Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV

Türk edebiyatının açmamış bir çiçeği;  Şükûfe Nihal

SU

Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlayan o su... 
Sesini en tatlı yerinde kesti 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.

O su, bir sır gibi mırıldanırdı; 
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı; 
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı 
Gamlı yolumuzda ağlayan o su...

Sessiz ruhumuzu o bestelerdi, 
Bize "Unutalım dünyayı" derdi... 
Bir aldı sonunda verdi bin derdi, 
Bizi bizden fazla anlayan o su.

Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere; 
Yolumuz ayrıldı başka ellere; 
Benzetti bizi bir kırık mermere 
Ruha zehir gibi damlayan o su.

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır. 1896 doğumludur…

Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.

Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.

1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını almıştır…

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan,  üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.  Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…

1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir", "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir.

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.

Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu; “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”

Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.

Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…

İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal…

Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında (Kubbealtı Yay. 2010) Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.

Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder.

Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar.

Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:

‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’

Kadınlı erkekli toplantılarda;‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı…

İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi. Aralarında büyük yaş farkı vardı. Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti. Bu evliliğinden oğlu Necdet (Sander) dünyaya gelmişti. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.

Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı.

Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam; Osman Fahri. Osman Fahri Şükûfe Nihal’e çılgınca âşıktı. Bu ayrılık onu cesaretlendirmiş, hislerini sevdiği kadına açıklamıştı. Ama aldığı cevap olumsuzdu.

Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak Elazığ’a gitmiş, oradan da yalvarmıştı;

‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’

Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.

Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı…  

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. ‘‘Yakut Kayalar’’ adlı romanının kahramanıydı Osman Fahri.  Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...

Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar.

Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.

‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’

Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”  

Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:

‘’Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp 
parmaklarımı kanatarak 
kırasıya, 
çıldırasıya... 
Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz, 
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz 
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.

İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti. Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze  ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;

Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal… Aynı kitapta bulunan ‘’Gurbet’’ şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmişti. ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:

‘’Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar’’

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:

‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’

Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:

‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’

Aşkları üzerine roman yazdılar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler.

Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti. Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal.

Şükûfe Nihal ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’

Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini  ve ümitsizliğini anlatır:

‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti…Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.

Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:

‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verecekti.  

Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…

Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ adlı romanında (Everest Yay. 2010) Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahseder;

Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor.

Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’

Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur’’

Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.

1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir; kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Çok sevdiği kızı Günay’ın hayata gözlerini yumması (1969) da yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…

Şükûfe Nihal yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı aramıştır. O’nun aradığı aşk tensel değil, tinsel bir aşktır.

Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:

‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .

Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’

Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır.. Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.

‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi...  Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti.

Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.

Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.

Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:

‘Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’

Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.”

(Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)

Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri, ne de Fâruk Nâfiz… Hepsini unuttuk…

Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den bahseder.

Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’

Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı...

Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…

Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur? Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yapar?

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı,  halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:  ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)

Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah: "Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur. Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır. O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir. Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur. Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır. Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir. Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur. Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir. Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir."

Aşkı bilen,  tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.

Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Osman AYDOĞAN  21 Eylül 2016



İnsan Yetiştirme Düzenimiz


Kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ işin bilimsel esası gözden kaçırılıp şimdi olduğu gibi geçmişte de siyasete ve ideolojik düşüncelere alet edilerek yıllardır yaz boz tahtasına çevrilmiştir.

Daha ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’; ‘’eğitim’’ nedir, ‘’öğretim’’ nedir, ‘’talim’’ nedir, aralarındaki fark nedir, nerede eğitim, öğretim yapılır, nerede talim yapılır ayırdında bile değildir.

***

Eğitimde; bir akıl yürütme vardır, neden sonuç ilişkisi vardır, durmadan sorgulama vardır, araştırma vardır. Ama biz eğitim yapmadık; öğretim yaptık. Eğitilmiş zihnin, öğretim görmüş zihinden daha farklı olduğunu anlayamadık. Hep ‘’nasıl’’ sorusuna cevap aradık, hiç ‘’niçin’’ sorusuna yönelmedik.

***

‘’Şüphe aklın yarısıdır’’ derler (Sokrat), eğitim işte bunu vermeliydi, veremedik.  Eğitim almış insan; şüphe etmeli, soru sormalı, eleştirmeli, analiz etmeli, sorgulamalıdır. Ama biz her şeyi sorgulamadan ya kabul, ya da red ediyoruz.

Göthe; ‘’üç bin yıllık geçmişin hesabını yapmayan insan günü birlik yaşayan insandır’’ der. Sokrat’ın sözü idi; ‘’sorgulanmamış hayat, yaşanmamış bir hayattır.’’ Bu sözleri haiç ama hiç anlamadık, anlayamadık.

Jostein Gaarder’in çok güzel bir kitabı var; ‘’Sofi’nin Dünyası’’ ‘’Sen kimsin?’’ diye başlıyor ilk cümle. (Sofi, Sophia’da geliyor, Türkçesi ‘’gerçek’’ demek) Felsefede sorular önemlidir, cevaplar değil... Gaarder kitabında sorgulama yapıyor, düşünmeyi, yaratıcılığı öğretiyor. Sorgulama beyin hücrelerini, zihni çalıştırıyor...

Immanuel Kant’ın üç kitabının da adı ne ilginçtir; ‘’Saf aklın eleştirisi’’, ‘’Pratik aklın eleştirisi’’ ve ‘’Yargı gücünün eleştirisi’’dir. Eleştiriden, analizden ve yorumdan yoksun bir eğitim eğitim değildir, anlamadık. Ama bizde eleştiri ‘’övgü’’ ile ‘’yergi’’ arasındadır. Eleştiri yok itaat vardır, sadakat vardır. Eleştiri için; bilgi gereklidir, anlama gereklidir, yorumlamak gereklidir, bilmedik, bilemedik…

***

Eğitim felsefi olmalıdır, anlamadık... Felsefe; insan düşüncesini (tutuklu olan insan düşüncesini) özgürlüğe kavuşturmak içindir, bilmedik… Eğitimin amacı insanı düşündürmektir, kişinin analiz ve sorgulama kabiliyetini artırmaktır. Eğitimin işlevi nesilden nesile kültürün aktarılması da değildir. Eğitimde, kültürü analiz edecek, geliştirecek, yeni sentezlere ulaştıracak bireylerin yetiştirilmesi söz konusudur.

***

Güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur. İyi bir eğitim sistemi, bireyler arası farklılıkları korumalıdır. Oysaki bugünkü eğitim sistemimiz bireyleri birbirine benzetmektedir. Bireyler arası farklılıkları dikkate almayan bir eğitim sistemine sahip toplumun gelişme ve değişme imkânı oldukça sınırlıdır... Eğitimde herkesi bir kabul ediyoruz. Öğrenciyi şekil verilecek bir ‘’balmumuma’’, ‘’yontulmamış bir mermere’’ benzetiyoruz. Öğrencinin bir ‘’özerkliği’’ olduğunu, bir ‘’kişiliği’’ olduğunu unutuyoruz. Eğitim yapalım derken öğrencinin kişiliğini ve özerkliğini yontarak ona zarar veriyoruz.

***

Antropologlar insanın evrim basamaklarında ellerin çok önemli olduğunu belirtiyorlar. Onlara göre; zekânın artması, büyük ölçüde serbest hale gelen ellerde yatan olağan üstü üretim potansiyeline cevap olarak ortaya çıkmıştır. Eller serbest hale gelince işlevi artmış ve bedenin özgürlüğüne paralel olarak beyni de özgür hale gelmiştir. Eğitim süreci bireyi hem fiziksel hem de zihinsel açıdan özgür bırakması gerekmektedir.

Ama, bizim kültürümüze, yapılan eğitimimize bakalım; sadece düşüncemiz değil, bedenimiz de hapis, ellerimiz hapis, bacaklarımız hapis, rahat hareket ettiremeyiz, toplum olarak jimnastiği, halk oyunlarını, dansı bilmeyiz. Bedenimiz hapis, bedenimizi rahat hareket ettiremeyiz. Davranışlarında özgür olamayanlar düşüncelerinde de özgür olamazlar.

***

Sokrat’ın sözüdür; ‘’doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.’’ Sokrat’ın amacı ders vermek değil, öğretmek değil, amacı; aynı konuyu paylaşan insanlarla konuşmaktır. Bu bizim aile yapımızda, eğitim sistemimizde, insan yetiştirme sistemimizde olmayan bir şeydir; konuşmak... Bizde dersler sadece anlatılır; konferans verir gibi... Aslında ‘’Sofi’nin dünyası’’  hepimizin dünyasıdır. Sorgulanması gerekir. Ama anlamadık.

***

N.H. Kleinbaum’un eseri; ‘’Ölü Ozanlar Derneği’’ ince bir kitap.. Robin Williams başrolu oynamıştı aynı isimle filmi yapılırken... Eğitim, sanat ve sorgulama üzerine yazılmış bir kitap... Romanda  öğretmen ‘’her zaman eğitimin amacı özgür düşünebilmeyi aşılamaktır’’ der. Filmi daha etkileyici idi..

***

Bizde eğitim ''talim'' zihniyeti ile ele alınmıştır. Talim davranış değişikliği yapmaz. Talim edilmiş zihin özel bir beceriyi kazanmış zihindir. Talim ‘’nasıl’’ sorusunu sorar; arabayı nasıl kullanabilirim, piyanoyu nasıl çalabilirim, dil’i nasıl öğrenebilirim. Malum askerlerin eğitimidir talim; ‘’tüfek şu şekilde çatılacaktır!’’ Bunun alternatifi, sorgulaması, ‘’niçin’’i, üzerinde düşünülmesi yoktur. Ama eğitim ‘’niçin’’ sorusunu cevaplar. Eğitim talim etmek değildir, anlamadık, anlayamadık…

***

Eğitimde eksik olan bir konu da ‘’sevgi’’ konusudur. Erich From ‘’Sevme Sanatı’’ isimli kitabının giriş kısmında yazardı; ‘’insanın eğitim düzeyi ne olursa olsun ‘’sevmek’’ her insanın kolayca ulaşabileceği bir edim değildir.’’

Sandık ki, ana lisan gibi ‘’sevme duygusu’’ da insanda birden bire gelişecek.  Eğitim sistemimizde hiç ‘’sevgi eğitiminin’’ yeri olmadı. Bisiklete binerken bile bir öğrenme sürecinden geçiyoruz. Zaten ‘’sevgi’’ kavramının da içini boşalttık. Sevgi deyince; sadece annemizi, eşimizi, çocuklarımızı sevmeyi anladık. Bu çerçevede sınırladık, başka insanları sevmedik, veya başka kavramlarla karıştırdık. Bu dar anlamda bile hep sevilmeyi bekledik, hiç sevmek için çaba göstermedik. Zaten kendimizi bile sevmedik. Kendini tanıyıp seven kişi tutarlı bilgi elde ettikçe başkalarını da sever. Bunu anlamadık bir türlü

***

Russel W. Gough’un ‘’Karakteriniz Kaderimizdir’’ isimli güzel bir kitabı var. Gough der ki kitabında; ‘’karakter gelişimi, okulların yeni ve teknik açıdan mükemmel bir müfredat uygulamaya başlamasıyla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Genç bir insanın iyi davranış alışkanlıkları edinmesinin en iyi yolu bu davranışlara sahip yetişkinlerde kendini özdeşleştirmesi ve onları taklit etmesidir.’’

Öğrencilerin eğitim sürecinde birinci derecede ihtiyaç duyacakları şey; ne en ileri eğitim teknolojileridir, ne en ileri eğitim yöntemleridir, ne de bilgisayar tabletleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duyacağı tek şey model alacakları örnek insandır.

***

Einstein’ın bir sözü; (biraz kaba, özür dileyerek aktarıyorum) ‘’Hangi mesleğe sahip olursa olsun, felsefeden, sanattan ve edebiyattan nasip almadan yetişen bir insanın Pavlov’un köpeğinden pek bir farkı yoktur.’’ Eğitimden, insan yetiştirme düzenimizden sorumlu olanlara duyurulur…

***

Eğitimin asıl hedefi de kendisi ile barışık, toplumu ile barışık, gülen, tebessüm eden, yaşamının nihai hedefi mutlu olmak ve mutlu kılmak olan  bir insan yetiştirmek olmalıdır. Eğitim  (ve de disiplin ) adı altında insanlarımızın yaşama sevinci budandı. (Hala da buduyorlar) Kültür olarak ne varsa hepsi insana hüzün şırınga ediyor... Yüzlerimizde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var... Giysilerimiz kara, yüzlerimiz kara, gözlerimiz kara, içlerimiz kara...

***

Yeryüzü aslında Tanrı’nın kutsal kitaplarında vaadettiği cennet ama biz bunun farkında olmadığımız gibi içimizde bir cehennem yaşatıyoruz alev alev...

***

Ve eksik olan çok önemli bir şey daha: Özgüven. Aslında sona bıraktım ama en önemlisi öğesidir eğitimin özgüven. Özellikle eğiticilerin davranışlarında yargılayıcı, denetleyicive müdahaleci bir tavır hâkimdir. Aslında yargılayıcı, denetleyicive müdahaleci bir tavır da heves kırar, hedef küçültür ve özgüven sarsar… En büyük eğitici olarak başta anne  ve baba olarak bu tavrı sergiliyoruz. Sanki insanlarımızın dağuştan Tanrı’nın bahşettiği özgüvenini yok etmek için çaba harcıyoruz. Çocuk evde, öğrenci okulda, birey işyerinde bir kusur mu işledi, hemen olumsuz hitaplarla yargılar itham edilir.

Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ 

Eğitimbilimciler ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler, ‘‘kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değeri hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler... Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur.  Halbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar.  Biz ise diz çöktürmeye çaışıyoruz… Başta da ifade etmiştim ya ''güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur'' diye...  Ezilen, eğilen, üzülen hatta aşağılanan zayıf insanlarla nasıl bir güçlü toplum olacağız ki?

***

Umberto Eco’ya atfen bir söz vardır; ‘’Bütün kitaplar (Kutsal Kitapları kasteder) iman etmek için değil, anlamak ve araştırmak içindir.’’ Kutsak Kitabımız Kur’an’da yüce Allah der ki ‘’Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.’’ (Yusuf  Suresi  2’inci Ayet)

Ama dinimizi bizden de çok iyi bildiklerini iddia eden günümüzün Maarif Nazırı okullardaki Kur’an eğitimi için diyorlar ki: ‘’öğrencilerimiz Arapça okuyacaklar ancak anlamayacaklar’’… Ne diyeyim, ne yazayım, insan yetiştirme düzenimiz kimlere emanet!

* **

Özet olarak eğitim insana analitik düşünce, soyut düşünce, özgüven, insan sevgisi, yaşama sevinci, özgürlük duygusu ve mutlu olmak ve mutlu kılmak isteğivermelidir. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamaz, bir devlet yücelemez.

Eğitim belleğe bilgi doldurmak değildir. Eğitim; irdeleme, sorgulama, analiz etme, çözümleme ile düşünme yeteneğinin ve kişiliğin geliştirilme sürecidir.  Eğitim, hele hele günümüzde olduğu gibi ‘‘talim‘‘ hiç değildir.

***

Yazının başlığı ‘‘İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’… Bu başlığı Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi eğitim bilimcilerden olan değerli hocam merhum Prof. Dr. Yahya Kemal Kaya’nın yayınlanmış olan doktora tezinin ismiydi. Burada kendisini rahmetle anıyorum. Nur içinde yatsın.

Osman AYDOĞAN  20 Eylül 2016




Dönüş (2)


Uzuuuun bir ayrılıktı… Gerçi yollardaydım bir süre… Az değildi, binlerce km de yol gitmiştim. Hani bir halk türküsü vardı; ‘’Bir yiğit gurbete gitse ve orada İnterneti olmasa!’’ Gerçi gittiğim yerlerde İnternet vardı ama ben kullanmadım. Ancak bu süredeki esas yolculuğum içimdeki yolculuktu… İçimdeki bu yolculukta dikkatim dağılmasın diye de İnternetten uzak durdum. İçimde yıllar öncesine gittim, ne zorlu yolculuklar yaptım içimde, orada yıllar önce tanıdığım, beni ben yapan en yakın dostum, sırdaşım, arkadaşım, sanki bana en yakın akrabam Şehriyar’ı buldum ve yokluğumdaki, ayrılığımdaki bu uzuuun süreyi hep onun hatıralarıyla geçirdim…

***

Bu günler gibi güz günleriydi… Şehriyar’la sabahlara kadar süren sohbetlere dalardık… Doğal bir öğretmendi Şehriyar, ama hiç de kendisinde bir öğretmen edası yoktu.  ‘’Galileo der ki; insana bir şey öğretebilmenin yolu, öğrenmeyi ancak kendi içinde bulabileceğini öğretmektir. Bu nedenle ben de kimseye bir şey öğretmeye değil sadece insanların öğrenmeyi ancak kendi içlerinde bulabileceklerini öğretmeye çalışıyorum’’ derdi Şehriyar.  Düşüncelerini sürekli birisiyle paylaşırdı… Derdi ki; ‘‘düşüncelerimizi paylaşmadığımız sürece, kendi hapishanemizi de yaratmış oluruz ve bu kendini yok etme sürecinin de başlangıcıdır. Bu bir varlık sorunudur.’’ Dersleri ve anılarımı bu şekilde kaleme almamda da en çok Şehriyar’ın bu sözü etkili olmuştu… Sohbet değildi aslında, Şehriyar anlatır ben dinlerdim… Ya Şehriyar anlatırken not alırdım, ya da konuşmasından (daha doğrusu dersinden ) sonra aklımda kalanları yazardım… Şehriyar’ın dersinin tek kişilik sınıfının tek öğrencisiydim sanki… Şimdi diyorum ki, iyi ki o zaman bu notları almışım… Yoksa bir otuz yıl sonrası bu konuşmaları (dersleri) hiç hatırlayamazdım… İşte otuz yıl öncesi aldığım bu notları tekrar okumakla başladı benim bu uzuuun içsel yolculuğum…

***

‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıydı…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’

Ve anlatırdı Şehriyar;

‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Bizler sırlarla dolu bir evrende hatta bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız.

Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz. Bir kez hiç kuşku taşımaksızın idrak edersiniz ki siz dünyanın içinde değilsiniz, dünya sizin içinizdedir. Siz beden içinde değilsiniz, beden sizin içinizde! Zihin sizin içinizde. Olan her şey zihnin içinde ve zihne vaki olur. Her şeyin sizin zihninizde olduğunu, sizin zihinden öte olduğunuzu ve gerçekten yalnız başınıza olduğunuzu ne zaman idrak ederseniz, işte o zaman her şey sizsiniz. Zihninizin içeriğine bakın. Siz nasıl düşünüyorsanız, öylesiniz. Sizler gördüğünüz dünyayı tanımlamazsınız, tanımladığınız dünyayı görürsünüz. İç ve dış arasında ayrımın yalnızca zihinde olduğunu idrak ettiğiniz zaman, artık korkunuz kalmaz. Bunu açık ve berrak bir şekilde anlamaya çalışın. Her ne algılarsanız, o algıladığınız şey siz değilsiniz. Gerçekte sahip olduğunuz şeyin bilincinde olmazsınız. Bilincinde olduğunuz şey siz değilsinizdir ve o sizin değildir. Siz bilincinde olduklarınızın hiçbiri değilsiniz. Sizin olan algılama gücünüzdür, algıladığınız değil. Zihin; zaman ve uzay yaratır ve kendi yarattığını gerçek olarak kabul eder. Gerçek şu ki; bilinç ile bilinç dışı arasında pek ufak bir fark vardır – onlar esasta aynıdır. Dünyayı siz yaratıyor, sonra da onun için hayıflanıyorsunuz. Sizi mutlu ya da mutsuz eden sadece kendinizi zihninizle özdeşleştirişinizdir. Zihninizin kölesi oluşunuza başkaldırın, tutsaklığınızı kendiniz yaratmış olduğunuzu görerek bağımlılık ve nefret zincirlerini kopartın.

Ben ‘beden’im fikrinin ötesine gidin ve göreceksiniz ki siz zaman ve uzayın içinde değilsiniz, zaman ve uzay sizin içinizdedir. Bunu bir kez anladığınızda, kendini idrakin önündeki başlıca engel kaldırılmış olacaktır. Siz ‘ben –bu- beden-im’ illüzyonuyla bağımlı olduğunuz zaman, uzay içinde sadece bir nokta ve zaman içinde sadece bir ansınız. Beden ve bedenle özdeşlik duygusu mevcut oldukça, düş kırıklıkları kaçınılmazdır. Bedenle özdeşlik zannı bittiğinde, tüm uzay ve zaman sizin zihninizdedir ve zihin bilinç içinde yalnızca bir dalgacıktır, bilinç ise doğaya yansımış farkındalık. Siz kendinizi zaman ve uzay içinde bir noktadan daha küçük olarak idrak ettiğiniz zaman, hani kesilemeyecek kadar küçük ve öldürülemeyecek kadar kısa ömürlü olduğunuzu, o zaman ve ancak o zaman bütün korkular gider. Siz iğne ucundan daha küçükseniz, iğne sizi delemez – siz iğneyi delebilirsiniz.

Bir kez, her şeyin kendi kendine olduğunu idrak ettiğiniz zaman (buna ister kader, ister Tanrı, ya da rastlantı deyin) işte o zaman sadece bir tanık olarak kalırsınız, anlayan, tat alan fakat tedirgin olmayan, kaygısız bir tanık olarak… Hayatı geldiği gibi kabul edin, onun bir nimet olduğunu göreceksiniz. Siz kendinizi; hayat akımından ayrı, kendi kişisel iradesi olan, kendi hedefleri peşinde koşan bir ‘kişi’, bir beden ve bir zihin olarak kabul ettiğiniz sürece, sadece yüzeyde yaşıyorsunuz, yapacağınız her şey çok kısa ömürlü ve pek az değer taşıyan, kibir ve gurur alevlerini besleyen saman çöplerinden başka bir şey değil demektir. Kendinizi bilinç sahibi bedenler olarak düşünmeye öylesine alışmışsınız ki, bilincin beden sahibi olduğunu bir türlü imgeleyemiyorsunuz. Bedenli mevcudiyetin bir zihin hali olduğunu, bilinç içindeki bir devinim olduğunu, bilinç okyanusunun sonsuz ve ebedi olduğunu, bilinçle temas halindeyken sizin yalnızca tanık olduğunuzu bir kez fark etseniz, tamamen bilinç ötesine geri çekileceksiniz.

Dünyanın mevcut olması size bağlıdır. Dünyanın mevcut olması sizin tercihinizdir. Onun gerçekliği hakkındaki inancınızı kaldırın, o bir rüya gibi eriyip gidecektir. Zaman dağları düzeltebilir, zamanın, zaman ötesi kaynağı olan siz ise çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Çünkü bellek ve beklenti olmadıkça zaman da yoktur. Sizi güvensiz ve mutsuz kılan sizin zihninizdir. Beklenti sizi güvensiz kılıyor, bellek mutsuz ediyor.  Kişinin gerçeğin sadece bir gölgesi olduğunu, fakat gerçeğin kendisi olmadığını bir kez idrak ettiğinizde üzülüp dertlenmekten vazgeçersiniz. Olmakta olan sizin zihin projeksiyonunuzdur. Zayıf bir zihin kendi projeksiyonlarını kontrol edemez. Onun için zihninizin ve onun projeksiyonlarının farkında olun. Zihninizi düzene koyun, doğrultun, her şey düzelecektir. Kendinizde düzen olmadıkça, dünyada da düzen olmayacaktır. Doğada kaosa yer yoktur. Yalnızca insanın zihninde kaos vardır. Kötülük, hastalanmış bir zihnin pis kokusudur. Zihninizi iyileştirin, o zaman o da çarpıtılmış çirkin filmler projekte etmeyi kesecektir.

Kendinizi kontrol etmek için kendinizi bilin. Zihniniz tümüyle dünya ile meşgulken kendinizi bilemezsiniz; kendinizi bilmek için dikkatinizi dış dünyadan ayırıp içe çevirmelisiniz. Bütün hayalleri terk edin ve kendinizi olduğu gibi bilin. Kendini biliş bağımlılıklardan kurtuluştur. Tüm kıvranışlar yetersizlik duygusundan dolayıdır. Hiçbir şeyden yoksun olmadığınızı, var olan her şeyin siz ve sizin olduğunu bildiğiniz zaman arzu biter. Siz kendinizi bildiğiniz zaman Tanrı da sizi bilir. Siz kendinizi bilmedikçe var olmanın ne önemi var? Aslında ne olduğunuzu bilmeye de ihtiyacınız yoktur. Ne olmadığınızı bilmek yeterlidir. Ne olduğunuzu asla bilmeyeceksiniz, çünkü her keşif, fethedilecek yeni boyutları açığa çıkarır. Bilinmeyenin sınırları yoktur.

Her olayın kaynağı ve sonu sizsiniz, olayı kaynağında kontrol edin. Durgun ya da huzursuz olan zihindir, siz değilsiniz. Siz huzurlu olmadıkça gerçeği göremezsiniz. Sakin bir zihin, doğru bir idrak için şarttır ki bu da kendini biliş için gereklidir. Bütün ihtiyacınız sadece sakin bir zihindir. Zihniniz sakinleştiğinde diğer her şey gereğince ve doğru şekilde gerçekleşecektir. Zihin yatıştırıldığında ve artık iç âlemi rahatsız etmediğinde, beden yeni bir anlam kazanır ve onun değişimi hem gerekli hem mümkün hale gelir. Zihnin ötesine geçmek için sessiz ve sakin olmak zorundasınız. Sessiz ve sakin kalın. Dünyadaki işinizi yapın, fakat içinizdeki sükûnu sürdürün. O zaman her şey size gelecek. Sizin umudunuz zihninizde sessiz ve gönlünüzde sakin kalmakta yatar. Gerçeğe varmış insanlar çok sessizdirler. Sade, sadık ve alçak gönüllü olun, erdemlerinizi gizleyin, sessizce yaşayın. Önemli olan neyi yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınızdır. İçinizi arayın. Sizin gerçek varlığınız sizin en iyi dostunuzdur.

Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’

****

Gecenin hayli bir vakti idi… Uzaklardan sahile vuran denizin dalgalarının sesleri geliyordu… Gün döneli çooook olmuştu, güz rüzgârlarının o ürpertici sesi ve ağaçlarda yaprakların haşırtısı duyuluyordu… Çok uzaklardan bir müzik sesi işitiliyordu, o çok sevdiğim nağmeler: Melihat Gülses’in sesiydi, Arda Şendoğan’ın güftesi, İsmet Nedim Saatçi’nin bestesi o Muhayyerkürdî şarkıyı söylüyordu Melihat Gülses;  ‘’Boş çerçeve’’

‘’Artık bülbül ötmüyor
Gül dolu pencerede
Yalnız hâtıran kaldı
Ah boş kalan çerçevede’’

Yıllarca önce tanıdığım Şehriyar yoktu artık, bu boş kalan çerçevede yalnız hâtıraları kalmıştı Şehriyar’ın. Bu ses beni birkaç sene önceye götürdü. Birkaç sene önceydi, bir Eylül sonunda Bodrum’da ben ve eşim, Melihat Gülses ve eşi, Bekir Ünlüataer ve Grup Eşref Vakti üyeleri bir konser sonrası bir sahil lokantasında gece 03’e kadar sohbet etmiştik…

***
Melihat Gülses’in o gül sesi içsel yolculuğuma kısa bir ara vermişti.
Yine Şehriyar dikildi karşıma;

‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Dünyadan hiçbir şey talep etmediğiniz, hiçbir şey aramadığınız, hiçbir şey beklemediğiniz zaman en yüce hal size gelecektir, davet edilmeden, beklenmeden. Arzusuz olmak en yüce mutluluktur. Varoluşun farkındalığı mutluluktur. Dertleri doğuran şey arzuların tatminidir. Arzulardan kurtulmuşluk mutluluktur. Tüm ilgi ve arzulardan kurtulmuşluk ebediyettir, ölümsüzlüktür. Bütün arzular terk edilmelidir, çünkü arzu etmekle siz, arzunuzun şekline bürünürsünüz. Hiç arzu kalmadığı zaman doğal halinize dönersiniz. Düşüncelerinizi ve eylemlerinizi harekete geçiren neden arzu ve korku olduğu sürece ıstırap çekeceğiz. Arzu ve korku son bulunca, tutsaklık da biter. Tutsaklığı yaratan, bizim karakter ve mizaç dediğimiz duygusal bağlılıklar, sempati ve antipatilerin oluşturduğu davranış kalıplarıdır. Arzudan ve korkudan kurtulun, görüşünüz birdenbire berraklaşacak ve siz her şeyi olduğu gibi göreceksiniz.

Özgürlük terk edişten geçer. Sahiplenme tümüyle bağımlılıktır. Arzu zihnin bir fikir üstünde sabit tutulmasından ibarettir. Ona dikkatinizi vermeyi reddederek o takıntıdan sıyrılın. Bütün tutkular, bağımlılıklar korku imal ederler ve korku insanı köleleştirir. İhtiyaçlarınız gerçekdışıdırlar ve çabalarınız da anlamsız. Zannedersiniz ki sahibi olduğunuz şeyler siz korur. Aslında onlar sizi kolay yaralanabilir hale getirirler. Bir merkez vardır ki algıladığı her şeye gerçeklik verir; bütün ihtiyacınız olan, gerçeğin kaynağının siz olduğunu, sizin gerçeği alan değil, veren olduğunuzu, sizin bir desteğe ya da doğrulanmaya ihtiyacınız olmadığını anlamanızdır. Her neyi arzu ya da korku ile düşünürseniz, o sizin önünüzde gerçek gibi belirir. Ona arzusuzca ya da korkusuzca bakın, varlığını kaybedecektir. Haz ve acı geçicidir. Onları dikkate almamak, onlarla uğraşmaktan daha basit ve kolaydır.  Her ne zaman arzu ya da korkuya ilişkin bir düşünce zihninize gelirse, dikkatinizi derhal ondan uzaklaştırın. Yalnız şunu görün ki, arzuladığınız şeyde mutluluk yoktur. Her zevk acı içine sarılmıştır. Arzularınızdan, korkularınızdan ve onların yarattığı düşüncelerden yüz çevirin, bir anda doğal durumunuzda olursunuz. Farkına varırsın ki doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Siz arzuların ve korkuların pençesindeki o duyusal, duygusal ve entelektüel kişi değilsiniz. Gerçek kendi benliğinizi bulun. Ben neyim? Bu tüm felsefelerin ve psikolojinin temel sorusudur. Onda derinleşin.

Siz daima hazzı arıyor, acıdan kaçıyorsunuz, her zaman mutluluk ve huzur peşindesiniz. Görmüyor musunuz ki sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Diğer yolu deneyin; hazza ve acıya kayıtsız, onları ne isteyerek, ne de reddederek, bütün dikkatinizi ‘’ben-im’’in ebediyen var olduğu düzeye verin. Acı ve haz, iyi ve kötü, doğru ve yanlış; bunlar göreli terimlerdir ve mutlak imişcesine kabul edilmemelidirler. Onlar sınırlı ve geçicidirler. Acı fizikseldir, ıstırap zihinsel. Zihnin ötesinde ıstırap yoktur. Doğa ne zevk, ne acı vericidir. O tüm zekâ ve güzelliktir. Zevk ve acı zihindedir. Değişmez ve mutluluk verici olanı bulmak için değişen ve acı verici olana sarılmayı bırakmak zorundasınız. Siz kendi mutluluğunuzla ilgilisiniz ve ben size diyorum ki, böyle bir şey yoktur. Mutluluk sizin kendinize ait bir şey asla değildir, o ‘ben’in olmadığı yerdedir ancak. Onun ulaşamayacağınız bir yerde olduğunu söylemiyorum; siz sadece kendi ötenize, egonuzdan öteye uzanmalısınız, o zaman onu bulacaksınız. Çok geçmeden idrak edeceksiniz ki huzur da, mutluluk da sizin kendi doğanızdadır ve onları belli kanallarda aramanız karışıklık ve sıkıntıya neden olmaktadır.

Bedenin ve zihnin doğru hali ve doğru kullanımı alabildiğine haz vericidir. Yanlış olan, haz arayışı içinde olmaktır. Mutlu olmak için çabalamayın, daha iyisi, mutluluk arayışını sorgulayın. Mutluluk arıyorsunuz, çünkü mutlu değilsiniz. Neden mutsuz olduğunuzu bulun. Mutlu olmadığınızdan, mutluluğu hazda ararsanız; haz acı getirir, bunun için de ona dünyevi dersiniz; o zaman başka türlü bir hazzı, acısız bir hazzı özlersiniz, on ada ilahi dersiniz. Gerçekte haz acının geçici olarak ertelenişidir. Mutluluk; dünyevi veya dünyevi olmayan, içte ve dışta vaki olan her şeydir. Fark gözetmeyin ve ayrılmaz olanı ayırmayın ve kendinizi hayata yabancılaştırmayın.

Mutlu olmak için şeylere ihtiyacımız olduğuna inandığımız sürece, onların yokluğunun bizi perişan edeceğine de inanırız. Gerçek mutluluğun bir nedeni olmadığı ve nedeni olmayanın değişmez olduğudur; bu demektir ki o haz gibi idrak edilebilir değildir. İdrak edilebilir olan acı ve hazdır, kederden azade olmak ancak negatif yoldan tarif edilebilir. Onu direk olarak bilmek için siz nedensellik düşkünü ve zamanın zorbalığı altında olan zihnin ötesine geçmek zorundasınız.

Zihnin orada olduğunu size zihin söylüyor. Aldanmayın. Zihin hakkında bütün sonu gelmez tartışmaları üreten zihnin kendisidir, kendi korunması, devamı ne genişlemesi için. Sizi zihnin ötesine götürecek olan, zihnin kıvrılıp bükülüşlerini ve çırpınışlarını dikkate almayı düpedüz reddetmektir. Varlığın ve yokluğun ötesinde hakiki olanın sonsuzluğu yatar. Gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Ruh kendisini iyileştirir, ona engel olan zihindir.

Dış hayatınız önemsizdir. Bir gece bekçisi olarak da mutlu yaşayabilirsiniz. Önemli olan iç âleminizde ne olduğunuzdur. İçsel huzuru ve mutluluğu kazanmak zorundasınız. Bu, para kazanmaktan çok daha zordur. Hiçbir üniversite size kendiniz olmayı öğretemez. Hemen, şimdi kendiniz olmaya başlayın. Sizin olmayan her şeyi bir taraf atın ve durmadan derinleşin. Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi siz de öylece, sizin olmayan pek çok şeyi atmak zorundasınız, ta ki sahiplenemeyeceğiniz, sizin olmayan hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Bakacaksınız ki zihnin çengel atıp tutunabileceği hiçbir şey kalmamış. İşte o zaman artık siz kendiniz değilsiniz, siz kendi nedeni bulunmayan nihai nedensiniz. Bütün sahta kimlikler atıldığında, geriye o her şeyi kucaklayan sevgi kalır. Sevgi, ‘ben her şeyim’ der. Bilgelik, ‘ben hiçbir şeyim’. İdrak edeceksiniz ki bilmek sevmektir, sevmek bilmektir ve hayatım bu ikisi arasında akıp gider.’’

***
Şehriyar bana bunları anlatırken; bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçmişti gözlerimin önünden... Bir sonbahar daha geçmişti Celâlâbâd’da rengârenk, bir güz daha geçmişti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...

Şehriyar bana bunları anlatırken; Celâlâbâd’ın tam da üzerinde kuzeyden sanki ona kol kanat germişçesine, o muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş aşağılara doğru inmişti. Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşamıştı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurmuştu yüzüne insanın… Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi gelmişti hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk bakmıştı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında... Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serilmişti yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar Şükûfe Nihal’in şiirinde olduğu gibi ruhumla öpüşmüş gibiydi…

Şehriyar bana bunları anlatırken; uğultuları gelmişti rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitmişti evlerine ve yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti...

Şehriyar bana bunları anlatırken; yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına… Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, ince ince yağan bir karın yeryüzüne beyazdan bir örtü serercesine geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların... Daha erken olmuştu akşamlar...

Şehriyar bana bunları anlatırken; her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra batmıştı güneş dağların ardından... Alev alev yanmıştı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde inmişti karanlıklar, usul usul basmıştı geceler. Her akşam gün yavaş yavaş bitip, Güneş dağların ardından alev alev çekilip, usul usul batarken, Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiiri gelirdi aklıma;

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’

Şehriyar bana bunları anlatırken; yurdumdan bu denli uzaklıkta aslında Celâlâbad’da her akşam bana, garip bir renk akşamıydı… Şehriyar bana bunları anlatırken;  yurdumdan bu denli uzaklıkta aslında Celâlâbad’da her akşam bana, bütün günlerimin içime denk akşamıydı…

***

Notlarımda yine Şehriyar. O’nun kendisi hakkındaki sözleri;

‘’Haz ve acı üzerimdeki egemenliklerini yitirdiler, kendimi hiçbir şeye gereksinim duymayan, bütünlük içinde, doygun bir varlık olarak hissediyorum. Benim sessizliğim şarkı söyler, benim boşluğum doludur. Siz benim dünyamda olmadıkça onu bilemezsiniz. Hiçbir şey olmak, hiçbir şeye sahip olmamak, hiçbir şeyi alıkoymamak bana en büyük armağan, en yüksek cömertliktir. Benim gerçek dünyamda sizin kötü dediğiniz bile iyiye hizmet eder, bu nedenle de gereklidir. O bedeni toksinlerden arındıran çıbanlar gibidir. Hastalık acı verici, hatta tehlikelidir, fakat onunla doğru şekilde meşgul olursanız, o şifa verir. Bu, bir şeylerin kendi başlarına iyi ya da kötü oluşu sorunu benim dünyamda mevcut değildir. Gerekli olan iyidir, gereksiz olan kötü. Sizin dünyanızda ise hoş olan, zevk verici olan iyi, acı verici olan da kötü. Şimdi şunun fakına vardım, hayatı geldiği gibi hoş karşılamak ve onun sunduğu her şeyi sevmek en iyisidir. ‘’

Bana bunları anlatırken Şehriyar; mutluluktan ve kederden azade tunçtan bir heykel gibiydi yüzü. Ancak o simsiyah derin kocaman gözlerinde ve yüzünde hiç bitmeyen hafif bir tebessüm olurdu. Aklıma inci taneleri gibi sıra sıra geliyordu Şehriyar’ın diğer sözleri:

‘’Bilmemek ve bilmediğini bilmemek sonu gelmeyen ıstırabın nedenidir.

Evren sizin sınırsız olma kapasitenizin kısmi bir tezahüründen başka bir şey değildir.

Her hal ve şartta sizi harekete geçiren sizin iyileşme arzunuzdur, doktor değil.

Siz en önemli olanı dikkate alın, daha az önemli olanlar yollarına gireceklerdir. Karanlık bir odayı derleyip toparlayamazsınız.  Önce pencereyi açarsınız. Işığa yol vermek her şeyi kolaylaştırır.

Herkes yaşadığı gibi ölür.

Nedenler olduğu sürece sonuçlar mutlaka olacaktır.

Kral Janaka bir seferinde rüyasında dilenci olduğunu gördü. Uyanınca Gurusu Vasishta’y sordu: ‘Ben rüyasında dilenci olduğunu gören bir kral mıyım, yoksa rüyasında kral olduğunu gören bir dilenci miyim?’

