıp Abbâsî'lere vereceksin ama Emevîler kendi ellerinde zannedecek...Siyâset budur!..."

Aktarması benden, bu söz üzerinde düşünmeyi siyâset erbabına bırakıp biz gelelim tekrar konumuza...

Bermekîler'in İranlı olmaları ve Abbasi halifeliğinin kuruluşundan bu yana devletin yönetiminde en üst düzeyde yer almaları bazı güçlü Arap emirlerini gücendirmeğe başlar. Harun Reşid de devletin bütün kademelerine yerleştirdiği, ne istedilerse verdiği  ve ülkede kendisinden daha fazla sözü geçen bu cemaati, pardon bu aileyi artık kendisi için de tehlikeli gördüğünden ortadan kaldırmaya karar verir. Çok ince bir tuzak hazırlayarak, kız kardeşi Abbase'yi sözde bir nikâhla Cafer bin Yahya ile evlendirdiyse de gerçek karı-koca olmalarına izin vermez. Cafer bin Yahya ile kız kardeşinin bu yasağı çiğnemeleri sonucu, zaten tuzağını bu temel üzerine kurmuş olan Harun Reşid, hac ziyaretinden dönünce Cafer bin Yahya'yı öldürtür (803). Onun babası Yahya, ağabeyi Fazıl ve öteki iki kardeşini de görevlerinden alarak tutuklattır, mallarına el koyar. Böylece Abbasiler döneminin en ünlü vezir ailesi olan Bermekîler bir buyrukla ortadan kaldırılmış olur. (803).

Anlatacağım hikâye için bu giriş ‘’kısa bir bilgi’’yi aşarak sanki Tarih dersi gibi olduysa da af ola…

Şimdi gelelim hikâyemize…

Halife Harun Reşid, Bermekî olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte külliyenin – pardon, Saray’ın bahçesinde gezerken, canı meyve çekiyor... Elmayı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; orta boylu olduğu için meyveye yetişemiyor!..

Veziri Yahya’ya diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir zayıf olduğu için, Halife’nin omzuna çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor... 

Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”

Zaten az ileride duran ve olan-biteni hayretle seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”

Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki? Kaldı ki, sen bir Bermekîsin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?”

Belgeyi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, ben bir Bermekîyim... Ama mademki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yoktur!”

Halife Harun Reşid de; “madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana...

Aradan yıllar geçiyor…

Halife Harun Reşid, yattığı gaflet uykusundan nihayet uyanmaya, gözleri açılmaya, kulakları duymaya ve civar ülkelerden gelen uyarıların ve halktan yükselen tepkilerin hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlıyor!..

Bermekîler; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği büyük güven ve yakın ilgiyi istismar ederek sadece Saray kademelerini değil eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye başlamışlardır!.. Bermekîler devletin her kademesini bir ur gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile kendi adamlarını yerleştirmişlerdir!..

Yattığı derin gaflet uykusundan uyanan Halife, Bermekîlerin devlet içinde bir devlet kurmak için uğraştıklarını ülkenin her yanını ele geçirdiklerini ve kendisini devre dışı bıraktıklarını fark edince derhal emir veriyor:

“Bermekîleri kılıçtan geçirin!... Yaşlılarını da zindana atın!”

Emir, yerine getiriliyor!... Bermekîler öldürülüyor. 

Peki, bu arada bahçıvana ne oluyor dersiniz?.. Halife’nin emri üzerine, görevliler bahçıvanın da evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır! Ama, bahçıvan; hemen, Bermekî olmadığına dair Halife imzalı belgeyi gösteriyor! “Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” diyor ve kellesini kurtarıyor..

Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için kurmaylarını çağırıyor ve soruyor; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”

Kurmaylar der ki; “listedeki herkes ya kılıçtan geçirildi ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”

Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” diyor... Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid soruyor adama; “O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan diyor ki;

“Fark etmez Sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise hem şımarıklık hem had bilmezlik hem de küstahlıktır!.. Bugün omuzunuza basan yarın tepenize basar... Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve had bilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”

Eveeeet.. Ol hikâye işte bu kadardır.

İbn-i Haldun söylerdi ya o muhteşem eseri Mukadime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.” Sanki İbn-i Haldun bu sözünü Bermekîl'er için söylemiştir!

''Bir ülkede hükümdarın ferâseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.'' Biliyorsunuz bu söz bana ait değil. Dün de anlatmıştım, Şeyh Sâdi Şirazî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği sözdü. 

İşte gerçek bekâ sorunu da budur... 

Osman AYDOĞAN

Feraset: Anlayış, seziş, sezgi, zekâ…




Bekâ sorunu!

25 Şubat 2019

Şeyh Sâdî Şirazi (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye Medreseleri'nde öğrenimini tamamlar.

30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlılar’ın elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.

Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır.

Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe, Lâtince de bilirdi.

Şeyh Sadî Şirazî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda ''Bûstan ve Gûlistan'' kitabından alınan bir hikâye sunuyorum. Beğeneceğinizi umuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile...

***

Fars Hükümdârı Dâra (III. Dârius) bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duy­dum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dâra'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa ge­rek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dâra; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”

Haykırışları duyan Dâra rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”

Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağ­lamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atla­rı, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellik­teki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de be­nim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”

Bu öğütler Dâra’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllen­dirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş.

***

Bir ülkenin başveziri, hem de bu çağda, dostunu düşmanını ayırt edemeyip koynunda yılan besledikten sonra yok aldandım yok aldatıldım diye demeçler veriyorsa o ülkede gerçekten bir bekâ sorunu var demektir. .. Çünkü Şeyh Sâdi Şirazî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği gibi; ''Bir ülkede hükümdârın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.” 

Hatırlatayım istedim...

Osman AYDOĞAN




Vâveylâ

25 Şubat 2019

Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu anlamdaki ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ denir: ‘’Vav-ı atıfa’’. Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. ''Vav-ı kasem'': Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir…

’’Vav-ı kasem’’ için bir örnek ‘’Duhâ’’ sûresidir. Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir.  Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...

Bir ''vav'' fıkrası...

Hatta bu konuda bir de fıkra bile var…

Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş gözetmen) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, ‘’vav-ı atıfa’’ (bağlaç) mı yoksa ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) mı?''

Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''Aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''

Mümeyyizler şaşkın. Çünkü cevap yanlış. Biri dayanamayıp “Yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O '’ved duha’’da vav yoktur' diyordu...''

Arapça ''vav'' harfi...

Ancak Arapça'daki ‘’vav’’ ile bilgi bu kadar değildir. Arapça'da ve Divan edebiyatında ''vav'' harfinin daha derin dînî, felsefi ve sanatsal anlamı vardır.  Bu yazımda ‘’vav’’ harfine ait bu bilgileri anlatmak istiyorum… Tabii ki meraklısına!

'’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir.

Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılıyordu. Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösteriliyordu.

‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Hatta halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir. 

Divan edebiyatında ''vav'' harfi...

Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği de söylenir… Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.

Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’ yokluk demektir. Dudak tasavvufta yokluk demektir.

''Vav'' harfinin dînî anlamı...

‘’Vav’’ harfi, Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir.

Hat sanatında ''vav'' harfi...

‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir. 

Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir. 

Hat sanatında bir ''vav'' hikâyesi...

Hat sanatında ‘’vav’’ harfinin önemini vurgulamak için bu meşhur hikâye hep anlatılır: 

Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; 

- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. 

Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz; 

- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. 

Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı; 

- “Hafız Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; 

- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.

Bursa Ulu Camii'nde ''vav'' harfi...

Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Camii; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır.

İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Camii’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır. 

Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.

Ulu Camii’nin her duvarında ‘’vav’’ harfleri yazılıdır. En güzeli, rivayetleri ile ünlü olan tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…

Bursa Ulu Camii'nde bir ''Hızır'' (a.s.) hikâyesi..

Rivayet olunur ki; Ulu Camii’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orda ekmek dağıtırken Hızır Aleyhisselam'ın orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır’ın (a.s.) Ulu Cami’deki ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmez… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…

Bursa Ulu Camii duvarında yazılı bir hadis... 

Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüt’’ dört tane ‘’vav’’ harfi dikkat çekmektedir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyor. Mesela; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…

Sonuç...

‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır ‘’vav’’… İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar da bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi kullarını ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…

Vâveylâ...

Manayı bilmeyenler, kendisini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. Buna da ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise; vali olup, veli olup, varis olup, vekil olup, vezir olup da ‘’vav’’ olamadıkları için feryâd edenlerin halidir. 

Şimdilerde TV'lerde, ceridelerde, meclislerde, kürsülerde ve mikrofon başlarında bu halleri ve bu haldekileri mebzul miktarda görüyoruz zaten…

Gerçi onlar bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını iddia ederlerse de umulur ki  "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisini anlayarak okurlar ve ''vav'' harfi gibi de mütevazi olurlar inşallah!

Osman AYDOĞAN

Hat sanatında bir ''vav'' örneği:

Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde işlenmiş dört ‘’vav’’ harfinin (müsenna çifte vav) kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi: (Aşağıdaki fotoğraf)



Bir not: Buradaki bilgiler İslam Ansiklopedisinden derlenmiştir. 

 




Fareli Köyün Kavalcısı

24 Şubat 2019

Fareli Köyün Kavalcısı (Almanca: Rattenfänger von Hameln), Ortaçağ'da Almanya’nın Aşağı-Saksonya bölgesinde Hannover'in hemen güneyinde yer alan Hameln kasabasında pek çok çocuğun evden ayrılmasıyla ilgili bir hikâye konusudur.

Almanya’da ‘’Märchenstraße’’ diye bir sözcük var. Orta Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Hanau'dan başlatıp kuzey Almanya’da Bremen’de biten bir yol, bir cadde; adı da; ‘’Masal Caddesi’’dir... 600 km uzunluğundadır. Alman kültürüne ait bildiğimiz bütün masallar bu 600 km’lik yol güzergâhında geçer. En son Bremen’de ‘’Bremen Mızıkacıları’’ masalı ile sona erer… Evimde Almanya’dan getirdiğim en güzel kitaplardan birisidir: ‘’Die Deutsche Märchenstraße: Eine sagenhafte Reise vom Main zum Meer’’ (Alman Masal Caddesi: Main’den Denize Masalımsı Bir Seyahat)

Kuzey Almanya, kışın gece, karanlık zamanı bazen 18 saate kadar çıkar. Ortaçağ dünyası. Elektrik yok, ışık yok.. Bu uzun süren karanlıkta kültür sürekli masallar üretmiştir. İşte bunlardan birisi de ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’dır.

Bizler hikâyeyi şöyle biliriz:

Bir gün Hamelin köyünü fareler basar. Her yerde fareler vardır ve halkın bütün yiyeceğini tüketmektedirler. Halk bu durumda ne yapacağını bilemez ve köy ''Fareli Köy'' olarak anılmaya başlar. Bir gün bu köye bir adam gelir. Kendisine bir torba altın verirlerse köyü farelerden kurtaracağını söyler. Köylüler o kadar çaresizdirler ki hemen aralarında gerekli parayı toplayıp köyün muhtarına verirler.

Adam kavalını çıkarır ve o kadar güzel bir melodi çalar ki bütün fareler onu takip ederler. Adam onları köyün yakınındaki bir nehre götürür. Kavalcı nehirden yürüyerek geçer fakat ardından gelen fareler suda boğulurlar. Köy farelerden kurtulmuş olur.

Adam köye altınlarını almak için döndüğünde muhtar nasılsa köyde fare kalmadığı için adama ödeme yapmak istemez ve altınları ona vermez. Bunun üzerine kavalcı tekrar kavalını çalarak yürümeye başlar.

Bu sefer 130 tane çocuk onun peşinden gelir. Kavalcı onları yakındaki bir ormana götürür. Fakat kavalcı uyurken çocuklardan köyün yerini bilen biri kavalcının kavalını alır ve bütün çocukları tekrar köye götürür. Çocuklarının kaybolmasından çok endişelenen köylüler çocukları geri dönünce çok mutlu olurlar ve gerçeği öğrenince de köy muhtarına çok kızarlar. Sonunda kavalcıya altınlarını verirler.

Masalın farklı bir sürümünde de kavalcı çocukları ormana götürürken en arkadan gelen üç çocuktan bahsedilir. Bu çocuklardan biri sakattır ve diğerleri kadar hızlı yürüyemediği için arkada kalmıştır. Bir diğeri kördür ve nereye gittiklerini göremediği için kavalın sesini takip ederken yavaş ilerlemektedir. Sonuncusu ise sağırdır ve kavalın sesini hiç duyamadığı halde diğerlerini meraktan takip etmiştir. Daha sonra bu üç çocuk ormana gitmeyip köye dönmüş ve bütün köyü çocukların nerede olduğu konusunda uyarmıştır.

Hikâyenin bu sürümü daha sonraki yıllar içerisinde bir masal gibi yayılır. Hikâye bu haliyle Johann Wolfgang von Goethe, Grimm Kardeşler ve Robert Browning'in eserlerinde yer alır.

İşte bu masalı bizler böyle mutlu sonla biter şekliyle biliriz. Bu hikâyeyi masallaştıran gerçek aslından çok başkadır. Bilinen şudur ve tekdir: Almanya’nın Hameln kentine 1284 yılında rengârenk elbiseli, kaval çalan bir adam, bir sebeple arkasında 130 çocuğu da götürerek ortadan kaybolur. Gidiş o gidiş ve bir daha dönmezler. 

İşte masal bu gerçeğin ardından, bundan sonra başlıyor. Bu çocuklar nereye, nasıl gittiler, ne oldular?

Bu ünlü masal, bizim bildiğimiz şekilde mutlu sonla bitse de, gerçek Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.

1284 yılında yaşanmış bu gerçek olayla ilgili en eski yazılı belge, şehir tarihçesinde yer alan 1384 tarihli Latince kayıttır: ‘’Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.’’

Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş, ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

Olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlara göre 1660 yılında parçalanmıştır.

Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılan vitrayda, kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla bu masalı İngiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış, kitap 1888'de Londra'da yayımlanmıştır.

Eserdeki resimlerinse çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine Greenaway'e ait olduğu sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden farelerse vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hikâyeye dâhil oluşu ancak 1559’dadır.

Willy Krogmann'un, ‘’Fareli Köyün Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Bir İnceleme’’ adlı eserinde belirttiğine göre, 14'üncü yüzyılda şehirde yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde, içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitabın 17’nci yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın izini sürmek de mümkün olmamıştır.

Bu konudaki elde mevcut ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ‘’Lüneburg Yazması’’dır. Burada olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır: ‘’1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü 26 Haziran'da Hameln’de doğmuş 130 çocuk alındı rengârenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.’’

Günümüzde ''Lüneburg Yazması'' temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceğini düşünülmektedir. Ortaçağ da o dönem asker toplamaya gelen görevlilerin kaval benzeri bir müzik aleti çaldıkları da göz önüne alınırsa bu doğru da olabilir.

İkinci rivayet ise oldukça korkunçtur: Amerikalı tarihçi William Manchester ‘’Sadece Ateşle Aydınlanan Bir Dünya’’ adlı yapıtında, kavalcının aslında psikopat bir sapık olduğunu öne sürüyor. 20 Haziran 1284'de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve çocuklara akla hayale gelmeyecek şeyler yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış; öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir.. Ancak bunu destekleyen herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır.

Bir başka görüş ise çocukların doğal bir sebeple ölmüş olmalarıdır. Bu durumda kavalcı ise gerçek bir kişi değil ölümün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağ da ölüm sıklıkla renkli, alacalı kıyafetli bir adam olarak betimlendiğinden bu da akla yatkın bir rivayet.

Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen bir rivayet de şöyledir: Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil, en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da yetişkinler oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönüşmüş olmalıdır. 

Johann Wolfgang Goethe, 1813’de masalı Almanca olarak şiirleştirmiş, hemen ardından bu şiir, Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816'da ise Grimm Kardeşler, Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri ‘’Alman Efsaneleri’’nde bu olaya ‘’Hameln’in Çocukları’’ adıyla yer vermişlerdir.

Kavalcı’nın heykeli bugün Hameln şehir meydanındadır. Hameln'de kaldırım taşları arasında da fare figürleri yer alır. Bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa ‘’Bungelose Gasse’’ ismi verilir, yani ‘’Davul Çalmanın Yasak Olduğu Sokak’’. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanır. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilir. Burada da haç şeklinde taştan iki anıt dikilidir. 

Bütün bu iddia ve tezlere ve rivayetlere rağmen tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masalı henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırmaktadır. Tabii günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya da devam etmektedir.

Bu kıssadan bir hisse çıkaracak olursak eğer, o da şudur ki; gördüğünüz gibi sakın ola anlatılan her renkli masala inanmayın, güzel melodi çalan yalancı, sahtekâr bir kavalcının peşine düşüp de mutlu sona kavuşacağınızı zannetmeyin ve arkasından gittiğiniz yalancı ve sahtekâr bir kavalcının sizi götüreceği korkunç akıbeti araştırın!

Bu soğuk Kakakış'ın somsoğuk Gücük ayında sizlere sıcak, sımsıcak, güzel ve mutlu bir Pazar günü diliyorum... Her şey gönlünüzce olsun...

Osman AYDOĞAN

 




En ağır beş suç!

23 Şubat 2019

Platon, ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü ile yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu.

Çin’in Doğu Zhou Hanedanlığının bir imparatoru belki de böylesi bir fikre sahip olduğu için isminin anlamı “Bilge-Filozof Kong”’ olan Konfüçyüs’e Qufu şehrinin yönetimini teklif eder.

Konfüçyüs da, Hükümdar'ın bu isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul eder.

Konfüçyüs şehri yedi gün boyunca izler. Yedinci gün sonunda şehrin en yüksek memuru Şao Çeng’i idam ettirir. Cesedin üç gün açıkta kalmasını emreder.

Konfüçyüs’ün öğrencileri bu duruma çok şaşırırlar ve yanına gidip sorarlar: ''Şao Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı....''

Konfüçyüs “yaptığımın nedenlerini size anlatayım'' der ve anlatır :

‘’Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır: Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklilik; İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık; Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık: Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek; Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek. Şao Çeng’de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu, zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.’’

***

İyi ki filozoflar ülkelerini yönetmiyorlar! 

Osman AYDOĞAN




Şeytan ve Genç Kadın

21 Şubat 2019

Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap Paulo Coelho’nun ‘’Ve Yedinci Gün’’ isimli üçlemesinin son kitabıdır. Üçlemenin ilk iki kitabı; ‘’Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’’ (Can Yayınları, 2016) ve ‘’Veronika Ölmek İstiyor.’’ (Can Yayınları, 2017)

‘’Şeytan ve Genç Kadın’’; şeytanın ''Bescos'' isminde gelişmemiş bir kasabada yaşayan bir kadının aklını çelmesini konu alan kitaptır. Bu kadın; dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları ile gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyünde yaşayan ve bu köyün tek genç kadını olan ve köyün küçük otelinin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.

Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı birisini öldürmeleri karşılığında kendilerine yüklü bir miktarda altın vereceğini söyler. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu tekliften sonra küçük kasaba halkı tamamıyla değişir. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır. Ve herkes içindeki iyilik ve kötülükle savaşmaya başlar.

Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Romanda; ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ diye bir şeyin olmadığı, sadece nereden baktığınıza bağlı olduğu anlatılır... Roman aslında ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’’nün romanıdır…

Kitaptan sizlere üç hikâye anlatacağım. Ancak hikâyelerden önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:

''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’

''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."

"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."

"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."

"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."

"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."

"En iyi tarafımıza ulaşmak için, en kötü tarafımıza da ihtiyaç duyarız."

‘’Bir insanın üzerinde egemenlik kurman için onu korkutman yeterli.’’

‘’İyi ile kötü arasındaki mücadele her insanın yüreğinde vardır, orası bütün meleklerin ve şeytanların savaş alanıdır.’’

‘’İyi yürekli adam rolü oynamak, yalnızca hayata tavır almaktan korkanlara özgü bir şeydir. İnsanın kendinin iyi olduğuna inanması, başkalarına karşı çıkmaktan ve haklarını savunmak için savaşmaktan çok daha kolaydır. Kendinden daha güçlü biriyle savaşmak için cesaret toplamaktansa bir hakareti sessizce kabullenmek de çok daha kolaydır. Üzerimize atılan taş bize isabet etmemiş gibi yapabiliriz ama geceleri odamızda yalnız kaldığımızda, odamızı paylaştığımız karımız, kocamız ya da okul arkadaşımız uykuya daldığında korkaklığımıza sessizce ağlarız.’’

Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikâyeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım…

***
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.

‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.''

Oğlu şaşırmış.

‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’

‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’

Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine,

‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. ''Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’

‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’

‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’

***

Öte yandan Yabancı, kültürlü olmasının, çevresinde toplanmış insanların çalışmasından ok daha değerli olduğunu onlara kanıtlamak istiyordu. Parmağıyla duvarda asılı bir tabloyu işaret etti. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Dünyadaki en ünlü tablolardan biridir: Leonardo da Vinci'nin yaptığı bu tablo, İsa ile on iki havarisini son yemekte gösteriyor." "Ünlü bir tablo olması beni şaşırttı," dedi otelin sahibesi, "çünkü ben onu çok ucuza aldım." Bu yalnızca bir röprodüksiyon. Aslı buranın epey uzağındaki bir kilisede duruyor. Ama bu tablonun bir hikâyesi var, bilmem öğrenmek ister misiniz?" Bardaki müşteriler başlarını salladılar; Chantal orada bulunmaktan, bu adamın, sırf kendisinin ötekilerden daha bilgili olduğunu göstermek için birtakım saçma şeyler anlatarak böbürlenmesini dinlemek zorunda kalmaktan bir kez daha utanç duydu.

Bu tabloyu (Son Akşam Yemeği) yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci büyük bir güçlükle karşılaştı.  İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı... Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti... Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi…

Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı...

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu… Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı... Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı...

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı... Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..

‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

***

"Söylediğim gibi Ahab cehennemle cennet hakkında bir masal bilirmiş, bu masal eskiden ana babalardan çocuklarına aktarılırdı, ama artık unutulup gitti. Bir adam, atı ve köpeği yolda gidiyorlarmış. Kocaman bir ağacın yanından geçerlerken üçünü de yıldırım çarpmış. Ama adam bu dünyayı terk ettiklerini fark etmemiş ve yanında iki hayvanıyla yoluna devam etmiş. Bazen ölüler, yeni konumlarına alışmak için zamana ihtiyaç duyarlar." Berta kocasını düşündü, karısına söyleyecek önemli bir şeyi vardı, bu yüzden de Chantal'ı başından savsın diye Berta'yı zorlayıp duruyordu. Belki de kocasın artık ölü olduğunu, durmadan Berta'nın sözünü kesmemesi gerektiğini açıklamanın zamanı gelmişti

Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.

Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş. 
"İyi günler." 
"İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi. 
"Burası harika bir yer, adı ne?" 
"Burası cennet." 
"Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık." 
"İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş. 
"Atımla köpeğim de susadılar." 
"Kusura bakmayın", demiş bekçi. 
"Buraya hayvanlar giremez."

Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
"İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
"Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
"Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
"İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
“İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
"Buranın adı ne?"
"Cennet."
"Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
"Orası cennet değil cehennemdi."
Yolcunun aklı karışmış,
"Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
"Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."

***

Kitapta geçen ol kıssalar (hikâyeler) bu kadar.. Bu kıssalardan çıkaralıcak hisseler (dersler) de sizlere ait!

Osman AYDOĞAN




Buruk Acı

20 Şubat 2019

‘’Buruk Acı’’ deyince hemen aklımıza Türkan Şoray’ın başrolü oynadığı, Tanju Gürsu, Aliye Rona, Ali Şen ve Muzaffer Tema’nın rol aldığı, Nejat Saydam’ın yönettiği 1969 yılı yapımı aynı isimli filmde geçen ''Buruk Acı'' şarkısı gelir.

Şarkıyı vermeden önce içinde bu şarkının yer aldığı filmi kısaca anlatayım. Filmin konusu şöyleydi:

Bir taşra şehrinde yaşayan Ülker (Türkan Şoray) liseyi başarıyla bitirdikten sonra hep hayalini kurduğu doktor olmak ister. Fakat üvey annesi bu isteğine engel olmakta, yoluna sürekli taş koymaktadır. Bir gün bir toplantıda bir doktorla tanıştıktan sonra evden kaçar, İstanbul'a gelir. İstanbul'a gelince geçici olarak bir otele yerleşir. Kaldığı otelde kör bir besteci olan Mahmut (Ali Şen) ile tanışır ve onunla evlenir. Mahmut'la yaşadığı evlilik sırasında hayatına İlhan (Tanju Gürsu) ve annesi Fehiman (Aliye Rona) girer. . Ülker’i artık bundan sonra sıkıntılı, acılı günler beklemektedir.

Film, ‘’Yeni İstanbul’’ gazetesinde tefrika edilen, daha sonra kitap haline getirilen ve yazarı olarak Türkan Şoray belirtilen ‘’Buruk Acı’’ isimli romandan uyarlanır.

''Buruk Acı'' filminin afişinde de senaryo ve hikâye yazarı olarak Türkan Şoray geçer.

Filmde Belkıs Özener'in seslendirdiği, bestesi Teoman Alpay’a ait olan "Buruk Acı" şarkısı Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en bilinen ve en güzel şarkılarından birisi olur. Filmi izlememiş olsak bile bu şarkıyı mutlaka dinlemişizdir:

''Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı,
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.

Yıllar yılı gönlümde, bir gün sabah olmadı
Bu ne bitmez çileymiş, neden hâlâ dolmadı.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı,
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.

Ruhumda bir yara var, için için kanıyor,
Kalbimde buruk acı, alev alev yanıyor.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.''

‘’Buruk Acı’’ romanından başka, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’ isimli romanların yazarı olarak ve bu romandan uyarlanan filmlerin senaryo yazarı olarak afişlerinde hep Türkan Şoray ismi verilir.

Ancak gerçek farklıdır…

‘’Buruk Acı’’, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’ isimli kitapların yazarı Türkan Şoray değildir. Bu kitapların yazarı Adnan Özyalçıner'dir. ''Buruk Acı'' kitabında geçen ‘’Buruk Acı’’ isimdeki şarkının güftesi de sanıldığı gibi Türkan Şoray’a değil Sennur Sezer'e aittir.

‘’Buruk Acı’’, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’; Kemal Uzan'a ait olan ‘’Yeni İstanbul’’ gazetesinin tirajını arttırmak amacı ile yazar Adnan Özyalçıner'e yazdırılan ancak Türkan Şoray ismiyle tefrika edilen romanların isimleridir...

Yazar Adnan Özyalçıner, ''Kitaplık'' dergisinin 2004 yılı Mayıs sayısında o günleri şöyle anlatır:

‘’Erol Dallı ile ‘Yeni İstanbul’un yazı işleri müdürlüğünü yapan Kayhan Sağlamer, bir gün bana geldi ve ‘Brigitte Bardot roman yazsa nasıl olur?’ diye sordu. Ben de ‘iyi olur’ dedim. ‘Peki, Türkan Şoray roman yazsa nasıl olur?’ diye devam etti. Benim yanıtım ‘o da iyi olur’ oldu. ‘Ama Türkan Şoray'ın romanını sen yazacaksın’ dedi. ‘Ne?.. Nasıl?.. Neden?..’ dediğimi hatırlıyorum.. ‘Valla gazetenin tirajını arttıracağız, onun için böyle bir kampanyaya giriyoruz, ben Rüçhan Adlı ile görüştüm’ dedi…

Benim tek muhatabım yazı işleriydi. Romanı yazıp verdim... Ardından da Türkan Şoray adıyla yayınlandı. Romanın akışı içinde ‘Buruk Acı’ adlı bir şarkının sözleri vardı... Romanı yazıyordum fakat şiir yazamadığım için arkadaşım Sennur Sezer'den (daha sonra eşi oldu, 7 Ekim 2015 tarihinde de vefat etti) rica ettim ve o da sağ olsun beni kırmadı ve bilinen ’Buruk Acı’ şarkısının sözleri ortaya çıktı... Yani yalnız roman değil, herkesin bildiği ’Buruk Acı’ şarkısı da Türkan Şoray'ın değildir…

'Buruk Acı' romanının ardından 'Buğulu Gözler' romanı geldi. O da, Türkan Şoray’ınmış gibi yayınlandı. Parasını Rüçhan Adlı ödedi. 'Buğulu Gözler' de 1970’de film oldu. Sonradan benim yazmadığım Türkan Şoray imzalı başka romanlar da çıktı. Sonra Rüçhan Adlı tekrar görüşmeye çağırdı. Yönetmenliğini Türkan Şoray’ın yapacağı bir hikâye istiyordu. 'Dönüş'ü yazdım. O da 1972 yılında 'Öykü ve yönetmen: Türkan Şoray' imzasıyla gösterildi.’’

''Buruk Acı'' filminin ve şarkısının hikâyesi işte böyledir. Atilla Dorsay da anılarında konuyu böyle anlatır.

Buruk acı… Bu bir nasıl gönül sızısıysa artık; hem buruk, hem de acı… Bu bir nasıl ikilemse artık; sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı. Ve bu bir nasıl yalın gerçekse artık: çalınan her kapının ardında buruk acı.

''Ruhumda bir yara var, için için kanıyor,
Kalbimde buruk acı, alev alev yanıyor.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.''

Şimdi, günün, gündüzün, gecenin bu vakti demeyin, aşağıda bağlantısını verdiğim bu şarkıyı açın, gidin eskiye, eskilere, çoook eskilere, eskiyi yâd edin, hüzünle dinleyin, hüzün bizlere mutluluk verir, gözleriniz derinlere dalarak, nemlenerek dinleyin... Vaktiniz olduğunda da yine aşağıda bağlantısını verdiğim filmi izleyin...

Buruk acı… Bu nasıl bir gönül sızısıysa artık; hem buruk, hem de acı…

Osman AYDOĞAN

Gönül Yazar’ın sesinden ‘’Buruk Acı’’ şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=RvFrlzi03bw

‘’Buruk Acı’’ filmi. Filmde ''Buruk Acı'' şarkısını Belkıs Özener seslendiriyor.
https://www.youtube.com/watch?v=QrFg4IBykK0




Hidâyet!

19 Şubat 2019

Her zaman olduğu gibi önce bir hikâye...

***

Tekkesinde okuduğu, yaşadığı, öğrendiği ve fark ettiği hakikatlerin belli bir düzeye eriştiğini düşünen dervişlerden biri yollara düşer. Yıllar önce ayrıldığı dostlarını, akrabalarını, arkadaşlarını ve yeni simaları ziyaret edecek, onların ahval ve şeraitini seyredecek, gerektiğinde onlara öğrendiklerini aktaracak ve onlara doğru yolu gösterecektir. 

Önce teyze mesabesinde görüp sevdiği, anne yarısı saydığı bir hanıma uğrar. Misafir kaldığı süreçte teyzenin hiç değişmediğini, yıllar öncesinin titizliğini koruduğunu görür. Titizlik ne kelime, hatta hamaratlık da ne? Takıntı derecesine gelmiş bir ev düzeni ve temizlik tutkusu! Çekyat köşesine konan kırlentlerin gülleri yukarı gelmeli! Sofrada kaşık ve çatallar askerî nizamda durmalı! Misafir varken çocuklar çıt çıkarmamalı! Hatta mümkünse çocuklu misafir alınmamalı ki yastıklar devrilmesin, minderler zedelenmesin!..

Teyzenin halini seyreden derviş kendi kendine mırıldandı: ''Titizlik fitili ile kendi cehennemini ateşlemiş, bir güzel yanıyor! Azap çektiği belli ama sebebinden habersiz… Acı çekiyor ama putunu kırması da kolay değil..''

Değerli bir büyüğünün sözlerini hatırladı: ''Herkesin kötü saydığı özelliklerimizi kabul etmek ve değiştirmek kolaydır. Ama asıl zor olan; iyi sandığımız, hatta bizi temayüz ettirdiğine, bize vasıf kattığına inandığımız özelliklerimizdir bizi Hak'tan perdeleyen !..''

Bu sözleri düşünürken teyzesine döndü: ''Teyze seni yormuyor mu titizlik? Çocuklar, temizlik, misafirlik yormuyor mu? Hem bunca titizlik kötü değil mi?..''

''Asla'' dedi teyze. ''Titizlik niçin kötü olsun? Hem Allah temizliği emrediyor. Rasulullah temiz olanları seviyor. Benim hiçbir aşırılığım yok, insanlar paspal ve pis!''

''İyi ama, bu titizlik seninle çocuklar ve misafirler arasına perde çekmiyor mu? Seni bazı kişilerden uzak tutmuyor mu? Onlar da Allah Kulu değil mi?'' diye sordu derviş.

Teyze anlayacak gibi değildi: ''Bak evladım, temiz ve düzenli olmayandan hayır gelmez. Öyle misafir olmaz olsun!.. Çocuk da çocukluğunu bilecek!.. Şımarık şeyleri hiç çekemem!..''

Derviş teyzesinden ayrılırken şunları yazdı güncesine: ''Temizlik ve titizliğin bir insanı cehenneme sokacağını söyleseler inanmazdım. Demek; iyi sandığımız şeyler perdemiz ve azabımız olabiliyormuş. Bu derece titiz olmasa, azıcık esnese, çocukları daha çok sevecek, daha çok insanın gönlüne girecekti teyzem. Ama O, kendi dünyası ve kuralları ile yalnız yaşamayı seçmişti. Cehennem gibi bir yaşam olduğunu fark edemeden!''

***
Bir başka dosta yol uğrattı. Geniş bir çevresi, hatırı sayılır çalışmaları, emekleri vardı. Tecrübeliydi. Büyüktü. Saygındı. Saygınlık bekliyordu. Beklediği şeyler olmadığında köpürüyor, bir şekilde ortamı geriyor, etrafına çekilmezlik çemberi örüyordu. Hep yanlış yoldaydı insanlar. Oysa O doğrusunu öneriyor ama en yakınları bile takmıyordu.

Sabırla dinledikten sonra derviş söze girdi: ''Acaba hiçbir şey beklemeseniz insanlardan nasıl olur? Hatta saygı bile beklemeseniz! Nasılsa görmüş geçirmişsiniz. Bırakın anlamasınlar. Bırakın saymasınlar. Siz biliyorsunuz ya, yetmez mi?''

''Yetmez!'' dedi O Büyük, ''Yetmez! Saygı olmadan edep olmaz, edep olmadan da mesafe alınmaz.''

Derviş: “İyi ama bakın bu durum sizi üzüyor farkında mısınız?..”

''Ben onlara üzülüyorum, hakikati görmüyorlar diye'', dedi öteki.

Derviş biraz daha ileri giderek: “Onların hakikati görmemesi mi, yoksa beklediğiniz saygıyı göstermemeleri mi sizi üzüyor?.. Bunu iyice düşündünüz mü?..”

Ummadığı bir şey oldu. Epeydir görüştüğü o dost volkan gibi patladı: ''Ukalalık istemez!... Sen giderken biz geliyorduk. Senin yaşın kadar benim rahle-i tedrisim var, anlıyor musun?..''

Derviş usulca müsaade istedi… Bu dostunu da ilim ve emek kılıfı geçirilmiş beklenti cehennemi yakıyordu. Yanmasın isterdi ama O bunda ısrarlı ise ne yapabilirdi ki?..

***
Son olarak bir gençle çay içimi oturacaktı. Delikanlının sorunları vardı. Gençler nasihati ve tecrübeyi pek takmaz ama anlaşılmak da isterlerdi. Genç, hayal ve ideallerden bir dünya kurmuştu kendine. Öylesine uçuk, öylesine gerçek dışı idi ki hayalleri; günün birinde yıkılacak, yıkıldığında da acı çekecekti. Onu da sabırla dinledi derviş. Her derdine hak verdi.

Kendisine sıra gelince cümleleri özenle seçerek söze girdi: ''Gençsin, idealistsin, haklısın ama Allah sisteminde uçuk hayallere ve ideallere yer yok. Sistem işliyor. Sistemin kurallarına uyar ve mekanizmayı kavrarsan acı çekmez, hedeflerine de bir bir varırsın Allah’ın izni ile…''

Daha sözünü bitirmemişti ki genç patladı: ''Bana o kavramlarla ve öyle yazıp konuşanların ağzı ile anlatma! Sevmiyorum!.. Sistemmiş, mekanizma imiş, sünnetullahmış açmaz beni!..''

''Kişiyi bırak, sana açtığı yola ve ilme, manaya bak!'' dedi ise de dinletemedi.

Bu genç de özden çok kişilere, kavramlara takmış, kavram ve kişilerden bir cehennem tutuşturmuştu. Derviş usulünce vedalaşıp oradan da ayrıldı.

***
Tekkesine döndüğünde olanları mürşidine anlattı derviş: ''Efendim, âlemi bir dolaşayım dedim. İnsanlar kendilerine cehennem kurmuşlar. Ateşten çıkmaları an meselesi. Ufak bazı noktaları bir görseler dünyada cennet yaşayacaklar. Ama hiçbirine gösteremedim. Onları ateşten çıkaramadım efendim. Bitkinim ve çok üzgünüm.''

Mürşidi uzun uzun baktı gözlerine. Büyükler kısa ve öz konuşurdu. O da öyle yaptı:

''Demek bizim küçük derviş hidâyet dağıtmaya soyundu öyle mi?.. Hidâyeti kim verir derviş?..''

''Allah efendim, sadece Allah!..''

''Öyleyse?...''

''Anlıyorum Efendim bağışlayın!..''

''Seni Allah bağışlasın. Haydi geç hücrene de iyi bir tövbe et, sonra gel bugünkü Kur’an dersini ver!..''

Derviş hücresine geçti. Abdestini aldı, seccadesine oturdu ve tövbe etti Rabbine.

Gözlerinden iki damla yaş süzülürken şöyle niyaz ediyordu derviş: ''Nâr da senin nûr da!.. Cennetin kadar cehennemin de güzel… Bağışla beni sistemine kafa tuttum! Sadece dostlarım yanmasın, kurtuluversinler istemiştim. Hidâyet sendendir. Nâra seçtiklerin de, nûra seçtiklerin de güzel… Ben kimim ki?... N’olur bağışla!'' (Alıntıdır)

***

Hikâye bu kadar...

Hidâyet, İslam dini terimidir. . Hidâyet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola ulaşmak, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek anlamındadır. Kur’an’ı Kerim’de birçok ayette yer alır. Bu ayetlerden bir kısmı şu şekildedir:

‘’Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidâyet edendir (doğru yola eriştiren) (Taha, 50)

‘’Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder, iletir.’’ (Bakara, 213)

‘’Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidâyet eder. (doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur.) (Fatır, 8)

‘’Allah, dilediğine hidâyet verir. (İslamiyet’e ulaştırır), dilediğini dalâlette bırakır.'' (İbrahim, 4)

‘’Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir.'’ (Bakara, 120)

“Şüphesiz hidâyet, Allah’ın hidâyetidir.’’ (Ali İmran, 73)

Bu ayetlere göre hidâyet Allah'a mahsustur. Hidâyete sadece ve sadece Allah erdirir.. Kullara mahsus bir şey değildir...''Allah hidâyete erdirsin'' duası; ''Allah doğru yola yöneltsin ve doğru yol üzerinde sabit kılsın, gerçek kurtuluşa ve feraha eriştirsin'' manasında bir duadır...

Hayrın ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren de ancak O'dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine örnek davranışlarıyla sadece vesile olurlar. 

Hidâyet vermek sadece Allah'a mahsustur, sadece Allah’a aittir. İnsanlar kimseye hidâyet veremez...

Ama heyhat!

Etraf ne yazık ki kendisini Hüdâ yerine koyup insanlara hidâyet vermeye kalkan, hatta bu yönde baskı yapan ham ervahla, gafil sofularla ve çiğ siyasetçilerle doludur …

Yüce Allah onları da hidâyete erdirsin!

Osman AYDOĞAN




Yargılama

19 Şubat 2019

Önce bir hikâye:

Bağdat pazarında oyuncak satan yaşlı bir adam vardı. Ondan alışveriş yapanlar gözlerinin bozuk olduğunu bildiklerinden sahte parayla ödeme yaparlardı.

Bu hilenin farkında olan yaşlı adam hiçbir şey söylemezdi. Bunun yerine dua ederek Tanrı’dan kendisini kandıranları affetmesini isterdi, “Belki de fazla paraları yoktur ve çocuklarına hediyeler almak istiyorlardır” derdi.

Zaman geçti ve bir gün adam öldü. Cennet kapıları önüne geldiğindeyse bir kez daha dua etmeye başladı: “Efendim” dedi, ‘’Ben bir günahkârım. Birçok hata işledim bana verilen sahte paralardan daha fazla bir değerim yok. Beni affet”

Tam bu sırada kapılar açıldı ve bir ses şöyle dedi:

‘’Neyi affedeceğim? Hayatı boyunca kimseyi yargılamamış birisini ben nasıl yargılayabilirim?’’

Hikâye bu kadar...

Yıllardır bu ortamda yazı yazarım.... Ancak yazdığım yazıyı hemen paylaşmam... Bir çayın demlenmesi gibi, yazımı yazdıktan sonra bazen haftalarca bazen de üç beş gün üzerinde çalışır, düzeltmeleri yapar öyle yayınlarım...

Ancak dün bir istisna oldu...

Bir alıntı yazıyı hiç düşünmeden, üzerinde kafa yormadan, altına ''alıntıdır'' diye yazıp, ''Görgüsüzlüktür'' başlığı ile yayınladım... Gece hiç uyuyamadım... İnsanları, kim olursa olsun, ne yaparlarsa yapsın, davranışlarını, söz ve eylemlerini yargılayarak ''Görgüsüzlüktür'' diye itham etmenin ''En büyük görgüsüzlük'' olduğunu, ''Görgüsüzlüğün danişkası''  olduğunu fark ettim... Keşke bu yazıyı hiç paylaşmasaydım... ''Özür dileme''nin bir düzeltme, bir telafi olmadığını biliyorum ama yine de... Tüm arkadaşlarımdan özür diliyorum...

Halil Cibran der dururdu zaten; ''Dünyanın en bedbaht insanı başkasında kusur bulan ve başkasını yargılayan insandır.''

Osman AYDOĞAN




Görgüsüzlüktür...

18 Şubat 2019

Çağımızdaki görgü kuralları artık eskinin adabı muaşeret kurallarından çok çok farklıdır. Örnek mi istiyorsunuz? Aslında aşağıdaki örnekleri hayatımızın her anında görmek mümkündür. Kimse alınmasın, biraz ağır olacak ama buyurun o zaman:

1. Bir toplantı sırasında bilgisayarda ya da cep telefonunda kendi işlerini yapmak görgüsüzlüktür.

2. Bir toplantıda, sinema ya da konser gibi bir ortamda cep telefonunu sessize almamak görgüsüzlüktür.

3. Bir toplantıda cep telefonuyla bir mesaj yazmak görgüsüzlüktür.

4. Bir toplantıda, arkadaş ve aile buluşmasında cep telefonuyla “oynamak” görgüsüzlüktür.

5. Toplantıyı yönetenlerin toplantıyı gereğinden fazla uzatmaları, toplantıya katılanların zamanını boşa harcamak demektir; görgüsüzlüktür.

6. Toplantı ve randevulara gecikmek görgüsüzlüktür.

7. Randevu almış birisini kabul ettikten sonra onu bekletip başka işlerle ilgilenmek, bilgisayarla çalışmak, telefonla konuşmak görgüsüzlüktür.

8. Toplantıya katılıp konuşulanları dinlememek görgüsüzlüktür.

9. Bir yöneticinin toplantıyı ya da bir iş görüşmesini ast-üst ilişkisi çerçevesine sokup insanları sindirmesi, korku salması görgüsüzlüktür.

10. E postalarda baştan savma ve laubali bir dil kullanmak görgüsüzlüktür.

11. Toplantıyı başka bir iş nedeniyle bölmek, insanları bekletmek görgüsüzlüktür.

12. Bir toplantıyı, son anda, çok zorunlu bir sebep olmaksızın iptal etmek görgüsüzlüktür.

13. Önceden iptal olmuş toplantıları katılımcılara zamanında bildirmemek görgüsüzlüktür.

14. Toplantıda gruptan koparak yanındakiyle konuşmak, fısıldaşmak görgüsüzlüktür.

15. Ayaküstü tanıştırıldığınız birisine, ertesi sabah bir sosyal paylaşım sitesinde “arkadaşlık teklif etmek” görgüsüzlüktür.

16. Fotoğraf albümlerinizdeki kişileri kendilerine sormadan yayınlamak ya da isimlendirmek görgüsüzlüktür.

17. Twitter’da veya bir e-posta grubunda bir arkadaşlarınızla sohbet etmek, onlara mesaj iletmek görgüsüzlüktür.

18. Resmi ilişki içinde olduğunuz insanlarla sanal âlemde gereksiz bir samimiyet içine girmek görgüsüzlüktür.

19. Arkadaşlarınıza kendi bloğunuzu, grubunuzu, internet sitenizi mutlaka beğenmeleri için ısrar etmek görgüsüzlüktür.

20. Sosyal paylaşım sitelerini, olur olmaz fotoğraflarınızı paylaşmak, içinizi boşaltmak ya da mahrem dünyanızı paylaşmak için kullanmak görgüsüzlüktür.

21. Arkadaşınıza kişisel bir not iletmek için Facebook duvarını kullanmak görgüsüzlüktür.

22. Yakın olmadığınız bir arkadaşınızın doğum gününde onun Facebook duvarına laubali mesajlar yazmak görgüsüzlüktür.

23. Takma bir adın arkasına gizlenip Twitter’da, Facebook’ta veya bir başka sosyal medyada kavga etmek, şiddet kusmak görgüsüzlüktür.

24. Toplu mail gönderirken kişilerin mail adreslerini gizlememek görgüsüzlüktür.

25. Toplumsal bir tartışma yaratmak amacı taşımayan e-postalarda sadece göndereni yanıtlamak yerine toplu cevap vermek görgüsüzlüktür.

26. Sizi arayan kişilere ya da e-posta yollayanlara cevap vermemek görgüsüzlüktür.

27. “Bu e postayı hemen on kişiye gönderirsen dileğin gerçekleşecek, göndermezsen lanetleneceksin.” kıvamında e-postalar yollamak görgüsüzlüktür.

28. Özel olması gereken doğum günü kutlamalarını, geşmiş olsun ve taziye mesajlarını grup içinde aleni olarak yazmak görgüsüzlüktür. 

29. Sosyal medyada ya da e-posta gruplarında kaba dil, tehditkar üslup, üst perdeden konuşmak veya bir diğer şahsı kastetmek veya konuşmak veya grup üyelerine ayar vermek görgüsüzlüktür. 

30. Savunduğu politik görüşü destekleyen bir e posta alınca bunun doğru olup olmadığını hiç araştırmadan ilgili ilgisiz herkese göndermek görgüsüzlüktür.

31. Gelen her e-postayı oluşturduğunuz bir arkadaş listesine, hiçbir filtre kullanmadan iletmek, bu davranışı da sosyalleşme zannetmek görgüsüzlüktür.

(Alıntıdır)

Osman AYDOĞAN




Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım…

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır. 1896 doğumludur…

Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.

Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.

1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını almıştır…

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan,  üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.  Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…

1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir", "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir. Şükûfe Nihal’in Domaniç Dağlarının Yolcusu adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından ''Unutulan Sır'' adıyla filme çekilir, 1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında gösterime girer.  

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.

Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu; “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”

Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.

Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…

Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder. Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar. Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar: ‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’

Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında (Kubbealtı Yay. 2010) Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.

Kadınlı erkekli toplantılarda; ‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı Şükûfe Nihal…

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”  

Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:

‘’Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp 
parmaklarımı kanatarak 
kırasıya, 
çıldırasıya... 
Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz, 
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz 
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’

Nazım Hikmet, ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’’ isimli eserindeki “İtizârname-i Nâzım” şiirini de  Şükûfe Nihal için yazar. 

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Faruk Nafiz de Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.

İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal… Bu nedenle üzerinde akademik tezler yazılmıştır.  Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı,  halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun yayınlanmış olan doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:  ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002) Bir diğer tez de Türkân Yeşilyurt Kayhan’ın ‘’Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri’’ (Bilkent Üniversitesi) isimli yüksek lisans tezidir.  Bu yazıda da kısmen bu tezden yararlanılmıştır. 

İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi. Aralarında büyük yaş farkı vardı. Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti. Bu evliliğinden oğlu Necdet (Sander) dünyaya gelmişti. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.

Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi (anne bir baba ayrı) edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam: Osman Fahri (1890-1920).

Gazeteci Cevat Fehmi’nin ‘’izdivaçta aşk lâzım mıdır?” sorusuna Şükûfe Nihal  “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye cevap veren, evlilikte aşkı birinci şart olarak gören Şükûfe Nihal, Sander’le evliliğinde aradığı aşkı bulamayınca da Osman Fahri’ye karşı ilgisiz kalamaz.

Adile Ayda “Şükûfe Nihal, Böyle İdiler Yaşarken’’ (Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1984) adlı kitabında Nihal’in hayatta tek sevdiği kişinin Osman Fahri olduğunu ifade eder. Yazar, Şükûfe Nihal’in kendisine “Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılış, aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim” dediğini yazar.

İsmet Kür, ‘’Yarısı Roman’’ (Yapı Kredi Yayınları, 1995) adlı yapıtında şairin ağzından şu sözleri aktarır: “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı.”

Şükûfe Nihal gerek Adile Ayda’ya gerekse İsmet Kür’e tek aşkının Osman Fahri olduğunu söylese de bu aşkı başlangıçta pek ciddiye almamış, biraz da uçarı biçimde yaşamıştır.

Şükûfe Nihal, ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan ve ağırlıklı olarak Osman Fahri ile olan aşkını anlattığı “Mermer Kapı” isimli şiirinde Osman Fahri ile aşkını bir oyun olarak yaşadığını ve bu sırada on yedi yaşlarında olduğunu belirtir:

“Bir on yedi bahar ki nankör, çılgın, zalimdi,
Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi…
Sensiz kalmak muhâlken, hayır, aldandın, derdim!..
Sanırdım ki bu oyun ömrümce sürecektir…”

“Mermer Kapı”da yer alan dizelerinde ayrıca Osman Fahri’nin de kendisine şiirler yazdığını da ifade eder:

“Bir damla gözyaşıma
Kaç mısra dökülürdü
Kaleminin ucundan,
Kim bilir?”

Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’’’ isimli eserinde (Doktora tezidir) şu bilgiyi verir: Osman Fahri, Şükûfe Niha’in eşi Mithat Sadullah Sander ile yakın arkadaştır.  Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, biraz da başlangıçta Şükûfe Nihal’in kendisine umut vermeyişinden kaynaklanan ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak  tayinini İstanbul’dan Elazığ’a aldırır. Şükûfe Nihal’in Sander’le evliliği boşanmayla noktalansa bile Şükûfe Nihal Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez. Şükûfe Nihal’e çılgınca âşık Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’i unutması da pek mümkün olmaz.

Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak gittiği Elazığ’dan da yalvarır:

‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’

Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip, buhrana girip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.

Bu intihar girişiminde beyninde kurşun kalan Osman Fahri İstanbul’a getirilerek Fransız hastanesine yatırılır ve bir süre sonra burada çıldırarak ölür.

Şükûfe Nihal, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmaz, unutamaz… Şükûfe Nihal’in ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan “Mermer Kapı” adlı uzun şiirinde hep Osman Fahri’nin izlerine rastlanır.

Şükûfe Nihal “Mermer Kapı” da Osman Fahri’nin cinnetine şöyle hatırlatma yapar:

“Sana Mecnun dediler,
Mukaddestir gözümde
Cinnet o günden beri…”

Şükûfe Nihal ikinci eşinden de ayrılıktan sonra daha çok içine kapanır ve tekrar hayatta olmayan Osman Fahri’ye sığınır.  O kadar ki bir zamanlar Osman Fahri’nin yaşadığı Elazığ’a gider. Zeynep Kerman’ın ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’ (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1998) isimli kitabında yazdığına göre Elazığ’da Osman Fahri’nin yaşadığı eve gider ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömer.

Şükûfe Nihal, saçından kestiği o bir tutam saçı Osman Fahri’nin bahçesine gömerken kafesinde çırpınan bir kuş gibidir kalbi, çırpın çırpın çırpınır… Cama çarpan bir kuş gibidir kalbi göğüs kafesinde çırpın çırpın çırpınır…  Çırpınan bir deniz gibidir, sahile vuran azgın dalgalar gibidir damarlarındaki kanı, damarlarında çırpın çırpın çırpınır… Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibidir kalbi çığlık çığlığa çırpınır… Yörüngesiz kalmış kuşlar gibi feryaad figan halindedir kalbi çırpın çırpın çırpınır…

Şükûfe Nihal bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle anlatır: 

‘’Yolunmuş sarmaşıklar, 
Söndürülmüş ışıklar, 
Bir türbe şimdi balkon… 
Diyorlar: ‘Orda en son, 
Seni sormuştu bize, 
Sarılıp elimize… 
Seni beklemiştik hep… 
Gelmedin neydi sebep?’..’’

Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Şükûfe Nihal, yine “Mermer Kapı”da ondan af diler:

“O gurbet illerinde hep anmışsın adımı…
Gelemedim, affeyle, kırdılar kanadımı!..”

Ancak Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır. Artık hayattaki tek isteği ona kavuşmaktır. Yine “Mermer Kapı”da ona seslenir:

“Yedi kat yeri delebilsem de,
İzini bulup gelebilsem de,
En son zerremle kavuşsam sana,”

Şükûfe Nihal iyice hayata küsmüştür artık... Bu hissiyatını ''Sabah Kuşlar'' adlı kitabındaki ''Neme Yetmez'' şiirinde görürüz:

Neme Yetmez?

Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?

Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?

Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?

Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

(Cinuçen Tanrıkorur şairin “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl makamında nakış yürük semaî usulünde bestelemiştir.)

Bu hassas, bu nadide, bu duygulu şair artık iyice içine kapanır. Muhafazakâr çevre yapısı ve dışarıdaki katı dünya ile özgür, başı dik kadın yapısı ve hassas ve modern dünyası arasında sıkışır kalır.  Sonuçta topluma, çevreye ve kendisine yabancılaşır... Tabii bu haleti ruhiyesi de şiirlerine yansır. Gayya’daki “Söndürün” şiirinde şöyle der:

“Söndürün karşımda yanan ateşi;
 Kalbimin dört yanı buzla örtülü.
Bakışlarım ölü, şuurum ölü…”

“Taş Gibi”de iç dünyasının fotoğrafını çeker:

“Ben bu gece ruhumu elimle boğacağım,
Yarına bir kaskatı taş gibi doğacağım…”

 “Heykel”de ruhunu anlatır, eşten dosttan kopuşunu:

“Gece bir heykeldir o, oyulmuş sarı taştan, 
Ruhunun son bağları kopmuş eşten, yoldaştan…” 

Şükûfe Nihal ‘’Yakut Kayalar’’ romanını da Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurar. Romanda idealist bir genç kadın kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder. Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri gibi cinnet geçirir ve ölür. Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren aşkını artık kaybetmiştir: “Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana ‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..”

Şükûfe Nihal, ideal erkek imgesini ‘’Yakut Kayalar’’ isimli romanında şöyle anlatır: “O, benim için ideal bir insandı. Bütün eksik yaratılmışların arasında, o, kafası, kalbi, duyguları, sanatı, mantığı, ilmi, güzelliği ve gururuyla tam bir insandı”

Zeynep Kermen’ın bahsi geçen ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’’ kitabında verdiği Osman Fahri’nin “İhtizaz-ı leyal” adlı şiirinde Osman Fahri de Şükûfe Nihal’in Elazığ’a gelmesini beklemektedir:

“Gece, her yer sükûta müstağrak
Sana ruhum gelirse ağlayarak:
Onu bir lahza dinle, sonra uyu:
O senin şimdi bekliyor yolunu…”

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...

Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ (Elazığ’da Osman Fahri’nin yakın dostu Mehmet Mevlüt Osman Fahri’nin Elazığ’da kalan evrakını saklar. Ancak çıkan bir yangında evrakın bir kısmı yok olur. Mehmet Mevlüt, Şükûfe Nihal’e yazdığı 10 Haziran 1942 tarihli mektupta bu hadiseyi anlatır ve yangından kurtarılmış olan evrakı kendisine postalar. Şükûfe Nihal Elazığ’a geldiğinde de Mehmet Mevlüt ona mihmandarlık yapar, Osman Fahri’nin evini gösterir.)

Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar gerçek aşkın kıymetini bilmeyen her fâni gibi…

İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti. Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen ikinci aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze  ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;

Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal…

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:

‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’

Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:

’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’

Aşkları üzerine roman yazdılar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler. .

1922 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmesi Şükûfe Nihal’i oldukça üzer.  Şükûfe Nihal ‘’Gayya’’ isimli kitabındaki ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...

Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’

Şükûfe Nihal Gayya’da “Senden Sonra” adlı şiirinde Çamlıbel’in gitmesinden dolayı duyduğu derin üzüntüyü anlatır:

“Buradan gittin gideli nasıl içliyiz, bilsen!
Göklerin gözü yaşlı, kırlar hazin, ben hasta,
Sensiz geçecek günler için bütün köy yasta…
Gelsen de bir gün olsun göz yaşımızı silsen!..” 

Yine Gayya’da “Köy Arkadaşlarıma” adlı şiirinde ise bu ayrılıktan sonraki halini anlatır:

 “Gezdiğimiz yerleri bir hayal gibi gezdim,
Köyün ruhunda siyah bir hicran rengi sezdim:
Her taraf derdimizle harap, bitkin, perişan,
Hâlâ şifa bulmamış belli bu ayrılıktan…”

Faruk Nafiz Çamlıbel de bu ayrılıktan üzüntülüdür.  İsmini Kayseri’ye giderken mola verdiği İncesu kasabasındaki handan alan ‘’Han Duvarları’’ adlı kitabında bulunan 1923 tarihli “Gurbet” adlı şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmiştir. ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:

“Kaç yıl geçecek böyle hazin, böyle habersiz,
Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar.’’

Halil Soyuer, “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel - Şükûfe Nihal”. Şair Dostlarım’’ (Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004) isimli eserinde Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasındaki aşkın zaman zaman gazetelerin dedikodu sayfalarına taşındığını yazar.

Faruk Nafiz Çamlıbel 1932 yılında aniden bir başkasıyla evlenir. Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti. Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal. Şükûfe Nihal, kızı Günay’ı babasız bırakmamak için Faruk Nafiz Çamlıbel’in ısrarlarına rağmen eşinden boşanıp onunla evlenmez.

Bu evlilik Nihal’in Faruk Nafiz Çamlıbel’e karşı duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürür. Ancak kalbi kırılmıştır Şükûfe Nihal’in. Şükûfe Nihal’in Yıldızlar ve Gölgeler’de yer alan “Yavru Kuş” adlı şiirinde bu kırıklık yer alır:

“Penceremden ölen çiçeklerimin
 Renk-i yeisiyle münkesir, mağmûm 
Düşünürken elemli, pek nermin,
İnce bir sesle titredi ruhum!”

“Buzlu bir dalda nazlı bir yavru
 Ağlıyor ruhunun enîniyle…
Sanki donmuş gözünde bir şule;
Küçücük kalbi bir yıkık bârû!”

Su’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde ay gibi solacağını ifade eder: 

‘’Doğan, batan güneşe bir zaman esir oldum; 
Solgun aya dalarak yıllarca ben de soldum; 
Sakin bir göl başından atıldım ummanlara; 
Boş kırlardan çekildim kökü yok ormanlara… 
Ne oradaki sükûnet, ne buradaki azamet 
Kâfi geldi ruhuma; 
Beynimde hep o ateş, hep o acayip humma.’’

Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini  ve ümitsizliğini anlatır:

‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti…Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.

Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:

‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’

Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bir taraftan da Şükûfe Nihal kızı Günay’ı babasız bırakmamak istemektedir. İşte bu nedenlerle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…

Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ (Everest Yayınevi, 2010)  adlı romanı bu iki şairin aşkı üzerine kurulmuştur. Romanda Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahsedilir;

“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’

Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur’’

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; Fâruk Nâfiz, eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verecekti.  

Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.

1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir; kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Çok sevdiği kızı Günay’ın hayata gözlerini yumması (1969) da yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necdet Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (Bir zamanlar CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…

Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.

‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’

Yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı arayan, aşkta da tensel değil, tinsel aşkı arayan Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:

‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .

Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’

Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır... Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.

‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi...  Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçüp gider…

Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.

Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.

Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:

Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…

Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.”

(Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)

Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri… Hepsini unuttuk…

Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den bahseder.

Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’

Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı... Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur? Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yapar?

Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir” diye haykırıyordu…

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı,  daha önce bahsettiğim gibi halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:  ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)

Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah: "Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur. Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır. O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir. Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur. Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır. Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir. Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur. Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir. Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir."

Aşkı bilen,  tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.

Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve yazımı Şükûfe Nihal’in bir şiirle sonlandırmak istiyorum: ‘’Su’’

SU 

Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlayan o su... 
Sesini en tatlı yerinde kesti 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su. 

O su, bir sır gibi mırıldanırdı; 
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı; 
Bizi Leyla ile Mecnun sanırdı 
Gamlı yolumuzda ağlayan o su... 

Sessiz ruhumuzu o bestelerdi, 
Bize "Unutalım dünyayı" derdi... 
Bir aldı sonunda verdi bin derdi, 
Bizi bizden fazla anlayan o su. 

Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere; 
Yolumuz ayrıldı başka ellere; 
Benzetti bizi bir kırık mermere 
Ruha zehir gibi damlayan o su. 

Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlıyan o su; 
Sesini en tatlı yerinde kesti, 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su...
 

Osman AYDOĞAN




Münih Güvenlik Konferansı

16 Şubat 2019

Münih Güvenlik Konferansı (MGK) güvenlik politikalarıyla ilgili konularda merkezi küresel bir tartışma forumudur. MGK resmi İnternet sitesinde maksadını şu şekilde tanımlıyor: “Münih, siyasetçi ve uzmanlar için, uluslararası güvenlik politikaları alanında en önemli güncel ve geleceğe dair konuların açık ve yapıcı bir şekilde tartışılıp fikir alışverişinde bulunulabildiği bağımsız bir mecra olmuştur, öyledir ve öyle kalacaktır”

Kendi resmi sitesindeki tanımından da anlaşıldığı gibi MGK resmi bir konferans değil; resmi protokolü olamayan özel bir etkinliktir. Konferans sonunda bir bildirge yayınlanma zorunluluğu yok. Açık tartışma yapılabiliyor ve çok sayıda ikili ve özel görüşmeler yapılabiliyor.

Güvenlik alanında önde gelen uzmanların buluştuğu MGK ilk olarak 1963 yılı sonbaharında başlıyor. 1963 yılındaki adı “askerî bilimler buluşması” oluyor. 1. Konferansın kurucuları olarak Ewald- Heinrich von Kleist adında bir Alman yayıncı ve Amerikan fizikçi Edward Teller karşımıza çıkıyor. Başlangıçtaki amacı İkinci Dünya Savaşı gibi askerî çatışmaların önüne geçilmesi hedefiyle güvenlik politikaları alanındaki yetkilileri bir araya getirme ve bir tartışma platformu sunmak olarak belirleniyor.

1. Askerî Bilimler Buluşmasında NATO savunma bakanlıklarının temsilcileri gayri resmi olarak Münih’te bir araya gelerek Hitler sonrası Avrupa ve ABD’nin güvenlik bağlamında ilişkilerinin geliştirilmesi ile Sovyet Rusya’sına karşı alınacak önlemler tartışılıyor.

Yıllar içinde katılımcılar ve gündem maddeleri de değişiyor.

MGK’nın kilometre taşlarını şu şekilde özetleyebiliriz:

1990 yılında MGK’na Rusya ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri de katılıyor. 1995 yılında MGK’na Çin, Hindistan ve Japonya da katılıyorlar.

MGK, 1998 yılından itibaren Alman Savunma Bakanlığı bütçesinden finanse edilmeye başlanılıyor...

10 Şubat 2007 tarihindeki 43. konferansta ise Vladimir Putin’in yaptığı konuşma ile damgasını vuruyor. Putin konuşmasında özet olarak; NATO’nun bir dünya örgütü olmadığını, artık Avrupa’yı koruyacak bir nedeni kalmadığını, ABD’nin tek başına dünyaya hâkim olamayacağını ifade ederek tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olduğunu söylüyor.

6-8 Şubat 2015 tarihlerinde yapılan MGK’ında ilk kez “Çökmekte olan düzen-Gönülsüz koruyucular’’ başlığı ile bir rapor yayınlanıyor. Bu rapor günümüze yansımaları nedeniyle önem arz ediyor. Raporda şu huşulara dikkat çekiliyor:

* Soğuk savaş sonrası beklenen çok taraflı ve barışçıl dünya düzenine geçme beklentisi gerçekleşmemiştir.

* Rusya- Ukrayna kriziyle yıllar sonra Avrupa’ya savaş tekrar dönmüştür.

* Ortadoğu’da yaşanan iç savaşlar, devlet dışı aktörlerin hızla yükselişi, devam eden ekonomik krizlerin önlenememesi küresel düzenin çökmekte olduğunu güçlü işaretleri olarak, görülmüştür.

* Küresel düzen çökme işaretleri verirken ABD’nin kendi devletini inşaya yönelmiş olması ve savaş yorgunluğu nedeniyle uluslararası sistemi düzenlemede isteksizliği, AB’nin mali ve iç sorunları, Rusya’nın işbirliğinden kaçınması, yükselen güçlerin kapasite eksikliği gelecek için olumsuzluklar olarak vurgulanır.

* Avrupa, Asya ve Ortadoğu’da son yıllarda soğuk savaş döneminin jeopolitik mücadelelerine benzer eğilimler öne çıkmaktadır.

17-19 Şubat 2017 tarihlerindeki 53. MGK gündem maddelerini; Trump, Brexit, AB ve NATO krizleri ile yükselen milliyetçilik oluşturuyor.

Bu tarihteki MGK katılımcı sayısı, temsil edilen aktörler ve oluşturulan yuvarlak masa toplantıları ile Pennsylvania Üniversitesi tarafından “dünyadaki en iyi think-thank organizasyonu“ olarak nitelendiriliyor. 

MGK 2017 yılı raporunda liberal demokrasilerin krizi, cihatçı terör, pasifik bölgesindeki alan paylaşmazlığı, ABD’nin uluslararası güvenlik mimarisinden çekilmesinin yol açabileceği güç boşluğu ve Avrupa'nın güvenlik alanında ABD'den bağımsız olarak hareket etme kabiliyeti tartışılıyor. Bu raporun önsözünde; uluslararası güvenliğin, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç günümüzdeki kadar kırılgan bir durumda olmadığını dile getirilerek dünyanın Batı sonrası döneme geçmekte olduğuna, yani Batı’nın hâkimiyetindeki liberal dünya düzeninin sonuna yaklaşıldığı tezine yer veriliyor.