Büyümeye engel olan nedenleri ortadan kaldırın, o zaman bütün kişisel, sosyal, ekonomik ve politik sorunlarınız ortadan kalkar. Evren bir bütün olarak mükemmeldir ve parçaların o mükemmelliğine ulaşma çabaları bir sevinç nedenidir. Mükemmel olmayanı mükemmel olan uğruna seve seve feda edin, o zaman iyi ve kötü tartışmaları hiç olamayacak.

Fiziksel ve zihinsel hiçbir şey size özgürlük veremez. Bir kez, tutsaklığınızın kendi eseriniz olduğunu anlayıp da sizi bağlayan zincirleri perçinlemeye son verdiğiniz zaman, artık özgürsünüzdür.

Sizinle temas kuran hiçbir şeyi ayırmamak, ona karşı koymamak, fakat hepsini anlamak ve sevmek evrenselce yaşamak demektir. Gerçekten şunu söyleyebilmek; ben dünyayım, dünya bendir, ben dünyada evimdeyim, dünya benimdir. Her mevcut olan benim mevcudiyetim, her bilinç benim bilincim, her keder benim kederim, her sevinç benim sevincimdir diyebilmek – bu evrensel hayattır. Bununla birlikte gerçek varlığımız evren ötesidir.

Ne bir hedef vardır ne de ona ulaşmak için bir yol. Yol da sizsiniz hedef de siz; kendinizden başka ulaşacağınız hiçbir şey yoktur.

Dünyayı ve kendinizi bildiğinize inanıyorsunuz, fakat size biliyorum dedirten sizin cahilliğinizdir. Çevrenizde ve içinizde gördüğünüz her şey sizin bilmediğiniz ve anlamadığınızdır, bilmediğinizi ve anlamadığınızı dahi bilmeden. Bilmediğinizi ve anlamadığınızı bilmek gerçek bilgidir, alçak gönüllü bir kalbin bilgisidir. Bilgi ancak cehalet hakkındadır, siz bilmediğinizi bilirsiniz. Siz kendi içinizde bütünleşirseniz dıştaki bilgi size kendiliğinden akar.

Yakından bakın, göreceksiniz ki bütün isimler ve şekiller bilinç okyanusu içinde gelip geçici dalgalardan başka bir şey değildirler, sadece bilincin varlığından söz etmek mümkündür, yoksa ona ait değişimlerden değil.

Tüm tezahürün zıtlıklar içinde olduğu doğrudur. Haz ve acı, iyi ve kötü, yüksek ve alçak, ilerleme ve gerileme, dinlenme ve uğraşma – onların hepsi birlikte gelir ve giderler – ve bir dünya oldukça da, onun çelişkileri olacak.

Dağıtmak için üretmek, yemeden önce yedirmek, almadan önce vermek, kendinden önce başkalarını düşünmek. Ancak paylaşmaya dayanan ve bencil olmayan bir toplum bozulmaz, sarsılmaz ve mutlu olabilir. Tek pratik çözüm budur. Eğer bunu istemiyorsanız; dövüşün!

Şeyler kendi mükemmelliklerinden ötürü yıkılırlar. Mükemmel toplum ister istemez statiktir ve bu nedenle durgunlaşır ve çürür. Zirvede bütün yollar aşağıya doğru götürür. Toplumlar da insanlar gibidir, onlar doğar, göreli bir mükemmellik noktasına kadar gelişir ve bozularak ölürler.

Sözcükler gerçekleri iletmez, onları işaret ederler. İsim, yaşanan gerçek haline gelir. Sözcük ile anlamı arasındaki bağlantı nedeniyle sözcükler değerlidirler ve eğer insan sözcüğü çok büyük bir dikkatle incelerse, kavramın ötesine geçerek, onun kökenindeki deneyime ulaşır. Sözcükler sizi ancak kendi sınırlarına kadar götürebilirler; öteye devam etmek için onları terk etmek zorundasınız. Sadece sessiz bir tanık olarak kalın.

Bir insan daima kendine karşı başkaldırı halinde olmalıdır, çünkü ego, çarpık bir ayna gibi daraltır ve bozar. O despotların en kötüsüdür, o sizi mutlak biçimde hükmü altına alır.

Gerçeği bilmeye uğraşmayın, çünkü zihin yoluyla edinilen bilgi gerçek bilgi değildir. Fakat neyin gerçek olmadığını bilebilirsiniz – ki bu da sizin sahte olandan kurtulmanıza yeter. Doğruyu bildiğiniz fikri tehlikelidir, çünkü o sizi zihin içinde hapseder.  Ancak bilmediğiniz zaman, araştırmak için serbest olursunuz. Ve araştırma yapmadıkça kurtuluş yoktur, çünkü araştırmamak tutsaklığın başlıca nedenidir.

Ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz.

Siz koşullarınızı değiştiremezsiniz, fakat tavır ve tutumunuzu değiştirebilirsiniz. Esasa ilişkin olmayan şeylere bağımlı olmayın. Sadece gerekli olan iyidir. Sadece aslî olanda sükûn ve huzur vardır.

Genellikle sevinci bilmek için kederli, kederi bilmek için sevinçli olmak zorundasınızdır. Gerçek mutluluk ise bir nedene dayanmaz ve bir uyarımın bulunmayışıyla da kaybolmaz. O kederin karşıtı değildir, o tüm keder ve ıstırabı içerir.

Saf varoluş, tanımlanabilir ve tarif edilebilir varlıklar âleminden tamamen bağımsızdır.

Yangın evi sardığında, kibritin bir tehlikesi var mıdır? Gerçeği aramak, üstlenilen tüm işler arasında en tehlikeli olandır, çünkü o sizin içinde yaşadığınız dünyayı yıkar.

Muazzam çabalar harcamadıkça, çaba harcamanın sizi hiçbir yere götürmeyeceğini anlamayacaksınız.

Kuşkusuz ki bilen ile bilinen birdir, iki değil.’’

Ve Şehriyar’ın pek nadir söylediği tavsiyeleri geldi aklıma;

’’Vazgeçmiş olduklarınız önemli değildir. Vazgeçmemiş olduğunuz nedir? Onu bulun ve ondan vazgeçin.  Eğer ihtiyacınız olmayanları istemezseniz ihtiyacınız olan şeyler size gelecektir. Sahip olduğunuz her şeyi, her kimin ihtiyacı varsa, onunla severek paylaşın – kendinize zulmetmek için yollar icat etmeyin. Komşumuzun kederine karşı ilgisizliğimiz, ıstırabı kendi kapımıza getirir. Senin yükün, kendi hakkındaki sahte tanımlamalardır. Onların hepsini terket! Kendinizi alabildiğine çıplak, alabildiğine hiçlik içinde hazır tutun. Kendiniz sandığınız kişiye tutunmayın. Siz mükemmelsiniz, yalnızca bunu bilmiyorsunuz. Kendinizi bilmeyi öğrenin, harikalar keşfedeceksiniz. İnandığınızı yapın ve yaptığınıza inanın. Başka her şey enerji ve zaman savurganlığıdır. Kendisi için hiçbir şey istemeyen insan kadir-i kül (her şeye gücü yeten) olur, bütün evren onun hizmetinde olur. Öyle ki siz her şeyi kaybetmekle, gerçekten her şeyi kazanmış olursunuz. Her şey gidince hiçbir şey kalır. ’Mutlu olmak’ uğruna kendinizi kahretmeyin.  Hiçbir canlıyı incitmeyin.’’

Derslerini, anlatımlarını hep şöyle bitirirdi Şehriyar:

‘’Ben size tam da ihtiyacınız olanı sunuyorum; uyanışı. Siz aç değilsiniz, ekmeğe de ihtiyacınız yok. İhtiyacınız; son vermek, terk etmek, yakalanmış olduğunuz engellerden sıyrılmaktır. İhtiyacınız olduğuna inandıklarınız, ihtiyacınız olanlar değildir. Düşünebileceğiniz başka herhangi bir şey bir illüzyon ve bir engeldir. Bana inan ki kendiniz olmaktan başka hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Siz bir şeye sahip olmakla değerinizi artıracağını hayal ediyorsunuz. Bu, altının kendisine bakır katılmasıyla daha iyi duruma geleceğini hayal etmesi gibi bir şey. Doğanıza yabancı olan her şeyin terk edilmesi ve reddedilmesi yeterlidir. Diğer her şey boştur.’’

Ve her dersten sonra şu cümlesini tekrarlardı Şehriyar;

‘’Ben sadece gökyüzünü işaret edebilirim, yıldızları görmek sizin işinizdir.’’

***
Alman filozof Martin Heidegger’in ‘’Varlık ve Zaman’’ (Sein und Zeit) isimli eserini anımsadım. Bu eserinde şu iddiayı getiriyordu Heidegger; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ O zaman yapayalnızdım oralarda, oralarda tek dostum, tek arkadaşım, tek sırdaşım, benim öğretmenim, sanki bana en yakın akrabam Şehriyar’dan başka kimseciklerim yoktu. O zaman oradaki yalnızlığım bana şair A. Kadir’in bir şiirinin ilk dizesini anımsatırdı; ‘’Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular.’’ Heidegger’in söylediği gibi ben de öyle; oraya atılmış, öylece bırakılmış, sanki orada o dağ başında yapayalnız kalmış gibiydim.

Schopenhauer’in en çok sevdiğim sözü aklıma geldi; ''Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur. Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.’’ Şimdi düşünüyorum da aslında orada bütün bir sonbahar, aslında bütün mevsimler boyu mükemmel bir eğlenceye sahip olmuşum farkında olmadan.

Şehriyar sık sık Abdera’lı Democritus’un sözlerini aktarırdı. Taaa o zamanlar, en küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Democritus’un şu sözünü söylerdi Şehriyar; ‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’

Şehriyar da zaten günlerdir ve aylardır aynı şeyi söylemiyor muydu? Sadece evrenin değil, orada dünyanın bu parçası da benim evimdi… Sadece evrenin değil, orada dünyanın bu parçası da ruhumun eviydi… Dünyada ve evrende her yer benim ruhumun eviydi…

Döne dolana yine aynı noktaya geldim ve ''gözlemlenenle gözlemleyenin birliğinden, bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisinin ana fikrine saplanıp kaldım... Şehriyar da hep söylerdi zaten: ‘’Kuşkusuz ki bilen ile bilinen birdir, iki değil.’’

Şimdi düşünüyorum da iyi ki oralardaydım, iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki o anı ve o anları yaşadım diye, şimdi önümde uzayıp giden şu vadideki sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim.

Osman AYDOĞAN  19 Eylül 2016




Kurban Bayramı, Kurban ve Kuran


Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde farklı isimlerle anılır. Arapça ‘’İyd-el Adha’’ şeklindedir. Türkçede ve Farsçada Kurban Bayramı olarak anılırken, Hindistan ve Pakistan'da bayrama genellikle ‘’Bakra Eid’’ denir ki bunun anlamı "Keçi Bayramı"dır. (Bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçi olduğundan) Türkçe ismine benzer bir şekilde Bosna-Hersek, Bulgaristan da Koç bayramı, Arnavutluk'ta Kurban Bajram şeklinde anılır. 

Kurban Bayramı Hicri Takvime göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün boyunca kutlanır ve aynı zamanda da Mekke'de hac farizası ifa edilir. .

“Kurban” kavramı Kuran’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler),  5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.

Kuran'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

6. En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”

Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kuranda üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.

Kuranda 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve Hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’  olarak yorum­lamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, Boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “Boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur.

Kurban kesmek farz olmadığı gibi (çünkü Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu yoktur.) İslâm âlim ve müçtehitleri de kurban hakkında farklı içtihatlarda bulunmuşlardır. 

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre)  kurban ne farzdır ne de sünnettir. İmam Azam Ebû Hanife'ye göre kurban vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban farz değil, sünnet değil, vacip değil, sünnet-i müekkededir. (Sünnet-i müekkede: Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.) Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir tüm Müslümanlar için inmemiştir.)

Kuran lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kuran Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka yorumlanması gerekmektedir. ‘’Yorum’’un Arapça karşılığı ise ‘’meal’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’yorum’’ değil ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meal’’ kullanılmaktadır...

Biraz önce izah ettiğim gibi Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve Hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.

Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.   

Benzer şekilde ‘’huri’’ kelimesi de yanlış yorumlanmaktadır. Kuran’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’. Cennet’te cinsiyet yoktur. Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade yoktur Kuran’da. Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’  (78. Nebe, 33: ‘’Ve kevâıbe etrâben’’  - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Kudret sahibi Yüce Allah sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edecek mi sanıyorsunuz?  O kültürün bilinçaltı ne ise yorum olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...

 Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen Esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )

1980 yılında yayınladığı ‘’Kuran'ın Mesajı’’ (The Message of the Qur’an)  isimli Kuran tefsiri ile tanınan ve 20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed’in de bu konuda çok güzel açıklanmış bir tefsirî de şu şekildedir:

‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.

Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kuran’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.

Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.

Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.

Kuran’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış yorumlanmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kuran; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir.  Bugünkü şeytanın yorumladığı anlamında değil.

Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusunda da yanlış yorumda bulunulmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’başörtüsü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki Ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.

Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kuran’ı Araplar sanki Arapçaymışçasına yorumlamaya çalışmışlar ve bu yorumlarında aslında Kuran’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.

Şimdi tekrar Kuran'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. Ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."  İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.

Bu anlamda ‘’Kurban Bayramı’’nızı kutluyor, yaptığınız eylemlerinizle (amellerinizle) Yüce Allah’a yaklaşmanıza vesile olmasını diliyor ve mutluluklar diliyorum.

Bir not: Ramazan Bayramı namazı gibi Kurban Bayramı namazı da vaciptir ve Cuma namazının şartlarına tabidir. Yani Cuma namazını kılmakla yükümlü olanlar, bayram namazını kılmakla da yükümlüdürler. Ancak Cuma namazı farz, bayram namazı ise vaciptir.

Bir sonraki not: Bu satırları daha Latin alfabesini öğrenmeden Kuran’ı hatmeden ve Arapçası sayesinde Kuran’ı anlayarak okuyan birisi kaleme almıştır.

Osman AYDOĞAN


Hükm-ü Karakuşî


Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış.

Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.

Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş...  Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk kararlar da verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği kararlara da ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş.

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

Günümüzde de – gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk ve safça kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.

Burada yer alan fıkraların bir kısmı Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ isimli kitabından alınmıştır. (Nebioğlu Yayınevi, Kadı Karakuş) Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

Şimdi gelelim Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlere:

 ***

Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de Hükm-ü Karakuşî’nin şu hikâyesini anlatmış.

Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek,‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"

***

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...

Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

***

Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’  der.  

Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’

***

Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.

Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. 

***

Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Mu­harrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” de­miş.

Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu va­kitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz!”

***

Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sa­kalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.

Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de sa­çı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını  sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.

***

Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Kara­kuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar.

***
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.

Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

***
Bu hikâyeler başta da yazdığım gibi aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu kadı kararlarının...

Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık bin yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin verdiği Balyoz, Ergenekon vb. davalarındaki kararlar ile günümüzde FETÖ nedeniyle ağalara bulaşmadan marabalara yönelik yapılan tutuklamalar ise gerçektir ve tam bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir. Devir artık bu devirdir... Kim bilir bin yıl sonra bu kararlar nasıl anılacaktır.

Bize düşen ise Mevlâna’ya sarılmaktır. Mevlâna derdi zaten: ‘’Üzülme! Dert etme Can! Aydınlık geceye hiçbir zaman yenik düşmedi Can!’’

Osman AYDOĞAN  8 Eylül 2016




Şok Terapisi


Küreselleşme konusundaki politik analiziyle bilinen Kanadalı gazeteci, yazar ve aktivist  Naomi Klein’ın her daim güncel olan güzel bir kitabı var ‘’Şok Doktrini - Felaket Kapitalizmin Yükselişi’’ (Agora Kitaplığı, 2010) 

Naomi Klein'a göre, küresel çaptaki serbest piyasanın zafere demokratik araçlarla ulaştığı düşüncesi tamamen bir safsatadır. '’Şok Terapisi’' doktrinine uygun şokların uygulanmasının hemen ardından, toplumlar hızla büyük çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda sil baştan düzenlenmektedir. Bu kapsamda “Şok Doktrini” bir ülkenin doğal ya da yapay şoka sokulmasını, birinci şokta insanlar oryantasyonlarını kaybetmişken, ikinci bir şokla istenen ekonomik ve siyasal politikalarını hızla ve ödünsüz bir şekilde uygulanmasını içeriyor.

Bu doktrine göre toplum yaşadığı şok ve travmayla sarsılırken, sistem önceden planlanmış politikaları hayata geçirmekle meşgul oluyor. Sistem bir sonraki toplumsal şoka kadar ki öngörü ve analizleri de masaya yatırarak, akıl süzgecinden geçirip devlet politikası olarak oylamaya sunuyor.  

Klein bu politikanın izlerini yıllar önce Chicago Üniversitesi'nin iktisat bölümünün Milton Friedman'ın yönetiminde olduğu zamana kadar sürer. Sonra da Friedman'ın ve Chicago Okulu iktisadının görüşleri doğrultusunda, ekonomik politikalar ve '’şok ve dehşet'’ salan savaşlar ile CIA'in finanse ettiği üstü örtülü operasyonların arasında bulur ve bu izleri günümüzde Guantanamo Körfezi'ndeki 'hukuk-dışı' hapishanelere kadar sürer.

Naomi Klein bu kitabında Şili'deki 1973 Pinochet darbesinden 1989'da Çin'de Tiananmen Meydanı katliamına, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından Arjantin ve Irak’a kadar dünyanın manzarasını değiştiren olaylarda şok doktrini yönteminin nasıl uygulandığını ve '’büyük şirketlerin çıkarlarını kollayan’' yeni kapitalizm modelinin dünya halkları adına nasıl bir yıkım ve yoksulluğa yol açtığını gözler önüne seriyor.

Naomi Klein'ın bu kitabında Milton Friedman ve şürekâsının bir ülkeyi önce darbe gibi baskı yöntemleri ile korkutup sonrasında devlet mülklerini nasıl özelleştirildiğini ve devletin siyasal olarak yeniden nasıl yapılandırıldığını anlatır...

Naomi Klein'in bu kitabı daha sonra Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron tarafından ‘’The shock Doctrine’’ adıyla belgesel niteliğinde bir kısa filme çekilmiştir.

Günümüzde kapitalizm, hüküm süremediği, bakir toprakların kapılarını “İnsan hakları, demokrasi, sivil siyaset, vesayete son ve özgürlük” anahtarlarıyla aralıyor. (Hatırlarsanız emperyalizm Irak’a ‘’demokrasi getireceğiz’’ diye girmişti.) Ve yıllarca monarşiye mahkûm edilen toplumlar, bu değişim teklifi karşısında sessiz kalamıyorlar. Cellâtlarının nazik davranışları kanmaya hazır, umudunu yitirmiş kurbanların aklını çeliyor.

Ve Mahatma Gandhi daha 1926 ’da şu uyarıyı yapıyor: “Uluslar arasında süren silahlı çatışmalar bizi dehşete düşürmektedir. Ancak ekonomik savaş silahlı çatışmadan daha az tehlikeli değildir. Cerrahi bir operasyon gibidir: Ekonomik savaş uzun süreli bir işkence gibidir!” 

Hani son zamanlarda toplum olarak şok geçiriyorsak bu kitap üzerinde düşünün derim… Ve sanmayın ki her ‘’Şok Terapisi’’ni de CIA yapıyor... Çıraklar ne güne duruyor değil mi? Ve de sanmayın ki her ‘’Şok Terapisi’’ de sadece ekonomik gayelerle yapılıyor... Yeryüzündeki her faaliyetin asıl amacı siyasidir!

Osman AYDOĞAN  5 Eylül 2016



101 Felsefe Problemi


İngiliz felsefeci ve editör Martin Kohen’in “101 Felsefe Problemi” (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) adlı bir kitabı var.

Toplam 101 felsefe probleminin yer aldığı kitap, daha önce keşfedilmemiş paradokslardan ve merak uyandırıcı bilmecelerden oluşuyor. Toplum ve fizik bilimlerinin kirli çamaşırlarının, çözülmemiş sorularının hikâyelerle ele alındığı kitap, okuru “eleştirel düşünme” yöntemine yaklaştırıyor. Cohen, kadim Yunan’da olduğu gibi felsefeyi bir yaşam etkinliği, geliştirilecek bir yeti olarak görüyor ve kitabın girişindeki Kullanma Kılavuzu bölümü ile okuruna yol gösteriyor.

Kitaptan bir hikâye:

Evvel zaman içinde, memleketin birinde kaba saba bir adam yaşardı. Bir gün çayırlarda gezerken kocaman ve çok güzel bir kaplumbağaya rastladı. Karnı da çok açtı, o yüzden kaplumbağayı, itirazlarına aldırmadan torbasına attı ve evine götürdü. Ateşin üstüne tencere koyup su kaynattı. Fakat mizacı gereği (belki de kaplumbağa öldürmenin kötü şans getirdiğini de bildiğinden) zavallı hayvanı dosdoğru kaynar suya atmadı. Tencerenin bir ucundan diğerine dikkatle bambudan bir sopa yerleştirdi, kaplumbağayı dikkatle alıp sopanın tam orta yerine koydu ve şöyle dedi:
- “Kaplumbağa Efendi, eğer tencereye düşmeden sopa boyunca yürümeyi başarırsan seni serbest bırakacağım.”

Bilge bir hayvan olan kaplumbağa, adamın dediğini yapmadığı takdirde çorba olmaktan başka seçeneği kalmadığını görüyordu. Kaynar su üstünde attığı her adımda bir sağa bir sola sallansa da bütün dikkatini topladı ve kan ter içinde tencerenin öbür ucuna vardı.

Adam, olayı şaşkınlıkla izledikten sonra, hayranlıkla ellerini çırptı:
- ''Aferin sana'', dedi, ''haydi tekrar dene bakalım!''

Yazar bu hikâyeden şu dersi çıkarıyor:

“Bir diktatörün kurallara saygı göstereceğini umarak onu memnun etmeye çalışmaktansa ona en baştan itaat etmemek daha iyi olabilir. Adam o takdirde hiçbir ilkeye sahip olmadığını da anlayacaktır...”

Osman AYDOĞAN   3 Eylül 2016



Hasta Siempre


‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri  Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara'ya aittir. Victor Jara'nın muhtemelen bu eseri vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiş olduğu düşünülmektedir. 

Şarkının ortaya çıkış süreci ise şu şekildedir:

Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. (Castro Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.)

Che, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. (Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.)

Che mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar. 

Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che’nin Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olmuştur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanmıştır.

Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri,  Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu)  da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.

Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni,  Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir.

Nathalie Cardone’ye ait bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" ( (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek) doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak... ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiştir. 

Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsedilen bu yorumu verilmiştir.

https://www.youtube.com/watch?v=SSRVtlTwFs8

Bu şarkıyı bana Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük Türk düşünürünün (!) Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci anımsattı:  ‘’Düşmanımız bile böyle demedi. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır.’’

Şarkıyı en güzeli orijinal diliyle dinlemek ama size sözlerini Türkçe veriyorum:. Sözlerini en iyisi kendi dilimizdeki çeviriyi vermek:

Biz seni sevmeyi 
tarihin yükseklerinden öğrendik 
cesaretinin güneşi 
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda) 

İşte burada (duruyor) 
tatlı varlığının 
kalbe sıcaklık veren saydamlığı 
kumandan Che Guevara 

(Nakarat)

Şanlı ve güçlü elin 
tarihe ateş açar 
bütün Santa Clara (halkı) 
seni görmek için uyandığında 

(Nakarat)

Rüzgarı yakarak gelirsin 
bahar güneşleriyle.. 
gülüşünün ışığıyla 
bayrağı dikmek için 

(Nakarat)

Devrimci aşkın 
seni yeni bir davaya götürüyor 
ki orada senin kurtarıcı kolunun 
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar 

(Nakarat)

Biz mücadelemize devam edeceğiz 
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi 
ve Fidel'le sana diyoruz ki 
sonsuza kadar, komutan 
(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada) 

(Nakarat)

Osman AYDOĞAN  1 Eylül 2016

 



Yaklaşık dört yıl önce yazdığım bir yazım... 
O günden bugüne ülkede çok şey değişti gibi gözükse de aslında hiçbir şey değişmediğinin kanıtı bu yazım... 
Sanki bu yazımı bugün yazmışım gibi:

Ahmakların Seferi

Osman AYDOĞAN, 24 Aralık 2012

Malum, Türkiye’nin son yıllarda aklı karıştı… Veya daha doğrusu karıştırıldı… Şu gerçeği öncelikle kafamızı kuma gömmeden net bir şekilde görmeliyiz; Batı'nın (ABD ve AB diye ayırmadan) bu bölgede tarihsel bir amacı vardır ve o da şudur; ‘’Bölgedeki Türki, Farsi ve Arabi unsurların arasına bir de ‘’Kürdi’’ unsuru eklemektir.’’ Bu heves Sevr’de gerçekleşmek üzereyken kursaklarında kalmıştı. Batı’nın Atatürk’ü sevmemesinin ve O’nu din düşmanı gibi göstermesinin en büyük nedeni budur. Diğer nedenleri de Atatürk’ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı olmasıdır.

***

Süreç uzun, ayrı bir yazı konusu, gelelim günümüze;

Tabii ki ABD ve AB desteği ile PKK’nın amacı bölgeye bu ‘’Kürdi’’ unsuru monte etmektir. Bu amacın adı da sözde ‘’Büyük Kürdistan’’dır. Sanmayın ki sözde Kürdistan kurulunca ülkenin Batısında kalan Kürtler de buraya gidecekler ve sorun bitecektir… Ülkenin Batısında kalan Kürtlere düşünülen ise onlara azınlık statüsün verilmesidir.

Bunun aşamaları ise;

Sırasıyla kültürel haklar, siyasi haklar (demokratik haklar adı altında), özerklik, federatif yapı ve sonunda da ‘’Bağımsız Büyük Kürdistan’’. Bu aşamalarla paralel olarak benzer süreçleri komşu ülkelerde gerçekleştirmek.

Bu süreç Irak’ta başarılı oldu. Orada şimdilik adı ne olursa olsun özerk bir Kürdistan var… Şimdi ise sıra Suriye’de... Daha sonra da İran ve Türkiye… BOP, GBOP gibi projeler bu süreci gerçekleştirmek için üretilmiş tezgâhlardır.

Bu büyük amaç doğrultusunda; PKK ile beraber ABD, AB, Barzani tayfası, İran PEJAK’ı, Suriye PYD’si ve ülkemiz içindeki PKK uzantısı siyasi oluşumlar ittifak halindedirler.

Burada ironi olan ise Türkiye’nin hem kendi ülkesinde, hem de komşu ülkelerde bu süreci kolaylaştırır bir hareket içinde olmasıdır. (BOP’un Eşbaşkanı, Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesine katkı) (Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün öngörüsü: ‘’Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.’’)

***

ABD’li yazar Diana Johnstone'in özgün ismi "Fool's Crusade; Yugoslavia, NATO and Western Delusions" olan ve 2002 yılında yayınlanan kitabı ülkemizde ''“Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batı’nın Aldatmacaları” ismiyle 2004 yılında Bağlam Yayınları’ndan yayınlanmıştı.

Kitapta AB ve ABD’nin ‘’Demokratikleşme’’ baskısıyla Yugoslavya meclisinden çıkarılan yasalara dayanarak Slovenya ve Hırvatistan’ın nasıl bağımsızlığına kavuştuğu anlatılır.

Yazar, kitabında emperyalizmin Balkanlar’daki iç yüzünü gösterirken azgın bir milliyetçilikle Yugoslavya’nın çözülüşünde önemli bir rol oynayan Miloseviç yönetiminin günahlarını görmezden gelir.

Yazar, esas olarak eserinde Sıpları savunsa da kitapta adı geçen ‘’Yugoslavya’’ yerine ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ konarak okunursa ortaya Yugoslavya ile bire bir örtüşen dehşet verici bir tablo çıkmaktadır. Yugoslavya’da olduğu gibi AB uyum yasaları ülkemizde terörle mücadelede zafiyet yaratmış, bölünme arzularını beslemiştir. Son olarak yeni yasalaşan Büyükşehir Yasası bu çerçevede hazırlanan, AB’de ve Oslo’da altyapısı hazırlanan ve Türkiye’yi federatif yapıya götüren bir yasadır.

Kitap eski Yugoslavya’da olanları anlatırken sanki Türkiye’de de olacakları anlatmaktadır.

Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher’in ‘’Yugoslavya’da uygulanan modelin Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi için de uygulanabileceği’’ küstah söylemi umarım unutulmamıştır.

***
Ülkemizde memleket dâhilinde iktidara sahip olanlar aslında ABD, AB ve PKK’nın bu amacını görmediler değil, gördüler. Ancak teşhis ve tedavide tamamen yanlış bir yol seçtiler. (Tabii ki teşhis yanlış olunca tedavi de yanlış olur) Anayasa'da evrensel boyutlarda tanımlanmış ''Türk kimliğini'' anlayamadılar. ''Türk'' ifadesini etnik bir alt kimlik olarak yorumladılar.

Sandılar ki ‘’dini söylem ve eylemler’’ bu gidişi durduracak…  Sandılar ki bu büyük amacı dini söylem ve eylemleri kullanarak bir noktada durduracaklar... İslam dünyasının bin yıldan beri birbirini yediğini, birbirini mezhepler ve tarikatlar yolu ile yiyerek bin parçaya bölünmüş olduğunu göremediler…

PKK ile müzakereye başladılar… Oslo’da PKK ile masaya oturdular… ‘’Kürt açılımı’’ tamamen bir PKK bildirgesi idi, zaten içini bir türlü dolduramadılar. ‘’Habur’’ tamamen bu açılımın bir gereği idi, ancak karşılıklı olarak süreci yönetemediler. Seçim vardı önlerinde, seçime doğru sorun çıkmasın diye müzakerelerde tavizkâr davrandılar. Zafiyet ve güçsüzlük görüntüsü vererek karşı tarafa ‘’amaca ulaşıyorsunuz, dayanın’’ mesajını vererek beklentiyi ve de terörü artırdılar.

Bunlara paralel olarak siyasi iktidar; hem belli gruplara mesaj vermek ve onları tatmin etmek hem de bu müzakerelerin gereği olarak hem de siyasi bir kin ve intikam aracı olarak uyduruk belgelerle ve PKK elebaşlarının gizli tanık adıyla ifadeleriyle PKK ile mücadele edecek olan TSK’nın mücadele, azim, güç, heves, moral ve iradesini kırdılar.

Aynı zamanda BOP veya GBOP adıyla kendilerinin eşbaşkanı oldukları ve asıl amacının başlangıçta yazıldığı gibi bölgedeki Türki, Farsi ve Arabi unsurların arasına bir de ‘’Kürdi’’ unsuru eklemek olan sürece gerek fiziksel ve gerekse de ideolojik olarak dur diyebilecek bir gücü etkisiz hale getirdiler.

***

Seçim sonucu sıra Anayasa’da idi. Sivil Anayasa diğer partilere atılan bir yemdir. Antidemokratik yasalar (Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, ÖYM Kanunu gibi) yerinde dururken Anayasa değiştirmenin hiçbir anlam ve amacı yoktur. Sivil Anayasa’dan maksat mevcut Anayasa’nın ilk üç maddesinin değiştirilmesidir. Yaz dönemindeki terör dalgasının amacı da bu süreci hızlandırmak içindi.

Demokratik veya değil, Anayasa’da herhangi bir şekilde özerklik ifadesinin veya etnik bir kimliğin yer alması ülkenin kesin bölünmesi ve bu tasarlanmış büyük sürecin hızlandırılması anlamını taşıyacaktır…

***

Şu bir gerçektir ki Türkiye’de özerk Kürdistan gerçekleşmedikçe PKK silahlarını susturmayacak, baltalarını gömmeyecektir… PKK, silah bırakmayı ancak beli kırılınca kabul edecektir. Teröre karşı mücadelede bu gerçek gözardı edilmeden politika üretilmemesi gerekirken ne yazık ki bu husus dikkate alınmadan politikalar belirlendi…

***

Bu arada bilerek veya bilmeyerek dış siyasette de büyük yanlışlar yapıldı. Azeriler dışlanıp Ermeni açılımı yapıldı… Irak Türkmenleri unutulup Barzani’ye kucak açıldı Irak’a ise düşmanlık yapıldı… Araplara yaranacağız diye Yahudi aleyhtarlığı yapıldı, ancak icraatta hep İsrail’e yarar politikalar uygulandı… ABD’ye taşeronluk aşkına Suriye’ye cephe alındı, Suriye’nin iç işlerine karışıldı… Terörle mücadele edilirken bütün dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği Hamas’a kucak açıldı...Hamas’a kucak açılırken Kıbrıslı Rumlara çiçek, Kıbrıslı Türklere ise taş atıldı… Başlangıçta İran’a kucak açıp AB’ye sırt dönüldü… Sonra da İran’a karşı İsrail için ülkemizde füze radarları kuruldu…

Şimdi de Suriye bahane edilerek muhtemel bir İran-İsrail (ABD) savaşında İsrail’i korumak için parasını da bizzat ödeyerek Patriotlar getirildi... Bu Patriot füzeleri ve Malatya’ya yerleştirilen radarlar nedeniyle İran ve Rusya’ya karşı da cephe alındı.

***

Bir başka açıdan bakarsak:

İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken ABD’ye en büyük desteği AKP Hükümeti sağladı. Dolayısı ile AKP Hükümeti İsrail’in baş düşmanının ortadan kaldırılmasında en büyük katkıyı sağlamış oldu.

İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının yılmaz savunucusu Kaddafi idi… ABD tarafından Kaddafi ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği AKP Hükümeti verdi. Dolayısı ile AKP Hükümeti İsrail’in ikinci baş düşmanının da ortadan kaldırılmasında en büyük katkıyı sağlamış oldu.

İsrail’in yine en büyük düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı AKP Hükümeti yapıyor.

Muhtemel bir İran – İsrail (ABD) savaşında İsrail’i korusun diye Malatya’ya radar, Güneydoğu illerine Patriot füzeleri yerleştiriliyor.

Bir de pek bir kimsenin dile getirmediği bir husus var: 2006 yılında Lübnan’ın güneyine (İsrail’in kuzeyine) kuvvetli bir Türk istihkâm birliği gönderildi. Bu kuvvet halen Lübnan güneyinde bulunmaktadır ve görev süresi de her altı ayda bir TBMM’inde uzatılmaktadır. Hergün Güneydoğu’da mayına basan askerlerimizi şehit verirken mayın temizleme kabiliyeti olan bu istihkâm birliği Lübnan’dan sızıp İsrail’e saldıracak olan Hamas’a karşı İsrail’i korumaktadır.
Şimdi aklı ve izanı olan birisinin gelip de şu meşhur ‘’One minute’’ kayıkçı kavgasının ne olduğunu izah etmesi gerekir.

***

Dış siyaset zikzakları sevmez, güvenli bir dış siyaset doğrusal bir çizgi üzerinde gitmek ister. Bütün stratejisiler bunu böyle ifade ederler.

Ciddi bir devlet yönetiminde bir günce ‘’NATO’nun Libya’da ne işi var’’ diye kükrerken, bir gün sonra süt dökmüş kedi gibi Libya’ya karşı düzenlenen Haçlı Seferinde ABD’den sonra en büyük deniz ve hava gücü gönderilmez... Devlet adamlığında dün Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken, bugün Suriye’ye karşı düzenlenen Haçlı Seferinde maşa olarak kullanılmaz…

Derinlikli bir stratejide dün komşularla sıfır sorun diye yola çıkıp bugün bütün komşularla kanlı bıçaklı olunmaz…

***

Bütün bunlar tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatıyor: ''Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

***

Floransalı siyasetçi ve yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılmış politika hakkında bilimsel bir inceleme olan ’’Prens’’ herkes tarafından bir daha ve daha dikkatli okunmalıdır diye değerlendiriyorum. (Prens, Niccolo Machiavelli, Can Yayınları, 2010)

Tabii ki öncelikle memleket dâhilinde iktidara sahip olanlar okumalı ki, yakın bir gelecekte Pers Kralı Darius karşısında Lidya Kralı Krezüs gibi ‘’Solon, Solooooon’’ diye feryat etmesinler…

***

Hükümetin nereye sefer yaptığını anlaması için en azından dışişleri bakanının ABD’li yazar Diana Johnstone'in “Ahmakların Seferi’’ isimli kitabını bir zahmet okuması gerekir…

Osman AYDOĞAN  31 Ağustos 2016




SAVAŞ ALANINDA YAPILAN BARIŞ SÖYLEVİ

Mustafa Kemal Atatürk, savaş ve askerlik anılarını konuşmaktan hoşlanmaz, bu konular açıldığında, soruları kısa yanıtlarla geçiştirirdi. Yalnızca, 1924 yılı 30 Ağustosunda, Dumlupınar’a geldi ve burada bir buçuk saat süren, anlamlı ve duygulu bir konuşma yaptı.

Başkomutanlık Savaşı’nın geçtiği alanda söylediği sözler, yalnızca savaşa ait duyguların dile getirilmesi değil, onunla birlikte tarihe aktarılan kalıcı bir belgeydi. Bu söylevle, Türk ulusuna ve gelecek kuşaklara olduğu kadar, dünyanın ezilen uluslarına sesleniyor, onları “dünyanın despotlarına” karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşına çağırıyordu.

Konuşmasının başında, Türk ulusunun bu büyük savaşta, kendisini başkomutanlığa layık gördüğü için duyduğu mutluluğu dile getirir: “Bu görevin mutlu anısını, ulusuma duyduğum minnetle, ömrüm oldukça övünerek saklayacağım”

Daha sonra, “gerçek niteliği bugünkü açıklamalardan çok, yarın, tarihin yargıçları olan araştırmacıların incelemeleriyle, daha iyi anlaşılabilecektir” dediği Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin aşamalarını, kendine özgü biçemiyle anlatır. Sıradan bir düz yazı söyleminden çok, destansı bir anlatıma benzeyen bu bölüm, Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla, “savaş alanında yapılan bir barış söylevi, savaş edebiyatının bir şaheseridir.”

Afyon Ovası’nı ve onu çevreleyen tepeleri, göstererek, iki yıl önce yaşananları şöyle anlatır:

“Güneş mağribe (batıya) yaklaştıkça, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda seziliyordu. Biraz sonra, cihanda büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi; karanlıklar içinde bu çöküntü olmalıydı. Semanın karardığı bir anda, Türk süngüleri, düşman dolu şu sırtlara hücum ettiler. Karşımda artık bir ordu, bir güç kalmamıştı. Tümüyle mahvolmuş, perişan bir kılıç artığı kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi, korku ve dehşet içindeki bu şekilsiz kitle, acınası bir yığın halinde kaçmak için yer arıyordu. Artık gecenin koyulaşan karanlığı, sonucu gözle görmek için, güneşin doğudan yeniden doğmasını zorunlu kılıyordu…”

Söylev, ertesi gün savaş alanını gezerken karşılaştığı görüntüleri aktararak sürer ve “gerçek bir mahşer manzarası” olarak tanımladığı savaş alanını, aynı görkemli anlatımla betimler ve savaşın felsefesini yapar:

“Ertesi gün savaş alanını dolaştığımda, ordumuzun kazandığı zaferin büyüklüğü, buna karşılık düşman ordusunun uğradığı yıkımın korkunçluğu, beni çok duygulandırdı. Şu karşı ki sırtların arkasındaki bütün düzlükler, bütün dere yatakları, gizli kapaklı her yer; terk edilmiş toplar, sayısız araçlar, donanımlar, bunların arasında yığın yığın ölüler ve toplanıp götürülmekte olan kafileler halindeki tutsaklarla, gerçekten bir mahşeri andırıyordu...