MGK 2018 yılı raporunda ise ağırlıklı olarak Çin - ABD ihtilafının daha da artacağı yönünde görüşlere yer veriliyor… Bunun dışında; AB’nin geleceği, Rusya ve ABD ile ilişkileri, ayrıca başta Suriye’deki savaş olmak üzere Ortadoğu’daki uzlaşmazlıklara yer veriliyor.

Gelelim günümüze…

15 Şubat 2019 tarihinde başlayıp 17 Şubat 2019 tarihine kadar devam edecek olan 55. MGK’na 35 ülkeden hükümet ve devlet başkanları ile 100’e yakın ülkeden savunma ve dışişleri bakanı katılıyor.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da MGK 2019 yılı raporunun şimdilik taslağı açıklanıyor. Bu taslak raporda ‘’liberal dünya düzeninde yönetim boşluğu’’ vurgusuna yer verilirken bu boşluğu kimin dolduracağı sorgulanıyor. ABD Başkanı Trump’ın ‘’dünya genelinde diktatörlere rahatsız edici ölçüde ilgi’’ gösterdiği belirtilen raporda bu durumun geçen Aralık ayında ABD Dışişleri Bakanı Pompeo tarafından dile getirilen ‘’yeni bir liberal düzen kurma’’ sözünün altını oyduğu vurgulanıyor.

Konferans Başkanı eski diplomat Wolfgang Ischinger, taslak rapora yazdığı önsözde şu ifadeleri kullanıyor: "Mevcut uluslararası duruma baktığımızda dünyanın bir dizi irili ufaklı kriz yaşamaktansa, temel bir sorunla yüz yüze olduğu hissinden kurtulamıyorsunuz. Gerçekten de uluslararası düzende temel taşlarının yeniden düzenlenişine tanık oluyoruz gibi görünüyor. ABD, Çin ve Rusya arasında büyük güçler rekabetine dayalı yeni bir dönem ortaya çıkıyor ve aynı zamanda liberal dünya düzeninde belirli bir yönetim boşluğu yaşanıyor."

Raporda; ‘’ABD ile Rusya arasındaki rekabetin silahlanma konusunda karşılıklı suçlamalarla devam ettiği’’ belirtilerek ‘’iki ülke arasında Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’nın (INF) iptali sonrasında diğer silah denetim anlaşmalarının da tehlikede olduğu’’ ifade ediliyor. İki ülke arasındaki Yeni START Anlaşması’nın 2021’de süresinin dolacağı belirtilen raporda bu anlaşmanın yenilenmesi ihtimalinin azaldığı ifade ediliyor

Raporda iklim değişikliğinin de zorunlu göçe ve çatışmalara yol açabilecek bir güvenlik başlığı haline geldiği belirtiliyor.

Raporda; AB’nin büyük güçler rekabetindeki bu yeni döneme kötü hazırlandığı görüşüne yer verilerek, AB için 2019 yılının “kader yılı” olacağı ifade ediliyor. Raporda; Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri ve Ekim ayında Avrupa Merkez Bankası Başkanının atanacağı hatırlatılıyor. Raporda İngiltere’nin AB’den çıkışı sonrasında pozisyonunun öngörülemez olduğu ifade ediliyor.

Raporda ayrıca ABD’nin Suriye’den çekilme kararı sonrasında Ortadoğu’nun “büyük bir dönüşüm içinde olduğu” kaydedilerek “ABD geleneksel liderlik rolünden ayrılıp çıkarlarını bölgesel partnerler üzerinden korumaya bel bağlarken bölgesel güçler askerî kapasitelerini hızla artırıyor" ifadesi kullanılıyor. Raporda savunma bütçesinin gayrisafi yurtiçi hasılada en yüksek payı tuttuğu on ülkeden dokuzunun Ortadoğu'da bulunduğuna işaret edilerek, Ortadoğu ülkelerinin silah alımları tutarının son beş yılda 2013-2017 dönemini ikiye katladığı belirtiliyor.

Raporda, Orta Doğu’daki ülkelerin 2014-2018 dönemindeki silah ithalatının yüzde 53’ünün ABD, yüzde 11'inin Fransa, yüzde 10'unun İngiltere ve yüzde 2'sinin Türkiye tarafından karşılandığı aktarılıyor...

Raporda ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den asker çekme kararının ardından Suriye’nin geleceğinde Türkiye, Rusya ve İran’ın belirleyici bir etkisi olacağı ve Suriye’de Avrupa Birliği’nin (AB) tümüyle devre dışı kaldığı belirtiliyor…

Yine raporda; Orta Doğu'da Suudi Arabistan, ABD, İsrail ve İran’ı içine alan "çatışma riski" konusu vurgulanarak Yemen, Basra Körfezi ve Irak’ta yaşanabilecek istenmeyen çatışmaların bu aktörler arasında büyük bir çatışmaya dönüşebileceği uyarısı yapılıyor…

Son olarak raporda, mevcut dünya düzeninin sarsılması durumunda AB’nin önemli ülkeleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa’nın bulundukları bölgenin istikrarı için rol alabilecekleri belirtiliyor…

MGK’nın 2019 yılı taslak raporu işte özetle bu şekilde…

55. MGK’na 35 ülkeden hükümet ve devlet başkanları ile 100’e yakın ülkeden savunma ve dışişleri bakanı katılıyor. Tabii ki beraberlerinde binlercesini bulan gazeteci ve güvenlik uzmanları ile beraber… Türkiye'den de Savunma Bakanı da ekibiyle beraber katılıyor...

Ben de merak ediyorum, bizim TV’lere ‘’Güvenlik Uzmanı’’ diye kasım kasım kasılarak boy gösteren, savaş çığırtkanı, goygoycu, sözde güvenlik uzmanlarından hangileri bu konferansa katılıyor?

Ne yapayım, merak ediyorum işte…

Osman AYDOĞAN




Sevgililer Günü’ne dair

14 Şubat 2019

Evlilik...

Zig Ziglar kişisel gelişim uzmanı Amerikalı bir yazardır. Asıl adı Hilary Hinton Ziglar’dır. Yazarın Sistem Yayıncılık’tan çıkan ‘’Hayat Boyu Flört’’ (Aura Yayınevi, 2015) isimli bir kitabı var.

Hayat Boyu Flört'’ün ilk sayfası şöyle başlar: ''Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım. 'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim ' Adam bunun üzerine bana dönerek; 'Yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.’’

Sonra şu tespiti yapar Ziglar; ‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’

Yazar kitabında eş seçimi konusunda şu tespiti yapıyor; ‘'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz. Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğru mu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.''

Güneş doğdu...

Bir gece sevdiğim içeri girdi. Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: "Ben gelince neden ışığı söndürdün?'' Dedim ki: ''Güneş doğdu zannettim.''

Şeyh Sâdi Şîrâzî

Aşkın gücü...

Fırat’ın bir yakasında yaşayan bir delikanlı ile öbür yakasında yaşayan güzel bir kız varmış. Birbirlerine âşık olmuşlar. Delikanlı, her gece Fırat’ın sularında yüzerek karşı yakaya geçer, sevgilisine ulaşırmış. Bir süre sonra da sevgilisiyle vedalaşıp Fırat’ın azgın sularına girip öbür yakaya geçermiş. Bu günlerce böyle sürüp gitmiş.

Yine bir gece delikanlı Fırat’ı geçip sevgilisinin yanına gitmiş. Dönüşünde delikanlı sevgilisiyle vedalaşırken kıza dikkatle bakarak, ”Senin bir gözün kör müydü? ” demiş. Kız o zaman delikanlıya dönerek; ”Sen sen ol, sakın ola bugün Fırat’a girme!” diye tembihlemiş.

Delikanlı kızdan ayrılmış, Fırat’a girmiş ve yüzme bilmediğinden boğularak ölmüş.

Bizim delikanlı gerçekte yüzme bilmiyormuş; kıza duyduğu aşkın gücü sayesinde Fırat’ı geçermiş!

Gerçek sevgi...

Âşık Veysel'i akrabalarından birisi olan Esma ile evlendirmişti babası. Veysel eşini çok sever fakat bu sevgi beraberinde körlüğünün de etkisiyle kıskançlığı da getirir. Esma artık bu durumdan usanır, dayanamaz hale gelir ve sekiz yıl evli kaldıktan sonra Hüseyin adlı yanaşmalarından bir delikanlıyla beraber kaçar. 

Gece vakti evinden gizlice kaçan Esma, Hüseyin'le buluşur ve uzunca bir yolu hiç durmadan çoğunlukla koşarak kat ederler. Bir çeşme başında soluklanmak için durduklarında Esma, "cebimde bir şey var ağırlık yapıp duruyor" diyerek cebini açar: Ağzı el ile dikilmiş cebinde bir tomar para vardır.

Veysel meğerse her şeyden haberdarmış, kör olan sadece gözleriymiş, hisleri, gönlü, kalbi değil. Veysel karısını o kadar çok seviyormuş ki, karısı yaban ellerde rezil olmasın, ele güne muhtaç olmasın diye ne kadar parası varsa cebinin içine iliştirivermiş. 

Gerçek sevgi tek taraflıdır… Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; ‘’sen beni seversen!‘’ ‘‘O’’ sevmeden sevmek, o bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… 

Gerçek sevgi; sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır. Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salıvermek, onun uçsuz, bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır. Onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil, gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sevinmektir gerçek sevgi. ‘’Beni bırakıp nereye gidiyorsun?’’ demek değil, ‘’gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım!’’ diyebilmektir gerçek sevgi. 

Gerçek sevgi sevgiliyi sahiplenmek değil, sevgiyi sevgiliye karşılıksız vermektir.

Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı zaten; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Aşklar da bakım İstiyor...

Günümüzde kadına şiddetten bahsediliyor ya! Zannediliyor ki kırsaldaki, varoşlardaki eğitimsiz, kaba, saba insanlar kadına şiddet uyguluyorlar. Psikologlar ‘’ihmal’’in ‘’şiddet’’ten daha tahripkâr olduğunu söylüyorlar. Zannedildiğinin aksine kadına şiddeti; kırsaldaki, varoşlardaki eğitimsiz, kaba, saba insanlar değil, bilakis şehrin en lüks semtlerinde, gayet düzgün, eğitimli, kariyerli, kelli, felli insanlar ‘’ihmal’’ yoluyla en uç biçimiyle uygulamaktadırlar. Bıçaklarla bedenler, ihmal ile de ruhlar delil deşik edilir...

Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”

Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...

Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.

Roland Barthes’in da güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık / Tarih Toplum Felsefe Dizisi, İstanbul, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.

Zaten söylerdi Cemal Süreyya bir şiirinde:

‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’

***

Anlıyorsunuz değil mi? Uzun uzun anlattım ama anlatmak istediğimi iki kelimeyle de özetleyebilirdim:

’Sevgi emektir!’’

Sevgililer gününüz kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN




Melankoli

13 Şubat 2019

Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumuydu: Melankoli. Nükhet Duru’dan başka kimse ruhumuza üflercesine böyle söyleyemezdi zaten bu şarkıyı.

Sabahattin Ali 1932'de Konya Hapishanesi’nde yazar bu şiiri ve deli gibi âşık olduğu Ayşe Sıtkı isimli kadına ithaf eder.

‘’Beni en güzel günümde,
Sebepsiz bir keder alır,
Bütün ömrümün beynimde, 
Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kederimi,
Bir ateş yakar tenimi,
İçim dar bulur yerini,
Gönlüm dağlarda dolanır.’’

Bu şiiri severek okur, Nükhet Duru'yu da severek dinlerdik değil mi?

Şiirin son dizesinde ''İçim dar bulur yerini, gönlüm dağlarda dolanır’’ derken gerçekten benim içim her daim dar bulur yerini, sığmaz içim içine, çözümü dağlarda bulur gönlüm, gönlüm dağlarda dolanır.

Gönlüm dağlarda dolanırken o dağların bana yadigarı Şehriyar’ı hatırlarım. Ve O’nun bana nadiren kızdığı o anı anımsarım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi o keskin keskin, o çakmak çakmak gözleri ile bana hiddetle söylendiği o anı anımsarım: O an Celâlâbâd’da, zemheri aylarının o dondurucu soğuğunda, o yüksek rakımda, uzaklarda Hindukuş dağları bir gelin elbisesi gibi o kar örtüsüyle bembeyaz giyinmişken Şehriyar'ın bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarladığı o anı anımsarım: ‘’Anlamadın mı hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana… ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana… Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana...

Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, başımı öne eğerek, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dâhi hiç içimin rahat olmadığını hiç… Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde hâlâ tarifi bir mümkünsüz sessiz sedasız bir hüzün olduğunu… Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a...

O günler çoook, çok gerilerde kaldı artık...

Kaldı ama sadece ben mi, bizler zaten hep sebepsiz hüzünlenenler ülkesiydik… Ve sebepsiz hüzün de hocamızdı bizim... Ve bizlere de hüzün hep mutluluk verirdi… Ve hüzün hiç peşimizi bırakmazdı bizim... Hüzün bir kedinin kuyruğu gibi hep bizimle beraber gelirdi biz nereye gidersek gidelim...

Tacik asıllı, ABD vatandaşı Khaled (Halid) Hosseini’nin "Uçurtma Avcısı" (Everest Yayınları, 2004) isimli romanında geçerdi: "Gerçekle yaralanmak, bir yalanla oyalanmaktan daha iyidir." Bir gerçekle yaralandığımızdan mıdır yoksa bir yalanla oyalandığımızdan mıdır bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısınında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda bir türlü aşkı beslemeyi bilmeyişimiz nedeniyle miydi bu sebepsiz kederlerimiz, nedensiz hüzünlerimiz?

İşte bu sebep miydi ki Âşık Mahzuni Şerif'e, insana hüzün şırınga eden o ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünde: ''Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizelerini söyleten! İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlarda bir baykuş gibi ötmeyi istemek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir gitmek isteği? Muhtemeldir ki Mahzuni; kaynağı beslenmediği için ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir. Muhtemeldir ki Mahzuni; hastalanarak, yaralanarak, yorularak, solarak, matlaşarak ölen aşktan dolayı gitmek istemiştir... 

Haldun Taner’in ‘’Yalıda Sabah’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2015) isimli kitabında geçerdi (s. 81): “Sebepsiz mutluluktur asıl mutluluk” diye. Zaten söylerdi bana hep Şehriyar: ‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir.’’ Haldun Taner’in, Şehriyar’ın söylediği gibi mutlu olmak için hep bir sebep, hep bir neden aramamızdan mıydı bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

18. yüzyılda Afrika’dan gemilerle tıkış tıkış Karayip plantasyonlarına getirilen kölelerin ölümcül duygusuymuş melankoli. Tarihçiler, kölelerin çevreye uyumsuzluk, hastalık ve açlık yüzünden öldüğü kadar, melankoli sebebiyle de de öldüklerini yazarlar. Yoksa bizlerin de göz göre göre koyun gibi bir mezbahaneye sürüklenişimizden midir bu sebepsiz hüzünlerimiz, nedensiz kederlerimiz?

Sanırım bütün bu anlatılanlar bu sebepsiz kederlerimizin, bu nedensiz hüzünlerimizin asıl sebebiydi…

Shakespeare melankolinin insanı nasıl da düşünmeyle birleşerek pasifleştirdiğini anlatırdı eserlerinde...

Yoksa yoksa Shakespeare’in söylediği gibi bu sebepsiz hüzünlerimizin, bu nedensiz kederlerimizin, bu melankolimizin düşünmeyle birleşmesi miydi bu pasifliğimiz, bu yılgınlığımız, bu sessizliğimiz? Bir koyun sürüsü gibi bir mezbahaneye uslu uslu gidişimiz?

İşte, işte hep bütün bunlardan dolayıdır ki Sabahattin Ali'nin şiiri, Ali Kocatepe'nin bestesi ve Nükhet Duru'nun unutulmaz yorumu beynimizde takılmış bir plak gibi, gece gündüz, gün yirmidört saat bir bitmemecesine döneeeer durur: 

"Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde acı bir tortusu kalır.''

Osman AYDOĞAN

Nukhet Duru'nun sesinden: Melankoli
https://www.youtube.com/watch?v=qKj8EOuvRcI

Melankoli

Beni en güzel günümde 
Sebepsiz bir keder alır. 
Bütün ömrümün beynimde 
Acı bir tortusu kalır. 

Anlıyamam kederimi, 
Bir ateş yakar derimi, 
İçim dar bulur yerimi, 
Gönlüm dağlarda bunalır. 

Ne kış, ne yazı isterim, 
Ne bir dost yüzü isterim, 
Hafif bir sızı isterim, 
Ağrılar, sancılar gelir. 

Yanıma düşer kollarım, 
Görünmez olur yollarım, 
En sevgili emellerim 
Önüme ölü serilir... 

Ne bir dost, ne bir sevgili, 
Dünyadan uzak bir deli... 
Beni sarar melankoli: 
Kafamın içersi ölür.

Sebahattin Ali, 1932 Kânunievvel (Aralık), Konya




Kılıç yarası…

12 Şubat 2019

‘’Yaşlı ve çirkin bir mandarin, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler, ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gelgelelim güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş, dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş.’’

Bu hikâye Aslı Erdoğan’ın öykü kitabı ‘’Mucizevi Mandarin’’ (Everest Yayınları, 2016)’in 42'inci sayfasında yer alır. Mandarin; Avrupalıların, Çin üst düzey devlet memurlarına verdikleri bir addır. Bu öykü üzerine de Ayşe Arman Hürriyet’deki bir yazısında şu yorumu yapar:

‘’Tam da bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz? Aşktan bunca korkmamız bu yüzden değil mi? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz. Çünkü zaten, her tarafımız kılıç yaralarıyla dolu. Ama bir şekilde kapanmış, kabuk bağlamış yaralar onlar. Nasıl yapmışsak yapmışsız, üstesinden gelmişiz. Ama biri o kabuk tutmuş yaraları, okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyorlar yeniden. Birine teslim olduğumuzda, anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor. O yüzden değil mi içimizi tutmamız? Birine teslim olmaktan ölesiyle korkmamız? Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? Anlatsam mı anlatmasam mı kararsızlığımız... Bu sevgi beni acıtır mı kuşkularımız...’’

Bu öykü ve Ayşe Arman'ın öykü üzerine yazısından sonra bu konuda benim yazacak, benim söyleyecek başka bir şeyim kalmıyor. Yazılan yazılmış, söylenen söylenmiş, verilmek istenilen mesaj verilmiştir. Ancak konu Aslı Erdoğan'dan açılmışken onun ilk kitabı “Kabuk Adam”da (Everets Yayınları, 2016) sanki sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkesin maruz kaldığı bir davranışı anlattığı şöyle bir ifadesi var:

“Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.” 

Hep ama hep sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkese yaptıkları gibi... Sonra da bunu yapanlar bir ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtlarında taşırlar...  

Bundan dolayıdır ki sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten herkesin her yanı bir şekilde kapanmış, kabuk bağlamış kılıç yaralarıyla doludur... Hikâyede olduğu gibi, Ayşe Arman'ın söylediği gibi biri o kabuk tutmuş yaraları, okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor o yaralar ve oluk oluk kanama başlıyorlar yeniden. Sevgi dolu, sevecen, duyarlı, hisli, içten olanlar birine teslim olduklarında, anlatmaya başladıklarında, içlerini döktüklerinde, bedenleri ve ruhları kan revan içinde kalıveriyor. O yüzdendir onların içlerini tutmaları, birine teslim olmaktan ölesiyle korkmaları, ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmaları, anlatsam mı anlatmasam mı kararsızlıkları, bu sevgi beni acıtır mı kuşkuları...

Bu memleketin en büyük sorunu ne terör, ne enflasyon ne de güvenliktir. Bu memleketin en büyük sorunu sevgisizliktir... Bundan dolayı da bu memlekette sevgi dolu insanların kaderleri de hep her yanlarının kılıç yaralarıyla pare pare olmasıdır...

Aslında anlatacaklarım bu kadar... Ama öykünün yazarı Aslı Erdoğan hakkında da kısa bir bilgi vermesem olmazdı...

Yazıda hikâyenin alındığı ‘’Mucizevi Mandarin’’ isimli kitabın yazarı Aslı Erdoğan (d. 1967) eserlerini 90'lı yıllarda vermeye başlamış fizikçi yeni kuşak kadın yazarlarımızdandır. Türk edebiyatının ilk Türk fizikçilerdendir. Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunudur. Aynı üniversitede Fizik dalında yüksek lisans yapar. İki yıl İsviçre CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi)'de çalışır. 

Rio de Janeiro Üniversitesi’nde başladığı Fizik doktorasını yarıda bırakarak edebiyatçılığı seçer; öykücü kimliği ile tanınır. Öykünün yanı sıra romanlar yazar ve çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapar. Aslı Erdoğan'ın eserleri özellikle Avrupa ülkelerinde ilgi görür ve sekiz dile çevrilir.

Eserleri şunlardır; “Kabuk Adam” (1994), ‘’Mucizevi Mandarin’’ (1996), ‘’Kırmızı Pelerinli Kent’’ (1998), ‘’Hayatın Sessizliğinde’’ (2005), “Bir Yolculuk Ne Zaman Biter” (2000), ‘’Bir Delinin Güncesi’’ (2006), ‘’Bir Kez Daha’’ (2006), ‘’Taş Bina ve Diğerleri’’ (2009). 

“Tahta Kuşlar” adlı öyküsü Almanya’da Deutsche Welle ödülü kazanınca kendisini tüm Avrupa tanır ve bu öyküsü birçok dile çevrilip yayımlanır. Fransız Lire dergisi onu “Geleceğin 50 yazarı”ndan biri olarak seçer. ‘’Mucizevi Mandarin’’ İsveç’te yılın kitabı seçilir.

20 Ağustos 2016 yılında Özgür Gündem gazetesine yönelik yapılan soruşturmada silahlı terör örgütü üyeliği ve halkı kışkırtmak iddiasıyla tutuklanır. Erdoğan tutuklu iken İsveç Pen tarafından sürgünde, tehdit altında ya da cezaevinde bulunan bir yazar ya da gazeteciye verilen Tucholsky Ödülü'ne layık görülür. Aslı Erdoğan 97 gün tutuklu kaldıktan sonra 23 Kasım 2016 günü tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilir.

Yargılanması esnasında; "Hukuk varmış gibi savunma yapacağım" diyerek şu savunmayı yapar:

"1998 yılında Radikal isimli gazetede yazılar yazmaya başladım. 2001 yılında ayrıldım. Bir dönem Birgün gazetesinde yazılar yazdım. 2010’da tekrar Radikal gazetesinde yazmaya başladım. 5 ay sonra işime son verildi. 2011 yılının Mart ya da Nisan ayında Özgür Gündem’de yazmaya başladım. Edebiyatçı olduğumdan yedi adet romanım bulunmaktadır. 15 dile çevrilmiştir. Fil ve Kara Karga edebiyat dergilerine de yazılar yazıyorum. Benim hiçbir terör örgütüyle hiçbir şekilde ilişkim yoktur. Yayın Danışma Kurulunun kimler yazı yazacak, yayın politikası nasıl olacak şeklinde bir müdahalesi kesinlikle yoktur. Üzerime atılı hiçbir suçlamayı kabul etmiyorum.”

Hapisten çıktıktan sonar bir gazeteye verdiği röportajında şu sözleri söyler: ''Sorun cezaevine atılmak değil, sorun haksızlığın verdiği acı. Sen ispat etmeye çalışıyorsun. Bu ağır bir darbe. Mertçe davranmıyor devlet.''

Aslı Erdoğan, her daim yalnız, her daim mahzun, her daim düşünceli, konuşurken sesinde acı, gözünde hüzün olan güzel bir kadındır. Aslı Erdoğan yazarken de kelimeleri kurşun gibi kullanan bir yazardır.

‘’Kabuk Adam’’ kitabında şöyle yazardı Aslı Erdoğan:

‘’Belki de yazmaya değer tek şey, gerçekten yazılamayandır…’’

Kim bilir, belki de bu nedenle tutuklanmıştır Aslı Erdoğan…

Osman AYDOĞAN




Bir sabiyyenin ‘’Gözyaşları’’

11 Şubat 2019

Kasım 2016’da Meclis’e getirilen, dönemin Adalet Bakanı tarafından “Düğün yapılmış, dernek yapılmış, gelmişler, hediyeleri takmışlar, resmen evlenmişler” diyerek savunduğu ancak tepkiler üzerine geri çekilen bir önerge vardı. Bu önerge ‘’çocuklara cinsel istismar suçlarında mağdur ve failin evlenmesi halinde, cezanın ertelenmesini ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını’’ öngören bir düzenleme idi. Bu önerge çocuk yaşta evlilikleri, çocuk istismarlarını ve tecavüzleri neredeyse yasalaştıracak bir düzenlemedir. Yaklaşan seçim nedeniyle bu önergenin yeniden gündemde alınması üzerine İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini bir daha yazmak, bir daha hatırlatmak istedim.

Sadece bir sapık bir genç kızın bedenini ve ruhunu iğfal etmez... Bazen de bir parlamento bir yasa ile bir toplumun bütünlüğünü ve ruhunu iğfal edebilir.

***

Beş Hececiler (‘’Hecenin Beş Şairi’’, ‘’Hececiler’’ veya ‘’Hecenin Beş Ozanı” olarak da adlandırılırlar); I. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Milli Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır…

Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.

Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan ‘’Beş Hececiler’’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyük olmuştur.

‘’Beş Hececiler’’; şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişler ve şiirlerinde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir.

İşte bu ‘’Beş Hececiler’in öncüsü kimselerin, kimseciklerin bilmediği ‘’Gözyaşları’’ döken bir kadın şairimiz var: İhsan Raif Hanım.

Ahmet Haşim bu konuda şöyle der: “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım.” 

Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (namı diğer Feylosof Rıza) İhsan Raif Hanım’ın aile dostlarıdır ve İhsan Raif Hanım’ın şiir bilgisine katkıda bulunanlar arasındadır. Ancak İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfik’le tanışmadan önce de şiirleri vardır.

İhsan Raif Hanım ilk şiirlerini, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de yayımlamaya başlar. İhsan Raif Hanım 1908’de Meşrutiyet döneminde ateşli bir kadın hakları savunucusudur; kadınlar için üniversite açılmasını savunanlar arasında yer alır.

İhsan Raif Hanım’ın ağabeyi Mehmet Fuad Bey, milli edebiyat akımını hazırlayan dilcilerdendir; Halit Ziya Uşaklıgil ise İhsan Raif Hanım’ın eniştesidir.

19. yüzyılda mutasarrıflık, valilik, nazırlık, ayan üyeliği ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Babası Köse Mehmet Raif Paşa Mithat Paşa’nın yanında çalışmıştır. Bu nedenle Sultan II. Abdülhamit kendisinden pek hoşlanmaz ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirir. İhsan Raif Hanım’ın 1877 yılında Beyrut’ta doğmasının nedeni de budur. Babası kendisiyle birlikte sık sık yer değiştiren kızlarının eğitimi için gittiği yerlerde bulduğu özel hocalar tarafından kızlarının eğitimlerini sağlar. Bundan dolayı İhsan Raif Hanım, küçük yaştan itibaren yetkin hocalardan iyi bir ev eğitimi alır. Tevfik Lami Bey’den Türk ve Batı müziği, piyano ve Fransızca öğrenir. Musiki, edebiyat, felsefe, yabancı dil eğitimiyle hayatı renklenir.

Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapar. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaai Hukuk Derneğinin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiirler okur. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde de ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verir.

Kadın dergisi Mehasin’de Halide Edip, Emine Semiye, Şükufe Nihal ve Fatma Aliye’nin yazılarıyla birlikte şiirleri yayımlanır. Bunlar vatanperver şiirlerdir. 1912 yılında şiirlerinin bazılarını yeni yetenekleri destekleyen kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayınlar. Bu şiirler vesilesiyle daha sonra anlatacağım üçüncü eşi olacak derginin yayın yönetmeni Şahabettin Süleyman’la tanışır.

1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini ‘’Gözyaşları’’ adıyla kitaplaştırır.

İhsan Raif Hanım’ın başından dört evlilik geçer. Babasının dayatmasıyla gerçekleşmiş Mehmet Ali Bora ile olan on beş yıllık ilk evliliğinden Ahmet Hikmet Bora (1891-1970); Hatice Mehruba Atay (1895-1984, daha sonraları Falih Rıfkı Atay'ın iknci eşi) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972) adlarında üç çocuğu olur. Şairin bu dönemine yazımın sonunda ayrıntılı bir şekilde yer vereceğim.

Mehmet Ali Bora’dan boşanıp çok kısa süren ikinci evliliğinden sonra evlendiği dönemin ünlü yazar ve Rübab dergisinin yönetmeni ve Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası Şahabettin Süleyman’la evlenir. Bu altı yıllık mutlu evliliği süresince Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevre edinir ve şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.

Bu mutlu evlilik, Goethe’nin ‘’Aşkın kitabında az sevinç, çok ıstırap ve ayrılık gördüm. Vuslat ise küçük bir yer işgal ediyordu…’’ sözünü doğrularcasına dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de Şahabettin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yummasıyla noktalanır.

‘’Söyletme’’ isimli şiirinde o günlerdeki acısını anlatır:

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.

İhsan Raif Hanım, bu ani ölümden kısa bir süre sonra İsviçre’de Şahabettin Süleyman’la birlikte tanıştıkları sonradan Müslüman olan ve adını Hüsrev olarak değiştiren Bell adında Strasburglu bir şairle dördüncü evliliğini yapar.

Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris’te geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında 1926 yılının Nisan ayında kırk dokuz yaşında iken vefat eder. Naaşı Türkiye’ye getirilerek Rumelihisarı Kabristanı’na defnedilir.

İhsan Raif Hanım yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları da seslendirir. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanmıştır; ayrıca başkalarının da bestelediği manzumeleri vardır, çoğu, şairin adı anılmadan seslendirilmektedir. İlk defa Kenan Akyüz, 1958 yılında yayımladığı ‘’Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi’’nde ‘’Gözyaşları’’ndan seçilen on bir şiiri antolojiye alır. Akyüz’e göre İhsan Raif, Türk kadın şairlerinin en lirik olanıdır.

Bilinen eserleri; ‘’Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye’’ (1912), ‘’Gözyaşları’’ (1914) ve ‘’Kadın ve Vatan’’ (1914)’dır.

İhsan Raif Hanım’ın yayımlanmış ve yayımlanmamış tüm şiirleri ancak 2001 yılında Cemil Öztürk’ün yayımladığı çalışmayla edebiyat tarihine kazandırılır. (Dr. Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım, Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2001)

Bu tarihten önce ise 1987 yılında Kültür Bakanlığı "Türk Büyükleri" dizisinden Hüveyla Çoşkuntürk, yaşamı ve şiirlerinden oluşan bir seçki yayımlamıştır. (Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Büyükleri Dizisi 51, 1987)

Ancak hayat hikâyesini roman şeklinde anlatan tek eser 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan ve bir bestesi de yapılan bildiğimiz bir şiirinin ilk dizesini de ad olarak alan kitaptır: ‘’Kimseye Etmem Şikâyet’’ (Doğan Kitap, 2013)

Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan bina İhsan Raif Hanım’ın babasına ait Taş Konak'tır. Kaymakam Mehmet Öklü de bu konağın hikâyesinden yola çıkarak İhsan Raif Hanım’ın hikâyesine ulaşır ve onu romanlaştırır. Ve kitaba ismini veren şiirin konusu da İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken bu konakta geçer ve hazin bir hikâyedir.

İhsan Raif Hanım yukarıda anlattığım gibi iyi bir eğitim almıştır. Naiftir, her kadın gibi incedir, narindir, duygusaldır, her şair gibi içlidir, hassastır, derindir. Öyküsünü anlatmadan, yaşamında nasıl bir ıstırap çektiğini anlayabilmek için kaynağını bilmediğim bir söze yer vermek istiyorum: ‘’Tohum ne kadar güçlü ise, uygun olmayan bir toprağa düştüğünde kendine vereceği zarar da o kadar büyük olur.’’ Hiç de kendisine uygun olmayan bir toprağa düşen İhsan Raif Hanım için de bu böyle olur... O güçlü tohum hep kendine zarar verir. İhsan Raif Hanım için o uygun olmayan toprak bir kurt gibi için için kemirir kendisini, yer bitirir, tüketir…

Bundan sonra İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini Mehmet Öklü’nün kitabından şöyle özetleyebiliriz:

Şiirin, musikinin, edebiyatın tozpembe ikliminde hür ufuklara kanatlanırken hayatın ona hazırladığı başka bir sürprizden habersizdi İhsan. Taş Konak onun hayallerinin mabedi bir sırça köşke dönmüşken, taş atılan bir cam gibi dünyası tuz buz olacaktı.

Nasıl mı?

İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı aniden, gürültüyle açılıverir birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girer içeriye. Belli ki niyeti kötüdür. İhsan Raif Hanım’ı kaçırmak için gelmiştir. Teşebbüs de eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım iner merdivenlerden ve gözden kaybolur.

İhsan Raif Hanım’ın hatıralarında “Arap bacıların komplosu” olarak anacağı olayda içeri dalan ve İhsan Raif Hanım’ı kaçırmaya kalkışan adam Reji memuru Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali’nin maksadı “karalar çalarak” küçük İhsan Raif Hanım’ı evlenmeye mecbur etmektir.

Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ıstıraplara yol açar. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan Raif Hanım’ı sorumlu tutar.  Babaya göre kendisinden habersiz girişilen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekir. Babaya göre artık İhsan Raif’in adı ‘’kirlenmiş’’tir.

Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”

Şefkat timsali annesinin bazen içine akan, bazen dışına taşan sessiz gözyaşları fayda vermez, sofrasında ekmeğini paylaştığı, dost bildiği insanların ihanetini kimselere anlatamaz İhsan Raif Hanım. Ve babası da İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz ve 13 yaşındaki kızını ‘’Nikâh kâfidir! Sessizce gidin!’’ diyerek “O hain’’ Mehmet Ali’yle evlendirir ve İzmir’e bir sürgün havasında yollar.

1890’da 14 sene dönemeyeceği İstanbul’a veda ederken İhsan Raif Hanım, ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hem de hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılırken Maçka’ya, Teşvikiye sırtlarına, Dolmabahçe sırtlarına bakıp, içinden, ‘’Elveda çocukluğum, elveda güzel kardeşlerim, annem, babam, evim, yuvam… ‘’ diye için için ağlar, hıçkıra hıçkıra ağlar, bir sel gibi gözyaşları döker…

Daha sonra bugünü şöyle hatırlar: ‘’Uykularımda beni yeşil vadilerde uçuran pembe rüyalarımın uçsuz bucaksız bahçelerine veda ediyordum. Kırılırcasına üstüme gelen o kapının adeta hayatımın ikbal kapılarını kapatacağını, bütün acıların açılan bu gedikten hayatıma dolacağını yaşayarak öğrenecektim…’’

İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır. Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Raif Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez.

Sonrasını İhsan Raif Hanım şöyle anlatır:

“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi. Heyhat, saadet güneşim galiba hiç doğmayacak! ..”

Sadece bu kadar da değildi yaşadıkları İhsan Raif Hanım’ın. Anlatırdı paramparça olmuş iç dünyasını: ‘’Aşkıma set çeken bu da değildi sanırım. Gönül telimi titretecek nezaket ve nezaheti bulamadım ben. Ruhumdaki sevgi tomurcukları açmadan soldu belki. Benim pembe hayallerim olmadı hiç. Rüyalarım bile baharda esen samyelinin yakıp kavurduğu elma çiçekleri gibi kavruk…’’

Mehmet Ali’nin olumsuz alışkanlığı içkiyle, kumarla sınırlı değildi. Derken İhsan Raif Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.

“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.

Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da ‘’evli bir dul’’ olarak bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.

Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.

Ve devam eder İhsan Hanım anlatmaya:

 “Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”

İşte o zaman yazar İhsan Raif Hanım o gönül telimizi tir tir titreten şarkının güftesini. Bu şiir çaresiz bir genç kadının yakarışıdır, başına gelenlere sessiz isyanıdır, içten haykırışıdır:

Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...

(İhsan Raif Hanım bu kendi şiirini Suzinak makamında besteler. Daha sonra da bu şiir Kemânî Serkis Efendi tarafından da Nihâvend makamında bestelenir. İhsan Raif Hanım’ın erken vefatı ile kendi bestesi unutulmuş, Serkis Efendi’nin bildiğimiz bestesi yaygınlaşmıştır.)

O günlerde İstanbul’da kalan kız kardeşi Belkis’e yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır:

‘’Yaşadığı denizdeki kayadan koparılmış midye gibiyim. Sağır duvarlara hitap etmekten bıktım. Duvarlara attığım yumruklardan ellerim parçalandı. Her şeye rağmen, hayata tutunmak için çırpınan ümit kuşumun kanatlarını kırmamaya çalışarak yaşıyorum. Saadet ülkesine giden bir yolun olduğuna ve bir gün onu bulma inancımı kaybetmemek için çırpınıyorum. Bugün dört yılını dolduran gurbet hayatım, dört asır gibi geliyor bana. Zamanın geçtiğini çocuklarımdan anlıyorum.’’

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri İhsan Raif Hanım’ın o günlerindeki ağlayışlarının dile şahidi gibidir:

Neden gülmesin gül gibi yüzler; 
Niçin ağlasın o güzel gözler, 
Niye sevgiye sevimsiz sözler, 
Söylenir diye şaşar ağlarım. 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri o günlerde dökülen gözyaşlarını anlatır gibiydi:

Sarardı baharın payinda eylul; 
Titredi emeller, umidler ma'lul; 
Döküldü uzanmış zanbaga melul 
Nergis-i ademin har gözyaşları.

‘’Hırçın’’ isimli şiiri de bu mutsuz evliliğinin dile gelmiş haliydi sanki:

Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.

‘’Genç Günler’’ bu dönemimde aşkı nasıl yaşadığını anlatırdı:

Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar! 
Ey, altına yatıp kaldığım çınar! 
Söyledikçe hala yüreğim oynar, 
Gölgende okudum kitab-ı aşkı. 

‘’Bu Sevdadan Geçersin’’ şiirini de muhtemeldir ki kocasına Aspava'sı için yazmıştı:

Niçin beni yan bakışla süzersin? 
Sözlerime neden dudak bükersin? 
Bugün sever, yarın belki üzersin 
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin. 

Ancak 27 yaşında 3 çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den. Bir süre sonra çapkınlıklarıyla bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkar.

Mehmet Ali Bora’ya duyduğu aşk ve nefret hislerinin tümünü şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, ilk eşine olan hislerini şu mısralarla dile getirir:

“Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;
Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”

Bir başka yerde de şöyle isyan eder Mehmet Ali’ye:

‘’Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından
Korkmaz mısın mazlumun inkisarından’’

İhsan Raif Hanım derin derin düşünür... Ona göre bu olayları başına getiren şey neydi? İhsan Raif’in hatıralarında “Arap Bacıların komplosu” olarak anacağı olayda, yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?

Yine İhsan Raif Hanım’dan dinleyelim:

“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir âdetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”

19. yüzyılda bile 13 yaşında zorla evlendirilen bir sabiyyenin (küçük kız) ruhunda kopan fırtınalar, kıyametler işte böyle… Aldığı eğitim sayesinde İhsan Raif Hanım duygularını dışa vurabilmiş, duygularını şiire, edebiyata dökebilmiştir... Ya duygularını dışa vuramayanlar? Çocuk yaşta genç kızların o meşum, o çaresiz intiharlarının nedeni nedir sanıyorsunuz ki? Günümüzde de böylesi bir geleneğe, böylesine insanın içini karartan bir tuzağa İhsan Raif Hanım'ın söylediği gibi ancak Arap kalfalar gibi böylesine talihsiz ruhlar destek olabilir...

Yazar Mehmet Öklü son olarak kitabını şöyle bitirir:

‘’İhsan Raif Hanım, başını Aşiyan yamaçlarına dayamış kabrinden Boğaz’ın mavi sularını, yeşil korularını, asude göklerini dinliyor. Ziyaretçileri mezar taşındaki bin bir ismini andığı Rabb’ine yakaran mısralarını, 4 Nisan 1926 yazan ona vuslat tarihini heceliyor. Onun insani hüznüne, vicdani hüsnüne, deruni yasına bürünmüş derin sessizlik, kıyamete kadar bitmeyecek nöbetini sürdürüyor.

Raif Kızı İhsan Hanım! Hecenin, aşkın, hüznün, taze Türkçenin, vicdanın, ezanın ve şühedanın şairi! Kimseye şikâyet etmeden kendi halinde ağlayan, ‘Gözyaşları’nın bestekârı. Nişantaşı’nın, İzmir’in, Davos’un mahzun gelini!

Öz dilinin lisanı’na getirdiğin güzelliği, musikimize hediye ettiğin gönül telimizi titreten ölümsüz nağmeleri dinledik. Elmas taşları gibi saçılan gözyaşlarının boşa akmadığını gördük. Firari feryatlarının vicdanlardaki yankısını duyduk, milletine de duyurmak, göstermek istedik. Yaşadığın, sevdiğin semtin Nişantaşı’nda komşun Nigâr Hanım’a gösterilen vefa gibi, bir sokakta İhsan Raif Hanım adını görmek istediğimiz gibi. Hecenin Beş Şairi’ni anarken, onların ablası olarak en başta senin ismini görmek, seninle beraber altı hece şairinin adını saymak istediğimiz gibi. Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olur ümidiyle…’’

İhsan Raif Hanım, daha çocukken Nişantaşı’nda Taş Konak’ta hocası Rıza Tevfik ile hocasının bir şiiri üzerinde çalışıyorlardı. Hocası Rıza Tevfik’in şiiri şöyleydi:

‘’Yürü be hey bî vefâ hercâî güzel 
Gönlüm o sevdâdan vaz geldi geçti
Soldu açılmadan gonca-i emel
Sonbahar’a erdik yaz geldi geçti’’

İhsan Raif Hanım hocasına bu şiire Türkçeyi kullanmak adına şu düzeltmeyi yapmak istediğini söyler:

‘’Hocam, ‘bî vefa’ yerine ‘vefasız’ desek, şiirin havasına daha uygun olmaz mı? Çünkü bu iç sızlatan bir şiir hocam… Vefasız dersek ‘’sız’’ ekiyle mevcut sızıya bir sızlama daha eklenip gönül sızısı artmaz mı?’’

İhsan Raif Hanım bu sözleriyle sanki kendi hikâyesini anlatırdı. Çünkü bu hikâye iç sızlatan bir hikâyedir... Çünkü bu hikâye mevcut sızıya bir sızlama daha ekleyip gönül sızısını artıran bir hikâyedir… Çünkü bu hikâye bir gelenek adına hâlâ toplumun ruhunu inim inim inleten, toplumun vicdanını sızım sızım sızlatan bir hikâyedir... 

Ey hecenin, aşkın, hüznün şairi! Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olsun!

Osman AYDOĞAN 

 İhsan Raif Hanım’ın yazımda geçen şiirlerinin tam metni:

Söyletme

Söyletme beni derdim büyüktür
Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür
Hayatım bana bir koca yüktür.
Gönül bağında baykuşlar öter.

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri

Neden gülmesin gül gibi yüzler; 
Niçin ağlasın o güzel gözler, 
Niye sevgiye sevimsiz sözler, 
Söylenir diye şaşar ağlarım. 

Şu gördüğümüz rengârenk, çiçek, 
Sevdalı bülbül, arı, kelebek, 
Yekdiğerini bırakıp gidecek: 
Vefasızlığa bakar ağlarım. 

Solmasın dersin sümbülüm, gülüm; 
Yâri elinden alacak ölüm; 
Bütün dünyayı inletse ünüm; 
Çaresizlikten coşar ağlarım. 

Neş'e gizlenir çöker bir melal; 
Her vücud, her şey mahkûm zülal; 
Son nefese kadar tükenmez cidal, 
Tükenmez derdim sayar ağlarım. 

Aklım ermiyor of, ne haldir bu! 
Yaşamak için dert, mihnet kaygu; 
Bir zevke bedel bin acı duygu; 
Duygusuz felek sorar ağlarım. 

Zalimler ceza görmeli elbet. 
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet? 
Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet? 
Haksızlıklara yanar ağlarım. 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri

Firari bahardan, aşık hazandan, 
Cu-yi dile ma'kes nay-i hicrandan, 
Nagme-yi sevdadan, bu-yi figandan 
Serpildi melalin elmas taşları. 

Sarardı baharın payinda eylul; 
Titredi emeller, umidler ma'lul; 
Döküldü uzanmış zanbaga melul 
Nergis-i ademin har gözyaşları.

Hırçın

Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.

Sevmek isterim yanımdan kaçar,
Uzak durursam ateşler saçar,
Sitem sözlerle dilde derd acar,
Fakat arttırdı gönül sevdayı.

Eziyet etmek en büyük zevki;
Muazzeb görmek neş'esi, şevki;
Şeytanlıkta hiç bulunmaz fevki,
Meşke başladı gönül cefayı.

Sevdirebilmek hayli emektir,
Gücendim git, der, gel sev demektir;
Merakı uzup lütf eylemektir,
Onsuz bulamaz gönül sefayı.

Genç Günler

Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar! 
Ey, altına yatıp kaldığım çınar! 
Söyledikçe hala yüreğim oynar, 
Gölgende okudum kitab-ı aşkı. 

Ey, kumrulu bahçem, sümbüllü bağım! 
Ey, bülbüllü derem, mineli dağım! 
Sizinle geçti en güzel çağım, 
Orada dinledim rubab-ı aşkı. 

Muhabbet bağında kendimden geçtim, 
Ateşler içinde bir lale seçtim, 
Yandı yüreğiyim, kanarak içtim; 
Kızıl dudağından serab-ı aşkı.

Bu Sevdadan Geçersin

Niçin beni yan bakışla süzersin? 
Sözlerime neden dudak bükersin? 
Bugün sever, yarın belki üzersin 
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin. 

Sevsen de hoş, sevmesen de sen beni, 
Ben vahşiyim, hiç sevdirtmem kendimi; 
Bu halimle incitirim ben seni; 
İncinmeden bu sevdadan geçersin. 

Bülbül gibi âşık olma her güle; 
Vefasızdır, gül inanmaz, bülbüle; 
Çünkü şakır lalelere, sümbüle; 
Sümbül gibi aşkın solar geçersin. 




Heyder Baba’ya Selam

10 Şubat 2019

Dün bu sayfada Çin zindanlarında 08 Şubat 2019 günü katledilen Doğu Türkistanlı Büyük Uygur Ozanı Abdurehim Heyit'i anarken ve onun şahseri ''Uçraşkanda''yı verirken, bu sefer de şiirlerinde ''Şehriyar'' mahlasını kullanan İran Türkistanından bir başka ozan ve onun ''Heyder Baba'ya selam'' isimli şiiri aklıma geldi.

Bu ozanın asıl adı Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi’dir. (1906 - 1988) Şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanır. Kısaca Muhammed Hüseyin Şehriyar olarak tanınır. Tebriz doğumlu Azeri Türküdür. Şiirlerini hem Azerbaycan Türkçesi ile hem de Farsça olarak yazmıştır.  İran şiirinde Hafız kadar önemli bir şahsiyettir. Anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça , iyi derecede Fransızca bilir. 

Şehriyar'ı bize tanıtan, günümüzde yaşatan  Azerbaycan İlimler Akademisinden ‘’Şehriyar'ın Hayatı ve Sanatı’’ adlı tezi ile filoloji doktoru unvanını alan Yusuf Gedikli'nin ''Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri'' isimli kitabıdır. (Ötüken Neşriyat, 1990) Şehriyar'ı tanıtan bir diğer kitap da Azeri yazar Esmira Fuad’ın ‘’Muhammed Hüseyin Şehriyar, Yaşamı, Edebi Çevresi ve Eserleri’’ adlı eseridir. (Peon Yayınları, 2014)

Şair kelimesinin hakkını veren şairlerdendir. Aşağıdaki dörtlük sanırım bunu gösterir:

''Bir insan köçürse dünyadan eger,
sen ele bilme ki, tek bir can gedir.
Her sönen baxışda saysız dilekler,
her kiçik tabutta bir cihan gedir''

1951 yılında en bilinen eseri ve başyapıtı olan ‘’Heyder Baba’ya Selam’’ şiir kitabı yayımlanır. Şiire ismini veren Heyder Baba, Şehriyar’ın köyünün üstünde kurulu olduğu dağın adıdır. Şiirin önemli bir kısmını Şehriyar'ın çocukluk hatıraları ve o günlere duyduğu özlem oluşturur.

“Heyder Baba”ya Selam’’ aslında Azeri kültürünün bir köy senfonisidir. Şiirle beraber kendinizi birden bire Azerbaycan’ın renkli, canlı ve coşkun doğasının kucağında, “Heyder Baba” tepesinde gök yüzünün ışığı ve sağanak yağmuru altında, sel gibi akan suları arasında ama özellikle çocukluğunuzda buluverirsiniz.

Şair şiirine selamla başlar:

‘’Selam olsun şevketinize, elinize
benim de bir adım gelsin dilinize’’

Sonra şiirde şairin çocukluk anıları başlar:

‘’Hatırlar mısın nasıl koşar, kaçardım!
kuşlar misali kanat çırpıp uçardım!’’

Ve ve ve Doğu’nun binlerce yıllık kaderini şu iki dizede özetler:

‘’Behiştimiz cehennem olmakdadır, 
Zilheccemiz meherrem olmakdadır.’’

‘’Behişt’’, Azerice cennet demektir. Zilhicce ile de Muharrem ayındaki matem ve sevinç günlerine atıf yapılır. İmam Hüseyin’in şehadeti (sonsuz matem) Muharrem ayındadır. İşte büyük usta Şehriyar’ın, Zilhicce aynının muharrem olmasından kastı normalde güzel olması gereken günlerin hep matem havası içinde geçmesidir. Öyle değil midir? Normalde güzel olması gereken günlerimiz hep matem havası içinde geçmekte değil midir? Behiştimiz cehennem olmakta değil midir? 

Şiirinde Şehriyar sanki vasiyetiymişçesine demez mi ki "birbirizden ayrılmayın, amandı". Şehriyar sanki günümüzdeki bizleri anlatmakta değil midir?

‘’Heyder Baba, göyler bütün dumandı, 
Günlerimiz birbirinden yamandı, 
Birbirizden ayrılmayın, amandı, 
Yakşılığı elimizden alıblar, 
Yakşı bizi yaman güne salıblar!’’

Sonra sonra yürekten çığlık çığlığa kopan bir haykırışla tüm bir dünyayı, tüm bir hayatı, tüm bir tarihi anlatır Şehriyar:

‘’Heyder Baba, dünya yalan dünyadı, 
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı, 
Oğul doğan, derde salan dünyadı, 
Her kimseye her ne verib alıbdı, 
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı. 

Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler, 
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler, 
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler, 
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu, 
Dünya mene harâbe-i şâm oldu.'' 

Bizim bildiğimiz, sözleri Sabahattin Ali'ye bestesi Zülfü Livaleni’ye ait olan ‘’Leylim ley’’ türküsünü Azeri sanatçi Çingiz Habibiyan Şehriyar'ın yukarıdaki dizeleri ile yorumlar. Azerilerin ifadesiyle; ''Çingiz Həbibiyan Şəhriyar'ın məşhur 'Heydərbaba' şerini Zülfü Livanəlinin bəstəsi ilə ifa edir...  Bakın görün!'' Yazımın sonunda bu yorumun bağlantısını verdim. Mutlaka ama mutlaka dinlemenizi isterim. Azeri müziği bizim müziğimizin fersah fersah üstündedir zaten!

Şehriyar'ın şu dizeleri tam da günümüzü anlatmaz mı?

''Şehriyar’ım gözüm yaşı sel kimin,
Garip sen mi vetanında el kimin,
Sevdan üreğimde kara yel kimin,
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Haramzadalardan yoldaş olar mı?''

Yaşadığımız günleri görünce, gittiğimiz karanlık çağı düşününce onun bir başka şiirindeki dizleri gelir aklıma, için için ağlarım ben:

"Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım 
iki yabancı kafa kafaya verip ağlayayım."

Yazımın sonundaki bağlantıda şair Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri’’ni veriyorum. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar duygulandırmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar mahzun bırakmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar hırpalamamıştır. Bu şiiri Şehriyar’ın sesinden dinlerken yazılarımda hep bahsettiğim Hindukuş Dağlarının karı gibi için için eririm ben…

Bu şiiri Şehriyar'ın sesinden dinlerken hep memleketim Yeşilhisar'a, çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirir, çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, dayılarımı, halamı, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı, Heyder Baba'yı değilse de Havdıra Dağını bir bir hatırlarım ben. 

Şimdi bu destanı okuma vaktidir. Şiiri orijinal haliyle Azerice olarak aşağıda veriyorum. Şiir Türkçeymişcesine anlaşılır açıklıktadır.... Şiirin uzunluğu yanıltmasın sizi, eğer kırsal kökenden geliyorsanız şiirde kendinizi, köyünüzü veya kasabanızı bulursunuz.

Aziz şairimizi saygıyla yâd ederim.... Ruhu şâd, mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...

Osman AYDOĞAN 

Bir not: Yazılarımda hep ismi geçen Şehriyar ile bu sitenin adı olan Şehriyar’ın anlattığım Şair Şehriyar ile bir ilgisi yohtur. Sadece isim benzerliği vardır!

Çingiz Həbibiyan, sözleri Şəhriyar'ın 'Heydərbaba' şiirinden, Zülfü Livaneli'nin bestesi ile:
https://www.youtube.com/watch?v=XXQIvfbDrnM

Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri
https://www.youtube.com/watch?v=yA4CRNAOWx8


Heyder Baba’ya Selam

Heyder Baba, ıldırımlar şakanda, 
Seller, sular şakkıldayıb akanda, 
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda, 
Selâm olsun şevkatize, elize, 
Menim de bir adım gelsin dilize. 

Heyder Baba, kehliklerin uçanda, 
Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda, 
Bahçaların çiçeklenib açanda, 
Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele, 
Açılmayan ürekleri şâd ele. 

Bayram yeli çardakları yıkanda, 
Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda, 
Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda, 
Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun, 
Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun. 

Heyder Baba, gün dalıvı dağlasın, 
Üzün gülsün, bulakların ağlasın, 
Uşaklarun bir deste gül bağlasın, 
Yel gelende ver getirsin bu yana, 
Belke menim yatmış bahtım oyana. 

Heyder Baba, senin üzün ağ olsun, 
Dört bir yanın bulak olsun, bağ olsun, 
Bizden sora senin başın sağ olsun, 
Dünya kazov-kader, ölüm-itimdi, 
Dünya boyu oğulsuzdu, yetimdi. 

Heyder Baba, yolum senden keç oldu, 
Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu, 
Heç bilmedim gözellerin neç oldu, 
Bilmezidim döngeler var, dönüm var, 
İtginlik var, ayrılık var, ölüm var. 

Heyder Baba, igit emek itirmez, 
Ömür geçer efsus bere bitirmez, 
Nâmerd olan ömrü başa yetirmez, 
Biz de vallah unutmarık sizleri, 
Görenmesek helâl edin bizleri. 

Heyder Baba, Mir Ejder seslenende, 
Kend içine sesden-köyden düşende, 
Aşık Rüstem, sazın dillendirende, 
Yadındadır ne hövlesek kaçardım, 
Kuşlar tekin kanad çalıb uçardım. 

Şengülava yurdu, aşık alması, 
Gâh da gedib orda konak kalması, 
Daş atması, alma-heyva salması, 
Kalıb şirin yuhu kimin yadımda, 
Eser koyub, ruhumda her zadımda. 

Heyder Baba, Kuru gölün kazları, 
Gediklerin sazak çalan sazları, 
Ket kövşenin payızları, yazları, 
Bir sinema perdesidir gözümde, 
Tek oturub, seyr ederem özümde. 

Heyder Baba, Karaçemen caddası, 
Çovuşların geler sesi, sedası, 
Kerbelâ’ya gedenlerin kadası, 
Düşsün bu aç, yolsuzların gözüne, 
Temeddünün uyduk yalan sözüne. 

Heyder Baba, şeytan bizi azdırıb, 
Mehebbeti üreklerden kazdırıb, 
Kara günün ser-nüviştin yazdırıb, 
Salıb halkı bir-birinin canına, 
Barışığı beleşdirib kanına. 

Göz yaşına bakan olsa, kan akmaz, 
İnsan olan hancer beline takmaz, 
Amma hayıf, kör tutduğun burakmaz, 
Behiştimiz cehennem olmakdadır, 
Ziheccemiz meherrem olmakdadır. 

Hazan yeli yarpakları tökende, 
Bulut dağdan yenib kende köçende, 
Şeyhülislam gözel sesin çekende, 
Nisgilli söz üreklere deyerdi, 
Ağaçlar da Allah’a baş eyerdi. 

Daşlı bulak daş-kumunan dolmasın, 
Bahçaları saralmasın, solmasın, 
Ordan keçen atlı susuz olmasın, 
Deyne bulak, hayrın olsun, akarsan, 
Ufuklara humar-humar bakarsan. 

Heyder Baba, dağın daşın seresi, 
Kehlik okur, dalısında feresi, 
Kuzuların ağı, bozu, karası, 
Bir gedeydim dağ-dereler uzunu, 
Okuyaydım: 'Çoban, kaytar kuzunu'. 

Heyder Baba, Sulu yerin düzünde, 
Bulak kaynar çay çemenin gözünde, 
Bulakotu, üzer suyun üzünde, 
Gözel kuşlar ordan gelib keçerler, 
Halvetleyib bulakdan su içerler. 

Biçin üstü sünbül biçen oraklar, 
Ele bil ki, zülfü darar daraklar, 
Şikarçılar bildirçini soraklar, 
Biçinçiler ayranların içerler, 
Bir huşlanıb, sondan durub biçerler. 

Heyder Baba, kendin günü batanda, 
Uşakların şamın yeyib yatanda, 
Ay bulutdan çıkıb kaş-göz atanda, 
Bizden de bir sen onlara kıssa de, 
Kıssamızdan çoklu gam u gussa de. 

Karı nene gece nağıl deyende, 
Külek kalkıb kap-bacanı döyende, 
Kurd keçinin Şengülüsün yeyende, 
Men kayıdıb bir de uşak olaydım, 
Bir gül açıb ondan sora solaydım. 

‘Emmecan’ın bal bellesin yeyerdim, 
Sondan durub üs donumu geyerdim, 
Bahçalarda tiringeni deyerdim, 
Ay özümü o ezdiren günlerim, 
Ağac minib, at gezdiren günlerim. 

Heçi hala çayda paltar yuvardı, 
Memmed Sadık damlarını suvardı, 
Heç bilmezdik dağdı, daşdı, divardı 
Her yan geldi, şıllak atıb aşardık, 
Allah, ne koş, gamsız-gamsız yaşardık. 

Şeyhülislam münâcatı deyerdi, 
Meşed Rahim lebbâdeni geyerdi, 
Meşdâceli bozbaşları yeyerdi, 
Biz hoş idik, hayrat olsun, toy olsun, 
Fark eylemez, her n’olacak, koy olsun. 

Melik Niyaz verendilin salardı, 
Atın çapıb kıykacıdan çalardı, 
Kırkı tekin gedik başın alardı. 
Dolayıya kızlar açıb pencere, 
Pencerelerden ne gözel menzere. 

Heyder Baba, kendin toyun tutanda, 
Kız gelinler hena, pilte satanda, 
Bey geline damdan alma atanda, 
Menim de o kızlarında gözüm var, 
Aşıkların sazlarında sözüm var. 

Heyder Baba, bulakların yarpızı, 
Bostanların gülbeseri, karpızı, 
Çerçilerin ağ nebatı sakkızı, 
İndi de var damağımda, dad verer, 
İtgin geden günlerimden yad verer. 

Bayram idi gece kuşu okurdu, 
Adaklı kız bey çorabın tokurdu, 
Herkes şalın bir bacadan sokurdu, 
Ay ne gözel kaydadı şal sallamak, 
Bey şalına bayramlığın bağlamak. 

Şal istedim men de evde ağladım, 
Bir şal alıb tez belime bağladım, 
Gulam gile kaçdım, şalı salladım, 
Fatma hala mene çorab bağladı, 
Han nenemi yada salıb ağladı. 

Heyder Baba, Mirzemmed’in bahçası, 
Bahçaların turşa şirin alçası, 
Gelinlerin düzmeleri, tahçası 
Hey düzüler gözlerimin refinde, 
Heyme vurar hatıralar sefinde. 

Bayram olub, kızıl palçık ezerler, 
Nakış vurub, otakları bezerler, 
Tahçalara düzmeleri düzerler 
Kız-gelinin fındıkçası, henası, 
Heveslener anası, kaynanası. 

Bakıçının sözü, sovu, kağızı 
İneklerin bulaması, ağızı, 
Çerşenbenin girdekânı, mövizi 
Kızlar deyer: “Atıl-matıl, çerşenbe, 
Ayna tekin bahtım açıl, çerşenbe”. 

Yumurtanı göyçek, güllü boyardık, 
Çakkışdırıb sınanların soyardık, 
Oynamakdan birce meğer doyardık, 
Eli mene yaşıl aşık vererdi, 
İrza mene novruz gülü dererdi. 

Novruz Ali hermende vel sürerdi, 
Kâhdan enib küleşlerin kürerdi, 
Dağdan da bir çoban iti hürerdi, 
Onda gördün ulak ayak sahladı, 
Dağa bakıb kulakların şahladı. 

Akşam başı nahırçılar gelende, 
Kodukları çekib, vurardık bende, 
Nahır keçib gedib yetende kende, 
Heyvanları çılpak minib kovardık, 
Söz çıksaydı, sine gerib sovardık. 

Yaz gecesi çayda sular şarıldar, 
Daş kayalar selde aşıb, karıldar, 
Karanlıkda kurdun gözü parıldar, 
İtler gördün, kurdu seçib ulaşdı, 
Kurd da gördün, kalkıb gedikden aşdı. 

Kış gecesi tövlelerin otağı, 
Kentlilerin oturağı, yatağı, 
Buharıda yanar odun yanağı, 
Şebçeresi, girdekânı, iydesi, 
Kendi basar gülüb-danışmak sesi. 

Şücâ haloğlunun Baki savgati, 
Damda kuran samavarı, söhbeti, 
Yadımdadı şestli keddi, kameti, 
Cünemmegin toyu döndü, yas oldu, 
Nene Kız’ın baht aynası kâs oldu. 

Heyder Baba, Nene Kızın gözleri, 
Rakşende’nin şirin-şirin sözleri, 
Türki dedim, okusunlar özleri, 
Bilsinler ki, adam geder ad kalar, 
Yahşı-pisden ağızda bir dad kalar. 

Yaz kabağı gün güneyi döyende, 
Kend uşağı kar güllesin sövende, 
Kürekçiler dağda kürek züvende, 
Menim ruhum ele bilin ordadır, 
Kehlik kimi batıb kalıb, kardadır. 

Karı Nene uzadanda işini, 
Gün bulutdan eyirerdi teşini, 
Kurd kocalıb, çekdirende dişini, 
Sürü kalkıb dolayıdan aşardı, 
Badyaların südü aşıb-daşardı. 

Hecce Sultan emme dişin kısardı, 
Molla Bağır emoğlu tez mısardı, 
Tendir yanıb, tüstü evi basardı, 
Çaydanımız arsın üste kaynardı, 
Kovurkamız saç içinde oynardı. 

Bostan pozub getirerdik aşağı, 
Doldurardık evde tahta tabağı, 
Tendirlerde pişirerdik kabağı, 
Özün yeyib, tohumların çıtlardık, 
Çok yemekden lap az kala çatlardık. 

Verzeğan’dan armud satan gelende, 
Uşakların sesi düşerdi kende, 
Biz de bu yandan eşidib bilende, 
Şıllak atıb bir kışkırık salardık, 
Buğda verib armudlardan alardık. 

Mirza Tağı’ynan gece getdik çaya, 
Men bakıram selde boğulmuş aya, 
Birden ışık düşdü otay bahçaya, 
”Eyvay dedik, kurddu”, kayıtdık, kaşdık, 
Heç bilmedik ne vakt küllükden aşdık. 

Heyder Baba, ağaçların ucaldı, 
Amma hayıf cevanların kocaldı, 
Tokluların arıklayıb acaldı, 
Kölge döndü, gün batdı, kaş kereldi, 
Kurdun gözü karanlıkda bereldi. 

Eşitmişem yanır Allah çırağı, 
Dayır olub mescidüzün bulağı, 
Râhat olub kendin evi, uşağı, 
Mensur Han’ın eli kolu var olsun, 
Harda kalsa, Allah ona yar olsun. 

Heyder Baba, Moll’ İbrahim var, ya yok? 
Mekteb açar, okur uşaklar, ya yok? 
Hermen üstü mektebi bağlar, ya yok? 
Menden ahonda yetirersen selâm, 
Edebli bir selâm-ı mâ lâkelâm. 

Hecce Sultan emme gedib Tebriz’e, 
Amma ne Tebriz ki, gelemmir bize, 
Balam durun, koyak gedek evmize, 
Ağa öldü, tufakımız dağıldı, 
Koyun olan yad gediben sağıldı. 

Heyder Baba, dünya yalan dünyadı, 
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı, 
Oğul doğan, derde salan dünyadı, 
Her kimseye her ne verib alıbdı, 
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı. 

Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler, 
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler, 
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler, 
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu, 
Dünya mene harâbe-i şâm oldu. 

Emoğluynan geden gece Kıpçağ’a, 
Ay ki çıkdı, atlar geldi oynağa, 
Dırmaşırdık, dağdan aşırdık dağa, 
Meşmemi Han göy atını oynatdı, 
Tüfengini aşırdı, şakkıldatdı. 

Heyder Baba, Kara gölün deresi, 
Hoşgenâb’ın yolu, bendi, beresi, 
Orda düşer çil kehliğin feresi, 
Ordan keçer yurdumuzun özüne, 
Biz de keçek yurdumuzun sözüne. 

Hoşgenâb’ı yaman güne kim salıb? 
Seyyidlerden kim kırılıb, kim kalıb? 
Amir Gafar dam daşını kim alıb? 
Bulak gene gelib gölü doldurur, 
Ya kuruyub, bahçaları soldurur. 

Amir Gafar seyyidlerin tacıydı, 
Şahlar şikar etmesi kıykacıydı, 
Merde şirin, nâmerde çok acıydı, 
Mazlumların hakkı üste eserdi, 
Zalimleri kılıç tekin keserdi. 

Mir Mustafa dayı, uca boy baba, 
Heykelli, sakkallı, Tolustoy baba, 
Eylerdi yas meclisini, toy baba, 
Hoşgenâb’ın âb-ı rûsu, erdemi, 
Mescidlerin, meclislerin görkemi. 