Savaşlar, hele meydan savaşları, yalnızca iki ordunun karşı karşıya gelip çarpışması değildir; ulusların çarpışmasıdır. Savaşlar, ulusların bütün varlıklarıyla; teknik alandaki başarılarıyla, ahlaklarıyla, kültürleriyle, erdemleriyle, kısacası gözle görünür görünmez bütün güç ve varlıklarıyla, her türlü araç ve olanaklarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. Savaş alanında çarpışan ulusların, gerçek güçleri ve değerleri ölçülecek demektir. Sonuç, yalnız gözle görünür güçlerin değil, bütün güçlerin, özellikle ahlaktan ve kültürden gelen güçlerin üstünlüğünü ortaya koyacaktır..

Tarih; başlarındaki taht sahipleri ya da hırslarını yenemeyen politikacılar elinde, birtakım boş ve yersiz isteklere oyuncak olmuş istilacı orduların, istilacı ulusların uğradığı, buradaki gibi korkunç sonuçlarla doludur.”

Dumlupınar Söylevi’nin sonraki bölümlerinde; tutsaklığa karşı çıkan ulusların artık yenilemeyeceğini, bunu başaracak bir gücün artık olmadığını, 30 Ağustos’un dünya tarihine yön veren bir savaş olduğunu açıklar ve Türk ulusuna geleceğe yönelik önermelerde bulunur:

“Tutsak olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmayı başarabilecek kadar güçlü zorbalar, artık dünya üzerinde kalmamıştır. Türk milleti burada kazandığı zaferle, gösterdiği azim ve irade ile bu gerçeği tarihin sinesine çelik kalemle yazmış bulunuyor... Türk yurdunu ele geçirmek düşüncesini, Türk’ü tutsak etme isteğini, toplumsal amaç haline getirenlerin, hak ettikleri sondan kurtulamadıklarını burada gözlerimizle gördük... Bir ülkeyi ele geçirmek, o ülkede yaşayanlara egemen olmak için yeterli değildir. Bir ulusun ruhu ele geçirilmedikçe, bir ulusun yaşama isteği gevşeyip kırılmadıkça, o ulusa boyunduruk vurulamaz.

Yüzyılların yarattığı ulusal inanca, güçlü ve sürekli ulusal dayanışa, hiçbir güç karşı duramaz... Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son parçası 30 Ağustos, çok parlak zaferlerle dolu, Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Burada kazanılan zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermede bu kadar etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.

Açıktır ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu semalarda uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız bu anıt, Türk yurduna göz dikenlere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, güç ve kararlılığındaki kesinliği ve keskinliği hatırlatacaktır...

Ulusal egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, tahtlar taçlar yanar, yok olur. Ulusların tutsaklığı üzerine oturtulmuş devletler, her yerde er geç yıkılacaktır... Avrupa’nın ortasından, Doğu’nun öbür ucundaki binlerce yıllık ülkelere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini daha iyi anlarız...

Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler, çok şeyler düşünmüşler, ancak bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi düşünmemişlerdir. Bu düşüncesizlik yüzünden, Türk yurdunun, Türk ulusunun uğradığı zararları, ancak bir tek davranışla giderebiliriz. Türkiye’de Türk’ten başka bir şey düşünmemek.

Bunca acıya katlanıp yıkımlara uğradıktan sonra, Türk artık öğrenmiştir ki, bu yurdu yeniden kurmak ve orada mutlu ve özgür yaşayabilmek için egemenliği hiç elden bırakmamak ve evlatlarını Cumhuriyet bayrağı altında, örgütlü ve bilinçli bulundurmak gerekir. Refah ve mutluluğa ancak bu davranışla ulaşabiliriz.

Ulusumuzdaki güçlü karakter, sarsılmaz inanç, ateşli milliyetçilik; ekonomik gelişmeyle gerektiği gibi güçlendirilmelidir. Ekonomik olarak zayıf bir bünye, yoksulluktan, sefaletten kurtulamaz; sosyal ve siyasal felaketlerden yakasını kurtaramaz...

Bugün, insanca yaşamanın koşulları bütün kesinliği ile ortaya çıkmıştır. Bu koşullara aykırı söylemler, artık doğruluk, iyilik ve inanç ilkeleri sayılamaz. Gerçek belirdi mi, yalan ortadan kalkar. Akla aykırı uydurma şeyler, kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve gelişmeye istekli milletimizin sosyal devrim adımlarını kesmek, küçültmek isteyen engeller ortadan kaldırılmalıdır.

Son sözlerimi, yalnızca ülkemizin gençlerine yöneltmek istiyorum… Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitimle, bilgiyle, insanlıktaki üstün niteliklerin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz..”

30 Ağustos Zafer bayramımız Kutlu olsun sevgili arkadaşlar...

Osman AYDOĞAN  30 Ağustos 2016



YERALTINDAN NOTLARI
Dostoyevski’nin, “Yeraltından Notlar” isminde güzel bir kitabı var (hangisi güzel değil ki?) (Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Can Yayınları / Roman Dizisi, İstanbul, 2011)
Bu kitap Dostoyevski'nin Camus dahil olmak üzere birçok Batılı düşünürü varoluşçu anlamda etkilemiş bir klasik olarak kabul edilen kısa romanıdır. Nietzsche kitap için “Yeraltından Notlar, hakikati kanla haykırır” der. Kitap aslında Dostoyevski'nin Rus aydınına karşı seslendirdiği haklı sitemdir. Kitap 1864 yılında Petersburg'da basılmıştır.
Kitap; ‘’Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben’’ diye başlar. Kitap, okuruna "yeraltı" diye adlandırdığı bir ruh halinden seslenen kahramanın uzun, çılgınca söyleviyle bu şekilde başlar. Ardından, bu ahlakçı, uyumsuz, dürüst kişinin yaşadığı bir aşağılanma olayı anlatılır.
Dostoyevski’nin, “Yeraltından Notlar”ında, “insanın en iyi tanımlaması” diyerek şu saptamayı yapar: “İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.”
Ve kitabın başka bir yerinde de şöyle devam eder: "İnsan olmak, gerçek insan, etiyle kemiğiyle insan olmak bile ağır gelir bize. Utanırız bundan, insan olmayı yüzkarası sayarız, benzeri olmayan toplumsal birtakım insanlar olmak için çabalarız. Ölü doğmuş insanlarız biz ve uzun zamandır canlı babaların çocukları değiliz, giderek daha çok hoşlanıyoruz böyle doğmuş olmaktan. Zevk duyuyoruz bundan. Çok yakın bir gelecekte bir şekilde düşüncelerden doğmanın yolunu bulacağız."
Kitaptan beğendiğim birkaç cümle:
"Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza ‘ölçülü davranış’ kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben."
"Ciddi ciddi konuştuğumuz halde bana önem vermek istemiyorsanız öyle olsun. Yalvaracak değilim. Nasılsa yeraltım var."
"Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan. Tokadı yiyince, bilinç öyle bir ezilir ki pestile döner."
"Beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalmam arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım."
‘’Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?’’
"İki kere iki çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız bir küstahlıktır. İki kere iki dört ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir."
"Acı çeken kimse inlemekten zevk alır; almasa inlemesini pekala tutardı."
"Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık."
"Bir de bakarsınız, asıl amaç uçup gitmiş, sebepler toz olmuştur; suçlu ele geçmemektedir, aşağılanma aşağılanmadan çıkıp diş ağrısı cinsinden kaderin cilvesi haline gelmiştir. Yapacağın tek şey kalıyor, o da duvarı daha sert yumruklamak."
"Umutsuzluk en yakıcı zevktir, özellikle de içinde bulunduğun durumun çaresizliğini açıkça kavramışsan.’’
Aslında Dostoyevski bu kitapta kendini anlatmış gibi gözükse de çoğumuz böyleyiz böylesiniz demek istiyor…
Hani, bu kapalı, sisli, puslu, at izinin it izine karıştığı bu günlerde bu pazar günü okuyacak bir şeyler arıyorsanız dedim…
Osman AYDOĞAN  30 Temmuz 2016




İHTİYARLIK


Romalı devlet adamı Marcus Tullius Cİcero’nun (yeni basımı var mı bilmiyorum) 1951 yılı Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasından yayınlanan bir kitabı var: “İhtiyarlık”

Kitapta ihtiyarlığı korkulu yapan dört sebepten bahsedilir: Birincisi insanı işlerden uzaklaştırması, ikincisi güçten düşürmesi, üçüncüsü pekçok zevkten mahrum etmesi, dördüncüsü ölüme yakın oluşu...

Çiçero bu kitabında der ki:

“İhtiyarlar gençlerin yaptığı işleri yapamazlar ama çok daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuvvet veya çeviklikle değil, düşünce, söz geçirme, ortaya doğru fikirler koyma ile başarılır. İhtiyarlar bu meziyetlerden mahrum olmak şöyle dursun, onları arttırmışlardır.”

Yaşlandıkça hafıza zayıflar derler. Çiçero’nun savunması ise şöyle: “İhtiyarların alacaklarını vereceklerini unuttuklarını hiç duymadım. Bir ihtiyarın hazinesini gömdüğü yeri unuttuğunu da”

Ölüm korkulacak bir şey değildir Çiçero’ya göre. Doğal bir sondur. Umutsuzluğa gelince: ‘’Ne kadar yaşlı olursa olsun bir yıl daha yaşayabileceğini düşünmeyen var mıdır?’’

İhtiyarların zamanla zevk aldıkları konuların azalmasına gelince. ''Olup biteni arka sıradan seyretmenin de zevki vardır'' diyor Çiçero... Üstelik: “Maddi zevk tabiatın insanlara verdiği en meşum beladır. Bu zevki elde etmek için doymak bilmez arzular itidalden uzak olarak alevlenir. Vatana ihanet etmeler, devleti yıkmalar, düşmanlara gizli görüşmeler hep ondan çıkar, şehvetin göze aldırmadığı hiçbir cürüm, hiçbir kötü hareket yoktur.”

Özetle der ki Çiçero; ‘’Yaşlanmaktan korkmayın’’... ‘’Keyfini sürmeye hazır olun...’’

Ama bu kitapta bir sözü var ki Çiçero'nun tüm yaşlıların ve de tüm gençlerin üzerinde düşünmesi gerekir:

''Bilmem ama, bana öyle geliyor ki, umumiyetle, bir insan her şeyden hevesini aldı mı, hayattan da aldı demektir. Çocukların kendilerine göre hevesleri vardır; gençler onların eksikliğini duyar mı? Yeni yetişmeye başlayanların da hevesleri vardır, orta yaş denilen çağda onlar artık aranır mı? Bu çağın da hevesleri vardır ve bunları ihtiyarlar aramaz. İhtiyarlıktaki hevesler en son heveslerdir. Öncekiler gibi onlar da gelir geçer ve o zaman hayata doymuş olmak ölüm vaktinin tam olduğunu gösterir.''

Ve devam eder kitabında Çiçero:

''Bize verilen ömür ne kadar olursa olsun, memnun olmak lazım. Bir aktörün hoşa gitmesi için piyesin bitmesine hacet yoktur, oynadığı perdede beğenilmesi yeter; işte bilge bir insan da hayatın sonuna kadar yaşamak zorunda değil, çünkü bir ömür, kısa da olsa, iyi ve şerefli bir tarzda yaşamaya yetecek kadar uzundur.''

Bir yerde de kitabında şunu söyler Çiçero:

''İnsan çok yaşayınca görmek istemediği bir çok şeyi görür.''

Ve sanırım şu son sözü de kitabında günümüz Türkiye'si için söylemiş Çiçero:

''Şair Naevius'un Ludus'unda şöyle bir sual sorulur: 'Baksanıza, nasıl oldu da o koca devleti öyle yıkı verdiniz?'. Verilen türlü cevaplar arasında başlıcası şudur: 'Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler.' ''

Osman AYDOĞAN  29 Temmuz 2016




Halil İNALÇIK

Bugün (25 Temmuz 2016) Türkiye Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bir büyük tarihçisini daha kaybetti. Asaletin, bilginin, kültürün vücut bulmuş haliydi. 1916 doğumlu ve Kırım Tatarlarındandır. Allah’tan rahmet diliyorum.

Okuduğum en güzel kitabı olan "Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar" (Türk Tarih Kurumu, 2014) isimli kitabı bana göre kendisinin en önemli eseridir. Bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi okumanızı isterim. (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)

Kendisi “Şeyh-ûl Müverrihîn” dir (Tarihçilerin Şeyhi), kendisi ''Kutb-ûl Müverrihîn”dir (Tarihçilerin Kutbu) . Hocaların hocasıdır. Osmanlı tarihi duayenidir. İlber Ortaylı gibi bir tarihçi yanında el pençe divan dururdu.

20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterir.

Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyan bir Osmanlı tarihçisidir. Mustafa Kemal'den ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahsederdi.

Bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer verir: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyâç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’

Bir makalesinde de şunu yazar: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."

Bir yazısında da şu uyarıda bulunur: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."

Aynı zamanda şairdir de. Aşağıda 17 yaşında iken yazdığı bir şiiri sunuyorum:

Hayal-i çeşmine dalar gözlerim
Gözünde okurum imay-ı aşkı
Yanar hasretlerim, tüter sözlerim
Harabezar eder me'vay-ı aşkı

Bilmem beyhude mi yanar mı bu gönlüm
Yaralanır kanar, kanar bu gönlüm
Sevday-ı zülfünü anar bu gönlüm
Ben şimdi buldum manay-ı aşkı

Şimdi Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalmıştır.

Ölümüyle demirin tuncuna, tarihçinin Kadir Mısırlıoğlu denen şarlatanına kaldık. Milletimizin başı sağolsun.

***

Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:

“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.”
Prof. Mark L. Stein

“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.”
Prof. İlber Ortaylı

“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hakimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.”
Prof. Suraiya Faroqhi

“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ”
Prof. Howard Reed

“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.”
Prof. Victor Ostapchuk

"Zamanın büyük alimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir" 
Bernard Lewis


Osman AYDOĞAN

Leylek yılanı nasıl avlar bilir misiniz?

Leylek havada uçarken bir yılan gördü mü hemen üzerine atılmaz. Bulunduğu yerden daha yükseğe çıkar. Çıkabileceği en yüksek noktaya geldikten sonra birden yılanın üzerine pike yapar. Yılanı belinden kaptığı gibi tekrar eski yüksekliğe çıkıp yılanı aşağı atar. Bu kadar yüksekten düşen yılanın beli kırılır, hayvan ölür. Leylek ölen yılanı alır, yesinler diye yavrularına götürür.

Ama bu her zaman böyle olmaz, leylek bazen üşengeçlik eder, yılanı yeterli yüksekliğe çıkmadan yere bırakır. Bu durumda yılan sadece bayılır. Yılanı öldü zanneden leylek, hayvanı alıp yuvasına götürür, ''alın seçin - pardon- alın yiyin'' diye yavrularına bırakır. Ana leylek yuvadan ayrılınca da, yılan yavru leylekleri yer.

Kim kimi yiyecek yaşayıp göreceğiz...

Osman AYDOĞAN  22 Mayıs 2016


KESER DÖNER SAP DÖNER, GÜN GELİR HESAP DÖNER


Köylünün biri savaşa gitmiş, bir süre sonra da künyesi gelmiş. Köyün önde gelenleri toplanmış, dul karısına ne olacağını düşünmüşler. Kadıncağızı evlendirmeye karar vermişler.

Kadın evlendikten bir süre sonra, öldü sanılan köylü çıkagelmiş: ''Biz seni öldü sandık'' diyenlere, ''Yoo ölmedim. İşte buradayım'' deyince ortalık karışmış.

Sıkıntıyla gerçeği açıklamışlar ama köylü, ''Ben Cumhuriyetimi, -pardon - karımı isterim'' diye tutturmuş.

Kıssadan hisse: Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner. Öldü sandıklarınız yarın çıkıp geliverirler, mahcup olursunuz.

Osman AYDOĞAN  21 Mayıs 2016


19 MAYIS

Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’onur duymak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi.. Liste uzatılabilir..

‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz..

Neyse gelelim konumuza:

Önce 19 Mayıs nedir önce –bildiğimiz bir konu ama tekrar olsun- onu anlayalım:

Öncelikle 19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir Devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.

19 Mayıs; Batıdaki her türlü aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevirerek, her türlü yeniliğe ‘’Gavur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkıp kendi sonunu kendisinin hazırladığı bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı gündür.

19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.

19 Mayıs; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı gündür.

19 Mayıs; Türk dünyasında aydınlanma mücadelesinin başladığı gündür…

Tarih bilinci olmayanların, aydınlıktan, aydınlamadan korkanların, Cumhuriyeti hazzetmeyenlerin 19 Mayıs’ı anlamaması kadar doğal bir şey yoktur…

Derdi zaten Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda: 
''Ateşi ve ihaneti gördük’’

‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyandı.

İşte bu kutsal isyan; insanımıza insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur getirmiştir. Bu hasletlere sahip olanlara bu bayram kutlu olsun…

Tarih bilinci olmayanların da zaten insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur derdi olmaz...

İçeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerin, dışarıda; Papa II. Urbanus’un, Papaz Pierre L'Ermit’in, Godfrey de Bouillon'un, III. Konrad’ın, VII. Louis’in, Friedrich Barbarossa’nın, II. Filip’in, Richard’ın, II. Henry’nin, Papa III. Innocentius’un, II. Friedrich’in, IX. Louis’in, Sen Louis’in, I. Edwardi’nin, Bush’un ve Obama’nın müttefiki olanların 19 Mayıs diye bir derdi olmaz zaten...

Yaşayarak görüyoruz... ..

Osman AYDOĞAN  19 Mayıs 2016



19 MAYIS (2)

Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'ta Samsun'a çıkışını şu şekilde anlatır:

"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Türkiye Cumhuriyetinin içinde bulunduğu durum, Bütün komşularıyla sıfır sorun diye yola çıkılarak bütün komşularla kavgalı hale gelinmiş, T.C Ordusu Balyoz, Ergenekon vb. kumpas davalarıyla zedelenmiş, mevcut siyasi iktidarın uzun yılları boyunca, paralel yapı devletin her kademesine sızmış, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi çözüm süreci saçmalığına kandıranlar, başkanlık derdine düşmüşler. Hükumet aciz, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, bu nedenle durduk yerde padişahın keyfi için başvekil değiştiriliyor. Birer vesileyle İŞİD denilen terör örgütünün canlı bombaları İstanbul'da, Ankara'da, Suruç'ta, Urfa, Maraş, Gaziantep'te katliamlara yol açmakta. Güneydoğu sınırı kevgire dönmüş durumda, İŞİD'li, PKK'lı, YPG'li gelen geçen belli değil. Güneydoğu'da iller ve ilçeler siyasi iktidarın göz yumması nedeniyle cephaneliğe dönmüş ve kale gibi tahkim edilmiş. Bu bölgeler terörden temizlenirken her gün beşer onar şehitler verilmekte. Bu durumda bile parlamento başkanlık ve başbakanlık derdine düşmüş. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Bundan başka, memleketin her tarafından Cumhuriyet düşmanları gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."

Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda şöyle derdi:

''Ateşi ve ihaneti gördük 
ve yanan gözlerimizle durduk 
bu dünyanın üzerinde. 
Suruç 2015 20 Temmuzda
Ankara 2016 10 Teşrinlerinde, 
Ankara 2016 17 Şubatında
İstanbul 2016 12 Ocakında
İstanbul 2016 19 Martında
ve Antep, Kilis, Hakkari, Adana , Van, Bingöl:: 
Mayıs ortalarından 
Haziran ortalarına kadar 
yani tütün kırma mevsimi, 
yani, arpalar biçilip 
buğdaya başlanırken 
yuvarlandılar... 
Diyarbakır, 
Cizre, 
Nusaybin, 
Hakkari: 
düşmüş 
dövüşüyordu... 
Ateşi ve ihaneti gördük. ''

‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur getirmiştir.

Kutlu olsun.

Osman AYDOĞAN  20 Mayıs 2016


İMDAT, BU BİR ÇÖKÜŞ


Geçen günlerde ‘’Şirazeden Çıkmak’’ deyiminden yola çıkarak, bu deyimin manasını anlatmış ve yazımı ‘’Olanları görüyorsunuz. Memleketin ahvali (halleri) ortada. Nicedir toplum olarak en hafif deyimiyle şirazeden çıktık!’’ diye tamamlamıştım..

Toplumun hali aşağıda anlatacağım fıkradaki kadının hali gibidir:

Adam salondaki koltuğunda kahvesini yudumlarken, gazete okuyormuş. Eşi de yatak odasında etrafı topluyormuş. Derken içeriden eşinin sesi gelmiş. Kadın giderek yükselen bir sesle sayı sayıyormuş...

- Bir, iki, üç, dört... Yirmi, yirmi bir, yirmi iki...

Adam gazetesini bırakmış ve eşinin feryada dönüşen sayı saymasına hayretle kulak vermiş. Ve sonunda eşinin neyi saydığını ‘‘İmdat’’ diye bağırmasından anlamış...

Kadın ‘‘Otuz dokuz, kırk’’ dedikten sonra ‘‘İmdat, bu bir kırkayak’’ diye bağırmış.”

Şimdilik felaketleri sayıyoruz birer birer ne olduğunu anlamadan…

Herhalde kırka gelince anlayacağız kıyametin ne demek olduğunu.. 
Ve hep birden avazımız çıktığı kadar bağıracağız fıkradaki kadın gibi: ‘’İmdat, bu bir çöküş’’

Osman AYDOĞAN  18 Mayıs 2016



SYKES-PİCOT ANLAŞMASI


(Biliyorum yazılarımın uzunluğundan şikâyetçisiniz. Bu yazım pek uzun değil, sonuna kadar okumanızı isterim. - biliyorsunuz her yazım için de böyle bir talebim olmuyor-)

İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu Ortadoğu’nun paylaşıldığı iddia edilen 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasının (16 Mayıs 1916) bugün 100. yıldönümü.

Ne yazık ki tarih bilmeyenler tarafından bu anlaşma (Sykes-Picot) temcit pilavı gibi karıştırılıyor. Hatta Kût-ül Ammâre ile de mukayese ediyorlar. (Temcit pilavını sevenler Sykes-Picot anlaşmasının Kût-ül Ammâre zaferinden 17 gün sonra yapıldığını dahi bilmezler.)

1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere’nin maksadı, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Mekkeli Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmaktır. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki Britanya Yüksek Komutanı Mc Mahon arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp Britanya'ya baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını ister. Böylece Sykes-Picot anlaşması yapılır.

Anlaşmayı yazanlar Mark Sykes ve François Georges-Picot'tur, İmzalayanlar ise Edward Grey ve Paul Cambon'dur. Bu anlaşma ‘’Küçük Asya Antlaşması’’ (Asia Minor Agreement) olarak da bilinir.

Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre bölge İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.

Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini –öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak- “Sykes-Picot” Anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor.

“Sykes-Picot” Anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.

“Sykes-Picot” Anlaşmasını sanki bugünün sınırlarını çizen bir anlaşma olarak görenler; Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini görmezler. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu dile getirmezler. 1882’de Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edildiğini hatırlamazlar. Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar. Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler. Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.

Görüldüğü gibi “Sykes-Picot” Anlaşması ölmüş bir imparatorluğun cenaze töreni gibiydi…

Ancak anlatıldığı gibi bu da uygulanamadı.. Çünkü Ortadoğu’da modern ulus devletlerin sınırlarına, Birinci Dünya Savaşı sonrası bir dizi anlaşma ile şekil verildi. Paris, San Remo, Kahire, Sevr bunların en önemlileri. Nitekim Türkiye sınırı, sonuçta Sevr ile değil, Lozan ile değişti. Antakya ve Musul’un statüleri ancak otuzlu yıllarda belli oldu vs.

Amacım tarih dersi değil, bunlar zaten Ortaokul tarih ders kitapları bilgileri. Benim amacım bugüne bakmak:

Tarihçi Eric John Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı'' adlı eserinde (Everest Yayınları/Siyaset Dizisi, 2006) şöyle yazar:

“İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır.” (787-788)

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Çünkü bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.

Hobsbawm’ın bir de ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı daha var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7):

“Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.

Ben yine sözü Halil Cibran’a bırakacağım. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’

Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Tıpkı Kût-ül Ammâre’de, Sykes-Picot’da olduğu gibi, tıpkı Yeni Osmanlıcılık oyununda olduğu gibi..…

Osman AYDOĞAN  17 Mayıs 2016



PADİŞAHIM, HERKESİ KENDİNİZE SADIK DOST, YOLDAŞ SANMAYIN


Yavuz Sultan Selim'in bir şiiri vardır:

Sanma şahım herkesi sen sadıkane yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
Sadıkane belki ol bu âlemde dildâr olur
Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur.

Rivayet olunur ki;

Yavuz Sultan Selim daha ‘’Yavuz’’ olmadan Şehzade Selim iken satranç oyununa merak salar ve bir hayli gelişme sağlar. Aynı dönemlerde de İran’da bu oyun bir salgın gibi yayılmaktadır. Şehzade Selim işi gücü bırakıp çapulcu giyimiyle bir derviş şekline bürünerek tebdil-i kıyafet İran’a varır.

Bir handa oynamaya başlar oyunu önüne geleni devirir, bayağı da ün salar. Ünü bir süre sonra saraya Şah İsmail’e kadar gider. Şah bu ünlü satranç ustası Derviş-i Rum’u duyunca çağırın bir de benle oynasın bakalım der. Derviş Selim gelir ilk oyunda kısa bir sürede yenilir. Şah şaşırır bunca ünü yayılan derviş bu kadar acemice hatalar yapmaz vardır bunda bir iş düşüncesi ile bir oyun daha ister.

Şah İsmail’in oyun tarzını görmek için ilk oyunda bilerek yenilen Selim; ikinci oyunda çok kısa bir sürede şah İsmail’i mat eder. Şah İsmail sinirlenir:
- Bre derviş! Hiç şahlar mat edilir mi?
Yavuz da hemen cevabı yapıştırır:
-Şahların mat edilmeyeceği danışıklı dövüşünü bilseydim, elbette benim de tavrım ona göre olurdu.
Şah İsmail iyice sinirlenir bir tokat yapıştırır. 
Fakat derviştir karşısındaki sonuçta yarım akıl bir gezgin... 
Bir kese altın verip yollanmasını emreder.
Şehzade Selim tam huzurdan çıkacakken işte bu beyiti söyler:

Sanma Şahım herkesi sen sadıkane yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
Sadıkane belki ol bu âlemde dildâr olur
Yar olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur.

(Sözlük:
Sadıkâne: Sadık olana yaraşır biçimde, sadıkça.
Ağyâr: Yabancılar, düşman, rakipler manasına gelse de yar dışında kalan her şey manasına da geldiği olur. Yâr ile ilgisi olmayan her şey ağyardır.
Serdâr: Kumandan.
Dildâr: Sevgili.)

O tokatın acısını unutmamak için de kulağına o ünlü küpesini takar ki ‘’kulağına küpe olsun’’ hikâyesinin buradan geldiği rivayet edilir. Çaldıran savaşı da bu öfkenin tezahürüdür der kimi kaynaklar. Hatta bu hikâyeyi doğrulayacak şu ayrıntı da anlatılır:

Çaldıran savaşından sonra Silahdârı "padişahım böyle bir rivayet var siz gerekten şehzadelik döneminizde İran’a kadar geldiniz mi?" diye sorar. Selim uzaklardaki bir çınarı göstererek Silahdâr Ağa git şu ağacın altını kaz ne bulursan senindir der. Gösterilen ağacın altında çürümüş bir kadife kese ve iki avucu dolduracak derecede İran altını bulur. Bu da böyle bir hikâyedir.

Bu şiirin bir edebi yönü de var:

Vezn-i Âhar halk şiiri nazım şeklidir. Aruzun müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün kalıbıyla murabba şeklinde yazılır. Her mısra bir müstef’ilâtün cüzüne sığacak şekilde dört kelime veya kelime grubuna bölünür.

Birinci mısranın 2. Cüzü ikinci mısranın başına, 
ikinci mısranın 2. Cüzü üçüncü mısranın başına, 
üçüncü mısranın 2. Cüzü dördüncü mısranın başına getirilir 
ve bu cüzlerden sonra gelen cüzler birbirlerini izler.

Yavuz Sultan Selim'in muhteşem şiiri

Sanma şahım /herkesi sen / sadıkane / yar olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyar olur
Sadıkane / belki ol / âlemde bir / dildâr olur
Yar olur / ağyar olur / dildâr olur / serdar olur.

Şahım herkesi kendinize sadık dost, yoldaş sanmayın.
Herkesi dost mu sanarsınız, belki de o (dost yoldaş sandığını) yabancıdır (düşmandır).
Belki de bu âlemde tek sadık olan sevgilidir.
Dost olur (vardır), düşman olur (vardır), sevgili olur (vardır), kumandan olur (vardır).

Şah İsmail de şairdir. Şah Hatayî mahlasını kullanır. Aşağıdaki Şah İsmail'in dizelerini günümüzde en güzel Sabahat Akkiraz söyler..

Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül bitmez imiş
Kırmızı gül bitmeyince
Dertli bülbül ötmez imiş

Bülbül havastır ötmeye
Güle sarılıp yatmaya
Bahçıvan gülü satmaya
Gül kadrini bilmez imiş

Bahçıvan satma bu gülü
Haramdır parası pulu
Ağlatma dertli bülbülü
Gözyaşını silmez imiş

Bülbül güle hayran olur
Hayran olur seyran olur
Bazı insan gafil olur
Gafil arif olmaz imiş

Şah Hatayîm ölmeyince
Tenim turap olmayınca
Dost dosttan ayrılmayınca
Dost kadrini bilmez imiş

Aşağıdaki dizeler de Şah İsmail'in Farsça şiirlerinden birisiydi:

Ez dust beyadigâr derdi darem
kan derd besed hezar derman nedehem

Türkçesi şu ki:

Sevgiliden yadigâr bir derdim var
ki o derdi yüz bin dermana değişmem..

(Bu dizelerdeki içtenliği, sevgiliye olan tutkuyuı anlıyor musunuz?)

Konuyu uzattım, farkındayım ama maksadım şu idi ki; ulaşabilen varsa lütfen Yavuz’un bu şiirini günümüz padişahına iletin ne olur, bu şiir kulağına küpe olsun:

(Padi)Şahım herkesi kendinize sadık dost, yoldaş sanmayın.
Herkesi dost mu sanarsınız, belki de o (dost yoldaş sandığını) yabancıdır (düşmandır).
Belki de bu âlemde tek sadık olan sevgilidir.
Dost olur (vardır), düşman olur (vardır), sevgili olur (vardır), kumandan olur (vardır).

Osman AYDOĞAN  16 Mayıs 2016


ŞİRAZEDEN ÇIKMAK


Dünkü yazım üzerine (Sekiz Şehit ve Memleketin Ahvali) değerli arkadaşımız Salih Altun Bey bir yorum yazmış ve demiş ki: ''Ortam herkesin şirazesini etkiliyor. Doğaldır ve arada gereklidir de....''

Genç arkadaşlarım pek bilmezler ama Türkçede “şirazeden çıkmak” diye bir deyim vardır. “Şiraze” Farsça kökenli bir kelimedir ve ciltli kitapların sırtında, yaprakları bir arada düzgün tutmaya yarayan incecik şerite verilen isimdir. O kaydı mı, kitap dağılır, her bi...r yaprak başka yana saçılır...

İnsan şirazeden çıktı mı; dengesi, ruh sağlığı, akıl sağlığı kalmadı demektir. Her şey çığırından çıktı demektir... Dünkü fıkrayı gördünüz. Böyle bir fıkrayı anlatabildiğime göre demek ki ben bille şirazeden çıktım.

Olanları görüyorsunuz. Memleketin ahvali (halleri) ortada. Nicedir toplum olarak en hafif deyimiyle şirazeden çıktık!

Osman AYDOĞAN  15 Mayıs 2016


SEKİZ ŞEHİT ve MEMLEKETİN AHVALİ


Adamın birisi karısı tarafından fena halde aldatıldığını öğrenmiş ve o gün de iş için trenle bir yolculuğa çıkması gerekiyormuş. Acı içinde yola çıkmış, trene varmış. Bir kompartımanda bir kişilik boş yer bulmuş. Girip yerleşmiş.

Tren hareket etmiş, adamın kafasından çıkmıyor olay. Sonunda kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Yolculardan biri adama derdini sormuş. Bizimki dolu, hemen anlatmaya koyulmuş.

Derdini soran yolcu teselli etmiş: 
- O kadar üzülmeyin! Benim babamın da başından geçmiş böyle bir şey!

Diğer yolcular da katılmışlar konuşmaya; her biri, ilk konuşmacıyı onaylıyormuş: 
- Benimkinin de... 
- Benimkinin de... 
- Benimkinin de...

Bizimki biraz teselli bulmuş, rahatlamış bir halde sigarasını çıkarmış, çakmağını arayıp bulamamış. Sülaleden aldatılmışlar ordusuna dönerek sormuş: 
- İçinizde ateşi olan var mı, o..... çocukları?

Normalde benden böyle bir fıkra beklemezsiniz ama frenler boşaldı artık.. Hoşgörün.. Siz anlıyorsunuz fıkranın kimlere gittiğini...

Osman AYDOĞAN  14 Mayıs 2016



BEŞ MEKTUP


Bir masal ülkesinde padişahlar seçimle tahta çıkarlarmış.

Bir secim sonrası yeni padişah önceki padişaha gider ve tecrübesinden faydalanmak istediğini tavsiyelerine ihtiyacı olduğunu söyler.

Bunun üzerine eski padişah beş tane mektup yazar, mektupları birden beşe kadar numaralandırır. Sonra döner yeni padişaha birinci mektubu ilk devlet idaresinde sıkıştığında, ikinci mektubu bir kriz anında, üçüncü mektubu memleket idaresi zorlaştığında, dördüncü mektubu çok daha vahim hallerde, beşinci mektubu ise içinden çıkamadığı, naçar kaldığı, çaresiz kaldığı durumlarda açmasını söyler.

Yeni başkan, pardon yeni padişah kabul eder, mektupları alıp gider ve göreve başlar.

Ülkede kısa süre sonra bir karışıklık olur, padişah sıkışır, aklına mektup gelir ve birinci mektubu acar. Mektupta şöyle yazar: ‘’Senden öncekileri kötüle, karala, suçu onlara yık, hatta doksan yıl geriye git.. Hatta hiç padişahlık yapmamışlara bile sorunları yık.’’

Padişah mektupta denilenleri yapar, bir süre böyle idare eder ve yine bir buhran dönemi, bir kriz anı yaşar ve ikinci mektubu acar. Mektupta şöyle yazar: ‘’Komşu ülkelere sataş, düşman icat et, bana komplo kurdular de, beni aldattılar de, haberim yoktu de, geometriden faydalan, paralel, eşkenar, dikdörtgen de..’’

Padişah mektupta yazılanları yapar, durum biraz rahatlar, padişah nefes alır.. Ancak bir süre sonra ülkede huzursuzluklar artar, ekonomi zora girer, dış politika zorlaşır. Padişahın aklına üçüncü mektup gelir. Mektupta şöyle yazar: ‘’Çevrendekileri kötüle, bunlarla olmuyor de, sadrazamı azlet, mümkünse kellesini al, nazırları değiştir, muhalefeti ve basını sustur, yargıyı denetim altına al..’’

Padişah bunları da yapar, bir süre rahatlar, bir süre işler yolunda gider. Ancak zamanla işler yine kötüleşir, komşudaki çıkardığı savaş ülkeye sıçrar, ülkede asayiş kalmaz, dış politika tamamen çıkmaza girer. Padişahın aklına dördüncü mektup gelir. Açar mektubu. Mektupta şöyle yazar: ‘’Bu sistemle olmuyor de, sistem değişmeli de, padişahlık yetkilerim az de..’’

Padişah denileni yapar, herkes inanır, bir süre rahatlama olur, ama sorunlar yine de bitmez. Ülke kan gölüne döner, her gün bir yerlerde bombalar patlar, her bombada yirmişer, otuzar, yüzer insanlar ölür. Bütün komşularla düşmanlık başlar, müttefikler yan çizer, misafirliğe bile kabul etmek istemezler, dolar fırlar, cari açık finanse edilemez hale gelir, ülkede işsizlik artar, hoşnutsuzluklar zirve yapar. Zararından emin olup uzaklaştırdıkları dostları düşman olur, dostluğunu edinmek için yanına aldığı düşmanları dost olmadığı gibi etrafındakilerin hepsi düşman safında birleşir. Padişahın aklına hemen kurtarıcısı mektupların sonuncusu ve beşincisi gelir. Açar beşinci mektubu. Mektupta şöyle yazar: ‘’Bir beş mektup da sen hazırla…’’

Rivayete göre bu son mektup açıldıktan sonra Saray erkânından Keçicizade Fuat Avni Paşa son günlerde padişahın sarayda fellik fellik mektup zarfı, kağıt ve kalem aradığını söyler…

Osman AYDOĞAN  12 Mayıs 2016



NEDEN BU HALDEYİZ?


Biliyorsunuz Yaşar Kemal’i 28 Şubat 2015 tarihinde kaybetmiştik.. O zaman bu sayfada ben Yaşar Kemal anısına diye epey bi yazılarından alıntılar yapmıştım…

Yakın zamanda Zülfü Livaneli’nin “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar - Yaşar Kemal” adlı bir kitabı yayınlandı. (Doğan Kitap, 2016) Bu kitapta Zülfü Livaneli kırk dört yıllık dostluğun penceresinden Yaşar Kemal’i anlatıyor.

Kitaptan bir bölüm:

Yıllar önce sosyal demokrat bir politikacı, Yaşar Kemal’e milletvekilliği önermiş. “Gelin” demiş, “sizi önce milletvekili, sonra da kültür bakanı yapalım!”

Yaşar Kemal, “İyi ama bu halk beni seçmez, oy vermez!” diye cevaplamış politikacıyı. İyice şaşıran adam “Neden?” diye sormuş.

Yaşar Kemal “Ben bu halka hiçbir kötülük yapmadım ki beni, seçsinler” demiş. “Onları ne sömürdüm, ne hakaret ettim, ne ekmekleriyle oynadım, ne geleceklerini kararttım. Bana niye oy versinler ki?”

Bu ifade de bana bir başka kitabı anımsattı.

İsviçre doğumlu İngiliz Filozof Alain De Botton’un güzel bir kitabı var: ‘’Statü Endişesi’’ (Sel Yayınları, 2015) Bu kitapta geçen bir söz:

‘’Gelişmemiş kültürlerde, oturmamış kişiliklerde insanlar, kendilerini hor gören, hakir gören kişilerin dikkatini çekmek için daha çok çaba harcarlar.’’

Neden bu haldeyiz? Anlıyorsunuz değil mi?

Osman AYDOĞAN  11 Mayıs 2016


MEHMET AKİF ERSOY'DAN


Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikr ile ;
Yıkmadık bir şey bırakmadık... Sade bir şey: aile.
Hangi bir bünyanı mahvettik de ishal eyledik?
İşte viran memleket! Her yer delik, her yer deşik!

(''Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti'' isimli şiirinden)

***

Düşme ey avare millet bunların hizlanına;
Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına;
Şark'a bakmaz Garb'i bilmez, görgüden yok vayesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!...