Mecdüssâdât gülerdi bağlar kimi, 
Guruldardı, buludlu dağlar kimi, 
Söz ağzında erirdi yağlar kimi, 
Alnı açık, yakşı, derin kanardı, 
Yaşıl gözler çırağ tekin yanardı. 

Menim atam süfreli bir kişiydi, 
El elinden tutmak onun işiydi, 
Gözellerin âhire kalmışıydı, 
Ondan sonra dönergeler döndüler, 
Mehebbetin çırağları söndüler. 

Mir Sâlih’in deli sevlik etmesi, 
Mir Aziz’in şirin şahsey getmesi, 
Mir Memmed’in kurulması, bitmesi, 
İndi desek, ahvâlâtdı, nağıldı, 
Keçdi getdi, itdi batdı, dağıldı. 

Mir Abdül’ün aynada kaş yakması, 
Çövçülerinden, kaşının akması, 
Boylanması, dam-divardan bakması, 
Şah Abbas’ın dürbini, yâdeş behayr, 
Hoşgenâb’ın hoş günü, yâdeş behayr. 

Sitâr’ emme nezikleri yapardı, 
Mir Kadir de her dem birin kapardı, 
Kapıb, yeyib, dayça tekin çapardı, 
Gülmeliydi onun nezik kappası, 
Emmemin de, ersininin şappası. 

Heyder Baba, Amir Heyder neyneyir? 
Yakın gene samavarı keyneyir, 
Day kocalıb, alt engiynin çeyneyir, 
Kulak batıb, gözü girib kaşına, 
Yazık emme, havâ gelib başına. 

Hanım emme Mir Abdül’ün sözünü, 
Eşidende eyer ağzı, gözünü, 
Melkâmıd’a verer onun özünü, 
Da’vaların şuhlugılan katallar, 
Eti yeyib, başı atıb yatallar. 

Fizze hanım Hoşgenâb’ın gülüydü, 
Amir Yahya em kızının kuluydu, 
Ruhsâre artist idi, sevgiliydi, 
Seyid Hüseyn Mir Salih’i yansılar, 
Amir Cefer geyretlidir, kan salar. 

Seher tezden nahırçılar gelerdi, 
Koyun kuzu dam bacadan melerdi, 
Emme Can’ım körpelerin belerdi, 
Tendirlerin kavzanardı tüstüsi, 
Çöreklerin gözel iyi, istisi. 

Göyerçinler deste kalkıb uçallar, 
Gün saçanda kızıl perde açallar, 
Kızıl perde açıb, yığıb kaçallar, 
Gün ucalıb, artar dağın celâli, 
Tebietin cevanlanar cemâli. 

Heyder Baba, karlı dağlar aşanda, 
Gece kervan yolun aşıb çaşanda, 
Men hardasam, Tehran’da, ya Kâşan’da, 
Uzaklardan gözüm seçer onları, 
Hayâl gelib, aşıb keçer onları. 

Bir çıkaydım Damkaya’nın daşına, 
Bir bakaydım keçmişine, yaşına, 
Bir göreydim neler gelib başına, 
Men de onun karlarıylan ağlardım, 
Kış donduran ürekleri dağlardım. 

Heyder Baba, gül konçesi handandı 
Amma hayıf, ürek gazası kandı, 
Zindegânlık bir karanlık zindandı, 
Bu zindanın derbeçesin açan yok, 
Bu darlıkdan bir kurtulub kaçan yok. 

Heyder Baba, göyler bütün dumandı, 
Günlerimiz birbirinden yamandı, 
Birbirizden ayrılmayın, amandı, 
Yakşılığı elimizden alıblar, 
Yakşı bizi yaman güne salıblar! 

Bir soruşun bu karkınmış felekden, 
Ne isteyir bu kurduğu kelekden? 
Deyne, keçirt ulduzları elekden, 
Koy tökülsün, bu yer üzü dağılsın, 
Bu şeytanlık korkusu bir yığılsın. 

Bir uçaydım bu çırpınan yelinen, 
Bağlaşaydım dağdan aşan selinen, 
Ağlaşaydım uzak düşen elinen, 
Bir göreydim ayrılığı kim saldı? 
Ölkemizde kim kırıldı, kim kaldı? 

Men senin tek dağa saldım nefesi, 
Sen de kaytar, göylere sal bu sesi, 
Baykuşun da dar olmasın kefesi, 
Burda bir şîr darda kalıb bağırır, 
Mürüvvetsiz insanları çağırır. 

Heyder Baba, gayret kanın kaynarken, 
Karakuşlar senden kopub kalkarken, 
O sıldırım daşlarıynan oynarken, 
Kavzan, menim himmetimi orda gör, 
Ordan eyil, kâmetimi darda gör. 

Heyder Baba, gece durna keçende, 
Köroğlunun gözü kara seçende, 
Kıratını minib, kesib biçende, 
Men de burdan tez matlaba çatmaram, 
Eyvaz gelib çatmayıncan yatmaram. 

Heyder Baba, merd oğullar doğginan, 
Nâmerdlerin burunların oğginan, 
Gediklerde kurdları dut boğginan, 
Koy kuzular ayın şayın otlasın, 
koyunların kuyrukların katlasın. 

Heyder Baba, senin könlün şad olsun, 
Dünya varken ağzın dolu dad olsun, 
Senden keçen yakın olsun, yad olsun, 
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr, 
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar

Şair Şehriyar





Uçraşkanda

09 Şubat 2019

Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  Bizler de oltaya takılan balık gibi İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı…

Neyse... Burası uzun hikâye… Geçelim bu faslı…

Doğu Türkistan’da halen Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı ve Uluslararası Af Örgütü raporlarına da yansıyan ağır baskılar vardır. Ancak Suriye gündeme gelince şahin kesilenler, Filistin’in bağımsızlığı için can atanlar nedense Çin’in Uluslararası Af Örgütü raporlarına da yansıyan bu baskılarına karşı kulaklarını tıkarlar. Afrika'nın bilmem ne bölgesindeki bilmem ne kabilesinin sorunları için kendilerine ''insani bir görev'' çıkaranlar Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinin dertlerinin kendilerine ’’insani bir görev’’ yüklediğini hatırlamazlar… Kobani için binlerce teröristi ülkesine sokanlar, terörist bir örgütün liderinin altına Ankara’larda kırmızı halı serenler, Habur’da teröristlerin ayağına çadır mahkemesi gönderenler bu konuda sorunları dillendirmek isteyen bir temsilciyi, Çin'deki Uygur Türklerinin hak arayışını uluslararası gündeme taşıması nedeniyle "Uygur Ana" diye adlandırılan ve 2006 yılından beri Dünya Uygur Kurultayı Başkanı olan Rabia Kadir’i Türkiye’ye sokmazlar. Rabia Kadir’in defalarca yaptığı vize talebini hep redderler. Ne tesadüftür ki her daim Arap Rabia için selam duranlar, her ne hikmetse Türk Rabia Kadir’e arkasını dönerler…

Neyse … Bu fasıl da uzun… Bu faslı da geçelim…

Doğu Türkistan’da Uygurlara Çin'in yaptığı bu ağır baskılara karşı Uygur Türklerinin de bir ‘’direniş edebiyatı’’, bir ‘’direniş sanatı’’ vardır. Ülkemizde Uygur Türklerine karşı yapılan bu baskılara karşı zaman zaman kuru kuru protesto gösterileri olur da Uygur Türklerinin bu direniş edebiyatı pek tanınmaz, pek bilinmez..

''Neyse, bu faslı da geçelim'' demeyeceğim... Bu fasılda duralım… Hem de sımsıkı duralım... Çünkü dünkü ve bugünkü ajanslarda, gazetelerde, TV'lerde pek yer almayan, kimseciklerin pek görmediği, haberlerinde yeterince yer vermediği bir haber var: 2017'de Çin hükümeti tarafından tutuklanan ve o günden beri Çin hapishanelerinde işkence altında olan Doğu Türkistanlı Uygur halk ozanı, şairi, müzisyeni Abdurehim Heyit, iki yıldır uğradığı işkencelerin ardından 08 Şubat 2019 tarihinde hayatını kaybetti.

Abdurehim Heyit'i anlatmadan kısa bir bilgi vereyim: ''Dütar'' isminde bir çalgı var. Farsça'da ‘’dü’’ iki, ‘’tar’’  tel anlamına geldiğine göre dütar da iki telli bir çalgıdır. Dütar, dutar, dotar, şeklinde yazılabilir. Aslında iki telli bir saz diyebiliriz. Türkmen, Uygur, Özbek, Afgan ve İran halklarının ortak çalgılarındandır.

Abdurehim Heyit işte bu Doğu Türkistan’dan Uygur bir dütar sanatçısı, şairi ve müzisyeniydi. Abdurehim Heyit, Uuygurların Neşet Ertaş’ıydı, Âşık Veysel’iydi.... Abdurehim Heyit, günümüzün Köroğlu’suydu, Karacaoğlan’ıydı, Yunus Emre’siydi...

İşte bu büyük sanatçı Abdurehim Heyit’in de güzel bir direniş türküsü vardı:  ''Uçraşkanda''. Türkçesi: ‘’Karşılaşınca’’ demek… Bu türkünün söz yazarı da yine bir Uygur yazar ve şairi olan Abdukerim Ötkür’dür.  Abdukerim Ötkür, Uygur tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından ve şairlerinden birisiydi... Abdukerim Ötkür de 1995 yılında hayata gözlerini yummuştu.

Abdukerim Ötkür, ‘’Uçraşkanda” şiirinde Türk dünyasının birçok yöresinde rastladığımız "dedim - dedi" kalıbını kullanırdı. Erzurumlu Emrah'ın söyledi ‘’yoh yoh’’ türküsü bunun bir benzeridir.

Abdukerim Ötkür, şiirinde öncelikle işgal altında olan Doğu Türkistan'ı ve kendisini anlatır. Şiirde dile gelen asil Uygur kızı, küskün, garip, mahzun ve mağmum bir yurdu, bir vatanı temsil eder.  

’’Uçraşkanda” dünyanın en güzel türküsüdür. Dinlediğinizde yıllarca görmediğiniz sevdiğinize kavuşmuş gibi olursunuz. Abdurehim Heyit’in insanın içini ürperten o gür ve etkileyici sesi, harikulade yorumu, türkünün mükemmel ezgisi ve Türkünün Uygurca da olsa anlayabileceğiniz öz Türkçe dili ile birleşince boğazınız düğüm düğüm düğümlenir, gözlerinizden tıpır tıpır inci gibi damlaları dökülür… Dökülür de onları saklayacak, gizleyecek yerler bulamazsınız, sel olup da akar gider...

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ''Sanatsız bir millet, kanatsız bir kuşa benzer'' derdi... Abdukerim Ötkür'den sonra Abdurehim Heyit de gidince Doğu Türkistan kanatsız kalmıştır. Doğu Türkistan artık hem öksüz hem de yetim kalmıştır. Doğu Türkistan artık fersiz kalmıştır. 

Türk düşmanı Arap kralları ölünce ulusal yas ilan edenlerin Abdurehim Heyit'in vefatında sessiz sedasız kalmaları düşündürücüdür. Hadi onlar İslamcı, ümmetçi de onların ortağı olup da kendilerini Türkçü sayanların sessizliği tamamen ibret vericidir. 

Abdurehim Heyit'e Allah'tan rahmet diliyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun. Doğu Türkistan'ın başı sağolsun.

''Dedim: ismin nime? Dedi Ayhandur. 
Dedim Yurdun kayer? Dedi Turfandur. 
Dedim: başındegi? Dedi hicrandur. 
Dedim: heyran musen? O dedi yok yok.''

Osman AYDOĞAN

Abdurehim Heyit’in sesinden ”Uçraşkanda” (Cengizhan Filmi görüntüleri eşliğinde)
https://www.youtube.com/watch?v=x_FzXsDUi0E

Uygur Türkçesi ve Latin harfleriyle asıl şiir: (Uygurlar Arap harfleri kullanırlar)

Uçraşkanda

Seher körgen çeğı közüm sultanını. 
Dedim: sultan musen? O dedi yok yok. 
Közleri yalğunlu, kolları xınneli. 
Dedim: çolpan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: ismin nime? Dedi Ayhandur. 
Dedim Yurdun kayer? Dedi Turfandur. 
Dedim: başındegi? Dedi hicrandur. 
Dedim: heyran musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Ayğa oxşar, Dedi yüzüm mü? 
Dedim: Yulduz kebi, Dedi közüm mü? 
Dedim: Yalğun saçar! Dedi sözümü? 
Dedim: Volkan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Kiyak nedur? Dedi kaşumdur. 
Dedim: Kunduz nedur? Dedi Saçum dur. 
Dedim: Onbeş nedur? Dedi yaşumdur. 
Dedim: Canan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Deniz nedur? Dedi kalbumdur. 
Dedim: Rena nedur? Dedi dilimdur.. 
Dedim: Şeker nedur? Dedi tilimdur. 
Dedim: Ver ağzıma, O Dedi yok yok. 

Dedim: Zincur turur! Dedi boynumda. 
Dedim: Ölüm bardır! Dedi yolumda. 
Dedim: bilezik mü? Dedi kolumda. 
Dedim: Korkarmusun? O dedi yok yok. 

Dedim: Nüçün korkmassun? Dedi Tanrım var. 
Dedim: ya ne çox? Dedi halkım var. 
Dedim: yene yok mu? Dedi ruhim bar. 
Dedim şukran musen? O dedi yok yok. 

Dedim ıstek nedur? Dedi külümdür. 
Dedim: Çelişmek bar, dedi yolumdur. 
Dedim Ötkür kimdir? Dedi kulumdur. 
Dedim Satar musen? O dedi yok yok.

8 Mart 1948, Ürümçi

Güümüz Türkçesiyle: (Doktora tez konusu Abdukerim Ötkür olan Dr. Hülya Kasapoğlu tarafından türkçeleştirilmiştir.)

Karşılaşınca

Seher vakti görünce gözüm sultanını,
Dedim sultan mısın? O dedi yok-yok.
Gözleri ışıltılı, elleri kınalı,
Dedim Çolpan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim ismin nedir? Dedi Ayhan’dır,
Didim yurdun nere? Dedi Turpan’dır,
Dedim başındaki? Dedi hicrandır,
Dedim hayran mısın? O dedi yok-yok.

Dedim aya benzer, dedi yüzüm mü?
Dedim yıldız gibi, dedi gözüm mü?
Dedim ışık saçar, dedi sözüm mü?
Dedim volkan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim kıyak nedir? Dedi kaşımdır,
Dedim kunduz nedir? Dedi saçımdır,
Dedim on beş nedir? Dedi yaşımdır,
Dedim canan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim deniz nedir? Dedi kalbimdir,
Dedim rânâ nedir? Dedi lebimdir,
Dedim şeker nedir? Dedi dilimdir,
Dedim ver ağzıma? O dedi yok-yok.

Dedim zincir var, dedi boynumda,
Dedim ölüm var, dedi yolumda,
Dedim ya bilezik? Dedi kolumda,
Dedim korkar mısın? O dedi yok-yok.

Dedim niçin korkmazsın? Dedi Tanrım var,
Dedim ya başka? Dedi halkım var,
Dedim daha yok mu? Dedi ruhum var,
Dedim memnun musun? O didi yok-yok.

Dedim istek nedir? Dedi gülümdür,
Dedim ya savaş? Dedi yolumdur,
Dedim Ötkür neyindir? Dedi kulumdur,
Dedim satar mısın? O didi yok-yok.




Fikriniz hür değilse!

07 Şubat 2019

New York Üniversitesi’nde davranış bilim kürsü profesörü olarak görev yapan Prof. Dr. Selçuk R. Şirin,  bir araştırmanın sonuçlarını şöyle anlatıyor: ‘’Yalan beyanata başta bir kere inandığını iddia eden kişiler doğru bilgiyi duyunca o yalana daha sıkı sarılır olmuş!’’ Bu nedenle bu duruma literatürde ‘’Geri Tepme Etkisi’’ deniyormuş.

Bu deney bana Budha’nın rahiplerine anlattığı bir hikâyeyi hatırlattI. Budha rahiplerine şu hikâyeyi anlatır:

''Genç yaşında dul kalan bir baba, yaşamını biricik oğluna adamıştı. Yavrusunu evde bırakıp köy dışına işe gittiği bir gün, haydutlar köyü bastılar, tüm evleri yaktılar ve küçük oğlunu kaçırdılar.

Dönüşünde bir harabe yığınıyla karşılaşan baba, umutsuzca çocuğunu aradı. Dumanları tüten köyde bir çocuğun yanmış cesedini bulunca, oğlunun kalıntıları sandı. Usulünce bir cenaze töreni hazırladı, cesedi tamamen yaktı, külleri topladı ve bir torbaya doldurdu. Omuzuna astı ve hiç çıkarmadı. Bitmeyecek bir yasa girmişti. Artık gittiği her yere külleri koyduğu torbayı da götürüyordu.

Oysa oğlu yaşıyordu ve bir gün haydutların elinden kaçmayı başardı. Günlerce yürüyerek köyün yolunu buldu. Bir gece geç vakit, babasının yıkılanın yerine yaptığı yeni evin kapısını çaldı. 
Baba sordu: 
- Kim o? 
- Benim, oğlun. Kapıyı aç baba! 
Oğlu sandığı çocuğun küllerini yanından hiç ayırmayan mutsuz baba, sefil biri kendisiyle alay ediyor sandı. 
- Defol, diye bağırdı. 
Çocuğu defalarca kapıya vurdu ve babasını açmaya, kendisiyle konuşmaya çağırdı. Ama hep aynı yanıtı alıyordu: Defol! 
Umudunu yitiren oğul, sonunda bir daha dönmemek üzere gitti.''

Budha hikâyeyi bitirince başını önüne eğer. Bir an susar. Sonra başını kaldırıp rahiplerine bakar ve ağır ağır şöyle der:

“Eğer bir fikre, mutlak gerçekmiş gibi sarılırsanız; gerçeğin ta kendisi gelip kapınıza vurduğunda, o kapıyı açmak ve gerçekle yüzleşmek yeteneğiniz kalmaz.”

Tevfik Fikret ünlü eseri Rübab-ı Şikeste’nin ana hatlarını çizen dörtlüğü şu mısra ile bitirirdi: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” Atatürk 1925’te yaptığı bir konuşmada ise öğretmenlere şu direktifi veriyordu: "Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ nesiller ister." 

Fikir hürriyetinin ne demek olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

Eğer fikriniz hür değilse öz evladınız bile gelse tanıyamazsınız!

Osman AYDOĞAN




Mahur Beste (2)

06 Şubat 2018

Dün anlattığım gibi ‘’Mahur Beste’’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üçlemesinin ilk romanının ismidir. (Diğer ikisi ''Sahnenin Dışındakiler’’ ve ''Huzur'') ‘’Mahur Beste’’,  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zekâ ve yaratıcılığını ustaca konuşturduğu, bir solukta okunan, insanı birden kavrayıp yavaş yavaş, hüzünle yere indiren, ruhta hoş bir seda bırakan, güzel ve çok özel bir kitabıdır.

Bu roman Türk edebiyatında o kadar güzel bir eser ki ‘’Mahur Beste’’ ismi romanda kalmaz başka edebî eserleri de etkiler. Bunlardan birisi de Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiridir...

Ancak Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatmadan bir açıklama yapmam gerekiyor…

Edebî sanatlarda ‘’tevriye’’ diye bir kavram vardır. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye tevriye sanatı denir.

Bu sanatta sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı anlatılmak istenir. Daha doğrusu uzak anlam ilk anda okuyucu tarafından kavranmayacak biçimde gizlenir. Okur, yakın anlamla oyalanır, ama anlatılmak istenen uzak anlamda gizlidir. Bu uzak anlam şiire ayrı bir güzellik katar.

Tevriye sanatı ile ilgili en iyi örnek 17. yüzyıl Türk şârlerinden Nef’î’nin bir dörtlüğüdür:

''Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.''

Bu dörtlükte kullanılan ‘’Tahir’’in iki anlamı vardır: Birincisi ''Tahir Efendi'' anlamında, ikincisi ise ''temiz, pak'' anlamında.

Kelp ise ‘’köpek’’ demektir. Bu dörtlükte hem, köpek temiz hayvandır hem de asıl köpek Tahir Efendi'dir anlamı var. Maliki mezhebinde köpek, temiz hayvandır.

Tevriye sanatına ikinci bir örnek de Divan Edebiyatı'nda yaşarken "Sultanü'ş Şuârâ" (Şâirler Sultanı) unvanını alan ve asıl adı Mahmud Abdülbâki.olan Divan Şairi Bâki’nin  ‘’Huma kuşunun gölgesi’’ isimli şiiridir:

‘’Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’

Bu dizede Bâki, ''Bâki'' sözünün yakın anlamı olarak ''sonsuzluğu'' zikrederken, uzak anlam olarak da kendi adını işaret etmektedir..

Şimdi gelelim Attila İlhan’ın şiirine…

Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiri de tevriye sanatının en güzel örneklerinden birisidir. Şiirde geçen ‘’Müjgan’’ ilk anda yakın anlam olarak kadın ismi olarak anlaşılırsa da uzak anlam olarak ‘’kirpik’’ anlamında kullanılır...

Attila ilhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam için (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) yazar. Attila İlhan’ın kendi anlatımıyla şiirinin hikâyesi:

“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.’’ 06 Mayıs 1972

Bu şiir hem Ergüder Yoldaş hem de Ahmet Kaya tarafından bestelenir. Ergüder Yoldaş'ın bestesi gerçekten ''mahur'' makamındayken, Ahmet Kaya'nın bestesi ''nihavent'' makamındadır.  

Bir şiir bu kadar mı güzel yazılır, bir şiir bu kadar mı ruha dokunur, bir şiir insanı bu kadar mı hüzünlendirir?

Gündeme bakın! O mahur beste yine çalar, Müjgan'la ben yine ağlaşırız...

Osman AYDOĞAN

Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı 

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra 
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara 
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara 
Geceler uzar hazırlık sonbahara

Mahur Beste, Ahmet Kaya:
https://www.youtube.com/watch?v=YwKWvUQqWv8:




Mahur Beste

05 Şubat 2019

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’Mahur Beste’’ (Dergâh Yayınları, 1998), ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ (Dergâh Yayınları, 2010) ve ‘’Huzur’’ (Dergâh Yayınları, 2000) romanları birbirinin devamı olan Tanzimat’tan Cumhuriyete bir iç buhran üçlemesidir.

Bu kitaplarda geçen roman kahramanları aynı kişilerdir. "Mahur Beste", sadece aynı adı taşıyan romanda değil, "Huzur" ve "Sahnenin Dışındakiler"de de tam bir roman kahramanı edasıyla yer alır... Bu kişiler ‘’Sahnenin Dışındakiler’ romanında gençlik, ‘’Huzur’’’ romanında da olgunluk yaşlarıyla anlatılır. 

Bu kitapların konusu kısaca şöyledir (Kitapların arka kapaklarındaki tanıtım yazısından):

‘’Mahur Beste’’ romanında Tanpınar'ın ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ ve ‘’Huzur’’ adlı romanlarında önemli bir motif olan "Mahur Beste" teması önemli yer tutar. Mahur beste, acı bir aşk hikâyesinin klasik musiki kalıplarıyla soyutlanmasıdır. Tanpınar, klasik Türk musikisini medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak kabul eder. Mahur Beste'de Tanpınar'ın diğer eserlerinde de görülen medeniyet meselesi büyük bir ağırlıkla ele alınır. Mahur Beste, Tanzimat sonrasında toplum hayatımızın her yönüne yansıyan değişim ve başkalaşımın yansıtıldığı ve her fırsatta tartışıldığı bir roman özelliğindedir. ‘’Mahur Beste’’ ilk kez 1944 yılında tefrika halinde yayınlanır, roman olarak da  ilk 1975 yılında basılır. 

‘’Sahnenin Dışındakiler’’ romanı Tanpınar'ın 1920'li yılların, Millî Mücadele yıllarının romanıdır. Romanın kahramanlarından İhsan romanın bir yerinde "Orada (Anadolu'da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız" demektedir. Roman adını ve konusunu "sahnenin dışında" olanların içlerinde ve etraflarında olup bitenlerle, zaman zaman geçmişe, maziye yönelerek değişimler, hasretler ihtiraslarla kazanmaktadır.

‘’Huzur’’ romanına gelince… Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, roman boyunca kendisini "huzur"a kavuşturacak bir "iç nizam"ı aramaktadır. Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hâkim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır. İstanbul, bu aşkın yaşandığı çevre olmaktan çıkarak, âdeta bir roman kahramanı gibi ele alınır. Huzur için, belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor denebilir.

‘’Mahur Beste’’de geçen Talât Bey çarkçı yüzbaşıdır. Musikişinastır. Mevlevi muhibbidir. Fatma (Nurhayat) Hanım, Talât Bey’in karısıdır. Fatma (Nurhayat) Hanım’ın adı, ‘’Mahur Beste’’ romanında adı ‘’Fatma’’ olarak geçer. ‘’Huzur’’un tefrika edilen metninde de aynı ismi taşır. Huzur’un tefrika metin kitaplaştırılırken ismi Nurhayat’a çevrilir. Nurhayat Hanım, en geniş şekilde ‘’Huzur’’ romanında,  torununun kızı Nuran üzerindeki etkisiyle anlatılır.

Talât Bey’in karısı Fatma Hanım, Mısırlı bir binbaşıya âşık olunca kocasını terk eder. Talât Bey onun ardından Mahur Beste’yi besteler. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordur. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber verir. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenir...

‘’Mahur Beste’’, Tâlat Bey’in, 17. yüzyılın usta şairi, Sultan IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmed gibi padişahlarla; Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazan Neşâtî’nin bir gazelinden yaptığı bir bestedir. Neşâtî’nin bahsi geçen gazelinin ilk beyti şöyledir:

"Gitdin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile
istemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile"

Neşâtî'nin bu beyti roman boyunca ve hatta üçlemenin diğer romanı olan Huzur'da da sıkça tekrarlanır.

Klasik Türk Musikisinin en büyük bestekârlarından biri olan Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bir eserinin adı da ‘’Mahur Beste’’dir. Bu iki ‘’Mahur Beste’’ karıştırılmamalıdır. Tanpınar, ‘’Mahur Beste’’ romanını Eyyübi Ebubekir Ağa'ya ithaf eder. Bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu besteden etkilenmiş olduğu düşünülür.

Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bu eserinin sözleri şu şekildedir:

''Bir âfet-i meh-peyker ile nüktelerim var, fehmetmesi müşkil
Aşkı gibi sînemde bulunmaz güherim var, sad şevke muâdil
Ebrûleri îmâ ile gizli eder iş'âr, bir bûse atâsın
Ahdî'ye nihânî kereminden haberim var, müjde sana ey dil

Ah ben senin hayrânınam
Ah ben senin kurbânınam''

‘’Mahur Beste’’de Tanpınar kahramanını şöyle konuşturur:

"Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler" 

''Sevginin, merhametin esiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler. Acımak, söylendiği kadar kolay bir şey değildi. İnsanın her tattığı şey, içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.''

''Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?'' dedi. ''İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.''

Evet, bozuldu mu insan, işte bunun çaresi yoktur.

Zaman ‘’Mahur Beste’’yi okuma ve ''Mahur Saz Semai''ni dinleme zamanıdır!

Osman AYDOĞAN

Mahur Saz Semai: 
https://youtu.be/3eknB-3fWpc

Bir not: ‘’Mahur Saz Semai'', adına aldanmayın, Nihavend makamındadır! Bestekârı Dr. Refik Talât (Alpman) Bey’dir.  Romanda geçen Talât Bey de kurmaca bir kişiliktir.

 




“Garip Akımı” içerisinde garip kalmış bir şair: Asaf Hâled ÇELEBİ

04 Şubat 2019

Dün ''Nûrusiyâh'' simli şiiri anlatınca şairini ve şairin diğer şiirlerini de anlatmasam olmazdı diye düşündüm!

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazar; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…

Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde bir garip kalmış şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…

Cumhuriyet devri Türk şiirinde kendine özel bir yer edinen, özgün, eskilerin deyimiyle ‘’nevi şahsına münhasır’’ nadir bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…

Benim de en çok sevdiğim bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…

Madem en çok sevdiğim şairdir de neden şimdiye kadar kendisini yazmadım?

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''

Ben de kendimin Asaf Hâled Çelebi’yi yazacak kadar yetkin olmadığını düşünüyorum.  Asaf Hâled Çelebi’yi anlamak zordur, çünkü belli bir tarihi ve tasavvufi bilgi olmadan onun şiirlerini okumak güçtür ama hele hele onu yazmak daha da bir güçtür. Yine de deniyorum. Çok sayıda değişik kaynaklardan derlediğim Asaf Hâled Çelebi ve bazı şiirleri hakkındaki bu yazımı beğeneceğinizi umuyorum.

***

Asaf Hâled Çelebi İmparatorluğun en uzun kışını yaşadığı 1907’de İstanbul’da doğar ve 1958 yılında hayata gözlerini yumar. Babasından Fransızca ve Farsça, tanınmış bir Mevlevi şeyhi Ahmet Remzi Dede ve asıl adı Mehmet Rauf olan besteci ve müzik bilgini Rauf Yekta Bey’den de musiki ve nota dersleri alır.

Mevlâna soyundan geldiği için de ‘’Çelebi’’ soyadını almıştır. Nüfustaki adı; Mehmet Ali Asaf’tır. Bir süre Fransa’da kalır… Fransa dönüşünde üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim görür.

Şiirlerinde; Doğu ve Batı kültürlerini bağdaştırır, Doğu kültürüne özgü motif ve sembolleri ustalıkla kullanır, ilhamını tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, eski doğu medeniyet ve masallarından alır…

Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kurar… İslam ve tasavvuf edebiyatı yanında Fars ve Hint edebiyatına hâkimdir. İran edebiyatına vâkıftır ve şiir yazacak kadar da Farsça bilir.

Türk Edebiyatında ‘’soyut şiirin’’ ilk tanımını yapmış, şiirlerinde hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem yaratmıştır. (Kendi deyişiyle; ‘’Mesela esasen müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir.’’)

Özel hayatında ise tam bir İstanbul beyefendisidir Asaf Hâled Çelebi… Haldun Taner bir yazısında Asaf Hâled’i şöyle anlatır: ‘’Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’yi anımsatıyordu.’’

Sadece şair değil, yazardır da aynı zamanda Asaf Hâled Çelebi…

‘’Mevlânâ’’ (1939), ‘’Molla Câmî’’ (1940), ‘’Konuşulan Fransızca’’ (1942), ‘’Eşref oğlu Dîvânı’’ (1943), ‘’Pali Metinlerine Göre Gotama Buddha’’ (1946), ‘’Dîvan Şiirinde İstanbul’’ (1953), ‘’Nâimâ’’ (1953) ve ‘’Mevlânâ ve Mevlevîlik’’ (1957) eserlerinin yazarıdır Asaf Hâled Çelebi...

‘’Mevlânâ’nın Rubaileri’’ (1939), ‘’Seçme Rubailer’’ (1945), ‘’Ömer Havyam’’ (1954) ve ‘’Roubayat de Mevlânâ Djelal-cMIn Roumi’’ (Paris, 1950) eserlerinin tercümanıdır Asaf Hâled Çelebi...

Ayrıca çeşitli dergilerde kalan ve kitap hâline getirilemeyen makaleleri de vardır. İlk şiir kitabı ‘’He’’yi 1942 yılında, ‘’Lamelif’’i 1945 yılında ve bütün şiirlerinin topladığı ‘’Om Mani Padme Hum‘’u ise 1953 yılında yayımlar. ‘’Om Mani Padme Hum‘’; Sanskritçede Budistler’in kullandığı bir mantradır;  ‘’nilüferin içindeki cevher’’ demektir.

Her bir şiiri üzerine akademik çalışmalar yapılmış, onlarca makale yazılmıştır.

Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerinin iki konusu vardır: Birincisi; dini motifler, tasavvuf ve mistisizm, ikincisi ise; masallardır… ‘‘Semâ-ı Mevlâna”, “Cüneyd”, “İbrahim”, “Mârâ” gibi şiirleri  Asaf Hâled’in mistik şiirleri; “Nûrusiyâh” ve “He” gibi şiirleri de Asaf Hâled Çelebi’nin masal motiflerini kullandığı şiirleridir.

Türk toplumundaki felsefe eksikliğini şiirleriyle gideren, ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası bir nitelik taşıyan şiirleriyle Türk şiirinde “modern gelenekçi” tavrın temsilcisi olan sezgi şairi Asaf Hâled Çelebi unutulmasın istiyorum. Ruhu şâd olsun...

Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

***
Asaf Hâled'in şiirleri

Şimdi de Asaf Hâled’in bazı şiirlerini ve açıklamalarını vereceğim…Çünkü Asaf Hâled'in şiirlerinin açıklanması gerekiyor. Aslında Asaf Hâled’in her bir şiiri ayrı bir yazı konusudur. Burada birçok şiirine yer vermemin yazımı uzatacağının farkındayım ama böylesine derli toplu bir Asaf Hâled çalışmasını da bir başka yerde bulamayacağınız için bu mahsuru göze alıyorum… Anlayış göstereceğinizi umuyorum. Asaf Hâled şiirlerinde hiç büyük harf kullanmaz, hep küçük harf kullanır. Burada verdiğim Asaf Hâled’in şiirleri kendisinin yazdığı şekliyle alınmıştır. 

***

ibrâhîm

içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

Asaf Hâled Çelebi’nin “İbrahim” şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene gönderme yapılarak “gönlü put sanıp da kırandan” şikâyet edilir.

Bu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil’de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır.

Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.

Bu olay kutsal kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71)

Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562). Onun üç kişiyi Bâbil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir.

Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis’in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil’in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur.

Şiirde mitolojiden faydalanılarak “zamansız bahçeleri kucaklamak” ifadesiyle Hz. İbrahim’in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır’ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.

***

cüneyd

Şiirin başında Arapça karakterlerle şu ifade yer alır: Leyse fi cübbet-i sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)

bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni

cüneyd  nerede
cüneyd ne oldu

sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu

 ‘’Cüneyd’’ Asaf Hâled’in Türk şiirine kazandırdığı Türk şiirinin yüzakı mümtaz bir şiirdir. Âsaf Hâled’in ‘’Cüneyd’’ şiiri, tasavvufun mühim simâlarından, Cüneyd-i Bağdadi’nin “Leyse fî cübbeti sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)” tarihî sözünün Arap harfleriyle epigraf  olarak verilmesiyle başlar. Bu söz Cüneyd-i Bağdadi’nin idam edilmesine yol açar. Böylelikle Cüneyd-i Bağdadi tasavvuftaki “bilen söylemez, söyleyen bilmez” düsturuna aykırı hareket ederek sırrını ifşa etmiş olur. Asaf Hâled bu şiiri ile tasavvuftaki ‘’Vahdetü’l-Vücûd’’ kavramını Cüneyd-i Bağdadi’ye (ve de Hallac-ı Mansûr’a) atfederek anlatır...

***

nirvana

karanlığa geçelim
karanlığı geçelim

ne uyku
ne ölüm
hem uyku
hem ölüm

düs içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi
beni
ve seni
ve geceyi yuttu
nirvana

Asaf Hâled Çelebi ‘’Nirvana’’ isimli bu şiirinde Buda felsefesini yansıtır… Buda’nın Hint felsefesinde Nirvana’nın çok önemli bir yeri vardır. Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. Nirvana; istek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dâhil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez.

Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar yaratmaması da imkânsızdır. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi için eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor… Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.

Buda’nın öğretisi; bir yandan ben’i yok sayarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. Buda, insanın, toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kimlikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.

Buda, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amalini falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.

Buda, öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varoluşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.

İşte Asaf Hâled bu şiirinde, ruhî huzura ve saadete ulaşmak için tasavvuf düşüncesinden Budizm’deki Nirvana’dan yararlanır. Fakat, onun Nirvana’sı kendine mahsus bir şekle bürünerek ayrı bir nitelik kazanır. Asaf Hâled, kendi Nirvanasını şöyle tanımlar; “Benim Nirvana’m Budistlerinkinden ve Tagor’unkinden şu noktada ayrılır ki, Nirvana’da saadet zirvesine erebildiğim anda bile içim rahat değildir.”

Nirvana şiirindeki ‘’karanlık’’, ‘’uyku’’ ve ‘’ölüm’’ şairin bu rahatsızlığını anlatır.

***

mâra

bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın

tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım mâra

başım omuzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık

Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.

Asaf Hâled şöyle tanımlamış Mâra’yı: “zihnin safvete (sâfilik, temizlik, pâklık, hâlislik), huzura ve kurtuluşa kavuşması için yapılan bir cihad manzarası gibi görünmüştür. İnsanların bağlarından kurtulmasını reddeden bu kudret mâra papima (habis mâra) Budizmin şeytanıdır. En büyük kurtuluş timsali olan Buddha’nın tamamı ile aksi olan evsafa maliktir.”

15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda...

Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Mehmed’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. Bu kitapta Mâra’nın soluk kesici hayat öyküsünün ekseninde, iç çekişmeler, romantik ya da zorlu aşklar, kanlı savaşlar, tüyler ürpertici katliamlar, karanlık entrikalar, azılı egemenlik çatışmaları yer alır... 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olmuş, Fatih ondan anamız diye söz etmiştir. Bazı kaynaklarda Mâra sultan diye geçmiştir.

***

he

vurma kazmayı
ferhâaad

he’nin iki gözü iki çeşme
âaahhh

dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâd

ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı

kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad

Asaf Hâled, “He” şiirinde Allah’ı simgeleyen Arapçadaki “ﻫ” harfinden yola çıkarak beşeri aşktan ilâhî aşka kavuşmayı şiirleştirir. Ayrıca Arapçadaki “ﻫ” harfi Allah kelimesinin son harfi ve “O” manasına gelen Hüve’nin baş harfidir.

Şiir, Ferhad ile Şirin’in hikâyesiyle benzerlik gösterir… “He”nin iki gözünden iki çeşme şeklinde akan gözyaşları, Şirin’ine kavuşmak için dağı delen Ferhad’ın gözyaşlarıdır. Şiirde ifade edilen gözyaşı damlaları da şekil itibariyle “he”ye benzer.

Bu şiirde ‘’ferhâaad’’, ‘’âaahhh’’ ve ‘’ejderhâ’’ sözcüklerinin Arap harfleriyle yazımı da göz önüne alındığında, elif’in -“ve ayaklar altında yamyassı” dizesinde- he’ye vurulan bir kazma olduğu görülür... “Ferhâd öyküsü’’ ile “He” sözcüğü arasında da bir bağlantı kurulur. Bu şekilde Ferhâd ile Tanrı arasında birlik kurmaktadır şiir; daha doğrusu insanla Tanrı arasında.

Ayrıca Arapçadaki hâ/he kelimeleri Divan şairlerince sevgilinin gözüne de benzetilir.

***

semâ-ı mevlânâ

tennûre giymiş ağaçlar
aşk niyâz eder
mevlânâ

içimdeki nigâr
başka bir nigârdır
içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar

güneşli bahçelerde ağaçlar
halaka’s-semâvati-vel’ard’h
yılanlar ney havalarını dinler
tennure giymiş ağaçlarda

çemen çocukları mahmur
câaan
seni çağırıyorlar

yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar.

Şiir, Mevlevilikte önemli olan “Semâ” kavramı etrafında kurgulanır. Şiirin temelinde tasavvuftaki ‘’devir’’ öğretisi oluşturur. Bilindiği gibi varlıkların Hakk’tan zuhur edip tekrar Hakk’a ulaşmasını izah eden mistik görüş “devir” kavramıyla anlatılagelmiştir. Tasavvuftaki inanışa göre ‘‘âlem-i gayb’’dan (görünmeyen varlıklardan), ‘‘âlem-i şuhud’’a (görünen varlıklara) inen varlık, önce cemâd (cansızlar), sonra nebât (bitkiler), sonra hayvan, en sonra da insan suretinde oluşur.

‘’Devir’’, varlığın maddeden insan mertebesine ve oradan Allah’a ulaşması; ‘’devriyye’’ de bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.

Devir anlayışı, İslâm mutasavvıflarının ledünnî (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmi) anlamını verdikleri şu ayetlerde dayanak bulmaktadır; “sizi topraktan yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız” (Tâhâ suresi, 55), “oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır” (Nuh suresi, 14), “onlar Allah’tan geldiler ve yine Allah’a dönerler”  (Bakara suresi, 156).

Bu anlayışa göre, Hakk’ın zatından oluşan ilahî nûr, madenlerden bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak, yine ilk zuhur ettiği aslına, yani Hakk’a geri dönecektir..

İnsan hâlihazırdaki suretine bürünmeden önce âlemde dağınık bir halde idi. Onlardan önce de, dört unsurda (anasır-ı erba’a), toprak, hava, su ve ateşte ve dört tabiatta (soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk) halinde idi. Bu dört unsur ve dört tabiat ise göklerin dönmesinden meydana gelmektedir. İnsan bütün bu evrelerden geçtikten, insan mertebesine yükseldikten sonra, ‘‘asıl hakikatinden haberdar olmak ve aslına dönmek’’ gereksinmesini duyar. Ondan sonra da derece derece yükselerek, Hakkâ ulaşır. Semâ, bu devri anlatır. Devir kelimesi anlatıldığı gibi varlıkların Hakk’tan gelişini ve tekrâr ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir kavramdır.

Esasen semâ ve devrân da Hakk’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devrân kavramıyla ifade edilmektedir.

Asaf Hâled bu şiirinde Mevlevî bir semâzenin semâ ederken yaşadığı hâlleri devir öğretisiyle örtüştürerek “mutlak hakikate” ulaşmayı istemektedir.

Asaf Hâled Çelebi, şiiri kurgularken Kurân’dan da alıntı yapar. Şiirde geçen, ‘’halâka’s-semâvati-ve’l-ard’h” ibaresi ise semâ esnasında ilâhiler arasında okunan ayetlerin kulaklarda çınlaması için yerleştirilmiştir.

Âsaf Hâled’in şiirde kullandığı “cân” kelimesini Mevlânâ’nın gazellerinden almıştır ve bütün varlıkların üstünde, asıl sahip olan mutlak hakikati işaret eder…

Semâ-ı Mevlânâ şiirinde kâinattaki her şey, semazen/şairle birlikte semâ dönmektedir. Şair, kâinattaki her şeyle birlikte döndüğü / kaybolduğu âlemde göğe yükselir.

‘’yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar’’

Bu bir anlamda tasavvuftaki vecd hâlidir.

‘’içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner’’.

***

nûrusiyâh

bir vardım
bir yoktum
ben doğdum
selimi sâlısin köşkünde

sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım

nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem sustu
babam küstü

ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh

Arapçada ‘’sâlisin’’ ‘’üçüncü’’ demek. Şiirde ismi geçen ‘’selimi sâlisin’’; ‘’Osmanlı padişahı Üçüncü Selim’’dir.

‘’Süzudilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır.

Selimi Sâlisin (III. Selim) köşkünde doğan da –anlatan-  padişah çocuğudur.

Şiirde ‘’kara sevda’’dan bahsedilir. Bahsedilen ‘’kara sevda’’; III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından bestekâr Sadullah Ağa arasındaki aşktır. Başlangıçta III. Selim âşıkları idam etmek istese de sonra affeder.

Şiirde geçen ‘’annem sustu’’, ‘’babam küstü’’ vurgusu yaşadığımız çağa dönük her türlü değer yargısından, insani değerlerden ve mistik duygulardan uzak bir yaşama karşı yapılan sitem gibidir.

 ‘’Nûrusiyâh’’; Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ isimli eserinde geçen ‘’Aşk’’ın ‘’Hüsn’’e (iyiye, güzele) ulaşmak için ‘’Kalp Kalesi’’ne yaptığı zorlu yolculuktur. ‘’Nûrusiyâh’’ bu anlamıyla bahsedilen bu aşk hikâyesini anlatır.

‘’Nûrusiyâh’’ ayrıca tasavvufi anlamda da kullanılır; ‘‘Nûrusiyâh’’; tasavvufî anlamda bir ilahi varlığa ulaşabilmek için gelinmesi gereken son noktadır.

‘’Nûrusiyâh’’; ‘’nokta-i süveydâ’’dır. ‘’Nokta-i süveydâ’’; kalbin ortasında var olduğu tasavvur edilen siyah noktadır, insan kalbindeki ilahi mazhardır.

‘’Nûrusiyâh’’; insanı kâmil olmak için kat edilmesi gereken aşamalar ve ulaşılması gereken son aşamadır.

Ancak şiirin sonunsa Asaf Hâled bir feryat halinde çığlık çığlığa ‘’nûrusiyâh’’a erişemediğini ifade eder:

‘’ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh’’

Osman AYDOĞAN




Nûrusiyâh

03 Şubat 2019

Dünkü yazımda Mozart’ın ‘’Saraydan Kız Kaçırma’’ operasında geçen kişiler ve yer hakkında bir yanlış bilgi olduğundan bahsederek eserde geçen sarayın Topkapı Sarayı olmadığını, eserde geçen Bassa Selim’in de Sultan Selim değil de Selim Paşa olduğunu vermiştim.

Bu yanlış bilginin sebebi olarak da şu hikâyeyi anlatmıştım:

Osmanlı Padişahı III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından Bestekâr Sadullah Ağa arasında bir aşk başlar. Bunu öğrenen III. Selim başlangıçta âşıkları idam etmek istese de sonra affeder. III. Selim’in bu olayı ve Mozart’ın operasının konusunun hemen hemen aynı olması ve aynı tarihlere denk gelmesi ve III. Selim ile Selim Paşa’nın (Bassa Selim) aynı isimde olması nedeniyle bu yanlışlığa yol açtığının değerlendirildiğini yazmıştım.

Bu bilgi beni “Garip Akımı” içerisinde garip kalmış bir şairimiz olan Asaf Hâled Çelebi’nin bir şiirine götürdü: Nûrusiyâh. Önce şiiri vereyim:

nûrusiyâh

bir vardım
bir yoktum
ben doğdum
selimi sâlısin köşkünde

sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım

nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem sustu
babam küstü

ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh

Bu şiirle anlattığım hikâye arasında ne ilgi var diyeceksiniz ama demeyin. Şöyle ki:

Arapçada ‘’sâlisin’’ ‘’üçüncü’’ demek. Şiirde ismi geçen ‘’selimi sâlisin’’; ‘’Osmanlı padişahı Üçüncü Selim’’dir.

Selimi Sâlisin (III. Selim) köşkünde doğan da –anlatan-  padişah çocuğudur.

Şiirde bahsedilen ‘’kara sevda’’ işte anlattığım o hikâyedir. Bu kara sevda; III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından bestekâr Sadullah Ağa arasındaki aşktır. Başlangıçta III. Selim âşıkları idam etmek istese de sonra affeder.

‘’Süzudilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır.

Şiirde geçen ‘’annem sustu’’, ‘’babam küstü’’ vurgusu yaşadığımız çağa dönük her türlü değer yargısından ve insani değerlerden uzak bir yaşama karşı yapılan sitem gibidir.

 ‘’Nûrusiyâh’’; Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ isimli eserinde geçen ‘’Aşk’’ın ‘’Hüsn’’e (iyiye, güzele) ulaşmak için ‘’Kalp Kalesi’’ne yaptığı zorlu yolculuktur. ‘’Nûrusiyâh’’ bu anlamıyla bahsedilen bu aşk hikâyesini anlatır.

‘’Nûrusiyâh’’ ayrıca tasavvufi anlamda da kullanılır; ‘‘Nûrusiyâh’’; tasavvufî anlamda bir ilahi varlığa ulaşabilmek için gelinmesi gereken son noktadır.

‘’Nûrusiyâh’’; ‘’nokta-i süveydâ’’dır. ‘’Nokta-i süveydâ’’; kalbin ortasında var olduğu tasavvur edilen siyah noktadır, insan kalbindeki ilahi mazhardır.

‘’Nûrusiyâh’’; insanı kâmil olmak için kat edilmesi gereken aşamalar ve ulaşılması gereken son aşamadır.

Ancak şiirin sonunsa Asaf Hâled bir feryat halinde çığlık çığlığa ‘’nûrusiyâh’’a erişemediğini ifade eder:

‘’ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh’’

Ve benim sebepsiz hüzün hep hocamdı
ve hep nûrusiyâha ağladım ben…

Osman AYDOĞAN

Bir not: Şiirde hep küçük harflerin kullanılması Asaf Hâled Çelebi'nin şiirlerinde hep küçük harfleri kullanmasından kaynaklanmaktadır. 

Saraydan Kız Kaçırma
(Die Entführung aus dem Serail)

02 Şubat 2019

Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kerstin Tomenandal’a çok şey borçluyum. Viyana’yı, Viyana tarihini, Viyana’daki Türk izlerini ve Viyana Üniversite’sindeki Türk tarihi ile ilgili Avusturyalı tarihçileri bana tanıtan kendisi oldu.

Kerstin Tomenendal sadece Viyana’yı tanıtmadı bana. Eşlerimizle beraber, kendi Türk asıllı eşi İnanç Feigl (Tarihçi Prof. Erich Feigl’in manevi oğlu), Avusturya Ordusundan Tümg. Heinrich Schmidinger ve Macar asıllı zarif eşi Eva Schmidinger ile beraber Macaristan’da Budapeşte’den Mohaç’a, Zigetvar’dan Mogersdorf’a (1664 St. Gotthard/ Mogersdorf Muharebesi için) günlerce Türk izlerini yerinde tartışarak araştırmıştık. Bu gezi sayesinde de ben Osmanlı tarihindeki bu muharebeyi ‘’1664 St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi’’ başlığı altında Türk tarih yazımında hiç olmadığı kadar ayrıntılı, detaylı bir şekilde iki ulusal dergide yayınlamıştım.

Viyana'da Türk kültürüne karşı öykünme

Kerstin Tomenendal’ın güzel bir kitabı var: ‘’Das türkische Gesicht Wiens’’ (Böhlau Verlag, 2000). (Viyana’nın Türk yüzü) Kerstin kitabında yazdığı her konuyu bana Viyana'da kaldığım iki yıl boyunca yerinde göstererek anlatmıştı. Bu kitapta da Viyana’daki Türk tarihi ile ilgili çok güzel bilgiler var. Viyana’ya gidecekseniz eğer, bu kitabı okumadan gitmeyin derim.

Bu kitaptan bazı bilgileri aktarmak istiyorum

Viyana’nın, dolayısıyla Avusturya’nın en önemli yapısı Stefan Katedrali’dir.(Stefan Dom) Stefan Katedrali dini ve tarihi özellikleriyle Avrupa’nın simge yapılarından biridir ve Viyana’nın kalbinde yer alır. İşte bu katedralinin çan kulesinde 1534'de ihdas edilen; Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak Viyanalılara haber vermekle görevli bir memuriyet artık Türk tehlikesi kalmayınca fiilen 1800’lü yıllarda kaldırılır. Ancak hukuken Viyana Belediye meclisince 1956'da kaldırılır, ‘’artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı için.. ‘’ diyerek….

Viyana’ya yönelik Türk tehlikesi kalmayınca kaldırılan sadece Stefan Katedralindeki gözcü değildir. Türk tehlikesi kalmayınca İmparator Franz Joseph tarafından yine Türklerin iki defa kuşattıkları Viyana surları da 1800’lü yılların ortalarında yıkılarak kaldırılır. Nasıl olsa artık Türkler gelmeyecektir!

Bu yapılanlar Türk tehlikesinin kalmadığı dönemde yapılmıştır. Ancak Avusturya'da Osmanlı kültürüne, mimarisine ve sanatına öykünme dönemi Osmanlının en güçlü olduğu döneme denk gelir. İki örnek verecek olursak; Viyana merkezindeki Karl Kilisesi camii minarelerinden esinlenmiştir. Belvedere Sarayı'nın çatıları, Türklerin Viyana'yı kuşatma esnasında kullandıkları Türk çadırlarından, kubbeleri ise Türk askerlerinin miğferlerinden esinlenerek yapılmıştır. Bu liste çok uzyabilir. 

Mozart’ın ‘’Türk Marşı’’ da mehter müziğinden esinlenmiştir. O zamanlar Osmanlının Viyana Büyükelçiliği nezdinde kadrolu mehter takımı vardır ve bu mehter takımı ayın belirli günlerinde halka açık konserler vermektedir. Bu konserleri dinleyenlerden birisi de Mozart’tır. Belli tekniklerle Mozart'ın ''Türk Marşı''nın ritmini yavaşlatırsanız eğer, karşınıza mehter müziği çıkar. 1916 yılında Sultan 5. Mehmet Reşad döneminde satın alınmış olan şimdiki TC Viyana Büyükelçiliği’nin eski bir saraydan dönüştürme büyükelçilik binasının duvarlarında mehter takımının Viyana halkına verdiği konserlerin gravür resimleri asılıdır.

Mozart, mehter müziğinden esinlenerek sadece Türk Marşı’nı bestelemez. ‘’Duygularımı şiirle aktaramam, şair değilim. Kendimi gölgeler ve ışıkla ifade edemem, ressam değilim. Düşüncelerimi hareketlerle de açıklayamam, dansçı değilim. Ama bunların hepsini müzikle yapabilirim, ben bir müzisyenim” diyen Mozart, Avusturya İmparatoru II. Joseph’in ısmarlamasıyla orijinal adı “Die Entführung aus dem Serail” olan ‘’Saraydan Kız Kaçırma’’ operasını besteler.  

Birazdan detaylı konusunu anlatacağım ama önce şu ön bilgiyi vermem gerekiyor: Operanın konusu Osmanlı'da geçer ve Türk karakterleri içerir.

Yukarıda anlattığım Avusturya’daki bu Türk kültürüne karşı öykünmelerin nedenini İsmet Özel şöyle yorumlar:

"Batı medeniyeti çok bilinçli bir şekilde Türk olayının dondurulmasına ve sonunda bu donmuş varlığın keserle parçalanmasına karar verdi. Bakınız, “Saraydan kız kaçırma”, Mozart’a devlet tarafından ısmarlanmış. ‘Bir Türk operası yaz’ demişler, yani artık Türk tehlikesi bitti. Türkleri bir motif olarak kullanabiliriz."

Ancak ben bu görüşe katılmıyorum. Bu sadece Doğu kültürüne özgü diye bildiğimiz bir ''güce öykünme'' duygusudur. O dönem Osmanlı dünyanın en büyük gücüdür ve bu güçle en çok temas eden, çatışan da Avustuya idi... Bir gün bana Kerstin bir fotoğraf göstermişti. Kahvede oturan, kahve ve nargile içen bir grup fesli erkek fotoğrafı. Ve Kerstin bana sormuştu ''burası neresi?'' diye... Ben de gayet doğal olarak ''İstanbul'' diye cevap vermiştim. ''Hayır'' demişti Kesrtin, ''burası Viyana'' (!) Bugün de her taraf ABD / Avrupa kafeleriyle (!) dolu değil mi? 

Eserin konusu 

Zaman 18'inci yüzyıldır. Mekân, Akdeniz kıyısında belirlenmemiş bir yerde Selim Paşa'nın (Almanca "Bassa Selim") yazlık köşküdür. Belmonte adlı bir İspanyol soylusunun, uşağı Pedrillo ile birlikte, sevgilisi olan Constanze'yi ve onun İngiliz hizmetkârı Blonde'yi tutsak olarak bulundukları Selim Paşanın Akdeniz kıyılarındaki sarayından (köşkünden) ve Paşa'nın harem bekçisi olan Osman’ın (Librettodaki adıyla Osmin) elinden kurtarmak için yaptığı girişimlerdir. 

Sonunda sevgililer tam kaçmak üzerelerken, Osmin tarafından yakalanırlar. Paşa, Belmonte’yi sorguladığında, onun can düşmanının oğlu olduğunu öğrenir. Artık hepsi çaresizlik içinde ölümü beklemektedir. Ancak bir mucize olur ve Selim Paşa onları bağışlar, ülkelerine geri dönmelerine izin verir.

Eser hakkında 

Bu opera özel olarak Alman stili Singspiel (‘’Şarkı oyunu’’: Konuşmalı diyaloglara bağlanan, bağımsız şarkı bölümlerinden oluşan komik opera formu) şeklinde hazırlanır. Bu stildeki opera eserinde konuşma diliyle müzik dramı karışıktır; eserdeki olaylar konuşma ile geliştirilir, eserde resitatif (konuşur gibi söylenen) müzik bulunmaz, müzik, gösteri şeklinde parçalardan oluşur.

Eserin Almanca librettosu (metni) önce Christoph Friedrich Bretzne tarafından yazılır ancak sonradan Mozart'ın istek ve katkılarıyla Gottlieb Stephanie tarafından adaptasyonlar yapılır.

Eser ilk defa  16 Temmuz 1782 tarihinde Viyana’da Burgtheater'de sahnelenir.

Mozart'in gerçek hayattaki kendi karısının adı da Constanze Weber'dir. Mozart ve Constanze, ‘’Saraydan kız kaçırma’ operasının ilk gösteriminden üç hafta sonra evlenirler. Bu nedenle Mozart’ın Constanze’ye kur yaptığı dönemde, ona olan aşkını ve bağlılığını yazdığı bu operaya yansıttığı rivayet edilir.

"Saraydan Kız Kaçırma" eserini ilk defa izleyen Avusturya imparatoru II. Josef, Mozart huzuruna çıktığı zaman İmparator Mozart'a şikâyet olarak "Bu eser benim kulaklarıma çok ince gelmekte; çok sayıda nota bulunmakta" dediği ve Mozart'in ise "Bulunan nota sayısı, bu eser için gereken nota sayısı kadardır" yanıtını verdiği söylenir.

Mozart’ın bu operası, opera sanatında İtalyanca hâkimiyetini ilk kıran ve Almanca yazılmış ilk operadır.

Bir yanlış bilgi

Bahsettiğim gibi operanın zamanı 18. yüzyıl ve mekânı Akdeniz kıyısı bir Osmanlı ülkesidir. Mozart'in yaşadığı bu devirde Osmanlı paşalarının Balkanlarda, Akdeniz'in Mısır'dan Fas'a kadar uzanan güney kıyılarında ve İstanbul'da birçok yazlık köşkleri bulunmaktadır. Ne yazık ki bu eser anlatılırken eserde geçen sarayı eserin aslına uymayan bir şekilde Topkapı Sarayı olarak, Selim Paşa’yı da Sultan Selim olarak zikredilir ki anlattığım gibi bu doğru değildir. Selim Paşa (librettoda geçtiği şekliyle ‘’Bassa Selim’’) padişah değil, bir Osmanlı paşasıdır ve saray olarak geçen yer de bu paşanın Akdeniz kıyısındaki yazlık köşküdür. Yazımın sonunda eserin librettosunun Almanca olarak tamamını veriyorum. Librettoyu okuduğunuzda bu doğru bilgiyi görürsünüz. Zaten eser de şu cümleyle başlar: ''Platz vor dem Palast des Bassa am Ufer des Meeres.'' (Denizin kıyısında paşanın sarayının önünde birdenbire)

Bu yanlış bilgi nereden gelmektedir? Bunun için Osmanlı tarihinden kısa bir bilgi aktarmam gerekiyor. Osmanlı Padişahı III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından Bestekâr Sadullah Ağa arasında bir aşk başlar. Bunu öğrenen III. Selim başlangıçta âşıkları idam etmek istese de sonra affeder. III. Selim’in bu olayı ve Mozart’ın operasının konusunun hemen hemen aynı olması ve aynı tarihlere denk gelmesi ve III. Selim ile Selim Paşa’nın (Bassa Selim) aynı isimde olması bu yanlışlığa yol açtığı değerlendirilmektedir. Muhtemel ki Mozart da eserini Mihriban ile Sadullah Ağa'nın hikâyesinden esinlenerek yazmıştır.

Yaşa Selim Paşa

Eserin en sonunda yeniçeriler korosu ‘’Yaşa Selim Paşa’’ şarkısını söylerler:

‘’Bassa Selim lebe lange!
Ehre sei sein Eigentum!
Seine holde Scheitel prange
Voll von Jubel, voll von Ruhm.’’

(Çok yaşa Selim Paşa!
Şeref onun mülkü olmalı!
Onun güzel parlak tacı
Şeref dolu, zafer dolu.)

Bu kısım, sevgilileri bağışlaması ve affetmesi nedeniyle Selim Paşa’ya yönelik bir şükran şarkısıdır. Şarkı eşliğinde sevgililer saraydan gemi ile ayrılırlar. Ve eser sona erer...

Eserin tamamını izlemeseniz de eserin en sonunda yer alan aşağıda bağlantıda verdiğim ‘’Bassa Selim lebe lange’’ (Yaşa Selim Paşa) kısmını izlemenizi isterim.

İnsanları sonsuza kadar yaşatan kin, nefret ve öfke duyguları değil, onların sevgi duygusu ve merhametidir.

‘’Huma kuşunun gölgesi’’ isimli tevriyeli şiirinde söylerdi zaten Bâki:

‘’Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’

‘’Bassa Selim lebe lange’’ (Yaşa Selim Paşa)

Sizlere sıcak, sımsıcak güzel bir Pazar günü dilerim...

Osman AYDOĞAN

Yeniçeri Korosu: ‘’Bassa Selim lebe lange’’ (Yaşa Selim Paşa) sahnede:
https://www.youtube.com/watch?v=v34IwJPq8ks

Notalarıyla ‘’Bassa Selim lebe lange’’ (Yaşa Selim Paşa) 
https://www.youtube.com/watch?v=j6rwVTQhlN0

Meraklısı için 2 saat 15 dakikalık eserin tamamı:
https://www.youtube.com/watch?v=-uQ0Ti9GF_U

***

Yine meraklısı için eserin librettosunun tamamı:

Die Entführung aus dem Serail
Komisches Singspiel in drei Aufzügen KV 384
Text nach Christoph Friedrich Bretzner von Gottlieb Stephanie d. J.
Uraufführung: 16. Juli 1782, Hoftheater, Wien

OUVERTURE

ERSTER AUFZUG

Platz vor dem Palast des Bassa am Ufer des Meeres

Erster Auftritt

Nr. 1 ARIE

BELMONTE
Hier soll ich dich denn sehen;
Konstanze! dich mein Glück!
Laß Himmel es geschehen!
Gib mir die Ruh zurück.
Ich duldete der Leiden
O Liebe! allzuviel!
Schenk mir dafür nun Freuden
Und bringe mich ans Ziel!

Aber wie soll ich in den Palast kommen?
- Wie sie sehen? - Wie sprechen?

Zweiter Auftritt

(Osmin mit einer Leiter, welche er an einen Baum vor der Tür des Palastes lehnt, hinaufsteigt und Feigen abnimmt.)

Nr. 2 LIED und DUETT

OSMIN
Wer ein Liebchen hat gefunden,
Die es treu und redlich meint,
Lohn' es ihr durch tausend Küsse,
Mach ihr all das Leben süße,
Sei ihr Tröster, sei ihr Freund.
Trallalera, trallalera.

BELMONTE
Vielleicht, daß ich durch diesen Alten etwas erfahre.
He, Freund! ist das nicht das Landhaus des Bassa Selim?

OSMIN
Doch sie treu sich zu erhalten,
Schließ' er Liebchen sorglich ein:
Denn die losen Dinger haschen
Jeden Schmetterling, und naschen
Gar zu gern von fremdem Wein.
Trallalera, trallalera.

BELMONTE
He, Alter, he! hört Ihr nicht?
Ist hier des Bassa Selim Palast?

OSMIN
Sonderlich beim Mondenscheine,
Freunde, nehmt sie wohl in acht!
Oft lauscht da ein junges Herrchen,
Kirrt und lockt das kleine Närrchen,
Und dann Treue gute Nacht.
Trallalera, trallalera.

BELMONTE
Verwünscht seist du samt deinem Liede!
Ich bin dein Singen nun schon müde;
So hör doch nur ein einzig Wort!

OSMIN
Was Henker laßt ihr euch gelüsten,
Euch zu ereifern, euch zu brüsten?
Was wollt ihr? Hurtig! ich muß fort.

BELMONTE
Ist das des Bassa Selim Haus?

OSMIN
He?

BELMONTE
Ist das des Bassa Selim Haus?

OSMIN
Das ist des Bassa Selim Haus.
(Will fort.)

BELMONTE
So wartet doch -

OSMIN
Ich kann nicht weilen.

BELMONTE
Ein Wort -

OSMIN
Geschwind denn ich muß eilen.

BELMONTE
Seid ihr in sienen Diensten Freund?

OSMIN
He?

BELMONTE
Seid ihr in sienen Diensten Freund?

OSMIN
Ich bin in seinen Diensten, Freund.

BELMONTE
Wie kann ich den Pedrill wohl sprechen,
der hier in seinen Diensten steht?

OSMIN
Den Schurken? - der den Hals soll brechen?
Seht selber zu; wenn's anders geht.
(Will fort)

BELMONTE (für sich)
Was für ein alter grober Bengel!

OSMIN (Ihn betrachtend, auch für sich)
Das ist just so ein Galgenschwengel!

BELMONTE
Ihr irrt, es ist ein braver Mann.

OSMIN
So brav, daß man ihn spießen kann.

BELMONTE
Ihr müßt ihn wahrlich nicht recht kennen.

OSMIN
Recht gut; ich ließ' ihn heut verbrennen.

BELMONTE
Es ist fürwahr ein guter Tropf.

OSMIN
Auf einen Pfahl gehört sein Kopf.
(Will fort.)

BELMONTE
So bleibet doch!

OSMIN
Was wollt ihr noch?

BELMONTE
Ich möchte gerne ...

OSMIN (bitter höhnisch)
So hübsch von ferne
Ums Haus 'rum schleichen
Und Mädchen stehlen? -
Fort, eures gleichen
Braucht man hier nicht.

BELMONTE
Ihr seid besessen!
Sprecht voller Galle
Mir so vermessen
Ins Angesicht!

OSMIN
Nur nicht in Eifer!
Ich kenn' euch schon.

BELMONTE
Schont euren Geifer.
Laßt euer Drohn.

OSMIN
Schert euch zum Teufel
Ihr kriegt, ich schwöre
Sonst ohne Gnade die Bastonade:
Noch habt ihr Zeit.

BELMONTE
Es bleibt kein Zweifel
Ihr seid von Sinnen
Welch ein Betragen
Auf meine Fragen
Seid doch gescheit.
(Ab.)

Dritter Auftritt

OSMIN
Könnt' ich mir doch noch so einen Schurken
auf die Nase setzen, wie den Pedrillo; so einen Gaudieb,
der Tag und Nacht nichts tut, als nach meinen Weibern
herumzuschleichen und zu schnobern, ob's nichts für
seinen Schnabel setzt. Aber ich laure ihm sicher auf
den Dienst, und wohl bekomm dir die Prügelsuppe,
wenn ich dich einmal beim Kanthaken kriege!
Hätt' er sich nur beim Bassa nicht so
eingeschmeichelt, er sollte den Strick längst
um den Hals haben.