(''Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti'' isimli şiirinden)

***

"Ey hayâ namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan yüzsüz, hayâsız, bak hele;
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahiyetin"

Mehmet Âkif ERSOY

Osman AYDOĞAN  10 Mayıs 2016



DOST MODERN DARBE (2)


Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.

Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş. 
- "İyi günler." 
- "İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi. 
- "Burası harika bir yer, adı ne?" 
- "Burası cennet." 
- "Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık." 
- "İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş. 
- "Atımla köpeğim de susadılar." 
- "Kusura bakmayın", demiş bekçi. 
- "Buraya hayvanlar giremez."

Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.

- "İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
- "Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
- "Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
- "İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."

Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
- “İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
- "Buranın adı ne?"
- "Cennet."
- "Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
- "Orası cennet değil cehennemdi."

Yolcunun aklı karışmış,
- "Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"

Bekçi sakin sakin cevap vermiş:

- "Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."

Paulo Coelho, Şeytan ve Genç Kadın, Can Yayınları, 2016

Osman AYDOĞAN  09 Mayıs 2016





ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline, 
Kara hülyalara dal anneciğim! 
O titrek kalbini bahtın yeline, 
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, 
Gecenin ardında yine gece var; 
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, 
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin, 
Kanadın yayılmış, çırpınmak için; 
Bu kış yolculuk var, diyorsa için, 
Beni de beraber al anneciğim! ...

Necip Fazıl Kısakürek (1926)

***

"Bebeğimi görebilir miyim?" diyen annenin kucağına yumuşak bir bohça verildi. Mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!

Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan dışarı bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yeteneğinin olduğu, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu.. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak "Büyük bir çocuk, bana UCUBE dedi.."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı.

Annesi, her zaman ona "genç insanların arasına karışmalısın" diyordu. Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu hakkında görüştüğünde; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.

Aradan iki yıl geçti. Bir gün babası "Oğlum, hastaneye gidiyorsun. Annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk. Ancak unutma ki bu bir sır."

Operasyon çok başarılı geçti. Delikanlı adeta yeni bir insan görünümüne kavuştu. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra diplomat oldu ve evlendi.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün babasına "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…" dedi. Babası ise "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin. Şu anda öğrenemezsin" dedi.

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annenin başına elini uzatıp kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru ittiğinde annenin kulaklarının olmadığı görüldü.

Babası "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı oğlunun kulağına. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar oğlunun kulağına eğilerek yavaşça "Hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" dedi. 
***
Bütün anneler işte böyledir. Tüm annelerimizin ''Anneler Günü'' kutlu olsun...
***
Gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir…
Gerçek mutluluk; görülen şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir… 
Gerçek sevgi; yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinemeyen şeydedir…

Osman AYDOĞAN  08 Mayıs 2016



DOST MODERN DARBE


Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt, adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar.

'’Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.’’

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder.

Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü '’görmedim’' der ve avcılar uzaklaşır.

Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar. 
'’Çok teşekkür ederim’' der kurt, '’Bana büyük bir iyilik yaptın'’
‘'Önemli değil’ der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar. 
'’Bir dakika'’ diye seslenir kurt ‘’Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok.'’

Köylü şaşırır; '’Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.'’ '’Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur'’ der kurt. ‘'Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.’'

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. '’Ne vefası’' der kısrak, '’Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu...’’

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. '’Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim’' der köpek, ‘’yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur...' ‘

Kurt köylüye döner, '’İşte gördün’' der. Köylü de son bir çabayla ‘'Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye’' diye cevap verir.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. '’Her şeyi anladım da’' der tilki ‘'Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?’’ Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar;
'’Gözümle görmeden inanmam...’’

İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve '’Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık'’ diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.

Sonra tilkiye döner. '’Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın’' der. Tilki de '’benim için bir zevkti'’ diye cevap verir.

O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter: '’Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş...'’

***
Vefa duygusuna sahip olmayandan kimseye hayır gelmez.. Vefasızların da bir gün üstü çizilir, kendileri de çöpe atılır, bir deliğe süpürülür...

Vefa duygusunu tüketenlerden de "millet" olamaz.


Osman AYDOĞAN  07 Mayıs 2016



HANGİ HZ. ÂDEM’İ SORUYORSUN; SİZİN ATANIZ OLAN EN SONUNCUSUNU MU?”


Dün son olarak yazdığım ‘’Anlıyorlar mı?’’ başlıklı yazımda Şeyhül Ekber Muhyiddin İbni Arabî’nin Fütuhat-ı Mekkiye’sinde geçen bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Âdem sorusuna verdiği cevabı üzerine (Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?) bir arkadaşım bu sözü açmamı istedi…

Arkadaşım keşke bu soruyu bana sormasaydı! Konu o kadar karışık ki! Ve ben bu konuyu anlatmada donanım olarak o kadar yetersizim ki! Ama madem sordu ben de size sonunda toparlamak üzere dağıta dağıta anlatmaya çalışayım...

Orhan Hançerlioğlu, “Düşünce Tarihi” isimli eserinde; Platon’un Politeia adlı yapıtının VII. kitabındaki ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:

“…Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?

Demek ki bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?

Dahası kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.

İşte sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren bilgedir.”
***
Hayal, tasavvufta Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah Teâlâ’nın varlığı karşısında mükevvenatın (kâinat) gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa Allah Teâlâ’nın aksi’nden nişane verirler. Esas olan Sevgili’nin zihindeki hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” denilir.

Âlem-i hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya zilli (gölge) ile varlık bulmuştur… Varlık, göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.
***
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.

İbn’ül Arabî Hakk ve kâinat ilişkisini şöyle açıklar: “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı meselâ, bir adamın güneşin ışığından gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir. Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.

Futuhat-ı Mekkiye’de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbni Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Adem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Adem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

İbn’ül Arabî deyince onun sözleri ile devam edelim:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’
"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."
"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."
"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."
"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."
***
Hazreti Mevlânâ’nın ‘‘Sureti hemi zillest’’ (Görünen her şey gölgedir) diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar.

Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bir düsturdur bu. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.
***
Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kader kitabı da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.

Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Berât gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.
***
Bu uzun girişten sonra anlatmak istediğim aslında şu:

2003 yılında Philosophical Quarterly adlı akademik bir dergide Nick Bostrom imzalı yayınlanan makalenin ilginç bir başlığı vardı. “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?”

Bu makaledeki varsayıma göre dünya, güneş sistemi, evren dediğimiz şeyin tamamı, bir başka gerçekliğin simülasyonudur. Eğer bizim yaşadığımız dünya bir simülasyon ise bu demektir ki bir başka uygarlık bizden daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. Öyle ki acaba bu gelişmiş halimizden (mesela binlerce, milyonlarca yıl) önce atalarımız nasıl bir hayat yaşıyordu diye bir simülasyon ortamı yaratmışlardır. O ortam, bizim evren dediğimiz şey. O halde bu dünya, galaksi, evren; aslında o gelişmiş uygarlığın bir bilgisayar ortamı; başka bir şey değil. O halde bu simülasyonu yaratanlar gözlemekte oldukları simülasyon ortamını (bizim dünyamız) bir gün kapatmayı tercih edebilirler – yani kıyamet!

Birkaç paragraf önce anlattığım Levh-i Mahfuz bu anlamda neydi acaba?

Ve gelin Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’de bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Adem sorusuna verdiği cevabını düşünelim: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”
***
Şehriyar’ın bana söyledikleri takılmış bir plak gibi zihnimde dönüp duruyordu zaten:

‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıydı…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’

Ve anlatırdı Şehriyar;

‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Hatta bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız. Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz.

Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’
***
Keşke filozof olsaydım, keşke düşünür olsaydım, keşke teolog olsaydım ve keşke elim de kalem tutsaydı da İbni Arabî’nin Hz. Âdem nedeniyle yazdıkları üzerine düşündüklerimi yazabilseydim, bu kadar dağıtıp, karmaşık hale getirmeseydim…

Keşke! Keşke! Keşke!….

Osman AYDOĞAN   06 Mayıs 2016


ANLIYORLAR MI?


Dün Miraç Kandili idi. Kutlama yazımda olayın iki aşaması vardır diye yazmıştım. Ve şöyle devam etmiştim: ‘’Birinci aşamada Receb ayının 27. gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail rehberliğinde Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan (Mekke), Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî ’'Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu Kitabı) isimli eserinde Miraç'ı anlatır.’’

Ve söz Arabî’ye gelince dayanamadım.

‘’Fütuhat-ı Mekkiye’’ isimli kitabında İbni Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbni Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

Gelin de derinlere dalmayın!

Madem söz Arabî’nin ‘’Fütuhat-ı Mekkiye’’ isimli kitabından açıldı devam edeyim isterseniz:

İbn’ül Arabî ‘’Fütuhat-ı Mekkiye’’de Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’

Bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenler bu sözlerden bir şeyler anlıyorlar mı?

Hiç sanmıyorum hiç…

Osman AYDOĞAN    05 Mayıs 2016



MİRAÇ KANDİLİ

Miraç; üç ayların Regaib Kandili 'nden sonraki kutsal gecedir. Miraç; Arapça'da uruc sözcüğünden türetilmiş olup merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır.

Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Receb ayının 27. gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail rehberliğinde Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan (Mekke), Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî ’'Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu Kitabı) isimli eserinde Miraç'ı anlatır.

İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır.

Kimilerine göre bu yükselme fiziksel, kimilerine göre manevi, kimilerine göre hem maddi hem manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir.

Manevi anlamı, gönül ve ruh temizliğinden geçip, ahlaki erdemlere yükseliştir.

Yüce Rabb’imizin hepimizi gönül ve ruh temizliğinden geçirip, ahlaki erdemlere yükseltmesi dileği ile Miraç Kandiliniz kutlu olsun.

Osman AYDOĞAN  03 Mayıs 2016




İNSAN SESİ


Şair Özdemir Asaf’ın güzel bir şiiri vardı: ‘’Uzun Bir Öykü’’

Uzun Bir Öykü

Hiç kimsenin kafesine 
Koyamayacağı bir kuş... 
Kaçmasını öylesine 
Uçmasını böylesine 
Unutmuş. 
Bir insan sesine 
Gelip konmuş.

Şiirde geçen ‘’İnsan Sesi’’ bana; Felsefe okuyan, Heidegger ve Wittgenstein uzmanı, ‘’Malina’’ adlı tek romanıyla tanıdığımız ve Max Frisch ile yaşadığı çalkantılı ilişki sonucunda bunalım geçirip aldığı uyku hapının etkisiyle sigarasını söndürmeyi unutup evini ve kendisini yakan Avusturyalı şair ve yazar, İngeborg Bachmann’ın ‘’Radyo Oyunları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2005) isimli eserinde yer alan “Ağustosböcekleri” adlı oyunu anımsattı.

Oyundan başından bir bölüm: ‘’Küçük eve bir başkası taşınacak. Birkaç yabancı daha adadan ayrılacak, yenileri gelecek. Gelenler çoğaldığında yalnızlığın da fiyatı artacak ve kıyılar dolacak. Soluk yüzler güneşte yanacak ve kumlar parmakların arasından kayacak, ta ki bir gölge adanın üzerinde kanat çırpana ve rüzgâra doğru üflenmiş bir tüy yere düşene kadar.’’

Görüldüğü gibi oyun, bir adanın tasviri ile başlar. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri gelir, ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşır. “Ağustosböcekleri” diye anılanlar, insandır aslında.

Ancak insanca yaşamayı, insanı ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşmüşlerdir. Yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son vermişler ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyulmuşlardır.

Bachmann’ın oyunundaki ada, insanların bugünkü dünyasıdır. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içerisinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe arandığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.

Oyun, şu itirafla noktalanır: “…ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandı. Hep şarkı söyleyebilmek için sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe kuruyup küçüldüler; şimdi ise özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş olarak şarkılar söylüyorlar – ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için…”

Bu yorumu yazar Ahmet Cemal ‘’Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’’ isimli deneme kitabında da kullanır. (Can Yayınları / Deneme Dizisi, 2012)

Peki ya bizler, bu iklimlerde yaşayanlar, merak ediyor muyuz hiç sesimiz insan sesi olmaktan çıktı mı diye?

Evet, hayatın müjdecisi olan sesler çoğunlukla yitip gitti artık bu ülkede yaşayanların sesi insan sesi olmaktan çıktığından, çıkarıldığından beri.

Özdemir Asaf’ın şiirindeki; hiç kimsenin kafesine koyamayacağı, kaçmasını öylesine uçmasını böylesine unutmuş bir kuş bir insan sesine gelip konmuşken bizler insan sesini unuttuk… İyi halt ettik…

Osman AYDOĞAN  03 Mayıs 2016





1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI


Zonguldak'ın Armutçuk beldesinde grizu 103 işçi maden işçisini yaşamdan alıp götürdüğünde tarihler 7 Mart 1983'ü gösteriyordu. Armutçuk'u unuttuğumuz için Kozlu'yu yaşadık… 9 yıl sonra 3 Mart 1992'de Kozlu’da Karaelmas'a 263 maden işçisini verdik!.. Bu sefer Kozlu’yu unuttuğumuz için 26 Mart 1995 tarihinde Yozgat'ın Sorgun ilçesinde, yine grizu patlaması sebebiyle 38 can daha verdik..

Sorgun’u unuttuğumuz için 2003; Ermenek, 2004; Kastamonu Küre, 2009; Bursa'nın Mustafakemalpaşa, 2010; Balıkesir Dursunbey Odaköy, Zonguldak Karadon ve 2013; Zonguldak Kozlu’da onlarca can verdik…

Bunları da unuttuk…

Hepsini de unuttuk.. Hepsini de unuttuğumuz için 13 Mayıs 2014'te Soma’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazasında 301 can daha verdik… Bu kazalar madenciliğin fıtratında var dediler, geçiştirdiler...

Soma’yı tam unutma hazırlığında iken 28 Ekim 2014'de Karaman Ermenek’te 18 can daha verdik..

Daha; birer ikişer, üçer beşer, sekizer onar verdiğimiz canları, asansör facialarını, yangınları, diğer iş kazalarını saymıyorum, yazmıyorum…

Maden ocaklarında facialar yaşandığında iktidara, güce tapan hükümetleri-siyasetçileri; taşerona tapan patronları şöyle bir sallayabilseydik, yataklarında rahat rahat uyutmasaydık belki bugün gerçekten İşçi Bayramını kutlayacaktık....

Hiçbir şeyi sorgulamayacağız, kadere, fıtrata, şehit edebiyatına kanıp uyutulacağız…

1941 yılından bu yana 3 binden fazla insanımız maden kazalarında hayatını kaybetmiştir. 100 binden fazla insanımız ise yaralanmıştır ülkemizde vurdumduymazlıktan, iş güvenliği tedbirlerini almamaktan, işgüzarlıktan, insan hayatını önemsememekten, aşırı kâr hırsından.. Almanya'da son 30 yılda maden ocaklarında 3 kişi ölmüş. Bizim insanımız katliam gibi kazalarda niye ölüyor diye sormayacağız. Ne iktidardan ne de işverenden hesap sormayacağız. Kader, fıtrat, takdiri ilahi deyip ağlayacağız…

İş kazalarına kader kalkanına, fıtrat aldatmacasına (kaldı ki kullandıkları ‘’fıtrat’’ aldatmacası da doğu bir tanım da değil, ‘’fıtrat’’ doğuştan canlılara Allah’ın verdiği özelliktir. ‘’Kedinin fıtratında tırmalak vardır’’ gibi.. ‘’Madenciliğin fıtratında…’’ diye bir cümle kuramazsınız.. Her şeye dini karıştıracaklar ya.. ’’Fıtrat’’ deyince iş bitiyor…), verilen canlara şehit avuntusuna kanmadığında insanlarımız işte o zaman gerçek İşçi Bayramı kutlanacak…

Neyse, bari bugünü biraz neşeli kutlayacağım diyeceğim ama yine gelen asker, polis şehit haberleri, canlı bomba haberleri…

Yine de ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ tüm emekçilere kutlu olsun. (Nedense adına da tahammül edemediler. 2008 Nisan'ında çıkarılan bir kanunla adını da "Emek ve Dayanışma Günü" yaptılar.)

Osman AYDOĞAN  01 Mayıs 2016



GERÇEK OLAN NE?

Hindistan'da eski çağlarda, Janaka isminde bir kral varmış. Bu kral aynı zamanda çok bilge bir kişiymiş.

Bir gün öğle yemeğinden sonra, çiçeklerle bezenmiş yatağında şöyle biraz kestirmek için uzanmış ve uyuya kalmış. Hizmetçileri ellerinde yelpazelerle onu serinletiyor, muhafızları kapıda nöbet tutuyormuş.

Janaka uyuyunca, komşu ülkenin kralının kendi ülkesine saldırdığını ve savaş meydanında onu yendiğini görmüş. Muzaffer kral, Janaka’ya hür olduğunu ve krallığını, sarayını terk edip istediği yere gidebileceğini söylemiş. Savaştan yorgun, bitkin çıkan Janaka krallığını terk edip yollara düşmüş. Kısa süre sonra aç kalmış. Sağa sola dolaşırken, bir mısır tarlasına rast gelmiş ve iki mısır koçanı koparmış ve yemeye başlamış. Tam o sırada tarlanın sahibi çıkagelmiş ve kendi mısırları ile karnını doyuran bu yabancıyı görmüş. Hemen kamçısını çıkarıp, kralı fena halde kamçılamış.

Bu kamçı darbelerini yer yemez, Janaka uyanmış. Yerine oturmuş ve bakmış ki kendi yatağında duruyor ve hizmetçileri onu yelpazeleri ile serinletmeye devam ediyor, muhafızları nöbette hazır bekliyorlar.

Rahatlayan kral tekrar yatağına uzanmış ve gözlerini kapatmış. Bir süre sonra kendisini tekrar mısır tarlasında ve çiftçi tarafından dövüldüğünü görmüş. Gözlerini açmış ve bakmış ki hala yatağında yatıyor.

O zaman merak etmeye başlamış. “Bunlardan hangisi gerçek, rüyadakiler mi, yoksa şimdi gördüklerim mi? Buna bir cevap bulmam lazım”.

Kral ilk olarak Gurusu Vasishta’y sormuş: ‘’Ben rüyasında dilenci olduğunu gören bir kral mıyım, yoksa rüyasında kral olduğunu gören bir dilenci miyim?’’

Kral Janaka grusu Vasishta'dan cevap alamayınca bütün krallığa haber salmış ve bütün büyük din adamlarını, bilim adamlarını, azizleri, ermişleri, kâhinleri, mucitleri hepsini saraya gelmelerini ve bu soruya cevap vermelerini emretmiş. Hepsi sarayda toplandıklarında, onlara sormuş. “Söyleyin bana, hangisi gerçek, uyanıklık hali mi, rüya hali mi?” Fakat hiçbiri soruya nasıl cevap vereceklerini bilememiş. Rüya haline gerçek deseler, uyanıklık haline sahte demiş olacaklar. Uyanıklık haline gerçek deseler, rüya haline sahte demiş olacaklar.

Kral çok kızmış ve “Hepinizi yıllardır besliyorum” demiş. “Basit bir soruma cevap veremediniz. Tek yaptığınız yemek ve şişmanlamak.” Hepsinin krallığın zindanına atılmasını emretmiş. Sonra bu sorunun yazılıp krallığın dört bir yanında halka açık yerlerde asılmasını ve duyurulmasını söylemiş. “Şu durumlardan hangisi gerçektir? Rüya mı, uyanıklık mı? Her kim bu sorunun cevabını biliyorsa sarayıma gelsin ve bana açıklasın.”

Çok günler geçmiş. Kâhinlerden birinin Ashtavakra adında bir oğlu varmış. Bu isim, sekiz yerinden deforme anlamına geliyormuş. Çünkü Ashtavakra tamamen eğri büğrü bir bedenle dünyaya gelmiş.

Bir gün, Ashtavakra annesine sormuş, “babam nerede?” Annesi de cevap vermiş. “Kralın hapishanesinde”. “Neden bir şey mi çaldı?” demiş, Ashtavakra. Annesi, “hayır” demiş, “Kralın sorusuna cevap veremedi, dolayısıyla hapishaneye atıldı” “Bu soruya ben cevap verebilirim” demiş, Ashtavakra ve doğruca kralın sarayına gitmiş.

Sarayın dışında kocaman bir davul varmış ve yanında da bir yazı. “Her kim ki kralın sorusuna cevap vermek ister, davula vursun” Ashtavakra davula vurmuş. Sarayın kapısı açılmış ve kralın kabul salonuna alınmış.

Vezirler, Ashtavakra’yı kabul salonunda yürürken gördüklerinde hepsi de gülmeye başlamışlar. Bütün krallığın bilginleri cevap verememişken, bu biçimsiz çocuğun kralın sorusuna cevap verebileceğini düşünmesi, onları eğlendiriyormuş.

Ashtavakra onları görünce, o da gülmeye başlamış. Kral sormuş, “Vezirler gülüyor, çünkü o kadar garip ve komik yürüyorsun ki, ve ayrıca çok gençsin. Fakat bana söyle, sen niye gülüyorsun?”

Ashtavakra cevap vermiş, “Majesteleri, siz ve vezirlerinizin aydınlanmış insanlar olduğunuzu duymuştum, fakat şimdi görüyorum ki çok aptalmışsınız. Siz benim bedenimin biçimsizliğine gülüyorsunuz ki o sadece deri ve kemikten ibarettir. Bütün bedenler aynı beş elementten yapılmıştır. Eğer bana öz açısından bakmış olsaydınız, özün herkeste aynı olduğunu ve gülecek bir şeyin olmadığını görürdünüz. Ve sorunuza gelince, ey kral, ne uyanıklık durumu ne de rüya gerçektir. Uyanık olduğun zaman, rüya âlemi gerçek değildir ve rüya gördüğünde uyanıklık âlemi gerçek değildir. Dolayısıyla, hiçbiri de gerçek olamaz."

Kral sormuş “Eğer her ikisi de, uyanıklık ve rüya, gerçek değilse, gerçek olan ne?”

“Uyanıklık ve rüyanın ötesinde bir durum daha vardır” diye cevaplamış Ashtavakra. “Onu keşfet, sadece o gerçektir.”

(Alıntıdır)


Osman AYDOĞAN  01 Mayıs 2016



MAZİ KALBİMDE YARADIR


Bugün Gazi Üniversitesinde Kût-ül Ammâre zaferinin 100. Yılı münasebetiyle düzenlenen panele konuşmacı olarak katıldım..... Kût-ül Ammâre ile doğrudan bir bağlantım vardı: Dedem (Babamın babası Kût-ül Ammâre şehidi idi...

Zaman kısıtlaması vardı, anlatacaklarımı gerçi Oturum Başkanı ve Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Altan ÇETİN'in toleransı ile orada anlattım, ancak zaman darlığından konu ile doğrudan ilişkili olmadığı için anlatamadıklarımı da burada anlatmak istedim…

Büyük Paylaşım Savaşı (Bize 1. Dünya Harbi diye öğrettiler) öncesi Osmanlı güvenceyi Almanlar ile ittifakta arıyordu. Almanlar da kazanılacak olan yeni topraklardan Osmanlı’ya düşecek parçaları subaylarımıza harita üzerinde göstererek iştah açıp savaş iştiyakını kızıştırıyorlardı.

Osmanlı “Alman Dostluğu!” na fena halde bel bağlamıştı. Almanya’nın dış ticaretimiz içindeki yeri hızla yükseliyor, Türk ordusunun modernizasyonu Almanlar eliyle yürütülüyor, Birinci Paylaşım Savaşı sırasında Türk güçlerinin komutası Almanya’ya veriliyordu.

Halk arasında da, uzunca bir süredir Alman dostluğunun yararlarından sıkça söz ediliyordu. Daha önceleri de, Kayzer Wilhelm’in Müslüman âlemin koruyucusu olduğunu söyleyenlerin yanı sıra kimileri de onun gizli Müslüman olduğunu yaymışlardı kulaktan kulağa.

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların”

Kısacası Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde, Almanya’nın yanında yer almak, devletin bekası ve ulusal çıkarlar açısından tek akıllı tutum, tek seçenek olarak görülüyordu. Bu görüşte olanların arasında yer alan Mehmet Akif, dürüstlüğü, yurtseverliği tartışma götürmez, tertemiz bir insan ve seçkin bir şairdi. Ancak o da yanılıyordu.

Çünkü Berlin’in “Drang Nach Osten” yani doğuya doğru genişleme politikası çerçevesinde Anadolu ve o zamanlar tümü Osmanlı toprağı için de olan Mezopotamya, yeni koloni alanları olarak öngörülmekteydi.

Almanlar imtiyazını daha Abdülhamit zamanında aldıkları ve inşasına başladıkları İstanbul-Bağdat demiryolu hattının iki yanına Alman göçmenler yerleştirmeyi talep etmişti. Abdülhamit bu isteği geri çevirdi. Göçmen görüşmelerini yürüten Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa anılarında, “O zamanki Alman siyaseti, hattın iki tarafını Alman muhacirlerle iskân etmek ve buralarını bir Alman sömürgesi haline getirmek amacını güdüyordu der.

İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler ibaresini kullanır.
Doğan Avcıoğlu, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar.
Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i İstanbul'a saldırırlarsa, Osmanlıyı savunamayacaklarını anlatmaktadır.

En sonunda; ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'', der.

Henüz bu konuşmanın sedası bu hoş kubbede kaybolmamıştır.

Üçüncü Paylaşım Savaşı eşiğinde yaşanan gelişmeler bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN  30 Nisan 2016



VE UYANDIM ÖĞRENDİM Kİ


Cahit Sıtkı Tarancı’nın güzel bir şiiriydi ‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’

Şiir şöyle başlar:

‘’Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’’

Burada geçen "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinde yer alan ‘’Dante’’ ismi için Cahit Sıtkı; Hristiyanlığa göre insan ömrü 70 yıl olduğundan, 35 yaşındayken yazdığı, ‘’İlahi Komedya’’nın ‘’Cehennem’' bölümünün ilk dizesine "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum" diye yazan Dante Alighieri'nin isminden esinlenmiştir.

‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri’’nde hayatın anlamı anlatılır ve şiir; yaşarken fark edilmeyen, algılanamayan gerçekleri söyler; iş işten geçtikten, sert taşta yaralandıktan, suda boğulduktan ve ateşte yandıktan sonra:

‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.’’

Cahit Sıtkı bu öğrenmeyi otuz beş yaşında yaşıyor.. (Kaderin cilvesidir herhalde, 46 yaşında da vefat ediyor.)

Özdemir Asaf da ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli şiirinde farklı bir hayıflanmayı yaşar:

‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu. 
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’

Konfüçyüs de benzer süreci anlatıyor:

“On beş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...
Otuzumda duruşumu belirledim...
Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...
Elli yaşımda gökyüzü katını anladım...
Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...
Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”

Sâdi-i Şirazi, Bostan adlı eserinde kendine hitaben söylerdi; “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti.”

Cahit Sıtkı’nın söylediği gibi; ateşin yaktığını, suyun boğduğunu, taşın sert olduğunu daha ilkokul yıllarında öğrettiler bana (!) ama asıl başka şeyleri ben yaşım elliyi geçtikten sonra öğrendim.

Özdemir Asaf’ın söylediği gibi; benim de çocukluğumda her şey büyük, gençliğimde her şey önemli görünüyordu. Şimdi yaşlı sayılmasam da ben yaşım elliyi geçtikten sonra her şey gülünç görünüyor bana.

Konfüçyüs gibi yetmiş yaşına gelemesem de ben elliden sonra çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim.

Şâdi-i Şirazi gibi yetmiş yaşını beklemeden ellili yaşlarda seslendim kendime; “Ey ömrü ellilere varan, uyuyor mu idin ki uyan!’’

Ve uyandım öğrendim ki; “Vatan, uğruna ölen varsa değil, içinde yaşamaktan mutlu olunan yermiş.”

Ve uyandım öğrendim ki; “Bayrağımızın rengi kan rengi değil de, keşke gelincik kırmızısı olsaymış.’’

Ve uyandım öğrendim ki, “Asıl övünülecek olanın bu topraklardan şüheda fışkırması değil, sadece herkese yetecek kadar hasat fışkırmasını sağlamakmış.”

Osman AYDOĞAN  28 Nisan 2016



SİSLER BULVARI


Eğitimde politik amaçlarla programlar değiştirilerek ilkokullardan liselere, öğretmen okullarına, meslek okullarına ve üniversitelere eğitim ve öğretim çökertilmiş, ilköğretim ve lise Kur’an kurslarına, üniversiteler medreselere, bilim adamları da emir kulu memurlara dönüştürülmüştür. Balyoz, Ergenekon, Casusluk gibi davalarda hukuk katledilirken, adalet boğazlanırken bu katliama dur diyen bir hukuk fakültesi duydunuz mu hiç?

Bu nedenle bugün 200’ü geçen üniversite sayısı Cumhuriyetin başında sadece İstanbul’da olan iki üniversitenin yetiştirdiği öğrenci niteliğinde öğrenci yetiştirilememektedir.

Artık ülkenin sorunlarına yanıt arayacak bilinçli insan yetiştirilememektedir. Gayri üniversiteler diplomalı cahiller ordusu yetiştirmektedir. Bilgisiz diplomalı, politika uşağı adayıdır. Zaten de maksat budur…

Türkiye'nin uygar amaçları sisler içinde kaybolmaktadır…

Osman AYDOĞAN  27 Nisan 2016


İYİ ve KÖTÜ, DOĞRU ve YANLIŞ, İMAN ve KÜFÜR


Büyük bir arap tasavvuf adamı ve varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü ve tasavvufun felsefesini oluşturan en önemli isimlerinden biri olan Muhyiddin İbn el-Arabî'nin günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır.

Muhyiddin İbn el-Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı, Sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”

Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’

Zaten şu sözleri onu Arabî’yi anlatmaya yeter:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek âfâkta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

(Âfâk, ufuk kelimesinin çoğuludur. Âfâka nisbet eki eklenerek yapılmış bir kelime olan âfâkî kelimesi kelâm, felsefe ve psikoloji ilimlerinde objektif (nesnel) karşılığı olarak kullanılmaktadır. Âfâkî kelimesiyle genellikle "dış dünya ile ilgili olan, bireyin şahsî görüş ve inançlarından bağımsız olarak gerçekliği bulunan, herkesin izleyip gözleyebileceği reel durumlarla ilgili olan şey" kastedilmektedir. Âfâkî kelimesinin karşıtı enfüsî (sübjektif) kelimesidir. Kur'ân'da âfâk ve enfüs kelimeleri karşıt kavram olarak bir arada geçmektedir. "Gerek âfâkta (dış dünya ve madde âlemi), gerek enfüste (insanın iç dünyası ve ruh âlemi) delillerimizi yakında onlara göstereceğiz" (Fussilet, 41/53). Kur'ân'ın bu yaklaşımına uygun olarak Allah'ın varlığını ispatta kelâmcılar daha çok âfâkî (kozmolojik ve ontolojik) delilleri kullanırken, mutasavvıflar enfüsi (psikolojik ve ahlâkî) delilleri kullanma yoluna gitmişlerdir.)

Üzerinde düşünmeniz dileği ile!

Osman AYDOĞAN   26 Nisan 2016


KIZ KULESİ


1827 yılında Almanya’nın Magdeburg şehrinde Ludwig Karl Friedrich Detroit adında bir erkek çocuğu dünyaya gözlerini açar.

Gözlerini açtığı evde annesi ve babası sürekli kavga etmektedir. Karl Detroit’in bu durumdan etkilenmemesini isteyen yakınları onu bir yetimhaneye verir. Annesi babası olmasına rağmen, Karl Detroit bir yetimhanede büyür.

12 yaşına geldiğinde bir gece bütün arkadaşları uyurken, çarşafları birbirine düğümleyerek camdan aşağı sarkıtır ve yetimhaneden kaçar. Kaçtığı şehir Hamburg'dur.

Küçük Karl büyük bir liman kenti olan Hamburg'da bir gemide miço olarak iş bulur ve Magdeburg'un ardından Almanya'yı da buradan terk eder. Miço olarak iş bulduğu bu gemi 3-4 ay Akdeniz'de dolaştıktan sonra bir ilkbahar günü İstanbul'a giriş yapar.

Gemi Kız Kulesi’nin yakınlarından geçerken Karl Detroit denize atlar ve Kız Kulesi’ne doğru yüzer. Yani gemiden de kaçar Karl.

Kız Kulesi'ne kaçan çocuk yakalanır, o sıralar Osmanlı Devleti'nin önde gelen devlet adamlarından biri olan Mehmed Emin Âli Paşa'nın yanına götürülür.

Mehmed Emin Âli Paşa aralarında Almancanın da bulunduğu altı dil bilmektedir, devlet işlerinin yanı sıra şiirle de ilgilenmektedir. Bu çocuk kaçıp geldiyse bir derdi var diye düşünür ve çocukla konuşur:
"Söyle küçüğüm, neden kaçtın Almanya'dan?"
"Dayak vardı orada, bıktım kaçtım."
"Peki gemin birçok ülke gezerken bunu yapmadın da neden İstanbul'da kaçtın geminden?"
Karl Detroit Kız Kulesi'ni gösterir ve "Ben o kuleyi çok sevdim" der.

Bu sırada Almanlar çocuğu geri ister. Karl ise geri dönmek istemez, İstanbul'da kalmak ister. Mehmed Emin Âli Paşa da çocuğu çok sever, o da çocuğu göndermek istemez ve onu evlatlık olarak sahiplenir. "Artık benim oğlumsun" der.

Karl Detroit artık bir Osmanlı evladıdır ve buna göre yetiştirilir. Adı Mehmed Ali olarak değişen çocuk büyümüş ve asker olur.

1853 yılında Osmanlı ordusuna katılıp Kırım Savaşı'nda savaşır. 1865 yılında generalliğe (paşa) yükselir. 1878'de Aleksandros Karatodori Paşa ve Sadullah Paşa'yla birlikte Berlin Kongresi'nde imzalanan antlaşmada Osmanlı Devleti'ni temsil eden 3 kişiden biri de olur kendisi.

Kongrenin kararlarından memnun olmayan Müslüman halkı yatıştırmak için Arnavutluk'a gönderilir. Kosova'nın Gjakova kasabasında ne yazık ki gericiler tarafından yolu kesilip linç edilerek öldürülür.

O çok sevdiği Kız Kulesi’ni bir daha göremeyecektir artık...

Ardında dört tane kız evlat bırakır Mehmed Ali Paşa.

Bu evlatlardan biri, Leyla Hanım'ın da bir kızı olur; Celile Hanım. Mehmed Ali Paşa'nın göremediği torunu Celile Hanım ilk Türk ressamlardan biridir. Ve Celile Hanım evlenir ve bir erkek çocuk dünyaya getirir.

Ve bu erkek çocuk, büyüyüp Nazım Hikmet adıyla Türk edebiyat tarihine geçer.

Nazım Hikmet'in Annesinin büyük dedesi anlatıldığı gibi Alman kökenli Mehmet Ali Paşa , Annesinin büyük babası ise Leh kökenli Mustafa Celâleddin Paşa (Konstanty Borzecky)'dır.

İstanbul’da yaşayan arkadaşlarım!.. Kız Kulesi’ni her görüşünüzde bu hikâyeyi anımsayın olmaz mı?

(Sunay Akın’dan bir alıntıdır)

Osman AYDOĞAN  25 Nisan 2016


ASIL OLAN İÇ CEPHEDİR


Atatürk düşmanla mücadelede üç kuvvetin tayin edici olduğunu söyler. Bunlar; milletin kendisi, Meclis ve Silahlı Kuvvetlerdir. Bu üç kuvvet; birincisi iç cephe diğeri de dış cephe olmak üzere iki cephede savaşır. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yaparak millete gider. 23 Nisan 1920’de Meclisi kurar. Sonra da Silahlı Kuvvetleri kurar…

Atatürk gerisini Nutuk’ta anlatır:

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten ‘kaleyi içinden almak’, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur. Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur....”

Şimdi bir düşünün! Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici midir, değil midir?

Osman AYDOĞAN  24 Nisan 2016



23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI


19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başladı. Ardından Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başladı.

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletler oldu. Balkanlar’da art arda yeni ulus-devletler doğmaya başladı. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus-devletlerini kurdular.

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus-devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılıyor, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus-devletler kuruluyordu.

Bu büyük çalkantılar döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler trajik ikilemler yaşadılar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaştılar. Beyhude bir direnişti. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silindi. Ardından 1. Dünya Savaşı patladı. İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi aldı ve bu kez Anadolu işgal edildi. Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaştılar. Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılmıştı.

Ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası Türklere gelmişti. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başladı.

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapıldı.

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus-devletin, Türk ulus-devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koymuş, ulus-devletler trenine son anda binmiştir.

Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir…

Şu bir tarihi gerçektir ki 20. yüzyılın başlarında bir ulus-devlet kurmak ve ideoloji olarak milliyetçiliği benimsemek ilerici, devrimci bir tercih, bir yönelimdi.

23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu devrimci adımın ete kemiğe büründüğü bir kurumdu.

1920’de o muazzam adımı atanları alkışlamak ve artan bir coşku ile kutlamak boynumuzun borcudur.

Bu muazzam adımı anlamak da her faninin harcı değildir. Anlamayanların da kutlamaması normaldir.

Bu anlamlı bayram kutlu olsun!

***
Sakın unutma çocuk

‘’Küçük hanımlar, küçük beyler! 
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! 
Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. 
Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. 
Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!’’

(Atatürk 1922’de Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara böyle seslendi.)

Osman AYDOĞAN  23 Nisan 2016



BAKIN BU FIKRAYI BEN UYDURMADIM


Dün sizlere Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in bir kitabından (İslam'ın Siyasal Söylemi, Phoenix, İstanbul, 2007) bir alıntı vermiştim.

Bugün de size yine Bernard Lewis’in başka bir kitabından (Tarih Notları - Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları, Arkadaş Yayıncılık, 2014) başka bir alıntı vermek istiyorum. Ancak bu alıntı bir fıkra:

Fıkra Mısır’ın bir zamanlar güçlü adamı olan Abdülnasır’la ilgili olarak anlatılır... Ancak fıkrada geçen ‘’Mısır’’ın yerine siz daha güncel bir başka ülkeyi ve Nasır yerine de o ülkenin güçlü adamını koyabilirsiniz. Ancak bunu içinizden yapmanızı öneririm.. Ne olur, ne olmaz!

Başkan Nasır kendisi hakkındaki karikatürlere ve fıkralara çok sinirlenirmiş.

Bu fıkraları belli bir kişinin uydurup yaydığını öğrenince öfkesi bir kat daha artmış. Polis şefini çağırtmış... Fıkraları icat eden kişinin acele bulunmasını istemiş. Bir hafta sonra polis şefi tutukladığı adamla birlikte Başkanlık Sarayı’na gelmiş.

- ''Sayın Başkan'', demiş, ''sizinle ilgili fıkraları uyduran kişi işte bu...''

Nasır adamı baştan aşağı bir süzmüş:
- ''Sen, demiş gerçekten benimle ilgili fıkraları uyduran kişi misin?''
- ''Evet'', demiş adam...

Nasır bunun üzerine peş peşe kendisiyle ilgili fıkraları anlatmaya başlamış..

Her birinin sonunda adama:
- ''Bu fıkrayı da sen mi uydurdun?'' diye soruyor...
Her defasında aynı yanıtı alıyormuş:
- ''Evet efendim ben uydurdum...''

Nasır sonunda:
- ''Sen de benim gibi Mısırlısın, ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum, neden bunu yapıyorsun, Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun...'' deyince adam şöyle bir yutkunmuş:

- ''Bakın bu fıkrayı ben uydurmadım'', demiş...

Osman AYDOĞAN  22 Nisan 2016


SİYASET ve CEZA


Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, 2007) isimli güzel bir kitabı var.

Bernard Lewis kitabında Türkiye’ye de yer verir. Lewis’in kitabından Türkiye ile ilgili bir bölüm:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”

Fransız düşünürü Alain Badiou neden yıllardır zalimce cezalandırıldığımızı bize çoktaaaan anlatmıştı zaten: ‘’Siyaset üzerine düşünmek zorundayız. Eğer bunu yapmazsak bir gün zalimce cezalandırılırız.’’

Osman AYDOĞAN 21 Nisan 2016


EMİNE ABLAM


(Hiç unutmadım ama ben her Nisan Emine Ablamı hatırlarım...)

Memleketimde annenin kız kardeşine ‘’hala’’ denir.
Halam, evlendikten sonra beş-altı yıl hiç çocukları olmamış…

Kasabamızdan ''demiryolu'' geçer, bu nedenle de her Anadolu kasabasında görülen küçük bir de istasyonumuz vardır kasabanın hemen kenarında…

Bir yaz günü istasyon çalışanları bir trenin hareketinden hemen sonra istasyon yakınındaki üzüm bağından bir ağlama sesi duyarlar.
Bir asma altına terkedilmiş bir bebekten gelmektedir bu ağlama…
Bir bebek, bir kız bebek…
Muhtemel sene 1954-1955…

Bebeği karakola getirirler…
Yapacak bir şey yok, sorarlar çevreye bu bebeği evlatlık alacak kimse var mı diye…
Halamlar alırlar bu bebeği, nüfuslarına kaydettirirler, evlat edinirler…
Adını da Emine koyarlar…

Allah’ın hikmetidir, sual olunmaz, Emine aileye katıldıktan sonra Halamın arka arkaya üç erkek çocuğu olur…
En büyük çocuk benden bir-iki yaş büyük, diğerleri birer, ikişer sene aralıkla dünyaya gelirler.

Emine kendi öz ablamla yaşıttı, evlerimiz yakındı, kendisini de abla bildim, çocukluğum beraber geçti, elinde büyüdüm sayılır…

Emine ablam on iki yaşına gelince sokakta oynarken çocuklar kendisine ‘’bulduk’’ diye takılırlar, Halama sorar Emine ablam, ‘’bunlar ne diye bana böyle takılıyorlar’’ diye…
Halam artık Emine ablamın büyüdüğünü düşünerek gerçeği anlatır…
Emine ablam iki gün bir şey yemez içmez, sessiz bir hıçkırıkla ağlar iki gün boyunca, sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatına…

Emine ablam 14 yaşında iken Kasabaya bir aile gelir, giderler karakola ‘’biz’’ derler ‘’14 yıl önce kızımızı istasyonda kaybettik.’’ 
Sonuçta Emine ablama haber verirler.
Emine ablam ‘’benim annem babam burada başkasını bilmiyorum’’ diyerek gelenleri görmek bile istemez…
Gelen aile eli boş giderler… 
Gidiş o gidiş bir daha hiçbir haber gelmez…

Emine ablam 16-17 yaşında iken Halamın kocası ablamı kasaba yakınındaki bir köyün ağasının oğluna verir hiç ablama sormadan.
Ağanın oğlu askerde iken çavuşmuş, bu nedenle kendisine ‘’Ali Çavuş’’ derlerdi, hayal meyal anımsıyorum, bir de atı vardı, kasabaya atı ile gelirdi, atı ile bir yürüyüşü vardı, bir edası vardı, bir havası vardı, bir çalımı vardı…
Çocuktum, Babamın bu evliliğe karşı olduğunu hatırlıyorum…
Eniştem fakirdi, ağa da zengin, eniştemin bu nedenle ablamı bu ağa oğluna verdiğini tahmin ediyorum…
Ablamın bir kızı oldu bu evlilikten, adı ilginçti; ‘’Turiye’’
Ancak bu evlilik yürümedi..
İki yıl sonra ablam boşandı, kızını köyde bırakarak baba evine döndü…

Bu sırada eniştem vefat etti, sonra da halam bir başkası ile evlendi.
Ablam evde kendisinin aileye katılmasından sonra dünyaya gelen o üç erkek çocuğa hem annelik, hem de babalık yaptı.
O çocukların üçünü de okuttu, evlendirdi…

Çocuklar evlenince ablam de kasabamızdaki çocuğu olmayan bir adama imam nikâhı ile ikinci eş olarak evlendi. 
Sonra kocası vefat etti, adam varlıklı idi, bütün mal varlığı resmi nikâhlı eşine kaldı…
Yaklaşık sekiz on yıl önce üçüncü evliliğini yaptı, Şehre yerleşti...
Mutluydu…

‘’İkindi güneşi gördüm’’ derdi, ‘’güz güneşi gördüm’’ derdi…

Hayatta hiçbir şeyden müşteki değildi ablam. Hep hayata pozitif bakardı. Hayatla hep dalga geçer, hayata şaka yapardı hep. Hep gülerdi ablam. Özellikle gözlerine hayrandım. Gülünce gerçekten gözleri gülerdi ablamın…

Nisan 2012 ortasında memleketimden kendi öz ablamla telefonla görüştüm…

‘’Emine ablanın sana selamı var, Şehirden geldi bir süre buradaydı, ‘uzun zamandır Osman'ımızı -bana hep böyle hitap ederdi Emine ablam - göremedim. Osman'ımızı özledim’ diyor’’ demişti.
Üç gün sonra tekrar aradı kendi ablam.
‘’Osman’’ dedi; ‘’Sana kötü bir haberim var’’…

Emine ablam o Pazar günü Şehre evlerine döner…
Şehirdeki yeğenimi (öz ablamın kızı) arar…
‘’Annen sana vermek üzere bana bir şeyler verdi yarın -Pazartesi- saat 10.00’da sana geleceğim’’ der..
Pazartesi gelmez ablam...
Salı da gelmez...
Yeğenimin cep-ev telefonlarına da cevap vermez...
Yeğenim evine gelir kapı zili de cevap vermez…
Polis çağırırlar...
Kapı kırılarak açılır...
İçeride kesif bir is kokusu vardır ve ablamım bir tarafta, kocasının bir tarafta cansız bedeni bulunur...
Pazar günü akşam yatmadan sobayı yakmışlar…

Cenazesine yetişemedim, daha sonra gittim...

Önce doğumundan beri bildiğim, ancak hiç görmediğim kızı Turiye’yi, sonra benden bir iki yaş büyük olan erkek kardeşini ziyaret ettim.

Başsağlığı diledim.

Diğer kardeşleri cenazeye gelmiş ve dönmüşlerdi.
Turiye annesine o kadar benziyordu ki, hele hele gözleri, bir an için ablamla karşılaştım zannetmiştim…
Sonra mezarına gittim, dua okudum…
Sessizce hıçkıra hıçkıra ağladım…
’’Abla’’ dedim... 
''Kahpe felekten alacağın kaldı abla'' dedim...
Mezarlığı ziyaret ettim baştan başa...
Fark ettim ki, dünyadaki tanıdıklarım, akrabalarım azalmış, öte dünyaya gidenlerim, göç edenlerim çoğalmıştı...

Memleketimden ortaokuldan beridir ayrıydım…
Senede genellikle bir defa gelir, kısa kısa sürelerde kalır geri dönerdim…
Ruhumu hep orada bırakır, ben kendim dönerdim...
Bu gittiğimde bahardı...
İsimlerini unutmadığım o rengârenk kır çiçekleri her tarafı kaplamıştı…
Kayısı ağaçlarının, erik ve kiraz ağaçlarının o bembeyaz çiçekleri solmuş, yerini elma ağaçlarının o harikulade pembe pembe açmış çiçekleri almıştı…
Ceviz ağaçları ‘’ana baba kokusu’’ denilen o mis gibi kokulu filizlerini vermişti…
Her defasında olduğu gibi mahzun bir şekilde döndüm memleketimden…

Memleketimden dönüş yolunda hep kafamda uğuldadı Sivas Divriği'nin bir türküsü...
Âşık Veysel söylerdi, Ali Ekber Çiçek söylerdi, Bedia Akartürk söylerdi.
Emine ablam gözlerimin önünde, beynimde ise takılmış bir plak gibi döndü durdu bu türkü yol boyunca; 
''Kahpe felek sana nettim neyledim''

Feleğe hiç sual olunur muydu ki bu yıl (2014) Ocak ayında da Halamın en küçük oğlunu, Yakup’u kaybettik…

Mekânları cennet olsun…

Osman AYDOĞAN  20 Nisan 2016



GÖKYÜZÜ GİBİ BİR ŞEY BU ÇOCUKLUK, HİÇBİR YERE GİTMİYOR


Doktorlar hep yanı başımda değillerdi, zaten çoğu da İngilizce bilmiyorlardı, Türkçe bilen hiç yoktu, Almanca bilen de hiç yoktu, Arapça da bilmiyorlardı, hemşirelerden de çat pat İngilizce bilen birkaç kişi vardı…

Birisiyle konuşma ihtiyacı zamanla öylesine arttı ki, ciğerlerimdeki havaya nasıl muhtaçsam, konuşmaya da o kadar muhtaç olduğumu anladım. Geceleri yaralarımın yol açtığı kâbustan, gündüzleri kimsesizlikten zaman geçmezdi.

Bu yalnız günlerimde 1889 - 1973 yılları arasında yaşamış olan Fransız varoluşçu filozof Gabriel Marcel’i daha iyi anladım. Gabriel Marcel’e göre ‘’insan için var olmak, başka bir insana seslenmek’’ demekti. Marcel’e göre İnsan "seslenen bir varlık" olarak görünür; varoluş (existence) başkalarına yöneliştir insan için. ‘’Ben varım’’ demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir. Hastalığım neyse de ‘’ben varım’’ diyememek ne kadar zormuş, bunu burada daha iyi anladım…

Kabil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde vakit geçirmenin tek yolu çoğunlukla geçmişi yaşamak, çocukluğuma gitmek o muhteşem zamanı hâyâl etmek ve tekrar tekrar yaşamaktı. Geçmeyen zamanda hep çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirirdim. Çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı bir bir hatırlardım. Çocukluğumu hatırladığım zamanlar dalardım tabii, nadir çat pat İngilizce bilen hemşireler de takılırlardı bana ‘’yine nereye gittiniz?’’ diye…

Kâbil’e ilk geldiğimde okuduğum Albert Camus'un '’Yabancı’' isimli eserini anımsadım, bu kitaptan bir cümle aklımda kalmıştı. Şöyleydi o cümle: ‘’O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.’’ Albert Camus’un ifadelerinden benim yaşadıklarımın tek farkı ‘’hapishane’’ yerine benim ‘’hastane’’de olmamdı.

Vezir Akbar Han Hastanesinde kaldığım sürede çocukluğuma ait her bir şeyi ama her bir şeyi birebir yaşadım. Burada anladım ki; bu yaralı ve ateşli halimde beni ayakta tutan, bana güç veren hep bu çocukluk hatıralarımdı. Dostoyevski’nin şu sözünü şimdi daha iyi anımsadım ve anladım: ‘’Hayatımızda en yüce, en güçlü, en yararlı dayanağımız ana baba evinden kalan hatıralarımızdır.’’

Ama hastanede en çok annemi hatırladım. Zaten hastaneye ilk geldiğimde bilincimin kapalı olduğu günler ve özellikle geceler sürekli annemi sayıkladığımı söylerdi hemşireler. Sabahlara kadar annemi sayıklarmışım. Halil Cibran, mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘‘anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi.

Hastanede gündüz hâyâl ettiğim, birebir yaşadığım çocukluğumun günlerini, ateşler içinde geçen gecelerimde farklı bir şekilde yaşar olmuştum:

Hemen her gece Nisan aylarında memleketimizdeki bahçelerdeki kayısı ağaçlarının dallarının açmış çiçekleri arasında bir serçe kuşu gibi daldan dala konarak uçardım… Kayısı ağacı çiçek açtığında, henüz yaprakları olmadığından ağaç boydan boya bir gelin elbisesi gibi bembeyaz olurdu.

Hele hele o çiçekli badem ağaçları yok muydu; çağla yeşili, pembesi, beyazı bir muhteşem harmoni oluştururdu. Bembeyaz bir çiçek deryasında uçsuz bucaksız bir sonsuzluk duygusu içinde uçardım.

Elma ve armut ağaçları daha sonraları çiçek açardı, bu ağaçların çiçekleri de henüz yeni çıkmış açık yeşil yaprakları arasında daha başka bir güzel görünürdü… Bu ağaçların dalları arasında bir guguk kuşu gibi daldan dala konarken görürdüm kendimi…

Yaz başlangıcından önce çalı ve iğde ağaçları çiçek açardı… Griden beyaza yakın yaprakları olurdu çalı ve iğdelerin, küçücük sapsarı çiçekleri ve o muhteşem kokusu ile harikulade bir manzara oluştururlardı… İğde ve çalı ağaçlarının o muhteşem kokusu ve görüntüsü içinde iğde ve çalı dalları arasında bir çalı kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.

Bazı geceler ceviz ağaçlarının Nisan ayında açan o ana baba kokusunu salan taze yaprakları arasında, zaman zaman zambak ve susam çiçekleri arasında, zaman zaman da ekin tarlaları içindeki gelincikler arasında görürdüm kendimi. Bazen sarı sarı sapsarı ekin tarlaları içinde, olgunlaşmış, bükülmüş eğilmiş başaklar arasında bir tarla kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.

Bazen de ilkokulda okul sırasında ders dinlerken bulurdum kendimi. Okul arkadaşlarımı bir bir, isim isim, numara numara hatırlardım.

Geceleri kâbuslar içinde, sanrılar içinde ateşli de geçse, bu gecelerin sabahı daha bir huzurla uyanırdım. Pek şikâyetçi de değildim bu gecelerden. Bu sefer akşamları bekler olmuştum, akşam olmasını, karanlıkların usul usul, perde perde inmesini, gecenin olmasını, rüyamda çocukluğuma gitmeyi ve o kuşlar gibi tekrar tekrar uçmayı hep bekler olmuştum…

Artık yaralarım henüz tam iyileşmese de hastanede kalmaktan yeterince bir keyif almıştım. Hastanedeyken bir tür sükûnet elde etmiş, kendimi kendime ve soyut şeylere daha bir yakın hissetmiştim. Kafamı yastığa koyup gözlerimi kapayarak kendimi dünyadan soyutladığımda, anlattığım gibi, ince bir yeşil tüle bürünmüş olan sakin vadilerin, bahçelerin, tarlaların ve tepelerin üzerinde hep bir kuş gibi uçarken görmüştüm kendimi. Ayrıca hiç kaybetmemişimcesine sevdiklerimin yanımda olduğunu, onlara seslenip, onlarla konuştuğumu görmüştüm. Sabahları uyandığımda da sanki kendimi de bir kuş gibi hafif hissetmiştim.

Hatırladıkça çocukluğumu Edip Cansever’in şu dizelerine de hak vermiştim: "Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..."

Bu hastane ve bu yaralı halim baba hep Şehriyar’ı ve O’nun hayatıma anlam katan şu sözünü hatırlatmıştı: ‘‘Acılar ruhu olgunlaştırır. Düşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tad katar, ancak bunun dengede olması gerekir. Çalışma, mücadele ve belalar olmasaydı bizler de var olmazdık ve yaşam duygusuz, anlamsız ve bunaltıcı olurdu.’’

Ve en çok da takılmış bir plak gibi hep şu sözü döndü durdu beynimde Şehriyar'ın: ‘’İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa varabilir.’’


Osman AYDOĞAN  17 Nisan 2016




ÜÇ KIZ KARDEŞ


Anton Çehov,un “Üç Kız Kardeş” (İmge Kitabevi, 2014) adlı güzel bir tiyatro oyunu var.

İlk kez 1901 yılında sahnelenen Üç Kız Kardeş, Çehov'un en hareketli, buna rağmen en ince ayrıntılarda en derin psikolojik yorumları yansıtan eseridir. Oyun, Rusya'da ayrıcalıklı sınıfa ait bir ailenin değişen koşullar ve yeni değerler karşısında yaşadığı çelişkiler ve bireysel çöküşler üzerine kuruludur. Aile üyelerinin geçmişleri ve özlemleri ön plandadır; General kızları Olga, Masha ve Irina ile abileri Andrey, Prozorov'ların temsilcileridir.

Çarlık Rusya’sının son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarı olan Çehov,un “Üç Kız Kardeş” adlı oyununda kız kardeşlerin ağabeyi Andrey’in tiradı bizi mi anlatırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum:

“Hayata atılır atılmaz silik, donuk, renksiz, tembel, kayıtsız, faydasız, mutsuz insanlar olup çıkıyoruz. Niçin? Bu kent yüz binlerce insanı barındırıyor. Ama hepsi birbirine benziyor. Hepsi aynı. Ne geçmişte ne de günümüzde bir tek aziz bile bulamazsınız. Bir tek bilgin, bir tek sanatçı bile yok. Sadece yiyorlar, içiyorlar, uyuyorlar, sonra da ölüyorlar… Başkaları geliyor sonra, onlar da yiyorlar, içiyorlar, sıkıntıdan çıldırmamak için dedikodu yapıyorlar, iskambil oynuyorlar, düzenbazlık ediyorlar. Çocukların sırtına korkunç bir yük biniyor, içlerindeki o kutsal pırıltı sönüp gidiyor. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”

Çehov’dan faklı olarak ben; geleceği düşününce rahatlayamıyorum, ağırlaşıyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlamıyor, uzaklar loş ve karanlık. Hiçbir şey göremiyorum.

Osman AYDOĞAN  16 Nisan 2016


YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIMIZIN RESMİ


Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icad edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi (Die festung Europa) duvarlar yükseldi. Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak algılandı.

Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı.. Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı..

Küreselleşmenin dayatmasına insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşmeyle’’, ‘’ümmetleşmeyle’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizmle’’ yanıt verdi. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı.

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle..

Zaten boşuna söylememişti İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati. Şeriati bir yazısında şöyle yazıyordu:

‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

***
Genç arkadaşlarıma küçük bir sözlük:
Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik, zahirî olan, okyanusun maviliği…
Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan, okyanusun derinliği…

Osman AYDOĞAN  15 Nisan 2016





ÖLDÜ, ÖLDÜ DE HABERİ YOK (2)


Sovyetler ve Stalin dönemi... İki parti yöneticisi Kremlin’de karşılaşmışlar, biri sormuş arkadaşına: 

- ''İvanov ne yapıyor?'' 
- ''İvanov öldü'' demiş, beriki İtiraz etmiş: 
- ''Ne ölmesi yahu, daha gelirken uzaktan gördüm.'' 
Bizimki gülerek yanıtlamış: 
- ''Öldü, öldü!.. Ama daha henüz haberi yok.''

Ülkenin halini görüyorsunuz...

Bir yanda; hırsızlar, tecavüzcüler, rüşvetçiler, yalancılar, megalomanlar, psikopatlar, yandaşlar, bugün de olduğu gibi hemen hemen her gün gelen üçer, beşer, sekizer, onar şehit haberleri…

Diğer yanda; müflis bir dış politika, üretmeyen, her şeyi tüketen bir tüketim ekonomisi, bitmiş, tükenmiş, medreseleşmiş ve Orta Çağa dönmüş bir eğitim, siyasete bulaşmış bir yargı, yaralanan, bitap düşmüş, yok olmaya yüz tutmuş adalet, yok hükmünde bir parlamento, yok hükmünde, biat eden bir hükumet, çiğnenen, yok sayılan Anayasa, askerin çiğnenen, ayaklar altına alınan onuru, gururu, talan edilen doğa, yağmalanan yeşil alanlar, betona gömülen şehirler, dalkavuklaşmış âlimler, despotizme dönüşmüş bir siyasi güç, yandaş haline gelmiş ve yalakalaşmış bir basın, yok olan asayiş, emniyet, güvenlik, güven, aşirete dönüşmüş bir devlet…

Bu saydığım başkalaşan bütün kavramlar öldü…

Öldü de yaşıyormuş gibi yapıyorlar…’’Mış’’ gibi yaşıyorlar… Haberleri yok…

Osman AYDOĞAN  14 Nisan 2016



ÖLDÜ, ÖLDÜ DE HABERİ YOK


Sovyetler ve Stalin dönemi... İki parti yöneticisi Kremlin’de karşılaşmışlar, biri sormuş arkadaşına: 

- ''İvanov ne yapıyor?'' 
- ''İvanov öldü'' demiş, beriki İtiraz etmiş: 
- ''Ne ölmesi yahu, daha gelirken uzaktan gördüm.'' 
Bizimki gülerek yanıtlamış: 
- ''Öldü, öldü!.. Ama daha henüz haberi yok.''

Ülkenin halini görüyorsunuz... Hırsızlar, tecavüzcüler, rüşvetçiler, yalancılar, megalomanlar, psikopatlar, yandaşlar, bugün de olduğu gibi hemen hemen her gün gelen üçer, beşer, sekizer, onar şehit haberleri..

Bunlardan sorumlu olan makamlardakilerin niceleri vicdanların önünde öldü, öldü de haberleri yok...

Osman AYDOĞAN  13 Nisan 2016



SAKURA

Japonca bir kelime olan Sakura’nın Türkçesi meyve vermeyen çok güzel bir “kiraz ağacı” anlamındadır. Çiçekleri makbuldür. Çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu çiçek martın son haftası ile nisanın ilk haftası açar ve Japonya'da bu dönem kutsal sayılır.

Açtıklarında büyüleyici bir hayal alemini gözler önüne sererler. Ancak güzelliklerinden daha fazla bir şey vardır onlarda. Sakura’nın dalda kaldığı zamanın çok kısa olması, Japon kültüründe hayatın gelip geçici olduğunu ifade eder. Zıtlıklar yaşamın her anında birliktedir; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi...

Sakura; hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu simgeler. Japonya'da baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder. Sakura’nın hüzünlü bir yanı olduğu için çok da sevilen bir kadın adıdır da Japonya’da Sakura.

Sakura’nın açması çok yavaş bir süreç, solgunlaşıp yere düşmesi ise bir anlıktır. Japonlar için, Sakura’nın kısa ama parlak yaşamı, samurayların genç, zamansız, kahramanca ölümünü simgeler.

Kiraz çiçekleri samuraylar için hem yaşamı, hem de ani bir ölümü hatırlatmaktadır. Bir şeyin hem üstün güzellik hem de hızlı şekilde ölmeyi nasıl aynı anda sembolize ettiği sorusunun cevabı ise Japon kültürünün ölüme bakış açısında saklıdır.

Sakura, hem genç bir samurayın ruhunu hem de güzel bir kadının ihtişamını taşır. Samuraylar daha gençken ölümü tatmış, kiraz çiçekleri de en güzel oldukları vakitte dökülmüşlerdir. İşte böyle geçici işte böyle de güzeldirler, güzel olan her şeyin geçici olduğu gibi…

Çiçeklenen ağaçlar güzelliklerini kısa bir süre sunarlar ve çiçeklerini tüm şehir üstüne dökerler. Kiraz çiçeklerinin açışı o kadar güzeldir ki Japonya’da meteoroloji tarafından her şehir için tahminleri önceden yapılır ve insanlar ona göre programlarını ayarlarlar.

Güzelliğin ve estetiğin simgesi olan kiraz çiçekleri (Sakura) açtığında Japonlar parklara, bahçelere, tapınaklara akın ederler. Yalnızca çiçekleri seyretmek için… Bu çiçek izleme partilerine “hanami” adı verilir.. Hanami festivallerinin en can alıcı etkinliği, zen sükûnetine yaraşır şekilde, yalnızca yürümektir. Sükût içinde, sessiz ve sakin…

Japon filmlerinde çiçek döken ağaç sahnesi olmazsa olmaz bir sahnedir. Japon filmlerinde anlatılan hikâyeye görsel zenginlik katmasının yanı sıra izleyiciye hikâyenin içindeki duygusal bir sahneye hazırlama amacıyla da kullanılır.

Sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisi) içerken ve son nefeslerini verirken bile bu ağacın görüntüsünü hayal eden bu ağacın yakınında bir yerde yapılan savaş sonucu ölüme yaklaşmışken bile bu ağacı düşünen kahramanlarla sık sık karşılaşırız Japon filmlerinde… Romantik sahnelerde de Sakura ağacı bulunur.

Bu ağacın çiçeklerinin dökülme sahneleri genellikle her güzel şeyin bir gün mutlaka sona erebileceği mesajını ve yaşanılan kayıpların yaşattığı acıyı bazen de anılarımızdaki kaybettiklerimizi simgeleyen bilinçaltı bir mesaj vermeyi hedefler.

Sakura ağacının çiçek dökmesi her ne kadar bir şeylerin sonunu simgelese de yeniden açılacağı anı görme umudu da her sonun bir başlangıcı olduğunu müjdeleyen bir konumdadır. Yani hüzün hissinin yanında umut hissini de bizlere verir.

Bunu en iyi Japonya'nın modernizasyonuna dair olan hikâyede yönetmenliğini Edward Zwick’in yaptığı ve başrolde Tom Cruise’in yer aldığı ‘’Son Samuray’’ filmi gösterir. ‘’Son Samuray’’ ölürken etrafında uçuşan Sakura’nın çiçekleri işte o ölüme değerdir.

Bu bahar mevsiminde kiraz ağaçlarının (Sakura) çiçekleri dökülürken, güzelliğin lanetlendiği, zekânın yağmalandığı, iyinin kurban edildiği, kasaba kurnazlığı ile yönetildiği ve insanlarımızın gencecik yaşlarda trafikten, terörden, bombalardan tıpkı Sakura çiçekleri gibi, tıpkı Samuraylar gibi toprağa düştüğü ülkem de Sakura’nın yaprak dökümü gibi keder vermektedir.

O güzel çağ bitmiş memleketime hüzün gelmiştir.

Osman AYDOĞAN  12 Nisan 2016


EN AĞIR BEŞ SUÇ


Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng’i idam ettirdi. Cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.
Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: ''Şao Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı....''

Konfüçyüs “yaptığımın nedenlerini size anlatayım'' dedi ve anlattı :

''Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır :

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklilik;

İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;

Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;

Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek;

Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Şao Çeng’de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmalarının arkasına gizleyebiliyordu, zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu.
Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim.''

Osman AYDOĞAN  11 Nisan 2016





KOKU


‘’Koku’’, çağdaş Alman yazarı Patrick Süskind'in özgün adı ‘’Das Parfum’’ adlı romanıdır. (Can Yayınları, 1997) Jean-Baptiste Grenouille ise romanın muhteşem koku yeteneği olduğu halde kendi kokusu olmayan, bu uğurda da insan öldürmekten çekinmeyen ve sonu trajedik bir şekilde biten roman kahramanıdır.
Bu yazımda Patrick Süskind'in romanını anlatmayacağım. Kitabın sonu ile yazımın sonu arasında bir bağ var ama konu uzun bu bağı kitabı okuyanlar kursun (!)

Benim anlatacağım ‘’koku’’ başka bir koku..(Affınıza sığınarak!)

Liseyi yatılı okuyordu... Üç günlük bir bayram tatilinde memleketine gidememişti... Memleketi okuduğu okula yakın bir arkadaşı onu evlerine davet etti... Beraber gittiler arkadaşının memleketine…

Arkadaşının ailesi güzel bir hazırlık yapmıştı… Annesinin yemeğini özlemiştir diye arkadaşının annesi elvan türlü börekler, çörekler, yemekler hazırlamıştı... Güzel bir akşam ziyafeti çektiler... Çaylar, kahveler içildi… Yatma zamanı geldiğinde, kendisine bir oda verdiler, yatağını hazırladılar ve istirahate çekildiler…

Gecenin bir yarısı arkadaşımızın büyük tuvaleti geldi, ishal olmuştu... Işıklar yanmıyordu… Tuvaleti bulamadı... Tuvalet için de aileyi, uyandırmaya utandı… Çok sıkışmıştı, yapacak pek bir şeyi yoktu, odayı kolaçan etti…

Odada pencere kenarında duran bir saksıyı gördü… Saksıdaki çiçeği toprağı ile beraber yavaşça çıkardı… Saksıyı klozet olarak kullandı... İhtiyacını giderince tekrar çiçeği toprağı ile beraber yavaşça saksıya yerleştirdi ve saksıyı da yerine koydu…

Sabah olunca, kahvaltı bile yapmadan bir bahane ile aileye teşekkür ederek ayrıldı…

Liseyi bitirdi, üniversiteyi bitirdi, aradan on yıl geçti, arkadaşımız iş hayatına atılmıştı…

Bir gün işte iken on yıl önce evlerine misafir olduğu bu aileden arkadaşımıza bir mektup geldi…

Mektupta şöyle yazıyordu:

‘’Evladım, sen gideli on yıl oldu, bu on yılda tam on ev değiştirdik, velakin bu kokudan kurtulamadık. Ne olur, nereye yaptıysan yaz…’’

Bu fıkrayı neden mi yazdım?

Bu iktidardan bir şekilde kurtulacağız... Başka iktidarlar gelecek, onlar da gidecek, yenileri gelecek, onlar da gidecek... Belki on iktidar değişecek… Bu arada belki ekonomi iyileşecek, belki dış siyaset düzelecek, ancak bu iktidarın yarattığı sosyal hayattaki, toplum yaşantısındaki ve ahlaki boyuttaki pis kokuyu bir türlü gideremeyeceğiz…

Ve korkarım ki bu koku, Patrick Süskind'in ‘’Koku’’ (Das Parfüm) adlı romanının kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’nin trajedik sonu gibi toplumun da trajedik sonunu hazırlayacak…

Osman AYDOĞAN  10 Nisan 2016



DÜZENBAZ


“Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. 
Canbaz: Canı ile oynayan.. 
Sihirbaz: Sihir ile oynayan.. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan vb.

Ancak bu kural “Düzenbaz”da işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… ‘’Baz’’ ise Türkçe değil, Farsça… Örnekteki ‘’Can’’, ‘’Sihir’’ ve ‘’Hokka’’ Farsçadır.

Farsçada ise “düzenbaz” diye ayrı bir sözcük vardır. Farsçada “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın”. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! İki kadını birden idare eden demek.. Hem evli olup hem de metresi, sevgilisi olan demek…

Ancak Türkçede ‘’Düzenbaz’’ın farklı bir anlamı vardır. Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden anlamında kullanılır.

İşte bu tipler her devirde vardırlar ve Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler.

Kasaba kurnazıdırlar. İşrete ve kadına düşkündürler. Akılları fikirleri uçkurlarındadır… Hazırlopçudurlar.. . Yalancıdırlar, hilebazdırlar. Talancıdırlar, yağmacıdırlar… Hem suçlu hem de güçlüdürler. Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar.. Hem Aslan Yürekli Richard’ın müttefikidirler hem de Selahaddin Eyyubi’nin yanında gözükürler. Dindar değil dincidirler, Müslüman değil Süslümandırlar.. Annelerinden, bacılarından, kızlarından tahrik olurlar. Kincidirler.

İşte onlar ''Düzenbaz''dırlar...

Osman AYDOĞAN  9 Nisan 2016



BABA ve SİYASET


Köyde sekiz yaşındaki Ali, sabahleyin erkenden ineğini alıp çıkmış evden. Yolda sabah namazından dönen imamla karşılaşmış.
İmam: 
- ''Erken erken böyle nereye Ali'', demiş.
Ali gayet ciddi bir yüzle:
- ''İneği boğaya çektirmeye götürüyorum'', demiş.
İmamın kaşları çatılmış:
- ''Sen götürüyorsun ha, baban yok muydu evde bu işi görmek için?''
Ali:
- ''Babam olmuyor, mutlaka boğa gerek'', demiş.
Görünen o ki ülkede bazı insanların siyaset yapabilmeleri için babaları yetmiyor...

Osman AYDOĞAN  8 Nisan 2016



YAŞANMAZ OLDU BU YERLER


Dikkat ediyor musunuz? Hemen hemen her gün doğudan asker – polis şehit haberleri geliyor birer ikişer, üçer beşer, sekizer onar vurularak, tuzak kurularak, mayın döşenerek şehit edilen.
Hemen hemen her gün batıdan ise sahile vuran mülteci cesetlerinin haberleri veriliyor onar, yirmişer, kadın, erkek, çoluk, çocuk, bebek...
Hemen hemen her gün katledilen kadın haberleri, tecavüz haberleri, çocuk tecavüzcüleri, cinsel tacizler, sapıklar, bir kereden bir şey olmaz diyen sorumlu sorumsuzların haberleri…
Bir yandan ülkede her yere cami yapılıyor, her yerde minareler yükseliyor, her okul imam hatibe dönüşüyor ama öbür yandan ülkede fuhuş, ırza geçme, tecavüz, yolsuzluk, sahtekârlık, yalan, dolan, talan, uyuşturucu kullanımı artıyor…
Bütün bu olanlar bana klasik Alman filozoflarının sonuncusu olan Ludwig Feuerbach’ın bir sözünü anımsatıyor ve bu ülkede yaşananlar ise bu sözü doğruluyor gibi geliyor: "Ahlakın temeli ne zaman dine dayandırılsa, adalet ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilse, en ahlaksız, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir."
TV’lerde haberlere bakıyorum bütün bu yaşananlar sanki vukuat-ı adiyeden, sanki normalmiş gibi bu ölümler, bu katledilişler, bu tecavüzler, bu sapıklıklar, bu ahlaksızlıklar... Sanki bizde değilmiş gibi bu haberler, sanki Patagonya ülkesinden geliyormuş gibi bu haberler… TV’lerde üç beş soytarı bir başka konuları konuşuyor, konuşturuluyor… TV’de pembe diziler, spor diye et (!) ve top (!) programları, gülenler, kahkaha atanlar, yazılı basında üç maymunu oynayanlar, haber diye sadece et (!) ve top (!) haberlerini verenler…
Sanki basit bir hırsızlık olayı yaşanmış gibi toplumla ve toplumun değerleriyle alay edercesine el ele tutuşan gençleri görseler ahlaksızlar diye feryat edenler 55 çocuğun ırzına geçilmiş ‘’bir kerecik olmuş’’ diyorlar bu nasıl bir namus, nasıl bir ahlak anlayışı ise…
Yetkili ancak sorumsuz, muhteris ancak kifayetsiz, cüsseli ama kof, lafı bol ama söyleyecek sözü yok olan politikacılar Meclis kürsülerinde, TV’nin beyaz camında birbirleriyle laf dalaşında… Hele boşuna demiyordu İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati bir yazısında: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’
Bütün bunlar, bu olumsuzluklar, bu ahlaksızlıklar, bu gülüşler, bu boş boş konuşmalar bana Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyununu anımsatıyor. Bu oyunda karakterlerden biri kendini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci tam üzülecekken boş bulunup güler. Ülkede yaşananlara karşı ise tıpkı seyircilerin, sorumluluk sahibi herkesin gülmesi gibi…
Yaşanmaz oldu bu yerler. Bu ülkede artık yaşamak gittikçe zorlaşıyor.
Bertolt Brecht derdi zaten: “Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor, ama her şeyin mizah olduğu bir yerde de yaşamak olanaksız.”
‘’Yaşanmaz oldu bu yerler’’ derken, ben bu sayfada yokken kaybettiğimiz (02 Nisan 2016) Türk pop müziğinin en yetenekli ancak en talihsiz müzisyeni Aydın Tansel aklıma geliyor. 1976’da Bulgaristan’da yapılan ''Altın Orfe Ses Yarışması''nda, uluslararası dalda 29 ülke arasında, '’Dünya Ses Üçüncüsü'' unvanını almıştı, müthiş bir tenor sesi vardı Aydın Tansel’in. Bu ses de ziyan oldu gitti ülkede ziyan olup giden nice değerler gibi…
Genç arkadaşlarım belki hatırlamaz ama onun en güzel eseri ‘’Günler Aylar’’ isimli şarkısıydı. Bu şarkının sözleri ve bestesi kendisine aitti. Şarkının hikâyesini kimsecikler bilmez; Aydın Tansel bu şarkının sözlerini yazdığında Bolu Komanda Tugayında Topçu Asteğmenidir. Zaman Kıbrıs Harekâtı zamanıdır. Birliğinde sorunlar yaşar, birliğinde huzursuzdur. Şarkı bestelenip piyasaya çıktığında ise 12 Eylül 1980 darbesi olmuştur. Basına verdiği bir röportajında şarkı sözlerini nasıl yazdığını anlatır. Devir aynı devirdir. Şarkı hemen yasaklanır. TV ve radyo olarak sadece TRT vardır. Şarkısı bir daha hiçbir yerde çalınmaz.
İşte ‘’Günler Aylar’’ isimli şarkının sözleri şöyleydi:
Günler aylar gelip geçer 
Bitmez kâbus nice günler
Her yer her şey güzel huzur arıyorum 
Kurtar beni demiyorum 
Allah’ım ne olur sabır ver
Her yer her şey güzel huzur yok içimde 
Yaşanmaz oldu bu yerde 
Ne olur Allah’ım kuvvet ver
Günler aylar gelip geçer 
Bitmez kâbus nice günler
Her yer her şey güzel huzur arıyorum 
Kurtar beni demiyorum 
Allah’ım ne olur sabır ver
Her yer her şey güzel kötü olan insanlar 
Tüm kötülüklere karşı 
Ne olur Allah’ım kuvvet ver
Şarkıda olduğu gibi; ülkede günler aylar gelip geçiyor, bitmiyor kâbus dolu günler, yaşanmaz oldu bu yerler, her yer, her şey güzel velakin kötü olan insanlar, tüm kötülüklere karşı ne olur Allah’ım hepimize kuvvet ver, sabır ver, huzur ver…
Yaşanmaz oldu bu yerler…
Hele hele, bir de şarkının başında Aydın Tansel bir derin ‘’Offf offfffff’’ çekmiyor mu?
Offfff ki offffffffffffffffffffffffff…

Osman AYDOĞAN   7 Nisan 2016



BUZAĞI PAKETİ


Şeytanın birisi “Bu ülkede insanların başına ne geliyorsa benden biliyorlar. Havva ile Adem’i cennetten benim kovdurduğumu sanırlar. Oysa meyveyi koparıp birlikte yediler, kovulunca da suçu bana yıktılar... Hep böyle yapıyorlar, başlarına ne gelse bana yıkıyorlar, benden biliyorlar.'’ diye düşünmüş.
Eee, bu kadar iftiranın da bir haddi, bir sınırı olmalı, şeytanın da sabrı taşmış, bu kadar haksız yere suçlanmak da canına tak etmiş… “Bugün bir kenara çekileyim, TV’lere çıkıp nutuk atmayayım, sağa sola çatmayayım, insanlara hiç kızmayayım, şuna buna hiç karışmayayım’’ demiş…

Bu düşünceyle gidip bir ağacın gölgesine sığınmış… Köylü tarla sürüyor, karısı ineği sağıyor, ağaca bağlı buzağı da yatıp duruyormuş... Ortada şeytanlık yapacak bir şey yok!

Ama şeytan bu durur mu, kalkmış, ‘’Buzağı açılımı yapacağım’’ diyerek buzağının ipini birazcık gevşetmiş. Ve kenara çekilip ‘’süreci’’ izlemeye başlamış…

Buzağı bu, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelenmiş, debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş, koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş. Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız yatar babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Şeytan pişkin pişkin TV'lerde dert yanmış; “Gördünüz mü başımıza gelenleri? Ben ne yaptım? Buzağının paketini biraz gevşettim, süreci başlattım, o kadar! Yine benden bilecekler!”