PEDRILLO
Nun wie steht's, Osmin? Ist der Bassa noch nicht zurück?

OSMIN
Sieh darnach, wenn du's wissen willst.

PEDRILLO
Schon wieder Sturm im Kalender?
Hast du das Geicht Feigen für mich gepfückt?

OSMIN
Gift für dich, verwünschter Schmarotzer!

PEDRILLO
Was in aller Welt ich dir nur getan haben muß,
daß du beständig mit mir zankst. Laß uns doch
einmal Friede machen.

OSMIN
Friede mit dir? Mit so einem schleichenden
spitzbübischen Paßauf, der nur spioniert, wie
er mir eins versetzen kann? Erdrosseln möcht'
ich dich!

PEDRILLO
Aber sag nur, warum? Warum?

OSMIN
Warum? Weil ich dich nicht leiden kann.

Nr. 3 ARIE

OSMIN
Solche hergelaufne Laffen
Die nur nach den Weibern gaffen,
Mag ich vor den Teufel nicht.
Denn ihr ganzes Tun und Lassen
Ist, uns auf den Dienst zu passen,
Doch mich trügt kein solch Gesicht!
Eure Tücken, eure Ränke,
Eure Finten, eure Schwänke,
Sind mir ganz bekannt.
Mich zu hintergehen,
Müßt ihr früh aufstehen,
Ich hab auch Verstand.
Drum beim Barten des Propheten!
Ich studiere Tag und Nacht,
Ruh nicht bis ich dich seh' töten,
Nimm dich wie du willst in acht.

PEDRILLO
Was bist du für ein grausamer Kerl,
und ich hab dir nichts getan.

OSMIN
Du hast ein Galgengesicht, das ist genug.

Erst geköpft, dann gehangen,
Dann gespießt auf heiße Stangen;
Dann verbrannt,
dann gebunden,
Und getaucht;
zuletzt geschunden.
(Geht ins Haus)

Vierter Auftritt

PEDRILLO
Geh nur, verwünschter Aufpasser; es ist noch nicht
aller Tage Abend. Wer weiß, wer den andern überlistet.
Und dir mißtrauischem, gehässigem Menschenfeind
eine Grube zu graben, sollte ein wahres Fest für mich sein.

BELMONTE
Pedrillo, guter Pedrillo!

PEDRILLO
Ach mein bester Herr! Ist's möglich? Sind Sie's wirklich?
Bravo, Madame Fortuna, bravo, das heißt doch Wort
gehalten! Schon verzweifelte ich, ob einer meiner Briefe
Sie getroffen hätte.

BELMONTE
Sag, guter Pedrillo, lebt meine Konstanze noch?

PEDRILLO
Lebt, und noch hoff' ich für Sie. Seit dem schrecklichen Tage,
an welchem das Glück uns einen so häßlichen Streich spielte
und unser Schiff von den Seeräubern erobern ließ, haben wir
mancherlei Drangsal erfahren. Glücklicher Weise traf sich's noch,
daß der Bassa Selim uns alle drei kaufte: Ihre Konstanze nämlich,
meine Blonde, und mich. Er ließ uns sogleich hier auf sein
Landhaus bringen. Donna Konstanze ward seine auserwählte
Geliebte.

BELMONTE
Ah! Was sagst du?

PEDRILLO
Nun, nur nicht so hitzig! Sie ist noch nicht in die schlimmsten
Hände gefallen. Der Bassa ist ein Renegat und hat noch so
viel Delikatesse, keine seiner Weiber zu seiner Liebe zu
zwingen, und soviel ich weiß, spielt er noch immer den
unerhörten Liebhaber.

BELMONTE
Wär es möglich? Wär Konstanze noch treu?

PEDRILLO
Sicher noch, lieber Herr! Aber wie's mit meinem Blondchen
steht, weiß der Himmel! Das arme Ding schmachtet bei
einem alten häßlichen Kerl, dem sie der Bassa geschenkt
hat; und vielleicht - ach, ich darf gar nicht daran denken!

BELMONTE
Doch nicht der alte Kerl, der soeben ins Haus ging?

PEDRILLO
Eben der.

BELMONTE
Und dies ist der Liebling des Bassa?

PEDRILLO
Liebling, Spion und Ausbund aller Spitzbuben, der mich
mit den Augen vergiften möchte, wenn's möglich wäre.

BELMONTE
O guter Pedrillo, was sagst du?

PEDRILLO
Nur nicht gleich verzagt! Unter uns gesagt: ich hab auch
einen Stein im Brett beim Bassa. Durch mein bißchen
Geschick in der Gärtnerei hab ich seine Gunst weggekriegt,
und dadurch hab ich so ziemlich Freiheit, die tausend
andere nicht haben würden. Da sonst jede Mannsperson
sich entfernen muß, wenn eine seiner Weiber in den Garten
kommt, kann ich bleiben; sie reden sogar mit mir, und er
sagt nichts darüber. Freilich mault der alte Osmin, besonders,
wenn mein Blondchen ihrer Gebieterin folgen muß.

BELMONTE
Ist's möglich? Du hast sie gesprochen? O sag, sag!
Liebt sie mich noch?

PEDRILLO
Hm! Daß Sie daran zweifeln! Ich dächte, Sie kennten die gute
Konstanze mehr als zu gut, hätten Proben genug ihrer Liebe.
Doch damit dürfen wir uns gar nicht aufhalten. Hier ist bloß
die Frage, wie's anzufangen ist, hier wegzukommen?

BELMONTE
O da hab ich für alles gesorgt! Ich hab hier ein Schiff in einiger
Entfernung vom Hafen, das uns auf den ersten Wink einnimmt, und -

PEDRILLO
Ah, sachte, sachte! Erst müssen wir die Mädels haben, ehe wir zu Schiffe
gehen, und das geht nicht so husch, husch, wie Sie meinen!

BELMONTE
O lieber guter Pedrillo, mach nur, daß ich sie sehen, daß ich sie
sprechen kann! Das Herz schlägt mir vor Angst und Freude! -

PEDRILLO
Pfiffig müssen wir das Ding anfangen, und rasch müssen
wir's ausführen, damit wir den alten Aufpasser übertölpeln.
Bleiben Sie hier in der Nähe. Jetzt wird der Bassa bald von
einer Lustfahrt auf dem Wasser zurückkommen. Ich will Sie
ihm als einen geschickten Baumeister vorstellen, denn Bauen
und Gärtnerei sind seine Steckenpferde. Aber lieber, goldner
Herr, halten Sie sich in Schranken; Konstanze ist bei ihm -

BELMONTE
Konstanze bei ihm? Was sagst du? Ich soll sie sehen?

PEDRILLO
Gemach, gemach ums Himmels willen, lieber Herr, sonst
stolpern wir! Ah, ich glaube, dort seh ich sie schon angefahren
kommen. Gehn Sie nur auf die Seite, wenn er kommt; ich will
ihm entgegen gehen.
(Geht ab.)

Fünfter Auftritt

Nr. 4 ARIE

BELMONTE
Konstanze! dich wiederzusehen, dich!
O wie ängstlich, o wie feurig,
Klopft mein liebevolles Herz!
Und des Wiedersehens Zähre,
Lohnt der Trennung bangen Schmerz.
Schon zittr' ich und wanke,
Schon zag ich und schwanke,
Es hebt sich die schwellende Brust.
Ist das ihr Lispeln?
Es wird mir so bange.
War das ihr Seufzen?
Es glüht mir die Wange.
Täuscht mich die Liebe,
War es ein Traum?

PEDRILLO
(kommt hurtig gelaufen)
Geschwind, geschwind auf die Seite
und versteckt! Der Bassa kommt.
(Belmonte versteckt sich)

Sechster Auftritt

(Der Bassa Selim und Konstanze kommen in einem Lustschiffe
angefahren, vor welchem ein anderes Schiff mit Janitscharenmusik 
voraus landet. Die Janitscharen stellen sich am Ufer in Ordnung, 
stimmen folgenden Chor an und entfernen sich dann.)

Nr. 5 CHOR

CHOR DER JANITSCHAREN
Singt dem großen Bassa Lieder
Töne feuriger Gesang;
Und vom Ufer halle wieder
Unsrer Lieder Jubelklang.

SOLI
Weht ihm entgegen
Kühlende Winde
Ebne dich sanfter
Wallende Flut.
Singt ihm entgegen
Fliegende Chöre,
Singt ihm der Liebe
Freuden ins Herz!
(Janitscharen ab.)

Siebenter Auftritt

SELIM
Immer noch traurig, geliebte Konstanze? Immer in Tränen?
Sieh, dieser schöne Abend, diese Reizende Gegend, diese
bezaubernde Musik, meine zärtliche Liebe für dich. Sag,
kann nichts von allem dich endlich beruhigen, endlich dein Herz
rühren? Sieh, ich könnte befehlen, könnte grausam mit dir verfahren,
dich zwingen. (Konstanze seufzt.) Aber nein, Konstanze;
dir selbst will ich dein Herz zu danken haben, dir selbst!

KONSTANZE
Großmütiger Mann! O daß ich es könnte, daß ich's erwidern könnte
- aber -

SELIM
Sag, Konstanze, sag, was hält dich zurück?

KONSTANZE
Du wirst mich hassen.

SELIM
Nein, ich schwöre dir's. Du weißt, wie sehr ich dich
liebe, wieviel Freiheit ich dir vor allen meinen Weibern
gestatte; dich wie meine einzige schätze.

KONSTANZE
O so verzeih!
(Während des Gesanges geht der Bassa unwillig hin und her.)

Nr. 6 ARIE

KONSTANZE
Ach ich liebte,
War so glücklich;
Kannte nicht der Liebe Schmerz.
Schwur ihm Treue,
Dem Geliebten,
Gab dahin mein ganzes Herz.
Doch wie schnell schwand meine Freude,
Trennung war mein banges Los;
Und nun schwimmt mein Aug in Tränen,
Kummer ruht in meinem Schoß.

KONSTANZE
Ach, ich sagt es wohl, du würdest mich hassen. Aber
verzeih, verzeih dem liebekranken Mädchen! Du bist
ja so großmütig, so gut. Ich will dir dienen, deine Sklavin
sein bis ans Ende meines Lebens, nur verlange nicht ein
Herz von mir, das auf ewig versagt ist.

SELIM
Ha, Undankbare! Was wagst du zu bitten?

KONSTANZE
Töte mich, Selim, töte mich, nur zwinge mich nicht,
meineidig zu werden! Noch zuletzt, wie mich der Seeräuber
aus den Armen meines Geliebten riß, schwur ich aufs feierlichste -

SELIM
Halt ein, nicht ein Wort! Reize meinen Zorn nicht noch mehr.
Bedenke, daß du in meiner Gewalt bist!

KONSTANZE
Ich bin es, aber du wirst dich ihrer nicht bedienen, ich kenne
dein gutes, dein mitleidvolles Herz. Hätte ich's sonst wagen
können, dir das meinige zu entdecken?

SELIM
Wag es nicht, meine Güte zu mißbrauchen!

KONSTANZE
Nur Aufschub gönne mir, Herr, nur Zeit, meinen Schmerz zu
vergessen!

SELIM
Wie oft schon gewährt ich dir diese Bitte.

KONSTANZE
Nur noch diesmal!

SELIM
Es sei, zum letzten Male! Geh, Konstanze, geh! Besinne dich
eines Bessern, und morgen -

KONSTANZE (im Abgehn)
Unglückliches Mädchen! O Belmonte, Belmonte!

Achter Auftritt

SELIM
Ihr Schmerz, ihre Tränen, ihre Standhaftigkeit
bezaubern mein Herz immer mehr, machen mir
ihre Liebe nur noch wünschenswerter. Ha! wer wollte
gegen ein solches Herz Gewalt brauchen? Nein, Konstanze,
nein, auch Selim hat ein Herz, auch Selim kennt Liebe!

PEDRILLO
Herr! verzeih, daß ich es wage, dich in deinen Betrachtungen zu stören!

SELIM
Was willst du, Pedrillo?

PEDRILLO
Dieser junge Mann, der sich in Italien mit vielem Fleiß
auf die Baukunst gelegt, hat von deinem Reichtum gehört,
und kommt her, dir als Baumeister seine Dienste anzubieten.

BELMONTE
Herr! könnte ich so glücklich sein, durch meine geringen Fähigkeiten
deinen Beifall zu verdienen!

SELIM
Hm! Du gefällst mir. Ich will sehen, was du kannst.
(Zu Pedrillo) Sorge für seinen Unterhalt. Morgen
werde ich dich wieder rufen lassen.
(Ab.)

Neunter Auftritt

PEDRILLO
Ha! Triumph, Triumph, Herr! Der erste Schritt war getan.

BELMONTE
Ach, laß mich zu mir selbst kommen! Ich habe sie gesehen,
hab' das gute, treue, beste Mädchen gesehen! O Konstanze,
Konstanze! Was könnt ich für dich tun, was für dich wagen?

PEDRILLO
Ha! Gemach, gemach, bester Herr! Stimmen Sie den Ton
ein bißchen herab; Verstellung wird uns weit bessere Dienste
leisten. Wir sind nicht in unserm Vaterlande. Hier fragen sie
den Henker darnach, ob's einen Kopf mehr oder weniger in
der Welt gibt. Bastonade und Strick um Hals sind hier wie
ein Morgenbrot.

BELMONTE
Ach, Pedrillo, wenn du die Liebe kenntest!

PEDRILLO
Hm! Als wenn's mit unser einem gar nichts wäre. Ich habe so
gut meine zärtlichen Stunden als andere Leute. Und denken
Sie denn, daß mir's nicht auch im Bauche grimmt, wenn ich
mein Blondchen von so einem alten Spitzbuben, wie der Osmin
ist, bewacht sehen muß?

BELMONTE
O, wenn es möglich wäre, sie zu sprechen -

PEDRILLO
Wir wollen sehen, was zu tun ist. Kommen Sie nur mit mir in
den Garten, aber um alles in der Welt, vorsichtig und fein. Denn
hier ist alles Aug und Ohr.
(Sie wollen in den Palast, Osmin kommt ihnen in der Tür
entgegen, und hält sie zurück.)

Zehnter Auftritt

OSMIN
Wohin?

PEDRILLO
Hinein!

OSMIN (Zu Belmonte)
Was will das Gesicht? Zurück mit dir, zurück!

PEDRILLO
Ha, gemach, Meister Grobian, gemach!
Er ist in des Bassa Diensten.

OSMIN
In des Henkers Diensten mag er sein!
Er soll nicht herein!

PEDRILLO
Er soll aber herein!

OSMIN
Kommt mir nur einen Schritt über die Schwelle -

BELMONTE
Unverschämter! Hast du nicht mehr Achtung für
einen Mann meines Standes?

OSMIN
Ei, Ihr mögt mir vom Stande sein! Fort, fort, oder
ich will euch Beine machen.

PEDRILLO
Alter Dummkopf! Es ist ja der Baumeister, den der
Bassa angenommen hat.

OSMIN
Meinethalben sei er Stockmeister, nur komm er mir nicht
zu nahe. Ich müßte nicht sehen, daß es so ein Kumpan deines
Gelichters ist, und daß das so eine abgeredete Karte ist, uns
zu überlisten. Der Bassa ist weich wie Butter, mit dem könnt
ihr machen was ihr wollt, aber ich habe eine feine Nase.
Gaunerei ist's um den ganzen Kram, mit euch fremden Gesindel;
und ihr abgefeimten Betrüger habt lange ein Plänchen angelegt,
eure Pfiffe auszuführen; aber wart' ein bißchen! Osmin schläft
nicht. Wär ich Bassa, ihr wär't längst gespießt. Ja, schneid't nur
Gesichter, lacht nur höhnisch in den Bart hinein!

PEDRILLO
Ereifere dich nicht so, Alter, es hilft dir doch nichts. Sieh, soeben werden
wir hinein spazieren.

OSMIN
Ha, das will ich sehen! (Stellt sich vor die Tür.)

PEDRILLO
Mach keine Umstände.

BELMONTE
Weg, Niederträchtiger!

Nr. 7 TERZETT

OSMIN
Marsch! Marsch! Marsch! trollt euch fort!
Sonst soll die Bastonade
Euch gleich zu Diensten stehn.

BELMONTE, PEDRILLO
Ei! das wär ja schade;
Mit uns so umzugehn!

OSMIN
Kommt nur nicht näher, sonst schlag' ich drein.

BELMONTE, PEDRILLO
Weg von der Türe. Wir gehn hinein.

OSMIN
Marsch fort! Ich schlage drein!

BELMONTE, PEDRILLO
Platz fort! Wir gehn hinein.
(Sie stoßen ihn weg und gehn hinein.)

ZWEITER AUFZUG


Garten am Palast des Bassa Selim; an der Seite Osmins Wohnung.

Erster Auftritt

BLONDE
O des Zankens, Befehlens und Murrens wird auch kein Ende!
Einmal für allemal: das steht mir nicht an! Denkst du alter Murrkopf
etwa eine türkische Sklavin vor dir zu haben, die bei deinen Befehlen
zittert? O da irrst du dich sehr! Mit europäichen Mädchen springt
man nicht so herum; denen begegnet man ganz anders.

Nr. 8 ARIE

BLONDE
Durch Zärtlichkeit und Schmeicheln,
Gefälligkeit und Scherzen,
Erobert man die Herzen
Der guten Mädchen leicht.
Doch mürrisches Befehlen,
Und Poltern, Zanken, Plagen
Macht daß in wenig Tagen
So Lieb' als Treu' entweicht.

OSMIN
Ei seht doch mal, was das Mädchen vorschreiben kann!
Zärtlichkeit? Schmeicheln? Es ist mir wie pure Zärtlichkeit!
Wer Teufel hat dir das Zeug in den Kopf gesetzt? Hier sind
wir in der Türkei, und da geht's aus einem andern Tone. Ich
dein Herr, du meine Sklavin; ich befehle, du mußt gehorchen!

BLONDE
Deine Sklavin? Ich deine Sklavin? Ha, ein Mädchen eine Sklavin!
Noch einmal sag mir das, noch einmal!

OSMIN
(für sich) Ich möchte toll werden, was das Mädchen für ein
starrköpfiges Ding ist. (Laut) Du hast doch wohl nicht vergessen,
daß dich der Bassa mir zur Sklavin geschenkt hat?

BLONDE
Bassa hin, Bassa her! Mädchen sind keine Ware zum Verschenken!
Ich bin eine Engländerin, zur Freiheit geboren; und trotz jedem,
der mich zu etwas zwingen will!

OSMIN
(beiseite) Gift und Dolch über das Mädchen! Beim Mahomet,
sie macht mich rasend. Und doch lieb ich die Spitzbübin, trotz ihres tollen
Kopfes! (Laut) Ich befehle dir, augenblicklich mich zu lieben!

BLONDE
Hahaha! Komm mir nur ein wenig näher, ich will dir fühlbare Beweise
davon geben.

OSMIN
Tolles Ding! Weißt du, daß du mein bist und ich dich dafür züchtigen kann?

BLONDE
Wag's nicht, mich anzurühren, wenn dir deine Augen lieb sind.

OSMIN
Wie? Du unterstehst dich -

BLONDE
Das ist was zu unterstehen! Du bist der Unverschämte, der sich zuviel Freiheit
herausnimmt. So ein altes häßliches Gesicht untersteht sich, einem Mädchen
wie ich, jung, schön, zur Freude geboren, wie einer Magd zu befehlen!
Wahrhaftig, das stünde mir an! Uns gehört das Regiment; ihr seid unsere
Sklaven und glücklich, wenn ihr Verstang genug habt, euch die Ketten zu
erleichtern.

OSMIN
Bei meinem Bart, sie ist toll! Hier, hier in der Türkei?

BLONDE
Türkei hin, Türkei her! Weib ist Weib, sie sei wo sie wolle! Sind eure Weiber
solche Närrinnen, sich von euch unterjochen zu lassen, desto schlimmer für sie;
in Europa verstehen sie das Ding besser. Laß mich nur einmal Fuß hier gefaßt
haben, sie sollen bald anders werden.

OSMIN
Beim Allah, die wär imstande, uns allen die Weiber rebellisch zu machen! Aber -

BLONDE
Aufs Bitten müßt ihr euch legen, wenn ihr etwas von uns erhalten wollt; besonders
Liebhaber deines Gelichters.

OSMIN
Freilich, wenn ich Pedrillo wär, so ein Drahtpüppchen wie er, da wär ich vermutlich
willkommen, denn euer Mienenspiel hab ich lange weg.

BLONDE
Erraten, guter Alter, erraten! Das kannst du dir wohl einbilden, daß mir der niedliche
Pedrillo lieber ist, wie dein Blasebalggesicht. Also wenn du klug wärst -

OSMIN
Sollt ich dir die Freiheit geben, zu tun und zu machen, was du wolltest, he?

BLONDE
Besser würdest du immer dabei fahren: denn so wirst du sicher betrogen.

OSMIN
Gift und Dolch! Nun reißt mir die Geduld! Den Augenblick hinein ins Haus!
Und wo du's wagst -

BLONDE
Mach mich nicht lachen.

OSMIN
Ins Haus, sag ich!

BLONDE
Nicht von der Stelle!

OSMIN
Mach nicht, daß ich Gewalt brauche.

BLONDE
Gewalt werd' ich mit Gewalt vertreiben. Meine Gebieterin hat mich hier
in den Garten bestellt; sie ist die Geliebte des Bassa, sein Augapfel, sein
alles; und es kostet mich ein Wort, so hast du fünfzig auf die Fußsohlen.
Also geh!

OSMIN (für sich)
Das ist ein Satan! Ich muß nachgeben, so wahr ich ein Muselmann bin;
sonst könnte ihre Drohung eintreffen.

Nr. 9 DUETT

OSMIN
Ich gehe, doch rate ich dir
Den Schurken Pedrillo zu meiden.

BLONDE
O pack dich, befiehl nicht mit mir,
Du weißt ja, ich kann es nicht leiden.

OSMIN
Versprich mir ...

BLONDE
Was fällt dir da ein!

OSMIN
Zum Henker!

BLONDE
Fort, laß mich allein.

OSMIN
Wahrhaftig kein Schritt von der Stelle,
Bis du zu gehorchen mir schwörst.

BLONDE
Nicht so viel du armer Geselle,
Und wenn du der Großmogul wärst.

OSMIN
O Engländer! seid ihr nicht Toren,
Ihr laßt euern Weibern den Willen.
Wie ist man geplagt und geschoren
Wenn solch eine Zucht man erhält;

BLONDE
Ein Herz, so in Freiheit geboren
Läßt niemals sich sklavisch behandeln
Bleibt, wenn schon die Freiheit verloren,
Noch stolz auf sie, lachet der Welt!
Nun troll' dich.

OSMIN
So sprichst du mit mir?

BLONDE
Nicht anders.

OSMIN
Nun bleib ich erst hier.

BLONDE (Stößt ihn fort)
Ein andermal. Jetzt mußt du gehen.

OSMIN
Wer hat solche Frechheit gesehen!

BLONDE (Stellt sich, als wollte sie ihm die Augen auskratzen)
Es ist um die Augen geschehen
Wofern du noch länger verweilst.

OSMIN (Furchtsam zurückweichend)
Nur ruhig, ich will ja gern gehen,
Bevor du gar Schläge erteilst. (Geht ab.)

Zweiter Auftritt

BLONDE
Wie traurig das gute Mädchen daher kommt! Freilich tut's weh,
den Geliebten zu verlieren und Sklavin zu sein. Es geht mir wohl
auch nicht viel besser; aber ich habe doch noch das Vergnügen,
meinen Pedrillo manchmal zu sehen, ob's gleich auch mager
und verstohlen genug geschehen muß; doch wer kann wider den
Strom schwimmen!

Nr. 10 REZITATIV und ARIE

KONSTANZE (ohne Blonde zu bemerken)
Welcher Wechsel herrscht in meiner Seele
Seit dem Tag da uns das Schicksal trannte
O Belmont! hin sind die Freuden,
Die ich sonst an deiner Seite kannte;
Banger Sehnsuchts Leiden
Wohnen nun dafür in der beklemmten Brust.

Traurigkeit ward mir zum Lose,
Weil ich dir entrissen bin.
Gleich der wurmzernagten Rose,
Gleich dem Gras im Wintermoose,
Welkt mein banges Leben hin.
Selbst der Luft darf ich nicht sagen
Meiner Seele bittern Schmerz,
Denn unwillig ihn zu tragen,
Haucht sie alle meine Klagen
Wieder in mein armes Herz.

BLONDE
Ach mein bestes Fräulein! Noch immer so traurig?

KONSTANZE
Kannst du fragen, die du meinen Kummer weißt? Wieder ein Abend,
und noch keine Nachricht, noch keine Hoffnung! Und morgen - ach Gott, ich darf nicht daran denken!

BLONDE
Heitern Sie sich wenigstens ein bißchen auf. Sehn Sie, wie schön der
Abend ist, wie blühend uns alles entgegenlacht, wie freudig uns die Vögel
zu ihrem Gesang einladen! Verbannen Sie die Grillen, und fassen Sie Mut!

KONSTANZE
Wie glücklich bist du, Mädchen, bei deinem Schicksal so gelassen zu sein!
O daß ich es auch könnte!

BLONDE
Das steht nur bei Ihnen, hoffen Sie -

KONSTANZE
Wo nicht der mindeste Schein von Hoffnung mehr zu erblicken ist?

BLONDE
Hören Sie nur: ich verzage mein Lebentag nicht, es mag auch eine Sache
noch so schlimm aussehen. Denn wer sich immer das Schlimmste vorstellt,
ist auch wahrhaftig am schlimmsten dran.

KONSTANZE
Und wer sich immer mit Hoffnung schmeichelt und zuletzt betrogen sieht,
hat alsdann nichts mehr übrig als die Verzweiflung.

BLONDE
Jedes nach seiner Weise. Ich glaube bei der meinigen am besten zu fahren.
Wie bald kann Ihr Belmonte mit Lösegeld erscheinen oder uns listiger Weise
entführen? Wären wir die ersten Frauenzimmer, die den türkischen Vielfraßen
entkämen? Dort seh ich den Bassa.

KONSTANZE
Laß uns ihm aus den Augen gehn.

BLONDE
Zu spät. Er hat Sie schon gesehen. Ich darf aber getrost aus dem Wege trollen,
er schaffte mich ohnehin fort. (Im Weggehen.) Courage, wir kommen
gewiß noch in unsre Heimat!

Dritter Auftritt

SELIM
Nun Konstanze, denkst du meinem Begehren nach?
Der Tag ist bald verstrichen, morgen mußt du mich lieben, oder -

KONSTANZE
Muß? Welch albernes Begehren! Als ob man die Liebe anbefehlen könnte
wie eine Tracht Schläge! Aber freilich, wie ihr Türken zu Werke geht, läßt
sich's auch allenfalls befehlen. Aber ihr seid wirklich zu beklagen. Ihr kerkert
die Gegenstände eurer Begierden ein und seid zufrieden, eure Lüste zu büßen.

SELIM
Und glaubst du etwa, unsere Weiber wären weniger glücklich als in euren
Ländern?

KONSTANZE
Die nichts besseres kennen!

SELIM
Auf diese Art wäre wohl keine Hoffnung, daß du je anders denken wirst.

KONSTANZE
Herr! Ich muß dir frei gestehen, denn was soll ich dich länger hinhalten,
mich mit leerer Hoffnung schmeicheln, daß du dich durch mein Bitten
erweichen ließest, ich werde stets so denken wie jetzt; dich verehren,
aber - lieben? Nie.

SELIM
Und du zitterst nicht vor der Gewalt, die ich über dich habe?

KONSTANZE
Nicht im geringsten. Sterben ist alles, was ich zu erwarten habe,
und je eher dies geschieht, je lieber wird es mir sein.

SELIM
Elende! Nein! nicht sterben, aber Martern von aller Arten -

KONSTANZE
Auch die will ich ertragen; du erschreckst mich nicht; ich erwarte alles.

Nr. 11 ARIE

KONSTANZE
Martern aller Arten
Mögen meiner warten.
Ich verlache Qual und Pein.
Nichts soll mich erschüttern,
Nur dann würd' ich zittern,
Wenn ich untreu könnte sein.
Laß dich bewegen,
verschone mich;
Des Himmels Segen
belohne dich!
Doch du bist entschlossen.
Willig unverdrossen
Wähl' ich jede Pein und Not.
Ordne nur, gebiete,
Lärme, tobe, wüte,
Zuletzt befreit mich doch der Tod!
(Geht ab.)

Vierter Auftritt

SELIM
Ist das ein Traum? Wo hat sie auf einmal den Mut her, sich so
gegen mich zu betragen? Hat sie vielleicht Hoffnung, mir zu entkommen?
Ha, das will ich verwehren! (Will fort.) Doch das ist's nicht, dann
würde sie sich eher verstellen, mich einzuschläfern versuchen -
Ja! es ist Verzweiflung! Mit Härte richt' ich nicht aus, mit Bitten auch nicht,
also, was Drohen und Bitten nicht vermögen, soll die List zuwege bringen.
(Ab.)

Fünfter Auftritt

BLONDE
Kein Bassa, keine Konstanze mehr da? Sind sie miteinander eins worden?
Schwerlich, das gute Kind hängt zu sehr an ihrem Belmonte! Ich bedaure
sie von Grund meines Herzens. Sie ist zu empfindsam für ihre Lage. Freilich,
hätt ich meinen Pedrillo nicht an der Seite, wer weiß, wie mir's ginge! Doch
würd ich nicht so zärteln wie sie. Die Männer verdienen's wahrlich nicht,
daß man ihrenthalben sich zu Tode grämt. Vielleicht würd ich muselmännisch
denken.

Sechster Auftritt

PEDRILLO
Bst, bst! Blondchen! Ist der Weg rein?

BLONDE
Komm nur, komm! Der Bassa ist wieder zurück. Und meinem Alten habe ich
eben den Kopf ein bißchen gewaschen. Was hast du denn?

PEDRILLO
O, Neuigkeiten, die dich entzücken werden.

BLONDE
Nun? Hurtig heraus damit!

PEDRILLO
Erst, liebes Herzens-Blondchen, laß dir vor allen Dingen einen recht herzlichen
Kuß geben; du weißt ja, wie gestohlnes Gut schmeckt.

BLONDE
Pfui, pfui! Wenn das deine Neuigkeiten alle sind -

PEDRILLO
Närrchen, mach darum keinen Lärm, der alte spitzbübische Osmin lauert uns
sicher auf den Dienst.

BLONDE
Nun? Und die Neuigkeiten?

PEDRILLO
Sind, daß das Ende unserer Sklaverei vor der Tür ist.
(Er sieht sorgfältig um.) Belmonte, Konstanzes Geliebter,
ist angekommen, und ich hab' ihn unter dem Namen eines Baumeisters
hier im Palast eingeführt.

BLONDE
Ah, was sagst du? Belmonte da?

PEDRILLO
Mit Leib und Seele!

BLONDE
Ha, das muß Konstanze wissen! (Will fort.)

PEDRILLO
Hör nur, Blondchen, hör nur erst: Er hat ein Schiff hier in der Nähe
in Bereitschaft, und wir haben beschlossen, euch diese Nacht zu entführen.

BLONDE
O allerliebst, allerliebst! Herzens-Pedrillo, das verdient einen Kuß! Geschwind,
geschwind zu Konstanze! (Will fort.)

PEDRILLO
Halt nur, halt, und laß erst mit dir reden. Um Mitternacht kommt Belmonte
mit einer Leiter zu Konstanzes Fenster, und ich zu dem deinigen, und dann
geht's heidi davon!

BLONDE
O vortrefflich! Aber Osmin?

PEDRILLO
Hier ist ein Schlaftrunk für den alten Schlaukopf, den misch ihm fein
manierlich ins Getränke, verstehst du? Ich habe dort auch schon ein
Fläschchen angefüllt. Geht's hier nicht, wird's dort wohl gehen.

BLONDE
Sorg nicht für mich! Aber kann Konstanze ihren Geliebten nicht sprechen?

PEDRILLO
Sobald es vollends finster ist, kommt er hier in den Garten. Nun geh' und
bereite Konstanzen vor; ich will hier Belmonten erwarten. Leb wohl, Herzchen,
leb wohl!

BLONDE
Leb wohl, guter Pedrillo! Ach, was werd ich für Freude anrichten!

Nr. 12 ARIE

BLONDE
Welche Wonne, welche Lust
Herrscht nunmehr in meiner Brust!
Ohne Aufschub will ich springen
Und ihr gleich die Nachricht bringen
Und mit Lachen und mit Scherzen
Ihrem schwachen feigen Herzen
Freud und Jubel prophezeihn.
(Geht fort.)

Siebenter Auftritt

PEDRILLO
Ah, daß es schon vorbei wäre! daß wir schon auf offner See wären,
unsre Mädels im Arm, und dies verwünschte Land im Rücken hätten!
Doch sei's gewagt; entweder jetzt oder niemals. Wer zagt, verliert!

Nr. 13 ARIE

PEDRILLO
Frisch zum Kampfe!
Frisch zum Streite!
Nur ein feiger Tropf verzagt.
Sollt' ich zittern?
Sollt' ich zagen?
Nicht mein Leben mutig wagen?
Nein, ach nein es sei gewagt!
Frisch zum Kampfe!
Frisch zum Streite!
Nur ein feiger Tropf verzagt.

Achter Auftritt

OSMIN
Ha! Geht's hier so lustig zu? Es muß dir verteufelt wohl gehen.

PEDRILLO
Ei, wer wird so ein Kopfhänger sein; es kommt beim Henker da
nichts bei heraus! Das haben die Pedrillos von jeher in ihrer Familie
gehabt. Fröhlichkeit und Wein versüßt die härteste Sklaverei. Freilich
könnt ihr armen Schlucker das nicht begreifen, daß es so ein herrlich
Ding um ein Gläschen guten alten Lustigmacher ist. Wahrhaftig, da
hat euer Vater Mahomet einen verzweifelten Bock geschossen, daß er
euch den Wein verboten hat. Wenn das verwünschte Gesetz nicht wäre,
du müßtest ein Gläschen mit mir trinken, du möchtest wollen oder nicht.
(Für sich) Vielleicht beißt er an: er trinkt ihn gar zu gern.

OSMIN
Wein mit dir? Ja Gift -

PEDRILLO
Immer Gift und Dolch, und Dolch und Gift! Laß doch den alten Groll
einmal fahren und sei vernünftig. Sieh einmal, ein Paar flaschen
Zypernwein! - Ah - (Er zeigt ihm zwei Flaschen, wovon die eine
größer als die andere ist.) Die sollen mir vortrefflich schmecken!

OSMIN (für sich)
Wenn ich trauen dürfte?

PEDRILLO
Das ist ein Wein, das ist ein Wein!
(Er setzt sich nach türkischer Art auf die Erde und trinkt aus der kleinen Flasche.)

OSMIN
Kost einmal die große Flasche auch.

PEDRILLO
Denkst wohl gar, ich habe Gift hineingetan? Ha, laß dir keine grauen Haare wachsen!
Es verlohnte sich der Mühe, daß ich deinetwegen zum Teufel führe. Da sieh, ob ich trinke.
(Er trinkt aus der großen Flasche ein wenig.) Nun, hast du noch Bedenken?
Traust mir noch nicht? Pfui, Osmin, sollst dich schämen! Da nimm! (Er gibt ihm die
große Flasche) Oder willst du die kleine?

OSMIN
Nein, laß nur, laß nur! Aber wenn du mich verrätst - (Sieht sich sorgfältig um.)

PEDRILLO
Als wenn wir einander nicht weiter brauchten. Immer frisch! Mahomet liegt längst
auf'm Ohr und hat nötiger zu tun, als sich um deine Flasche Wein zu bekümmern.

Nr. 14 DUETT

PEDRILLO
Vivat Bacchus! Bacchus lebe!
Bacchus war ein braver Mann!

OSMIN
Ob ich's wage? Ob ich's trinke?
Ob's wohl Allah sehen kann?

PEDRILLO
Was hilft das Zaudern?
Hinunter, hinunter!
Nicht lange nicht lange gefragt!

OSMIN
Nun wär's geschehen, nun wär's hinunter;
Das heiß ich, das heiß ich gewagt!

PEDRILLO, OSMIN
Es leben die Mädchen,
Die Blonden, die Braunen,
Sie leben hoch!

PEDRILLO
Das schmeckt trefflich!

OSMIN
Das schmeckt herrlich!

PEDRILLO, OSMIN
Ah! Das heiß' ich Göttertrank!
Vivat Bacchus! Bacchus lebe!
Der den Wein erfand!

PEDRILLO
Wahrhaftig, daß muß ich gestehen, es geht doch nichts über den Wein!
Wein ist mir lieber, als Geld und Mädchen. Bin ich verdrießlich,
mürrisch, launisch: hurtig nehm ich meine Zuflucht zur Flasche, und
kaum seh ich den ersten Boden: weg ist all mein Verdruß! Meine
Flasche macht mir kein schiefes Gesicht, wie mein Mädchen, wenn
ihr der Kopf nicht auf dem rechten Fleck steht. Und schwatzt mir
von Süßigkeiten der Liebe und des Ehestandes, was Ihr wollt: Wein
auf der Zunge geht über alles!

OSMIN
(fängt bereits an, die Wirkung des Weins und des Schlaftrunks zu spüren,
und wird bis zum Ende des Auftritts immer schläfriger und träger, doch darf's
der Schauspieler nicht übertreiben und muß nur immer halb träumend und
schlaftrunken bleiben).
Das ist wahr - Wein - Wein - ist ein schönes Getränk; und unser großer - Prophet
mag mir's nicht übel nehmen - Gift und Dolch, es ist doch eine hübsche Sache
um den Wein! - Nicht - Bruder Pedrillo?

PEDRILLO
Richtig, Bruder Osmin, richtig!

OSMIN
Man wird gleich so - munter (Er nickt zuweilen.) - so vergnügt - so aufgeräumt.
- Hast du nichts mehr, Bruder? (Er langt auf eine lächerliche Art nach einer
zweiten Flasche, die Pedrillo ihm reicht.)

PEDRILLO
Hör du, Alter, trink mir nicht zu viel, es kommt einem in den Kopf.

OSMIN
Trag doch keine - Sorge, ich bin so - so - nüchtern wie möglich. - Aber das ist wahr, -
(Er fängt an, auf der Erde hin und her zu wanken.) es schmeckt -
vortrefflich!

PEDRILLO (für sich)
Es wirkt, Alter, es wirkt!

OSMIN
Aber verraten mußt du mich nicht - Brüderchen - verraten - denn - wenn's Mahomet
nein, nein - der Bassa wüßte - denn siehst du - liebes Blondchen - ja oder nein!

PEDRILLO (für sich)
Nun wird's Zeit, ihn fortzuschaffen!
(Laut) Nun komm, Alter, komm, wir wollen schlafen gehn! (Er hebt ihn auf.)

OSMIN
Schlafen? - Schämst du dich nicht? Gift und Dolch! Wer wird denn so schläfrig sein -
es ist ja kaum Morgen -

PEDRILLO
Ho, ho, die Sonne ist schon hinunter! Komm, komm, daß uns der Bassa
nicht überrascht!

OSMIN (im Abführen)
Ja, ja - eine Flasche - guter - Bassa - geht über - alles! - Gute Nacht' -
Brüderchen - gute Nacht. (Pedrillo führt ihn hinein, kommt aber gleich wieder zurück.)

Neunter Auftritt

PEDRILLO (macht's Osmin nach)
Gute Nacht - Brüderchen - gute Nacht! Hahahaha, alter Eisenfresser,
erwischt man dich so? Gift und Dolch! Du hast deine Ladung! Nur fürcht ich,
ist's noch zu zeitig am Tage; bis Mitternacht sind noch drei Stunden, und da
könnt er leicht wieder ausgeschlafen haben. - Ach kommen Sie, kommen Sie,
liebster Herr! Unser Argus ist blind, ich hab ihn tüchtig zugedeckt.

BELMONTE
O daß wir glücklich wären! Aber sag: ist Konstanze noch nicht hier?

PEDRILLO
Eben kommt sie da den Gang herauf. Reden Sie alles mit ihr ab, aber
fassen Sie sich kurz, denn der Verräter schläft nicht immer.
(Während der Unterredung des Belmonte mit Konstanze unterhält sich
Pedrillo mit Blonde, der er durch Pantomime den ganzen Auftritt mit dem
Osmin vormacht und jenem nachahmt; zuletzt unterrichtet er sie ebenfalls,
daß er um Mitternacht mit einer Leiter unter ihr Fenster kommen wolle,
um sie zu entführen.)

KONSTANZE
O mein Belmonte!

BELMONTE
O Konstanze!

KONSTANZE
Ist's möglich? Nach so viel Tagen der Angst, nach so viel ausgestandenen
Leiden, dich wieder in meinen Armen.

BELMONTE
O dieser Augenblick versüßt allen Kummer, macht mich all meinen
Schmerz vergessen.

KONSTANZE
Hier will ich an deinem Busen liegen und weinen! Ach, jetzt fühl ich's,
die Freude hat auch ihre Tränen!

Nr. 15 ARIE

BELMONTE
Wenn der Freude Tränen fließen
Lächelt Liebe dem Geliebten hold;
Von den Wangen sie zu küssen
Ist der Liebe schönster größter Sold.
Ach Konstanze! dich zu sehen
Dich voll Wonne, voll Entzücken
An mein treues Herz zu drücken,
Lohnt fürwahr nicht Krösus Pracht.
Daß wir uns niemals wiederfinden!
So därfen wir nicht erst empfinden
Welchen Schmerz die Trennung macht.

Nr. 16 QUARTETT

KONSTANZE
Ach Belmonte! ach, mein Leben!

BELMONTE
Ach, Konstanze! ach, mein Leben!

KONSTANZE
Ist es möglich? Welch Entzücken!
Dich an meine Brust zu drücken
Nach so vieler Tage Leid.

BELMONTE
Welche Wonne dich zu finden!
Nun muß aller Kummer schwinden!
O wie ist mein Herz erfreut.

KONSTANZE
Sieh, die Freudentränen fließen.

BELMONTE
Holde! laß hinweg sie küssen!

KONSTANZE
Daß es doch die letzte sei.

BELMONTE
Ja, noch heute wirst du frei.

PEDRILLO
Also Blondchen, hast's verstanden?
Alles ist zur Flucht vorhanden
Um Schlag Zwölfe sind wir da.

BLONDE
Unbesorgt, es wird nichts fehlen
Die Minute werd' ich zählen
Wär der Augenblick schon da.

BELMONTE, KONSTANZE, PEDRILLO, BLONDE
Endlich scheint die Hoffnungssonne
Hell durchs trübe Firmament.
Voll Entzücken, Freud und Wonne,
Sehn wir unsrer Leiden End'.

BELMONTE
Doch ach, bei aller Lust
Empfindet meine Brust
Noch manch geheime Sorgen!

KONSTANZE
Was ist es Liebster, sprich,
Geschwind erkläre dich,
O halt mir nichts verborgen.

BELMONTE
Man sagt: ... man sagt: ... du seiest -

KONSTANZE
Nun weiter?

PEDRILLO
Doch Blondchen, ach! die Leiter!
Bist du wohl soviel wert?

BLONDE
Hans Narr! schnappt's bei dir über?
Ei hättest du nur lieber
Die Frage umgekehrt.

PEDRILLO
Doch Herr Osmin -

BLONDE
Laß hören -

KONSTANZE
Willst du dich nicht erklären?

BELMONTE
Ich will. Doch zürne nicht,
Wenn ich nach dem Gerücht
So ich gehört, es wage
Dich zitternd, bebend frage,
Ob du den Bassa liebst?

PEDRILLO
Hat nicht Osmin etwan,
Wie man fast glauben kann
Sein Recht als Herr probieret
Und bei dir exerzieret?
Dann wär's ein schlechter Kauf!

KONSTANZE
O! wie du mich betrübst!
(Sie weint.)

BLONDE
Da nimm die Antwort drauf.
(Gibt dem Pedrillo eine Ohrfeige)

PEDRILLO
Nun bin ich aufgeklärt!

BELMONTE
Konstanze! ach vergib!

BLONDE
Du bist mich gar nicht wert.

KONSTANZE
Ob ich dir treu verblieb!

BLONDE (zu Konstanze)
Der Schlingel frägt sich an,
Ob ich ihm treu geblieben?

KONSTANZE (zu Blonde)
Dem Belmont sagte man,
Ich soll den Bassa lieben!

PEDRILLO
Daß Blonde ehrlich sei,
Schwör' ich bei allen Teufeln.

BELMONTE (zu Pedrillo)
Konstanze ist mir treu,
Daran ist nicht zu zweifeln.

KONSTANZE, BLONDE
Wenn unsrer Ehre wegen
Die Männer Argwohn hegen
Verdächtig auf uns sehn,
Das ist nicht auszustehn.

BELMONTE, PEDRILLO
Sobald sich Weiber kränken
Daß wir sie untreu denken
Dann sind sie wahrhaft treu
Von allem Vorwurf frei.

PEDRILLO
Liebstes Blondchen ach! verzeihe
Sieh, ich bau' auf deine Treue,
Mehr jetzt als auf meinen Kopf.

BLONDE
Nein, das kann ich dir nicht schenken
Mich mit so was zu verdenken
Mit dem alten dummen Tropf!

BELMONTE
Ach Konstanze! ach mein Leben,
Könntest du mir doch vergeben
Daß ich diese Frage tat.

KONSTANZE
Belmont! wie? du konntest glauben
Daß man dir dies Herz könnt' rauben?
Das nur dir geschlagen hat.

BELMONTE, PEDRILLO
Ach verzeihe! Ich bereue!

KONSTANZE, BLONDE
Ich verzeihe deiner Reue.

BELMONTE, KONSTANZE, PEDRILLO, BLONDE
Wohl, es sei nun abgetan!
Es lebe die Liebe!
Nur sie sei uns teuer
Nichts fache das Feuer
Der Eifersucht an.

 

DRITTER AUFZUG


Vor dem Palast des Bassa Selim; auf einer Seite der Palast des Bassa, gegenüber
die Wohnung des Osmin, hinten Aussicht aufs Meer. Es ist Mitternacht.

Erster Auftritt

PEDRILLO
Hier lieber Klaas, hier leg sie indes nur nieder und hole die zweite vom Schiff.
Aber nur hübsch leise, daß nicht viel Lärm gemacht wird, es geht hier auf
Tod und Leben.

KLAAS
Laß mich nur machen, ich versteh das Ding auch ein bißchen; wenn wir sie nur
erst an Bord haben.

PEDRILLO
Ach lieber Klaas, wenn wir mit unsrer Beute glücklich nach Spanien kommen,
ich glaube, Don Belmonte läßt dich in Gold einfassen.

KLAAS
Das möchte wohl ein bißchen zu warm aufs Fell gehn; doch das wird sich schon
geben. Ich hole die Leiter. (Geht ab.)

PEDRILLO
Ach, wenn ich sagen sollte, daß mir's Herz nicht klopfte, so sagt ich eine
schreckliche Lüge. Die verzweifelten Türken verstehn nicht den mindesten
Spaß; und ob der Bassa gleich ein Renegat ist, so ist er, wenn's aufs Kopfab
ankommt, doch ein völliger Türke. (Klaas bringt die zweite Leiter.)
So, guter Klaas, und nun lichte die Anker und spanne alle Segel auf, denn eh
eine halbe Stunde vergeht, hast du deine völlige Ladung.

KLAAS
Bring sie nur hurtig, und dann laß mich sorgen. (Geht ab.)

Zweiter Auftritt

PEDRILLO
Ach, ich muß Atem holen! - Es zieht mir's Herz so eng zusammen, als wenn ich's
größte Schelmstück vorhätte! - Ach, wo mein Herr auch bleibt!

BELMONTE (ruft leise)
Pedrillo! Pedrillo!

PEDRILLO
Wie gerufen!

BELMONTE
Ist alles fertig gemacht?

PEDRILLO
Alles! Jetzt will ich ein wenig um den Palast herum spionieren, wie's
aussieht. Singen Sie indessen eins. Ich habe das so alle Abende getan;
und wenn Sie da auch jemand gewahr wird, oder Ihnen begegnet, denn
alle Stunden macht hier eine Janitscharenwache die Runde, so hat's nichts
zu bedeuten, sie sind das von mir schon gewohnt; es ist fast besser, als
wenn man Sie so still hier fände.

BELMONTE
Laß mich nur machen, und komm bald wieder.
(Pedrillo geht ab.)

Dritter Auftritt

BELMONTE
O Konstanze, Konstanze, wie schlägt mir das Herz! Je näher der Augenblick
kommt, desto ängstlicher zagt meine Seele. Ich fürchte und wünsche, bebe
und hoffe. O Liebe, sei du meine Leiterin!

Nr. 17 ARIE

BELMONTE
Ich baue ganz auf deine Stärke,
Vertrau, o Liebe! deiner Macht!
Denn ach! Was wurden nicht für Werke
Schon oft durch dich zu Stand gebracht.
Was aller Welt unmöglich scheint,
Wird durch die Liebe doch vereint.

Vierter Auftritt

PEDRILLO
Alles liegt auf dem Ohr. Es ist alles so ruhig, so stille als den Tag nach der Sündflut.

BELMONTE
Nun, so laß uns befreien. Wo ist die Leiter?

PEDRILLO
Nicht so hitzig. Ich muß erst das Signal geben.

BELMONTE
Was hindert dich denn, es nicht zu tun? Mach fort.

PEDRILLO (sieht nach der Uhr.)
Eben recht, Schlag zwölf. Gehen Sie dort an die Ecke, und geben Sie wohl acht,
daß wir nicht überrascht werden.

BELMONTE
Zaudre nur nicht! (Geht ab.)

PEDRILLO (Indem er seine Mandoline hervorholt.)
Es ist doch um die Herzhaftigkeit eine erzläppische Sache. Wer keine hat,
schafft sich mit aller Mühe keine an! Was mein Herz schlägt! Mein Papa
muß ein Erzpoltron gewesen sein. (Fängt an zu spielen).
Nun so sei es denn gewagt!
(singt und akkompagniert sich).

Nr. 18 ROMANZE

PEDRILLO
In Mohrenland gefangen war
Ein Mädel hübsch und fein;
Sah rot und weiß, war schwarz von Haar,
Seufzt Tag und Nacht und weinte gar,
Wollt' gern erlöset sein.

Da kam aus fremdem Land daher
Ein junger Rittersmann;
Den jammerte das Mädchen sehr;
Jach, rief er, wag ich Kopf und Ehr,
Wenn ich sie retten kann.

Noch geht alles gut, es rührt sich noch nichts.

BELMONTE (kommt hervor)
Mach ein Ende, Pedrillo.

PEDRILLO
An mir liegt es nicht, daß sie sich noch nicht zeigen. Entweder schlafen sie fester als
jemals, oder der Bassa ist bei der Hand. Wir wollen's weiter versuchen. Bleiben Sie
nur auf Ihrem Posten. (Belmonte geht wieder fort.)

Ich komm zu dir in finstrer Nacht,
Laß, Liebchen, husch mich ein!
Ich fürchte weder Schloß nach Wacht;
Holla, horch auf, um Mitternacht
Sollst du erlöset sein.

Gesagt, getan; Glock zwölfe stand
Der tapfre Ritter da;
Sanft reicht sie ihm die weiche Hand;
Früh man die leere Zelle fand;
Fort war sie, Hopsasa!
(Pedrillo hustet einigemal, Konstanze öffnet das Fenster)

Sie macht auf, Herr! Sie macht auf!

BELMONTE
Ich komme, ich komme!

KONSTANZE (oben am Fenster)
Belmonte!

BELMONTE
Konstanze, hier bin ich; hurtig die Leiter!
(Pedrillo stellt die Leiter an Konstanzes Fenster, Belmonte steigt hinein;
Pedrillo hält die Leiter.)

PEDRILLO
Was das für einen abscheulichen Spektakel macht. (Hält die Hand aufs Herz)
Es wird immer ärger, weil es nun ernst wird. Wenn sie mich hier erwischten, wie
schön würden sie mit mir abtrollen, zum Kopfabschlagen, zum Spießen oder zum
Hängen. Je nu, der Anfang ist einmal gemacht, jetzt ist's nicht mehr aufzuhalten,
es geht nun schon einmal aufs Leben oder auf den Tod los!

BELMONTE (kommt mit Konstanze unten zur Tür heraus)
Nun, holder Engel, nun hab ich dich wieder, ganz wieder! Nichts soll
uns mehr trennen.

KONSTANZE
Wie ängstlich schlägt mein Herz, kaum bin ich imstande, mich aufrecht zu halten,
wenn wir nur glücklich entkommen!

PEDRILLO
Nur fort! nicht geplaudert, sonst könnt es freilich schief gehen, wenn wir
da lange Rat halten und seufzen! (stößt Belmonte und Konstanze fort)
Nur frisch nach dem Strande zu! Ich komme gleich nach.
(Belmonte und Konstanze ab.)
Nun, Kupido, du mächtiger Herzensdieb, halte mir die Leiter und hülle mich
samt meiner Gerätschaft in einen dicken Nebel ein!
(Er hat unter der Zeit die Leiter an Blondes Fenster gelegt und ist hinaufgestiegen.)
Blondchen, Blondchen, mach auf um Himmels willen, zaudre nicht,
es ist um Hals und Kragen zu tun!
(Es wird das Fenster geöffnet, er steigt hinein.)

Fünfter Auftritt

(Osmin und ein schwarzer Stummer öffnen die Tür von Osmins Haus,
wo Pedrillo hineingestiegen ist. Osmin, noch halb schlaftrunken, hat eine Laterne.
Der Stumme gibt Osmin durch Zeichen zu verstehen, daß es nicht richtig sei,
daß er Leute gehört habe usw.)

OSMIN
Lärmen hörtest du? Was kann's denn geben? Vielleicht Schwärmer?
Geh, spioniere, bringe mir Antwort.
(Der Stumme lauscht ein wenig herum; endlich wird er die Leiter
an Osmins Fenster gewahr, erschrickt und zeigt sie Osmin, der wie im
Taumel, mit der Laterne in der Hand an seine Haustür gelehnt, steht und nickt.)
Gift und Dolch! Was ist das? Wer kann ins Haus steigen?
Das sind Diebe, oder Mörder.
(Er tummelt sich herum; weil er aber noch halb schlaftrunken ist, stößt er sich hier und da.)
Hurtig, hole die Wache! Ich will unterdessen lauern.
(Der Stumme ab. Osmin setzt sich auf die Leiter, mit der Laterne in der Hand,
und nickt ein. Pedrillo kommt rückwärts wieder zum Fenster herausgestiegen
und will die Leiter wieder herunter.)

BLONDE (oben am Fenster, wird Osmin gewahr und ruft Pedrillo zu.)
O Himmel, Pedrillo! Wir sind verloren!

PEDRILLO
(sieht sich um, und sowie er Osmin gewahr wird, stutzt er, besieht ihn
und steigt wieder zum Fenster hinein)
Ach, welcher Teufel hat sich wider uns verschworen!

OSMIN (auf dem Leiter dem Pedrillo nach, ruft)
Blondchen, Blondchen!

PEDRILLO (im Hineinsteigen zu Blonde)
Zurück, nur zurück!

OSMIN (steigt wieder zurück)
Wart, Spitzbube, du sollst mir nicht entkommen. Hilfe! Hilfe!
Wache! Hurtig, hier gibt's Räuber, herbei, herbei!
(Pedrillo kommt mit Blonde unten zur Haustür heraus, sieht schüchtern
nach der Leiter und schleicht sich dann mit Blonde darunter weg)

PEDRILLO, BLONDE (im Abgehen)
O Himmel, steh uns bei, sonst sind wir verloren!

OSMIN
Zu Hilfe, zu Hilfe! Geschwind! (er will nach)

WACHE (mit Fackeln, halten Osmin auf)
Halt, halt! Wohin?

OSMIN
Dorthin, dorthin.

WACHE
Wer bist du?

OSMIN
Nur nicht lange gefragt, sonst entkommen die Spitzbuben.
Seht ihr denn nicht? Hier ist noch die Leiter.

WACHE
Das sehn wir, kannst nicht du sie angelegt haben?

OSMIN
Gift und Dolch! Kennt ihr mich denn nicht? Ich bin Oberaufseher
der Gärten beim Bassa. Wenn ihr noch lange fragt, so hilft euer
Kommen nichts.
(Ein Teil der Wache bringt Pedrillo und Blonde zurück)
Ah endlich! Gift und Dolch! Seh' ich recht? Ihr beide? Warte,
spitzbübischer Pedrillo, dein Kopf soll am längsten festgestanden sein.

PEDRILLO
Brüderchen, Brüderchen, wirst doch Spaß verstehn? Ich wollt dir dein
Weibchen nur ein wenig spazieren führen, weil du heute dazu nicht
aufgelegt bist. Du weißt schon (heimlich zu Osmin) wegen des Zypernweins.

OSMIN
Schurke, glaubst du mich zu betäuben? Hier verstehe ich keinen Spaß.
Dein Kopf muß herunter, so wahr ich ein Muselmann bin.

PEDRILLO
Und hast du einen Nutzen dabei? Wenn ich meinen Kopf verliere,
sitzt deiner um so viel fester?
(Ein anderer Teil der Wache, auch mit Fackeln, bringt Belmonte und Konstanze.)

BELMONTE (widersetzt sich noch)
Schändliche, laßt mich los!

WACHE
Sachte, junger Herr, sachte! Uns entkommt man nicht so geschwinde.

OSMIN
Sieh da, die Gesellschaft wird immer stärker! Hat der Herr Baumeister
auch wollen spazieren gehen? O ihr Spitzbuben! Hatte ich heute nicht
recht, (zu Belmonte) daß ich dich nicht ins Haus lassen wollte?
Nun wird der Bassa sehen, was für sauberes Gelichter er um sich hat.

BELMONTE
Das beiseite! Laß hören, ob mit euch ein vernünftig Wort zu sprechen ist?
Hier ist ein Beutel mit Zechinen, er ist euer, und noch zweimal so viel;
laßt mich los.

KONSTANZE
Laßt euch bewegen!

OSMIN
Ich glaube, ihr seid besessen? Euer Geld brauchen wir nicht, das bekommen
wir ohnehin: eure Köpfe wollen wir. (zur Wache) Schleppt sie fort zum Bassa!

BELMONTE, KONSTANZE
Habt doch Erbarmen, laßt euch bewegen!

OSMIN
Um nichts in der Welt! Ich habe mir längst so einen Augenblick gewünscht. Fort, fort!
(Die Wache führt Belmonte und Konstanze fort, samt Pedrillo und Blonde.)

Nr. 19 ARIE

OSMIN
O, wie will ich triumphieren,
Wenn sie euch zum Richtplatz führen
Und die Hälse schnüren zu;
Hüpfen will ich, lachen, springen
Und ein Freudenliedchen singen,
Denn nun hab' ich vor euch Ruh.
Schleicht nur säuberlich und leise
Ihr verdammten Haremsmäuse,
Unser Ohr entdeckt euch schon.
Und eh' ihr uns könnt entspringen,
Seht ihr euch in unsern Schlingen,
Und erhaschet euren Lohn.
(Geht ab.)

Sechster Auftritt

Zimmer des Bassa

SELIM (zu einem Offizier)
Geht, unterrichtet euch, was der Lärm im Palast bedeutet. Er hat uns im
Schlaf aufgeschreckt, und laßt mir Osmin kommen.
(Der Offizier will abgehen, indem kommt Osmin, zwar hastig, doch
noch ein wenig schläfrig.)

OSMIN
Herr, verzeih, daß ich es so früh wage, deine Ruhe zu stören!

SELIM
Was gibt's, Osmin, was gibt's? Was bedeutet der Aufruhr?

OSMIN
Herr, es ist die schändlichste Verräterei in deinem Palast -

SELIM
Verräterei?

OSMIN
Die niederträchtigen Christensklaven entführen uns - die Weiber. Der große
Baumeister, den du gestern auf Zureden des Verräters Pedrillo aufnahmst,
hat deine - schöne Konstanze entführt.

SELIM
Konstanze? Entführt? Ah, setzt ihnen nach!

OSMIN
O s'ist schon dafür gesorgt! Meiner Wachsamkeit - hast du es zu danken, daß
ich sie wieder beim Schopf gekriegt habe. Auch mir selbst hatte der -
spitzbübische Pedrillo eine gleiche Ehre zugedacht, und er hatte mein
Blondchen schon beim Kopf, um mit ihr - in alle Welt zu reisen. Aber Gift
und Dolch, er soll mir's entgelten! Sieh, da bringen sie sie!
(Belmonte und Konstanze werden von der Wache hereingeführt.)

SELIM
Ah, Verräter! Ist's möglich? Ha, du heuchlerische Sirene! War das der
Aufschub, den du begehrtest? Mißbrauchtest du so die Nachsicht,
die ich dir gab, um mich zu hintergehen?

KONSTANZE
Ich bin strafbar in deinen Augen, Herr, es ist wahr; aber es ist mein Geliebter,
mein einziger Geliebter, dem lang schon dieses Herz gehört. O nur für ihn,
nur um seinetwillen fleht ich um Aufschub. O laß mich sterben! Gern, gern
will ich den Tod erdulden; aber schone nur sein Leben -

SELIM
Und du wagt's, Unverschämte, für ihn zu bitten?

KONSTANZE
Noch mehr: für ihn zu sterben!

BELMONTE
Ha, Bassa! Noch nie erniedrigte ich mich zu bitten, noch nie hat dieses Knie
sich vor einem Menschen gebeugt: aber sieh, hier lieg ich zu deinen Füßen
und flehe dein Mitleid an. Ich bin von einer großen spanischen Familie,
man wird alles für mich zahlen. Laß dich bewegen, bestimme ein Lösegeld
für mich und Konstanze so hoch du willst. Mein Name ist Lostados.

SELIM (staunend)
Was hör' ich! Der Kommandant von Oran, ist er dir bekannt?

BELMONTE
Das ist mein Vater.

SELIM
Dein Vater? Welcher glückliche Tag! Den Sohn meines ärgsten Feindes
in meiner Macht zu haben! Kann was angenehmeres sein? Wisse, Elender!
Dein Vater, dieser Barbar ist schuld, daß ich mein Vaterland verlassen mußte.
Sein unbiegsamer Geiz entriß mir eine Geliebte, die ich höher als mein Leben schätzte.
Er brachte mich um Ehrenstellen, Vermögen, um alles. Kurz, er zernichtete
mein ganzes Glück. Und dieses Mannes einzigen Sohn habe ich nun in meiner
Gewalt! Sage, er an meiner Stelle, was würde er tun?

BELMONTE (ganz niedergedrückt)
Mein Schicksal würde zu beklagen sein.

SELIM
Das soll es auch sein. Wie er mit mir verfahren ist, will ich mit dir verfahren.
Folge mir, Osmin, ich will dir Befehle zu ihren Martern geben.
(zu der Wache) Bewacht sie hier.

Siebenter Auftritt

Nr. 20 REZITATIV und DUETT

BELMONTE
Welch ein Geschick! o Qual der Seele!
Hat sich denn alles wider mich verschworen!
Ach, Konstanze! Durch mich bist du verloren!
Welch eine Pein!

KONSTANZE
Laß, ach, Geliebter! laß dich das nicht quälen.
Was ist der Tod? Ein Übergang zur Ruh!
Und dann, an deiner Seite,
Ist er Vorgeschmack der Seligkeit.

BELMONTE
Engelsseele! Welch holde Güte!
Du flößest Trost in mein erschüttert Herz,
Du linderst mir den Todesschmerz
Und ach! ich reiße dich ins Grab.

Meinetwegen sollst du sterben!
Ach Konstanze! Kann ich's wagen,
Noch die Augen aufzuschlagen?
Ich bereite dir den Tod!

KONSTANZE
Belmont! du stirbst meinetwegen!
Ich nur zog dich ins Verderben
Und ich soll nicht mit dir sterben?
Wonne ist mir dies Gebot!

BELMONTE, KONSTANZE
Edle Seele! dir zu leben
Ist mein Wunsch und all mein Streben.
Ohne dich ist mir's nur Pein,
Länger auf der Welt zu sein.

BELMONTE
Ich will alles gerne leiden.

KOSNTANZE
Ruhig sterb' ich, und mit Freuden,

BELMONTE, KONSTANZE
Weil ich dir zur Seite bin.
Um dich, Geliebte(r),
Geb' ich gern mein Leben hin.
O welche Seligkeit!
Mit dem (der) Geliebten sterben
Ist seliges Entzücken!
Mit wonnevollen Blicken
Verläßt man da die Welt.

Achter Auftritt

(Pedrillo und Blonde werden von einem andern Teil der Wache hereingeführt.)

PEDRILLO
Ach, Herr, wir sind hin! An Rettung ist nicht mehr zu denken. Man macht schon
alle Zubereitungen, um uns aus der Welt zu schaffen. Es ist erschrecklich, was
sie mit uns anfangen wollen! Ich, wie ich im Vorbeigehen gehört habe, soll in Öl
gesotten und dann gespießt werden. Das ist ein sauber Traktament! Ach, Blondchen,
Blondchen, was werden sie wohl mit dir anfangen?

BLONDE
Das gilt mir nun ganz gleich. Da es einmal gestorben sein muß, ist mir alles recht.

PEDRILLO
Welche Standhaftigkeit! Ich bin doch von gutem altchristlichen Geschlecht aus
Spanien, aber so gleichgültig kann ich beim Tode nicht sein! Weiß der Teufel -
Gott sei bei mir, wie kann mir auch jetzt der Teufel auf die Zunge kommen?

Neunter Auftritt

SELIM
Nun, Sklave! Elender Sklave! Zitterst du? Erwartest du dein Urteil?

BELMONTE
Ja, Bassa, mit so vieler Kaltblütigkeit, als Hitze du es aussprechen kannst.
Kühle deine Rache an mir, tilge das Unrecht, so mein Vater dir angetan;
ich erwarte alles und tadle dich nicht.

SELIM
Es muß also wohl deinem Geschlechte ganz eigen sein, Ungerechtigkeiten
zu begehen, weil du das für so ausgemacht annimmst? Du betrügst dich.
Ich habe deinen Vater viel zu sehr verabscheut, als daß ich je in seine
Fußtapfen treten könnte. Nimm deine Freiheit, nimm Konstanzen, segle in dein
Vaterland, sage deinem Vater, daß du in meiner Gewalt warst, daß ich dich
freigelassen, um ihm sagen zu können, es wäre ein weit größer Vergnügen
eine erlittene Ungerechtigkeit durch Wohltaten zu vergelten, als Laster mit
Lastern tilgen.