Osman AYDOĞAN  6 Nisan 2016



VEBADAN DA BETER


Artık şehit haberleri arada sırada değil hemen her gün birer ikişer, üçer beşer geliyor... Yakma, yıkma, yol kesme, hırsızlık, yolsuzluk uyuşturucu kullanımı, adam kaçırma, kadın cinayeti, tecavüz, ensest gibi haberler ise vukuatı adiyeden. Devlet erkânı şehit cenazesinden şehit cenazesine koşturuyor; çünkü tek yapabildikleri bu...
Bugün yine şehit haberleri… Bir binbaşı, bir astsubay... Ocaklara düşen ateşler...

Hiç dikkat ettiniz mi TV programlarına; vur patlasın, çal oynasın havasına aynen devam…Sözde basında ise varsa yoksa et (!) ve top (!) haberleri…

Kanıksandı artık hemen her gün birer ikişer, üçer beşer gelen şehitler, yakma, yıkma, yol kesme haberleri… Sanki gelen haberler Patagonya devletine ait..

Alber Camus, “Veba” adlı eserinde, salgının yayılması ve ölümlerin kanıksanması üzerine şöyle diyordu: “Kanıksamak, vebadan da tehlikeli ve lanet bir hastalık!”

Türkiye böyle bir hastalığın pençesine düştü…

Vebadan da beter...

Osman AYDOĞAN  5 Nisan 2016



GEMİ


Kıyıda kalmışlardı. Kimi yere çömelmiş, kimi rıhtıma oturmuş, kimi bir ağaca dayanmış, umutsuz gözlerle ufuklara bakıyordu.
Ne bir kayık, ne bir mavna, ne bir gemi alıyordu onları...
***
Onlar hepsini elleriyle yaparlardı bunları ve hepsine kumanya, mazot, kömür taşırlardı. Ama hiçbirine binemezler, bu kıyıdan kurtulup hiçbir ufka gidemezlerdi.
***
Bir gün bir rüzgâr esti. Bir fısıltı büyüyerek dolaştı.
Bir umut dalgalandı ufuklara özlemle saplı kalmış sönük gözlerde.
- Kendi gemimizi kendimiz yapmalıyız.
- Kendi gemimizi kendimiz yapmalıyız.
***
Kol kol, dizi dizi, bölük bölük kuytu bir körfeze doğru yollandılar.
Usul usul koyuldular çalışmaya...
Mühendisler planları çiziyorlardı.
Blok saclar taşınıyordu sırtlarda.
Planlar projektörlerin ışığında büyüteçlerden süzülüp dev izdüşümleriyle vuruyordu saclara. Ve usta bir terzi gibi biçiyorlardı sacları...
***
Bir yanda iskeleti çatılıyordu geminin.
Binlerce, binlerce, binlerce insan, arılar gibi çalışıyordu. Gece demeden, gündüz demeden çalışıyorlardı kendi gemilerini yapmaya...
Bir neşe kaynıyordu gemiyi yapanlarda...
Binecekler ve gideceklerdi diledikleri ufuklara...
Eşyasını toplayan, çocuklarını kucaklayan başlamıştı geminin yanında toplanmaya...
***
Naralar atılıyor, şapkalar fırlatılıyor, türküler çağrılıyordu.
Bir sabah bir şişe parçalandı geminin dik burnunda.
Şampanya şişesi değildi. Yoktu şampanyaları.
***
Sonra bir el çekti gemiyi tezgâhtan ayıracak lövyeyi.
Gemi baş döndüren zaferli bir gürültüyle indi sulara...
Makinistler çevirdiler vanaları. Şalterler indi kalktı. Yakıldı mazot kazanları. Başladı uskurlar dönmeye köpürterek suları...
***
Ve yıllar ve yıllar boyu kıyıda kalmış olanlar, akın akın, oluk oluk bindiler yaptıkları gemiye...
Rastlanmamış şenlikle açıldı gemi karadan...
Çizildi tarihsel rota. Ve artık gideceklerdi özledikleri ufuklara...
Ama yazık ki gidemediler.
***
Gemiyi yapmak için kuytu bir yer ararken düştükleri kargaşalıkta bir yön yanılması olmuştu...
Ve gemiyi deniz diye gölün kıyısında yapmışlar ve gemiyi deniz diye bir göle indirmişlerdi...
***
Ya gemiyi alıp denize taşımak gerek.
Ya yeniden gemiyi denize ineceği bir yerde yapmak gerek.
***
Çetin Atan'ın hikâyesi bu kadar..
***
Ben de derim ki;
Ve bazen o gemi siz olursunuz ve hâlâ farkına varmazsınız içinizde okyanuslarda pupa yelken gitmek arzusuyla yanıp tutuşurken etrafı karlı dumanlı dağlarla çevrili bir gölde dönüp durduğunuzun..

Osman AYDOĞAN  4 Nisan 2016  

MÂVERÂ


(Şimdi bırakın terörü, patlamayı, kaosu, müsebbiplerini, sığlığı... Alın çay bardağınızı elinize Mâverâ'yı düşünün.. Unuttuğumuz, sözlükten çıkarıp attığımız, yabancısı olduğumuz Mâverâ'yı...)
Mâverâ; ''gaip'' demektir. 
Mâverâ; herhangi bir şeyin bittiği yer ve ötesi demektir.
Mâverâ: Ötelerin ötesidir, ötesizliklerin de ötesidir..
Zamansızlaştırılmış, sebepsizleştirilmiş bir ötedir Mâverâ.. Eşyanın köleliğinden ve fizîkî alakalardan kurtulmuşluk, mâsivâdan arınmışlıktır Mâverâ..
Mâverâ'yı görmek; gücün ne olursa olsun kendini hiç olmadığı kadar ''garip'' hissetmektir. 
Mâverâ'yı bilmek; kendini unutmak demektir. 
Mâverâ'ya gitmek; boşluğa doğru sonu gelmez yürümek demektir. 
Mâverâ'yı sevmek; 600 bin yıl beklemeden koca Afrika'yı bir günde Avrasya'ya vurmak demektir. Yok etmektir Cebelitarık'ı ve Aden'i... 
Ama işte Mâverâ demek; maalesef '’gaip'’ demektir. Bilinenin ötesinde durup; herkesin bildiğini bilmemek, herkesin gördüğünü görmemek, herkesin geldiğine gitmemek, herkesin sevdiğini sevmemek demektir.
Mâverâ kimisi için erişilmesi imkansız bir aşk, kimisi için bir tutku ve varılmak istenen son konak yeridir. Kim bilir belki de gerçek aşkın sahibiyle buluşma yeridir... Ama şu bir gerçek her canlının arzu ettiği, hayaliyle bile olsa ruhunu ve gönlünü dinlendiren bir yerdir Mâverâ…
Görülen âlemin ötesidir Mâverâ…
Mâverâ
Dışarıda yağmur yüzümü dövmekte
duvarlar içeride üstüme yürür
varsın da değişmesin birşey sövmekle
ölüm arzusu bende daima büyür...
Güneş seher vakti içer kanımı
ruhsuz bedenlere hayat bahşeder
bense yeniden doğarım her gün batımı
hayata bağlar beni rahman geceler...
Serkeş zaman koşup geçer yanımdan
mekan bir kafestir, sarar vücüdumu
söker gibi bir otu yatağından
davran Azrail, savur göklere ruhumu...
(Yazarı bilinmiyor)

Osman AYDOĞAN   3 Nisan 2016


VAR OLAN TEK GERÇEK (!)


''Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm.''
Hermann Hesse, Bozkırkurdu -Orjinal isim: Der Steppenwolf- Yapı Kredi Yayınları / EDEBİYAT / Roman, 2003

Osman AYDOĞAN  2 Nisan 2016


GERÇEK TUTKU ARAYAN BİRİNE BU SEVİMLİ DÜNYA YURT OLAMAZ


''Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek iş, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.''
Hermann Hesse, Bozkırkurdu -Orjinal isim: Der Steppenwolf- Yapı Kredi Yayınları / EDEBİYAT / Roman, 2003 
Osman AYDOĞAN  1 Nisan 2016



İNSANLIK ve SİYASET


“İnsanlık ile siyaset birbirini dışlar. İkisine birden hizmet etmek hiç kolay değildir”
İsviçreli Alman yazar Hermann Hesse (1877 - 1962)
Osman AYDOĞAN   31 Mart 2016



BÖYLE BİRİ GÜN GELİP SUDA BOĞULUR


“İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. Ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. Böyle biri bir gün gelip suda boğulur.''
İsviçreli Alman yazar Hermann Hesse (1877 - 1962)

Osman AYDOĞAN  30 Mart 2016



SEVGİYE ARZU


“Erkekleri görüyordum; bugün arzuyla, yarın bıkkınlıkla kahroluyor, yana yakıla seviyor, sevgilere hoyratça son veriyor, hiçbir sevgiye güven beslemiyor, hiçbir sevgide mutluluğu bulamıyorlardı.“
“Kadınları görüyordum sevgiden yanıp tutuşan; aşağılanmaları ve dayakları sineye çekiyor, sonunda kapı dışarı ediliyor, ama bağlandıkları erkekten yine de kopamıyor, kıskançlıkları ve horlanmış sevgileriyle onurları çiğnenmiş, köpeksi bir sadakat sergiliyorlardı.”
“…Ayrıca kendim için daha bir sessiz daha bir el altından gözyaşları döktüm; bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayıp hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan kendim için gözyaşları”
İsviçreli Alman yazar Hermann Hesse (1877 - 1962)

Osman AYDOĞAN  29 Mart 2016



DEVLET ERKÂNI


Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı, Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra 16 dil bilen bir bilim adamı olan Ahmet Vefik Paşa’nın (1823 – 1891) ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabı var.
Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arar; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır).
Hatta der ki kitabında Ahmet Vefik Paşa; '’siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘M’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’
Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’M’'li özellikleri saydıktan sonra ekler; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir’.'’
Ülkemizde yaşanan son olaylar göstermiştir ki vatandaş bu evsafa sahip siyasilere, siyasiler de bu evsafa sahip yöneticilere görev vermemiştir. Baştan Ahmet Vefik Paşa'nın özelliklerini saydım ki günümüzün sözde devlet adamları ile mukayese edelim diye...
Bakınız Vezir-i Âzâm’a, Dâhiliye Nâzırı’na, Teşkilât-ı Mahsusa Reisi’ne! Bu evsafta mı dırlar?
Bir Çin atasözü derdi zaten; ''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.''

Osman AYDOĞAN  28 Mart 2016



FAŞİZMİN 14 KARAKTERİSTİK ÖZELLİĞİ


Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.
Britt'in çok tartışılan, hatta Umberto Eco'nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ''yeni başlayanlar için 14 derste faşizm''i anlatıyor: (Dr. Lawrence Britt'in Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayınlanan makalesi) .
Ana başlıkları ile bu 14 başlık şöyle:
1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik. 
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi. 
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması. 
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi. 
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı. 
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması. 
7. Ulusal güvenlik takıntısı.. 
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi. 
9. Özel sermayenin gücünün korunması. 
10. Emek gücünün baskı altına alınması. 
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi. 
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma. 
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama. 
14. Hileli seçimler.
Bunlar sizlere bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Osman AYDOĞAN  27 Mart 2016



İÇE KAPANIŞ


Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam; 
Siyah örtülere sardı şehri karanlık; 
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.
Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin, 
Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte. 
Toplasın acı meyvesini nedametin, 
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.
Bak göğün balkonlarından, geçmişler seneler 
Eski zaman esvaplarıyla eğilmişler 
Hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan
Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi 
Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran 
Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.
C. Baudelaire, Çev. Sabahattin Eyüboğlu

Osman AYDOĞAN  26 Mart 2016


İSPANYOL ÖLÜSÜ


Bunun hesabı sorulmadı
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı ama sorulacak
Madrid'in, Barcelona'nın, Valencia'nın gözyaşları
Bu gözyaşlarının hesabı sorulmadı.
Almeria'nın, Badajoz'un, Guernica'nın döktüğü kan
Bu kanın hesabı sorulmadı.
Gözyaşları yüzlerde kurumuş
Kum üstünde kurumuş kan.
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı, kanın hesabı sorulmadı
Sorulacak bunların hesabı.
Çünkü Guernica'nın adamları konuşmaz.
Almeria'nın çocukları sessizdir
Badajoz'un kadınları dilsiz
Dilsizdir onlar, sesleri çıkmaz, sesleri çıkmaz
Boğazlarını tıkamıştır oranın kumu
Konuşmazlar, konuşmayacaklar da ve çocuklar
Almeria'nın çocukları usludur
Kıpırdamazlar, kıpırdamayacaklar da
Vücutları kırık, kemikleri kırık, ağızları
Çünkü ölüdür onlar, dilsizdir hepsi.
Yanılmayın
Hesap sorulmayacak sanmayın.
Yanılmayın
Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa
Yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın
Yanılmayın
Bunun hesabı sorulacak
Sorulacak ama
Vakit var
Vakit var daha.
Bu yerlerde ölülerin vakti boldur
Badajoz'da, Guernica'da, Almeria'da
Bekliyebilirler vakitleri var daha.
Vakit var
Bekleyebilirler daha.
Archibald MacLEISH
Çeviren : Melih Cevdet ANDAY

Osman AYDOĞAN  25 Mart 2016


KİTLENİN RUHU


Gustave Le Bon (1841-1931) tartışmalı bir Fransız sosyolog ve antropologdur. Toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. 1895 yılına kendisine büyük ün kazandıran ve alanının öncü çalışmalarından biri olan "Kitleler Psikolojisi" adlı eserini yayınladı. (Alter Yayıncılık, 2009)
Devrimlerden ve bilhassa Fransız devriminden nefret eden Le Bon her türlü topluluk gibi temsil işlevi gören meclislerin de kitle psikolojisini yansıtan bir "kalabalık" olduğunu savunuyordu. Ona göre bireyin zekâ seviyesiyle orantılı kararlar almasını önleyen "yığın psikolojisi" sendikaların, siyasî partilerin ve bilhassa meclislerin çalışmasına egemen olarak batı uygarlığının çöküşünü hazırlıyordu.
Le Bon bilerek ya da bilmeyerek faşist liderlere esin kaynağı olmuş bir sosyal bilimcidir, hatta ırkçı olduğunu öne sürenler de var. Le Bon’a göre milletlerin kaderi kitlelerin ruhunda hazırlanıyor. Ve etkili liderler de kitlelerin ruhunu içgüdüsel olarak bilen psikologlar arasından çıkıyor. Kitlelerin ruhunu iyi tanıdıkları için onlara kolaylıkla hâkim oluyorlar.
Le Bon 120 yıl önce "Kitleler Psikolojisi" eserinde şöyle yazıyordu:
* Kitle psikolojisiyle bütünleşmiş insan bağımsızlığını yitirmeden önce fikirleri, ve duyguları; cimriyi cömerde, münkiri mümine, korkağı kahramana çevirecek kadar değişime uğrar.
* İnsanlar üzerinde büyük etkileri olan kişiler hakiki kahramanlar değil, efsaneleşmiş kahramanlardır.
* Kitleler kuvvete saygı duyarlar, kitlelerin yönelimleri ve sevgileri her zaman iyi yöneticilere değil, kendilerini baskı altında tutan zorbalara da olmuştur.
* Zayıf bir hükumete karşı ayaklanmaya hazır olan kitle, kuvvetli bir hükumet karşısında esir gibi eğilir.
* Kitlenin ruhuna daima hâkim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacı. İtaate susadıkları için liderleri olduğunu söyleyen kimsenin ardından gidiyorlar.
Yahudi asıllı İngiliz yazar Alain de Botton'un ''Statü Endişesi'' isimli bir kitabı vardı (Sel Yayıncılık / Alain de Botton Kitaplığı Dizisi, 2005). Bu kitabında der ki Alain de Botton: ''Gelişmemiş kültürlerde, oturmamış kişiliklerde insanlar, kendilerini hor gören, hâkir gören kişilerin dikkatini çekmek için daha çok çaba harcarlar.''
Gustave Le Bon ve Alain de Botton Merih gezegeninde yaşayan bir kavmi anlatırlar zahir!

Osman AYDOĞAN  24 Mart 2016


SİFON


Temmuz 2015 ayı ortalarında İran ve uluslararası toplumun Viyana'da imzaladıkları nükleer anlaşma aslına Ahmedinejad, Zencani ve Sarraf’ların ve bunların işbirlikçilerin sonu idi….
Bu anlaşma aslında Türkiye’deki haramilerin de sonu idi…
Muhtemeldir ki ABD’inde tutulan ipin, pardon, tutuklanan zatın ucu Türkiye’deki haramilere de ulaşacaktır.

Zira ABD’de bu zatın önüne yatacak bakanlar yoktur.
Zira ABD’de tutuklama kararı veren savcıları hemen değiştirecek, soygunun üstünü örtecek bir guguk devleti de yoktur…

Muhtemeldir ki ABD elini sifona uzatmıştır.

Osman AYDOĞAN  24 Mart 2016




BİR KURUYAN SARMAŞIK


Hegel 1831 yılında 71 yaşında koleradan hasta yatağında yatarken ziyaretine öğrencileri gelmiş. Hegel öğrencilerini üzüntü ile süzdükten sonra yavaş bir sesle ‘’Beni öğrencilerimden sadece Michael anladı’’ demiş. Sonra bütün öğrencilerini mahzun bir eda ile süzerek devam etmiş; ‘’Ne yazık ki o da beni yanlış anladı.’’
Kendimizi anlayacak, hem de doğru anlayacak insanlar bulmak günümüzde ne kadar da zor?
Diyojen’e atfen söylenir; hani gün ışığında Diyojen mumla bir şeyler arar, sorarlar ne aradığını; ‘’İnsan arıyorum’’ der. 
İnsan bulmak günümüzde ne kadar da zor?
Yakup Kadri’nin ‘’Yaban’’ında geçerdi; ‘’İnsan, hayvanların en iğrenç olanıdır’’. Katılmak buna mümkün değil ama, gerçek anlamıyla eğitilmediğinde insan böyle galiba...
İnsanları olduğu gibi kabul etmekten başka bir seçenek yok. 
Değiştirebileceğimiz tek şey; kendimiz. Başkaları değil…
1800’lü yıllarda hazırlanmış bir Osmanlıca – İngilizce bir sözlük. İsmini hatırlayamıyorum. İçinde 180 bin kelime var. 
Şimdi en büyük Türkçe –İngilizce sözlük 30 bin kelimeyi geçmiyor.
Kaybolan tam tamına 150 bin kelime...
Aslında kaybolan 150 bin kelime değil; kavramlarımız, boyutlarımız, ufkumuz, âfâkımız, düşüncelerimiz, fikirlerimiz.
Yapılan bir araştırmaya göre; ilk öğretimi bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise öğrenci ilk öğretimi bitirene kadar 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.
Kesinlikle eski Türkçe veya Osmanlıca taraftarı değilim, Osmanlıca konuşalım anlamında düşünmüyorum.
Çorak Anadolu toprakları gibi kuruttular Türkçeyi...
Safiye Ayla’nın bir şarkısı vardı, şimdilerde hiçbir yerlerde çalınmaz. 
Şarkının güftesinin birinci veya ikinci kısmı şöyleydi;
‘’Koyda yanan bir ışığım.
Bir kuruyan sarmaşığım.
Kimsesizim, yoktur eşim.
Yandı hayat, söndü emel.’’
Ben bu güftenin altına ‘’Türkçe’’ diye imza atıyorum.
Dilimiz yoksullaşıyor ve yoksunlaşıyor...
Esas yoksullaşan ve yoksunlaşan biziz aslında...
Orhan Veli gibi;
‘’Bir yer var biliyorum,
Her şeyi söylemek mümkün.
Epeyce yaklaşmışım,
Duyuyorum,
Anlatamıyorum’’
Param yoksa; istediğiniz bir şeyi alamam...
Kelimelerim yoksa; istediğim bir duyguyu anlatamam..
Bu bile yeterli değil; kelimelerim yoksa ‘’duygu’’ya bile sahip olamam...
Anlatamadığımız için, kelimelerimiz, kavramlarımız, boyutlarımız, ufkumuz, âfâkımız, düşüncelerimiz, fikirlerimiz olmadığı için; politika üretemiyoruz, sanat üretemiyoruz, kültür üretemiyoruz, strateji üretemiyoruz, insan eğitemiyoruz. 
Konuşamıyoruz da...
Yazılı ve görsel basına bakıyorum;
‘’Sporcu’’ olarak üç –beş zibidi futbolcu (nedense spor denince hep futbol gelir, hele spora kadın karışmışsa Süreyya gibi, mutlaka başı yenir), 
‘’Sanatçı’’ edasında beş para etmez sığ insanlar, 
‘’Aydın’’ diye ülkesini aşağılayan, siyasi iktidara yamanan, yurduna düşman intihal müptelası (üretemediğinden) enteller, (daha önce de ‘’Aydın Üzerine’’ diye yazmıştım), bizzat karanlığın kendisi olan insanlar,
‘’Politikacı’’ diye ülkesini etnisiteye ve mezhebe göre bölen kapıcı kılıklı, sığ, Şişko Sami tipi insanlar,
‘’İşadamı’’ diye ülkesini soyan asalaklar,
Kelimelerimiz, kavramlarımız, boyutlarımız, ufkumuz, âfâkımız, düşüncelerimiz, fikirlerimiz neredeler?
Hangi Kaf Dağının ardındalar?
Mehlika Sultan’a giden gençler nerede?
İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibiymiş.
Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı kendi kendisini öğütürmüş...
Hepten mi öğütüldü beynimiz?
Gerçekte çok şey anlatmak istiyorum..
Ama yok, kelimelerim yok, anlatamıyorum...
Bir yer var, epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, anlatamıyorum...
Fransız yazar ve diplomat Jean Giraudoux’un bir sözüydü :
“Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”
Yaşananları görmüyor musunuz?
Osman AYDOĞAN  22 Mart 2016



BİZ UNUTKAN BİR MİLLETİZ


Bıktınız mı bilmiyorum ama sizlere yüzde yüz gerçek Çanakkale muharebelerinde cephede savaşan askerlerin geride bıraktıkları annelerinin, bacılarının, yavuklularının, bebelerinin, çocuklarının hatıralarını aktardım…
Uzun uzun, arda arda Çanakkale’nin gerçek kahramanlarının hatıralarına yer verdim bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Bugün, 18 Mart Şehitler Gününde aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyoruz.
Anıyoruz da….
Einstein; ‘Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’ der… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der.
Kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…
Biz unutkan bir milletiz; bize yapılan her şeyi unuttuk.
İnsan olarak yapmamız gerekenleri unuttuk, sırayı, saygıyı, sevgiyi unuttuk, kadri-kıymeti, emeği, değeri unuttuk. Tamahkâr olduk, şükran duygusunu unuttuk…
İşgal edilen devlet arazilerini, mafyayı, bankaların hortumcularını, hayali ihracatçıları, affedilen canileri, hırsızları, yağmacıları, talancıları, gaspçıları unuttuk.
Biz unutkan insanlarız; üzerimize oynanan oyunları unuttuk.
Geçen yüz yılın başlarındaki karanlık yılları, kan, ateş, felaket ve ihanet yıllarını unuttuk. Biz unutkan insanlarız; açlığı, kıtlığı, Fahrettin Paşa'yı, kızıl çekirgeyi unuttuk. Sarıkamış’ta bir gecede düşmana tek mermi atmadan kar çiçekleri gibi donarak ölen on binlerce vatan evladını unuttuk.
Çanakkale’yi unuttuk. Devletin bekası için 250.000’den fazla gencecik insanımızı yitirdiğimiz Çanakkale’yi unuttuk. Bugün gidip piknik yapıp geliyoruz. Çanakkale’yi unuttuk.
Ermenilerin bizi katlettiğini, Yunanın Anadolu’yu işgal ettiğini, Kıbrıs’ta katledilen soydaşlarımızı, bize haksız yere konulan ambargoyu unuttuk. Kıbrıs’ı unuttuk Kıbrıs’ı.
Hani Türkiye’nin çıkarları Anadolu’ya hapsedilemezdi, hani bizim kırmızı çizgilerimiz vardı; Kerkük’ü unuttuk Kerkük’ü…
Uzaklardaki ABD’nin, AB’nin bacaklarına sarıldık, kendimizi, ulusal çıkarlarımızı, yakın çevremizi unuttuk. Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de emperyalistlerin, Haçlı Ordusunun eşbaşkanlığını yaptık, ilk antiemperyalist mücadeleyi yapan bir ulusun torunları olduğumuzu unuttuk.
Vahşi kapitalizmin kollarına atıldık, sosyal devleti unuttuk. Metafiziğin dipsiz kuyularına daldık, bilimi unuttuk. Türkiye’de Türkçeyi unuttuk. Bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu unuttuk, kurucusunu, ilkelerini, devrimlerini unuttuk. Ulusal egemenliği, bağımsızlığı, onuru, gururu unuttuk. Tarım ülkesi ülkemizde insanlarımızı beslemeyi, tarımı, hayvancılığı, üretimi unuttuk. Yüreğimizi yakan, yavrularımızı kıran, evlerimizi yıkan depremleri unuttuk.
Biz unutkan bir milletiz; hep kanları yerde kalmayacak dedik, katledilen gencecik askerleri, polisleri, öğretmenleri unuttuk, Doğu’yu, Güneydoğu’yu unuttuk.
Unuttuk, unuttuk, unuttuk…
Terör örgütü liderine ‘’sayın’’, şerefli ordumuzun genelkurmay başkanına ‘’terörist’’, şehitlerimize ‘’kelle’’ dediler; unuttuk. Sahte ve uydurma belgelerle, terör örgütü yöneticiliğinden bozma gizli tanıklarla şerefli ordumuzun kahraman askerlerine Ergenekon, Balyoz diye pusular kurdular, o pusuları mahkemelerde, o masum kahramanları zindanlarda unuttuk…
Bizler unutkan milletiz…
Daha dün, kaç ay geçti, daha dün 17 Aralık’ı unuttuk, ayakkabı kutularındaki, elbise torbalarındaki, çikolata kutularındaki dolarları euroları unuttuk. Bakanlara verilen rüşvetleri, nazır mahdumlarının kurduğu vakıflara “bağışlanan” yüz milyonlarca dolarları, evlerindeki para kasalarını, para sayma makinelerini, istiflenen ve sıfırlana sıfırlana bitirilemeyen kaynağı belirsiz paraları, getirdiği 10 milyon dolar az bulunduğu için “kucağa oturtulacak” işadadamlarını, bakanlarla el ele verip milletin anasını belleyeceğini söylemeye çekinmeyen müteahhitleri, medya satın almak için kurulan havuzları, 700 bin TL değerindeki rüşvet saatlerini, rüşvet umrelerini, yandaşa peşkeş çekilen devlet mallarını unuttuk!
Dünü unuttuk dünü…
Zonguldak’taki, Armutçuk’daki, Kozlu’daki, Yeni Çeltek’teki, Gelik’teki, Sorgun’daki, Karadon’daki, Soma’daki, Ermenek'teki özele peşkeş çekilen karaelmas şehitlerini unuttuk. Bir bedavaya peşkeş çekilen torba yüzünden karaelmasın nasıl çıkarıldığını unuttuk…
Bütün bu anlattıklarımı unuttuğumuz gibi, kumpasçıların zindanlarında masum yatan kahraman subayları unuttuğumuz gibi hiç merak etmeyin daha dünkü Ankara’daki, İstanbul'daki patlamaları unutacağız, daha dündü, dün, dün, dün, hem de hemen, yarın unutacağız hiç merak etmeyin hem de müsebbiplerini, ihmalcilerini aklayarak, hesap bile soramadan, temize çıkararak unutacağız…
Goethe; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ diye söylemişti ya; günübirlik yaşamaya devam Türkiye’m…
İşte bu nedenle bu vatan nasıl kazanıldı anlaşılsın diye, hafızamızda bir mıh gibi çakılı kalsın diye uzun uzun, arda arda Çanakkale’nin gerçek kahramanlarının hatıralarına yer verdim hiç olmazsa, en azından, bari bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye.
Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Osman AYDOĞAN  21 Mart 2016



MACHBETH


Macbeth, (Macbeth, William Shakespeare, Çev. Esen Genç, Ve Edebiyat Yayınları, 2003) William Shakespeare'in en kısası olmasının yanında en önemli trajedilerinden birisidir. Tüm dünyadaki hem profesyonel hem de amatör tiyatrolar tarafından sıkça sahneye konulmuştur. Oyunun, bir kısmı Raphael Holinshed'in ve İskoç filozof Hector Boece'nin İskoç Kralı Mac Bethad (Macbeth) hakkında yazdıklarına dayanır.
Macbeth'in hikâyesi, genellikle güç düşkünlüğü ve arkadaşlara ihanet konularında örnek bir hikâye olarak gösterilir.

Shakespeare’in ‘‘Macbeth’’ eserinde bizlere tanıdık gelen şu ifade geçer:

“Ah zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir: Orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; orada ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok, fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler günlük kaygılar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.”

Osman AYDOĞAN  20 Mart 2016




STRATEJİK SIĞLIK


Dün; Azerileri dışlayıp Ermeni açılımı yaptılar...Irak Türkmenlerini ve Irak halkını unutup Barzani ile dostluklara yelken açtılar....Araplara yaranacağız diye İsrail aleyhtarlığı yaptılar... ABD aşkına Irak'a, Libya'ya ve Suriye'ye yapılan Haçlı Seferlerine iştirak ettiler...Darbe paronasıyla Mısır'a küsüp, mezhep aşkına Suriye'de El Kaide ve El Nusra'ya destek verdiler... Darbeci El Beşiri'yi kırmızı halılarda törenlerle karşılayıp ağırladılar... Kıbrıslı Türklere taş, Kıbrıslı Rumlara ise çiçek attılar...İran’a kucak açıp AB’ye sırtlarını döndüler...

Bugün, 17 saniyelik ihlal diye (''Ben emir verdim'' böbürlenmesiyle) Rus uçağını düşürüp, Rusya'yı düşman haline getirdiler... İŞİD aymazlığı nedeniyle ABD'yi PYD ile müttefik haline getirdiler... Suriye politikası nedeniyle İran'a da düşman oldular...

Bütün bunlar bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözünü hatırlatıyor:

''Onlar; zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Osman AYDOĞAN  19 Mart 2016




LAF-Ü GÜZAF

Dün.... Davutoğlu Dışişleri Bakanı idi...
2011 yılıydı.. İsrail’in PKK’ya silah desteği sağlayacağı iddia edilmişti.. Dışişleri Bakanı Davutoğlu çok sert tepki gösterdi.. ''Kimse Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkmasın’' dedi..

Bu cümleyi çok sevdi Davutoğlu.. Daha doğrusu, sözüne âşık oldu ki ne zaman bir musibet olsa bu cümleyi sarf etti..

Reyhanlı saldırısı oldu.. Bakan; '‘Kimse Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkmasın'’ dedi..

Suriye’deki Süleyman Şah Saygı Karakolu krizi çıktı.. Türk askerlerinin saldırıya açık hale geldiği iddia edildi.. Bakan benzer bir cümle kurdu; ‘'Bu caydırıcı gücü kimse test etmeye kalkmasın’' ..
Sonra apar topar vatan toprağını terk ederek türbeyi kaçırdılar.

IŞİD militanları konsolosluğumuzu bastı, görevlileri rehin aldı.. 
Bakan yine aynı tepkiyi verdi: ‘'Türkiye’nin kudretini test etmeye kalkmamalıdır.''

Daha neler oldu neler.. Kimse Türkiye'nin gücünü test etmeye kalmamalıydı..

Bugün... Davutoğlu Başbakan...

Diyarbakır katliamı, Suruç katliamı, İstanbul katliamı.. Bunları geçiyorum..

10 Ekim 2015’te Ankara Gar patlamasında: “Bu saldırı ülkemizin bütününe, halkımızın her kesimine, demokrasiye yapıldı.” dedi...

17 Şubat Ankara Merasim Sokak patlamasında: “Teröre karşı 78 milyon vatandaşımızla beraberiz, asla yılmayacağız. Terör örgütlerine karşı verilen mücadeleden asla geri adım atmayacağız.” dedi...

13 Mart Kızılay patlaması “Türkiye’yi hedef alan hain odaklar en sert biçimde cezalandırılacaktır.” dedi...

Bunlar da Başbakan Davutoğlu’nun terörü kınama demeçleri... Patlamalarla birlikte Davutoğlu da kınama dozunu artırıyor. Bu demeçler terörün arkasındaki güçleri kim bilir ne kadar korkutuyordur...

Politika sanatında dirsek çürütmüşler bilirler... Politika performansı için ölçüt; dostların sana ne kadar güveniyor ve düşmanların senden ne kadar çekiniyor olmasıdır.

Gerisi laf-ü güzaftır.

Osman AYDOĞAN  17 Mart 2016



ANKARA'DAKİ PATLAMALAR ve ÖTESİ (2)
Dün Ankara'daki patlama üzerine bir yazı yazdım ve bu sayfada ve başka ortamlarda da paylaştım. (Ankara'daki Patlamalar ve Ötesi). Arkadaşlarım tarafından çok sayıda yorum yapıldı.
Yazımdan sonra fark ettim ki bu yazımı tamamlayıcı, destekleyici bir yazı, açıkça gerekçesini de yazmam gerekli diye düşündüm.. Aşağıdaki yazıma bu gözle bakmanızı arzu ederim...
***
İbn-i Haldun (1332 – 1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle derdi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi."
Mukaddime ise İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergâh Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel" İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve Haldun'un kendisi de bunu benimser.
İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar:
''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''
Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle derdi:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, 1950, 1960, 1971, 1980 ve 2002 yıllarını tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 2023 ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılıdır. Bahsettiğim bu tezler ve dünyadaki ve bölgemizdeki yaşanan siyasi ve sosyal gelişmeler ışığında 2023’de Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’ten bambaşka bir Cumhuriyet ile ve bambaşka sınırlar ile karşılaşmamız olasıdır. Ve bu bir şaka ve basit bir öngörü değildir.
Dünkü yazım Termodinamiğin İki temel kanununun bütün sistemler için geçerli olduğuyla ilgili yalın bir yazı idi. Sosyal ve siyasi olayları ve olguları fizik bilimi açısından değerlendirdim ve sonuçta dedim ki; ‘’Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olaylara bakıldığında Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) çoktan geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmiş olduğu söylenebilir. Ülkeyi bekleyen gerçek tehlike budur.’’
Dalgalanan bir denizde dalganın üstünde veya altında olmanın, savrulan bu sarkacın sağında veya solunda olmanın, daha açık ifade ile bedevi veya medeni olmanın, A partisini veya B partisini tutmanın hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çok karamsarım. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…
Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Tüm arkadaşlarıma selam ve sevgilerimle…
Osman AYDOĞAN  16 Mart 2016

ANKARA'DAKİ PATLAMALAR ve ÖTESİ

Fizikte Entropi, bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar. Bilim adamları düzensizliği Entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez. Birkaç örnek:
* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.
* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.
* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Bir “sistem” bir denge “noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge” noktası etrafında dalgalanma) denir. Bir politik sistem olarak Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı durumu buna örnek olarak gösterilebilir. Ve Türkiye’nin son yıllarını tanımlanacak olursa Türkiye’nin “istikrarsızlığın istikrarı”nı yaşadığı söylenebilir.

Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olaylara bakıldığında Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) çoktan geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmiş olduğu söylenebilir.

Ülkeyi bekleyen gerçek tehlike budur.

Zaman aklıselim zamanıdır.

Osman AYDOĞAN  14 Mart 2016




GÜNDEME DAİR


***
DEVLET HİTAM BULURKEN

Demirci Efe, Rafet Paşa’ya demişti ki:
“Paşam, bu devleti zalimler ile âlimler ayakta tutuyor, ben âlim olmadığıma göre, size kalıyor!”
Sahi siz hiç devlet yönetiminde bir âlim görüyor musunuz?
***
Gerçi kendileri bilirler de ben yine de onlara Yunus'un dizelerini hatırlatayım:
''Zulm ile âbad (mâmur) olanın ahiri berbat olur.''
***
Makber şiirinin şairi A. Hamit Tarhan da derdi ki;
“Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyam.
Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitam.”
***

SİYASET

Şair Eşref, vaktiyle siyasetçilere kızmış ve şöyle bir mısra yazmıştı:

‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Ziya Paşa' da ‘’yaptığını adam gibi yapamayanlara’’ nazire olarak, Şair Eşref’e yazdığı şu beyitle cevap vermişti;

‘’Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür,
Döndürür ama, mili kırar çarka s_çar harabeye döndürür.’’

Neyzen Tevfik de Şair Eşref'in mısraına bir “nazire” olarak, şöyle bir beyit oluşturmuştu:

‘’Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete,
Birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’

Ârif olan anlar.
***

İNTİHAR BOMBACISI

Her intihar bombacısı eyleminde aklıma Jerome David Salinger'in ‘’Gönülçelen’’ (‘’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’’ ismiyle de yayınlandı) isimli kitabında geçen bir cümle gelir:

“Olgunluğa erişmemiş kafanın özelliği, bir dava uğruna seve seve can vermektir; olgun kafanın özelliği ise, bu dava uğruna seve seve yaşamaktır.”

Kafalar olgunlaşmadıkça daha çekeceğimiz çoook cefa vardır..
***

HALİMİZ...

Kurt uzaktan bakar dalgın görürmüş merkebi
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi
Lakin aşk olsun ki aldırmaz da otlarmış eşek
Sanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebek
Kâr sayarmış bir tutam fazla ot yutmayı
Hasmı derken çullanırmış yutmadan son lokmayı
Bu hakikattir bu şaşmaz bildiğin üsluba sok
Halimiz merkeple kurdun ayni asla farkı yok
Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaydındayız

Mehmet Âkif Ersoy
***

ANLAYAN ANLAR (!)

"Ey hayâ namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan yüzsüz, hayâsız, bak hele;
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahiyetin"

Mehmet Âkif ERSOY
***

KİME HİTAPTIR ACEP?

Düşme ey avare millet bunların hizlanına;
Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına;
Şark'a bakmaz Garb'i bilmez, görgüden yok vayesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!...

Mehmet Âkif ERSOY
(''Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti'' isimli şiirinden)
***

BİZ Kİ ''KARA'' BİR İKTİDARDIK

Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikr ile ;
Yıkmadık bir şey bırakmadık... Sade bir şey: aile.
Hangi bir bünyanı mahvettik de ishal eyledik?
İşte viran memleket! Her yer delik, her yer deşik!

Mehmet Âkif ERSOY
(''Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti'' isimli şiirinden)
***

Osman AYDOĞAN  15 Mart 2016



KARANLIK ve ISSIZ BİR BOŞLUK !


Dünkü yazımda Rıfat ILGAZ'ın ''Aydın mısın'' isimli şiirine yer vererek ABD’li şair Irwin Allen Gisberg'in bir sözü ile devam etmiştim yazıma: “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır.”

Ve son olarak ise Türk aydınını suçlamıştım ve demiştim ki ''Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının 'bilinç ve kapasitesi' anca politikacılarının ki kadardır. Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır.''

Suçlamam eksik kalmasın istedim.. Sorun tek taraflı değildir.. Aydınların karşısında ise mışıl mışıl uyuyan bir toplum vardır.. Bu durum yeni de değildir.

Teee 1926 yılında Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ahmet Haşim’e yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu:

"Muassır Frenk şairlerinden biri de kendisi için: 'Ben suya taş atan adamım' diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Yakup Kadri'nin sözünü ettiği "muassır frenk şairi" Henri de Regnier idi...

Sonra da Yakup Kadri, Haşim’e hitap ederek mektubunu, “Senin taş attığın yer ise öyle bir kör kuyudur ki ne sana daireler çizer, ne de sana ses verir” diyerek karamsar bir iç çekişiyle bitirir.

Yakup Kadri, Henri de Regnier'nin şair ve şiir tanımlamasından esinlenerek aslında tam da günümüzü, bizleri, günümüz toplumunu anlatmıştı:

"Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur."

Osman AYDOĞAN  13 Mart 2016




AYDIN MISIN


Kilim gibi dokumada mutsuzluğu

Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol

Rıfat ILGAZ

Karakılçık adlı şiir kitabından (1969)
Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)

Bu şiire yapılacak bir yorum yok. Şair ayan beyan yazmış işte...

Aydını gerçek aydın olmayan, aydını korkuluk olan toplumların sonu karanlıktır.

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” anca politikacılarının ki kadardır.

Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır.

(Bağlantıda şairin kendi sesinden şiiri var. Belki dinleyince şiir daha bir iyi anlaşılır!)

http://www.siir.gen.tr/…/Rifat%20Ilgaz%20-%20Kendi%20Sesind…

Osman AYDOĞAN  12 Mart 2016




KILIÇ YARASI


Yaşlı ve çirkin bir tüccar; karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş... Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki tüccar, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış.

Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf ve çirkin bedende hiç yara açılmadığını, can alıcı darbelerin hiç iz bırakmadığını görmüşler.. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler... Ancak en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile tüccara hiç bir şey yapamıyormuş.. .. Sonunda korkup kaçmışlar....

Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, ama bu kez ''aşk'' adına, tüccarla sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış...

Gelgelelim, güzel kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara beliriyormuş. Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar...

Yaralar, içten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş....

Tam da bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz ? Aşktan bunca korkmamız da bu yüzden değil mi ? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz. Çünkü zaten, her yanımız kılıç yaralarıyla dolu. Ama bir şekilde kapanmış, kabuk bağlamış yaralar onlar.... Nasıl yapmışsak yapmışız, üstesinden gelmişiz...

Ama biri, o kabuk tutmuş yaraları okşamaya başladığında, yaralar tekrar açılıveriyor ve hepsinden oluk oluk kan akmaya başlıyor.... Birine teslim olduğumuzda, kendimizi anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan revan içinde kalıveriyor.. .. O yüzden değil mi kendimizi tutmamız? Birine teslim olmaktan korkmamız? Tedirgin bir şekilde ortalıkta dolanmamız? "Anlatsam mı, anlatmasam mı?" kararsızlığımız. "Bu sevgi beni acıtır mı?" kuşkularımız...

Gabriel Garcia Marquez'den bir alıntı.

Osman AYDOĞAN  11 Mart 2016





KADIN


(Eeeee, ''Kadınlar Günü'' yılda sadece bir gün, o da dün mü sanıyorsunuz!)

Nasranilerce genel kabul gören bir anlayışa göre, Hz İsa’nın hayatında üç kadın vardı. Annesi, Maria Magdalena ve Evangelistlere göre evlenip çocuk sahibi olduğu kadın.

Bir benzetmeye gidilirse Halil Cibran’ın hayatında da üç kadın önemli rol oynamıştır : Ablası, nişanlısı ve Amerika’da iken sırtını dayadığı kadın. Her üçü de hayatın naif olmayan yanlarına karşı “hikmet” armağan etmişlerdir Cibran’a.

Ablası, annesinin boşluğunu doldurmaya çalışmış; nişanlısı bir gelen bir giden aşkın yakıcı nefesini Cibran’ın tenine zerk etmiş; velinimeti ve “ruh ikizi” Mary Elizabeth Haskell (Meryem) ise maddi ve manevi olarak destekçisi olmuştur.

Belki bu nedenledir ki ''kadın'' hakkında şöyle yazar Halil Cibran:

"Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hala tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum’’

Osman AYDOĞAN  10 Mart 2016


KELEBEKLER ÖZGÜRDÜR, TIPKI BİZİM GİBİ


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış
Kendi yolumu çizdiğimde anladım.

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat,
okuyarak, dinleyerek değil.
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım.

Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım.

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım.

Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım.

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım.

Fakat hak edermiş; sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım.

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım.

''Sana ihtiyacım var, gel!'' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım.

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım.

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım.

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım.

Ve gurur, kaybedenlerin, cılızların maskesiymiş
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım.

Ölürcesine isteyen beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım.

Sevgi emekmiş
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.

Can YÜCEL

Osman AYDOĞAN  9 Mart 2016



DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

‘’Dünya Kadınlar Günü’’ ya da ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür.

Bu gün; insan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır.

Türkiye'de ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Önce sizlere beğeneceğinizi umduğum üstat Çetin Altan’ın ‘’Kadın’’ isimli bir makalesini sunuyorum:

***

Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Kadın için yazılmış milyonlarca şiir, öykü, roman, tiyatro... Kadın için yapılmış milyonlarca beste, şarkı, türkü, heykel, tablo, film...

Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir "eğitim" sorunu değil, bir "anneler" sorunudur. Çocukların 3 - 7 yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...

Evde ut, keman, piyano çalan, gazete okuyan bir annenin çocuğuyla; salt inek sağan, tarlada çalışan, pamuk toplayan bir annenin çocuğu; aynı "öğrenim"den geçseler bile, - genellikle - eşdeğer bir algılamanın ortaklığında buluşamazlar.

Çünkü "eğitim" okullarda değil, evde anadilini öğrenirken 3 - 7 yaş arasında mayalanır. Okullar, evdeki mayalanmanın değişik fırınları gibidirler. O mayadan ekmek, francala, kurabiye, çörek, pasta vs. çıkarırlar... Salt okul yetmez, - genellikle - çocuklarda maya oluşturmaya...

Pek benimsediğimiz, "biz erkek milletiz" böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki...

Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı "adam sende"ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...

Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...

Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen "sıra dışı biri olarak görünme" tutkusuna dönüşür...

Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında "bilek bükme" oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...

Türkiye'de kadınlar, genç kızlar, kız çocukları... Daha minicikken yürekleri dağlanmaya başlamış olan evrensel insanlığın oksijenleri...

Toplumdaki yamukluk, onları da etkiler. Kendilerini savunma güdüsünün, rolleri, pozları, yalanları, planları pıtıraklaşır iç benliklerinde... Çeşitli nedenlerden, özellikle de tüketimi kamçılama reklamlarıyla modalarının kendilerinde yarattığı hipnoz ve hayallere erişme olanağından yoksun kalma sonucu, ekşi bir bencilliğin kahkahasız bunalımlarına sürüklenirler.

Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... "Erkek millet" olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.

Ne bizim kuşağın anneleri, kocalarıyla tanışarak evlendi; ne onların anneleriyle babaları... Bugün 16 milyon aileden oluşan Türkiye'de; hangi karı - koca, birbirini ne kadar sevdi, ne kadar bir mutluluk havuzu yarattı evlerinin içinde?

Ve kuşaklar boyunca kaç milyon kadın ve genç kız, ne kadar dayak yedi?

Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?

Besbelli ki, 20 - 25 yıl içinde biz de AB üyesi olacağız. Çaresiz 21. yüzyılın "yaşam kalitesi"yle bütünleşecek Türkiye de... Ama insanlığın ortak bahçelerine unutulmaz katkılar yapmış olmaktan yoksun kalmış bir Türkiye olarak...

"Erkek millet" olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Erkekler zart zurtçu, kadınlar "bana ne başkalarından be"ci oldu...

Ve Celal Sahir'den, azıcık değiştirilmiş bir mısra:
"Kadınlar olmasaydı, öksüz kalırdı şiirlerim."

***
Son olarak sözü (seversiniz, sevmezsiniz o ayrı konu) Can Dündar’a bırakıyorum:

‘’Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz.’’

***
Hayatı güzelleştiren ve değer katan kadınlara yönelik şiddetin, sosyal ayrımcılığın olmadığı, güzel ve mutlu bir dünyaya kavuşmak dileğiyle tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun...


Osman AYDOĞAN  8 Mart 2016


AHMET HAŞİM


BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... Sonsuz iri güller,
Güller ki kamıştan daha nâlân,
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân,
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?..

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam,

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

***

O BELDE

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...

***

YOLLAR

Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî, 
Yollar hep birer hatt-ı pür-sükût oldu
Akşamın sîne-i gubârında.
Onlar
Hangi bir belde-i hayâle gider,
Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi.


***

KARANFİL

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi...

***

Sizlere Ahmet Haşim'den bir şiir demeti sundum... (Sırasıyla ‘’Bir günün sonunda arzu’’, ‘’O belde’’, ‘’Yollar’’ ve ‘’Karanfil’’ isimli şiirleri) 
Şimdi bırakın ülke, parti, devlet meselelerini, Haşim'den seçtiğim bu şiirleri okuyun...

Bugün Ahmet Haşim'i neden seçtim?

Ney'in yapıldığı kamışın ortaya çıkışıyla ilgili olarak, tasavvuf edebiyatında bir hikâye anlatılmaktadır. Buna göre Hz. Muhammed, Hz. Ali'ye İlâhî bir sırrı açmış ve kimseye söylememesini tenbih etmiş. 
Hz. Ali, bu sırrı taşıyamamış ve kör bir kuyuya söylemiş:

Varuban çâha Alî bir "hû" didi
Özge sırlardan ne ol ne bu didi
...
Cuşiş u şûriş idüp çâhun suyı
Cünbîşe girdi 'Alî kimi kuyı
Bitdi bir ney anda ol "hû "dan
Olup ol çâhun suyı ol demde kan
Pes budur ney didugi "hû hû " müdâm
Dimedügi hîç gû gû iy hümâm

Bir gün adamın biri (ya da bir çoban) bu kamışı kesmiş ve üstüne delikler açarak neyi üflemeye başlamış.

Ahmet Haşim'in, göllerde akşamın kızıllığı içinde bir kamış olmak isterken, ortak İslam kültürünün kamışa ve neye ait çağrışımlar dünyasını dikkate almış olduğunu düşünmek hiç de yanlış değildir:

''Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!''

Ahmet Haşim de, kamış olmayı isterken eski edebiyattaki ney mazmununa yakın bir anlamı kastediyor. Ney, "Mutlak Varlık"tan koparıldığı için inliyordu. İlahi sırrı söylüyordu.

Haşim'de tasavvufî endişenin bulunduğunu söylemek güçtür; ancak o da tıpkı ney ya da "hû" sırrına ermiş kamış gibi kendini bu dünyaya ait hissetmemiştir. Şiirlerinde sürekli mevcut olup olmadığı bilinmeyen "O Belde"yi aramıştır:

''O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd''

"Bir Günün Sonunda Arzu", İlhan Berk'in söylediği, eleştirdiği gibi hiçbir şey anlatmayan bir şiir değildir. ("Bir Günün Sonunda Arzu" gerçekten de bir şey anlatmaz. Ama gene de her şey anlatılmış gibidir.) Haşim, bu şiirinde de en çok ele aldığı bir konu, başka ve hayalde yaşatılan bir âleme gitme arzusunu, kendisine o dünyaya geçme ortamı yarattığına inandığı zaman ve mekan öğelerini de dikkate alarak, "kamış" sembolü aracılığıyla dile getirmiştir.

Mesnevi'yi şerh edenler, ney mazmununu "insan-ı kamil" olarak açıklamışlardır. O, birlik kamışlığından geçmiş, gerçek varlıkta var olmuştur. Ondan çıkan her ses Tanrı ihtiyarını bildirir. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır. Bu bakımdan dünyadaki cezasının bitip İlahi varlıkta bir olmayı özler. İnlemesi de "Vücud-ı Mutlak"tan ayrı olmasından dolayıdır. Neyden çıkan sesler de Allah adını tekrarlamaktadır:

''Sanmanuz siz beni kim gû gû direm
Belki yâ hû dimezem "hû hû" direm''

Şiir, Haşim'e özel şiir dilinin yarattığı imgelerin zenginliği ve çok boyutluluğuyla, okuyucunun estetik yaşantı beklentilerine fazlasıyla cevap vermektedir.

Bir günün sonunda yine akşam olunca ben de Ahmet Haşim'e sarıldım, ne yapayım?

''Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!''

Ve ''Karanfil''de olduğu gibi;

''Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!''

Osman AYDOĞAN  7 Mart 2016



KARLI BİR GECE VAKTİ BİR DOSTU UYANDIRMAK


Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. 

Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım 
Ölüm ve acılar çatsaydı beni 
Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak 
Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. 
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım 
Diri-gergin kasları konuşsaydım 
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” 
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan 
Bakın yaklaşıyor...” 
Yazık, şairler kadar cesur değilim 
Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan 
Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı 
Öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım 
Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında 
Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların 
İnanmazdım dosyalara sığacağına 
Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken 
Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen cevapların üstüne mühürlenmiş 
Ellerim tütsülenmiş 
Evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında 
Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar 
Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar 
Ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa 
Gövdem açık bir hedef kılındı belâlara. 
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor 
İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak 
Ve bu yüzden göğsümde dakikalar 
İnce parmaklar halinde geziniyor 
Konvoylar geçiyor meşelikler arasından 
Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına 
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak 
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun 
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı 
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet Özel

Osman AYDOĞAN  6 Mart 2016


TARİHTEN BİR YAPRAK


Mim Kemal Öke’nin bilinmeyen bir kitabı var: ‘’Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery, (İrfan Yayıncılık, İstanbul 2009)

Arminius Vambery Macar asıllı bir Türkolog, seyyah, siyasi Siyonist ve bir İngiliz casusu idi. Vambery aynı zamanda da bir İslam araştırmacısı idi. (Der Islam im 19. Jahrhundert - 19. Yüzyılında İslam- Leipzig 1875)

Turancılığı Pan-Cermenizm ve Pan-İslavizm'e karşı ilk ortaya atan kişidir. Bir yazısında "Bir Anglo - Sakson, bir İslav, bir Latin milleti mevcut olduğu gibi bir turan kavmiyeti ve medeniyeti vardır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir... Türkler atisi birçok kavimden daha emindir." diye yazar.

Vambery 1906’da ‘’Panislamizm’’ adlı yapıtında Abdülhamit’in Panislamizmini korkuluğa benzetir. Nitekim İslam Halifesi’nin Panislamist bir politika gütmesi veya cihat çağrısı yapmasının Osmanlı düşmanı ülkelerin kâbusu olduğunu bilen Abdülhamit’e göre ''cihat'' bir göz korkutma aracı, tehdit olarak kalmalıydı.

Abdülhamit de saltanatı boyunca bu silahı hiç kullanmaz. Bu nedenle 93 Harbi olarak anılan 1877-78 savaşı sırasında Abdülhamit, Ruslara karşı cihat açmadığı için Ali Suavi tarafından eleştirilir.

Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Abdülhamit, Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken halefi Mehmet Reşat’ın cihat ilan ettiğini öğrenince çok şaşırır, bunu büyük bir hata olarak niteler ve kızına şöyle der: 
- ‘’Cihadın kendisi değil, fakat ismi elimizde bir silahtı.’’

Nitekim olaylar Abdülhamit’i haklı çıkarmış cihat ilanı fiyasko ile sonuçlanmıştı.

***
Şimdi bu kadar tarihi bilgiyi neden verdim?

Bu arkadaşlarda zerre kadar tarih bilgisi yok…Güya Abdülhamit’e öykünürler… Lakin Abdülhamit’in tırnağı bile olamazlar…

Abdülhamit bunlardan çok daha tedbirli, akıllı ve ihtiyatlı, dış politikası da bunlarınkinden çok daha gerçekçiydi.

Eğer Arapların Türklere bakış açısını öğrenmek istiyorsanız biraz Tarih okuyun lütfen (sözüm bu arkadaşlara!!) İlhan Arsel’in ‘’Arap Milliyetçiliği ve Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2011) isimli kitabını okusanız yeter... Araplar Türkleri oldum olası sevmediler… Şimdilerde ise nefret ediyorlar.. Yolunuz Arap diyarlarına düşmüşse ne demek istediğimi anlarsınız zaten…

''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler..

Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir. Geleceğiniz karanlık demektir.

Osman AYDOĞAN  5 Mart 2016




ACI ÇEKEN KİŞİ


Freud’un iki öğrencisi var. İkisi de Freud’dan farklı düşünürler ve ben ikisini de severim. Birisi Alfred Adler, diğeri de Viktor E. Frankl’indir.

Viktor Frankl’inin bir kitabı var; ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ (Okuyan Us Yayınları / Psikoloji / Psikiyatri Dizisi, İstanbul, 2009)

Bu kitapta Frankl; acı çeken kişinin, acı çekişinin nedeni olarak kişinin varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramayışına bağlamaktadır.

Alfred Adler’in ise çok güzel üç kitabı var: ‘’Yaşama Sanatı’’, ’’Yaşamın Anlam ve Amacı’’ ve ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ (üçü de Say Yayınlarından)

Alfred Adler ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ isimli kitabına Heredot’un ‘’Düşünce’’yi ‘’ruh’’ ile özdeşleştiren şu sözü ile başlar; "insanın ruhu onun yazgısıdır."

Adler kitabında bir de hayat dersi verir: “Bir kimse kurduğu dostluklara sahip çıkmasını beceremiyorsa nedeni dostları üzerinde hegemonya kurmak istemesidir. Böyleleri yalnızca kendilerini düşünür, kişisel üstünlüklerini kanıtlamayı amaçlarlar.”

Siz bu cümlede geçen ''dostluklara'' sözcüğü yerine ''evliliğine'', ''dostları'' sözcüğü yerine de ''eşi'' sözcüğünü yerleştirerek okuyun..

İnanın çok güzel bir cümle olacak!

Osman AYDOĞAN  4 Mart 2016



ORTAÇAĞ'A DOĞRU GİDERKEN

Ben de yeni öğrendim. Her yıl aralık ayının ikinci haftasında dünya çapında bir etkinlik gerçekleştiriliyormuş: ‘’Kod Saati Etkinliği’’ Etkinlikten amaç çocukları “kodlamayla tanıştırmak” onlara “kodlamayı sevdirmek”.

Bu etkinlik 2013 yılında code.org     sitesi tarafından başlatılmış. Bu etkinlik o kadar büyük ilgi görmüş ki bugüne kadar 180 ülkeden 140 milyonu aşkın insan katılmış etkinliklere. Etkinliği pek çok ünlünün yanında ABD Başkanı Obama da desteklemiş. Ünlüler ekran karşısına geçip bilgisayar programcılığı öğrenmenin ne denli önemli olduğunu anlatıyorlar. Bill Gates ve Mark Zuckerberg ise “kodlamaya giriş” dersi veriyorlar. Bütün bu videoları, dersleri code.org ya da YouTube’dan izlemek mümkün.

Bizlerden muzip birisi Obama’nın 2013’de yaptığı “Kodlama saati” etkinliği ile ilgili konuşmasıyla eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın konuşmalarını birlikte montajlamış. Obama ve Binali Yıldırım diye yazdığınızda YouTube’dan iki konuşmayı arka arka dinleyebiliyorsunuz.

ABD Başkanı Obama, çocuklara ve gençlere şöyle sesleniyor: 
“Bilgisayar programcılığı öğrenmek sadece sizin geleceğiniz için değil, ülkemizin geleceği için de önemlidir. Sadece yeni bir bilgisayar oyunu satın almayın, bir tane de siz yapın. Telefonunuzla sadece oynamayın, programlayın. Kimsenin size ‘‘yapamazsın’’ demesine izin vermeyin. Bilgisayarlar geleceğin çok büyük bir parçası olacak. Ve eğer sıkı çalışırsanız, geleceği sizler şekillendirebilirsiniz.”

Obama’nın ardından Binali Yıldırım’ın konuşması yer alıyor. Şöyle diyor Yıldırım: “Bu bilişime, fazla kafa yorarsan, sıyırırsın. Kullanacaksın, nimetlerinden yararlanacak, işini göreceksin. Kafayı taktın mı o zaman işin kötü. Hikmetine fazla şey yapmamak lazım.”

Yok yok… Bunlar gerçekten bodoslama Orta Çağa doğru gidiyorlar…

Osman AYDOĞAN  3 Mart 2016



ŞUBAT NEDEN 30 GÜN DEĞİL?

Bugün 29 Şubat ve yarın 01 Mart. Neden mi?

Julius Sezar, takvimdeki karışıklıkları çözmesi için Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes'e emir verir. Sosigenes de takvimin ilkelerini söyle saptar:
Her yıl 365 gündür. Her yıldan 6 saat artar.
Artan saatler 4 yılda bir, bir tam gün eder.
Dördüncü yıla bir gün olarak eklenir.
O yıl 366 gün olur. 
366 gün 12 eşit parçaya bölünmediği için
6 ay 30 gün, diğer 6 ay 31 günden oluşur.

Peki, 365 gün çeken yıllarda aylara göre dağılım nasıl olmalı?
Yüce Sezar emir verir :
365 gün çeken yıllarda en son aydan bir gün düşülsün. 
O zamanlar yılbaşı, mart ayında.
Yani Şubat, yılın son ayı.
7 = September (Latince septe=7) 
8 = October (Octo=8)
9 = November (Nove=9)
10 = December da buradan geliyor (Deci / dece= 10) 
Böylece şubat ayı, 4 yılda bir 30 gün,
diğer yıllarda 29 gün olmuş.

Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermiş :
JULIUS, yani JULY (Temmuz).
Sonradan imparator olan Augustus, Sezar'dan aşağı kalmamış ve sonraki aya kendi ismini vermiş :
AUGUSTUS, yani AUGUST. 
Ancak Julius Sezar’ın ayı 31 günken Augustus'un ayı 30 gün olur mu?
O da emir buyurmuş :
Yılın son ayından 1 gün daha alın, benim ayımı da 31 gün yapın!
Zavallı şubattan 1 gün daha alinmiş ve ağustosa eklenmiş. 
O gün bu gündür şubat ayı, 4 yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün,
Sezar’ın ayı temmuz ve Augustus'un ayı ağustos da pes peşe 31 gün!

Boşverin, takmayın kafanıza ülkenin bir Ortaçağ aşiret devletine doğru doludizgin gittiğine, siz şubat neden 30 gün değil bunu düşünün.

Ne derdi Buda (Buddha): ''Düşmanınızı düşünerek geçireceğiniz zaman düşmanınızdan daha değerlidir.''

Osman AYDOĞAN   1 Mart 2016



DİLE GELEN İNSAN RUHUDUR

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü eski öğretim üyesi Prof. Dr. Bedia Akarsu 25 Şubat Perşembe günü 95 yaşında hayata veda etti.

“Mutluluk Ahlakı”, “Felsefe Terimleri Sözlüğü”, “Çağdaş Felsefe”, “Değişen Dünya, Değişen Değerler” ve “Felsefe, Eğitim ve Toplum Üzerine” gibi birçok eser bırakan, Bedia Akarsu’nun, bir kitabı da dil bilimcisi Wilhem von Humboldt'un düşüncelerinden yola çıkarak hazırladığı ‘’Dil - Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı idi. (İnkılap Kitabevi, 2010)

Bu kitapta Bedia Akarsu Wilhem von Humboldt'un şu düşüncelerini dile getirir:

''İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dil, gerçek etkinliğini de düşüncede gösterir.

Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi (Lebensprinzip) ve insanda bulunan ruh gücü (Geisteskraft) dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. Dili insanın ruhu (Geist) meydana getirmiştir.

Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir. Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.

Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür. Uluslar dil ile bilinçleşmişler ve dilden bilgileri anlaşılır duruma getiren şeyler kazanmışlardır. Dil, insanları buna erişecek kadar entelektüel bir duruma getirince, insanların duyguları gelişerek, insanlar varlıklarını daha iyi duyumsamışlardır.''

Evet Humbolt doğru söylüyor: Dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz.

Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkar. Örneğin; Humboldt’da olduğu gibi, “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer, “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan söz ediyorlar.

İnsanları dinlerken fark etmiyor musunuz? Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutuyor. Dil konuşanın içini gösteriyor... (Yazarken de tabii!)

Prof. Dr. Bedia Akarsu’ya Allah’tan rahmet diliyorum… Mekânı cennet olsun…

Osman AYDOĞAN  29 Şubat 2016


ŞİİR ZAMANI

***

BAĞIŞLA

Ya zamanından çok erken gelirim
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi

Mutluluğa hep geç kalırım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya her şey bitmiştir çoktan
Ya hiçbir şey başlamamış

Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken sevgiye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Sevgiye on kala ölüme beş

Aziz NESİN

***

SEVGİM ACIYOR

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Turgut Uyar

***

SEVGİLERDE

(Bu şiir Behçet Necatigil'in. Bir şiirinde şöyle demişti şair; ''hem ben ne yazdımsa ağırlığı altında ezilerek yazdım. / kimse diyemez ki özenmiş yazar.'' Aşağıda verdiğim ''Sevgilerde'' şiirinin ağırlı altında ezilmememiz dileği ile...)

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet NECATİGİL

Osman AYDOĞAN  27 Şubat 2016




SURİYE’YE SEFERE GİDERKEN HÜKUMETE TAVSİYELERİM (2)

Dünkü yazımda Suriye’ye sefere giderken hükumete yaptığım tavsiyeleri sıralamıştım… Birinci sırada demiştim ki: ‘’Ey Hükumet! Unutma! Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.’’ Kesin duymamışsındır ama ben bu konuda yetkin ve güngörmüş birisi olarak daha kısa ve daha net tavsiyelerimi sıralamaya devam edeyim istedim:

Ey Hükumet! Hiç mi okuyanınız yok! Bütün Batılı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu’nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Bütün Batılı akademisyenler 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan savaşlar dizisi gibi Ortadoğu’nun da bir otuz yıl savaşlarına girmekte olduğunu yazmaktadır... Bütün Batılı gazeteler Ortadoğu’nun 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazmaktadırlar. Suriye’ye girdiğinde Şam’da Emevi Cami'nde Cuma namazını eda edip çıkacak değilsin. Girdin mi çıkamazsın. Yıllarca bir bataklıkta debelenir durursun. Bak daha savaşa girmeden kalbinde bombalar patlatıyorlar.

Ey Hükumet! işte anlattığım gibi; uzun sürecek bu savaş. Ve uzun süreli bir savaş da önce orduyu sonra toplumu yozlaştırır.

Ey Hükumet! Bil ki savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir. Ve savaşın sonunda (bilinen klişedir) ağıtlar; Türkçe, Arapça ve Kürtçe yapılırken zafer şarkıları İngilizce ve İbranice söylenecektir.

Ey Hükumet! Malumdur: Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.

Ey Hükumet! Dânâyı Yunan teee o zamanlardan söylemişti: ‘’Savaşın sonunu sadece ölüler görür.” (Dânâ: Farsça bilgin, âlim demek, Dânâyı Yunan ise Eflatundur)

Ey Hükumet! Bu savaştan galip gelmeyi umarsın ama unutma ki galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.

Ey Hükumet! Bil ki terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.

Ey Hükumet! Bilirim, ‘’ak’’ sakalım yoktur diye beni duymazsın, duysan da dinlemezsin ya..

Ama ben yine de gerçekleri söyleyeyim dedim…

Osman AYDOĞAN  26 Şubat 2016


SURİYE’YE SEFERE GİDERKEN HÜKUMETE TAVSİYELERİM

Öyle görülüyor ki hükumet pusatlarını kuşandı, baltalarını beline taktı, sefer davullarının tokmağını vurmaya başladı… Süvarilerine, Hassa ordularına, Anadolu Beylerbeyine, Rumeli Beylerbeyine sefer hazırlıkları emrini verdi…

Sakalım yok ama ben naçizane bu konuda tecrübeli birsi olarak T.C. Hükumetine derim ki:

Ey Hükumet! Unutma! Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.

Ey Hükumet! Büyük bir savaştan sonra yıllarca yokluk çekilir. Güzel silahlar kötülük araçlarıdır. İnsanlar onlardan hoşlanmaz. Silahlar kötülüğü çağrıştırır. Silah ancak çaresiz kalınca kullanılır.

Ey Hükumet! İyi hükumet savaşı savaş yapmadan kazanır.

Ey Hükumet! İyi hükumet eğer savaşacaksa da savaşı sürdürüp ustalığını kanıtlamaya çalışmaz, gerektiği için savaşır, ne kadar yaman olduğunu göstermek için değil. İyi hükumet şiddete başvurmaz. İyi hükumet kızmaz. İyi zafer yarış gibi kazanılmaz.

Ey Hükumet! Kavganın ortasında bile sakin ve ilgisiz kalmalı. Kazanılan savaş da arzu edilen bir şey değildir. Çünkü böyle yapmak insanları öldürmekten hoşlanmak demektir.

Ey Hükumet! En büyük cinayet tutkuya yenik düşmektir. Elde etme arzusu kadar büyük hata yoktur. Onun için yetinmek yeteri kadar sahip olmak demektir.

Ey Hükumet! İyilikle devleti yönetmek istiyorsan savaşla fetih yapmaya kalkışmayacaksın. Dünya işlerinde gereksiz müdahalenin yararı olmadığı tarihte çok görülmüş bir olgudur.

Ey Hükumet! Eski askerler şöyle derlerdi: ‘’Önce hücum etme, bekle hücum etsinler. Bir parmak ileri gideceğine, bir ayak geri git.’’ Bu şuna benzer: İleri gitmeden ileri gitmek. Kolları sıvamak, fakat silah taşımamak. Düşmanlık göstermeden hücum etmek. Kılıçsız kılıç çekmek. Düşmanı küçük görmek yanlış bir tavırdır. ‘’Düşman önemsiz’’ demek hazineleri kaybetmektir. Ama iki ordu karşı karşıya geldi mi, acıyan kazanır.

Ey Hükumet! Hükumet adamı dünya işlerinde ilke sahibidir. Fakat kırıcı, yaralayıcı değildir. Saftır, fakat zarar vermez. Doğrudur, ama şiddetli değildir. Aydınlıktır, ama parlamaz. İyiyle iyidir. Kötüyle onu iyi yapana kadar iyidir. Doğru olanla doğudur. Yalancı olanla da onu doğru yapana kadar doğrudur. İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretir. Hükumet adamı kimseyi dışlamadan insanları nasıl kurtaracağını bilir.

Et Hükumet! İyiliği öğretmekten vazgeçersek insanlar birbirlerini daha çok severler. İnsan ustasını saymaz, işinden de memnun değilse yanılır, bilgili de olsa kafası karışır. Şiddet kullanan aynı şekilde ölür. En iyi yontucu en az yontandır. Sakin olan dünyaya egemen olur. Sükûnet etkinliğin yol göstericisidir. İyi hükumet gördükleri ne kadar ilginç olsa da sakin ve soğukkanlıdır, duruma egemendir. Aşırı etkinlik yaparsa iktidarını kaybedebilir.

Ey Hükumet! Yasak ne kadar çoksa halk o kadar fakir olur. Yasaları dayatmaya kalkarsan haydut ve hırsız fazla olur. Eğer hükümet sade ve hoşgörülü ise halk da içten ve namusludur. Eğer hükümet sert ve etkili ise halk sahtekâr ve hoşnutsuz olur.

Ey Hükumet! Söylemi sınırlar, duygulara yenik düşmezsen tükenmezsin. En küçüğü görmek iyi görmektir. Nazik kalmak güç gösterisidir.

Ey Hükumet! Saraylar çok gösterişli, vatandaşların evleri harap ve dolaplarında bir tane yiyecek yok. Hükumet adamları pahalı elbiseler giyer, pahalı arabalara biner, yemek içmekten bıkmaz, hazinelerine değerli şeyler yığarlar. Bu en büyük hırsızlıktır.

Ey Hükumet! Halkın hükumeti olmak isteyen önce onun önünde eğilir. Halkının önünde olmak isteyen geride durur. Halkın önünde olduğu zaman onu engellemez. Halk onu destekler, herkes onu sever. Kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. İyi hükumet adamı halk önünde alçakgönüllüdür.

Ey Hükumet! Halkını sevdiğin ülkeyi yönetirken tanınmadan kalmak, her köşesini tanıdığın ülkeyi karışmadan idare etmek, besleyip, büyütüp ama sahip çıkmamak iyi bir hükumetin özellikleridir.

Ey Hükumet! Eğer hükumetten birisi içten değilse o halkın güvenine sahip olmaz. Hükumet adamı az konuşur. Hükumet adamı ne kadar az bilinirse o kadar iyidir. Beklenen bir şey gerçekleşince halk ‘’her şey kendi kendine olur’’ der.

Ey Hükumet! Şu üç şey yapılırsa halkın yaşamı çok basit ve sade olur; sade olmak, insanın doğasına sadık kalmak, kimlik kavgasından uzaklaşmak ve daha az arzulamak.

Ey Hükumet! Halka inanmazsan onlar da yalancı olur. Hükumet adamları karnı doyanlara gereksiz yemekler vermez. Güçlü olduğun zaman aynı zamanda bozulma zamanıdır. Her varlığı yaşatır ama onlar üzerinde egemenlik kurmaz.

Ey Hükumet! Hükumet adamı gerçeği seçer, yüzeysel, bulanık olana iltifat etmez. Meyveyi seçer, çiçeği bırakır. Devletin temel ilkelerini gözleyenin ömrü uzun olur.

Ey Hükumet! Hükumet adamı şöyle der: Ben bir şey yapmıyorum. Halk kendiliğinden iyileşiyor. Ben sakinim, halk da sükûnet içinde. Ben karışmıyorum, halk kendiliğinden zengin oluyor. Benim arzuladığım bir şey olmadığı için halk kendiliğinden doğal bir sadeliğe dönüyor.

Ey Hükumet! Korunması gereken üç hazine vardır: Biri sevecenlik, diğeri azla yetinmek, sonuncusu bir başkasıyla üstünlük yarışına girmemek. Sevecen olan cesur olur. Azla yetinen cömert olur. Başkasıyla üstünlük yarışına girmeyen yeteneğinin zirvesine ulaşır. Sevecen olmadan cesur olmak, azla yetinmeden cömert olmak, geride kalmasını bilmeden önde olmak istemek ölüm tehlikesi içeren eğilimlerdir. Akıl için derinliği, dostluk için şefkati, söz için samimiyeti, hükûmet için düzeni, iş için beceriyi, hareket için uygun zamanı seç. Ama boyuna bir şey yapmaya çalışma…

Ey Hükumet! Bilirim, sakalım yoktur diye beni duymazsın, duysan da dinlemezsin..

Ama ben yine de söyleyeyim dedim…


Osman AYDOĞAN  25 Şubat 2016


VE GÜNDÜZ GELİNCE İMAN KÜFRE DER Kİ

Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;

"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...
Beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."

’’Yalnız ben, Şemseddin diye terennüm etmiyorum;
Bağda bülbüller, dağda keklikler;
Şemseddin, Şemseddin diye terennüm ediyorlar.’’
(Terennüm etmek: Şarkı söylemek)

Bu noktada ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ tanımı üzerinde durmak gerekir diye düşünüyorum:

Ne yazık ki toplum olarak ilkellikleri yaşadığımız günümüzde bu kavramların içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik.
Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında.
Aşk; candan sevmekdir. 
Aşk; karşılıksız sevmekdir.
Sevgili ise; sevilendir, gerçek dosttur.
‘’Aşk’’ın, ‘’sevgi’’nin, ‘’sevgili’’nin ve ‘’özleme’’nin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. 
Ne yazık ki günümüzde cinnete, sahiplenmeye, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik.
Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu.
Halen Araplarda sevilen kişilere, dostlara, ahbaplara, arkadaşlara (kadın erkek ayırmadan) ''habibi'' derler. ''Habibi''; sevgilim demektir...

Mevlânâ’nın Şems aşkı anlaşılmadığı için şu dizeler dudaklarından dökülür Mevlânâ’nın;

"Herkes kendi zannınca benim yârim oldu,
içimdeki esrarı (sırları) kimse araştırmadı.
Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir.. lakin,
Her gözde onu görecek nûr,
Her kulakta onu işitecek kudret yok..."

Aşk, sevgi, sevgili kavramlarını anlamak aslında Mevlânâ'nın söylediği gibi herkesin de harcı değildir, her gözde onu görecek nûr, her kulakta onu işitecek kudret yoktur...

Mevlânâ Şems’i kaybettiğinde onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:

“Beden bakımından ondan uzağız amma; 
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”

İşte gerçek aşkı bilen Mevlânâ aşkı şöyle tarif eder;

"Küfür geceyse,
İman, o geceyi aydınlatan mumdur.
Ama aşk gündüzdür.
Ve gündüz gelince iman küfre der ki;
hadi gidelim
Bizim burada bir lüzumumuz kalmadı'"

Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir, tek bir ruh olmaktır aşk aslında.
Aşk; candan sevmekdir. 
Aşk; karşılıksız sevmekdir.
Sevgili ise; sevilendir, gerçek dosttur.
‘’Aşk’’ın, ‘’sevgi’’nin, ‘’sevgili’’nin ve ‘’özleme’’nin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur.
Aşkın ve sevginin olmadığı yerde küfür vardır.
Aşkın ve sevginin olduğu yerde ise küfrü ve karanlığı aydınlatmak için muma lüzum kalmaz.

Osman AYDOĞAN  24 Şubat 2016




EN BÜYÜK TAHRİBAT

Adam yok, insan yok, ağaç yok, yeşil yok, doğa yok, sanat yok, tiyatro yok, sinema yok, klasik müzik yok, bale yok, opera yok, resim yok, heykel yok, hukuk yok, demokrasi yok, düşünce yok, fikir yok, bilim yok, estetik yok, sevgi yok, merhamet yok, insaf yok, nezaket yok, zarafet yok, gerçek din yok, gerçek din adamı yok, devlet yok, hükumet yok, basın hürriyeti yok, haber alma hürriyeti yok, aşk yok, meşk yok...

Peki ne var?

Para aşkı var, din istismarı var, mezhep güdüsü var, vatan pahasına siyaset var, yalan var, talan var, yolsuzluk var, hırsızlık var, rüşvet var, devleti yağma var, sığlık var, paçozluk var, terbiyesizlik var, küstahlık var, cinnet var, kişisel hırs var, yandaş basın var, liboş basın var, savaş var, anarşi var, terör var, canlı bomba var..

Yeni Türkiye’de yeni nesiller bu değer yargılarıyla yetişiyor.

Amaç dünyadan ve yaratcılıktan kopuk, kul psikolojisi içinde sürü olmaya namzet, din tacirleri ve büyük sermaye tarafından sömürülmeye hazır bir nesil yetiştirmektir.

En büyük tahribat gelecek nesil üzerindedir.

Osman AYDOĞAN  23 Şubat 2016




BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK

Amerikalı yazarı, Harper Lee'nin Pulitzer ödüllü güzel bir kitabı var. (Bülbülü Öldürmek, Harper Lee, Sel Yayıncılık, 2014) Kitabın orijinal adı ‘’To Kill a Mockingbird’’ ancak ‘’Mockingbird’’ kavramı ülkemizde olmadığı için bülbül adı verilerek çevrilmiş.

Yazar ‘’Mockingbird’’ü romanda masumiyetin simgesi olarak kullanmış. Romanda öldürülen şey ise aslında ‘’masumiyet’’tir. Tıpkı ülkemizde olduğu gibi… Romandaki birçok karakter ‘’Mockingbird’’ olarak görülebilir aslında…

Okurken insanın tüylerini diken diken eden bir romandır... Romanda yetişkinlerin acımasız dünyasını anlamaya çalışan birbirinden akıllı iki küçük kardeş Scout ve Jem ve gerçek olamayacak kadar muhteşem olan ve çocuklarına adaleti ararken çoğunluğun fikirlerine değil vicdanına kulak vermesi gerektiğini öğreten avukat babaları Atticus Finch... İçinde bu efsanevi üçlüyü (iki küçük kardeş Scout, Jem ve babaları Atticus Finch) barındıran, kelimelerin kifayetsiz kaldığı güzellikte bir romandır ‘’Bülbülü Öldürmek’’.