BELMONTE
Herr! Du setzest mich in Erstaunen ...

SELIM (ihn verächtlich ansehend)
Das glaub ich. Zieh damit hin, und werde du wenigstens menschlicher
als dein Vater, so ist meine Handlung belohnt.

KONSTANZE
Herr! vergib! Ich schätzte bisher deine edle Seele, aber nun bewundre ich ...

SELIM
Still! Ich wünsche für die Falschheit, so Sie an mir begangen, daß Sie es nie
bereuen möchten, mein Herz ausgeschlagen zu haben.
(im Begriff abzugehen)

PEDRILLO
(tritt ihm in den Weg und fällt ihm zu Füßen.)
Herr! Dürfen wir beide Unglückliche es auch wagen, um Gnade zu flehen?
Ich war von Jugend auf ein treuer Diener meines Herrn.

OSMIN
Herr, beim Allah, laß dich ja nicht von dem verwünschten Schmarotzer hintergehn!
Keine Gnade! Er hat schon hundertmal den Tod verdient.

SELIM
Er mag ihn also in seinem Vaterlande suchen.
(zur Wache) Man begleite alle viere an das Schiff.
(gibt Belmonte ein Papier) Hier ist euer Paßport.

OSMIN
Wie! Meine Blonde soll er auch mitnehmen?

SELIM (scherzhaft)
Alter, sind dir deine Augen nicht lieb? Ich sorge besser für dich als du denkst.

OSMIN
Gift und Dolch! Ich möchte bersten.

SELIM
Beruhige dich. Wen man durch Wohltun nicht für sich gewinnen kann,
den muß man sich vom Halse schaffen.

Nr. 21 VAUDEVILLE

BELMONTE
Nie werd' ich deine Huld verkennen
Mein Dank bleibt ewig dir geweiht;
An jedem Ort, zu jeder Zeit
Werd' ich dich groß und edel nennen.

ALLE
Wer so viel Huld vergessen kann,
Den seh' man mit Verachtung an.

KONSTANZE
Nie werd' ich im Genuß der Liebe
Vergessen, was der Dank gebeut;
Mein Herz, der Liebe nun geweiht
Hegt auch dem Dank geweihte Triebe.

ALLE
Wer so viel Huld vergessen kann,
Den seh' man mit Verachtung an.

PEDRILLO
Wenn ich es je vergessen könnte,
Wie nah' ich am Erdrosseln war,
Und all der anderen Gefahr;
Ich lief, als ob der Kopf mir brennte.

ALLE
Wer so viel Huld vergessen kann,
Den seh' man mit Verachtung an.

BLONDE
Herr Bassa, ich sag' recht mit Freuden
Viel Dank für Kost und Lagerstroh.
Doch bin ich recht von Herzen froh
Daß er mich läßt von hinnen scheiden. (auf Osmin zeigend)
Denn seh er nur das Tier dort an,
Ob man so was ertragen kann.

OSMIN
Verbrennen sollte man die Hunde
Die uns so schändlich hintergehn;
Es ist nicht länger auszustehn.
Mir starrt die Zunge fast im Munde
Um ihren Lohn zu ordnen an:
Erst geköpft,
dann gehangen,
dann gespießt
auf heiße Stangen;
dann vebrannt,
dann gebunden,
und getaucht;
zuletzt geschunden.
(läuft voll Wut ab)

KONSTANZE, BELMONTE, BLONDE, PEDRILLO
Nichts ist so häßlich als die Rache;
Hingegen menschlich, gütig sein,
Und ohne Eigennutz verzeihn.
Ist nur der großen Seelen Sache!
Wer dieses nicht erkennen kann,
Den seh' man mit Verachtung an.

CHOR DER JANITSCHAREN
Bassa Selim lebe lange!
Ehre sei sein Eigentum!
Seine holde Scheitel prange
Voll von Jubel, voll von Ruhm.




Züleyhâ

31 Ocak 2019

Konular birbirini kovalıyor. Özdemir Asaf'ı anlatırken Goethe'nin ''Genç Werther'in acıları'' isimli kitabından alıntı yaptım. Alıntı yaptım diye bir gün sonra Goethe'nin bu kitabını anlattım. Goethe aklıma girince de çıkmadı… Ve Goethe'nin o büyük eseri Batı - Doğu Dîvânı’nda (West–östlicher Divan) ‘’Buch Süleika’’ bölümü ve buradaki destanımsı uzun şiir aklıma geldi... Aslında ''Süleika'' şiiri bildiğimiz bir isim ve bildiğimiz bir hikâye: Züleyhâ

Ama önce hikâyeyi anlatayım…

Kutsal kitaplara geçen, eskilerin deyimiyle "ahsen ül kıssa" denilen, yani "öykülerin en güzeli" unvanına sahip efsanevi bir aşk hikâyesidir ''Züleyhâ''

Zeki Bulduk ‘’Züleyhâ, Hüzün Bulutlarından Ağlayan Kadın’’ (Hayykitap, 2010) isminde anlatımı şiir tadında olan güzel kitabında işte bu hikâyeyi anlatır. Kitapta Züleyhâ şöyle anlatılır:

‘’Bir kadın vardı; kınanmış. Bir kadın vardı; âşık. Bir kadın; sabır taşı çatlamak üzere olan. Bir kadın vardı; dünyanın en güzel erkeğine sevdalanmış. Bir kadın vardı; adı güzelin yanına yazılan. Bir kadın vardı; hikâyesi bin yıllardır anlatılan. Bir kadın vardı; günahının karanlığına hapsedilen ama ruhundaki izlerden haber verilmeyen. Bir kadın vardı; aşkın dört halini de yaşadığı halde günahkâr diye damgalanan. Bir kadın vardı; sevdiğinin yalnızlığında. Öyle ya, insan sevdiğine benzerdi. O kadın savunma yapmayı ve temize çıkmayı hak ediyordu. Çünkü Yusuf’u sevmişti. O kadın Züleyhâ'ydı.’’

Ve kitapta Züleyhâ şöyle tanımlanır: '’Bir rüya ecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın lacivert gecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın tam ortasından seker gibi geçen ahulara bakışlar vermişti Züleyhâ.'’

Aslı Zelicka'dır. Züleyhâ Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise Zelihâ'dır. Potifar (Kıftir)'in eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyhâ'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğludur... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümündedir.  Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de yer alır (Yusuf Suresi). Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Girişte de bahsettiğim gibi eskilerce ''hikâyelerin en güzeli'' (ahsen ül kıssa) diye tanımlanmıştır.

Kenan ülkesinde yaşayan Yakup peygamber ''bereketli buğday tanelerim'' diye sevdiği çocukları arasında ayırım yaparak Yusuf’u hepsinden çok sever. İşte bu sevgi Yusuf’un yazgısını çizerek, bedelini hem Yakup’a hem Yusuf’a ödetir. Kıskanç kardeşleri Yusuf’u çöl ortasında bir kuyuya atarlar ve babalarına, ''kardeşimizi kurt yedi'' diye anlatırlar. Yakup’un ağlamaktan gözleri görmez olur. Yusuf bölgeden geçmekte olan kervancılar tarafından kuyudan kurtarılarak köle olarak Mısır'da satılır. "Mısır Azizi" Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Potifar (Kıtfir)'in karısı Züleyhâ çılgınca âşık olur Yusuf'a. 

Züleyhâ'nın Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır. Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığı vardır ancak hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış…

Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş Züleyhâ, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyhâ'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece... Oysa Züleyhâ kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş. 

Züleyhâ'ya demişler "bak ay çıktı", Züleyhâ demiş ki ‘’Yusuf göğe mi baktı?"

Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyhâ, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş... Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş... Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyhâ. 

Çok zordu Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı anlaması!
Çok kolaydı Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı kınaması!

13. yüzyılda yaşamış Fars şair ve İslam âlimi Şeyh Sadî Şiraziî'nin ''Bostan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli kitabında da Züleyhâ şu şekilde yer alır:

Bir gün Züleyhâ aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmıştı. Züleyhâ’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmazdı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapa­mış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyhâ; el­lerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan ke­silen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kâinatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”

(Kur'anı Kerim, Yusuf Suresi, 23. ''Evinde bulunduğu kadın (Züleyhâ), onun (Yusuf) nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve 'haydi gel!' dedi. O da '(hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!' dedi.'')

Fakat Züleyhâ'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Bir Arap şair şöyle demiş Yusuf zindana giderken:

‘’Herkes, Yusuf'un yırtılmış gömleğine bakıyor.
Kimse, Züleyhâ'nın paramparça olmuş kalbine bakmıyor.’’

Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyhâ'yla evlenmiş.

Büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe de yazımın girişinde bahsettiğim gibi Batı - Doğu Divanı (West-östlicher Divan) üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’e benzeterek en güzel şiirlerini ''Süleika'' (Züleyhâ) ismiyle Marianna için yazar.

Goethe bu derin aşkı yaşarken yazdığı Dîvân’ın “Züleyhâ Kitabı’’ (Buch Süleika) bölümünde ve aynı adlı şiirinde bir destanla eş değer tutulacak kadar uzun soluklu aşkını dile getirir. Ünlü şair, bir şiirinin sonunda ilahi aşka vurgu yaparak Marianne’ye şöyle hitap eder:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.) (*)

Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’nun ‘’Yusuf ile Züleyhâ (Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün)’’ (Timas Yayınları 2016) isimli yine şiir gibi anlatımı olan bir kitabı var. Bu kitapta geçerdi: ''…İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyhâ mı? Zindan kimin kaderi, Yusuf'un mu, Yakup’un mu yoksa Züleyhâ'nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyhâ yok aslında. Hepsi bir, hepsi o bir, hepsi tek bir...’’

Bu kitaptan üç bölüm aktaracağım.

Birincisi: ''Züleyhâ’nın Yusuf’a mektup yazması''; 

''Yusuf" yazdı Züleyhâ, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyhâ devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyhâ Yusuf'a bir mektup yazmaya başlayınca "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın nâmesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyhâ'nın lügatinde "Yusuf’’tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."

İkincisi: ''Tasavvuftaki 'varlık' kavramının anlatılması'';

Bir gün Yusuf’un güzellik şöhretini duyan bir bedevi, çöller aşıp seraplara kanmadan, vahalarda duraklayıp hiç yolundan sapmadan Yusuf’u görmek için Kenan iline varmıştı. Yanına vardığı zaman, Yusuf, o güzellik güneşi, çocukça bir sevinçle gülümsedi. Ve dedi: "De bakalım ey bedevi, bunca yolu aştın ve geldin. Bir yükün olmalı. Sözün hazinesinden ya da meta denizinden ne getirdin bana?"

Yoksul bedevi gülümsedi. Ve dedi ki: "Yusuf, ey Kenan'a doğan dolunay! Ey varlığı varlıklara sebep olandan nişane olan! Gülümsedin, içim aydınlandı. Baktın ve konuştun ya benimle artık yitmem, eskimem. Lakin güzelliğin denizinde yekta inci iken sen, benim gibi yoksul bir bedevi sana ne verebilir ki? Sende olmayan, bende, ne olabilir ki?"

Böyle diyerek bedevi, sırtındaki deve tüyü heybeden bir ayna çıkardı usulca. Küçük, yuvarlak bir el aynası, kıymetsiz bir şey. "Sana" dedi, "en uygun armağan bir ayna olabilir yine de. Bir ayna ki baktığında kendi güzelliğini görebilesin. Ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya, nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir şey değildir senin de güzelliğin. Sen suretsin, o asıl. Sen fersin, o mana. Sen bedensin, o ruh. Sen gurbetsin, o yurt. Sen parçasın, o bütün. Sen gölgesin, o ışık."

Böyle söyleyip de geldiği uzun yolları aşmak üzere geri dönerken bedevi, Yusuf baktı elindeki aynaya. Ve "bildim" dedi. "Her şey o'ndan, sen de o'ndan, ben de o'ndan! Bunu söylemek istiyorsun. Ve ben bunu biliyorum.''

Üçüncüsü de: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi’';

Bir gün Züleyhâ, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyhâ'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyhâ gibi takamazdı. 

Birden bir meczup, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyhâ'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyhâ tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyhâ'nın yüzüne bakmaya başladı meczup, "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni!" Züleyhâ kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczup oralı bile olmadı. "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem." Züleyhâ bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczup sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi. 

O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi."

Ve siz, ey gözleri olanlar! Bir gülümsemenin bir nasıl sadaka olduğunu bilir misiniz?

Ve siz, ey kalpleri olanlar! Sevmenin bir nasıl duygu olduğunu Züleyhâ gibi bilir misiniz?

''Züleyhâ...'' dedi, ''sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem.''

Osman AYDOĞAN

(*) Konu bütünlüğü bozulmasın, konu dağılmasın diye Goethe’nin Batı - Doğu Dîvânı’nda (West–östlicher Divan) ‘’Buch Süleika’’ (Züleyha Kitabı) diye Züleyhâ’nın anlatıldığı bölümü çok özet olarak buraya aldım:

Goethe’nin 1814 yılında yazdığı ve Batı – Doğu Dîvânı’nın temel taşı olan ‘’Buch Süleika’’ (Züleyhâ Kitabı) Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlüğü ile başlar:

‘’Ich gedachte in der Nacht                   (Gece düşünüyordum
Dass ich den Mond sähe im Schlaf:     Uykuda ayı görebilsem diye
Als ich aber erwachte;                          Uyandığımda; 
Ging unvermutet die Sonne auf.’’          Aniden güneş doğmuştu.)

Şiirin özgün Farsça hali şu şekildedir:

Fikr mî-kerdem şebî k’ân-mâ-râ bînem be-h’âb
Men der’în bûdem ki nâgeh şod tulû’-ı âftâb

(Bir gece o mâhı rüyâda göreyim diye tefekkür ediyordum. Ben bu fikrde iken ansızın âftâb tulû’ etdi.)

Günümüz Türkçesiyle:

‘’Gece ay gibi güzeli rüyada görebilsem diye düşünüyordum. Bu düşüncedeyken ben ansızın güneş doğuvermez mi?’’

Jakop Willemer, Goethe’nin büyük aşkı Marianne’yi 1800 yılında evine alır ancak Willemer, Marianne ile 1814 yılında aniden evlenir. Goethe ve Marianne birbirilerine âşıktırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar. Willemer’in, Marianne ile bu ani evliliğinin sebebi olarak Willemer’in bu ilişkiyi sezmesi üzerine olduğu rivayet edilir. Willemer dürüst, çalışkan ve zengin birisidir tıpkı Züleyhâ’nın kocası Potifar (Kitfir)  gibi.

Goethe, Batı – Doğu Dîvânı’nın ‘’Süleika Buch’’ bölümünde şiirlerinde Yusuf yerine ‘’Hatem’’ ismini kullanır ve Hatem ile Süleika karşılıklı olarak şiirleşirler.

Goethe, Hatem adı altında Marianne (Süleika)’ya yazdığı şiirin ilk düzesinde şöyle yazar:

‘’Nicht Gelegenheit macht Diebe          (Fırsat hırsız yaratmaz
Sie ist selbst der grosste Dieb              Fırsat en büyük hırsızdır)

Burada Goethe ‘’Fırsat hırsız yaratır’’ (Die Gelegenheit macht Diebe) Alman atasözüne atıf yapar.

Dîvân’da daha sonra Marianne (Süleika), Goethe (Hatem)’e şiirle cevap verir. Bu şiirin de ilk iki dizesi şu şekildedir:

‘’Hochbeglück in deine Liebe                 (Aşkınla mutluluktan uçarken
Schelt ich nicht Gelegenheit’’                Yakınmam fırsattan)

Goethe, Dîvân’ında Süleika (Züleyhâ) şiirinin bir yerinde şöyle der

‘’Süsses Dichten, lautre Wahrheit          (Nefis şiirlerden, gürültülü hakikatle
Fesselt mich in Sympathie!                     Zincirlerle bağlar beni gönlüme!
Rein verkörpert Liebesklarheit                Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
In Gewand der Poesie.’’                         Çıkar şiir kılığında önüme)

Ve bu uzun destanımsı şiir ilahi aşka vurgu yapılarak şöyle biter:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.)




Genç Werther’in Acıları

30 Ocak 2019

Dünkü yazımda Özdemir Asaf'ı anlatırken Goethe'nin ‘’Genç Werther'in Acıları’’ isimli kitabından da alıntı yapmıştım. Adını da zikredince Goethe'nin bu kitabını anlatmadan duramadım...

‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında, 25 yaşında iken ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır. (Can Yayınları, 2007)

‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.

Werther bu halet-i ruhuye ile son mektubunda Lotte’ye şöyle yazar: “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.

Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!

Gerçek hayatta ise Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş arar... Hatta 1-2 kez evlenir fakat aradığını bulamaz... Bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapar. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşıdığı Alman edebiyatçılarınca yazılır, söylenir.

Goethe'nin hakkında "eğer Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda psikoloji var, romanda bir iç çatışma var, romanda karşıtların çatışması var, romanda diyalektik de var. 

Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’

Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır… 

Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle, kendimizle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir aşık ile aynanın karşılaşmasından, sevdiğimiz şey ise aslında kendi yansımamızdan başka bir şey değildir. Werther'de de böyle olmuştur. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Werther hayalindeki kadına aşık olmuştur aslında. 

Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… Werther'de öyle yapar; karşılıksız sever, gerçekten sever. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?

Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer. .

Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya sunduğu şu nottur: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’

Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler. 

Okurken yavaş yavaş üstünüze bir ağırlık çöker, kalbiniz sıkışır, tansiyonunuz yükselir, nefes alamaz hale gelirsiniz ancak yine de bırakamayacağınız hatta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.

Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasıl da birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.

Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir. Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim. 

Ve kitap son olarak şu mesajı verir aslında: ''Birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez.'' 

Osman AYDOĞAN

Kitaptan bazı bölümler sunuyorum.. Her bir bölüm üzerinde düşünmeniz dileği ile:

"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."

‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'

"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."

"Ey ulu Tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"

"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."

‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"

‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’

"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’

‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’

‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'

‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’

"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’

"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."

“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”

"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz." 

“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’

“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”

‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’

‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’

‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’

“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’

"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’ 

‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’

‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."

‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''




Özdemir Asaf: İnsana ve Aşka Dair

29 Ocak 2018

Dün Özdemir Asaf'ın aramızdan ayrılışının (28 Ocak 1981) 38. yıldönümü idi... Ancak şairimizi anmayı bugüne bıraktım... 

Özdemir Asaf (1923 - 1981); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…

Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi... Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi... Dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi... 

''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…

Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…

‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…

Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:

‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’

Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…

Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur.  ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.

Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''

Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum... Çünkü; susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…

"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi Özdemir Asaf tam 38 yıl önce, ama sadece bizden önce, öteye gitti, hep öteye... Bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır! Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:

• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin. 

• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.

• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.

• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı. 

• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.

• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.

• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.

• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme! 

• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm...

• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?

• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.

• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi? 

• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.

• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun. 

• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı… 

• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala. 

• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker. 

• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir. 

• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte! 

• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir. 

• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.

• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası. 

• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza. 

• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.

• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum. 

• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.

• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.

• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım. 

• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır. 

• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur. 

• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı. 

• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç. 

• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir. 

• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. 

• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz. 

• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır. 

• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek… 

• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...

• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan! 

• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün. 

• Kendine gel! Seni orada bekliyorum. 

• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.

• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden...

• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil...

• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum. 

• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse. 

• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun. 

• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.

• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.

• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!

• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin! 

• Seni, sensiz de sevebiliyorum. 

• Söylenemiyor çok şey, susmadan. 

• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun...

• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.

• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti. 

• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.

• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.

• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...

• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.

• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.

• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...

• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.

• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz? 

• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.

• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol. 

• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen... 

• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor...

• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin...

• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.

• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek? 

• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.

• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.

• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.

• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.

• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.

• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım. 

• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.

• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.

• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.

• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.

• Dost gerçekleri... Düşman işine geleni... Deli ağzına geleni... Aşık içinden geçeni söylermiş...

• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi? 

• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.

• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.

• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?

• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.

• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.

• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil. 

• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.

• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?

• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan. 

• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır...

• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur. 

• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.

• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de.. 

• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum. 

• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez... 

• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı...

• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil. 

• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.

• Şu hayvan o kadar vahşî ki... Onun üstesinden ancak insan gelebilir.

• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…

• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.

• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun. 

• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.

• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.

• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.

• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.

• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.

• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım. 

• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var. 

• Biri gelir sorarsa... Sana beni sorarsa... Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin... Gidiyorum ben sana, benimle gider misin? 

• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.

• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...

• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

• Ağzında yalan varken konuşma! 

• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.

• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.

• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.

• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz. 

• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.

• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.

• Söylenemiyor çok şey, susmadan..

• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.

• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.

• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.

• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.

• Bugüne en uzak gün, dün.

• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.

• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim. 

• Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.

• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır. 

• Ona aşığım, çünkü o bana değil.




Dinbaz, Düzenbaz ve Dindar

28 Ocak 2019

Türkçemiz aziz bir dil… Türkçemiz başta Farsça ve Arapça olmak üzere Rumcadan, Fransızcadan ve İngilizceden oldukça etkilenmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum…

Örnek olarak ‘’Şampiyon Fenerbahçe’’ dediğimizde (Fenerbahçe’yi tuttuğumdan değil, örnek olarak söylüyorum) bir tane bile Türkçe kelime kullanmıyoruz… Çünkü; ‘’Şampiyon’’; Fransızca, ‘’Fener’’; Rumca, ‘’Bahçe’’ ise Farsça kökenlidir… Şimdi yabancı sözcük diye örneğin ‘’Bahçe’’yi Türkçeden attınız mı Türk edebiyatı düşer, yok olur…

Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atın!... Ortada Türkçe kalır mı?

Bir başka örnek; ‘’Birinci Dünya Harbindeki Çanakkale Muharebelerindeki Arıburnu Mücadelesi’’ dediğimizde üç boyuttan bahsediyoruz; Harp, muharebe ve mücadele… Ancak bir kısım pek aziz muhteremler Türkçeleştireceğiz diye ‘’Harp’’in karşılığını ‘’savaş’’ yapıp bu cümleyi şöyle kuruyorlar: ‘’Birinci Dünya Savaşındaki Çanakkale Savaşlarındaki Arıburnu Savaşı’’. Bu zaman da o üç boyut kayboluyor ve tek boyuta indirgiyoruz, boyut kaybediyoruz, anlam daralıyor.

Neyse, uzatmayayım, demek istediğim o ki; Türkçemiz aziz bir dil… Her dilden etkilenmiş olduğunu ve bunun da bir zenginlik olduğunu söylemiştim.

Örneğin; tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak onlara Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsam bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir (veya hefte). Yedi günlük, ''hafta'' ismi de buradan gelir. 

Halen Türkçe'de kullandığımız Farsça gün isimleri de şunlardır:

Pazar: Ba (yemek), zar (yer), Bazar, Pazar.
Pazartesi: Pazar'ın ertesi, Pazartesi.
Çarşamba: Ceharşenbe (dördüncü gün), Çarşamba. 
Perşembe: Pençşenbe (beşinci gün), Perşembe.

“Baz” eki de Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gellen “bâz”, hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir...

Türkçemizde sonu ''baz'' ile biten o kadar çok kelime var ki! Bunlardan bazıları:

Kumarbaz: Kumar oynayan.
Canbaz: Canı ile oynayan.
Sihirbaz: Sihir ile oynayan. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan. 
Madrabaz: İnsanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci.
Dilbaz: Dili ile oynayan. (Bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan)
Dinbaz: Din ile oynayan. Dini siyasetine alt eden…

Ancak bu kural “Düzenbaz”da işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil Farsça…

İşte Farsçadaki bu “düzenbaz” sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…

Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil. Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Sahtekardırlar, hilebazdırlar, madrabazdırlar, dilbazdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar... Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar ''Düzenbaz''dırlar...

Yine Farsça “dâşten” fiilinden gelen “dâr” eki de sonuna geldiği her ne ise onu ‘’sahiplenen’’i tanımlar. Örneğin:

Mühürdar: Mühür sahibi
Alemdar: Bayrağı veya sancağı sahiplenen, (taşıyan)
Serdar: ‘’Ser’’ kafa, baş demek, Serdar; kafayı, başı sahiplenen, yani askerin başı, başkomutan. 
Hükümdar: Hükmün sahibi, sultan, padişah…
Dindar: Dine sahip olan, dine sahip çıkan, dini koruyan, dini hakkıyla yaşayan...

Dindar insanlar Allahü teâlânın öyle kullarıdır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar iyi insanlara. Onlar adsız şansız Allah dostlarıdırlar, onların bir seher vakti gözyaşıyla yaptıkları dua binlerce topun yapamadığını yapar, kralları, sultanlıkları yıkar, kaleleri paralar.

Dinbaz insanlar ise dini iyi bilirler ancak bu özelliklerini masivaya (dünya, kainat, Allah’tan başka her şey) tamah ve tenezzül doğrultusunda seferber ederler. Dinbaz insanlarda din, amaç değil araçtır, özne değil nesnedir. Dinbaz, dini iyi bilse de onunla oynayan, onu oyuncak yapandır. Din, dindarın seciyesi, dinbazın sermayesidir. Dinbaz insanlar dini siyasete alet ederler, kutsal kitapları ellerinde araç haline getirirler, kutsal mekânları siyaset meydanına çevirirler. Dinbaz insanlar Hz. Peygamber'in bile kimseye Ruz-i Mahşer (Kıyamet Günü) için berat (Kurtuluş) vermediği bir dinde, kendilerini Ruz-i Mahşer için berat belgesi vermekle yetkilendirirler... Bu insanlar Giordano Bruno’nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diye bahsettiği kötü insanlardır.

Türkçedeki ‘’Düzenbaz’’ kelimesi ile ‘’Dinbaz’’ kelimesi arasında bir anlam korelasyonu vardır: Bütün dinbazlar aynı zamanda da düzenbazdırlar… En başta da söyledim ya; Türkçemiz aziz bir dil…

Anlıyorsunuz değil mi ‘’Dindar’’ kim, ‘’Dinbaz’’ kim, ‘’Düzenbaz’’ kim? Son iki tanımdan etrafımızda o kadar çok var ki, bunlar en çok hulûs-u kalp ile dua eden Allah dostu dindar insanlara ve dine zarar veriyorlar… 

Allah bu devleti, bu milleti ve bu kutsal dini; bu dinbaz ve bu düzenbazların şerrinden korusun. Amin...

Osman AYDOĞAN

Giordano Bruno ve yakılan '‘kâfir'’ler

27 Ocak 2019

Bir siyasetçi, partisinin bir toplantısında, partisinin adayına oy isterken “Adayımıza vereceğiniz destek, yarın Ruz-i Mahşerde (Kıyamet Günü) berat (kurtuluş) belgelerinizden biri olacak’’ diye konuşmuş. (Gazeteler, 27 Ocak 2019)

Hz. Peygamber'in bile kimseye Ruz-i Mahşer için berat vermediği bir dinde, bir siyasetçi çıkıyor ve kendisini Ruz-i Mahşer için berat belgesi vermekle yetkilendiriyor. 

Siyasetçinin bu sözleri bana Giordano Bruno’yu ve onun bir sözünü hatırlattı. Şöyle derdi Giordano Bruno: "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." 

İşte bu sözleri söyleyen Bruno, Engizisyon Mahkemesi tarafından dinsiz diye yakılarak öldürülmesine karar verilir ve Roma’da Campo dei Fiori Meydanında 1600 yılında diri diri yakılarak öldürülür...

Giordano Bruno soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya'nın Nola kasabasında dünyaya gelir. Ölümü; 1600. On altı yaşındayken Dominiken tarikatına girer. Kopernikus sistemi ile tanışınca, Bruno tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrılır ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları kopartır. Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlanır. Engizisyon baskısından kurtulmak için Roma'ya, ardından Kuzey İtalya'ya kaçar.

Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamaz, sürekli gezer. Cenevre'ye geçer, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra'da devam eder yaşamına. 1582 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde bir kürsü elde eder. Londra'da yapıtlarının bir bölümünü bastırır. Londra'dan kısa bir süreliğine yine Paris'e geçen Bruno, bu defa da Almanya'ya gider ve eserlerini yayımlatma çabalarını sürdürür. 

O dönemlerde Bruno'nun yayımlanan eserleri şunlardır: Candelaio (Şamdancı) 1582,  Della Cause principio et uno (Neden, ilke ve birlik üzerine) 1584, De l'infinito universo et mundi (Sonsuz evren ve dünyalar üzerine) 1585, De gl'heroici furori (Yiğitçe öfkeler üzerine) 1585.

Daha sonra Zürih'e geçen Bruno, bir İtalyan aristokrat tarafından Venedik'e davet edilince bu daveti kabul eder. Burada Galileo Galilei ile tanışır. Ama Mocenigo adlı bir aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon'a teslim edilip yargılanır.

Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermez ve ölüme mahkûm edilir.

Bruno, dinsiz diye yakılma kararı verilirken, ölüm kararını kendisine bildiren yargıca, "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz" diye haykırır.

En sonunda da engizisyon kararı ile meydanda halk karşısında dili koparılarak yakılır Giordano Bruno. Yakılmadan önce kendisine öpmesi için ‘'kutsal haç'' uzatılınca tiksinerek yüzünü yana çevirir ve yanarken hiç bağırmaz Bruno…

Şimdi Roma’da yakıldığı yerde Campo dei Fiori Meydanında bir heykeli mevcuttur.

Yazar Dinçer Yıldız’ın Bruno’yu en iyi anlatan ‘'Giordano Bruno - Yakılan 'Kâfir'in Yaşamı ve Felsefesi'’ isimli (Sun Yayınları, 2012) çıkan güzel bir kitabı var…

Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser, Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını reddeder. Bruno; Tanrı'nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder. Ona göre her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür.

Tuncar Tuğcu ''Batı Felsefesi Tarihi'' (Alesta Yayınları, 2003) isimli kitabında, Bruno için yaptığı yorumda şöyle der: "İnsan yaşamının anlamı, Tanrı'nın var ettiği bu evreni kendi bütünlüğü içerisinde kavrama çabasında yatar. Tanrı'nın kendisi kadar olağanüstü ve sonsuz bir güzelliğe sahip olan bu evreni seyretmek, onu kavramaya çalışmak bizi ölümün ve tek tek şeylerin verdiği üzüntüden, acıdan kurtarır. Tek tek şeylerle uğraşmaktan kurtulup evrenin birliği içerisinde Tanrısal öze yaklaşmak ancak 'kahramanca bir coşkunlukla' olanaklıdır... Giordano Bruno olağanüstü bir tutku ile o kocaman ozan yüreği ile seviyordu, Tanrı'yı ve onun eseri olan bu evreni".

Bruno, Copernicus sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış, Tanrı’nın da ancak böyle bir sistem içinde, sonsuzlukta gerçekleşebileceğini düşünmüştür.

XVI. yüzyılda resmi evren görüşüne göre merkezde dünya hareketsiz durmakta, güneş, ay ve diğer gezegenler onun etrafında dönmekteydi. Kopernik, güneşin merkezde olduğu ve dünyanın da hem güneş hem de kendi etrafında döndüğünü öne sürerek, insana ayrıcalıklı bir yer veren dini görüşü sarsar. Kopernik, bu görüşlerinden dolayı kilise tarafından mahkûm edilir. Giordano Bruno, Kopernik’in görüşlerini savunur, onları aşar da. Evrenle ilgili görüşleri bugünkü bilimsel görüşlere şaşırtıcı derecede yakındır: Sonsuz, dolayısıyla bir merkezden yoksun ve ebedi olan uzay içinde, can verilmiş sürekli bir devinim ve evrim içindeki sayısız yıldız…

Bruno’ya göre Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.

Bruno der ki: ''Evren bir türdendir, aynı maddeden yapıldı. Sonsuz evrenin içinde sonsuz dünyalar vardır. Her şeyin nedeni yaratıcı doğadır. Bu sonsuz birlikteliğin içinde sonlu varlıklar, yeni yaratıklarının tohumu olmak üzere, sürekli olarak göçüp giderler. Tek tek varlıklar yetkin değildirler ama bütün her bakımdan yetkindir. Evrende her şey bu yetkin bütünü yansıtır. Ne doğum, ne de ölüm vardır. Sürekli değişmeyle bu bütün her an yenilenmektedir. Bu yüzdendir ki evren, en küçük zerrelerinde bile, canlı ve doğurgandır. Öte dünya yoktur, çünkü evren herhangi bir öteye imkân bırakmamacasına sonsuzdur. İnsanın ve dolayısıyla Felsefenin ödevi, evreni bilmek ve tanımaktır. Evreni bilmek, Tanrı’yı da bilmek demektir.''

Bruno’nun ‘'evrenin sürekli değişim içinde olduğu'' düşüncesi,  kendisinden iki binyıl önce, İS 161- 180 yılları arasında yaşamış Roma İmparatoru olan Marcus Aurelius’un ve kendisinden iki yüzyıl sonra yaşamış diyalektik kuramın yaratıcısı Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in düşünceleri ile benzerlik gösterir.

‘'Meditasyonlar'’ ismiyle kaleme aldığı yazılarında Marcus Aurelius (Ülkemizde ''Düşünceler'' ismiyle yayınlandı, Yapı Kredi Yayınları, 2016) düşüncesini şöyle ifade eder; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

Hegel’e göre ise; biricik canlı felsefe çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesidir. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmaktır. Ölüm; hem ortadan kaldırmadır, hem de yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.

Giordano Bruno’nun bazı deyişlerini de şu şekildedir;

‘‘Zorluk, öyle bir şeydir ki alçakları vazgeçirmek için düzenlenmiştir. Kolay ve kaba şeyler kaba insanlar ve sokak insanları içindir.’’

‘‘Doğanın her üretimi bir değişikliktir ama öz, daima aynı kalır çünkü sadece tek bir öz vardır. O da ilahi ve ölümsüz olandır.’’

‘‘Herkes, Gerçeğin, Birin ve Var olanın aynı şeyler olduğunu söylemeyi bildi ama insanlar bunu anlamadılar. Bazıları gerçek bilgelerin düşünme şekline ulaşmadan, konuşma tarzlarını uyguladılar.’’

‘‘Yaşamın amacı kaderi anlayabilmektir. Çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir.’’

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."

İşte bu düşüncelere sahip olup da dinsiz diyerek yakılan ve Engizisyonun karanlık geçmişinin son kurbanı Bruno; yaşadığı evreni sevmiş, öldüğünde ona karışacağını bilmiş, yaşarken de onunla karşılaşmış bulunmanın sevincini duymuş biriydi.

Ne yazık ki insanoğlu garip bir yaratıktır; anlayamadıklarını hemen infaz ederler, hatta diri diri yakarlar sonra da yaktıkları yerde heykellerini dikerler.

Bruno gibi Jeanne d'Arc da anlaşılmadı, 19 yaşında canlı canlı yakıldı, beşyüz yıl sonra da azize ilan edildi.

Hallacı Mansur da böyle gitti; ‘'En el Hak- ben Tanrı’yım’' dedi, Emevi zihniyeti anlayamadı, astı onu…

Cüneyd-i Bağdadî de böyle gitti; ‘'leyse fî cübbeti sivallah – cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur’' dedi, Abbasi zihniyeti de anlayamadı, kâfir diye astı onu…

İbn-i Rüşt de anlaşılmadı, İbn-i Rüşt ulemanın '‘kâfir’' ilanıyla Endülüst’den kaçmak zorunda kaldı.

Hallac gibi ‘'En el Hak'’ diyen, Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini söyleyen, ‘'Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam’' dizelerinin sahibi Seyyit İmameddin Nesîmî de böyle gitti. Memlûkler anlamadı onu, zındık diye derisi yüzdüler. (Efsaneye göre o anda soyulmuş derisini omzuna alarak Halep şehrinin on iki kapısından geçerek şehri terk etmişti.)

Anlamak zordur…

Çünkü Bruno’nun söylediği gibi kolay ve kaba şeyler kaba insanlar ve sokak insanları için geçerlidir.

Bruno gibi, Jeanne d'Arc gibi, Hallac gibi, Cüneyd-i Bağdadî  gibi, İbn-i Rüşt gibi, Seyyit İmameddin Nesîmî gibi ruhlar her devirde olduğu gibi içindeki yaşadıkları yüzyıla ait değildirler; çünkü kendi çağdaşları arasında, onların derinliklerini ve yüceliklerini anlayabilecek olan ruhları pek bulamazlar.

Her zaman geçerli olan ve günümüzde de halen geçerliliğini koruyan Galileo’ya ait şu sözü bu insanlar bizzat yaşayarak tecrübe etmişti;

‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Ki; hem Galileo'nun bu sözünün hem de Bruno'nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" sözünün gerçekliğini aradan bin yıl geçse de hemen hemen her gün meydanlarda, TV'lerde, basında görüyor, duyuyor ve okuyoruz zaten...

Yeri gelmişken klasik Alman filozoflarının sonuncusu olan Ludwig Feuerbach’ın bir sözünü buraya almaktan geçemeyceğim. Çünkü bu ülkede yaşananlar bana bu sözü doğruluyor gibi geliyor: "Ahlakın temeli ne zaman dine dayandırılsa, adalet ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilse, en ahlaksız, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir."

Görelim mi artık; Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır...

Osman AYDOĞAN


Şairlerin en garibi: Ahmet Hâşim

26 Ocak 2019

Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli gizli çığlık attığı, şiirlerinde musiki olan, kafiyelerin, aruz ölçüsünün, yalnızlıkların, melalin, akşamın, imge dünyasının, garipliğin, unutulmuşluğun ve en asil duyguların insanı ve Fecr-i Âti’nin muhteşem bir şairi vardı: Ahmet Hâşim…

Ben bu sayfalarda Ahmet Hâşim’in şiirlerini anlattım… Hâşim’in muhteşem şiiri ‘’O Belde’’ şiirini anlattım, yine bir başka güzel şiiri ‘’Bir günün sonunda arzû’’ şiirini anlattım, Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet ile olan atışmalarını anlattım… Hâşim’in ‘’Parıltı’’ şiirinden alıntılar yaptım.... 

Ahmet Hâşim’in şiirlerine bu sayfamda bu kadar yer vermişken Ahmet Hâşim’i bu sayfamda anlatmasam olmazdı diye düşünüyorum…

Ancaaaakkk….

Sizler de Hâşim gibi; '’O Belde’’ de mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyseniz eğer… Melali anlamayan nesle âşinâ değilseniz eğer… Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada suya attığınız taş, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluksa eğer…. Gün ışığı yerine aydınlık diye aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen ziyalardan muzdaripseniz eğer… Ve bu nedenlerle de siteminiz bir feryâd bir figân halinde çığlık çığlığa arş-ı âlâya yükseliyorsa eğer, bu yazımı okumanızı isterim… Ahmet Hâşim'i de bu yazımı da anlarsınız o zaman… Yoksa eğer, bu uzun, içi boş ve anlamsız yazıma dalıp da değerli zamanınızı ve bu güzel hafta sonunuzu ziyan etmeyesiniz derim…

Çocukluğu ve gençlik yılları

Ahmet Hâşim, 1884'te Bağdat'ta doğar. Çocukluğu Bağdat'ta geçer. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur... Çok zeki ve duyguludur. Çocukluğu, hassas yaradılışlı ve hasta bir anne ile katı bir baba arasında geçer. Alkolik olan babasının kötülüklerinden kaçmak için akşam ve gece vakitlerini annesiyle birlikte Dicle’nin kıyısında, ay ışığı altında, bir çift gölge gibi sessiz sessiz dolaşarak, yürüyerek geçirirler. 12 yaşında iken annesinin vefatıyla birlikte, en büyük dayanağını da yitiren bu çocuğun içine öksüzlük duygusu bir daha girmemecesine yerleşir.

Ahmet Hâşim, annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul'a gelir. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okur. Ahmet Hâşim, muhtaç olduğu ilgiyi, yakın aile çevresinde göremediği gibi, on iki yaşından sonra gittiği Galatasaray Lisesi’nde de göremez. Yabancılık ve yalnızlık duygusu, arkadaşlarının ''pis Arap'' vb. alayları; öğretmeninden müstahdemine değin tamamen kendisine yabancı olan bir çevre, ondaki öksüzlük duygusunu büsbütün körükler. Şiir-i Kamer, Hilal-i Semen şiirleri, onun ruhundaki bu hazin boşluğu dile getirir. Bu nedenlerle çevresine güvenini yitiren Hâşim; sinirli, aksi ve kırıcıdır. Bu hâl aşklarına ve nişanlılarına da yansır.

Ahmet Hâşim, Galatasaray Lisesi’inde Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisi olur. 1907'de mezun olur. Bir süre Reji İdaresi'nde çalışır. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam eder.  Hukuk eğitimini bırakıp, Fransızca öğretmenliğine atandığı İzmir Sultanisi’ne İzmir'e gider. İzmir’deki öğretmenliği sırasında Fecr-i Âti topluluğuna katılır(1909), Fecr-i Âti dağıldıktan sonra, dergâh dergisinde (1921-1922), Yeni Mecmua’da (1923) görülür.

1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yapar. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedeksubay olarak geçirir. Mütareke'den sonra İstanbul'a döner. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yapar. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verir. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalışır. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazar.

Şiire lise öğrenciliği yıllarında başlar. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür. Şiirleri Şeyh Gâlib'in parıltısını taşır.

Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlanır. Bu şiirleri kitaplarına almaz. . 1921'de basılan ilk şiir kitabı "Göl Saatleri"nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İkinci ve son şiir kitabı ise "Piyale" (1926) kitabıdır.

Bu iki kitap dışında ise Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan bir şiir kitabı daha vardır: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014) Bu kitap Hâşim'in ilk şairlik dönemini kapsayan şiirleri ile Piyale'den sonra yayınlanan olgunluk dönemi şiirlerinden oluşmaktadır. 

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre o dönemdeki gençler için önemli üç şairden birisidir Ahmet Hâşim. Diğer ikisinin ise Abdülhak Hâmid ve Yahya Kemal’dir. Günümüzde de lise Edebiyat derslerinde hep Yahya Kemal ile mukayese edilir Ahmet Hâşim…

Şiirinin poetikası

Hâşim şiirlerinde sembolizme sığınır, kapalı yazmayı tercih eder, gerçekçi ve faydacı şiir anlayışından uzak şiir yazar. Hâşim’in ağdalı şiir dili ilerleyen yıllarda Yahya Kemal’in de etkisiyle sadeleşse de kapalılığından ve mecazlarından bir şey kaybetmez. Hâşim şiirlerinde gerçek dünyanın arazlarından kaçarak kendi içine kapandığı hayal dünyasının imgelerini sembolleştirir.

Hâşim’in şiirlerindeki melâlin sebepleri annesini erken yaşlarda kaybetmesine, çirkinliğine olan inancına ve bundan kaynaklanan öfkesine bağlanır. Hâşim’in bu karamsarlığının bir nedeni de karamsar Fransız şair Charles Baudelaire’den etkilenmiş olduğudur. Bu melankolinin, bu karamsarlığın sebebini anlatırcasına bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: "Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu."

Hâşim, şiirlerinin kapalı ve anlaşılmaz olduğu iddialarına karşı bir cevap olarak çok keskin ve müstehzi ifadelerle ‘’Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ adlı makalesini yayınlar. Hâşim, daha sonra bu makalesini ‘’Piyale’’’ isimli şiir kitabının girişinde yer verir.

Hâşim "Piyale"nin girişinde yer alan "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" makalesinde özetle şunları söyler:

‘’Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.’’

Hâşim, şiirde kapalılığı savunur. Hâşim’e göre bir şiirin açıklamasını yapmak çok anlamsızdır. Her okuyan o şiirden ayrı bir şeyler çıkarabiliyorsa o bir şiirdir diye düşünür.

Ben özetle anlattım ama Hâşim, "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ makalesinde kendi sözcükleriyle şu cümleleri kullanır:

"Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vâz-ı kanundur. Şairin lisanı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır."

"Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır."

" 'Mânâ' araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra'şe içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan sihrengiz sesi telafiye kâfi midir? (...) Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin mânası değil, cümledeki teleffuz kıymetidir."

Önemli gördüğüm için Ahmet Hâşim’in "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" isimli bu makalesinin tamamını konunun dağılmaması açısından yazımın sonunda vereceğim.

"Piyale" kitabındaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir.

Hâşim, şiirlerinde fazlasıyla sembolist bir yaklaşım sergiler bunu en iyi görebileceğimiz şiiri ise ‘’Merdiven’’ şiiridir.

İlk şiirlerinin üzerinde Bağdat’ta geçen çocukluğunun, Dicle nehrinini ve Dicle akşamlarının, gecelerinin ve annesinin vefatının yoğun etkileri görülür. Hâşim'in ‘’akşam’’ sevgisi hususunda da değişik rivayetler vardır.  Hâşim’in kendisini çirkin gördüğünden karanlıktan hoşlandığını rivayet edilir.  Ancak Hâşim ‘’akşamı’’ kendisinin de belirttiği gibi yalnızca şiiri için, sembolik manası için sevmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hâşim için; ‘’Hayatını âdeta kasten darlaştırmaktan hoşlanırdı’’ diye yazar. Hâşim’in bu özelliği şiirlerine de yansır.

‘’O Belde’’ (Sitemde ayrıca anlatmıştım), ‘’Karanfil’’, ‘’Merdiven’’, ‘’Ölmek’’, ‘’Bir günün sonunda arzû’’ (Yine sitemde anlatmıştım) ve ‘’Parıltı’’ isimli şiirleri en güzel şiirleridir.  Bu şiirlerin de tamamını yazımın sonunda vereceğim.

Hâşim, sembolizmin Türk edebiyatındaki öncülerindendir. "O Belde" şiirinde geçen ünlü "melali anlamayan nesle aşina değiliz" dizesi ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti edebiyatını tek bir dize ile özetler.

En önemli eserlerinden sayılan "O Belde" ile şair gerçek dünyadan uzaklaşıp kendisini kendi kurduğu bir hayal dünyasına götürür. ‘’O Belde’’de Hâşim gerçek dünyadan ayrı ideal bir dünya düşler. Bu hayal ürünü beldede kadınların ne kadar masum, ince, huzur veren yaratıklar olduğunu vurgular. Bu düşüncesi annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden de geldiği bilinir. Hâşim’in "O Belde" ile anlattığı ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş şekli olduğu düşünülür…

Hâşim’in şiirlerinde en çok kullandığı imajlar, sarı ve kızıl renkler, sararan sular, yanan sular, akşam, kamış, vs. dir. Güneşin batışındaki ve doğuşundaki kızıllık şiirlerinde çok geçer. Hâşim, koyu kıskançlığını, hırsını, hayata ve kendine karşı olan tükenmez nefretini, merhametini, aşkını, ıstırabını, sıkıntısını, geçmişini, bunalımlarını, çirkinliğini, dostlarını, düşmanlarını, tabiatı, karanlığı şiirlerine aktarır.

Ahmet Hâşim, lise talebelerini şiirden ve edebiyattan bir ömür boyu soğutan aruz vezni hakkında, daha doğrusu aleyhine – kendisi aruz vezninin ustası olmasına rağmen-  artık bu veznin devrinin bittiğini belirtecek şekilde şunları yazar:

‘’Bundan on beş, on altı sene evvel Galatasaray Lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, arzu vezninin mukassı (kasvet verici) darlığı içinde ciğerlerimin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek…. Aruz vezninin faziletleri ne olursa olsun, duvarları rengarenk çinilerle kaplanmış bir veli ya da sultan türbesi gibi, asilâne ziynetlerine rağmen, ölüm ve uhreviyetin (öte dünyanın) haşyet (korku) ve kasvetiyle doludur. Bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor.’’

Ahmet Hâşim’e yapılan eleştiriler

Nurullah Ataç "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için; şöyle yazar: ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona 'Ahmet Hâşim çağı' diyecekler." Ve şöyle devam eder Ataç: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor" diye yazar.

Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişi büyük haksızlıklar, saygısızlıklar eder Hâşim’e… Yahya Kemal kendisinden ‘’çirkin Arap’’ diye bahseder.  Falih Rıfkı Atay da kendisi hakkında iyi yorumlar yapmaz bir eserinde. Keza Peyami Safa da Hâşim’i eleştirir yazılarında.

Salâh Birsel, ‘’Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’’ (Sel Yayıncılık., 2012) isimli kitabının "Beyaz balina beyazı" bölümünde (s. 82-83) Hâşim’in düzyazısı hakkında şunları yazar: "Hâşim’in yaşadığı günlere bakacak olursanız, çoğu yazarların-bunların içinde dostları da vardır elbet- onun gözünü oymak için sıraya girdiklerini görürsünüz. En yufka ozanlardan Orhan Seyfi bile Hâşim’in düzyazılarını över de laf, ozanlığından açılınca onu çaylaklıkla suçlar.''

Hani bir paragraf önce bahsetmiştim ya Hâşim’in yaşarken anlaşılmaması bir yana, içlerinde döneminin önemli aydınlarının da bulunduğu birçok kişinin kendisine büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yaptıklarını... İşte bunlardan bir kısmını da Salâh Birsel bu kitabında anlatır…

Nâzım Hikmet, bir şiirini eleştirmesi üzerine Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirinde Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve ona “Bağdadî Şaklaban” diye hitap eder. Ahmet Hâşim'in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden, "Şiirinde uşak ile kuşağı iyi kullanmış," dediği söylenir. Nâzım'ın şiirini olurken, Nâzım’ın ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz. (Bu tartışmayı da ‘’Ahmet Hâşim ve Nâzım Hikmet’’ adıyla bu sitemde anlatmıştım.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabında Hâşim hakkında şu olayı anlatır:

Ahmet Hâşim yedek subay olarak Çanakkale muharebelerine katılır. Cepheden döndükten sonra iş için başvurduğu bütün kapılar yüzüne kapanır. Ayrıca Bağdat’ta doğması kastedilerek "senin Türkiye’de işin ne? Bağdat’a gitsene!" diye hitap ederler. Bunun üzerine "öyle ya" der Hâşim, "harp olur Ahmet Hâşim vatan müdafaasına çağırılır; sulh olur, vatandan kovulmak istenir." Bu memlekette her daim olduğu üzere!

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen kitabında "Ahmet Hâşim bizim bildiğimiz, beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, onun içindir ki, şiirlerinde, kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu"  diye yazar.

Düzyazıda Ahmet Hâşim

Şiiri söz ile mûsiki arasında, sözden ziyade mûsikiye yakın tarif eden Hâşim kelimelerini de buna göre seçer, itinayla konuşurmuş.

Günün birinde Ahmet Hâşim tıraş olurken bir yandan da berberine bir şeyler anlatıyormuş. Berber bir vakit sonra: "Beyefendi söylediğiniz her kelimenin manasını biliyorum. Fakat ne dediğinizi anlayamıyorum." der. Hâşim arkasını dönüp Yakup Kadri’ye: "Gördün mü Yakup? Bizi en iyi bu adam anladı" der.

Hâşim, kelimeleri düz yazıda da şiir kadar güzel kullanır. Hâşim’in üç düzyazı kitabı vardır. Bunlar şu üç kitaptır; ‘’Bize Göre’’' (Altın Kitaplar, 2005)  '’Gurabahane-i Laklakan'’ (Düşkün leylekler evi) (Yapı Kredi Yayınları, 2011) ve ‘’Frankfurt Seyahatnamesi'’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017)

Hâşim’in düzyazısını şiirinden üstün tutmakta Yusuf Ziya, Halit Fahri, Nurettin Artam da birbirleriyle yarışır. Cenap Şahabettin de düzyazısını sevdiğini söyler. Ozanlar arasında ise onun adını anmamaya ayrı bir dikkat gösterir. 

"Rindlerin Ölümü" şiiriyle sonradan onun etkisine iyisinden sığınacak olan Yahya Kemal bile kestirmeden giymeyi yeğler: ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur.’’ Bu sözler onun düzyazısını yüceltmek için de söylenmemiştir. Amaç, ozanlığını ayaklar altına almaktır. Oysa bunların tümü ozanlıkta -Yahya Kemal bir yana- Hâşim’in yanından bile geçemezler. Bütün bu zerzevat içinde Hâşim’in şiirine değer veren sadece Halit Ziya, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, İzzet Melih ve Fazıl Ahmet'tir. Bunlara belki bir de Abdülhak Şinasi ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu eklenebilir. Ama Samipaşazade onu az buçuk "egzantrik" de bulur. Fazıl Ahmet ise ona "zakkum ve cehennem taşı" gözüyle bakar." Yakup Kadri ‘’Ahmet Hâşim Monografi’’ (İletişim Yayıncılık, 2000) eserinde Hâşim için şu yargıya varır: ‘’Bence, tabiatta, hayatta ne kadar şiir unsuru varsa Hâşim’de de o kadar şairlik vardı.’’

Bu tartışmaların yanında Ahmet Hâşim hakkındaki daha kapsamlı ve sağlıklı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerden şu iki kitabı Hâşim’i hakkıyla tanımak için önerebilirim. Birincisi Abdülhak Şinasi Hisar'ın (kendisi Hâşim’in okul arkadaşıdır aynı zamanda) "Ahmet Hâşim, Şiiri ve Hayatı" (Yapı Kredi yayınları, 2006) adlı kitabı, diğer ise Memet Fuat'ın "Ahmet Hâşim" (Yapı Kredi Yayınları, 2008) isimli kitabıdır. Ahmet Hâşim şairliğinin ötesinde aslında iyi bir denemecidir de. Yahya Kemal’in yukarıda bahsettiğim; ‘’Hâşim düzyazı yazsa daha iyi bir şey yapmış olur’’ sözü bunu doğrular. Hâşim’in o zamanlar gazetelerde yazdığı yazıları araştırmacı İnci Enginün ile Zeynep Kerman birlikte kitap haline getirmişlerdir. (Ahmet Hâşim, Bütün Eserleri, Dergâh Yayınları, 2009) Tabii ki Ahmet Hâşim’in daha önce bahsettiğim kendi düşüncelerini anlattığı ‘’Bize Göre’’ (Altın Kitaplar, 2005) kitabı da Hâşim’i tanımak için okunmalı diye değerlendiriyorum.

Aşk ve evlilik üzerine

Ahmet Hâşim’in ‘’Bize Göre’’ adlı kitabında aşk ve evlilik üzerine yaptığı tespitler defalarca okunacak ifadelerle doludur. Bu kitabında Hâşim ‘’Hemen her sabah’’ başlığı ile şunları yazar:

"Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz şaşırtıcı haberlerden biri: "Filan mahallede, filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten evlenemediği için, eline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veya kendini etraftaki bahçelerden birinin kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden ilh...

Aşkın yaraladığı bin türlü talihsizler içinde en çok bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Çünkü bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbiriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız âşıklardır. Üstadım Gourmont'un (Remy de Gourmont, Fransız yazar ve şair, 1858 - 1915) dediği gibi aşk ile evliliği karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunların dışında, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin düzenini, ağaçlı caddelerin kanepelerini alt üst eder. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki evlilik, bir şehir kurumu, güvenlik sistemidir. Sirklerde gösteri yapan, dişi dökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız aslan; orman canavarına göre ne ise, aşka kıyasla da evlilik odur.

Aşk geçici, evlilik ise süreklidir. Evliliği aşkın devamı zannetmiş nice saf çiftler, üç ay geçmeden hislerin söndüğünü görmüşler ve bir akşam kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin konusu evli çiftler değil, sevgililerdir. Hayaller ve semboller, hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanları evli çiftler ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir ki?"

Hâşim’in kendi sözcükleriyle; ‘’aşk muvakkat, izdivaç ise daimidir.’’ .’’En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu zevce değil, maşukadır.’’ (Maşuka: Âşık olunan kadın) Aşk konusunda şu sözlerin de sahibiydi Hâşim: "Hüzünde haz varsa, aşk o zaman vardır!" ''Âşık, yüz bulmayan adamdır.''

Aşk ve evlilik konusunda böylesine düşüncelere sahip olan Hâşim gerçekte de aşk ve evlilik konusunda sıkıntıları vardır. Birçok sevgilisi olmuş, birçok kez nişanlanmış ve her seferinde ayrılan taraf kendisi olmuştur. Belki onun o büyük anne sevgisi, sevgilerine olan sevgisinden üstün olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bahsi geçen "Gençlik ve Edebiyat Hatıraları" isimli kitabında Hâşim’in bir nişanlısının annesinin incecik boynunu uzatarak konuşurken tıpkı içinden su boşalan bir ibriği andırmasını gerekçe göstererek "ben böyle bir kadınla bir evde yaşayamam" diyerek, nişanlısının da annesinden ayrı yaşayamayacağını söylemesi üzerine evlenmekten vazgeçtiğini yazar. Nişanın bozulduğu günün akşamı Ahmet Hâşim’in, evde önüne kim çıkarsa ve soba borularına kadar gözüne ne ilişirse, eski sevgilisi ya da onun annesi değildir diye sarılıp öptüğünü yazar Yakup Kadri.

Hâşim yine nişanlılarından birinin ailesine akşam yemeğe gitmiş. Yemekte, zeytinyağlı sarmayı çok beğenmiş, bunu da müstakbel kayınvalidesine ifade etmiş. Yemekten sonra evine dönerken, ceketinin cebine bir bakmış ki bir paket. Müstakbel kayınvalidesi, bekâr bir adam ne de olsa evde yer diye yaprak sarmasının geri kalanından bir paket hazırlamış ve Hâşim’in pardösüsünün cebine gizlice yerleştirmiş. Vapurda cebinde bu paketi fark eden Hâşim buna çok bozulmuş. Sarma paketini vapurdan denize fırlatmış ve nişanlısından da bu nedenle ayrılmış.

Ancak bir kadını öylesine çok sevmiş ki ‘’yanımda olmayışın beni harap ediyor’’ diyecek kadar âşık olmuş o kadına. Öyle bir sevmiş ki o kadını ölmeden üç hafta önce (!), hasta hasta nikâhlanmış kadınla, sırf emekli maaşı ona kalsın diye.

Mina Urgan ‘’ Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2018) isimli kitabında Hâşim’e olan hayranlığını saklamaz. Kitabında Mina Urgan, Hâşim’i şöyle anlatır:

"Hâşim kendini çirkin sanırdı. Büyükada’daki evde geçirdiği ilk geceyle ilgili bir öykü anlatmıştı annem: Sabah, Hâşim’i kahvaltıya çağırmak için aşağı kata inince, hizmetçi, konuğun çoktan gittiğini, yattığı odada bir pusula bıraktığını söylemiş. Hâşim o pusulada annemi suçluyormuş. Çirkinliğini iyice medyana çıkarmak amacıyla, onun fotoğrafını, iki güzel erkeğin fotoğrafı arasına koyduğunu yazıyormuş. Annem, hoşuna gider umuduyla, Hâşim’in fotoğrafını babamınkiyle şişmanlamadan önce güzel yüzlü bir genç olan Yahya Kemal'inki arasına koymuş meğer. Hâşim evden çıkmadan önce kendi fotoğrafını paramparça etmeyi de unutmamış."

Mungan’a göre, Ahmet Hâşim gerçekten de pek yakışıklı bir erkek değildir, yanağında bir Halep çıbanının büyükçe bir izi vardır. Mina Urgan, kitabında Hâşim’e olan hayranlığını da şöyle ifade eder: "Gelgelelim, zekâ eksikliği çok yakışıklı bir erkeği dakikasında çirkinleştirdiği gibi, Hâşim’in gözlerinden fışkıran zekâ, onu dakikasında güzelleştirirdi."

Müfettiş Ahmet Hâşim

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili ve birinci meclisin adalet bakanı olan Refik Şevket İnce'ye (Refik İnce: 1950 Demokrat Parti iktidarının ilk hükümetinde Milli Savunma Bakanı, Emin Çölaşan’ın anne tarafından dedesi) müfettiş olarak gönderildiği Anadolu’dan 3 Eylül 1919 tarihli bir mektup yazar. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) (Bu sitemde ‘’Sakallı Celal’’i anlatmıştım) yer alır (s.45-46). Bu mektup aynı zamanda 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Mektubun bir kısmı şöyledir: (Mektubun tamamına yazımın sonunda yer veriyorum.)

''Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm... Anlamışlar ki, Anadolu Türkeri’nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile bîhaberdir. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişi-güzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celal’in dediği gibi, en nefis icatları yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. ... Anadolu hemen baştanbaşa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal ve topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.''

Bu mektup; Reşat Nuri'nin deyişiyle "mistik, uzak evliyalar diyarı", zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu’nun 1919 yılındaki içler acısı halini anlattır. Bu mektup; Osmanlının Anadolu’yu nasıl da ihmal ettiğini gösterir… Bu mektup; dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş bu coğrafyanın mahzun ve mağmum insanlarını anlatırdı…

Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ü, Cumhuriyeti beğenmiyorlar ya!... Bu satırlardan onlar acep ne anlarlar ki? Burada hazin olan bu sefalet içinde yaşayanların torunlarının bu sefalete sebep olanların hasretiyle yanıp tutuşuyor olmalarıdır.

Şairlerin en garibi öldü

Şair hastadır... Hasta yatağında yatmaktadır. Böbreklerinden rahatsızdır Hâşim. Boğazına da düşkündür ve doktorların perhizine uymaz. Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte şairi hasta yatağında ziyarete giden Ahmet Hamdi Tanpınar, yanından ayrılmak için ayağa kalktıklarında, onun, "şairlerin en garibi öldü" diye sayıkladığını kaydederler. Bunu Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli bir yazısının “Dört Beş Hatıra” bölümünde anlatır… Girişte bahsettiğim Hâşim'in yazı hayatındaki yarım kalmış en son şiir denemelerinden oluşan ve  Dr. Sabahattin Çağın tarafından hazırlanan şiir kitabının adı da buradan gelmektedir: ‘’Şairlerin en garibi öldü.’’ (Çağrı Yayınları, 2014)

Abdülhak Şinasi Hisar, “Şairin Ölümü” isimli yazısında ölüm döşeğindeki Hâşim’i ziyaretinden sonra vapurla karşıya geçerken şunları yazar: ‘’Gözlerim kararıyordu ve o akşam guruba karşı vapurda dönerken garip bir eza hissiyle sandım ki Ahmet Hâşim’in bendeki hatıralarının ve hafızamdaki nazarlarının (bakışlarının) artık içimde öldüğünü duyuyordum ve içimde ölen bu şeyler bir adem (ölüm) rüzgârına tutulmuş gibi sanki beni terk ederek, sanki benliğimden havalanarak, uçarak, taşarak ve boşalarak güya rengârenk zerreler gibi bu muhite, bu sulara, bu guruba, bu manzaraya, bu havaya ve boşluğa gömülüyor, karışıyor, dağılıyor ve ben onları kaybediyorum.’’

Ve ‘’şairlerin en garibi’’ 04 Haziran 1933 tarihinde vefat eder…

Ve bu şekilde hüzünlü, çileli ve fırtınalı bir hayat sona erer. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyimiyle "ölüm yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştır."

Vefatının hemen ardından hazırlanan ‘’Mülkiye’’ dergisinin Haziran 1933 tarihli 27. sayısının Ahmet Hâşim özel nüshasında Şükûfe Nihal (Şükûfe Nihal’i de bu sitemde uzun uzun anlatmıştım) şair için şu sözleri kaleme alır: "Seni gömdüler... Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü..."

Ahmet Hâşim’i Eyüp Mezarlığı’na gömerler… Hâşim’i gömerler ama Hâşim’im garipliği mezarında da devam eder... Çünkü nereye gömdüklerini de kaydetmezler… Yıllarca Hâşim’in kabri kayıp kalır... 2000’li yılların başında ancak Hâşim’in Eyüp’teki mezarlığı bulunarak restore edilir... 

Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım Hâşim’in mezarının bulunmasını şöyle anlatır:

‘’2000’li yıllardı ve rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca’nın ikazıyla Ahmet Hâşim’in ve Ziya Osman Saba’nın kayıp mezarlarının mezarlarının peşine düştüm. İkisi de Eyüpsultan’da yatıyordu, lâkin yerlerini bilen yoktu. O dönemde aktif gazetecilik yapıyordum. Derin araştırmalara girdim, birçok yazara, edebiyat tarihçisine sordum. Ama ne yazık ki hiçbir kişi ve kurumdan bilgi alamadım. Sonunda Vakıflar’da çalışan kültür tarihçisi Nedret İşli ile birlikte Eyüpsultan Mezarlığı’na gittik. Uzun araştırmalardan sonra Ahmet Hâşim’in mezarı bulundu. Eyüp Belediyesi ve Kültür Bakanlığı o zaman duyarlı davrandı ve mezarlığı restore etti. Harap olan kabri tamir ettirdi, çevresini temizledi. Şimdi, Piyerloti’ye çıkarken ilk sol sokak üzerinde Ahmet Hâşim’in mezarını gösteren levhalar görürsünüz. Ziya Osman Saba için ne yazık ki bütün aramalarıma rağmen bir sonuç alamadım."

Şimdi şair Eyüp Mezarlığı’nın derinliklerinde eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla ‘’O Belde’’de sürgün cezası çeken bir müebbed mahkûm gibi yatmaktadır.  100 metre ötesindeki gururlu beyaz mermeri son derece bakımlı ve tertemiz bir Necip Fazıl mezarının yanından ister istemez mukayese ile geçersiniz. Oradan da Piyerloti’ye çıkmaya devam ederseniz eğer hemen sağ kol üzerinde de Hâşim’in mezarının bulunmasına vesile olan Ahmet Kabaklı’nın mezarını görürsünüz.   

Mübhem ve nâtamam bir âlem içindeydik…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1926 yılında Ahmet Hâşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazar: "Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: 'Ben suya taş atan adamım' diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Yakup Kadri'nin sözünü ettiği "muassır frenk şairi" Henri de Regnier idi...Sonra da Haşim’e hitap ederek mektubunu, “Senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir”diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.

Yakup Kadri, Henri de Regnier'nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında Ahmet Hâşim'in kaderini anlatmıştı. Hâşim'in attığı taş kör bir kuyu idi ne yazık ki! Sadece Hâşim mi idi kör kuyulara taş atan. Bu toplumda hep öyle olmamış mıdır? Kör kuyullar gibi atılan taşlara karşı hep tepkisiz, hep sessiz, hep sedasız kalmamış mıdır?

T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot’un (1888 – 1965) ‘’ The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde uzun bir şiiri vardı. Şiirde geçen bir dizeydi: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)

Aynen öyleydi ey hüznün şairi: Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyürdü bu taş döküntüde ki göle senin attığın taşlar hâle yapsındı?

Nurullah Ataç yazı içinde bahsi geçen "Dergilerde" (Yapı Kredi Yayınları, 2012) adlı kitabında Hâşim için şöyle yazardı: "Talihsiz bir şairdi Ahmet Hâşim: Yaşadığı günlerde, şiirimize getirdiği yenilik yüzünden anlaşılmadı, öldükten sonra da dilinin eskiliği yüzünden anlaşılmıyor." Çünkü büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur. İşte bu nedenle Nurullah Ataç aynı kitabında ‘’İki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona ‘'Ahmet Hâşim çağı’' diyecekler" diye yazar…

Bir yazısında kendisi için şöyle derdi Hâşim: "Neşeye hâkim değildik, kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktu." Eyüp sırtlarındaki mâi gölgeli beldeden cüdâ kalarak müebbed mahkûm olduğun o neyf ü hicrede yani ‘’O Belde’’de rahat uyu ey büyük şair!... Ve merak etme; biz de hala senin gibi neşeye hâkim değiliz ve de üstelik kederi kendimizden uzaklaştıracak hiçbir kuvvetimiz de yoktur.

Hâşim, ustası olduğu aruz veznini eleştirirken ‘’bu veznin ziyası renkli camlardan süzülüp gelen bir ziyadır; dışarının güneşli aydınlığına benzemiyor’’ derdi. Ey büyük şair, bir bilsen, günümüzde bile bizler hâlâ güneş aydınlığına arkasını dönüp renkli camlardan süzülüp gelen ziyaya beyhude yönelen insanlarız...

Hâşim, yazı içinde bahsettiğim ‘’Bize Göre’’ simli kitabının ‘’Ay’’ başlığı ile bir bölümü vardı. Orada şunları yazardı Hâşim: ‘’Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem (bilinmeyen, gizli) ve nâtamam  (tamamlanmamış, bitmemiş) bir âlem içinde idik.’’ 

Ey büyük şair! Yeryüzünde çektiğin ıstırab yeter. Müebbed uyuduğun ‘’O Belde’’’de umuyorum ki müsterihsindir artık. Bizleri sorarsan eğer, senin gibi melali anlamayan nesle âşinâ olmayan bizler de yine senin gibi mübhem ve nâtamam bir âlem içindeyiz. Yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bu coğrafyada ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ aklımızı alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen bir ziyadır...

Şükûfe Nihal'in, Ahmet Hâşim'e vefatında yazdığı gibi; Ey büyük şair!. Gömülen yalnız sen değildin; o gün, seninle beraber, o karanlık çukura, güneşleri, yıldızları ile renkleri, çiçekleri ile bütün bir güzellik dünyası da çöktü, gömüldü...

Sizlere, bu karanlık dünyamızda, gün ışığı aydınlık güzel bir hafta sonu diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Ahmet Hâşim’in sevdiğim ve önemli şiirleri

Merdiven

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

Parıltı

Âteş gibi bir nehir akıyordu
Rûhumla o rûhun arasından
Bahsetti, derinden ona hâlim
Aşkın bu unulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...

Karanfil

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi...

Bir Günün Sonunda Arzû

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

Denizlerden
Esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
Ne sen
Ne ben,
Ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
Ne de düşünce acılarına bir liman
Olan bu mavi deniz
İç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
Sana yalnız bir ince genç kadın,
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü insan,
Bu düşük açlık, bu kirli bakış,
Bulamaz sende bende bir anlam,
Ne bu akşamda ince bir kaygı,
Ne de durgun denizde bir gücenik
:çine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
Topluyor ruhunun kokusunu sanki,
Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

O belde?
Durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
Mavi bir akşam
Hep dinlenir üstünde;
Eteklenir deniz
Döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
Kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
Hepsinin gözlerinde hüznün var,
Hepsi kızkardeştir veya sevgili;
Gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
Dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
O gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
Onların ruhu gücenik akşamdan
Yoğunlaşmış menekşelerdir ki
Durmadan durgunluk ve susmayı arar;
Ayın hüznünün ışıksız alevi
Sığınmış sanki yalnız ellerine.
O kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
Onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
Sonra dalgın akşam, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir hayal anakarasında?
Hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
Bir yalan yer midir, veya var olan,
Ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
Bilmem ... yalnız,
Bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
Ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
Bende hüzün ve ilham tellerini.

Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
Bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

Ölmek

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek
Parıltılarla yanan mesâ-yı mezbaha-renk
Dağılırken suhûr-ı üryâna,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Kanlı bir gömlek
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestîye samt olur ka'im
Ve bir günün dem-i âlâyiş-i zevâlinde
Sürüklenir sular âfâka şu'le hâlinde
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümide adem
Bir derin sesle "haydi" der uçurum,
O dem,
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i hüsrâna düşmek istiyorum.

Günümüz Türkçesi ile ‘’Ölmek’’

Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Titrek
Parıltılarla yanan kan rengi bir akşam
Dağılırken çıplak seherlere,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
Hüsrânın umutsuzluk dolu boşluğuna.

Kanlı bir gömlek
Gibi, mermer güneşi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O ân ki; dünyada sessizlik ayakta durur
Ve bir günün görkemli öğleninde
Sürüklenir sular ufuklara alev halinde,
O ân ki kollar açar ümitsiz vücûda yokluk
Bir derin sesle 'haydi!' der uçurum,
O ân,
Kahır dağının zirvesine çıkan yokuşa yükselerek
Oradan,
Kalbin ümit sesini dinlemeden
Hüsrân boşluğuna düşmek istiyorum…

 ***

Ahmet Hâşim, şiir hakkındaki görüşlerini “Piyale” adlı şiir kitabının başında yayınlar. Aşağıdaki metin oradan olduğu gibi alınmıştır.

Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar

Karin bu kitapta okuyacağı “Bir Günün Sonunda Arzu” isimli manzume ilk intişar ettiği zaman, manası bazılarınca lüzumundan fazla muğlâk telakki edilmiş ve o münasebetle şiirde “mana” ve “ vuzuh” hakkında hayli şeyler söylenmiş ve yazılmıştı. Bu dakikada bunların hiçbirini hatırlamıyoruz. Nasıl hatırlayabilelim ki söylenen ve yazılanların bir kısmı şetm ve tahkîr ve bir kısmı da yevmî gazete haleziyâtı nev’inden şeylerdi. Düşünüş ayrılığından dolayı hakaret, öteden beri bizde kullanılan aşınmış bir silahtır ki şerefsiz bir miras halinde, aynı cinsten kalem sahipleri arasında batından batına intikal eder. Onun için hiçbir edebî nesil, bu tarz münakaşaları tanımamış olmakla iftihar edemez. Hele, elem ve edeb sahalarında nekre ve maskara, gâh âlim, gâh münekkid, gâh sanatkâr kılığında merkebini serbestçe koşturabildiğinden beri, fikir alışverişinde artık insanî adaba riayet edildiğini görmediği ümid etmek çocukça bir safvet olur.

Ne tekerleme ne de tahkir bir münakaşaya zemin olamayacağı için, biz bu satırlarda evvelce okuduklarımızı ve işittiklerimizi hatırlamağa lüzum görmeyerek, şiirde “mana” ve “vuzuh” un ne kıymette şeyler olduğu hakkında kendi telakki ve kanaatimizi söylemekle iktifa edeceğiz.

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki şiirde manadan ne kastedildiğini bilmiyoruz. ”Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve “vuzuh” bunların îdrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addenler, şiiri tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü “söz” sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telâkki olunuşu resim, musukî ve heykeltıraşî gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota ve kalem gibi, istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum ve ifadesini konuşulan lisandan istiâreye mecbur olmasındandır. Bundan dolayıdır ki parmakların tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği notaya karşımütehaşi ve hürmetkâr olan nâ-ehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade “lisan” mahiyetinde telakki ile, sırf bu zaviye-i rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahane bir lâübalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar.

Hâlbuki şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vazı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücud bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. “Nesir”de üslubun teşekkülü için zaruri olan anasırın hiçbiri şiir için mevzu-ı bahs olamaz. Şiir ile nesir, bu itibarla, yekdiğeriyle nispet ve alakası olmayan, ayrı nizamlara yabi, ayrı sahalarda, ayrı eb’ad ve eşkâl üzere yükselen, ayrı iki mimâridir.”Nesr”in müvellidi akıl ve mantık,”şiir”in ise, idrak mıntıkaları haricinde, esrar ve meçhulâtın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gâh u bi-gâh ufk-ı mahsüsata akseden kudsî ve isimsiz menba’dır.

Şiirin evzâ ve harekâtını taklide özenen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin sarahat ve insicânını İstiâre eden gölgesiz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir. Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır.

Birkaç ay evvel “halis şiir” hakkında, meşhûr bir münekkidle münakaşası, bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden Rahip Bremond’un dediği gibi muhâkeme, mantık, belâgat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf, şafak aydınlığı gibi her dokunduğuna gül penbeliğini veren şiirin sihirkâr tesiriyle tedbiri mahiyet edip istihale etmedikçe, anâsırı miyânına dahil oldukları “cümle”alelade “nesir”den başka bir şey değildir. Hatta manzumede, elektrik cereyanı nev’inden olan şiir seyyâlesi bir an inkıtâa uğradı mı, bütün bu anasır, derhal fıtrî çirkinliklerine sukut ederler.

Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst

“Mana” araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe içinde bırakan hakîr kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihr-engiz sesi telafiye kâfi midir?

Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı, mahrem, hevâî veya haşin sese göretayin ve müteferrık kelime ahenklerini, mısraın umumi revişine tâbi kılarak, mütevemmiç ve seyyalî, muzlim ve muzî, ağır veya seri hislere, kelimelerin manası fevkinde, mısraın musiki temevvücatından nâmahdûd ve müessir bir ifade bulmaktır.

Kelime tahavvülâtı ve ahenk endişeleri arasında “mana” küsûfa uğrarsa,”ruh” onu ahengiz lezzetiyle telafi eder. Esasen “mana” ahengin telkinâtından başka nedir? Şiirde mevzuu, şair için ancak terennüm ve teyahhüle bir vesiledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mana, şiirin yaprakları arasına gizlenerek her göze görünmez ve yalnız hayâlât ve kelime kafilelerini, vızıltılı arılar gibi, haricen etrafında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kari, bu muhayyirü’l-ukul arıların kanat musikisini işitmekle zevk alır. Zira kırmızı çiçekli siyah defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir.

Bu tarifin haricinde hiçbir şiir yoktur. Böylece olmadığı iddia edilebilecek bir şiir varsa o şiir değildir ve ona “şiir” diyenler ancak yabancılardır.

Şiirin bir müşterek lisan olmasını isteyenlerin vâhi hayaline tahakkuk imkanı temenni etmekle beraber, Şimdiye kadar hiçbir büyük şairin, mahdut bir insan tabakası haricinde anlaşılmış olduğu iddia edilemeyeceği kanaatindeyiz. Hâmid’in binlerce hayranı içinden, onu okumuş olanlar yüzde on bile değil iken, anlayanlar, bu yüzde onun binde biri nispetinde bile değildir. Şöhret, anlayan iki üç ruhtan taşan heyecan seyyalelerinin zayıf ruhları arkasında sürükleyip almasıyla vücut bulur. Başka türlü şöhret, asil ve mağrur bir ruh için mûcib-i hicapdır.

Bilâ mübalağa denilebilir ki herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn şairlerin işidir. Büyük şiirlerin medhalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kapıları itemez ve o kapılar, bazen asırlarca insanlara kapalı durur. Son senelerde bir müverrihimizin kolları Nedim’i belâhete karşı saklayan kalenin kanatları(nı) araladıktan sonradır ki cüceler, o şiirin bahçesine girebildiler. Fakat bu girenlerden birçoğunun anlayışı, çini duvar üzerinde kirli el izleri gibi ancak Nedim’i telvis etmiştir. Her şiirin ruh seviyesine göre muhtelif derecelerde manaları olduğuna bundan daha kâfi bir delil aramağa lüzum var mı?

Şairin “manalı” olmaktan daha nice endişeleri vardır ki, onlara nisbetle mana ve vuzuh, şiirin ancak ehil olmayana göre kurulmuş harici cebhe ve cidarını teşkil eder. Herhangi bir cinsten eser-i sanat karşısında “Nedir? Ne demektir? Böyle şey olur mu? Benziyor, benzemiyor” tarzında sualler sıralayan ve ona göre fikir ve mütaala beyan eden şahıs, sanatkârın kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceği ve temasından dikkatle hazer edeceği, âlem-i rûha musallat iğrenç bir tufeylidir. Âsar-ı sanatta hamakatına gıda bulamayan ve arzın her tarafında en fazla münteşir olan bu tufeyli, her devirde ve her memlekette sanatkârın candan düşmanı olmuştur. Hayatta sanatkâr, onun yüzünden, gâh süflî bir dalkavuk ve gâh masum bir kurban olur. Bu dağınık sanat tüfeylilerinin yanında sanat mefhumunu taklit eden bir de sanat memuru vardır ki, edebiyatta enmûzeci “edebiyat hocası” dır.Vehle-i ûlada unvan ve sıfatı emniyet-bahş olan bu adamın hakikatte “edebiyat dersi” kadar Vâhi olduğunun düşünülmemesi şiyan-ı hayrettir. Edebiyat hocası, hava satan ve mehtap ışığı imal eden efsanevi tacirler gibi, güzelin his ve idrakini bir tali mektep programına tebaan şakirdlerine öğreten, şimdiki hatalı terbiye usulünün halk ve icat ettiği beyhûde bir mürebbidir. Ne şair şiiri, ne sanatkâr sanatı tefsîr ve îzâh edemez. Onun için, hiçbir memlekette edebiyat muallimi,-nâdir istisnalarla- ne bir şair, ne bir nâsir, ne de başka bir sûretle sanata mensup olan bir insandır. Ekseriyetle kıraat, imlâ ve sarf hocalığından istihâle eden bir zât nazarında şiir, sualli cevaplı bir kıraat malzemesinden fazla bir kıymeti olmadığından, nesre kabil-i tahvîl ve surh u nahv tatbikatına müsait olmayan her şiir, genç zekalar için bir tehlike ve sû i misaldir. Anlaşılmak şartıyla, edebiyat hocası için üstad ile mübtedinin eseri mefâhir-i lisan idâdına dahil, aynı ayarda güzel yazılardır. Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabi techizattan mahrum olan hoca, şiiri imla, sarf ve nahv meselesi halinde anlatamadığı gün, kürsüde söyleyeceği artık bir tek söz kalmamıştır.

Mamafih bir dakika için şiirde “vuzuh” un lüzumu kabul edilse bile, evvela vuzuhun ne demek olduğunu anlamak lâzım gelir. Hangi türlü zakânın anlayışı vuzuha mikyas addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğerine göre de öyle görünmesi hiç lâzım gelmez. Zekâlar vardır ki kâinatın ortasına ayılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mananın, uçurumdakine nâ-mer’i olması kadar ne zaruri olabilir? Şair, umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni manalarla zenginleştirmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân, reviş ve edası başka bir mikyasa göre tanzîm edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsî bir lehçe vücud(a) getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar karin de zekâ ve ruhuna taalluk eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tenbel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Hâlbuki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ istidâdından başka çetin bir hazırlanma ve hatta ziyâ, hava ve zaman şartları gibi müşkil birtakım hârîci avâmilin de yardımını ister. Şiirler vardır ki, sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir. Güneşin ziyâsında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz, öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler manalarını karin rûhundan alan şiirlerdir.

Şiirde bazı aksâmın şübhe ve mübhemiyette kalması bir hata ve bir kusur teşkil etmek şöyle dursun, bilakis, şiirin bediiyeti nokta-i nazârından elzemdir. Üslûbda köreltici bir sarahat, İngiliz bediiyatçısı Ruskin’in dediği gibi, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz, o zaman sanatkâr en kıymetli müttefiki olan karin ruhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. Eser-i sanatın en büyük hedefi muhayyileyi kendine râmetmektir. Buna muvaffak olmayan eserin diğer bütün meziyet ve faaliyetleri, onu bir eser-i sanat olmamaktan kurtaramaz.

Mevzû, gece içinde güller gibi, cümlenin ahenkli karanlığında ve muattar heyecanı içindebir nim-şekil olarak ancak sezilir bir halde bırakılırsa muhayyile onun eksik kalan aksâmını ikmâl eder ve ona hakikatten bin kere daha müheyyic bir vücut verir. Harabelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamam resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiç bir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir. İlk defa kapılarından gece girdiğimiz şehirlerin gündüz manzarası hayâl için en hazin bir sükût olduğunu kim tecrübe etmemiştir? Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nîm karanlığında pervâz edebilir.

Hâsılı şiir, resûllerin sözü gibi, muhtelif tefsirâta müsâît bir vüs’at ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin manası diğer bir mana olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manası izâfe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak pâyesini ihraz edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bineaneleyh nemütenâhi hassasiyetleri isti’âb edecek bir vüs’ati olandır. Mahdut ve münferit bir mananın çenberi içinde sıkışıp kalan bir şiir, hududu, beşeri teessürâtın mahşerini çeviran o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?

***
Müfettiş Ahmet Hâşim ve Mektubu

Ahmet Hâşim, o zamanki Manisa milletvekili Refik Şevket İnce'ye müfettiş olarak görevlendirildiği Anadolu’dan yazdığı 3 Eylül 1919 tarihli mektup. Bu mektup, Orhan Karaveli’nin ‘’Sakallı Celal’’ (Doğan Kitap, 2007) isimli kitabında (s.45-46) ve 1997 yılı Türk Dil Kurumu yayını olan ‘’Güzel Yazılar Mektuplar’’ isimli yayınının 67 ila 72 sayfalarında yer alır.

Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir…

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. 

Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla Dara ve Keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim…

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zembereğidir.

Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi.  Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. 

Anadolu, hemen bir uçtan bir uca frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar, nadirlerdendir.,

Refik, Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra istanbul’a gidiyorum.

Ahmet Hâşim, 3 Eylül 1919

Ahmet Hâşim'in Eyüp Mezarlığı'ndaki kabri:

 




Kral Lear

24 Ocak 2019

Bu sayfada William Shakespeare’in ‘’Hamlet’’, ‘’Machbeth’’, ‘’Othello’’, ‘’Julius Caesar’’ ve ‘’66. Sone’’ isimli eserlerini anlatmıştım. Ancak Shakespeare’in sizlere anlatmadığım bir eseri daha var: ‘’Kral Lear’’ (Kral Lear, Remzi Kitabevi, 1986. Çev. Özdemir Nutku)

‘’Kral Lear’’ Shakespeare'in en iyi trajedilerinden biri olsa da Hamlet ve Machbeth gibi oyunların yanında karmaşıklığı ve zor anlaşılması nedenleriyle geri planda kalmış bir oyundur.

Shakespeare'in bütün oyunlarında şiddet, umutsuzluk, delilik ve ölüm vardır. Perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Shakespeare'in oyunlarında ölüm bir çözümdür. Kötü karakterler ile trajedinin başkahramanları oyunun sonunda genellikle ölürler ve trajik sonlarla adalet yerini bulur.  ‘’Kral Lear’’ oyununda ise bütün bu özelliklerin daha fazlası vardır. 

‘’Kral Lear’’ oyunu (İngilizce ’’True Chronicle History of the Life and Death of King Lear anf His Three Daughters’’ veya ‘’The Tragedy of King Lear’’ olarak adlandırılır) 1600’lerde  yazıldığı tahmin edilmektedir. Shakespeare'in diğer birçok oyununda olduğu gibi ‘’Kral Lear'’ın hikâyesi de daha önceden anlatılan halk masallarından alınmadır.

Shakespeare, ‘’Kral Lear’’ oyununda karakter analizlerini, insan ilişkilerini ve özellikle de çıkar ilişkileri çok iyi ele alır. Bu konularda ‘’Kral Lear’’ bir başyapıt niteliğindedir. Her Shakespeare yapıtında olduğu gibi bu oyunu da hakkıyla anlayabilmek için önce oyun kitaptan okunmalı sonra da sahne de seyredilmeli diye düşünüyorum.

Oyunun hikâyesi özetle şu şekildedir:

Yaşlı Kral Lear, çöküş sürecine giren imparatorluğun yönetimini ve kendi mülkiyetini üç kızı arasında paylaştırmak ister. Bu paylaşımın eşit ve adil olması için kızlarını da denemek isteyen Kral Lear, kızlarını toplar ve kızlarına kendisini ne kadar çok sevdiklerini sorar. Kızlarından Goneril ve Regan sahte ve süslü sözcük ve cümlelerle babalarını ne kadar çok sevdiklerini anlatırlar. Fakat gerçek sevginin süslü laflarla anlatılamayacağına inanan kızların en küçüğü olan Cordelia ise dürüstçe ve sahici sözlerle babasına olan saygı ve sevgisini dile getirir.

Yaşlı Kral idrak ve izan yoksunudur, Cordelia’nın sevgi cümlelerine inanmaz ve onu evlatlıktan reddederek sürgüne gönderir ve hükümranlığını ve topraklarını diğer kızları Goneril ile Regan arasında paylaştırır. Kral, Cordelia'yı savunmaya kalkan Kent Kontu'nu da sürgüne gönderir.

Babalarından hükümranlığını ve topraklarını alan Regan ve Gonoril mutlak hâkimiyeti elde etmek için babalarına bunak muamelesi yaparak Kral Lear'ın askerî ve idari gücünü kısıtlarlar. İki kızı tarafından kapı dışarı edilen Kral Lear sonunda gerçekten bunar, aklını kaçırır...

Kral Lear’in  bu aymazlık ve budalalıkla verdiği karar, oyunun temel çatışma ekseni oluşturur. Oyunun ilerleyen aşamalarında idareyi elinde bulunduran Kral Lear’in entrikacı kızları, kumpas ve dalaverelerle imparatorluğu ve kendilerini  trajik bir biçimde tehlikeye atarlar. Oyunun ilerleyen aşamalarında güç  paylaşımı ve iktidar hırsı adına öldürme ve ölümler başlar.

Oyunda Kral Lear'ın trajedisine paralel olarak Gloucester Kontu'nun da hikâyesi bulunur. İki hikâyenin de teması evlatlarından kötü olanların etkisiyle, iyi evlatlarını haksız yere cezalandıran babaların kendilerini düşürdükleri zor durum ve trajik sonları anlatılır.

Oyunun anlatımını burada kesiyim çünkü oyun bundan sonraki bölümü özetle anlatamayacağım kadar karmaşıklaşır. Oyunun sonunda da başta da söylediğim ve her Shakespeare oyununun sonunda olduğu gibi sahne kan gölüne döner ve hemen hemen herkes ölür.

Ancak oyunun sonunu söyleyeyim: Kral Lear iki kez cezasını bulur. Önce haksızlık ettiği ve sarayından kovduğu Cordelia'sıyla yüzleşir ve ardından da ölür.

Özetle bu oyunuyla Shakespeare demek ister ki; çok konuşanlardan, övgüleriyle ikiyüzlülüğün en tiksindirici örneklerini verenlerden, kalp parayı ağız kalabalığıyla altın sikkesi olarak göstermek isteyenlerden kaçının. Krallar çoğunlukla dalkavukluğu severler ve yutarlar. İltifata alışmış olanların gözleri gerçeğe kapalıdır.

Shakespeare oyunlarının özelliği oyun içinde geçen sözlerdir. Bu sözleri okuyunca sanırsınız ki dört yüzyıl önceki bir dünyadan değil de günümüz dünyasında geçen ve sizlere tanıdık gelen sözlerdir.

Şimdi gelelim oyunda geçen ve sizlere tanıdık gelen, her zaman taze ve her zaman güncel olan bu sözlere:

"Evlat nankörlüğü, zehirli bir yılan dişinden bile daha keskindir."

‘’Beterin beteri olduğu sürece umut etmek gerekir."

"Gerekli ihtiyaçları sağlanamamış insan, zavallı, çıplak ve oklanmış bir hayvandan farksızdır." 

"Lime lime giysiler, en ufak, en önemsiz hataları bile gösterir. Ama günahını altın kaplat da gör, adaletin güçlü, uzun kılıcı nasıl da kırılır."

"Göze iyi görünür kötü kişiler, daha kötüleri varsa eğer. En kötü olmamak da bir bakıma övgüye değer."

"Ne tatlı olmalı ki yaşamak, sürekli ölüm korkusu çekmeyi, ölümün kendisine yeğliyoruz."

‘’Zamanımızın laneti bu, körlere gösteriyor deliler yolu!’’

" ‘Daha beteri olamaz’ diyebiliyorsak hala, en kötüyü tatmamışız demektir.’’

‘’Kendi başına acı çeken, ruhunda acıyı daha fazla duyar.’’

‘’Kendini çekip koparan dal kurumaya mahkûmdur.’’

‘’Akıllanmadan yaşlanmayacaktın.’’

‘’En iyiyi bulmak için uğraşırken iyiyi kaybediyorsunuz.’’

‘’Pislik ancak pislikten tat alır.’’

‘’İnsan, en dipsiz yarayla kanadı mı bir defa, acıtmıyor canını artık ne gelse başına.’’

‘’Kısık sesi yankı yapmıyor diye kalbi boş sanma kimseyi.’’

‘’Akıl ve erdem iğrenç olana iğrenç gelir.’’

‘’İnsan, bu dünyaya ağlayarak gelir, yeterince ağladıktan sonra da ölüp gider.’’

" ‘En beter yerdeyim’ diyebildiğin müddetçe, değilsin demektir en beter yerde.’’

“Konuşacaksak eğer, hissettiklerimizi söyleyelim, gerekenleri değil.”

Böylesine önemli ve her daim güncel olan bu oyuna sinema yönetmenleri de ilgisiz kalamazlar.

Sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Japon yönetmen Akira Kurosawa ‘’Ran’’ isimli filminde Kral Lear’ın konusunu işler. Ancak bu filmde üç kızın yerini üç oğul alır.

İngiliz yönetmen Don Boyd'un ‘’Krallığım’’ (My Kingdom ) filminde de bu konu işlenir Ancak bu filmde Kral Lear'ın yerini Liverpool suç örgütünün babası Sandeman alır. Bu filmde de Sandeman karısı Mandy'nin öldürülmesi üzerine, intikamını üç kızına havale eder.

Sovyet sinema yönetmeni Grigori Kozintsev tarafından 1971 yılında Kral Lear’ın bir Sovyet uyarlaması da yapılır ‘’Korol Lir’’ adında... 

Kral Lear İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni, oyuncusu ve yapımcı Laurence Olivier'in başrolünü oynadığı bir de televizyon dizisi vardır.

Son olarak İngiliz yönetmen Richard Eyre’nin 2018 yılı yapımı ‘’King Lear’’ filmimde Kral Lear’ı Anthony Hopkins canlandırır.

Ayrıca Turgenyev'in de Shakespeare'in bu yapıtının Rus derebeylerine özgü bir uyarlaması olan "Bozkırda bir Kral Lear" (Kırmızı Kedi Yayınları, 2015) isimli konusu Rusya'da geçen bir romanı da vardır…

Shakespeare eserlerinde bu oyunda da olduğu gibi adaleti hiç ihmal etmez.  Shakespeare eserlerinde adaleti hep oyununun sonuna bırakır. Tıpkı ilahi adalette de Allah'ın adaleti ihmal etmeyip imhal ettiği (*) gibi!

Yeryüzünde şu veya bu şekilde Kral Lear’ın bu trajedisini yaşamayan aile yok gibidir; bir bakınız kendinize, ailenize, etrafınıza! Kısık sesi yankı yapmıyor diye kimseyi kalbi boş sanmayın! O kabakların da sabısı vardır!

Osman AYDOĞAN

(*) İmhal etmek: Zamana bırakmak...




Generallerin Beş Çayı

22 Ocak 2019

Fransız yazar, şair, müzisyen, şarkıcı, gazeteci, senarist, oyuncu, eleştirmen, çevirmen ve maden mühendisi ve Vernon Sullivan takma adıyla yazılar yazan Boris Vian (1920-1959)’ın bir tiyatro oyunu var: ‘’Generallerin Beş Çayı’’ (Mitos Boyut Yayınları, 2009) Oyun 1951 yılında yazılır ancak 1956 yılında yayınlanır.

Boris Vian, genç yaşta (39) hayata gözlerini yummasına rağmen uzun uzun yazdığım sıfatlarından da anlaşılacağı gibi çok yönlü bir sanatçıdır.

‘’Generallerin Beş Çayı’’, Boris Vian’ın Fransa’nın Cezayir ile savaşa girdiği dönemi alaya alan bir komedi, bir hiciv eseridir. Oyun, eserde geçen Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon’un şu sözü üzerine inşa edilir: ‘’Saçmalarım. Cümle âlemin derin derin düşündüğü şu günlerde, özgür ve bağımsız bir fikre nasıl sahip olunur sanıyorsunuz siz? Tabii ki saçmalayarak…’’

Fransa hükümeti aşırı üretimden kaynaklanan ekonomik bir kriz içindedir. Paraya ve pazarlara ihtiyacı vardır. Fransız hükümetinin bu duruma bulduğu çözüm ise savaştır.

Kısaca özetlediğim oyunun bu bölümünü yazımın sonunda tamamını ‘’Birinci bölüm’’ olarak veriyorum.  

Komik bir şekilde savaşa ikna edilen, hala anne egemenliğinden kurtulamamış Fransa Genelkurmay Başkanı evinde bir çay partisi düzenler. Bu çay partisine, önce her biri birbirinden basiretsiz kuvvet komutanları, sonra da Fransız, Amerikalı, Rus, Çinli generaller, bürokratlar, psikoposlar ve huysuz bir de anne katılır…

Savaşa karar verilir ama düşman kim olacaktır, kiminle savaşılacaktır? Bu henüz belirsizdir... . Bu yüzden ABD, SSCB ve Çin askerî ataşelerine haber gönderilerek beş çayı için Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon’un evine davet edilir. Ancak Fransa ile savaşmaya bu ülkeler de yanaşmazlar. Çin askerî ataşesi Suriye'ye, pardon Afrika’ya savaş açmayı teklif eder ve bu teklif kabul edilir. Diğer ülkeler de bu kararı destekledikleri gibi Fransa yanında savaşmak için asker göndermeye de karar verirler. Böylece savaş başlar.

Bir düşman bulma arayışını oyunda geçtiği şekliyle yazımın sonunda ‘’İkinci bölüm’’ olarak veriyorum.

Oyun evdeki çay partisinden, savaşın ortasında cephede bir sığınağa geçerek orada devam eder.

Bu oyunda geçen isimler, ülkeler ve zaman değişse de değişmeyen evrensel ilkeleri ortaya koyar. Çünkü oyunda; iktidarı pekiştirmek ve devamını sağlamak için militarizmin meşrulaştırılması adına vatan, millet, bekâ, din, iman, devlet, aile, ahlak vb. gibi değerlerin iktidar mücadelesinde araç olarak bir nasıl kullanıldığı hicvedilerek anlatılır.

Fransa Genelkurmay Başkanı Audubon’ın oyunun başında geçen bir sözü aslında her şeyi özetler: ‘’Saçmalarım. Cümle âlemin derin derin düşündüğü şu günlerde, özgür ve bağımsız bir fikre nasıl sahip olunur sanıyorsunuz siz? Tabii ki saçmalayarak.’’

Öyle değil mi?

Osman AYDOĞAN

Birinci bölüm:

Oyunu vermeden önce vermeden önce oyunda geçen kişileri açıklamam gerekiyor:

Leon Plantin: Başbakan.
General Audubon: Fransa Genelkurmay Başkanı

Fransa hükümeti aşırı üretimden kaynaklanan ekonomik bir kriz içindedir. Paraya ve pazarlara ihtiyacı vardır. Fransız hükümetinin bu duruma bulduğu çözüm ise savaştır. Oyunda savaşa şu şekilde karar verilir:

LEON: Le Monde'da ekonomi köşesini yazıyordum. O halde size durumu özetlemeye çalışayım; şu anda, aşırı üretimden kaynaklanan bir kriz yaşamaktayız. Normal şartlarda zirai üretim fazlalaşınca, bir yolunu bulup sanayi üretimini azaltırız. Böylece n'olur? Zirai ürünlerin fiyatları düşer, sanayi ürünlerinin fiyatları artar. Tam bu noktada biz ne yaparız? Hem ürünlerinin fiyatlarına zam yapmayan çiftçilere para desteği sağlarız, hem de bu ucuzluktan faydalanabilsinler diye sanayide çalışan işçilerin ücretlerine zam yaparız. Çiftçiler, onlara verdiğimiz maddi desteği, sanayi ürünleri satın almakta kullanırlar; sanayicilerin bu satışlardan elde ettikleri büyük kâr ise, sosyal kesintilerdi, üretim vergileriydi, bakanlığa bağlı denetim birimlerimiz tarafından kesilen cezalardı derken, hop diye bizim cebimize geri gelir. Böylece devre tamamlanmış olur ve herkesin yüzünde güller açar.

AUDUBON: (Hâlâ bir şey anlamamıştır, inatla) Olan hep askerlere oluyor ama.

LEON: Olur mu hiç Wilson, öbür memurlara ne oluyorsa, size de olan o. Kalbimi kırmayın lütfen. Ben şurada yıllardır uygulanan bütçe dengeleme yöntemlerini anlatıyorum size; hem daha bugüne kadar, verdiğimiz ödenekten şikâyetçi olan asker ne gördüm ne duydum.

AUDUBON: Öyle olsun. Fakat mevcut durumun nesi kötü, hâlâ anlamış değilim.

LEON: Yapmayın Audubon, durum bir felaket. Şu anda zirai üretim ve sanayi üretimi aynı anda artıyor! Eh hal böyleyken dengeyi sağlamanın mümkün olamayacağını da kafanız alır herhalde.

AUDUBON: Elebaşlarından bir kaçını kurşuna dizsek?

LEON: Olmaz Audubon, olmaz... Geçici tedbirler işimize yaramaz. Asıl yapılması gereken, bu üretimin akabilmesi için bir kanal açmak, ona yeni pazarlar yaratmak.

AUDUBON: Yeni pazarlar... Tüketiciler mi yani?

LEON: Doğru, doğru, tüketicilere yönelmek gerek ama onları bolluğa alıştırmak da çok tehlikelidir. Hem tehlikeli, hem sağlıksızdır. Bolluk uyuşturucu bir şeydir Audubon. Bir milletin sağlıklı olabilmesi için, yokluk çekmesi gerekir... Ama hadi iyi gidiyorsunuz, doğru yoldasınız. Biraz daha gayret. Şimdi söyleyin bakalım, ihtiyacımız olan ideal tüketici kim olabilir?

AUDUBON: (Kara kara düşünür, sonra birden aklına gelir) Ordu!

LEON: Ordu tabii ya! Ordu bizim için müthiş faydalıdır Audubon; neden biliyor musunuz, çünkü parayı harcayan ordudur ama ordunun parası tüketicinin cebinden çıkar. İşte bizim dengeyi kurmamızı sağlayacak yegâne şey de, bu müthiş dengesizliktir. Yani değil mi, çocuğa sorsanız bilir, önce bir dengesizlik olacak ki, sonra dengeyi kurasınız.

AUDUBON: (Hayran kalmıştır) Size bir şey diyeyim mi, yani malumunuz, biz savaşçılar öyle pek ayılıp bayılmayız siz bürokratlara... Ama şu son anlattıklarınız... Çok sıkıydı, çok.

LEON: Ah teveccühünüz.

AUDUBON: Yok yok, sahiden kutlarım, çok sıkı konuştunuz. Biraz daha rakı? - ;

LEON: Keşke sizin şu rakı da biraz sıkı olaymış... Neyse alıyım, pastisiniz yokmuş madem... (Kadehini uzatır.)

AUDUBON: (Aniden donakalır) Leon! Durun bakayım! Yoksa şey mi demek istiyorsunuz siz!..

LEON: Eee öyle. Savaş.

AUDUBON: Savaş. (Audubon elleri titreyerek bardağını bırakır ve koltuğa çöker)

LEON: Hadi ama... Yapmayın böyle... Toplayın kendinizi dostum... Wilson! Hah şöyle...

AUDUBON: Ay... Leon... Ay olamaz... Of... Çabuk... Badem şurubum... Şurada, şurada... (Leon arkasını dönüp rakı bardağını alır ve Audubon'a uzatır: Audubon bir dikişte bitirir ve dudaklarını şapırdatır) Ah! Bu iyi geldi.

LEON: Aman iyi dostum, hadi bakalım, sağlığınıza... (Öbür bardaktakini içer) Öğh! Lanet! İğrenç badem şurubunuz yine bana gelmiş! Siz de rakımı içmişsiniz.

AUDUBON: Ah! Ziyanı yok canım, ziyanı yok... Cimriliğin canı cehenneme...  Of, bu arada az kalsın yüreğime indiriyordunuz yani, savaşmış falan, denir mi öyle şeyler? Bir daha yapmayın böyle şakalar, rica ederim...

LEON: Wilson, şaka yapmıyorum...

AUDUBON: Heh hey, rüyadayım, uçuyorum!...

LEON: (Soğuk bir tavırla) Sevgili dostum, hiç komik değilsiniz.

AUDUBON: Aman siz çok komiksiniz sanki!

LEON: Bakın, sanayiciler size güveniyor. Sorunlarla yüzleşmek zorundasınız, sorumluluktan kaçmak olmaz.

AUDUBON: Sorumluluktan falan hiç bahsetmeyin, bir kere bir general savaştan sorumlu olamaz. Kanıt isterseniz hemen söyleyeyim, savaş çıkaranlar daima siviller olmuştur.

LEON: Ne var bunda korkacak? Beş milyon iş adamı arkanızda olacak.

AUDUBON: Olsun, peki benim önümde kimler olacak haberiniz var mı sizin? Dünya kadar herif, ellerinde toplar, tüfekler, kılıçlar... Size eğlenceli falan mı geliyor bu?

LEON: Yahu sizin de işiniz bir zahmet savaşmak canım!

AUDUBON: Benim işim generallik ve inanın bu şartlarda ne tadı kalıyor, ne tuzu! Ah, ama barış zamanı öyle midir ya, nasıl güzeldir; paşa paşa alırsın terfiini, basın falan bulaşmaz, yeniyetmenin biri azıcık savaş gördü diye önüne geçmeye kalkmaz, olmaz böyle salakça şeyler!.. Ama savaş çıktı mı n'olur, mevcut sayınız bile yerinde durmaz, bir artar bir azalır, her şey birbirine girer, daha neler neler... Of! Angarya diye buna denir işte.

LEON: Ama bütün millet arkanızda olacak!

AUDUBON: Demin iş adamları arkamdaydı, şimdi bütün millet oldu. Son seçimlerde n'olmuştu bir kere, yüzde yetmiş beş çekimser çıkmamış mıydı?

LEON İyi ya işte! Sesini çıkarmayan, kabul etmiş sayılır!

AUDUBON Bence asıl n'olmuş biliyor musunuz? Siz kafayı yemişsiniz.

 

İkinci bölüm:

Bir düşman bulma arayışı da oyunda geçtiği şekliyle vermeden önce oyunda geçen kişileri açıklamam gerekiyor:

Leon Plantin: Başbakan. 
General Audubon: Fransa Genelkurmay Başkanı.
General Jackson:  ABD askerî ataşesi. 
General Korkiloff: SSCB askerî ataşesi. 
General Ching-Ping-Ting: Çin askerî ataşesi.

LEON: Peki... Oturun yerinize, ben anlatırım... İçinde bulunduğumuz durumu Özetlemem gerekirse, Fransız sanayicileri ve çiftçileri kendilerini çok ciddi bir darboğaz içinde bulmuş ve aşırı üretimden kaynaklanan bu felaketin üstesinden gelebilmek için savaşa girmeye mecbur kalmışlardır. Hal böyle olunca, ben de gerekli tedbirleri alması için General Wilson de la Petardiere'i görevlendirdim. Ama bu beyinsiz, aklınıza ne kadar ayrıntı gelirse hepsini bir güzel ayarlayıp, kiminle savaşacağımızı düşünmekten aciz çıktı. İşte sizi bu yüzden davet etmiş bulunuyorum... Ve şimdi bütün samimiyetimle soruyorum; bizimle savaşmak isteyen var mı?

CHING: Ah, biz almayalım. Çok uzak.

KORKİLOFF: Niet... Biz içeridekileri halledemedik daha!

JACKSON: Eh ikisi de olmaz diyor. Yapacak bir şey yok.

LEON: Dostlar bakın, uluslararası arenada Fransa'yı adamdan sayan falan kalmamış durumda. Böylesine şanlı bir tarihe sahip olup da bu duruma katlanmamız mümkün değil, yani sizin keyfinizi bekleyecek halimiz yok. Nasıl ki mutfakta, modada, şampanyada ya da parfümeride başı biz çekiyoruz, medeniyette de başı biz çekmeliyiz ve biz; ne diyorsak o olmalı. Şimdi tekrar soruyorum; kiminle yapıyoruz?

AUDUBON: Plantin, biraz daha bojole rica etsem. (Francine servis yapar)

KORKİLOFF: Ben diyeceğimi dedim, ilgilenmiyorum.

JACKSON: Biz hiç hazır değiliz.

CHING: Mümkün değil. Dünyanın yolu. Başkasını bulun.

LEON: Hadi, ama anlayın canım durumu...

KORKİLOFF: Şöyle ufak tefek ülkelere sataşsanıza, ne bileyim, Venezüella'ya mesela... Ya da Ateş Toprakları'na.

AUDUBON: Buldum! Monaco Prensliği! Çok fiyakalı olur!

CHING: İngiltere ne güne duruyor?

LEON: Ah sormayın, keşke olsa. Baş belası bir politik anlaşma yüzünden kaç senedir bir şey yapamıyoruz onlarla.

AUDUBON: Şu Jeanne d'Arc hikâyesini geri getirsek gündeme? Sonra, Fachoda krizi vardı mesela, o da olur.

LEON: Ne Fachodası be? Yok artık, Mers-el Kebir Savaşı var, onu hortlatalım istersen? Öf, bırak, iş çıkmaz onlardan.

KORKİLOFF: İtalya?

LEON: Onlar bizden sayılır, rakip lazım bize.

JACKSON: Bir kere bizden umudu kesin. Bizim çocuklar ölür de bir daha Fransa'ya adım atmazlar. 44'de gelenleri soyup soğana çevirdiniz resmen. Üstelik Fransızların alayı dinsiz...

LEON: Tüh be tüh... Bizim iş yattı desenize.

CHING: Hiç yatar mı sizin işler? Lütfen güldürmeyin beni çok saygıdeğer Plantin. Afrika ne güne duruyor?

LEON: Afrika mı?

CHING: Afrika tabii, açsanıza bir savaş Fas'a, Cezayir'e! Siz öyle şanlı bir milletsiniz ki kendi kendinize bile hallederseniz bu işi! Fethedilmeyi bekleyen dünya kadar toprak...

LEON: (Audubon'a bakarak) Eee adam haklı!

AUDUBON: Haklı!

LEON: Fikir muhteşem!

AUDUBON: Muhteşem!

CHING: İzin verirseniz tavsiye niteliğinde naçizane bir fikrimi daha eklemek isterim...

AUDUBON: Ah söyleyin Ching, söyleyin, n'olur söyleyin!

CHING: (Eğilerek) Ching-Ping-Ting, zahmet olmazsa.

LEON: Tamam söyleyin şunu Ching-Ping-Ting-Ling-Ding!

CHING: Gördüğüm kadarıyla Afrika işine aklımız yattı, eh madem öyle, mütevazı ülkem de katkıda bulunmaktan geri kalmak istemez... Bir tümen de biz göndeririz.

KORKİLOFF: Bir tümen de bizden!

JACKSON: Süper! Bakın aklıma ne geldi, biz de elimizde ne kadar zenci varsa, hepsini bir birliğe toplar göndeririz! Ha bu arada sakın Cezayir'de, Fas'da durayım demeyin! Değil mi canım bütün Afrika dururken! Böylece şu ırkçılık meselesini de kökünden halletmiş oluruz; biz size bizim zencileri yollarız, onlar sizin zencileri gebertir, sonra onların yerine geçip Afrika'da kalırlar, sonra biz yenilerini göndeririz, böyle birkaç tur yaptık mı mesele hallolmuştur.

LEON: Hımm... Ne diyebilirim, harikulade.

AUDUBON: Evet! Evet! (Şevke gelir, kendinden geçer) Savaş! Katliam! Dövüş! Piyadeler! Ping! Ping! AaahL bojole Plantin, bojole...

LEON: (Ayağa kalkar)  Fransa Cumhuriyeti hükümeti adına, ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren son derece mühim bir soruna getirdiğiniz çözümler için sizlere teşekkür etmekten onur duyuyorum. General Ching- Ping-Ting, zat-ı alinizi şeref madalyasıyla ödüllendirdiğimi keyifle arz ederim.

CHING: O şerefe beş defa nail oldum zaten... Ama fazlasının ziyanı yok, kabul ederim... Yine memnuniyetle tabii…




Hazin bir kral hikâyesi: II. Ludwig

20 Ocak 2019

Avrupa'da dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hâkim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşlarının sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönemdir.

İşte bu dönemde de Bavyera Krallığında II. Ludwig’in krallık serüveni başlar. Dün (19 Ocak 2019) uzun uzun anlattığım konu II. Ludwig’i anlamak, tarihi süreç içerisinde konumlandırarak anlatmak için kısa (!) bir giriş idi… Şimdi gelelim sadede, yani 10 Mart 1864 ve 13 Haziran 1886 yılları arasında Bavyera Krallığının 4. Kralı olan II. Ludvig’in içinde sarayların, şatoların, aşkın, masalların, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesine...

Bavyera Kralı II. Ludwig 

Tam adı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm olan ve Nymphenburg Sarayı’nda doğan II. Ludwig’in gençliği babasının yaptırdığı Hohenschwangau Şatosunda geçer. II. Ludwig burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde gittikçe artan bir şekilde resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Büyüdükçe edebiyata olan merakı da artar ve özellikle Friedrick von Schiller'in şiirlerinin ve tiyatro eserlerinin etkisi altında kalır. 1861 yılında Wagner’in “Lohengrin” operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlar.

Şimdi yeri gelmişken Wagner’in ‘’Lohengrin’’ operasının ilham kaynağı olan ‘’Lohengrin Efsanesi’’nden bahsetmek istiyorum. Çünkü yazımın ilerleyen kısmında II. Ludwig’in yaptırdığı ‘’Neuschwanstein’’ (Yeni kuğu evi) Şatosunu anlatırken bu efsaneden bahsedeceğim.

‘’Lohengrin’’ Ortaçağ’da Avrupa edebiyatına girmiş bir efsanenin Almanca’da aldığı addır. Ünlü Alman bestecisi Richard Wagner, 1850’de yazdığı bir opera ile Lohengrin efsanesine daha büyük bir ün kazandırır. Wagner‘in “Lohengrin” operası, birçok müzikçiler tarafından romantik operaların en büyüğü, en mükemmeli olarak kabul edilir…

Lohengrin efsanesi, çok eski bir peri masalı olan “Yedi Kuğu”ya dayanır: Lohengrin adında bir şövalye, bir kuğunun çektiği sandalı ile gelerek, güzel bir kadını düşmanından kurtarır, onunla evlenir. Yalnız, adını, nereden geldiğini, kimin nesi olduğunu kadına söylemez, ona bunları merak etmemesini, kendisine bu konuda bir şey sormamasını tembih eder. Güzel kadın, Lohengrin’e söz verirse de, sonradan bu sözünü unutur. Böylece Lohengrin de bir daha geri dönmemek üzere onu bırakıp gider.

Lohengrin efsanesinin ilk defa nerede çıktığı kesin olarak bilinmiyor. Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu konudan ilk olarak, XII. yüzyıldaki Haçlı Seferlerini anlatan bir tarih kitabında söz edilir.

II. Ludwig, 1863 yılında Bismarck ile tanışır. Bismarck kendisi hakkında “hem bir Alman vatanperver, hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens” ifadesini kullanır.

II. Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olur. Ancak kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19. yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığını oluşturur. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de Parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya ve Başkent Münih’ten ayrılıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlar. İmzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına döner. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç âlemine kapanan II. Ludwig, şatolar ve kaleler yaptırma hevesine kapılır. Geceler boyu dağlarda dolaşmaya başlar, zorunlu toplantılara katılmaz ve iyice yalnızlığını pekiştirir.

Bu arada Prusya’nın tacizleri artar. Savaştan hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden II. Ludwig tahtan feragat etmeye karar verir. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokar. Kralın imkânlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, II. Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna eder. Böylece II. Ludwig, Wagner’in etkisi ve Parlamentonun baskısıyla Prusya’ya karşı harekât iznini imzalar. Sonuç Bavyera için hüsran olur. Tabii sorumlu olarak II. Ludwig görülür.

Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera da Fransa'ya karşı savaşa sürüklenir. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırır. Kazanılan Fransa savaşının ardından, Almanya’nın birliği için çalışan şansölye Bismarck’ın, II. Ludwig’in kuzeni olan Prusya kralını yeni kurulan Almanya’nın İmparatoru seçtirmesi ile gururu incinen II. Ludwig büsbütün içine kapanır. Sonuçta II. Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalır ve Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun da ikinci büyük eyaleti haline gelir. Ancak bu durum II. Ludwig’in Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açar.

II. Ludwig bu yıkımları yaşarken 22 Ocak 1867'de kuzeni Bavyera'lı Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanır. Nişanlısı Sophie'ye yazdığı mektuplarda, nişanlısına, yukarıda bahsettiğim efsanenin kahramanı Lohengrin'in sevgilisi olan ‘’Else’'nin ismiyle hitap eder. Tam düğün hazırlıkları bitmek üzereyken nişan bozulur. Kral bundan sonra bir daha hiç bir zaman evlenmeyi düşünmez.  Hayatında etkili olan tek kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi)’dir. (Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi)’yi anlatsam sanırım yine sayfalar dolusu yazı yazmam lazım. En iyisi hiç ben Sisi’den bahsetmeyeyim. Veya Sisi’yi ayrı olarak yazmalıyım! Veya siz Romy Schneder’i dünyaya tanıtan meşhur „Sisi“ filmini izleyin!) Bu platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkidir. Bundan sonra II. Ludwig kadınlarla pek ilgilenmemeye başlar, yalnız ve melankolik hali gittikçe artar.

Nymphenburg Sarayı’nda doğan, gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde geçen II. Ludwig, yalnızlığı ve melankolik hali arttıkça, gittikçe resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Bu hali siyasetten bunalan II. Ludwig’i, Montaigne’nin kalesi gibi gerçek dünyadan kaçacağı şatolar yaptırmaya sevk eder...

Neuschwanstein Şatosu

Böylece II. Ludwig, üç tane şato yaptırır. Bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee (Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde) şatolarıdır…

Linderhof Şatosu, Graswang Vadisinde, II. Maximilian'ın av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II. Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede yapılır... Linderhof’un daha girişinde II. Ludwig’in Fransız Capetain Hanedanından bir uzantısı olan Bourbon Hanedanlığına olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV. Louis’nin sembolü olan güneş arması, girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli vardır.

Herrenchiemsee Şatosu’nu Fransa gezisinde Fransız Bourbon Hanedanının şatafatından çok etkilenen II. Ludwig, Versailles havasında bir yer olarak tasarlar. 1869 yılında yapımına başlanır ancak bitmesi on yıl sürer ve şato 1878 yılında tamamlanır... Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır, ama şaşaası hiç de Versailles’ı aratmaz.

Linderhof Şatosu rokoko stilinde, Neuschwanstein Şatosu ortaçağ stilinde yapılırken Herrenchimsee Şatosu ise Versailles'dan etkilenilerek yapılmıştır. II. Ludwig bu şatolardan sadece Linderhof Şatosunu hayatta iken tamamlayabilir.

Bu şatolar içinde Neuschwanstein Şatosunun ayrı bir yeri ve özelliği vardır. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Swangau’nun gölleri, dağları ve ormanları arasında yalnız geçiren, siyasetten, devlet işlerinden sıkılan, insanlardan izole yaşamayı tercih eden utangaç kişilikli II. Ludwig bu karakter özelliklerini Neuschwanstein Şatosu’na da yansıtır. Bu şato ile II. Ludwig’in kişiliği, ruhu ve hayali birleşir.

Neuschwanstein Şatosu 5935 m2’lik bir alana yayılmış, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde ve uzunluğu 130 metredir. Yapımında 465 ton Salzburg mermeri, 400 000 tuğla ve 2050 metre küp ahşap malzeme kullanılır. Dini inancına kuvvetle bağlı olan II. Ludwig’in karyolasının çatısı, Notre-Dame kilisesini andıran gotik bir kilise maketi olarak tasarlanmıştır ki sadece buradaki ahşap işçiliğinin yapımı dört yıl sürer. 

Tüm sarayda yaklaşık olarak bir milyon adet kraliyet sembolü kuğu figürleri kullanılır. Şatonun salonları altın, emaye ve binlerce ışıkla parıldayan mozaiklerle bezelidir. Ağırlığı bir tonu bulan dore pirinçten yapılmış devasa şamdanların sadece bir tanesinde 600 mum yakılmaktadır. Büyük Salonun duvar resimlerinin ‘’Kuğuların Şövalyesi ‘’ olarak bilinen Lohengrin efsanesine adanmış olması da bu efsanenin genç kralı etkilediğini ve ona ilham verdiğini göstermektedir. Ayrıca şatonun çoğu odası Wagner'in operalarının kimi sahneleri ile donanmıştır.

Mimar Riedel ve Dollmen tarafından 1869 yılında başlanan şatonun yapımı, kralın öldüğü sene olan 1886‘da biter. Kral, şatonun yapımının sürdüğü yıllarda bulunduğu tepenin zirvesinden karşı yamacı birleştiren, şatonun yapımından önce babası II. Maximillian tarafından doğa yürüyüşleri için kullanılmak üzere yapılmış olan  ‘’Marienbrücke’’ köprüsünden hayalinin gerçeğe dönüşümünü sabırla izler. Günümüzde bu köprü her adımda sallanan incecik bir köprüdür. Aşağı baktığınızda gerçekten düşme korkusu yaşarsınız. Köprünün bir diğer özelliği de bir batıl inancı yaşatıyor olmasıdır. Neuschwanstein Şatosunu görmeye gelen evli çiftler üzerinde isimlerinin yazılı olduğu bir kilidi köprünün parmaklıklarına takıyorlar. İnanışlarına göre bu kilitler köprüde kilitli kaldığı sürece ilişkileri huzur içinde devam edecektir.

II. Ludwig tüm bu yapım yılları süresince daha aşağıda yer alan Hohenswangau şatosunda kalarak mesaisinin önemli bölümünü bu hayal peşinde harcar. Neticede yapımı 17 yıl süren bu Şato bittiğinde bazı odaları henüz tamamlanmadan Kral ‘’’Yeni Kuğu Evine’’’ yani Neuschwanstein Şatosuna yerleşir.

Ve hazin son

Kral’ın ülkesinin hazinelerini bu devasa şatoya harcaması ve bu şatonun aklındaki şato üçlemesinden sadece ilki olması hükümeti harekete geçirir. 1886'nın başında II. Ludwig'e muhalif olanlar ile kraliyet ailesi meclisi isyan bayrağını çekerler. Başbakan Lutz, pozisyonunu da muhafaza edebilmek telaşıyla, Kral II. Ludwig'e aklından zoru olduğu gerekçesiyle krallıktan el çektirme fikrini ortaya atar.

Haziran 1886 ‘da Dr. von Gudden’in başkanlığındaki Bavyeralı bir grup doktordan oluşan psikiyatri komitesi tarafından kralın zihinsel rahatsızlığı olduğu, bu şekilde bulunduğu görevi ifa etmesinin olanaksız olduğuna dair bir rapor düzenlenir. Bu rapor üzerine krallıktan azledilir.

Neuschwanstein Şatosu'na kapanan II. Ludwig son bir gayretle, gazete yoluyla Bavyera halkına hitap ederek bir imdat çağrısı göndererek kendisine ve vatana yapılan ihanete karşı çıkmalarını ister onlardan. Ancak hiçbir yardım gelmez Bavyeralılardan. II. Ludwig pek çok mücadeleden sonra teslim olmaya karar verir.

II. Ludwig 1.90 metre boyuyla oldukça heybetli biridir. Ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük durur. 12 Haziran 1886 günü II. Ludwig Şatosundan götürülmeden önce kâhyasına “Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum; burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım” der.

II. Ludwig, konumunun gerektirdiği bir saygı ile askerler tarafından sıkı gözetim altında psikolojik tedavi görmek üzere Starnberg gölü üzerindeki Berg Şatosu’na gönderilir.  

Talihsiz kralın en sevdiği yerlerden biri olan Berg Şatosu çoktan bir hapishaneye dönüştürülmüş, pencereleri demir parmaklıklarla kaplanmış, kapıları sadece dışarıdan kilitlenebilecek hale getirilmiş ve her tarafa gözetleme delikleri açılmıştır. Kral son derece sakin, etrafına karşı soğuk ama naziktir.

13 Haziran 1886 günü akşamüzeri saat altıda II. Ludwig, Dr. von Gudden'le birlikte şatonun bahçesinde yürüyüş yapmak ister. Öğleden sonra saat altıda beraberce göle doğru yol alırken Dr. von Gudden korumalara takip etmemeleri için işaret eder. Saat yediye gelip de hiç kimse dönmeyince, geride kalan doktorlar ve hizmetkârlar aramaya gittiklerinde derinliği 1,5 m’yi geçmeyen Starnberg gölünün sularında II. Ludwig’in ve psikoloğu Dr. von Gudden'in cansız bedenlerini bulurlar.

Bunun bir cinayet mi, boğulma mı yoksa bir intihar mı olduğu hiçbir zaman açıklık kazanamaz…

Resmi açıklama, ‘’intihar teşebbüsünde bulunan kralı, doktorunun önlemeye çalışmış olması ve boğuşma sırasında her ikisinin de boğulduğu’’ şeklindedir. Bir metre 90 santim boyundaki kral, derinliği bir metreyi geçmeyen kıyı şeridinde boğulmuştur nasıl olduysa... Doktoru se ufak tefek, çelimsiz bir adamdır kralla kıyaslandığında.

II. Ludwig'den geriye kalanlar...

Gerçekte ise şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilir. Yetmediğinde ise borç alınır. Toplam maliyet ise 6.180.047 Mark’tır. Ne yazık ki Kral, bu şatoda sadece üç hafta kalabilir. Şato hiçbir zaman tamamlanamaz. II. Ludwig öldüğünde, şatonun yapımı olduğu gibi durdurulur ve müze olarak halka açılır. Kralın kalan borçları da ailesi tarafından ödenir.

Taçlı başların, idare mevkilerinde bulunanların, gerçek güç sahiplerine ters düştükleri için yok edilebileceklerinin ne ilk ne de son örneğidir II. Ludwig olayı. Kennedy veya Prenses Diana mesela bunun günümüzden örnekleridir herhalde.

İnsanların içinde değil kendi yarattığı seçilmiş bir dünyada yaşamayı tercih etmiş olması Kral II. Ludwig’in kader çizgisidir herhalde... İçinde sadece üç hafta kalabildiği, gerçeküstü bir dünyanın simgesi olan Neuschwanstein Şatosu ise Walt Disney’e ilham vererek bugün gerçeküstü bir başka dünyada, Walt Disney’in logosunda da var olmayı sürdürür.

Ölümünden sadece altı hafta sona ziyarete açılmış olan şato bugüne kadar yaklaşık olarak 50 milyon ziyaretçi ağırlar. Avrupa’nın en güzel şatolarından biridir.

Yükümlülükleriyle inançları arasında kalan, hayalleri, düşleri hayatın kendisine sunduğundan çok daha renkli olan, savaştan ve çatışmadan nefret eden, hassas yapısıyla, sanata, edebiyata, şiire ve güzel şeylere düşkün olduğu için kendisinden beklenen rolü oynayamayan ve bu yüzden de ondokuzuncu yüzyılın siyasal ve kültürel tarihinde büyük hayal kırıklarıyla ölen zamansız bir masal kralının (Der unzeitgemäße König) hazin hikâyesi hüzün veriyor insana.

Bugün ne Kutsal Roma İmparatorluğu vardır ortada ve ne de Kutsal Roma Germen İmparatorluğu.... Bugün ne Habsburg Hanedanlığı vardır ortada ne de Wittelsbach Hanedanlığı… Bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı… Ama II. Ludwig'in muhteşem şatoları, sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor… İnsan soramadan edemiyor; savaşlarda ömür geçirmiş, her tarafı yakan, yıkan bir kral mı iyidir yoksa naif, sanatçı ruhlu, edebiyatsever bir kral mı? Ve sanatçı ruhlu, naif, edebiyatsever bu kralın görkemli, ama hazin öyküsünü anlatmak, onu anımsamak, anımsatmak da bana düşüyor…

Ne yazık ki II. Ludwig'i anlatan Türkçe basımı yapılmış bir kitap yok elimizde. Almanca basımı yapılmış onlarca kitap var halbuki Almanya'da. Eğer Almanca biliyorsanız okumanız için size bir kitap önerebilirim: Genç Alman yazarlardan Oliver Hilmes’in (D. 1971) yazdığı bir II. Ludwig biyografisi ‘’Ludwig II.: Der unzeitgemäße König’’, (Siedler Verlag, 2013)

Sinema sevenler için, sinemada ‘’Yeni Gerçekçilik Akımı’’nın İtalyan yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin 1972 yılı yapımı dört saatlik filmi “Ludwig”i  ve 2012 yılı Fransız yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı film: ''Ludwig II'' filmlerini izlemelerini tavsiye ederim.

Almanya’nın Bavyera eyaletinde Würzburg’dan başlayıp güneye doğru giden, Münih’ten sonra Füssen’de son bulan  400 km’lik güzergâha ‘’Romantik Yol ‘’ (Romantische Straße) adı verilir. Almanya’nın kırsalını tanıtan bu güzergâh, sevimli kasabaları, çiçekli köy evleri, gölleri, yerel şatoları ile Bavyera’nın tüm güzelliğini yaşatan, keyifli bir güzergâhtır… İşte anlattığım II. Ludwig’in bu Neuschwanstein Şatosu bu güzergâhtaki son nokta olan Swangau kasabasında, iki göl arasındaki bir tepede bulunmaktadır. Tepeleri karlı Bavyera Alpleri ve çam ormanlarının önünde dantelimsi girintileri ve gotik kuleleri ile bulutların üzerinde gibi görünen Neuschwanstein Şatosu ise bu hazin hikâyesi ile işte bu ‘’Romantik Yol’’un pırlantası gibidir…

İşte tarih, o veya bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenen bir süreçti..

Lohengrin efsanesi, çok eski bir peri masalı olan “Yedi Kuğu”ya dayanırdı: Lohengrin adında bir şövalye, bir kuğunun çektiği sandalı ile gelerek, güzel bir kadını düşmanından kurtarır, onunla evlenir. Yalnız, adını, nereden geldiğini, kimin nesi olduğunu kadına söylemez, ona bunları merak etmemesini, kendisine bu konuda bir şey sormamasını tembih eder. Güzel kadın, Lohengrin’e söz verirse de, sonradan bu sözünü unutur. Böylece Lohengrin de bir daha geri dönmemek üzere onu bırakıp gider.

Sonra gökten üç tane elma düşer... Her zaman ve her devirde olduğu gibi üçüne de devlet el koyar... 

Sizlere pırıl pırıl, sıcak, sımsıcak, mutlu ve musmutlu güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

2012 yılı, yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı film: Ludwig II fiminin fragmanı:
https://www.youtube.com/watch?v=96Ymjnc3c4g

II. Ludwig’i ve ölümünün detaylı anlatıldığı ve yazımda anlattığım mekânların, şatoların ve sarayların görüntülerini de izleyebileceğiniz bir TV programı: (Biraz uzun ama bu Pazar günü II. Ludwig'i daha iyi tanımak ve ölümündeki sır perdesini anlamak için izlemeye değer diye düşünüyorum.)
https://www.youtube.com/watch?v=dClAix6wRMY

II. Ludwig'in Neuschwanstein Şatosu




Kutsal Roma İmparatorluğu ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu…

19 Ocak 2019

Tarih, tarih, tarih... 

Mustafa Kemal Atatürk, 1923 yılında bir demecinde şöyle der: “… Osmanlı tarihi, baştan nihayetine kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Mazinin, asırların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.’’ (Söylev ve Demeçler, c.2, s. 104)

Bu tespit aslında bütün ülkeler tarihi, dünya tarihi için de geçerlidir. Ne yazık ki insanoğlu tarih diye sadece padişahların, kralların, hanların, hükümdarların ve şahısların biyografisinden başka bir şey öğrenmedi, öğrenemedi...

Bu noktayı aşmak isteyen tarihçilerin bir kısmı da tarihi, ulusların ve uluslararası mücadelenin tarihi olarak incelemeye çalıştılar... Bu da doğru değildi. Tarih, ulusların ve uluslararası mücadelenin tarihi olarak da okunmamalıydı. Bu alan da ''Uluslarası İlişkiler'' biliminin konusuydu. Tarih, bir başlangıcı olan, belli bir zamanda başlayan bir süreç de değildi... Tarih ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir çizgi de değildi.

Peki o zaman neydi tarih? Tarih; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve veren, bir diğeri ise kurumakta olan ve her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzerdi..  Tarihte bir çağda birden fazla çağ yaşanırdı. Tıpkı bir kainat gibiydi tarih; kainatta da yeni doğan evrenler, gelişen, büyüyen evrenler, artık yaşlanıp da kendi üzerine çöken evrenler olduğu gibi... Gerçekte tarih, devirli bir oluşum sürecinin bilgisiydi. Aslında tarih, bir kıtanın, bir devletin, bir kralın, bir padişahın değil zamanın tarihiydi, zamanın kısa bir tarihiydi... (Zamanın Kısa Tarihi, Stephen Hawking, Alfa Yayıncılık, 2017)

Ama en, en, en basitiyle de tarih, egemen güçlerin, hanedanların, kralların, imparatorların kendi halklarının ve başka halkların birikimlerine el koyma ve bu durumu sürekli hale getirmek için izledikleri bir siyasetin de anlatımıydı... 

İşte tarih, o veya bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenen bir süreçti..

İşte bu süreç içerisinde ve bu süreci de anlatırcasına sizlere Bavyera Kralı II. Ludwig'in içinde sarayların, şatoların, aşkın, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesini anlatmak istiyorum.

Kısa bir tarih turu...

Ancak bu hazin hikâyeyi anlatmadan da önce kısa (!) bir Tarih turu yapmam gerekiyor. Bu kısa (!) tarih turuna da ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ ve onun ardılı ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nu kısaca anlatarak başlamak istiyorum. Tarihte geçen bu iki imparatorluk (‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ ve  ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’) genellikle karıştırılır. Bazı kaynaklar bu iki imparatorluğu her iki ismiyle de aynı isimle adlandırırlar. Ve anlattıklarımı da bu süreç içerisinde değerlendirmenizi arzu ediyorum. 

Kutsal Roma İmparatorluğu

İS 5. yüzyılda zayıflayarak yıkılan Batı Roma İmparatorluğu çok sayıda küçük krallıklara bölünür. Bu krallıklardan bazıları zamanla topraklarını genişleterek güçlenirler. Bu krallardan biri de yeni bir imparatorluk kurarak, Batı Roma İmparatorluğu geleneğine sahip çıkmak isteyen Frank Kralı Şarlman'dır. (742 - 814) Şarlman ismi her dilde farklı isimlendirilir. Şarlman ismi; Fransızca'da ''Charlemagne'', Almanca’da ‘’Karl I. der Große’’ ve  Latince’de ‘’Carolus Magnus’’ (Karolus Magnus) olarak adlandırılır. Şarlman, okuma ve yazması olmayan bir kraldır.

Şarlman'ın babası Kısa Pepin Frank Krallığı'nın hükümdarıdır. Kısa Pepin öldüğünde krallığın topraklarını iki oğlu arasında paylaştırır. Şarlman, kardeşi Carloman'ın ölümü üzerine tek başına Frankların kralı olur.  Şarlman, miras aldığı Frank Krallığını Pirinne Dağları’nın kuzeyi boyunda neredeyse Batı Avrupa’nın tümüne yayar. Hâkimiyetinin ilk yıllarında, krallığın sınırlarını Almanya, İspanya ve İtalya’ya doğru genişletir. Şarlman'ın en büyük hedefi Sezar’ın imparatorluk yönetimini yeniden kurmaktır.

Papa tarafından 800 tarihinde Roma'da Aziz Petrus Bazilikası'nda tac giydirilerek ‘’Kutsal Roma İmparatoru’’ yapılır. Kurduğu devlet de Batı Roma İmparatorluğu'nun varisi sayılır.

Şarlman bu şekilde bir yandan imparatorluğunun siyasal gücünü artırmaya çalışırken, bir yandan da ülkesinin kültürel birikimini zenginleştirmeye çalışır. Bu amaçla Aachen’da yaptırdığı sarayına Avrupa’nın birçok ülkesinden aydın ve sanatçıları toplar. Bir saray kitaplığı ile şövalyelerin eğitimi için bir akademi kurar. Hristiyanlığın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla çok sayıda kilise ve manastır inşa ettirir. Bunun yanında eski elyazması bilim ve din kitaplarıyla incili yeniden yazdırarak çoğaltılmalarını sağlar. St. Benedict isimli bir din adamı tarafından yazılmış olan ve Hristiyan dünyasında itibar gören Aziz Benedict Kanunları‘nı referans alır. 

Kilise'den bağımsız bir yargı isteyen Şarlman bunun için İngiliz filozof Alcuin'i ülkesine davet eder. Alcuin burada sapkınlara karşı risaleler yazar, kutsal kitabı yorumlar, Şarlman’a okuma ve yazma öğretmeye çalışır. Ancak Alcuin kral Şarlman'a hiçbir zaman okuma yazmayı tam olarak öğretemez.

Şarlman, o dönemde piyasada yeterince altın bulunmaması ve bunun da ticaretteki para dolaşımına sekte vurması nedeniyle yürürlükte olan altına dayalı para sistemini ortadan kaldırır. Şarlman, altın yerine bol bulunan gümüşe dayalı “Livre” adı verilen yeni bir para bastırarak ticareti artırır... 

Şarlman, bu şekilde Batı Avrupa’da güçlü bir devlet yapısı oluşturarak Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan kaosa son verir. Onun başlattığı huzur dönemi “Carolingian Rönesansı” (Karolenj Rönesansı) olarak bilinen kültürel ve edebi yükselişe neden olur.

Şarlman, 814 tarihinde hayatını kaybeder. Oğlu I. Ludwig Kral olur. Şarlman'ın ölümünden sonra imparatorluk zayıflamaya başlar. Çok geçmeden torunlarının başında bulunduğu küçük krallıklara ayrılır. Şarlman’ın torunu I. Berengario'nun 924 yılındaki suikastını takiben imparatorluk unvanı yaklaşık kırk yıl boş durur.

Kutsal Roma Germen İmparatorluğu

Yıllar süren bu boşluklardan sonra Şarlman’ın torunlarından, Germania ve İtalya kralı I. Heinrich’in oğlu Büyük Otto (I. Otto) Germanya, İtalya ve Bourgognu’yu kapsayan bir bölgede 962 yılında ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nu kurar. ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ yine Batı Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı kabul edilen monarşik bir Alman Krallığıdır…

İmparatorluk yönetim şekli olarak, tek elden yönetim yerine küçük devletçikler olarak hanedanların ortak yönetilmesini benimserler. Habsburg (Avusturya, Bohemya ve İspanya kolu), Hohenzollern (Brandenburg ve Franken Kolu), Wettin (Albrecht ve Ernst Kolu), Wittelsbach (Bavyera ve Pfalz Kolu) ve Oldenburg (Danimarka ve Holstein - Gottorp Kolu) hanedanları imparatorluğu federal bir yapıda yönetirler.

Kutsal Roma Germen İmparatorları bu hanedanlardan sadece Habsburg Hanedanı’ndan seçilir. Habsburg Hanedanı da adını İsviçre’de bulunan ‘’Şahin Kalesi”nden (Habichtsburrg) alan ve Avrupa’da Fransız Capetain Hanedanından sonraki en büyük hanedanlıktı.

İmparatorluğun sınırları tarih boyunca değişikliklere uğrasa da İmparatorluk en güçlü döneminde bugünkü Almanya, Avustruya, İsviçre, Lihtenştayn, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Belçika, Hollanda toprakları ile Polonya, Fransa ve İtalya topraklarının bir bölümünü kapsardı. Ayrıca İmparatorluk tarihinin büyük bir bölümünde yüzlerce küçük krallığı, prensliği, dukalığı, kontluğu ve şehir devletini hâkimiyeti altına almıştı… İmparatorluk çoğunlukla Alman halkından oluştuğu için Almanya ve Avusturya devletlerinin de temellerini oluştururdu...

1512'de Köln imparatolrluk yasama organının bir kararnamesi ile İmparatorluğun adı ‘’Alman Halkının Kutsal Roma İmparatorluğu’’ (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) (Latince: Imperium Romanum Sacrum Nationis Germanicæ) olarak çevrilse de bu isim pek kullanılmaz.

Aslında ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ da '’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ da tam bir imparatorluk da değildiler. Oldukça gevşek bir federsyondular. İşte bu nedenle de ''Voltaire'' mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet  bu imparatorluk hakkında alaycı bir şekilde şöyle yazar: "Bu kendine Kutsal Roma İmparatorluğu diyen ve demeye de devam eden yığın, hiçbir şekilde ne kutsal, ne Roma, ne de bir imparatorluktur." Tabii ki aydın da olsa bir Fransız’ın kendisinin Alman olduğunu iddia eden bir imparatorluk hakkında daha farklı bir şey söylemesi de düşünülemezdi. 

1804 yılında I. Napolyon ''Kutsal Roma Germen İmparatoluğu''nun geleneksel üstünlüğüne son verip kendini imparator ilan ettikten ve ''Kutsal Roma Germen imparatorluğu''nun son imparatoru olan Kral II. Franz, 1806'da I. Napolyon'a yenildikten sonra imparatorluk tahtından vazgeçerek sadece Avusturya imparatoru ünvanını alır. Bu olayla birlikte imparatorluk resmen sona erer. Böylece ''Kutsal Roma Germen İmparatorluğu' kurulduğu ve yıkıldığı yıllar olan 962-1806 yılları arasında toplam 844 yıl boyunca Orta Avrupa’da hüküm sürmüş bir imparatorluk olarak tarihteki yerini alır. 

Ancak bu imparatorluk başta hukuk sistemi olamak üzere, idari sistem, dış siyaset, birlik, ittifaklar, askerlik, stratejik düşünce, sanat, mimari düşünce vb. olmak üzere günümüzdeki Avrupa Kıtası'nın devlet kurumlarının ve düşüncelerinin çoğunu etkilemiştir. Dolayısyla bu imparatorluğun düşün ve idari yapısını ve siyasetini anlamadan ne bugünkü Avrupa devletlerini ne de Avrupa Birliğini anlamak mümkündür. 

Bu imparatorluk üzerine Avrupa'da özellikle Almanya'da yazılmış yüzlerce kitap olmasına rağmen ülkemizde bu imparatorluk hakkında ansiklopedik kaynaklar dışında doğru dürüst bir araştırma da yoktur. Ancak genç akademisyenlerimizden Mehmet Sinan Birdal'ın (D.1976) ''Kutsal Roma İmparatorluğu ve Osmanlı'' (İletişim Yayınları, 2017) isimli kitabını bu imparatorluğu anlamak için okumaya değer buluyorum. 

Bavyera Krallığı

İşte bu ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nun bahsettiğim hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı, bu imparatorluk dağılınca Bavyera’da 1806-1918 yılları arasında Bavyera Krallığı olarak hüküm sürer. Bu hanedanlıktan Maximilian 1806 ile 1825 yılları arasında ilk Bavyera Kralı olur.

Maximilian’ı I. Ludwig takip eder. 1825-1848 yılları arasında kral olan I. Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için ülkesinde dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturur, krallığın başkenti Münih’i de “Isar Kıyısındaki Atina” olarak isimlendirir. I. Ludwig silah ve ordu için ayrılması beklenen mali kaynakları resim ve heykel için harcamayı tercih ederek bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirir. Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışır. Ayrıca Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılır. Kralın bu eski Yunan uygarlığına düşkünlüğü Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olur. Hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olur.

I. Ludwig’in ardından krallığa oğlu II. Maximilian geçer. II. Maximilian da 1848-1864 yılları arasında krallık yapar.  II. Maximilian aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem verir ve çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmez ve onları destekler. II. Maximilian bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurar, dönemin iki önemli gücü Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çaba harcar… II. Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem verir ve bunu yaptırdığı eserlere de yansıtır. Bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden biri olan Hohenschwangau Şatosu’dur…

Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hâkim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşlarının sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönemdir.

İşte bu dönemde de anlatmak istediğim II. Ludwig’in krallık serüveni başlar. Benim buraya kadar uzun uzun anlattığım konu II. Ludwig’i anlatmak için kısa (!) bir giriş idi… Şimdi gelelim sadede, yani 10 Mart 1864 ve 13 Haziran 1886 yılları arasında Bavyera Krallığının 4. Kralı II. Ludvig’e…

Arkadaşlarım uzun uzun yazınca kızıyorlar (!) Bu kısa (!) girişten sonra Kral II. Ludwig’i ve onun hazin hikâyesini de sizlere yarın anlatayım…

Osman AYDOĞAN




Bizans'ın son imparatoru

18 Ocak 2019

Bizler, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde genellikle Osmanlı tarafını biliriz; gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesini, Akşemseddin'i, surlar önünde dökülen topları, Ulubatlı Hasan'ı... Bu muharebede, yani İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta neler olduğunu genellikle pek bilmeyiz. 

Belki de rivayet olarak sadece, karşı taraf Bizans için, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.

Ancak karşı taraf Bizans'ta konu bu kadar da basit değildir, daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdir. Bu konuda Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg (1853-1954)’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılan çok güzel bir eseri vardır. Ferenc Herczeg; ‘’Bizans’’ adlı oyununda tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.

Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:

29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...

Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘’Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’’

Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator şöyle der: ‘’Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’

Neyse gelelim oyundan bir sahneye. Fatih İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Oyunda bu sahne şöyle verilir:

Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!” 

Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”

Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.” 

Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.” 

Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.

Sonuçta Bizans düşer! 

Gerçeklerden ve dünyadan uzak, sanal bir âlemde yaşayanların, hem kendilerini hem sutanlarını hem de toplumunu destanlarla, masallarla, ninnilerle uyutanların, şarkılarla, türkülerle, renkli renkli reklamlarla avutanların vebâli büyüktür.... Çünkü krallar güçlendiikçe körleşirler... 

Osman AYDOĞAN




General Lukullus

17 Ocak 2019

Roma İmparatorluğunun ismi pek bilinmeyen bir generali ve aynı zamanda senatörü vardır: Lukullus. Asıl adı; Lucius Licinius Lucullus. MÖ 117 – 57 yılları arasında yaşamıştır. Hakkında yazılan tek eser orta dönem Platoncularından olan Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus (MS 46 - 120)’un yazdığı ‘’Lukullus’’ isimli eseridir. Türkçeye çevrilmemiştir.

General Lukullus; Roma birliklerine komuta etmiş, büyük fetihlerde bulunmuş, büyük zaferler kazanmış, Pontus Krallığını fethederek Roma'ya bağlamış, bunun dışında Roma İmparatorluğu için 53 şehir fethetmiş ancak seferleri sırasında elde ettiği ganimetlerle oluşan zenginliği ve verdiği cömert ziyafet sofraları ile meşhur olmuştur. Plutarch eserinde, General Lucullus'un hayatının sonuna doğru aklını yitirdiğini, aralıklı olarak yaşlandıkça delilik belirtileri geliştirdiğini yazar.

20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Bertolt Brecht’in General Lukullus’u konu alan kısa bir didaktik radyo oyunu vardır: ‘’Lukullus'un Sorgulanması’’ (Almanca orijinal adı: Das Verhör des Lukullus) . (Mitos Boyut Yayınları, 1998) Bu eser Bertolt Brecht tarafından yazılan ilk ve tek radyo oyunudur.

Brecht, bu oyunu Adolf Hitler’in orduları, artık neredeyse bütün Avrupa kıtasına yayıldığı, tüm Avrupa’yı fethettiği yıl olan 1940 yılı Kasım ayında sürgünde olduğu İsveç’te yedi gün içerisinde yazar. Ancak eser İsveç Stockholm radyosunda yayınlanmaz. Brecht’in ricası üzerine 12 Mayıs 1941 yılında ilk olarak İsviçre’de Radyo Sender Beromünster üzerinden yayınlanır.

Brecht bu oyunu Hitler'i kastederek yazar.  Ancak komünist otoriteler oyunda Stalin kastediliyor vehmiyle bu şekliyle oyunu yasaklarlar. Bu yasak Brecht'in sahneleri yeniden incelemesine ve başlığının da ''Lukullus'un Mahkûmiyeti'' olarak değiştirmesine sebep olur. 

Bu metin Alman besteci ve orkestra şefi Paul Dessau tarafından müzikal oyuna çevrilir. Eser 2009 yılında ise Fransız Rejisör Jean-Marie Straub tarafından filme de çekilir. 

Brecht’in “Lukullus’un Sorgulanması” isimli bu eseri, işte anlatılan bu Romalı Senatör ve General Lukullus’un vefatından sonra öbür dünyadaki sorgulanmasını konu alır. 

Brecht'in eserinde geçen öykü kısaca şu şekildedir:

Öbür dünyada bu büyük Roma generali General Lukullus'un'' kutsanan alanlara'' mı yoksa ''hiçliğe'' mi gideceğine karar verecek ve bunun için General Lukullus’u sorgulayacak olan mahkeme heyeti teşkil edilir. Mahkeme heyeti halkın çeşitli kesimlerinden ancak alt tabakadan gelen kişilerden oluşmaktadır. Heyet; bir çiftçi, bir öğretmen, bir balıkçı kadın, bir fırıncı ve bir fahişeden oluşmaktadır. Mahkemede General Lukullus'un katafalkındaki şahitleri çağırmasına da izin verilir…

Mahkemede sorgu esnasında kendinden emin olan General Lukullus, her birinin öyküsü kitlelerin kanlarına mal olmuş zaferlerini sayıp dökmeye başlar. Sonuçtan hiç kuşku duymamaktadır. Anlattığı her bir zaferi, onu sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaştıracak, öldü diye bir ‘’hiç’’ olma yazgısından da bir adım daha uzaklaştıracaktır.

Mahkemede ilk dinlenilen dört kişi ülkelerindeki insanları öldürdüğü ve ülkelerini parçalaması nedeniyle General Lukullus’u suçlarlar. Ancak General Lukullus bütün bunları ülkesi için, Roma için yaptığını söyler ve zaferlerini anlatır.

Fakat Lukullus’un hiç beklemediği bir şey olur. Anlattığı her zaferinin ardından, yüzlerindeki umursamazlık ifadesi hiç değişmeyen mahkeme heyetinin ağzından koro halinde tek bir karar çıkar: “Onunla birlikte hiçliğe gitsin!” (Ins Nichts mit ihm!)

General Lukullus dehşete kapılmıştır. Roma’yı görkeminin doruklarına taşımış onca zafer karşısında mahkeme nasıl bunca kayıtsız kalabilir?

Mahkemede tanıklar da dinlenmektedir. Tanıklardan ikisi aşçısı ve çiftçisidir. Aşçısı General Lukullus’un çok iyi yemek yaptığını söyler. Çiftçisi ise, generalin savaşlarından birini anlatırken şöyle der: “Hatta General Lukullus, Anadolu’ya yaptığı seferinden dönüşünde Roma’ya bir de kiraz ağacı fidanı getirmişti. Kiraz ağaçlarımız ondan sonra oldu…” (Görüldüğü gibi kiraz ağaçları tüm Avrupa’ya Anadolu’dan yayılmıştır!...)

Bu söz üzerine yargıçlar birden canlanırlar. Tanığa sözünü yineletirler. Ne yani, General Lukullus, o savaşından dönerken Roma’ya bir de canlı mı getirmiştir? Canlı kiraz ağacı fidanının Roma’ya getirilmesi, General Lukullus’un zaferlerle dolu hayatının kayda değer ve insanca tek sevabı olarak tutanaklara geçirilir…

Ancak General Lukullus’un Anadolu’dan getirttiği kiraz ağacı dışında her şey onun karşısındadır bir de aşçısının söylediği gibi iyi yemek pişirme ile ilgili deneyimi vardır.

Mahkemenin sonunda General Lukullus ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilir...

Eserde General Lukullus’un şahsında kastedilen ister Hitler olsun, ister vehmedilen Stalin olsun, eserde anlatılmak istenilen; insana, cana, canlıya, duyguya, ruha, hisse, hayata ve yaşama dokunamayan bütün diktatörlerin, bütün politikacıların, bütün yöneticilerin, bütün insanların, kısaca bütün bedbahtların akıbetinin ‘’hiçliğe’’ mahkûm olduğudur... 

Osman AYDOĞAN




Justinianus

15 Ocak 2019

Doğu Roma İmparatorluğu

MÖ 1. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’de hüküm süren dünyanın en büyük imparatorlukları arasında yerini alır. Ancak MS 375 yılına gelince Kavimler Göçü ile yaşadığı büyük karmaşanın ardından MS 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünür.

Batı Roma İmparatorluğu 476 yılındaki Germen saldırısı sonucu yıkılır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona erer.

Justinianus

Doğu Roma İmparatorluğunun, 6. yüzyılda imparatorluk yapmış, imparatorluğa yaptıkları ile damgasını vurmuş ve adından en çok söz ettiren bir imparatoru vardır: I. Justinianus (Jüstinyen)  

Justinianus 482 yılında Makedonya'da Üsküp yakınlarındaki Tauresium adlı bir köyde dünyaya gelir. Asıl adı: Flavius Petrus Sabbatius'dur. Justinianus olarak bilinen adını sonradan alır. Bu ad dayısı olan imparator Justinus tarafından evlat olarak kabul edildiğini gösterir. Justinus’un çocuğu olmadığı için kendine varis olarak yeğeni Petrus’u (Peter) seçer, evlat edinir ve ismini Justinianus olarak değiştirir. Justinus yeğenini Konstantinopolis'e yanına getirtir. Onun iyi bir eğitim almasını sağlar. Bu nedenle Justinianus hukuk, ilahiyat ve Roma tarihi konularında çok iyi bir eğitim alır.

Doğu Roma İmparatoru I. Anastasius 518'de öldüğü zaman, Justinianus’un dayısı Justın Doğu Roma İmparatoru olur. Justin'ın saltanat döneminde Justinianus dayısının en yakın sırdaşı ve yardımcısı olur. Justinianus devlet idaresine büyük bir yetenek gösterir. İmparator Justin yaşlandıkça ve saltanatının son yıllarını yaşamakta iken bunaklaşmaya başlar ve Justinianus imparatorluğun gerçek "de facto" hükümdarı haline gelir... 521'de Justinianus "Roma Konsülü" görevine getirilir ve sonra da doğudaki imparatorluk orduların başkomutanı olarak görevlendirilir. Bu ordu başkomutanlığı görevi ismendi; çünkü Justinianus'un herhangi bir askerlik tecrübesi yoktur. Justinianus 1 Ağustos 527'de öldüğü zaman o vakte kadar zaten ortak imparator olan Justinianus tek egemen imparator olarak kalır. Justinianus’un bir özelliği Latinceyi anadili olarak konuşan son Doğu Roma İmparatoru olmasıdır. İmparator unvanına rağmen tarihçisi Procopius (Prokopius) tarafından Justinianus her zaman yaklaşılabilir ve dostane tavırlarla konuşulabilir karakterli kişi olarak tavsif edilir.

525'te o zamanın toplumsal anlayışı içerisinde bir oyuncu kız olarak toplumun en aşağı kesiminden gelen Theodora adlı gerçekten zeki ve güzel bir kadınla evlenir. O zamana kadar yürürlükte olan Roma kanunlarına göre senatör sınıfından olan birinin böyle alt tabakadan olan bir kadınla evlenmesi yasaktı. Justinianus'un bu evliği yapmasına dayısının karısı itiraz eder. Fakat o ölünce dayısı olan İmparator Justinus yeni bir kanun çıkartarak sosyal sınıflar arasında yapılacak evlenmeleri hukuksal hale getirir. Böylece Justinianus ile Theodora'nın resmen evlenebilmesi mümkün olur. Evlenme ayin törenleri eski Ayasofya Kilisesi'nde Patrik tarafından yapılır.

527 yılında imparatoriçelik tacı giyen Teodora 527-550 yılları arasında İmparator Justinyen ile birlikte hüküm sürerek, tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir… Theodora, Justinianus’un hâkimiyetinin en önemli destekçisidir. Justinianus karısı Theodora ile birlikte ülkeye düzen ve birlik getirir.

 Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu (renovatio imperii)

Justinianus, saltanat döneminde imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve Antik Roma İmparatorluğu'nun elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf eder. Justinianus bu amaç için çok çaba harcar. Sadece bu amaç için değil hükümdar olarak Justinianus görevinde o kadar yüksek gayet sarf eder ki kendisi "hiçbir zaman uyumayan İmparator" olarak adlandırılır.

Justinianus'un saltanatı dönemindeki gelişmelerin temel taşı Justinianus'un "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğudur.  Justinianus'un bu tutkunluğu yaptığı savaşlarla eski Batı Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunmuş olan batıdaki arazilerin çoğunu kendi imparatorluğu sınırları içine alması ile gerçekleşir. Justinianus'un bu "imparatorluk restorasyon" tutkunluğu dolayısıyla Justinianus'u modern tarihçiler "son Roma imparatoru" olarak anılır.

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda çok mahirdir. Narses ve Belisarius gibi yetenekli komutanları orduların başına geçirir. General Belisarius tarafından Vandallar Savaşı ile kuzey Afrika; General Belisarius ve General Narses’in Gotlar Savaşı (535-554) ile Dalmaçya, İtalya ve Vali Liberius'un İber Savaşı ve Hispania ile güney İberik yarımadası bölgelerini almaları ve Fas Savaşı ile Kuzey Afrika’yı eline almaşı ile Justinianus'un bu tutkunluğu kısmen gerçekleşir. Bu askerî harekâtlar ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun batı Akdeniz bölgesinde kontrolü sağlamlaşır.

Justinianus’un aldığı eğitimler arasında dini eğitim de vardır. Justinianus aldığı bu dini eğitim nedeniyle Hristiyanlığı imparatorluğunun dayandığı bir temel öğreti haline getirir. Bu maksatla sadece ibadet için değil aynı zamanda dini eğitim veren kiliseler açar, Hristiyanlık üzerine makaleler, ilahiler yazar, kilise toplantıları düzenler, bütün Hristiyanları Ortodoks mezhebinde tek bir çatı altında toplamaya çalışır.  

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda sadece askerî alanda mahir değildir. Ünlü hukukçu Tribonianus’ü, Kapadokyalı Yuannis ve Peter Barsymes gibi maliyecileri de yanına alır.

Justinianus, sadece Çin’de üretilen ipeğin kozalarını kullanarak Suriye’de ve Anadolu’nun bazı bazı bölgelerinde ipek üretimi yaptırır.

Codex Justinianus

Justinianus, tahta çıktığında ilk iş olarak tarihin gördüğü en kapsamlı yasama işine girişir. Yüzlerce yıldır yürürlüğe girmiş tüm Roma kanunlarını derleyerek ‘’Codex Justinianus’’ adıyla on ciltlik bir eserde toplar.  Justinianus’un ilerleyen yıllardaki emekleri ortaya modern dünyada okutulan bir hukuk kitabı olan ‘’Institutiones’’ı çıkarır. Roma halkı Yunanca konuştuğu için ‘’Codex Iustinianus’’u Yunanca yayınlanır ancak asırlardır hukukçuların temel kitabı olan bu külliyatın teorik kısmı olan ‘’Institutiones’’ Latince yayınlanır. Tüm bu metinler Batı dünyası tarafından benimsenen yurttaşlık yasası olan ‘’Corpus Juris Civilis’’ adı verilen bir kanunlar külliyatı içinde toplanır.

Bu konuya daha dikkatlice bakarsak bugün tüm dünyada uygulanan laik hukuk sisteminin bu topraklarda hazırlandığını ve Konstantinople'dan yani İstanbul'dan bütün dünyaya yayıldığını görürüz.

İmar

Justinianus döneminde Doğu Roma İmparatorluğunu birçok önemli mimari yapı, kiliseler, kaleler, köprüler ve hastanelerle donatır. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi birçok yüzyıl Konstantinopolis'e gelen herkesin güzelliğine ve yüksek ve geniş kubbesinin haşmetli eşsizliğine hayran kaldığı Doğu Ortodoks Hristiyan mezhebinin merkez kilisesi olarak yapılan Ayasofya’dır.

Ayasofya’nın tarihi aslında 4. yüzyıla kadar uzanır. İlk Ayasofya I. Konstantinos zamanında yapılır. Ancak ahşap çatılı olan yapı, bir ayaklanma neticesinde yanar ve yapıdan geriye hiçbir kalıntı kalmaz. Ardından imparator II. Theododius Ayasofya’yı ikinci defa yaptırarak 415’te ibadete açar. Bazilika planlı bu yapı da 532’de Nika isyanı sırasında yanar. Bunun üzerine İmparator Justinianus ilk iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmaya karar verir.

Çağın ünlü mimarları Miletli İsidoros ile Aydınlı Anthemios’un eseri Ayasofya’nın yapılmasına rivayete göre Justinianus’un gördüğü bir rüya sonucunda karar verilir. Rüyasında Hz. İsa’nın kendisi için bir mabet yapmasını istediği Justinianus, önündeki ekmekten bir parça alarak uzaklara uçan arının yaptığı petekte Ayasofya’nın figürünü görür ve hemen anıtın yapımına başlanılır. 532 yılında yapımına başlanan Ayasofya beş sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şu an bile unvanını koruyan '’Dünya'nın en hızlı inşa edilen katedrali'’ unvanına sahip olur.

Binanın adındaki "Sofya" kelimesi eski Yunanca’da "Bilgelik" anlamındaki "Sophos" sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahi Bilgelik" anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.

İmparatorların taç giydiği ve Doğu Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu için de büyük öneme sahipti. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya camiiye dönüştürülür. İlk cuma hutbesini Fatih’in hocası Akşemseddin okur. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında ilk namaz burada kılınırdı. Ayasofya’da birçok sultan da türbe yaptırır. Nur-u Banu Valide Sultan ve Safiye Sultan’ın türbeleri  buradadır... Cumhuriyetin ilanından sonra restore edilerek 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir.

Ayasofya’nın dışında, Aya İrini gibi büyük kiliseler, Yerebatan Sarnıcı gibi şehrin en büyük sarnıcı Justinianus döneminde inşa edilir.

Felakatler

Justinianus’un başarılarla dolu gözüken hükümdarlık yılları, yaşı ilerledikçe felaketlerle sarsılır.

532'de at yarışı için taraf tutucu iki grup olarak görünen ama gerçekte iki siyasi parti olan "Maviler" ve "Yeşiller"'in Konstantinopolis'te Hipodrom'da İmparatora ve devlete karşı birleşip "Nika!, Nika!" (Bu kelimenin Yunanca anlamı "Belki kazanırsın" şeklindedir. Ancak burada bir mecaz vardır, bu kelimeyle imparatora, "Hiç şansın yok!" denilmektedir) diye bağırıp alkış tutmalarından adlandırılan Nika ayaklanması sırasında isyancı halk güruhu şehri yakıp yıkar, Doğu Roma devletini kökünden sarsar ama sonunda ancak gayet kanlı bir şekilde bastırılır.

532 yılında çıkan, şehrin gördüğü bu en büyük ayaklanmayı Justinianus hipodromun hemen yanında bulunan büyük saraydan izler. Günler boyunca süren ayaklanmada isyancılar kısmen saraya girmiş olsa da amaçlarına yani Justinianus’a ulaşamazlar. Birçok tarihçi Justinianus’un tüm ayaklanma boyunca gayet rahat ve sakin olduğunu belirtir. İsyancıları, generalleri Belisarius ve Narses’in yardımıyla, hipodromda tuzağa düşüren Justinianus kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir.

Justinianus’un bu isyan sırasında tahtı bırakıp kaçmayı düşündüğü, ancak karısı Teodora’nın kararlı tutumu neticesinde Nika isyanını bastırdığı da rivayet edilir.

Justinianus'un İtalya'yı tekrar Doğu İmparatorluğu'na katma amacı ile açtığı ve bu süreçte Ostrogot Krallığıni yıkılması ve Ostrogotların İtalya'dan atılmalarına neden olan Gotik Savaşı da İtalya'nın yıkılıp yakılmasına neden olur.  

Daha sonra ülkede başlayan ve ‘’Justinianus Veba Salgını’’ adı verilen büyük veba salgını ortaya çıkar. 542 ilkbaharında Etiyopya’da çıkan bir veba salgını, Mısır üzerinden gelen ticaret gemileri ile Konstantinopolis’e sıçrar. Bu veba salgını başkent Konstantinopolis'in ve ülkenin tümünün nüfusunu kırıp geçirir. Justinianus da vebaya yakalananlar arasındadır fakat karısı Theodora sayesinde ölümden kurtulur. Devlet arşivine giren kayıtlara göre, 500 bin olduğu tahmin edilen Konstantinople nüfusunun 230 bini bu veba salgınında yok olur. Bütün imparatorlukta kaybın birkaç milyonu aştığı tahmin edilir. Bu, o zamana kadar vebanın yaptığı en büyük tahribattır. Şehir nüfusu kontrolsüz bir şekilde azalınca kaynaklar da tükenir.

Bu salgından büyük nüfus kaybeden Doğu Roma İmparatorluğu ekonomisi ve sosyal hayatı büyük bir gerileme içine girer. Felaketler 550’de Theodora’nın da ölümüyle doruğa çıkar…

551'de Beyrut’ta 30 bin kişinin ölümüne neden olan bir deprem gerçekleşir. Bu gerileme ülkenin de arazi kaybetmesine neden olur ve gerileme ancak 9. yüzyıl başında durdurabilir.

Kaynaklar

Filistin kökenli, ancak Kayseri doğumlu, Justinianus döneminde yapılan savaşlarda General Belisarius'a eşlik etmiş ve antik dünyanın son büyük tarihçisi olarak anılan bir tarihçi vardır: Procopius (Prokopius). Procopius'un yazmaları, İmparator Justinianus’un hükümdarlığının ana bilgi kaynaklarıdır. Procopius, Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan methiye şeklinde sekiz tarih kitabı ve Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ (Yunanca: Anekdota) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta Procopius, yazdığı "resmi tarih"e dâhil edemediği skandalları anlatır. Procopius, bu eserde daha önce yazdıklarının aksine Justinianus’u gaddar, kendini beğenmiş ve becerisiz bir yönetici olarak gösterir ve Justinian ve Theodora hakkında yazdıkları resmi tarihinin tam tersi iddialarla bulunur.

İlginç olan Türkçeye Procopius’in Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan sekiz tarih kitabının değil de Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ kitabının çevrilmiş olmasıdır. (Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, Çev. Orhan Duru)

Aynı dönemde yaşamış olan Efesli İoannes'in tarih eseri günümüze kadar gelmemiştir ama yazma nüshaları kaybolmadan önce daha sonraki kronikçi-tarihçiler için birçok ek ayrıntı sağladığı için Justinianus dönemi için önemli bir kaynak oluşturur.  Justinianus dönemi için diğer birincil tarih kaynakları "Agathias Tarihi", "Menander Protector Tarihi", "İohannes Malalas Tarihi", "Paschal Kronikleri", "Marcellinus Comes Kronikleri" ve "Tunnunalı Victor Kronikleri"dir. Bu eserlerin ne yazık ki hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.

Justinianus’un bu dönemini anlayabilmek için Türkçe yazılmış iki kitabı önerebilirim. Bu iki kitabın yazarı da Bizans uzmanı Raci Dikici’dir. Raci Dikici’nin Bizans konusunda bu güne kadar sekiz kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan benim önereceğim iki kitabından birinci kitabı “Bizans İmparatorluğu Tarihi’’ (Remzi Kitabevi, 2013) diğeri ise “Theodora” (Remzi Kitabevi, 2016) isimli kitabıdır. Bu iki kitabın ayrıca İngilizce baskıları da yapılmıştır.

Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Gibbon'un (1713-1794) başyapıtı olan beş ciltlik  "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" isimli kitabı bu konudaki en temel eserdir. Bu kitabın ilk üç cildi Batı Roma İmparatorluğu’nu (BFS Yayınları, 1987-1988), son iki cildi de Doğu Roma İmparatorluğu’nu (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1995) anlatır. Ancak bu kitapların yeni baskısı uzun süredir yapılmamıştır. Eski baskıları da ne yazık ki sahaflarda dahi bulunmamaktadır.

Justinianus ve Theodara hakkında yazılan kitaplar konusunda ilginç bir durum vardır. Gerek Türkiye’de ve gerekse de Avrupa’da Theodora hakkında yazılan kitap sayısı Justinianus hakkında yazılanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise Theodora’nın ilginç hayat hikâyesi ve kişiliğidir.

Yeniden Theodora

Justinianus’u anlatırken yer yer Theodora’dan bahsettim ama burada Theodora’ya ayrı bir bölüm açmam gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği kadarıyla babası bir deniz subayı, annesi ise pagan rahibesidir. 13 yaşında iken babası vefat eder, annesi bir başkasıyla evlenir ve üvey babası çocuklardan para kazanmalarını ister. Theodora bu şekilde sirklerde çalışmaya başlar. Bazı Romalı tarihçilere göre fahişelik yapar. O tarihlerde Konstantinopolis'te fahişelerin, dansçıların ve eğlence merkezlerinin bulunduğu sokaklara ‘’Pornai’’ denir… ‘’Porno’’ kelimesi de buradan gelir.

Justinianus kendisinden 14 yaş küçük Theodora ile evlendiğinde aristokratların nefretini ve öfkesini kazanır. Çünkü artık törenlerde, hor gördükleri bu aşağı tabakadan kadının ayaklarını öpmeleri gerekecektir… Theodora ise alt sınıf bir insanın aksine çok kısa sürede saray hayatına uyum sağlayarak, asilzadelerden farksız bir şekilde saray protokolünü benimser…

Gençliğinde yaşadığı zorluklar nedeniyle kadınlara ve yoksullara her daim sahip çıkar. Kadınlara ayrıcalıklar tanır, yetim çocuklara sahip çıkar, yoksulları doyurması için kocası Justinianus’u sürekli teşvik eder. Hatta Justinianus’un kendisine verdiği malikâneyi bir manastıra çevirir ve kötü yola düşmüş kadınlara burada sahip çıkar.. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkartır ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sunar. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasaklar, tecavüz için ölüm cezası getirir. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadın haklarını geliştirir. Bu şekilde Theodora, Doğu Roma’da kadın haklarının geliştirilmesinde büyük rol oynar.

Theodora devlet işlerinde her zaman Justinianus’un yanında olur, devlet konseylerine katılır. Bu nedenle Justinianus Theodora’dan “müzakere ortağım” diye bahseder. Rheodora’nın kendi sarayı, kendi özel muhiti ve kendi imparatorluk mührü vardır.

Nika isyanı sırasında isyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ederler. Kalabalığı durduramayan Justinianus kaçmak için hazırlıklara başlar.

Bu esnada Theodora inisiyatifi eline alır. Hükümet meclisi toplantısında, Theodora saraydan kaçma fikrine karşı, sürgünde ya da kaçarak yaşamaktansa hükümdar olarak ölmenin önemini vurgulayarak “erguvan rengi pelerinim, en asil kefendir” (Doğru Roma’da imparatorları erguvan renkli bir pelerin giyerlerdi) sözünü söyleyerek Justinianus’un pes edip kaçmasına engel olur.

Theodora, Hükümet Meclisi toplantısında şu ünlü konuşmasını yapar:

"Buraya gelmeden önce çok düşündüm, Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım. Soğukkanlı ve sağduyu ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur. Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum."

Theodora, bundan sonra Justinianus'e doğru dönerek şöyle devam eder:

"Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir... Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır...'' (Doğu Roma'da filozoflar gri, doktorlar mavi elbise giyerlerdi. Erguvan rengi oldukça ender bulunan ve pahalı bir renk olduğu için İmparator Diokletianus (244-313) tarafından sadece imparatorluk ailesinin kullanılmasına izin verilmişti. halktan birisinin bu rengi giymesinin cezası ölümdü.)

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dâhil herkesi ikna eder. Sonuç olarak Justinianus, generalleri Narses ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırarak kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir. Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen isyancılarca imparator ilan edilen eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürülür.

Bu şekilde Justinianus, Theodora sayesinde tahtını kurtarır. Bu olay Theodora’nın saray nezdinde gücünü pekiştirir.

Saray tarihçisi Procopius ise bahsettiğim gibi ‘’Gizli tarih’’ kitabında - Theodora'nın aleyhine olacak şekilde-, Theodora'nın huzuruna çıkacakları saatlerce beklettiğini ve zindanları kendisine muhalif insanlarla doldurduğunu iddia eder. 

Theodora 548 yılında 48 yaşında iken vefat eder. Naaşı Havariyyun Kilisesi'ne gömülür. İstanbul'un Fethi'nden sonra kilise yıkılarak yerine Fatih Camii yapılır. Fatih Camii inşaasından önce Havariyyun Kilisesi'nden çıkarılan lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Ancak bu lahitler içinde Theodora'nın lahiti yoktur. Theodora'nın lahiti kayıptır.

Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra bir daha kimseyle evlenmez…

Theodora, kimi Romalı tarihçiler tarafından cinselliğin ve ihtirasın simgesi olarak görülürken; kimileri tarafından da muhteşem bir var olma mücadelesinin güçlü simgesi olarak tanımlanır. Theodora, Justinyen ile birlikte hüküm sürerken tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir…

Justinianus'un sonu

Justinianus, 565 yılının 14 Kasım'ında 83 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından bir "aziz" olarak kabul edilen Justinianus'un bu ölüm günü "aziz yortu günü" olarak ilan edilir.  

Justinianus Doğu Roma  İmparatorluğu’nu görünüşte tüm Akdeniz’e hâkim dev bir imparatorluk haline getirdikten sonra öldüğünde arkasında uçsuz bucaksız, fakat bir o kadar da parçalanmaya hazır bir imparatorluk bırakır. Justinianus’un diriltmek istediği Roma İmparatorluk projesi gerçekleşmediği gibi ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu İspanya, İtalya ve Sicilya’daki topraklarını hızla kaybeder.

Justinianus "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğu peşinde koşarken bu idealini gerçekleştirmek için halktan ağır vergiler alır. Justinianus öldüğünde geriye görünüşte gücünün doruğunda ancak gerçekte ise tüm kaynakları tüketilmiş, bitirilmiş, çöküşe hazır, yoksul ve aç bir imparatorluk bırakır. 

Sonuç

Justinianus’tan ve Theodora'dan alınacak çooook dersler vardır. Tarihin çöplüğü, Roma İmparatorluğu gibi ölmüş, bitmiş, tarih sahnesinden silinip gitmiş bir imparatorluğu; Justinianus gibi, onu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, canlandırmak isteyen ancak hesapsız, kitapsız, plansız, programsız, kifayetsiz, muhteris, gücü ile arzuları orantısız ve mevcut gücü ihtiraslarını karşılayamayan imparatorların, hükümdarların, kralların elinde, Doğu Roma İmparatorluğu gibi bitmiş, tükenmiş, çökmüş ve yok olmuş imparatorluklar, krallıklar ve devletlerle doludur. Yani, bu imparatorlar, bu krallar, bu toprakların, binlerce yıllık süren bir tarihin imbiğinden süzerek, damıtarak, tecrübe ederek oluşturdukları atasözünde olduğu gibi Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır. 

Justinianus’u ve kısmen mirasına sahip olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğunu bilmeden, tanımadan ve anlamadan ne günümüz dünyasını tanımak ve anlamak mümkündür ne de gittikçe vahşileşen bu dünyada var olmak ve hayatta kalmak mümkündür.

Ah tarih ahhhh... Sen ne çok şeyler söylersin sen.... 

Osman AYDOĞAN




Marcus Aurelius

14 Ocak 2019

Dünkü Pazar yazımda ‘’Gladyatör’’ filmini anlatırken yazımın girişinde Roma İmparatoru Marcus Aurelius'tan bahsetmiştim. Filmde de Marcus Aurelius'u Richard Harris canlandırmıştı. Dünkü yazımda adı geçen, Roma İmparatorluğunun bu müstesna imparatoru Marcus Aurelius'u ayrıca anlatmasam olmazdı diye düşünüyorum. Eğer ''Gladyatör'' filmini anlattığım yazımı beğenmiş iseniz bu yazımı da kaçırmayın, okuyun derim!

Marcus Aurelius İS 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamış Roma imparatorudur... Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Roma imparatoru olarak yaşadığı İS 161- 180 yılına kadar süren dönemde Marcus Aurelius’un tek amacı halkının mutluluğudur. O çağda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.

Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.

Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandır. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.

Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.

Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.

Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım: 

"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’

''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''

"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''

''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir.

...İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''

''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''

"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."

"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."

"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."

"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."

“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’

"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."

''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“ 

“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“

"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."

“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”

“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”

‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”

‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’

“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’

‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’

“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”

‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’

‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’    

‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’

“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’

“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”

‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’

‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’

180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’  Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.

Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.

Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu

Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.

Eski Yunanistan’daki Parnasos Dağının güneybasında bulunan Delfi arkeolojik alanındaki Kehanet Tapınağı'nda Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“

Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın (Hominem te memento) diye fısıldamakmış.

Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.

Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum.

Platon'un söylediği gibi keşke filozoflar kral, krallar filozof olsaydı... 

Osman AYDOĞAN




Gladyatör

13 Ocak 2019

''Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.'' (*)

Marcus Aurelius 121 – 180 tarihleri arasında yaşamış Roma imparatorudur. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur. Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.

Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Çünkü doğuda Pers’ler, batıda ise Cermen ve diğer ırklardan gelen ordularla savaşmak zorunda kalınır. Harpler kazanılır ama bu arada Roma orduları büyük kayıplar verir ve devlet maddi sıkıntı içine düşer. Ancak Marcus Aurelius imparatorluğu dağılmaktan kurtarır ve imparatorluğun birliği sağlar. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Marcus Aurelius'un kendi kanından Commodus adında bir oğlu vardır ve başka bir kimseyi evlat edinmez. Commodus, Aurelius'un ölümüyle imparator olur. Artık Roma’da gerçek anlamda monarşik bir idare başlar.  

Marcus Aurelius'un Roma İmparatorluğu'na en parlak dönemi yaşatan bir generali vardır: General Maximus Decimus Meridius.  Maximus, girdiği her meydan savaşından zaferle çıkar, ancak onun artık tek hayali bir an önce evine dönerek karısı ve ailesine kavuşmaktır.

General Maximus’un imparatorluk içerisinde yükselmesi karşısında kıskançlığa kapılan tahtın varisi Commodus, general ile ailesinin derhal öldürülmesi emrini çıkarır. Generalin ailesi öldürülür, kendisi de esir alınarak köle olarak satılır. General Maximus köle olduğu sürede bir gladyatör olarak eğitilir. Yıllar sonra Roma’ya gladyatör olarak geri döndüğünde tek bir amacı vardır. Yeni İmparator Commodus’u öldürerek karısıyla oğlunun katledilmesinin intikamını almak...

İşte bu Romalı General Maximus’un anlatıldığı komutanlıktan köleliğe, kölelikten gladyatörlüğe oradan da cennete, sevdiklerinin yanına gidişini anlatan güzel bir film var: Gladyatör, özgün ismiyle ‘’Gladiator’’.

Gladyatör kelimesinin kökeni '’gladius’’ (kılıç) olduğundan '’kılıçla dövüşen kişi'’ demektir. Önceleri sadece aşağı tabakadan seçilen gladyatörlük, daha sonra bir meslek haline gelir ve gladyatör yetiştirmek amacı ile akademiler açılır. Bu akademilerin genel adı da ''Ludus''dur. Roma imparatorlarından Commodus'un da gladyatör oyunlarından hoşlandığı ve bu dövüşlere katıldığı bilinir. İmparator Honorius, Senatoyu lağvedip MS 404 yılında oyunlara son verinceye kadar devam eder. 

İşte bu ''Gladyatör'' filmi, gladyatörlüğün tarihine ve Marcus Aurelius devrine ışık tutmaktadır.

Gladyatör 2000 yılı tarihli ABD- İngiltere yapımı bir filmdir. Russell Crowe’nin General Maximus’u canlandırdığı filmin yönetmeni ise Ridley Scott'tur. Film 73. Akademi Ödüllerinden, ‘’En İyi Film Ödülü’’ dâhil, beş ödüle lâyık görülür. Richard Harris gibi oyuncuları da bünyesinde barındıran filmin çekimleri sırasında hayatını kaybeden Oliver Reed'in eksik planları bilgisayar sayesinde tamamlanır. Russell Crowe'un yanında başrollerde Oliver Reed ve Joaquin Phoenix oynamışlardır.

Maximus; cesareti ve dürüstlüğü ile saygı gören, zaferlerin şımartamayacağı ve kibre bürüyemeyeceği kadar mütevazı olan bir askerdir. Maximus, evinden uzakta geçirdiği her günü özlemle sayan bir askerdir. Maximus'un aklındaki tek şey evine ve ailesine dönmektir. Kafasında hep; ekip biçtiği buğday tarlasında oğluyla oynamak sonra da  karısının onları yemeğe çağırması vardır. Maximus, elini buğday başaklarına değdirerek tarlada dolaşmanın hayaliyle yaşar.

İşte bu filmde kanlı savaşların ortasında bile, toprağını, yuvasını ve küçük; ama huzurlu dünyasını özleyen bir adamın; entrikalar ortasında gösterdiği cesaret, dürüstlük ve kahramanlığı anlatılır. İşte bu filmde en çok da, insanın her koşulda yaşayıp ayakta kalabileceği ve kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceği anlatılır...

Filmden bazı sahneler: 

Maximus'un (Russell Crowe) kendini öldürmekle görevli askerleri alt edip evine giderken zamanla yarışır, atı bile yorgunluktan çatlayıp ölür... Ancak evine vardığında artık her şey için çok geçtir. Evinden dumanlar yükselmektedir.  O buğday tarlalarının hepsi yanmaktadır. Karısının ve çocuğunun yakılmış ve asılmış cesetlerine sarılır…  Maximus’un karısını ve çocuğunun ölüsü önünde çektiği acıyı yansıttığı sahne filmin en vurucu anı, en içler acısı sahnesidir. 

Maximus daha sonra esir olarak Proksimo'nun eline düşer. Girişte anlattığım gladyatör dövüşlerine başlar.  Proksimo, eski bir gladyatör olduğundan Maximus'a kendini seyirciye sevdirmesi yönünde taktikler verse de Maximus bunu kendi gibi davranarak fazlasıyla becerir. Zaten çok iyi bir general, hem bireysel savaşta hem takımını yönlendirmede çok iyi olduğu ve adaletsiz savaşları bile kazandığı için kısa sürede seyircinin gözdesi olur...

Maximus arenalarda geçen yılları boyunca çok önemli bir gerçeği öğrenmiştir. İmparatorun gücü ne kadar fazla olursa olsun halkın iradesi ondan çok daha güçlüdür ve intikamını alabilmenin tek yolu imparatorluğunun en büyük kahramanı olabilmekten geçmektedir.

Filmde bir sahnede Maximus ve eski askerlerinden Quintus ile konuşma fırsatı yakalar. Quintus yaptığı yanlışların, ihanetinin farkındadır ama yine de "ben askerim, itaat ederim" diyerek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Maximus ise şöyle cevap verir: "Herkes doğasında ne varsa ona uygun davranır!"

Filmdeki şu deyişler unutulmaz:

"Nerede olacağınızı hayal ederseniz orada olursunuz."

''Kardeşlerim bu hayatta yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanır.''

"Asker olmanın en büyük avantajı düşmanınızı karşınızda görüyor olmanızdır."

Maximus arenada son dövüş öncesi şöyle haykırır: ''Benim adım Maximus Decimus Meridius. Kuzey orduları kumandanı, Felix lejyonunun generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius'un sadık hizmetkârı... Ayrıca evladı katledilmiş bir baba, karısı katledilmiş bir kocayım. Ve intikamımı er ya da geç alacağım. Ya bu dünyada ya ötekinde.'' (My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the North, General of the Felix Legions, loyal servant to the true emperor, Marcus Aurelius. Father to a murdered son, husband to a murdered wife. And i will take my vengeance in this life or the next!!!) 

İşte o zaman Commodus locasında tir tir titrer… Lucilla (Marcus Aurelius'un kızı) kurtarıcısı gelmiş gibi bir nasıl yerinden doğrulur… Maximus'un sesinde ise tek bir şüphe yoktur, intikamını alacağına emindir. 

Son döğüşten önce Commodus arenaya çıkmadan Maximus'u yaralar ve askerlerine yarası gözükmeyecek şekilde sarmalarını emreder. Maximus arenaya çıktığında aşırı kan kaybından ötürü zihni bulanık haldedir... Ama Maximus, Commodus ile dövüşte yine de intikam duygusu ve ailesine kavuşmanın (öte dünyada) özlemi ile ayakta kalır. 

Sonuçta Maximus, Commodus’un onca hilesine rağmen dövüşte Commodus’u öldürür ve intikamını alır… Arenayı ölüm sessizliği kaplar. 

Maximus’un bilinci kan kaybından dolayı artık iyice bulanıklaşmıştır. Maximus hayalinde evinin bahçesinin tahta kapısını elleriyle yavaşça açar... Quintus'un seslenişini güç bela ayırt eder... Ve şu efsane sözü söyler: ''Quintus! Özgür adamlarım. Senatör Gracchus Roma’yı (cumhuriyeti, demokrasiyi) yeniden kursun.. Roma'da bir rüya vardı... O rüya gerçekleşecek! Bunlar Marcus Aurelius'un istekleridir." (Quintus! Free my men. Senator Gracchus is to be reinstated. There was a dream that was Rome... It shall be realized... These are the wishes of Marcus Aurelius.)

Filmin sonunda Maximus'un naaşı askerler tarafından omuzlarda taşınırken; Commodus'un cesedi arenada bırakılır... 

Maximus hem ailesinin hem de Marcus Aurelius'un intikamını almıştır. Maximus bulanık zihninde buğday tarlalarının arasından evine dönmektedir. Elleri buğday başaklarındadır... Oğlu ona koşar, karısı uzaktan onun gelişini seyreder... Filmi izlerseniz bu sahnede sessizce ağlarsınız...

İşte filmde bu sahnede film müziği devreye girer… Aslında sizi ağlatan da bu derin hüznü yansıtan bu film müziğidir.

Filmin bu final sahnesinde izleyicileri ağlatan ‘’now we are free’’ isimli müziğin yapımcısı çağımızın Beethoven'i olarak bilinen Alman müzisyen Hans Zimmer ve Avustralyalı müzisyen Lisa Gerrard'dır. ‘’Now we are free’’ aslında filmin başından itibaren ince ince çalar ancak hüznünü siz son sahnede fark edersiniz...

Ne zaman bir başak tarlası görsem ellerimi başakların üzerinde gezdirerek bu filmi ve bu müziği hatırlarım... İçime sonsuz bir hüzün çöker…

Gladyatör filmi insana insan olmanın temel duyguları olan ‘’şeref’’ ve ‘’onur’’ duygularını hatırlatan ve ailenin kutsallığını ve kimsenin kulu kölesi olmadan da yaşamanın nasıl yüksek bir meziyet olduğunu gösteren müthiş bir filmdir...

Gelmiş geçmiş, görüp görebileceğiniz en iyi filmlerden birisidir Gladyatör…

Bugün Pazar... Bu soğuk ve kasvetli kış gününde bırakın bir tarafa gamı, kederi, kasveti, ülke sorunlarını, Suriye'yi, Suriyelileri, Fırat'ın doğusunu, batısını, seçimi, geçimi, kifayetsiz muhteris muhalifleri, hâlâ Ortaçağ'ın karanlıklarında kalmış siyasetçileri, bu filmi izleyin, filmin müziğini dinleyin ve müziğin sözlerine odaklanın:

''Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.'' (*)

Sizlere güzel mi güzel, sıcak, sımsıcak, mutlu ve musmutlu bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

(*) Girişte ve sonda verdiğim dizeler "now we are free" isimli film müziğinin sözleridir...

Bir not: Tabii ki bu bir filmdir, bir kurgudur...  Filmde Commodus hile ile tahta geçmiştir... Filmde Roma İmparatoru Marcus ölümüne yakın yerine general Maximus'un (filmin kahramanı) geçeceğini oğluna söyler. Bunu duyan oğlu Commodus çılgına döner ve babasını öldürür. Roma tarihinde bu doğru değildir.... Marcus Aurelius tahtın varisi olarak Commodus'u bırakmıştır... Marcus Aurelius eceliyle ölmüştür. Ve filmde de verildiği gibi kimse de cumhuriyet ve demokrasi aşığı ve melek değildir!...

Filmin müziğini dinlemek ve filmden bazı sahneleri izlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=NBE-uBgtINg

Filmde aslında üç film müziği iç içedir: "Honor Him", "Elysium" ve "Now We Are Free":
https://www.youtube.com/watch?v=-yOZEiHLuVU

Gregorian müzik grubundan ''Now we are free'': 
https://www.youtube.com/watch?v=8Y0RZA7jUMM

Orkestra eşliğinde ''Now we are free'':
https://www.youtube.com/watch?v=aUmIELyNGrU




Jül Sezar

11 Ocak 2019

William Shakespeare’in ‘’Julius Caesar’’ (Jül Sezar) (İş Bankası Kültür Yayınları, 2007) isminde bir oyunu var. Jül Sezar'ı ve oyunu anlatmadan önce Roma Cumhuriyetinin Roma İmparatorluğuna nasıl dönüştüğünü kısaca anlatmam lazım…

Bir efsaneye göre Romus ve Romulus adlı kardeşler tarafından MÖ 753 yılında kurulan Roma şehri, önce Roma Krallığı’na ev sahipliği yapar. Bu krallık daha sonraları MÖ 510 yılında bir senato tarafından yönetilen Roma Cumhuriyeti’ne dönüşür. Yaklaşık 500 yıl hüküm süren Roma Cumhuriyeti de zamanla Roma İmparatorluğuna dönüşür.  Ancak Roma Cumhuriyeti'nin ne zaman Roma imparatorluğa dönüştüğü konusunda tarihçiler arasında tam bir mutabakat yoksa da tarihçilerce genellikle kabul gören tarih; Jul Sezar'ın savaş şartlarında kendine verilen üstün yetkileri kötüye kullanarak cumhuriyeti feshedip kendisini imparator ilan ettiği MÖ 44 yılıdır.

Roma, bu tarihte imparatorluğa dönüşse de MS 3. yüzyıla kadar ismen cumhuriyet olarak kalır... Bu süre içinde de Roma'da imparatorluktan tekrar cumhuriyete dönüş çabaları da devam eder. İmparatorluk döneminde işlevi ve önemi azalsa da Roma Senatosu her daim varlığını sürdürür. 

Şimdi gelelim Jül Sezar’a…

Jül Sezar (MÖ 100 – MÖ 15 Mart 44), Romalı askerî ve politik lider, aynı zamanda iyi bir hatip ve güçlü bir yazardır. Dünya tarihinin en etkili insanlarından birisi olarak kabul edilir. Güçlü bir yazar, güçlü bir hatip, üstün bir komutan ve güçlü bir devlet adamı gibi çok yönlü bir kişiliğin bir araya gelmesi tarihte nadirdir. Bu nadir insanlardan birisi de Jül Sezar’dır.

Sade üslubuyla kendinden üçüncü bir şahıs gibi tekil kişi olarak söz eder. ''Roma’da ikinci adam olmaktansa bir köyde birinci adam olmayı tercih ederim'' sözü onun lider ve tutku dolu kişiliğini yansıtır. Eylemleriyle Roma Cumhuriyeti'nin Roma İmparatorluğu'na dönüşmesinde kritik bir rol oynamıştır. Daha başka bir deyimle eylemleriyle Roma Cumhuriyetini Roma Diktatörlüğüne dönüştürmüştür…

Şimdi de gelelim oyuna...

‘’Jül Sezar’’ oyunu ise William Shakespeare tarafından 1599'da yazılmış beş perdelik bir trajedidir. Tarihin en ünlü suikastlarından birisini, Roma İmparatoru Jül Sezar’ın katlini ele alan oyun, Shakespeare‘in antik Roma tarihini konu alan ve "Roma oyunları" diye anılan üç oyunundan ilkidir (diğerleri ‘’Coriolanus’’ ile ‘’Antonius ve Kleopatra’’dır).

Shakespeare’in bu ‘’Jül Sezar’’ oyunu özetle şöyledir:

Askerî başarılarla kibirlenen Sezar, halkın onun diktatörlüğünü kabul edeceğine inanır. Ama inançlı Cumhuriyetçiler Brutus ve Cassius onu öldürmeye karar verirler. Ancak Sezar'ın yakın dostu Marcus Antonius ve Sezar'ın manevi oğlu Octavius intikam almak isteyince iç savaş çıkar. Shakespeare'in oyunu aslında eski Roma'dan, bir şehir-devletine, oradan da Cumhuriyete ve uzun süren demokrasi kurma mücadelelerinin ardından da tiranlıkla karşı karşıya kalan bir devleti anlatır.

Shakespeare’in ustalık döneminin ilk eserlerinden olan ‘’Jül Sezar’’ eseri adının aksine aslında Brutus’ün tragedyasıdır. Oyun, Jül Sezar’ın adını taşısa da oyun kişileri arasında en önemli karakter o değildir. Jül Sezar, oyunun sadece ilk üç perdesinde görülür ve üçüncü perdenin ilk sahnesinde ölür. Oyunun asıl kahramanı Brutus'tur. Oyun, Brutus'un çok değer verdiği şeref, namus, ahlak, vatanseverlik ve dostluk prensiplerinin birbiri ile çelişmesi ve kişinin bu tür çelişkileri nasıl uzlaştırıp karar verebileceği üzerinedir.

Roma İmparatoru Jül Sezar senatoya gelirken, yolunu kesen bir kâhin “Mart’ın 15’inden sakın!” diye bağırır. Eşi de o gün Sezar’a senatoya gitmemesi için yalvarır. Sezar iki uyarıyı da dinlemez…

Jül Sezar 15 Mart’ta senatoya gelirken, bazı senatörler bıçaklarla saldırır. Aralarında kimilerine göre “evlatlığı” kimilerine göre “öz oğlu” ve Mersin’de Roma Valiliği yapmış olan Brutus de vardır. Brutus, Sezar’ı arkadan bıçaklar. Sezar “ihaneti” yansıtan ünlü “Sen de mi Brutus?” sözüyle can verir ve “ihanet” Roma sikkelerinde simgeleşir. Bu suikastta otuz beş bıçak darbesiyle can veren Sezar’ın, ezeli düşmanı Pompeius’un büstü önüne düşmesi ise ayrı bir tesadüftür. Eserde Sezar can verirken son sözlerini söyler: "Erdem, sen bir kelimeden başka bir şey değilsin."

Hemen hemen bütün tarihçiler, Jül Sezar’ın katledilmesinin; siyasi gücünü çekemeyenler kadar, Roma yönetiminde Cumhuriyet yerine, adı Sezar bile olsa bir diktatör veya imparatorun istenmemesi nedeniyle olduğunu yazarlar.

Suikasttan sonra Brutus bir ikilem arasında kalır. Eğer Sezar tiran ilan edilirse yaptığı hiçbir şey geçerli sayılmayacak aynı şekilde kendi senatörlüğü de düşecektir. Diğer tarafta ise eğer Sezar tiran ilan edilemezse, kendisi ve arkadaşları katil ilan edilecek, ancak kendilerine genel bir af çıkarıldığı takdirde kurtulabileceklerdir. Brutus Sezar’ı tiran olarak ilan edemez ve Roma'yı terk etmek zorunda kalır. 

Brutus, Roma’yı terk etmeden önce Senato’da özetle şu konuşmayı yapar: ‘’Bu toplulukta Sezar'ı çok sevmiş biri varsa derim ki ona, Brutus'un Sezar’a sevgisi daha az değildi onunkinden. Öyleyse neden Sezar'a karşı ayaklandın derse bu dost bana şu karşılığı veririm: Sezar'ı daha az sevdiğim için değil, Roma’yı daha çok sevdiğimden. Sezar yaşayıp da hepinizin köle olarak ölmeniz mi daha iyi, yoksa Sezar ölüp de hepinizin hür insanlar olarak yaşamanız mı? Sezar beni severdi, ağlarım onun için; mutluluğa ermişti, sevinirim; bir kahramandı, saygı duyarım; ama tutkuya kapıldı, muhteris olduğu için öldürdüm onu.’’

Fransız yazar "Anatole France’'ın 1912'de yazdığı ‘’Tanrılar Susamışlardı’ (Kaynak Yayınları, 2009) isimli eserinde asıl olarak Fransız devrimcilerinin terör uyguladıkları dönemi anlatılır. Anatole France eserinde devrim sonrası Fransa’da Brutus’ün büstlerinin Paris meydanlarına dikildiğini yazar.

Sezar ile anne tarafından akraba, Romalı komutan ve politikacı ve Sezar'ın da yakın dostu olan Marcus Antonius ise saldırganlara karşı harekete geçmeden önce, Sezar’ın cenaze törenindeki “Ben buraya Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!’’ sözleri Villiam Shakespeare’in oyununda damga vurur.

Yönetmenliğini Joseph l. Mankiewicz'in yaptığı başrolde Marlon Brando'nun oynadığı, 1953 yılı Metro-Goldwyn-Mayer yapımı, William Shakespeare'in oyunundan beyaz perdeye uyarlanan ‘’Jül Sezar’’ filminde Marcus Antonius'u canlandıran Marlon Brando'nun Sezar’ın öldürülmesinden sonra halka çektiği nutuk kusursuz bir hitabet sanatı olarak filmin en doruk sahnesidir. Kusursuz bir oyunculuk ile harika bir metnin kesişim noktasıdır bu sahne.

Bu sahnede Marcus Antonius (Marlon Brando) şöyle konuşur:

‘’Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin: Ben Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil. İnsanların yaptıkları fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler çok zaman kemikleriyle beraber gömülür; haydi Sezar’ınkiler de öyle olsun. Asil Brutus size Sezar’ın haris olduğunu söyledi; eğer böyleyse, bu ağır bir suç. Sezar da onu pek ağır ödedi. Şimdi burada Brutus'la diğerlerinin izinleriyle, çünkü Brutus şeref sahibi bir zattır; zaten hepsi, hepsi şerefli kimselerdir, evet müsaadeleriyle burada Sezar’ın cenazesinde söz söylemeye geldim. O benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brutus haris olduğunu söylüyor ve Brutus şerefli bir zattır. Sezar Roma’ya birçok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleri doldurmuştu. Acaba Sezar’da hırs diye görülen bu muymuş? Fakirler ne zaman ağlasa, Sezar’ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa gerek. Fakat gene Brutus onun için haristi diyor; Brutus da şerefli bir adamdır. Siz hep gördünüz, Luperkalya yortusunda ben kendisine üç defa krallık tacı sundum, üç defasında da reddetti; hırs bu muymuş? Gene Brutus, haristi diyor. Ve şüphesiz kendisi şerefli bir adamdır. Ben Brutus'un dediklerini çürütmek için söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim. Bir zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi; öyleyse sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir? Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni affedin. Kalbim tabutun içinde, şurda, Sezar’ın yanında, tekrar bana gelinceye kadar beklemeli.’’

Sezar’ın öldürülmesinden sonra olaylar kısaca şöyle gelişir:

MÖ 43'te, Sezar'ın yeğeni ve evlatlığı, Sezar'ın öldürülmesinden sonra onun varisi olan Octavian, Roma senatosunun konsolu olduktan sonra Sezar'a suikast düzenleyenlerin hepsinin Roma'nın düşmanı olduğunu ilan eder.

Antonius ve Brutus’ün orduları kapışır. Yenilen Brutus kaçar, Bodrum’da, günümüzde adı Gümüşlük olan Myndos antik kentine sığınır…

Marcus Antonius ise Jül Sezar'ın öldürülmesinin ardından doğu bölgesinin yönetimini üstlenir.

Antonius Tarsus'a gelerek Mısır Kraliçesi Kleopatra VII ile ittifak yapar. Kleopatra'nın maksadı kaybettiği toprakları geri almak, Antonius'unki ise hem doğudaki iktidarını sürdürebilmek hem de Partlara karşı yapacağı askerî harcamalar için Mısır'ın zengin kaynaklarından yararlanmaktır.

Bu maksatla Antonius, Kleopatra'yı Tarsus'a davet eder. Muhteşem gemisiyle Tarsus limanına gelen Kleopatra, Antonius ile yedi yıl sürecek renkli, romantik ve ihtiraslı bir beraberlik yaşar. Kleopatra'nın Tarsus'a giriş yaptığı kapının adı "Kleopatra Kapısı"dır. Bugün bu bölgede çok sayıda Kleopatra ismini taşıyan mekân vardır. Alanya’daki ‘’Kleopatra Plajı’’ gibi…

Bugün kullandığımız takvim Sezar’ın zamanında hazırlanmış ve bazı ayları 31 gün olarak belirlemiştir. July olan ‘’temmuz’’ ayına da kendi ismini vermiştir. Zaten tüm diktatörler hep hatırlanmak isterler!

William Shakespeare eserinde Sezar’ı şöyle konuşturur:

‘’Korkaklar, ölmeden önce defalarca ölür; cesur insan ölümü bir kere tadar...’’

"Silâhın (şiddetin) olduğu yerde kanunlar susar."

"Tecrübe, tüm şeylerin öğretmenidir."

Özdemir Asaf  ‘’Kırılmadık Bir Şey Kalmadı’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) adlı kitabında  Sezar hakkında şunu yazar: "Sezar’ı ne öldürdü? Brutus'ün kaması. Brutus'ü ne öldürdü? Sezar’ın sözleri." Özdemir Asaf, Sezar'ın sözlerinin Brutus'ün kamasından daha keskin olduğunu söyler...

Shakespeare’in insanın hırs ve ihtirasının nelere yol açabileceğini gösteren, siyaset bilimi açısından da ders olarak okutulabilecek müthiş eseri Jül Sezar'da böyle oyunlaştırılmıştır.

William Shakespeare’in bu oyunu ibretle okunması gereken bir eserdir. Çünkü Sezar’lar oldukça Brutus’lar da olmaktadır. Brutus'suz Sezar'lar yoktur tarih sahnesinde.

Osman AYDOĞAN




Caligula

10 Ocak 2019

Şimdi size MS 37 - 41 yılları arasında hükümdar olmuş Roma İmparatorluğunun üçüncü imparatorunu, asıl adı ile ‘’Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’’ olarak tanıtsam, tanımazsınız. Çünkü kendisi takma adı olan ‘’Caligula’’ (Kaligula) diye bilinir. Julius Caesar (Jül Sezar) ile kan bağı vardır. Marcus Antonius'un oğlunun torunudur.

Kendisine verilmiş olan Latince '’Caligula’' takma adının da bir hikâyesi vardır. Gaius çocuk iken ailesinin Germanya'nın kuzeyindeki askerî seferlerine eşlik eder ve babasının bu seferlerinde ordusunun maskotu haline gelir. Askerler, annesi tarafından minyatür askerî üniforma ve bot giydirilip silah kuşatılan küçük Gaius'u görmekten çok hoşlanırlar ve kendisine Latince "Küçük asker botu’’ anlamına gelen bu lakabı (Caligula) takarlar...

Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu

Bir efsaneye göre Romus ve Romulus adlı kardeşler tarafından MÖ 753 yılında kurulan Roma şehri, önce Roma Krallığı’na ev sahipliği yapar. Bu krallık daha sonraları MÖ 510 yılında bir Senato tarafından yönetilen Roma Cumhuriyeti’ne dönüşür. Yaklaşık 500 yıl hüküm süren Roma Cumhuriyeti zamanla Roma İmparatorluğuna dönüşür.  Ancak Roma Cumhuriyetinin ne zaman imparatorluğa dönüştüğü konusunda tam bir kesinlik yoktur.

Tarihçiler farklı biçimlerde MÖ 44'te Julius Caesar'ın daimi diktatör olarak atanmasını, MÖ 31'de Aktium Deniz Muharebesi'nde Marcus Antonius'un yenilgisini, MÖ 27'de ilk yerleşim altında Octavianus (Augustus)'a Roma Senatosu'nun olağanüstü güçleri bağışlamasını ya da MS 27 yılını Cumhuriyet'i sonlandıran yıl olarak önerirler. Tarihçilerce genellikle kabul gören tarih; bir komutanın (Julius Caesar) savaş şartlarında kendine verilen üstün yetkileri kötüye kullanarak cumhuriyeti feshedip, kendisini imparator ilan ettiğidir.

Roma, bu tarihlerin birinde imparatorluğa dönüşse de MS 3. yüzyıla kadar ismen cumhuriyet olarak kalır... Bu süre içinde de imparatorluktan tekrar cumhuriyete dönüş çabaları da devam eder. İmparatorluk döneminde işlevi ve önemi azalsa da Roma Senatosu her daim varlığını sürdürür. 

Caligula

İşte Caligula, bu şekilde oluşan Roma İmparatorluğunun ikinci imparatoru olan İmparator Tiberius'un öldürülmesinin ardından MS 37 yılında onun üvey oğlu olarak askerlerin ve halkın sevinç gösterileriyle 25 yaşındayken Üçüncü Roma İmparatoru olarak tahta geçer.

Caligula, imparatorluğu süresince aşırı savurganlığı, tuhaflığı, ahlaksızlığı, acımasızlığıyla ve despotluğuyla tanınır ve genellikle soğuk, kibirli, bencil ve deli olarak tasvir edilir… Romalı tarihçi Suetonius, ‘’Caesar'ın Hayatı’’ adlı eserinde döneminin en ünlü olaylarını anlatır. Ancak bu dönemin en tarafsız tarihçisi olarak gösterilen Tacitus'un Caligula'nın saltanatı hakkında yazdıkları kaybolmuştur.

Caligula, Senato, soylular sınıfı, üst düzey yöneticiler ve tiranlar tarafından pek sevilen bir imparator değildir. Bu nedenle de hakkında anlatılanların gerçek olmadığı, dedikodu olduğu yönünde değerlendirmeler de vardır.

Caligula, çok sevilen Roma Generali Germanicus'un oğlu olması nedeniyle başlangıçta oldukça fazla sevgiye mazhar olur. Senato tarafından imparator ilan edildiğinde kalabalığın "bebeğimiz" ve "yıldızımız" selamlamaları arasında Roma'ya girer. Halk kurbanlar keser. Ona "Güneş" diye seslenirler.

Caligula'nın ilk imparatorluk yılları

Caligula’nın imparatorluğunun ilk yılları iyi geçer. İmparatorluğunun ilk zamanlarında cömerttir Caligula. Muhafızlara fazladan ödeme yapar, selefi olan İmparator Tiberius'un vatana ihanet belgelerini yok ederek vatana ihanet kovuşturmalarının geçmişte kaldığını ilan eder, sürgüne gönderilenleri geri çağırır ve İmparatorluk vergi sisteminden zarar görenlere yardım eder. Halka yiyecek, gıda dağıtır. Bunların ve yaptığı masrafların giderlerini karşılayabilmek için de malı, mülkü olanlardan, evlenenlerden, dava açanlardan vb. ağır vergiler alır. Bu davranışları başlangıçta kendisine halkın gözünde oldukça ün kazandırır. Küçük başarıları da yandaşlarınca yağcılıklarıyla oldukça abartılır.

Caligula'nın rahatsızlığı

Saltanatına uğurlu bir başlangıç yapan Caligula, MS 37 yılının Ekim'inde ciddi biçimde hastalanır. Bu hastalık onun saltanatının dönüm noktası olur. Bazı tarihçilere göre bu fiziksel rahatsızlık daha sonraları akıl hastalığına yol açar… Bazı kaynaklar, Caligula'nın davranışlarının kaynağını beyin iltihabı, sara ya da menenjit gibi olası bir tıbbi nedenlerle açıklamaya çalışırlar. Ancak Caligula'nın deli olup olmadığı sorusu bu güne kadar bir muamma olarak kalır.

Caligula’nın bu rahatsızlığı MS 39 yılından sonra Senato ile arasının açılmasına yol açar. Genç Calicula ve Senato arasındaki sürtüşmenin kesin nedeninin belirsizliğine rağmen, bazı kaynaklara göre İmparator bir geçit töreni istemiş ancak bu istek Senato tarafından reddedilmiştir. Ancak kesin olan şu ki; Caligula MS 39 yılında konsülleri Senatoya danışmadan görevden uzaklaştırmış ya da yeniden yerleştirmiş ve birkaç senatörü arabasının yanında resmi kıyafetleriyle koşmaya zorlayarak halkın önünde küçük düşürmüş olmasıdır. Bu nokta da Caligula'nın hayatının akışı, Romalılarca "bebeğimiz" ve "yıldızımız" diye selamlanan genç bir imparatordan despot bir diktatöre doğru dikkat çekici biçimde değişir. Görkemini yansıtmak için büyük binalar, kendisi için kocaman kocaman saraylar yaptırır.  

Saltanatı sırasında imparatorluğa katılan Moritanya iki eyalet olarak tekrar yapılandırılır. Alexandria ve diğer doğu eyaletlerinde Yahudiler ve Yunanlar arasında çıkan karışıklıklar bastırılır. Caligula, Rhegium ve Sicilya limanları iyileştirir, Mısır'dan yapılan tahıl ithalatını arttırır.  Kamu işleri tamamlanır, tapınaklar inşa edilir, binalar, duvarlar tamir edilir. Caligula aynı zamanda çok ikna edici iyi bir hatiptir ve genellikle Roma halkının gözünde popüler biri olarak tasvir edilir...

Caligula hakkındaki rivayetler

Caligula hakkında iddia edilen, rivayet edilen tuhaf hikâyeler olarak; aşırı zalimliğini, sapık cinsel maceraları ya da geleneklere ve Senatoya karşı olan saygısızlığı, politik aptallıkları ve kendisini tanrılaştırması anlatılır. Ayrıca, kuzey cephesindeki askerî seferlerindeki davranışları ve verdiği tuhaf emirler, din ve vergi politikalarındaki uygulamaları deliliğinin ve zorbalığının delili olarak kullanılır.

Caligula hakkında iddia edilen rivayetler şunlardır:

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri vardır. Sarayında bir genelev açar ve burada seks âlemleri yapar ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satar… Hatta amcası Claudius'u da bu genelevin kapısında görevlendirir.

Sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürür. Ardından karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatır.

Caligula'nın Incitatus ismindeki çok sevdiği atını bir rahip olarak adlandırır ve yaşaması için içinde mermer bir ahır, altından bir yemlik bulunan bir ev ve mücevherlerle süslü gerdanlık takar ve en önemlisi Incitatus ismindeki bu atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “senatör” unvanını alır!...

Ülkenin kuzeyinde yaptığı askerî faaliyetlerinde gülünç ve tuhaf emirler verir. (Askerlerinin denize saldırması, askerlerine midye kabuğu toplatması emri vb.) Gece güneşin doğmasını emreder…

Arenada aslan ve kaplanlarla dövüşmek için yeterli suçlu kalmamışsa bazı izleyicileri arenaya attırır. Hayatına karşı herhangi bir komplo tertip edildiği zaman, komplocuların "ölmekte olduklarını hissedebilecekleri çok sayıda küçük yarayla" öldürülmesini emreder. Yemek yerken idamları seyreder. Birisinde idam cezası verdiği bir suçlunun hasta ve yaşlı babası oğlunun idamını izleyebilsin diye sedye bile tahsis eder! Tahıl ambarlarını kapatarak yurttaşlarını açlığa mahkûm eder. Kendisine yukarıdan bakılmasını suç sayar.

Halkı için sık sık "korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler" der.

Caligula, kendinisini yaşayan bir tanrı olarak ilan eder… Caligula’dan önce, Augustus zamanında, özellikle İmparatorluğun batısında, tanrılaştırılmış bir imparator kültü oluşturulur ve teşvik de edilirdi. Ancak Caligula bu kültü hayal edilemeyecek bir noktaya taşır. Calligula kendisini geri planda bir tanrı gibi takdim eder, ardından da dalkavukça yöntemlerle huzurunda bulunanların kendisini tanrı olarak benimsemelerini ve onaylamalarını talep eder. Ve çevresindeki dalkavukları da bu tanrı kültünü onaylarlar. Tanrılaştırılmış İmparator kültünün doğası, imparatorun çevresindeki ruhun onore edilmesi iken bu kült doğrudan Caligula'nın kendisine tapınılmasına doğru değişir. Heykellerin başları, birçok kadın heykeli de dâhil Caligula'nın başıyla yer değiştirir.  

Caligula'nın, bir imparator olarak özellikle Senato, soylular sınıfı, yöneticiler ve tiranlar düzenine karşı olan eylemleri sert olarak tanımlanır. Bu eylemler muhafızlar tarafından engellenen en az üç başarısız siyasi komplo girişimine neden olur.  

Ancak sonunda tıpkı Marcus Junius Brutus'un Julius Sezar'a yaptığı gibi, cumhuriyeti kurtarmak için korumalarının başı Cassius Chaerea tarafından baskısından usanan senatörlerin kumpası ve komplosuyla imparatorluğunun dördüncü yılında iken MS 41 yılında 29 yaşında iken öldürülür. Ancak bu suikastler, tiranlar eliyle çürütülmüş Roma Cumhuriyetini kurtarmaya yetmez. Zira hem Brutus hem de Cassius Chaerea, Cumhuriyet adına kahraman ilan edildikten çok kısa bir süre sonra bu kez "cumhuriyeti yıkmaya teşebbüs" suçlamasıyla karşı karşıya kalırlar ve öldürülürler...

Gerçek nedir?

Caligula hakkında anlatılanların çoğu bahsettiğim gibi rivayettir, dedikodur, söylentiden ibarettir. Ve bu söylentiler de git gide abartılarak iyice magazinleştirilir. Caligula her imparator gibi güç delisidir ancak abartıldığı kadar da deli değildir.

Bu rivayetlerin, dedikoduların doğruluğu ne olursa olsun tarihçiler Caligula'nın imparatorluk için uygunsuz, yetersiz ve hazırlıksız olduğu konusunda birleşirler.

Romalı ünlü hatip Crispus, Caligula için "dünyaya ondan daha iyi bir köle ve daha kötü bir efendi gelmemiştir" diye konuşur. Onun efendiliği; Senato’ya, soylulara ve tiranlara, kötülüğü ve küstahlığı; zayıflara, güçsüzlere, halka ve köleliği ise Antik Roma'nın en büyük generallerinden biri olan ancak karanlık, münzevi ve kasvetli bir imparator olan Roma’nın 2. İmparatoru ve üvey babası Tiberius'a idi.

Caligula deli falan değildir. Onun deliliği, tiranlar eliyle çürütülmüş bir topluma, toplumunun geleneklerini, değerlerini, âdetlerini koruyayım derken ahlakı unutmuş, unutturmuş Senato’ya, soylulara ve tiranlara karşıydı. Aslında Caligula’nın hikâyesi, imparatoru bir kuklaya çevirip Roma'yı yönetmek isteyen tiranların, soyluların, zenginlerin iktidarı (gücü) nasıl etkilediğinin, siyaseti nasıl yönlendirdiklerinin hikâyesidir.

Caligula, Roma’da zenginlerin, soyluların, tiranların cumhuriyet düzeninden vazgeçtiği yıllarda iktidara gelir. İmparatorluk düzeninin devamı için cumhuriyetten tamamen vazgeçmek gerekiyor idi. Cumhuriyetin kurallı, yasalara dayalı yapısı Roma oligarşisi için engeldir. Bunun için önce zenginler, soylular ve tiranlar cumhuriyetten vazgeçerler. Cumhuriyet düzeni yerini dinsel ve despotik bir dikta rejimini benimserler.  Seçim yerini komploya, hileye, hurdaya bırakır. Caligula’nın iktidarı da aslında bir komplonun eseriydi.

Caligula aslında çözülmekte olan bir düzenin sembolüdür. Caligula aslında toplumda yeteneksizliğin, dinselliğin ve ahlaksızlığın yükselişte at başı yarıştığı bir dönemin ürünüdür. Caligula’yı bu dönemde öne çıkaran unsur ise Caligula’yı kendinden önce ve sonrakilerden ayıran pek çok olan şahsi özellikleriydi.

Caligula’nın her üç kız kardeşiyle olan ensest ilişkileri olduğu iddia edilir. Hâlbuki Caligula'nın ölümünün ardından onun hakkında en koyu eleştirileri yapan Seneca, Caligula’nın kız kardeşleriyle olan ensest ilişkisi hakkında çıkan dedikodulardan hiç bahsetmez ve ayrıca Seneca, Caligula'nın hayattaki kız kardeşleri Agrippina ve Julia Livilla ile olan yakın ilişkisi ile tanınır. Doğru olsaydı bu rivayet Seneca söylerdi her halde!

Caligula, sarayında seks âlemleri yaparken ve bu seks âlemlerinde yüksek derecedeki Senato üyelerinin karılarını en yüksek teklifi verenlere satarken ahlaksızdı da bu işi gönüllü olarak yapan Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, sarayında bir genelev açarken ve sosyal etkinlikler sırasında Senato üyelerinin karılarını, kocaları onlar ayrılırken sadece arkalarından bakabildikleri halde kendi yatak odasına götürdüğünde ve ardından da karılarıyla yaptığı cinsel eylemleri kocalarının yanında herkesin duyabileceği şekilde anlatırken ahlaksızdı da bu ahlaksız davranışı sineye çeken, kabullenen Senato üyeleri ve karıları çok mu ahlaklı idi?

Caligula, Incitatus ismindeki atını Senato'ya ‘’Senatör’’ olarak atar ve Roma Senatosu da bu atamayı onaylar.  Böylece tarihte ilk kez, bir at “Senatör” unvanını alır. Bu nedenle de Caligula’ya deli derler ve onunla dalga geçerler. Doğrudur, Roma İmparatoru Caligula, atını çok sevmekte ve onu senatör yapmak istemektedir. Roma senatosu, Caligula’nın korkusundan bu öneriyi kabul eder. Aslında Caligula'nın maksadı farklıdır. Caligula bu davranışıyla, Senato'nun usulüne uygun şekilde aldığı bir kararın “hukuk” olarak kabul edilemeyeceğini anlatmak ister. Şimdi atını senatör yapmak isteyen Calicula deli ve ahlaksızdı da çıkarları gereği bu isteği onaylayan, kabul eden Senato çok mu akıllı ve ahlaklıdır? 

Caligula’nın, kendisini yaşayan bir tanrı olarak ilan ettiği rivayet edilir. Calligula kendisini bir tanrı gibi takdim ederken ve Caligula'ya kutsal sıfatlar yakıştırılırken, bu rolü ve bu sıfatları benimseyerek onaylayan, en azından tepkisiz ve sessiz kalan etrafındaki yandaşları, dalkavukları ve yağdanlıkçıları, Senato ve Roma'nın ilgili kurumları daha fazla ahlakçı ve dindar mı idiler?

İşte Caligula bu deliliği ile çürümüş, yozlaşmış bir Senatoya, senatörlere, soylulara, tiranlara, Roma'nın kurumlarına ve topluma karşı bir ayna olmak istemiştir.''Caligula'' ve ''toplum'' aslında bir ''tencere'' ve ''kapak'' hikâyesidir.  

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında ‘’Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır bu dünyada. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.’’ diye yazardı. Bozulmuş insanlardan oluşmuş bir toplum liderliğinin bir örneğiydi Caligula…

Aslında Roma’nın, Cumhuriyeti tamamen yıkmak isteyen güç sahipleri ve zenginleri istedikleri rejim için böylesi bir Caligula’yı ve böylesi bir toplumu yaratırlar. Roma’nın güç sahiplerinin bu isteği; hiçbir devlet tecrübesi olmayan, bilgisiz, görgüsüz, aklen ve bedenen hasta ancak güç sahiplerine ve zenginlere karşı köle, halka karşı küstah yönetici kimliği ile Caligula'nın şahsında cisimleşir. Ve Roma’da böylesi bir Caligula'ya; milli, dini ve ahlaki hiçbir değere sahip olmayan ancak bu sıfatları kullanan bir ekip ile olup bitenlere karşı üç maymunu oynayan, kayıtsız ve umarsız bir halk eşlik eder. Roma’da böylesine bir ortamda ise tek siyasal mekanizma olarak komplo ve entrikalar ortaya çıkar. Roma kurumları teker teker bitirilirken bu kurumların yerine güç sahiplerinin, büyük zenginlerin ve Roma Sarayı'nın içendeki dar grupların komploları ve entrikaları alır. Bu komplolar ve entrikalar da en sonunda Caligula’yı alır.

Kaynaklar

Caligula’yı günümüzde anlayacağımız şekilde anlatan en iyi eser Albert Camus’un ‘’Caligula’’ (Berfin Yayınları, 2017) isimli tiyatro oyunudur.  Aslında Albert Camus ‘’Caligula’’'yı yazarken o sıralarda yükselişte olan Hitler’i kastederek yazar!...

Caligula’yı anlatan diğer bir eser ise edebiyatçı, yazar ve gazeteci Ahmet Mümtaz İdil’in ‘’Dehşetin Kanlı Gölgesi Caligula’’ (Etkin Yayınları, 2013) adlı kitabıdır.

Caligula’yı anlatan bir diğer eser de Yalçın Küçük’ün ‘’Caligula - Saralı Cumhur’’ (Salyangoz Yayınları, 2007) isimli eseridir ki bu kitabı da okumanızı asla ve asla tavsiye etmem. Zinhaaaaar bu kitabı okumayınız, hatta elinize bile almayınız. Çünkü bu kitap yazarı Yalçın Küçük gibi sakıncalı, muzır ve tehlikeli bir kitaptır!...

Ve günümüzde Caligula

Tarihte böylesine renkli bir imparator olan Caligula’nın birçok filmi ve TV dizisi yapılır.

İtalyan yönetmen Giovanni Brass (sanat camiasında takma adı olan "Tintoretto"'nun kısaltılmışı olan Tinto Brass olarak bilinir)  tarafından, Caligula’yı oyuncu Peter McDowell’in canlandırdığı 1979 yılında çekilen bir filmi vardır: ‘’Caligula - Aufstieg und Fall eines Tyrannen’’ (Caligula – Bir zorbanın yükselişi ve düşüşü). Bu filmde Caligula anlatılır. Ancak film afişlerinin üzerinde 18 yaş altı için sakıncalı olduğu yazılıdır. Film hakkında da bir sinema dergisi olan Moviepilot şunları yazar: "Hem estetik hem de itici olmak üzere, porno ve tarihsel uzun metrajlı film arasında başarılı bir dengeleme hareketi." Sinema magazin dergisi olan X-Rated Magazin ise filmi daha kısa anlatır: "Yüzyılın film skandalı.’’

En son 1996 yılı, genç Macar yönetmen Szabolcs Hajdu yapımı sinema filmi vardır: "Caligula". Bir de Caligula'yı genç İngiliz oyuncu John Simm'in canlandırdığı 2004 yılı yapımı mini TV dizisi "Imperium Nerone" dizisi bulunmaktadır. 

İsveçli müzik grubu Dark Funeral'ın solisti sahne adı olarak "İmparator Magus Caligula"'yı kullanır.

İşte böylesine bir delidir Caligula...

Osman AYDOĞAN




Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

08 Ocak 2019

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Dışarısı karlıdır, kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Böyle anlarda vücudunuz belki sıcak bir çay, çorba içerek veya bir soba veya kalorifer karşısında ısınabilir… Ancak bu soğuklar karşısında ruhunuz nasıl ısınacak?

Ruhunuzun nasıl ısınacağını anlatmadan önce başka şeyler anlatayım sizlere…

Genç yazarlardan Burhan Sönmez’in (1965) güzel bir kitabı var: ‘’Labirent’’ (İletişim Yayınları, 2018) Kitabın tanıtım sayfasında şunlar yazar: ‘’İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen, gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar. Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeniçağ romanı.’’

Ve kitapta şöyle bir cümle geçer: ‘’Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. ‘Olmaz’, demiş genç adam, ‘seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun’. ‘Ama’ demiş yaşlı adam, ‘ben çıkmayan yolları öğrendim’.”

İşte böyle… Bir dost size ‘’çıkış yolunu’’ göstermese bile en azından ‘’çıkmayan yolları’’ size gösterir…

Bu nedenle bir dost arar insan… En bunalımlı, en zor zamanlarda, yalnızlığın derin ve güçlü kıskacı altındayken, zifiri gecenin bir anında, yollar karla kaplıyken, insan ruhunu ısıtacak bir dosta gitmek ister, gidemese de bir dost sesi duymak ister insan… Bu nedenle de gider karlı bir gece vakti bir dostu uyandırır…

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Dışarısı karlıdır, kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Ruhunu ısıtmak ister insan… İşte bu zaman insan büyük ırmaklardan bile heyecanlı olarak karlı bu gece vakti bir dostu uyandırmak ister. Uyandırmaya kıyamadığında da İsmet Özel’in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiirini zihninde takılmış bir plak gibi tekrar tekrar terennüm eder…

‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiiri İsmet Özel'in hayat, yalnızlık, ölüm, hüzün ve dostluk üzerine kurulu en güzel, en etkileyici nefis bir şiiridir. Şüphesiz, ruha dokunan, insanın ruhunu ısıtan bir şiiridir. Ruhu olanların bildiği, onlara hitap eden bir şiiridir. İsmet Özel'in gerçekten özel bir şiiridir. Özel bir dostu olanların şiiridir. Her dizesi insanı ayrı ayrı yaralayan bir masal şiiridir. Şiir sesinin ne kadar kuvvetli olduğunu bariz hissettiren şiirlerdendir. Ve aynı zamanda da İsmet Özel’in en iyi okuduğu şiirlerinden biridir: ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’

Her bir mısrası ruhu naif olanları yaralayan bir şiirdir: ''Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı.’’

Şiirin samimiyeti her mısrada masum bir çocuk gibi sarılmıştır:  "Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım."

İnsanın ruhuna batan bir şiirdir: "Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı."

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 

Şiir ilk olarak 1972’de yayınlanır…

İsmet Özel’in şiirde bahsettiği kişinin, karlı bir gece vakti uyandırmak istediği dostunun, bir zamanlar çok sıkı "kardeşi", ‘’kankası’’ olduğu ve birlikte ‘’Halkın Dostları’’ dergisini kurduğu ve yönettiği Ataol Behramoğlu olduğu ve şiiri de ona ithaf ettiği rivayet edilir.  

İsmet Özel, 1974 yılına kadar sol politik çizgide kalır. Bir sorgulama döneminin ardından son ulaştığı noktada Türkiye’deki solun “güdük bir kalkınma ideolojisinin yedeğinde, hiçbir tarihi birikimi esas almaya yönelmemiş ve Batı aydınlanmasının temel taşlarından nasibini almamış bir sol” olduğu sonucuna varır.

Aslında İsmet Özel'in eleştirdiği Türk Solu’nun durumu sadece Türkiye'ye özgü bir durum da değildir. Uzun yıllardır Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı da bocalamaktadır... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı, İngiltere’den bir daha Oscar Wilde, Thomas More çıkamadı... Türk solu bu süreci Avrupa'dan çok daha önce yaşadı.

Ancak Türk sağı ise daha kötüydü... Körü körüne bir ABD yandaşlığı ve jandarmalığı dışında ellerinde hiçbir şey yoktu... Ellerinde sadece içeriğini bilmedikleri ve meta haline getirip ticaretini yaptıkları bir kutsal kitap, Arap hayranlığı, ne olduğunu bile bilmeden peşine sürüklendikleri kuru bir milliyetçilik ve taklit bir liberallik vardı.  

Mustafa Kemal Atatürk'ten sonraki iktidarlar ülkeyi, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S. Eliot’un (Thomas Stearns Eliot) ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) ismindeki şiirindeki gibi hiçbir kökün kavramadığı, hiçbir dalın büyümediği bir taş döküntü, çorak bir ülke haline getirdiler… (What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish? Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)… 

Ülkenin en meşhur şairleri bile Fransız şairler Baudelaire’nin, Mallarme’nin, Verlaine’nin taklidinden öte gitmediler…

Günümüzde de küreselleşmenin dayatmasına insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşmeyle’’, ‘’ümmetleşmeyle’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizmle’’ yanıt verdi. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen düşünceler, sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, sürekli oy kaybettiler. Meydan kavimleşmeye, ümmetleşmeye, ırkçılığa ve popülizme kaldı…

Yıllardır ülkede sağıyla, soluyla insanlarımızın zihni önyargılar ve duygularla beslenerek, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edildi…  İnsanlarımızın okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekeleri engellendi… İnsanlarımız, sağı ile solu ile hamasetten bilgi seviyesine gelemedi, rasyonel, metodik ve analitik düşünceye sahip olamadılar…  

Bir demecinde ‘’yalnızlığı’’ şöyle tanımlar İsmet Özel: “Yalnızlar Allah’ın kendilerine, kendilerini unutturduğu insanlardır… Türkiye’de insanların çektiği yalnızlık ise iki katlı cehaletin baskısını duymaktan doğar. Kişi hem Batılı gibi ‘birey’ haline dönüşememiştir hem de Batılının elden düşme işporta malı kültürün tasallutu altındadır… Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkûm ettiği cehaleti reddetmekle başladı…. Türkiye’de yaşayan insanın kendi mevcudiyetini tanıma hususunda emperyalizmin sunduklarını reddedip kendine özgü temeller aramaya başlaması zorla itildiği yalnızlık kabuğunu kırmasıdır.”

İşte böylesine bir yalnızlıktan kurtulmak için, böylesine bir kabuğu kırmak için, bu soğuklarda, ruhunu ısıtmak için böylesi karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak ister insan…

İsmet Özel’in bu şiiri işte tam da bu zamanların şiiridir:

"Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara."

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Yazık, İsmet Özel’in şiirinde söylediği gibi keşke şairler kadar cesur olsaydık!

Yazımın girişinde bahsettiğim Burhan Sönmez’in kitabında söylediği gibi; toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği bu yerde, bu zamanda şiirin her bir dizesi üzerinde tüm bu anlattığım çerçevede düşüne düşüne okuyun derim… Aslında bir yüz yıllık yalnızlığımızı anlatır şiir… Bu yalnızlıktan kurtulmak için şimdiye kadar ‘’çıkış yolunu’’ bulamadık… Ama en azından hangi yolların ‘’çıkmaz yol’’ olduğunu öğrendik…

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan…

Osman AYDOĞAN

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. 
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım 
Ölüm ve acılar çatsaydı beni 
Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak 
Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. 
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım 
Diri-gergin kasları konuşsaydım 
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” 
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan'' 
Bakın yaklaşıyor...” 
Yazık, şairler kadar cesur değilim 
Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan 
Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı 
Öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım 
Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında 
Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların 
İnanmazdım dosyalara sığacağına 
Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken 
Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen cevapların üstüne mühürlenmiş 
Ellerim tütsülenmiş 
Evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında 
Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar 
Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar 
Ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa 
Gövdem açık bir hedef kılındı belâlara. 
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor 
İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak 
Ve bu yüzden göğsümde dakikalar 
İnce parmaklar halinde geziniyor 
Konvoylar geçiyor meşelikler arasından 
Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına 
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak 
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun 
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı 
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet Özel, 1972

Şiiri İsmet Özel'in kendi sesinden ve fonda Azeri sanatçı Nermin Memedova’nın ‘’Ay ışığında’’ isimli bestesi eşliğinde dinleyebilirsiniz! 

https://www.youtube.com/watch?v=WydtrAMhdus




Kar Mûsikîleri

07 Ocak 2019

''Her yerde kar var'' değil mi? Belki de kulaklarınızda şarkısı da vardır: ''Her yerde kar var''. ''Kar'' ve ''Kış'' gelince benim de aklıma şarkısından ziyade öncelikle Cenap Şahabettin'in ''Elhan-ı Şita'' (Kış Ezgileri), Ahmet Muhip Dranas'ın ''Kar'' ve Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' isimli şiirleri gelir.

Ahmet Muhip Dranas'ın ‘’Kar’’ şiirini sizlere dün vermiştim. Şimdi de Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' isimli o muhteşem şiirini vermek istiyorum. Cenap Şahabettin'in Türk Edebiyatında yine muhteşem kış ve kar şiiri olan ''Elhan-ı Şita''sını ise sizlere daha sonra anlatayım.

Yahya Kemal Beyatlı 11 yıl Paris’te yaşar ve alafranga biri haline gelmiş olarak Paris’ten geri döner. Döndüğünde burada her şeyi Fransa ile mukayese eder ve en salaş dönemini yaşayan Osmanlı’nın hiçbir şeyini beğenmez. Bir toplantıda Tanburi (*) Cemil Bey ile tanışır. Tanburi Cemil Bey’in taksimleri, müziği Yahya Kemal’i mest eder. Kendisi bu hadiseyi “O gün benim önümde altın bir kapı açıldı. Ben o gün memleketimin kültürüne döndüm” diye anlatır. Ve sonrasında Cemil Bey’in tutkulu hayranlarından olur.

Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da iken karlı, hüzünlü bir havada Klasik Batı Müziği yerine Tanburi Cemil Bey’i dinleyerek ve o müzikle hem Avrupa’dan hem de yaşadığı çağdan uzaklaşır.  

Yahya Kemal’in içinde Tanburi Cemil Bey'den ve onun müziğinden bahsettiği ‘’Kar Mûsikîleri’’ isimli şiiri Türk şiirinde en iyi ''kar'' şiirlerinden birisidir. Yahya Kemal bu şiiri 1927 yılında Varşova`da büyükelçi iken kaleme alır.

Şair kendisine ilham veren kar havasını şöyle anlatır: ''Varşova`da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyordum. Dışarıda kar yağıyordu. Orada kar başladı mı günlerce aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri bırakır. Bir kuytu manastırda koro halinde söylenen dualar gibi gamlı ve bir erganun ahengi insanda ne tesir yaratıyorsa orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir sesi vardır... Kar mûsikîsi işte bu atmosferin ürünü...” Varşova 1927

Şiirde, Yahya Kemal’in çok etkilendiği Fransız şairler Baudelaire, Mallarme ve Verlaine’nin izleri de görülür.  

‘’Kar Mûsikîleri’’ şiiri” aynı zamanda Yahya Kemal’in İstanbul’a, vatanına, memleketine duyduğu hasreti ve özlemi de yansıtır.  Şiir aruz ölçüsünde yazılmış olup, kafiye düzeni nedeniyle biraz da mesneviye benzer.

İşte Yahya Kemal'in ''Kar Mûsikîleri'' şiiri ismini de hakkedecek derecede bir musiki ahengini bünyesinde barındıran bir şiirdir…

‘’Kar’’ eskiden güzeldi... Şimdi ‘’son dakika’’, ‘’geliyor’’, ‘’AKOM tetikte’’ teraneleriyle, çığırtkanlıklarıyla insanlar artık bir parmak kalınlığında yağan kardan bile korkar oldu…

Zaten nerdeee eski yağan karlar... Eskiden yağmur ‘’rahmet’’, kar ‘’bereket’’ idi… Şimdi ne o kar kaldı, ne o rahmet, ne de o bereket… Değil mi?

Osman AYDOĞAN

Kar Mûsikîleri

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Yahya Kemal BEYATLI

‘’Kar Musikileri’’ şiirini Bestekâr Cinuçen Tanrıkorur da çok güzel bir şekilde bestelemiştir. Ayfer ER'in sesinden:

https://www.youtube.com/watch?v=Al0avYI4FXM

(*) Bir küçük not: Osmanlıcaya Arapçadan geçen bir özellik olarak ''n'' harfi (nun) ''b'' harfinden (be) önce kapalı hece olarak bulunursa ''nb'' şeklinde yazılır fakat ''mb'' şeklinde okunur. Örneğin: penbe - pembe, çârşenbe – çarşamba, pençşenbe – perşembe ve tanbur - tambur gibi… Dolaysıyla ‘’tanbur’’ diye yazılır ancak ‘’tambur’’ diye okunur.




Adieu Mon Pays

06 Ocak 2019

Gaston Ghrenassia’yı, (D. 1938), ‘’Cezayir doğumlu, Yahudi kökenli Fransız bir şarkıcıdır’’ diye tanıtsam bu şarkıcıyı tanımayacaksınız. Hemen pes etmeyin öyle… Aslında tanıyorsunuz bu şarkıcıyı… Bakın anlatayım önce...

1961 yılında, Cezayir Bağımsızlık Savaşı kızışırken, Cezayir’deki Yahudi ve Avrupa kökenliler Fransa'nın yanını tutarlar... Bu nedenle de Cezayir direnişçilerinin hedefi haline gelirler. 22 Haziran 1961'de Gaston Ghrenassia’nın kayınbabası Cheikh Raymond Leyris bağımsızlığa karşı olduğu ve Fransa'nın yanını tuttuğu için öldürülür. Bunun üzerine Gaston Ghrenassia da 29 Temmuz 1961'de, karısı Suzy ile Cezayir'den ayrılıp Fransa'ya, Paris’e gider. O zamandan beridir de bir daha Cezayir'e dönmesine izin verilmez.

Gaston Ghrenassia’nın asıl mesleği öğretmenliktir. Ancak babası Arap-Endülüs müziği türü olan Maluf kemancısı olması, 15 yaşındayken daha sonra kayınbabası olacak olan Cheikh Raymond Leyris'in orkestrasında gitar çalması nedeniyle Gaston Ghrenassia, geldiği Paris'te yaşamını müzik yaparak sürdürür. Genel olarak Fransa'da Arap-Endülüs ve Arap-Musevi müziğinin bir yorumcusu olarak tanınır.

1962 Yılında Cezayir'den Fransa'ya gelirken gemide bestelediği "Adieu mon pays" (Hoşçakal ülkem) adlı parçayı yayınlar. Parçayı TV'de seslendirmesi parçanın bir günde Fransa'da tanınmasını sağlar. Şarkıları daha çok Fransızca konuşulan ülkelerde ve eski Fransız sömürgelerinde tutulur. Şarkılarının geniş kitlelerce tutulmasının sebebinin farklı kültürlerin (Yahudi, Cezayir, Fransız) müziğini bir potada eritmesi olduğu değerlendirilir. .

Türkiye'de de bir dönem çok tanınan şarkıcının birçok şarkısı Türk şarkıcılarca Türkçe seslendirilir. Ajda Pekkan’dan (ki Olympia’da şarkıcı ile beraber konser vermişlerdir), Kamuran Akkor'a, Selçuk Ural’dan Tanju Okan’a birçok Türk popçusunun seslendirdiği şarkılar Gaston Ghrenassia’na aittir. Aklımızda kalan ve bilinen en güzel şarkısı ‘’Zingarella Zingarella’’ şarkısıdır.

Gaston Ghrenassia, şarkılarının Fransa’da ve dünyada tanınmaya başladığı dönemde adını işte hepimizin bildiği ‘’'Enrico Macias'’’ (Enriko Masyas) olarak değiştirir.

Ancak Enrico Macias’ın hayatı hiç de kolay olmaz. Her göçmen gibi hep arafta kalır. Enrico Macias, kimilerine göre ‘’sömürgeci’’dir, kimilerine göre ‘’Siyonist’’tir, kimilerine göre Fransa’yı istila eden ‘’pis Araplar’’dan birisidir. Ancak gerçek olan bir şey varsa da o da Enrico Macias'ın Paris’te hep bir yabancı olarak kaldığıdır. 

Aslında ben Gaston Ghrenassia’ı, pardon Enrico Macias’ı anlatmayacaktım. Yazımın başlığında da olduğu gibi onun 1961 yılında Cezayir'den Fransa'ya gelirken gemide bestelediği "Adieu mon pays" (Hoşçakal ülkem) adlı şarkısını anlatacaktım.

Öyleyse gelelim bu şarkıya.

Enrico Macias, Sezen Cumhur Önal’a verdiği bir röportajda memleketinden ayrılırken memleketine (Cezayir) duyduğu özlem nedeniyle bu şarkıyı yaptığını anlatır.

Şarkı güzel bir gitar solosu ile başlar. Gitarın melodisiyle sözlerinin hüznü mükemmel uyum sağlar. Sözleri; memleket hasreti ve memlekette kalan sevgilinin mavi gözlerini hatırlatan denizden, limandan ayrılan gemiden bahseder.

‘’Adieu mon pays’’ (elveda ülkem) diye başlar şarkı… Ve devam eder hazin hazin: ‘’Ülkemi terk ettim, evimi terk ettim, güneşimi terk ettim, terk ettim mavi denizimi… ( J’ai quittè mon pays, j’ai quittè ma maison. J’ai quittè mon soleil, j’ai quittè ma mer bleue.) Bir arkadaşı terk ettim, hala görürüm gözlerini, yağmurdan, veda yağmurundan ıslanan gözlerini, gülüşünü...''  (je vois encore ses yeux. Ses yeus mouillès de pluie, de la pluie de l’adieu. Je revois son sourire...) 

Adam, Yahudi, Arap ve Fransız kültüründen harmanlayarak Avrupa çapında bir şarkı üretiyor da biz neden Türk, Kürt, Arap, Laz, Abaza, Arnavut, Çerkez, Rum, Ermeni, Yahudi kültürünü harmanlayarak dünya çapında bir şarkı üretmeyiz de gidip de bir Müslim’e, bir İbo’ya hapsolup kalırız, akıl alır gibi değil!... Müzikte somutlaşmış halini gördüğümüz bu kısır döngümüz, bu halimiz, bu ahvalimiz ülkemizin en temel sorunudur aslında!...

Bu şarkının bağlantısını aşağıda veriyorum… Şarkıcının en meşhur şarkısı olan ‘’Zingarella, Zingarella’’ şarkısını da siz İnternetten bulup dinleyin artık…

Geçen gün ''rüyamdaki bütün seyahatlerimde bana eşlik etti'' diye yazdığım şarkı işte bu şarkıydı...

Bugün Pazar... Hava da ülkem gibi kapalı, kasvetli, karlı, yağmurlu ve soğuk... Tüm aklınızdan geçenleri bir araya toplayın; Şam'ı, şekeri, Arap'ı, İdlib'i, Menbiç'i, Fırat'ın Doğusu'nu, CB Kararnamesini, Suriye'yi, Suriyelileri, seçimi, geçimi, Dolar'ı, dolmayanı, kadın cinayetlerini, siyasetteki öfkeyi, şiddeti, sığlığı, yasa tanımamazlığı, kuralsızlığı, hukuksuzluğu, kabalığı, kabadayılığı, yok olan eğitimi.... Ondan sonra bu şarkıyı dinleyin... Hazin hazin dinleyin, mahzun mahzun dinleyin, melül melül dinleyin, meyus meyus dinleyin... Ne yazık ki neşeli bir şarkı değildir bu şarkı... Tam da havaya, ülkeye ve gündeme uygun bir şarkıdır diye düşünüyorum: Adieu Mon Pays (elveda ülkem)

Ben yine de sizlere sıcacık, sımsıcacık, mutlu, musmutlu (!) güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Enrico Macias; Adieu Mon Pays)
https://www.youtube.com/watch?v=qaSVOa9aqQA

1978 Cezayir doğumlu, Kanadalı şarkıcı, söz yazarı, güzel sesli kadın; 
Lynda Thalie da ''Adieu Mon Pays''ı çok güzel yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=ZEtmA0plPBY

Şarkının sözleri

J’ai quittè mon pays,
Yurdumdan ayrıldım...
j’ai quittè ma maison
Evimden ayrıldım...

Ma vie, ma triste vie
Hayatım, hüzünlü hayatım
Se traîne sans raison
Sürünüp gidiyor sebepsiz...

J’ai quittè mon soleil,
Güneşimi terk ettim...
j’ai quittè ma mer bleue
Terk ettim mavi denizimi...

Leurs souvenirs se reveillent,
Hatıralar canlanıyor...
Bien aprës mon adieu
Elveda dedikten çok sonra ben...

Soleil, soleil de mon pays perdu
Güneş... Kaybolan ülkemin güneşi...
Des villes blanches que j’aimais,
Sevdiğim beyaz şehirleri...

Des filles que j’ai jadis connu
Bir zamanlar tanıdığım kızlar...
J’ai quittè une amie,
Kız arkadaşımı terk ettim,

je vois encore ses yeux
Hala gözlerini görüyorum onun...
Ses yeus mouillès de pluie, de la pluie de l’adieu
Yağmur ve vedanın çiselemesiyle ıslanmış gözlerini... 

Je revois son sourire...
Gülümsemesini görüyorum yeniden...
Si prës de mon visage
Yüzüme bu kadar yakın...

Il faisait resplendir
Işıldatırdı...
Les soirs de mon village
Köyümün akşamlarını...

Mais du bord du bateau, qui m’èloignait du quai
Fakat beni rıhtımdan uzaklaştıran geminin güvertesinde...
Une chaîne dans l’eau
Bir zincir...
a claquè comme un fou
Çılgın gibi şıngırdadı suyun içinde...

J’ai longtemps regardè
Uzun süre bakakaldım...
Ses yeux bleus qui fouillent
Gittikçe uzaklaşan mavi gözlerine...

La mer les a noyè
Deniz boğdu gözlerini...
Dans le flot du regret
Pişmanlığın ve hüznün dalgasında...




Ben buralarda yokken!


03 Ocak 2019

Bir süredir bu ortamda yoktum… ‘’Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur’’ başlıklı son yazımda yazılarıma bir süre ara vereceğimi beyan edip ‘’yeni yılda görüşmek üzere’’ diye yazarak bu sayfadan ayrılmıştım... Sanırım buralarda yokluğumda neler yaptığımı merak etmişsinizdir… Anlatayım o zaman…

Ama önce kısa bir bilgi…

Zaman, mekân ve bilinç arasında doğrusal bir bağlantı olduğuna inanırım ve zaman zaman da yaşarım... Anlatılası, izahı, mantığı oldukça güç, diyalektik düşünürüm, ama bu metafizik bir duygu; aynı mekânda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda zaman boyutu kaybolur, aynı zamanda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda da mekân boyutu kaybolur... Sanki zaman ve mekân sınırlaması olmayan gaybdaymışım gibi gelir bana… Çok sık yaşarım ben bunu, bu duyguyu... Gerçek dünya ile gerçek dışı dünya arasında, bir '' hâyâl'' dünyası ile bir ''gerçek'' dünya arasında, ‘’bilinç’’ ile ‘’bilinç dışı’’ arasında gider gider gelirim...  Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi; ''ne uykudayız ne uyanık.'' Ne uykuda olurum, ne de uyanık...

İşte böyle anlarımda, bu dünyadan sıkıldığımda, bu dünya bana dar geldiğinde, ruhum bedenimden sıyrılır, zaman ve mekândan bağımsız özgürlüğüme kavuşurum. Artık kimse tutamaz beni.

''Gönül gitmek isterse gidilecek yol bitmez. Göz görmek isterse görülecek yer bitmez. İnsan çekilirse içindeki mağaraya, her yanı karanlık bilir. Her yer ona mağara görünür. İçindeki aydınlığa yürümenin yolu yollara düşmektir'' derdi Mevlânâ… Ben de Mevlânâ’nın bu düsturu ile işte o zaman düşerim yollara…

Zaman olur Güneş sistemimizin gezegenlerini dolaşırım… Buradan da sıkılır, Samanyolu Galaksisinin diğer yıldızlarına gider, buradan da sıkıldığımda Andromeda Galaksisinin yıldız sistemlerini dolaşırım… Oradan yaşadığımız dünyaya bakarım, bu sonsuz mekân içinde bir nokta, bir zerre bile olmayan bu mavi gezegenin sadece yönünü tahmin edebilirim, kendisini göremem bile…

Zaman olur bu yaşadığım mekânda kalır, zamanca geriye giderim, çooook geriye, geriye, gerilere giderim…

Bu sefer de öyle oldu... Ben bu ortamda yokken bu mekânda, bu dünyada kalıp Batı’ya doğru zamanca geriye, gerilere gittim, çoook gerilere… Ve bu gerilerde kimlerle karşılaşmadım ki, kimlerle konuşmadım ki!… Gelecek günlerde bu zamanca geriye olan yolculuğumda karşılaştığım kişileri ve yaşadığım, tanık olduğum olayları sizlere uzun uzun (her zaman olduğu gibi!) anlatacağım… Ama benim bu ortamdaki yokluğumdan sonraki bu ilkyazımda geçmişe olan yolculuğumda nerelere gittim, oralarda kimlerle karşılaştım, onlarla neler konuştum, onları sizlere kısa kısa (!) anlatmak istiyorum…

***

Önce MÖ 1. yüzyıldaki Roma’ya gittim…

Tabii Roma’ya gitmişken Sezar’ı ziyaret etmesem olmazdı. Özel kaleminden randevu talep ettim... Sağ olsun beni kırmadı Sezar.  Hemen randevu verdi bana. Bir paket çikolata alıp gittim Sezar’ın sarayına. Kapıda güvenlik kontrolünden sonra sarayının kapısında karşıladı beni Sezar. Sohbet ettik… Siyasetten, ekonomiden, askeriyeden konuştuk… Müzikten, edebiyattan, felsefeden, aşktan, Kleopatra’dan konuştuk...

Söz Kleopatra’dan açılınca onun bir hatırasını anlattı bana Sezar:

Kleopatra bir gün Sezar’a ABD marka bir pilli çakmak hediye etmiş. Tabii çok sevinmiş bu hediyeye Sezar. Ancak bir gün çakmağı kaybetmiş. Kleopatra’nın hediyesi olduğu için çakmağa da çok önem veriyormuş. Sarayın her tarafını aramış, aratmış, ancak bulamamış. Bir gün sarayda çakmağını ararken Brütüs’le karşılaşmış Sezar.. ‘’Sen de mi Brütüs?’’ diye sormuş Brütüs’e.. Brütüs: ‘’vallahi Sezar amca, ben de yok, görmedim çakmağını’’ demiş..

Saray’da bulamayınca çakmağı, düşünmüş Sezar; ‘’Belki de şehirde bir yerde kaybettim!’’ diye düşünerek Belediyeye telefon edip halka anonsla duyurmak istemiş. Telefonu tuşladığında, - pardon, o zaman tuşlu telefon yokmuş henüz- telefonun manyeto kolunu çevirdiğinde daha Sezar ‘’Ben Sezar’’ diye kendisini tanıtamadan karşıdan bet bir ses gelmiş: ‘’Kapat o telefonu! Henüz icat etmedim!’’ Meğer cevap veren Graham Bell imiş.

Sezar çaresiz çakmağı Roma sokaklarında kendisi aramaya karar vermiş. Bir sokak başında Arşimet ile karşılaşmış... Arşimet çığlık çığlığa ‘’Buldum, buldum!’’ diye bağırarak geliyormuş. Sezar, ‘’hah işte çakmağımı bulan birisiyle karşılaştım’’ düşüncesiyle sormuş Arşimet’e; ‘’Benim çakmağımı mı buldun?’’ Arşimet de Sezar’ı tersleyerek şöyle cevap vermiş; ‘’Bana ne be kardeşim senin çakmağından… Ben suyun kaldırma kuvvetini buldum!’’

Daha çok şeyler anlattı Sezar. Onları gelecek yazılarıma saklayayım. Ziyaretin kısası makbuldür deyip veda ederek ayrıldım Sezar’ın yanından.

***

Hazır Roma’ya gelmişken MS 40 yılına gittim. Bu sefer de İmparator Caligula’yı ziyaret ettim. Yediğim, içtiğim, çay, kahve ve sohbetimiz bende kalsın (dedim ya, bunları ben gelecek günlerdeki yazılarımda anlatacağım) sadece Caligula’nın çok kızgın ve asabi olduğunu söyleyeyim. Senatörlere çok kızmıştı. Bu nedenle yanında fazla kalamadım. Sizlere sadece söylediği şu sözü aktarayım şimdilik: ‘’Bu şerefsiz senatörler hakkımda benim hasta, deli ve diktatör olduğuma dair söylenti çıkarmışlar. Bu şerefsizler ben istiyorum diye atım Incitatus’u senatör yaptılar. Bu sayede dünyada ilk defa bir at bu şerefsiz senatörler sayesinde senatör ilan edildi. Aslında benim maksadım; usulüne uygun olarak çıkarılan her kanunun ''hukuk'' olamayacağını bunlara göstermek idi. Bu şerefsiz senatörler bunu bile anlamadılar. Bu şerefsiz senatörlerin karılarını gözleri önünde ellerinden aldım, gıklarını bile çıkaramadılar. Şimdi ben deliyim, ben diktatörüm, ben ahlaksız birisiyim de bu şerefiz senatörler dürüst, ahlaklı, akıllı ve cumhuriyetçi, öyle mi?’’

Caligula’ya Roma sokaklarındaki kendisi hakkındaki izlenimlerimi anlattım, halkının kendisinden nefret ettiklerini ve kendisinden korktuklarını söyledim. Caligula bu izlenimimden, bu sözlerimden hiç etkilenmedi, omzunu silkti ve umursamaz bir tavırla; "korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler" dedi…

Caligula’nın sarayından ayrılırken kapıda Caligula’nın amcası Claudius ile karşılaştım… Beni kolumdan çekip kuytu bir yere sürükledi ve bana fısıldayarak dedi ki: ‘’Yeğenim, bu deli, bu ahlaksız Caligula, çürümüş ve yozlaşmış Senato’nun, senatörlerin, soyluların, tiranların, Roma kurumlarının ve toplumun bir aynasıdır. Caligula ve toplum aslında bir tencere ve kapak hikâyesidir. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştur...’’

***

Caligula’yı ziyaretim kısa sürünce, hazır Roma’ya da gelmişken, vaktim de vardı, biraz dolaşayım dedim… Yolda Romalı devlet adamı Cato ile karşılaştım. Sadece selamlaştık... Yanından ayrılırken gözlerini bana dikmiş vaziyette kendi kendisine söyleniyordu Cato: “Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.” 

Cato, Roma’da gördüğüm son kişi oldu. Roma’dan da, o zamandan da ayrıldım…

***

Roma’dan dönerken yolda, MÖ 6. yüzyılda Atina’ya uğradım. Atina sokaklarında dolaşırken üstü başı per perişan, belli ki darp edilmiş, üzerindeki elbiseleri parçalanmış tanıyamadığım bir adam kalabalıkları başına toplamış bağırarak konuşuyordu: ‘’Atinalılar! Bakın şu benim halime! Düşmanlarım beni kırlarda gezerken ne hale koydular. Ben ki, hayatını vatana vakfetmiş bir halk dostuyum…’’

Kalabalık arasında Heredot’u gördüm. Heredot’un yanına gittim, sordum ‘’bu adam kimdir?’’ diye... Heredot uzun uzun anlattı bana bu adamı... ‘’Sizin tarihçileriniz pek bilmez bu adamı’’ diye başladı sözüne Heredot… Ve başladı bağırarak konuşan bu adamı anlatmaya: ‘‘Bu adamın bu kıyafetine aldanma… Halkını kandırmak için kendisini bu hale koyan da yine kendisidir. Adamın adı ‘Pizistratus’ (Pisistratus), Hipokrat’ın oğlu, Solon’un yeğenidir. Bir askerdir... İhtiras sahibi tam bir demagogdur. Demagog; sokak kalabalıklarının akıllarına değil, hislerine,  kolay harekete getirilebilir komplekslerine hitap ederek, onları peşinden sürükleyen adamdır. Bu böyle olunca da, demagogun girmeyeceği kılık, yapamayacağı oyun yoktur. Pizistratus da böyle biridir işte. Pizistratus, halk içinde, halkla beraber, onların dostu, halk için kurtuluş yolları düşünen, bu uğurda kendini feda edercesine çaba harcayan biri olarak görünür. Her demagog gibi o da her şeyi kolayca vaat eder. Ama muhakkak ki büyük vasıfları var.

Bu adam dağlar bölgesinde keşfettiği bir Yunan güzelini Tanrıça Athena kıyafetine sokarak kendisi de Athena diye bu kadının eteğine yapışıp şehre inerek kutsallık iddiası ile halkı kandırıp bir darbe ile iktidara el koydu. İktidara el koyduktan sonra da Pizistratus ölene kadar tam bir tiran, tam bir müstebit kesildi. Gerçi kendisi Homeros’un destanlarını derleyip toparlamışsa da, Atina’da ilk milli kitaplığı yapsa da, toprak reformu yapsa da, Atina’nın muhteşem geleceğini hazırlasa da, ‘Milletin Babası’ olarak benimsense de hulâsa Pizistratus, ilkçağın; hem düzenbaz, hem yüksek vasıflı, dikkate değer bir tiranı, bir despotu, bir darbecisi, bir ihtilalcisidir…’’

Durduğum yer ve zaman pek tekin değildi. Teşekkür ederek Heredot’a, ayrıldım hemen oradan ve o zamandan.

***

Doğu Roma’ya geldim MS 5. yüzyılda. Konstantinopolis'e uğradım. İmparator Justinianus ve karısı Theodora ile ve tarihçileri hemşerim, Kayserili Procopius ile görüştüm. Justinianus ve karısı Theodora bana Konstantinopolis'i gezdirdiler. Haliç’i, Boğazı dolaştık... (Tabii o zaman her yer yemyeşil, şimdiki gibi beton yığını değil!)  Justinianus ve karısı Theodora bu gezi esnasında bana uzun uzun sıra dışı kendi hayat hikâyelerini, Doğu Roma için yaptıklarını, ‘’Sarı Yelekli’’ Nika isyanını ve bu isyanı nasıl bastırdıklarını anlattılar. Bu görüşmemi de sizlere gelecek günlerde uzun uzun yazacağım.

***

Artık günümüze dönmem lazımdı. Ancak hemen dönmedim… Yavaş yavaş, mola vere vere dönmek istedim. Bu nedenle 20. yüzyıla Paris’e geldim... Fransız yazar, şair, müzisyen, şarkıcı, gazeteci, senarist ve oyuncu Boris Vian, benim Paris’e geldiğimi duymuş. Boris Vian beni ‘’Generallerin Beş Çayı’’na davet etti. Davete icap etmemek olmazdı. Katıldım bu davete ama onca generalin arasındaki gülünç sohbete katılmayarak başlangıçta dinleyici olarak kaldım. Generaller Fransa'nın Suriye'ye -pardon- Cezayir'e iç politik bir nedenle savaş açmasını tartışıyorlardı. Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon’a bu savaş sebebi nedeniyle saçmaladıklarını söyledim.  Fransız Genelkurmay Başkanı Audubon da bana şöyle cevap verdi: ‘’Saçmalarım. Cümle âlemin derin derin düşündüğü şu günlerde, özgür ve bağımsız bir fikre nasıl sahip olunur sanıyorsunuz siz? Tabii ki saçmalayarak…’’

***

Fransa’dan İngiltere’ye geçtim. Shakespeare’i ziyaret ettim orada. ’’Kral Lear’’ isimli trajedisinden bir tiradı seslendiriyordu Shakespeare: ‘’Beterin beteri olduğu sürece umut etmek gerekir."

Shakespeare’in yanından ayrılırken önce Hamlet’den bir trad seslendirdi: ‘’Öyle çarpık bir dünyada yaşıyoruz ki, namus günahtan özür dilemek zorunda kalıyor, eğilip izin istiyor ona yardım etmek için.’’ Sonra da Othello’dan bir trad: "En büyük kaygısı vicdanlarının, günah işlememek değil, gizlemektir günahlarını."

***

Londra’da Hyde Park'ta gezerken parkta T.S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni ve 1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Stearns Eliot’u gördüm. ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) isminde o meşhur uzun şiirini okuyordu. Şiirine kulak kabarttım, şu dizelerini duydum: ‘’What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish?’’ (Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)… Şiirini bitirince kendi kendisine şöyle mırıldanırken ayrıldım T.S. Eliot’un yanından: "En büyük yanılgılardan bir tanesidir; kendi içinde bulamadığın huzuru, bir başkasının yanında bulacağını sanmak..."

***

İngiltere’den de dönerken Viyana’ya uğrayıp Mozart’ı ziyaret ettim… Türk olduğumu da öğrenince ‘’ ‘Saraydan Kız Kaçırma’ (Die Entführung aus dem Serail) operamı sizinkiler hep yanlış anlıyorlar. Operamda geçen ‘Selim Paşa’dır, Padişah Selim değil, mekân da Topkapı Sarayı değil, Selim Paşa’nın Akdeniz kıyısındaki yazlığıdır. Yaz da sizinkiler düzeltsinler’’ dedi bana… Mozart’ın yanından ayrılırken operasının son kıtasını seslendiriyordu:

‘’Bassa Selim lebe lange!
Ehre sei sein Eigentum!
Seine holde Scheitel prange
Voll von Jubel, voll von Ruhm.’’

(Çok yaşa Selim Paşa!
Şeref onun mülkü olmalı!
Onun güzel parlak tacı
Şeref dolu, zafer dolu.)

***

19. yüzyıla geldim. Münich’te Bavyera Kralı II. Ludwig’i ziyaret ettim… Bana hayat hikâyesini ve Neuschwanstein Şatosunu nasıl yaptırdığını anlattı hazin hazin…

***

Tekrar Almanya’ya döndüm... Burada ziyaret etmek istediğim çok kişi vardı. Hegel’den Kant’a, Goethe’den Schopenhauer'e… Ancak vaktim de daralmıştı... Bunlardan birisini seçecektim... Ben de Goethe’yi seçtim... Onu ziyaret ettim. Gittiğimde Goethe’nin elinde Faust’u vardı. Beni görünce hemen Faust’un birinci bölümünden bir trajedi (der Tragödie Erster Teil) okumaya başladı:

‘’Nichts Besseres weiß ich mir
an Sonn- und Feiertagen, 
als ein Gespräch von Krieg
von Kriegsgeschrei, 
wenn hinten, weit, in der Türkei,
die Völker aufeinander schlagen.
Man steht am Fenster,
trinkt sein Gläschen aus
und sieht den Fluss hinab
die bunten Schiffe gleiten;
dann kehrt man abends froh nach Haus,
und segnet Fried´ und Friedenszeiten.
Herr Nachbarn, Ja!
So lass ich’s auch geschehen:
Sie mögen sich die Köpfe spalten,
mag alles durcheinandergehn;
doch nur zu Hause bleib’s beim alten.’’

(Uzakta, ötede bir yerlerde, Türkiye’de halklar birbirini boğazlıyorken, pazarları ve tatil günleri savaş ve savaş çığırtkanlığı hakkında konuşmaktan daha iyi bir iş yoktur. Camın önünde durur, akan nehre ve nehirde süzülen rengârenk gemilere bakar, içkisini içer. Sonra akşam mutlu bir şekilde eve döner, barışa ve barış dolu zamanlara -kayıtsızca- şükreder. Evet komşu! Öyle olmasına izin verdin, kafaların kesilmesini, her şeyin paramparça olmasını istedin.)

Ben sormadan bu şiirini neden yazdığını anlattı bana Goethe. '’Türk olduğun için Türkiye örneğini verdim. Bu ikiyüzlü Avrupa politikacısı, şarkın halklarının etnik, dini ve mezhebi diye ayrışarak aralarında çatışma olmasını, birbirlerinin kafalarını kesmelerini ve bu şekilde her şeylerinin paramparça olmasını ister. Bu şekilde şarkta insanlar birbirini boğazlarken, Avrupalı politikacı, camın önünde durup akan nehre ve nehirde süzülen rengârenk gemilere bakıp içkisini yudumlarken savaşlardan bahsederek savaş çığırtkanlığı yapar. Sonra da akşam mutlu bir şekilde evine döner ve barışa ve barış dolu zamanlara şükreder. İşte bu kadar kurnaz ve duyarsızdır bu Avrupa politikacısı. Ben de bu durumu şiirimle eleştirmek istedim… Bunu sana söylüyorum ki Suriye'de, şurada burada, Batı'nın komplosuna, tahrikine, tuzağına düşmeyesiniz ve TV'lerinizdeki savaş çığırtkanlarına kanmayasınız istedim.’’

***

Hazır Almanya'ya gelmişken son olarak da 20. yüzyılın başında Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke’yi ziyaret ettim Almanya’da…. Rilke’yi zor buldum. Çünkü o da bir gezgin gibi Prag, Almanya, Rusya ve İsviçre arasında mekik dokuyordu. Rilke’yi ziyaret etmemin özel bir sebebi vardı. Kendisi, Türk tarih yazımında en detaylı olarak benim yazdığım 1664 yılında yapılan bir Avusturya – Osmanlı muharebesi olan ‘’St. Gotthard / Mogersdorf’’ muharebesi için, bu muharebeyi Avusturya’da canlı tutan ve kuşaktan kuşağa yayılmasını sağlayan bir şiir yazmıştı: ‘‘Sancaktar Christoph Rilke’nin aşkının ve ölümünün şarkısı’’ (Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke). Rilke’nin 1899 yılında yazdığı bu şiirinin ana kahramanının yine adı Christoph Rilke idi ve bu Christoph Rilke, bu muharebede Avusturyalı süvari komutanı olan Sporck’un süvari birliğinde bu muharebeye katılmış ve Sporck’un da kendisine sancaktarlık unvanını verdiği bir askerdi.

Rilke ile ‘’St. Gotthard / Mogersdorf’’ muharebesi hakkında uzun uzun konuştuk. Ayrılırken, sanki benim haleti ruhiyemi bilmişçesine, sanki içimden geçenleri okumuşçasına, sanki beni benden daha iyi tanırmışçasına eğilip, kulağıma fısıldarcasına bana dedi ki Rilke; “Yazmak, incelikler senfonisidir. Yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma!”

***

Tüm bu ziyaretlerim, gezintilerim esnasında, tüm zamanlarda da bana, Enrico Macias, memleketi Cezayir'den Fransa'ya göç ederken gemide bestelediği ‘’Adieu Mon Pays’’ (elveda ülkem) isimli şarkısıyla eşlik etmişti… Bütün bu geziler ve tüm bu zamanlar esnasında ‘’Adieu Mon Pays’’ şarkısının sözleri kulağımda çınladıııııı durdu hazin hazin: J’ai quittè mon pays, j’ai quittè ma maison. J’ai quittè mon soleil, j’ai quittè ma mer bleue. (Ülkemi terk ettim, evimi terk ettim, güneşimi terk ettim, terk ettim mavi denizimi) Ve devam etmişti şarkı hazin hazin: ''En sevdiğim akrabalarımı terk ettim, en sevdiğim dostlarımı terk ettim, en sevdiğim arkadaşlarımı terk ettim… Bir arkadaşımı terk ettim, hala görürüm gözlerini, yağmurdan, veda yağmurundan ıslanan gözlerini, gülüşünü…‘’ (je vois encore ses yeux. Ses yeus mouillès de pluie, de la pluie de l’adieu. Je revois son sourire...) 

***

Enrico Macias’ın ‘’Adieu Mon Pays’’ isimli şarkısı bilmem kaçıncı tekrarında sanki bir çalar saatmişçesine beni uyandırdı. Kan ter içinde uyandım... Çamaşırlarım terden sırılsıklam olmuştu.

Anlattığım bu her şeyin bir rüya olduğuna sevindim…

Bu rüyadan uyandığımda gecenin bir yarısı idi. Gökyüzüne baktım. Pırıl pırıl bir gökyüzü vardı üstümde. Samanyolu galaksisi gözüküyordu… Gecenin bu saatinde bu sonsuz, uçsuz ve bucaksız gökyüzü altında anlatılması bir imkânsız, tarifi bir mümkünsüz huzur buldum. Ve geceye dedim ki; ‘’Sen ne büyüksün ey gece. Gündüz dünyayı aydınlatır. Sen hem kâinatı aydınlatırsın hem de ruhumu…’’

Rilke’nin söylediklerini hatırladım: ‘’Yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma!” Bu söz, beynimde dönüüüüüp dururken, günümüzden genç bir edebiyatçı ve şairi, Birhan Eroğlu’nu ve onun bir dizesini hatırlattı:

‘’Dedim ki sonra:
İyi ki varsın ‘Yazmak’
Yoksa nasıl taşırdı kalbim bunca yükü…?’’

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam43
Toplam Ziyaret402588
Etkinlik Takvimi