Aslında roman günümüzde ülkemizde pek uygulanmayan hukukun ve mahkemelerin temel ilkeleri olan ‘’adalet ile kanunlar arasında bir çelişki varsa adaletten yana saf tutulması gerektiği’’, ‘’mahkemelerin ‘kanun uygulamaya’ indirgenemeyeceği, mahkemelerin görevinin adaleti tecelli ettirmek olduğu’’, ‘’asla niyet okunmayacağı, mahkemeleri somut olguların bağladığı...’’ ve ‘’geciken adaletin adalet olmadığı, bazen bir günlük tutukluluğun bile gecikmiş adalet anlamına geldiği’’ öğretisini vurgular… Aslında bu kitabı ülkemizde hukuk fakültelerinde tüm öğrencilere ve ülkemizdeki tüm hukukçulara okutulması gerek diye düşünüyorum. Tabii okurlarsa ve anlarlarsa!

Kitaptan seçtiğim bazı bölümler:

"Aklı başında kişiler yeteneklerinden gurur duymazlar."

"Yakından tanıdığında bütün insanlar iyidir Scout."

"İnsanların çoğu iyidir, Scout, yeter ki sen onları bir gün gör."

"İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır."

"Sonunda insanların garip yaratıklar olduğuna, zorunlu olmadıkça uzun uzun onları düşünmemeye karar verdim."

''Sonunda ben de öyle düşünmüştüm,'' dedi. ''senin yaşındayken. Bir tür insan varsa niçin birbirleriyle geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin birbirlerini kırmak için bu kadar çaba harcıyorlar? Scout, öyle sanıyorum ki, bir şeyi anlamak üzereyim, Boo Radley'in bunca yıl niçin evine kapandığını anlıyor gibiyim... Çünkü evinde kalmak istiyor...''

''Cesaretin eli tabancalı bir adam olduğunu sanmanı istemem. Mertlik baştan bitik olduğunu bilip de çabalamak, olacakları göğüsleyebilmektir. Binde bir kazanırsın ama kazandığında olur.''

"Basit bir kuralı öğrenirsen, herkesle daha iyi geçinirsin Scout. Bir insanı, sorunu onun açısından düşünmeye alışmadıkça anlaman olanaksızdır." "Efendim?" "Derisinin içine girip gezineceksin."

‘’Bir kibrit çakıp kaplumbağanın altına tutmanın iğrenç olduğunu söyledi Dill.’’ "İğrenç falan değil, sırf dışarı çıkarmak için, ateşin içine atmak gibi bir şey değil," diye gürledi Jem. "Kibritin ona zarar vermeyeceğini nereden biliyorsun?" "Kaplumbağalar hissetmez, aptal," dedi Jem. "Hiç kaplumbağa oldun mu?"

"Ne var ki bir İncil, birinin elinde babanın elindeki viski şişesinden daha kötü olabilir."

‘’Bülbülü Öldürmek’’ romanı ne yazık ki 19 Şubat 2016 itibariyle öksüz kalmıştır… Edebiyat dünyası İtalyan yazar Umberto Eco’nun vefatından bahsediyor. Toprağı bol olsun. Ancak edebiyat dünyasının pek kimsenin fark etmediği bir başka kaybı daha var; ''Bülbülü Öldürmek''in yazarı Harper Lee'yi de 19 Şubat 2016 günü kaybettik.

‘’Bülbülü Öldürmek’’, Harper Lee’nin ilk ve tek kitabı diye biliniyordu. Ancak 2014’ün son aylarında 1950’lerin ortasında yazmış olduğu ‘’Bülbülü Öldürmek’’in devamı olduğu söylenen başka bir romanı daha keşfedildi: ‘’Go Set a Watchman.’’ (Tespih Ağacının Gölgesinde, Harper Lee, Sel Yayıncılık, 2015) (Türkçe’ye böyle çevrildi.)

“Bülbülü Öldürmek” ilk yayımlandığında satış rekorları kırdı. Bu romanın böylesine büyük başarı sağlamasının nedeni, anlattığım gibi olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesiydi.

1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı, bir yıl sonra Gregory Peck’in başrolünü oynadığı aynı isimli bir filmde beyazperdeye aktarıldı.

Bu kitabı okuyun, okutturun, filmini de izleyin derim…

Toprağı bol olsun..


Osman AYDOĞAN  22 Şubat 2016


HAYATIMIZ BİR TREN YOLCULUĞUDUR

Yaşam bir tren yolculuğuna benzer... Bu trene bineriz, yolculuk yaparız ve ineriz...

Doğduğumuzda, yani trene bindiğimizde, bütün yolculuk boyunca bizimle beraber olacaklarını sandığımız kişilerle karşılaşırız. Bunlar anne ve babalarımızdır. Onları sonsuza kadar bizimle yolculuk yapacak sanırız. Ne yazık ki bu düşüncemiz gerçek olmaktan çok uzaktır. Onlar bir istasyonda, bizi trende bırakıp, inerler ve biz onların sevgi, şefkat, arkadaşlık ve önderliklerinin anılarıyla yaşamaya devam ederiz...

Bununla beraber, trene sonradan binen ve bizim için önemli olan başkaları da vardır. Bunlar kardeşlerimiz, arkadaşlarımız ve dostlarımızdır. Bazılarının trene binmesiyle inmesi bir olacak, öyle ki birlikte yolculuk yaptığınızı ya da yollarınızın bir yerde kesiştiğini güçlükle hatırlayacaksınız. Bazen sevdiğimiz kimi yol arkadaşlarımızın, başka bir vagonda oturmayı tercih ederek bizi yalnız bırakmaları bizi üzecektir. Elbette ki tren içinde onları arayamayacağımıza dair bir şart bulunmamaktadır. Ancak onları arayıp bulduğumuzda, yanlarındaki koltukta başka birisi oturuyor olabileceğinden, oraya oturmamız mümkün olmayabilecektir. İşte bu çok acıdır...

Yolculuğumuzun en büyük sırrı ise hiçbirimizin son durağa ne zaman geleceğimizi bilmememizdir. Bu yol arkadaşlarımız için de böyledir, hemen yanıbaşımızdaki koltukta oturuyor olsalar bile...

Bu tren yolculuğunda hepimiz bir aradayız. Her şeyden önemli olan, son durağa gelip de trenden inene kadar, bu yolculuğu mümkün olduğu kadar keyifli ve hatırlanmaya değer kılmak için, hepimizin elimizden gelenin en iyisini yapmaya çaba göstermemizdir...

Benimle aynı trende yolculuk yapan tüm yol arkadaşlarıma güvenli, keyifli ve uzun bir yolculuk diliyorum! (Alıntıdır) 

Osman AYDOĞAN  21 Şubat 2016



HALİMİZ


Öyle bir açmaza düştü ki Vatan, 

Uyku belli değil, düş belli değil, 
Çöktü üstümüze bir kara duman, 
Işık belli değil, loş belli değil…

Ümit Yaşar Oğuzcan

Osman AYDOĞAN  20 Şubat 2016



BEN BUNLARA DAHA NE DİYEYİM?

Mahallenin kabadayısı idi…

Astığı astık, kestiği kestik idi…
Mahalleliye kan kusturuyordu...
Korkudan, değil kabadayıya dokunmak mahalleli yanına bile yaklaşamıyordu…

Mahalleden bir velet mahalleliye dedi ki:
''Ben bu kabadayıya dokunurum, kabadayı bana bir şey yapamaz.''
Ve velet mahalleli ile iddiaya tutuştu...

Kabadayı mahallede sırtını duvara dayamış, şapkasını öne indirmiş, yönünü güneşe dönmüş, kış günü uyukluyordu...
Velet kabadayıya yaklaştı…
Kabadayı veleti fark etti ve ''ne istiyorsun'' anlamına göz kırptı.

Velet başladı konuşmaya:
''Annem kötü yolda mimli bir kadın...''
''Babam annemi pazarlayarak para kazanıyor...''
''Ayrıca babam yankesici, hırsız ve yolsuzun teki...''
''Abim gay...''
''Ayrıca abim ablamı erkeklere pazarlıyor...''
''Ben de hem gayım, hem de hırsızlık ve yankesicilik yapıyorum...''

Ve velet epeyce kötü bir şeyler söyledi...

Kabadayı bu kadar kötü sözden bıktı ve veletin sözünü kesti:
''Benden ne istiyorsun?''
Velet; ''Sana dokunabilir miyim?'' diye sordu.
Kabadayı, velete uzun uzun baktı ve şu cevabı verdi:
''Dokun lan, ben daha sana ne diyeyim!''

Memlekette olanları, bitenleri izliyorsunuz değil mi?
Ben bunlara daha ne diyeyim?

Osman AYDOĞAN  19 Şubat 2016




BAŞIMIZ SAĞOLSUN

Bir ateşin etrafında bulunanlar bilirler... Ateş etrafa sıçrar... Önlem almazsanız bu ateş üzerinize sıçrar, bir tarafınızı yakar... Hele hele bu ateşi MİT ile mezhep ile pardon bir sopa ile bir maşa ile karıştırırsanız bu ateş İstanbul’a, Ankara’ya, kalbinize kadar öyle bir sıçrar ki ocağınızı, evinizi yakar...

Bu coğrafyada ulus devlet yapısını bozup ve dış siyaseti mezhebe göre şekillendirerek; dinlerin, mezheplerin, ırkların, kültürlerin Babil’in Asma Bahçeleri gibi kat kat iç içe geçtiği ve emperyal güçlerin her daim çomak soktuğu Ortadoğu’ya balıklama daldılar...

İçeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gittiler… Dışarıda; Papa II. Urbanus’un, Papaz Pierre L'Ermit’in, Godfrey de Bouillon'un, III. Konrad’ın, VII. Louis’in, Friedrich Barbarossa’nın, II. Filip’in, Richard’ın, II. Henry’nin, Papa III. Innocentius’un, II. Friedrich’in, IX. Louis’in, Sen Louis’in, I. Edwardi’nin, Bush’un ve Obama’nın müttefiki oldular…

21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerinin öncülüğünü yaptılar. (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söyledi.)

Ülkeyi; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirdiler...

İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati bir yazısında şöyle yazıyordu: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

Evet, sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız… Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um TV…

Bir Çin atasözüydü: ‘’Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette güneş batıyor demektir.’’

Başımız sağolsun…

Osman AYDOĞAN  18 Şubat 2016


AYRILIK

Bugün beş yıldan beridir sözleşmeli olarak çalıştığım işyerimden ayrıldım…

İşe girerken de süresi zamanı belliydi. Sürpriz değildi, beş yıl önceden bugün belliydi, aylardır hazırlanmıştım bu güne ama insanoğlu işte bağlanıyor her bir şeye.. Arkadaşlarıma bağlandım, yaptığım işe bağlandım, insanlarıma bağlandım.. Her ayrılık zor işte.. Kimmmmsecikler farketmedi ama bir nasıl ayrıldım biliyor musunuz?

Kafesinde çırpınan bir kuş gibi, kalbim çırpındı durdu ben ayrılırken…
Cama çarpan bir kuş gibi, kalbim göğüs kafesime çarptı durdu ben ayrılırken....
Çırpınan bir deniz gibi, sahile vuran azgın dalgalar gibi kanım çırpındı, dalgalandı, damarlarımın cidarlarına çarptı durdu içimde ben ayrılırken…
Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi kalbim çığlık çığlığa bağırdı ben ayrılırken… 
Yörüngesiz kalmış kuşlar gibi yönsüz, istikametsiz kaldım birden bire ben ayrılırken…

Bir süreliğine sizlerden de izin istiyorum.. Bir süre burada yazamayacağım…

En kısa zamanda görüşmek üzere… Sağlıcakla kalın…

Osman AYDOĞAN  6 Şubat 2016



AŞK VURGUNU BİR YAZAR: MEHMET RAUF

Mehmet Rauf... Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar. Servet-i Fünûn yazarı... ‘’Eylül’’ ve ‘’Siyah İnciler’’in yazarı...

Artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarıdır Mehmet Rauf...

Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.
Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır:
‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’

‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçmiştir Mehmet Rauf. Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıpratdıra yıpratdıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’

Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.

Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikayetler başlar.
Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır.

Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’
Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır.

Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybetmiştir. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar. Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:

‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’

Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;

‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’

ifadeleriye bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.

Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüzotuziki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.
Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur:

‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’’

‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum...

Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı...

En azından ‘’Eylül’’, Eylül geçmişse de okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...

Osman AYDOĞAN  5 Şubat 2016


EY ÖMRÜ ELLİLERE VARAN! UYUYOR MU İDİN Kİ UYAN!

Cahit Sıtkı Tarancı’nın güzel bir şiiriydi ‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’

Şiir şöyle başlar:

‘’Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.’’

Burada geçen "Dante gibi ortasındayız ömrün" dizesinde yer alan ‘’Dante’’ ismi için Cahit Sıtkı; Hristiyanlığa göre insan ömrü 70 yıl olduğundan, 35 yaşındayken yazdığı, ‘’İlahi Komedya’’nın ‘’Cehennem’' bölümünün ilk dizesine "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum" diye yazan Dante Alighieri'nin isminden esinlenmiştir.

‘‘Otuz Beş Yaş Şiiri ’’nde hayatın anlamı anlatılır ve şiir; yaşarken fark edilmeyen, algılanamayan gerçekleri söyler; iş işten geçtikten, sert taşta yaralandıktan, suda boğulduktan ve ateşte yandıktan sonra:

‘’Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.’’

Cahit Sıtkı bu öğrenmeyi otuz beş yaşında yaşıyor.. (Kaderin cilvesidir herhalde, 46 yaşında da vefat ediyor.)

Özdemir Asaf da ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli şiirinde farklı bir hayıflanmayı yaşar:

‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu. 
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’

Konfüçyüs de benzer süreci anlatıyor:

“On beş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...
Otuzumda duruşumu belirledim...
Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...
Elli yaşımda gökyüzü katını anladım...
Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...
Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”

Sâdi-i Şirazi, Bostan adlı eserinde kendine hitaben söylerdi; “Ey ömrü yetmişe varan, uyan! Uyuyor mu idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti.”

Cahit Sıtkı’nın söylediği gibi; ateşin yaktığını, suyun boğduğunu, taşın sert olduğunu daha ilkokul yıllarında öğrettiler bana (!) ama asıl başka şeyleri ben yaşım elliyi geçtikten sonra öğrendim.

Özdemir Asaf’ın söylediği gibi; benim de çocukluğumda her şey büyük, gençliğimde her şey önemli görünüyordu. Şimdi yaşlı sayılmasam da ben yaşım elliyi geçtikten sonra her şey gülünç görünüyor bana.

Konfüçyüs gibi yetmiş yaşına gelemesem de ben elliden sonra çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim.

Şâdi-i Şirazi gibi yetmiş yaşını beklemeden ellili yaşlarda seslendim kendime; “Ey ömrü ellilere varan, uyuyor mu idin ki uyan!’’

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* İnsanın yaşadığı dışsal gerçeklik, aslında kendi içsel psikolojisinin somutlaşmış haliymiş...
* İnsanlar, gördükleri dünyayı tanımlamazlarmış, tanımladıkları dünyayı görürlermiş...
* Evrende her şey iki kez yaşanırmış, önce zihinde yaşanır, sonra gerçekleşirmiş...
* Zihinde yaşanmayan hiçbir şey gerçekleşmezmiş...
* Düşünceler insanın evrene saldığı manyetik frekanslarmış...
* İnsanoğlu evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içinde yaşarmış...
* İnsan beyni anda yedi trilyon frekans yayarmış, bu frekanslar da kendisiyle eşdeğer frekanslarla rezonansa girermiş, dolayısıyla insan ne düşünürse etrafında o düşünceden halkalar oluşurmuş....
* Düşünceler insanın evrene ektiği tohumlarmış, zamanla filizlenip karşılarına gerçek olarak çıkarlarmış...
* Ludwig Wittgenstein'a göre; düşünülebilir olan olanaklıymış…
* Mevlânâ'ya göre; insan gözlerden ibaretmiş, geri kalan et ve kemikmiş, gül düşünürmüş gülistan olurmuş, diken düşünür dikenlik olurmuş...

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* Evrende her şey bir algılama üzerine inşa edilirmiş...
* Gerçek; bellek ve algıdan ibaretmiş...
* Kafasını geçmişin acı ve kötü hatıralarına sürekli takan insanlar gelecekte de aynı acı ve kötü olayları yaşamak için dua etmiş olurlarmış...
* Bir Yunan atasözüne göre; kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşitmiş, insanoğlu bilseymiş kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklının ucundan bile geçirmezmiş...
* Bir Japon atasözüne göre de; kelimeler doğanın titreşimiymiş, güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratırmış...
* Mevlânâ’ya göre; insan tenini besleyip geliştirmeye bakmamalıymış, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbanmış, insan gönlünü beslemeye bakmalıymış, çünkü yücelere gidecek, şereflenecek oymuş...
* İnsanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemliymiş, hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurmuş, kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanıverirmişiz...

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* Yaklaşmadığım her şeyin benden uzaklaşırmış.…
* Ötekileştirdiğim her şey önce bana yabancılaşır, sonra da düşman olurmuş..
* Nerede ve kiminle olduğum önemli değilmiş, ''nasıl'' olduğum, kendimi ''nasıl hissettiğim'' önemli imiş… 
* Bu dünyada iyi olmak herkesin iyiliğini istemekle mümkünmüş…
* Sevmek ve tutkuyla bağlanmak, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdemmiş… 
* Hayatta haklı olmak değil, haklı kalabilmek önemliymiş..
* Yanlışa yanlışla cevap vermek daha büyük bir yanlışmış..
* Yaşamımızdaki en zarif güzellikler görülmeyen ve duyulmayanlarmış…
* Fırtınalar çiçekleri mahvedebilirmiş, fakat tohumlara zarar veremezmiş..

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
*Epiktetos’un söylediği gibi; kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyarmış. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder, ektiğini biçermiş. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmazmış. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz, önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilirmiş.
* Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değermiş..
Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* Aslında yaşadığım her zorluk ve kendime düşman bildiğim her şey, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçasıymış..
* İnsan her koşulda yaşayıp çalışabilir, kendi karakteriyle kendi yaşam çizgisini çizebilirmiş..
* Kazanmak değilmiş, yetinmekmiş önemli olan…
* Kant’ın söylediği gibi; dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değilmiş..
* Sokrates’in söylediği gibi; haksızlık yapmak haksızlığa uğramaktan daha acıymış..
Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* Bir insanın yüreğindeki merhamet, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlıymış..
* Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir söz ibadethanede verilen vaazdan daha değerliymiş.. 
* İnsana asıl zarar veren, zehirli yılanın sokması değilmiş, zehri kalbe taşıyan o yılanın peşine düşmekmiş.. 
* Istırap, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemizmiş…

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* İyi ile iyi, kötü ile o iyi olana kadar iyi olmak gerekirmiş..
* İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretirmiş.
Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* En büyük mutluluk nedensiz mutlulukmuş…
* En mutlu insan sevilen değil seven insanmış..
* En büyük insan kendisiyle ve çevresiyle barışık insanmış…
* En bedbaht insan başkasında kusur bulan insanmış…
* En güzel insan başkalarında güzellikler gören insanmış..
* En zengin insan hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insanmış…
* En mükemmel insan kendisini değerli hisseden insanmış…

Ve uyandım. Uyandım ve öğrendim ki;
* İhmal, şiddetten daha tahripkârmış…
* Aşk asla eceliyle ölmezmiş. Aşk; bıçak gibi kesilerek ölmezmiş. Aşk; bir tohum ekip de filizlenmesini bekler gibi olumsuzlukları ekilerek ölürmüş. Aşk; kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölürmüş. Aşk; körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölürmüş. Aşk; hastalanarak ve yaralanarak ölürmüş; yorularak, solarak, matlaşarak ölürmüş..

Ve bu ellili yaşımda daha neler öğrendim neler.

Ve yetmişime varmadan daha ellili yaşlarda bu öğrenmelerimde bana; üstümdeki açık gökyüzü, bu yüce dağlar ve Şehriyar yardımcı olmuşlardı.
Keşke bunları daha erken, gençken öğrenebilseydim...

Osman AYDOĞAN  4 Şubat 2016


BEN ÇOK, ÇOOOK UZAKLARDAYKEN

(Eşinden, sevdiğinden, çocuklarından ayrı olup da çok çoook uzaklarda görev yapan insanlara ithaf edilmiştir.)

***
Çok sevdiğim bir Azeri türküsü vardı; ''Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık...'' diye… Buradaki tek sıkıntım hayattaki tek varlığım ailemden, yeryüzünde her şeyden çok sevdiğim eşimden, çocuklarımdan ayrı olmam... İki kızım, henüz ufacık, küçücük, minicik, kokuları her an burnumda tüten iki kızım… Görmeyeli onları uzuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuun bir süre oldu... ''Ayrılık, ayrılık… Yaman ayrılık...'''

Zaman, mekân ve bilinç arasında doğrusal bir bağlantı olduğuna ben de inanırım ve zaman zaman da yaşarım... Anlatılası, izahı, mantığı oldukça güç, diyalektik düşünürüm, ama bu metafizik bir duygu; Aynı mekânda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda zaman boyutu kaybolur, aynı zamanda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda da mekân boyutu kaybolur... Sanki zaman ve mekân sınırlaması olmayan gaybdaymışım gibi gelir bana… Çok sık yaşarım ben bunu, bu duyguyu... Gerçek dünya ile gerçek dışı dünya arasında, bir '' hâyâl'' dünyası ile bir ''gerçek'' dünya arasında, ‘’bilinç’’ ile ‘’bilinç dışı’’ arasında gider gider gelirim... Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi; ''Ne uykudayız ne uyanık'' Ne uykuda olurum, ne de uyanık...

Şiirde olduğu gibi ne uykuda ne de uyanık olduğum zamanlarda, eşime, çocuklarıma olan özlemim doruğa ulaştığında, bilincim yoğunlaştığında, bana uzaklıklar kaybolur, mekân kavramı yok olur, eşimin yanına gider, eşim, kızlarım uykudayken, görüntülerini doyasıya gözlerime dolunca kadar karanlıkta yüzlerini seyrederim… Yine de eşime, kızlarıma bakmaya doyamadan, bir öpücük kondurup yanaklarına, saçlarını usulca okşayarak ayrılırım yanlarından…

İşte o zaman 1942 yılında beş arkadaşıyla birlikte kurşuna dizilen, kurşuna dizilmeden iki saat önce ‘’Veda’’ adıyla ‘‘Karıma’’ isimli şiiri yazan Nikola Vaptsarov’un şiiri gelir aklıma;

‘’Rüyalarında geleceğim bazen
beklenmedik bir konuk gibi uzaktan.
Sokakta bırakma beni
kapıyı sürgüleme üstümden.

Usulca gireceğim.
Oturacağım ses çıkarmadan,
gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta.
Sana bakmaya doyunca,
bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.’’

İşte o anlar, özlemimin doruğunda olduğumda, bilincimin yoğunlaştığında, bilinç ile bilinç dışı arasında kaldığımda; ertesi günü eşim telefonda; gece rüyasında iş elbisemle, kaskımla gelip, gece uykusunda, yanı başına oturduğumu, yanağına bir öpücük kondurduğumu ve saçlarını usul usul okşadığımı söyler… Zaman zaman da, ne uykuda ne de uyanık olduğum zamanlarda eşim bana gelir, kızlarım yanı başımda durur, ellerini tutarım ellerini… '’Ayrılık, ayrılık… Yaman ayrılık...’'

Eşime özlem duygularım, asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizlerini aklıma getirirdi… Şöyleydi dizeleri A. Kadir’in;

‘’Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’’

Öyleydi; beni burada bir dağ başında yapayalnız koymuşlardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, eşimden ayrı, kızlarımın kokusundan uzak…

Bu zamanlarda Şehriyar’ın şu sözünü hep kendime tekrarlardım: ‘’Büyük bir adamın iki yüreği vardır; birisi kanar ve diğeri sabreder.’’ Burada bir yüreğim hep kanarken, diğeri de hep sabrediyordu… Nazim Hikmet’in bir şiirindeki iki dizesi geldi aklıma;

‘’Kim bilir, belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
Uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin.’’

Uzaktan ruhunu seyrederek daha çok sevmekteydim eşimi, kızlarımı ve bu uzaklıkta, burada anladım ki; bir kimse uzaklarda olmadıkça, gerçekten yakında olamazmış…

Eşime duyduğum bu büyük özlem, bu büyük hüzün, bu düşler, bu uzaklık bana yine 1933'te Nobel Edebiyat Ödülünü alan ilk Rus yazar ve şair olan Iwan Alexejewitsch Bunin’in dizelerini anımsattı… Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle ‘’Senin bir ceylan gibi o mahzun bakışını’’ isimli şiirinde şöyle derdi Ivan Bunin;

‘‘Senin bir ceylan gibi o mahzun bakışını
Ve ne varsa, öylesine yürekten sevdiğim o bakışta
Unutmadım, üst üste yığılan hüzünlü yıllarda
Fakat görüntün, zihnimde gitgide dumanlandı

Gün gelir, yürekte hüzün de söner artık
Ne mutluluğun, ne acıların olduğu bir yerde
Düşler de, anımsayışlar da silinir gitgide
Kalır sadece, her şeyi bağışlatan bir uzaklık...’’

Bu zamanlarda şiirde olduğu gibi düşler de anımsayışlar da silinip gitmekteydi…

Yine böyle zamanlarda Tanrı’ya nasıl dua edeceğimi de bana Şehriyar öğretmişti... ‘’Tanrı, bizlerin dudaklarımıza kendi yerleştirdiği sözcüklerle kendisine yapacağımız duaları dinlemez’’ derdi Şehriyar.

Ve şöyle dua ederdi Şehriyar: ‘‘Tanrı’m, senden hiçbir şey dileyemeyiz, çünkü sen, neleri gereksindiğimizi onlar daha içimizde doğmadan bilmektesin. Bize gereken yalnız sensin.’’

Şehriyar’ı tanıyalı beri hep dualarım da böyle oldu; ‘’Tanrı’m, bana gereken yalnız sensin.’’ Yunus Emre de böyle dua etmez miydi zaten; ‘’Bana seni gerek seni’’

Osman AYDOĞAN  3 Şubat 2016



İNSANA, HAYATA ve AŞKA DAİR


***

HAYATA ve AŞKA DAİR!
''Demek ki hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi…” Sabahattin Ali
“Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görürler.” Murat Menteş

“Üzerine alınma. Gittin diye yumruklamadım duvarları, Nefs-i müdafaa sadece. Üzerime üzerime geliyorlardı.” Saltuk Sermihan

“Bayım; bu gidişleriniz beni şair, sizi şiir yapacak…” Didem Madak

“Sen yokken bir kaç defa daha sevdim seni, helal et.” Elif Şafak

“Kalbi acıtan her ne varsa; sen hepsinden birazsın işte.” Âh Muhsin Ünlü

“Ama unuttuğun bir şey var sevdiğim; sevmek de yorulur. .” Cahit Zarifoğlu

“Ve biliyorum ki iki yaralı kalp, sağlam bir kalp eder..” Cemil Meriç
***

DEDİM Kİ!

Dedim ki: Ben senden bir şey istemiyorum.
Dedim ki: Bir insan, bir nehri nasıl severse, ki nehir o insanı bilmez, ben seni öyle seviyorum.
Dedim ki: Ben senden bir şey istemiyorum. Bir çocuk, oyunu nasıl severse ki oyun o çocuğu bilmez, ben seni öyle seviyorum.
Dedim ki: Bir genç kız, bir çiçeği koparmadan, uzaktan koklayarak nasıl severse, ki çiçek o genç kızı bilmez, ben seni öyle seviyorum.
Dedim ki: Ben senden bir şey istemiyorum, gülümsemeni eksik etme yeter.

Ahmet Ümit

***

BİLSEM!

Ah!.. bilsem...
Kirlendi söz, şiire nasıl başlarım bilmiyorum....
Sevdiğim şiirleri unuttum, sevdiğim şehirleri terk ettim ve sevdiğim şairler öldüler.
Bilmediğim bir sebep olmalı, burada olmam için... 
Sormaz ki bilsin: sorsa bilirdi;
Bilmez ki sorsun: bilse sorardı.

Şeyh Sâdi Şîrâzî

***

TÜKETTİĞİMİZ YAŞAMIMIZ

''Vanya Dayı'' Anton Çehov'un 1897 yılında yayımlanan tiyatro oyunudur. Çehov, ülkesi Rusya'nın ekonomik ve toplumsal olarak karışık olduğu bir dönemde yazdığı ''Vanya Dayı''da namusuyla çalışan ve kazandığı ile yetinmeye çalışan Vanya ve yeğeni Sonya ile çalışmadan gösterişli bir hayat süren Profesör Serebryakov ve genç karısı Yelena arasındaki çatışmayı anlatır.

'‘Vanya Dayı'’ oyununda bir karakter Astrof’un söyledikleri var. Şöyle der Astrof: “Bizden yüz, iki yüzyıl sonra yaşayacak ve yaşamımızı böyle aptalca, böylesine tatsız bir biçimde tükettiğimiz için bizi küçümseyecek olanlar, belki de mutlu olmanın bir yolunu bulacaklardır.”

***

BİZ SEVMEYİ NE ZAMAN UNUTTUK?

Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity and a Day), 1998 Yunanistan yapımı, Yunan sinemasının Costa Gavras ve Costas Ferris ile birlikte öncü yönetmeni ve sanatsal sinemanın en önemli çağdaş temsilcilerinden olan Theo Angelopoulos'un derin diyaloglar, sorgulamalar, geçmişe dönüşler, antik sembollerle dolu unutulmaz bir filmidir.

Film, ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan bir yazarın (Bruno Ganz) hastaneye yatmadan önceki son gününü anlatır. Bu film 1998'de Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazandı.

Filmde bir sahne ve bu sahnede bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu müthiş bir soru vardır:

“Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?”

***

AŞKA DAİR (!)

''Bir gün İstanbul’dan 'Suzan' isimli bir kadın telefon ederek Bostancı Plaj Yolu’ndaki apartman dairesini Vakfımıza bağışlamak istediğini söyledi.
Fenerbahçe Orduevinde buluştuk. Daireyi gördük ve tapu işlemlerini yaptık.

Fakat hanımın şivesi bayağı bozuktu. Bir ara bunun sebebini sordum. 
Bana, 'Ben Yahudi asıllı Türk vatandaşıyım. Daha ortaokul sıralarında iken bir Türk gencine âşık oldum. Fakat kendisinin Kuleli Askerî Lisesine gitmesi sebebiyle ilişkimizi masumane sevmekten ileri götüremedik. Devamında sevgilim subay çıktığı için benimle evlenmesi o zaman için yasaktı.

Zaman, sevgimizi artırarak geçti. Sevgilim general oldu, nihayetinde emekli oldu. Akabinde evlendik.

Eşim vefat etti, bu daire bana eşimden kaldı. Manevi bir oğlum olmasına rağmen bu daireyi ona bırakmak istemedim. Türk askerinden kalan bu dairenin, Türk askerine hizmet veren Vakfınıza bağışlanmasını uygun buldum.

Asıl ismim Suzi’dir. Şivemdeki bozukluğu gizlemek için kendimi de Girit göçmeni bir Türk olarak tanıttım. Şu anda arzumu gerçekleştirdiğim için çok mutluyum' dedi.

Bu olayda aşkın yüceliğini, nelere kadir olduğunu ve bir kardeşimizin asaletini gördüm.''

Raif Babaoğlu, TSKMEV 30 Yıl Yayını, 2012, s. 42

(Bahsi geçen general E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar’dır. E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar 29.06.1985 tarihinde, daireyi Vakfa bağışlayan Suzan Umar ise 13.02.1995 tarihinde vefat etmiştir. Bağışlanan dairede bugün TSK Mehmetçik Vakfı İstanbul Anadolu Yakası Temsilciliği faaliyet göstermektedir.)

***

ACI HAYAT

Bir Türkan Şoray filminde geçerdi; Türkan Şoray’ın canlandırdığı bir kadın bir barda birisini beklemektedir. Bekleme esnasında kadın düzgün birisiyle tanışır. Sohbete koyulurlar.

Sohbet esnasında geri dönüşler vardır. Sonunda kadının beklediği adam gelir ve kadını alır götürür. Gelen adam kaba saba birisidir.

Kadın mırıldanarak giderken film de biter: ‘’Hayatta her insanın beklediği biri ve karşılaştığı birisi vardır, acı olan bunların farklı farklı kişiler olmasıdır.’’

Hayat hep böyledir işte. İdeal aday, sevgili, eş, patron, toplum gerçek hayatta yoktur; yalnızca kafalarda vardır. Filmdeki kadının söylediği gibi; ‘’Hayatta her insanın beklediği biri ve karşılaştığı birisi vardır, acı olan bunların farklı farklı kişiler olmasıdır.’’

***

Osman AYDOĞAN   2 Şubat 2016




ERKEK ve KADIN

Günün birinde üç erkek ve bir kadın ormanda yürürlerken karşılarına büyük ve vahşi bir nehir çıktı. Ama bu insanların nehrin karşı kıyısına mutlaka geçmeleri gerekiyordu. Peki bunu nasıl başaracaklardı?
Birinci erkek dizlerinin üstüne çöktü ve Tanrıya dua etti: ‘’Tanrım, lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ver.’’ Tanrı ona uzun kollar ve güçlü bacaklar verdi. Böylece nehrin karşı kıyısına geçebildi. Ancak bunun için iki saat boyunca dalgalarla boğuştu ve neredeyse 3-4 kez boğulma tehlikesi geçirdi. Ama, başarmıştı !!!!
Bunu gören ikinci erkek de Tanrıya dua etti: ‘’Tanrım Lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ve ayaklarıma da daha iyi yüzmem için palet ver.’’ Tanrı ona uzun kollar, güçlü bacaklar ve ayaklarına da paletler verdi. Böylece o da nehrin karşı kıyısına geçebildi. Ancak bunun için o da bir saat boyunca dalgalarla boğuştu ve neredeyse iki - üç kez boğulma tehlikesi geçirdi. Ama, başarmıştı!!!!
Bunu gören üçüncü erkek de Tanrıya dua etti: ‘’Tanrım Lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ve bir de bot ver.’’ Tanrı ona güç ve bir de bot verdi ve o da nehrin karşı kıyısına geçmeyi başardı. Ancak birkaç kez botun alabora olma tehlikesiyle karşılaştı...
Tüm bu olan bitenleri izleyen kadın ise dizlerinin üstüne çöktü ve Tanrıya yalvardı: ‘’Tanrım lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana bir harita ver.’’ Tanrı kadına haritayı verdi ve kadın haritaya baktı.... Nehrin biraz yukarısına doğru yürüdü ve köprüden karşıya geçti.
***
ERKEK ve KADIN (2)
Hastanın durumu çok ağır, yoğun bakımda yatıyor.. Tüm ailesi bekleme odasında doktorlardan haber bekliyor. Halsiz ve umutsuz bakışlı bir doktor çıkıyor: "Tek yaşam şansı var oda beyin nakli. Böyle bir ameliyatı ilk olarak deneyeceğiz, tabii masraflar hastanın ailesine ait." diyor.
Aile, şaşkın, yorgun, çaresiz... Aralarından biri : "Peki ama fiyat nedir?" diyor.
"Değişir" diyor cerrah. "Erkek beyni kullanırsak 5.000 Dolar, kadın beyni kullanırsak sadece 100 Dolar."
Uzun bir sessizlik çöker. Beyler gülmemeye çalışırlar. Hanımlarla göz göze gelmekten kaçarlar. Ama aralarından biri merakını yenemez:
"Peki doktor bu fiyat farkının nedeni nedir?" diye sorar.
Cerrah gülümser: "Eh tabi, aynı arabalar gibi, kadın beyinleri ucuz oluyor akıllarını çok kullandıkları için. Kullanılmış akıl, kullanılmış beyin. Erkek beyni hiç kullanılmamış sıfır km araba gibi pahalı oluyor tabii ki."

 Osman AYDOĞAN  1 Şubat 2016
ÇOK YARALAYANA GİDER GÖNÜL

* En çok yaralayana gider gönül. Ne beyhude bir hayat tecrübesidir!
* Aşk bazı insanlara fazlalıktır.
* Bir insanı eski bir masal gibi sevmek ne güzel şeydir!
* Bazen bütün şehir bir insana benzer. Ama o insan yoktur içinde. Sonra bunun adına aşk deriz. İçinden usulca geçeriz.
* İnsan insanın derdidir; insan insanın şifasıdır.
* Gülersin, yemek yersin, susarsın, âşık olursun, gücenirsin, öfkelenirsin, değersizleşirsin, kalbinden kuşlar geçer, canından kışlar; işaretler ararsın, bulursun, bulduğunu sanırsın, dünden kalan pizzayı yersin, tuvalete gidersin, televizyon seyredersin, telefonla konuşursun, klasik müzik dinleyeyim dersin, sigara çeker canın, kitaplar karıştırırsın, anıları karıştırırsın, çarşafları kırıştırırsın, derken saçma bir şarkının tek kelimesiyle avaz avaz ağlarsın. Geçer!
* Sade ol, sade gel, sadede gel!
* Aşka âşık olduğunu anlayan insan dar sokaklardan geçer .
Özen Yula

Osman AYDOĞAN 31 Ocak 2016



ANNABEL LEE

ABD'li şair Edgar Allen Poe'nun ''Annabel Lee'' isimli şiiri lirizmin doruğundaki bir şiirdir. Şiirden önce önce hikâyesini anlatmak istiyorum.
Küçük yaşta ana ve babasını kaybeden Poe, Amerikan edebiyatının ıstıraplı bir devidir. Kuzenlerinden Virginia Clem'le evlenir. Bu sıradan bir evlilik değildir. Edebiyat tarihinin unutulmaz hikâyelerinden biridir bu evlilik.
Kumara ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle Virginia üniversitesinden kovulan Poe, şiir yazarak vakit geçirip kurallara boyun eğmediğinden West Point (ABD Harp Okulu)'ndan da ayrılmak zorunda kalır.
Evlendiği zaman beş parası yoktur Poe'nun. Ömrü boyunca da olmadı zaten. ''Canavarlar'' adlı eseri üzerinde tam 10 yıl çalıştı. Neredeyse her sayfasında birkaç defa silip tekrar yazan Poe, 10 yılda hazırladığı bu eseri ancak 10 dolara satabilmişti.
Evlendiklerinde Poe 26, karısı Virginia 13 yaşındaydı. Pek çok aklıevvel bu evliliğin mutluluk getirmeyeceğine, kısa zamanda boşanmayla sonuçlanacağına hükmettiler. Lakin hiç de öyle olmadı. İkisi bir arada mutlu ve oldukça romantik bir hayat yaşadılar. Poe, çocuk denecek kadar küçük yaştaki karısını büyük bir aşkla perestişkârâne (taparcasına) sevdi.
Poe ile Virginia'nın yaşadığı ev, her an yıkılacak kadar eski bir viraneydi.
Ama kırlar ve elma ağaçlarıyla çevrili güzel bir yerdi... Bahar gelip de güney rüzgârları esmeye başladığı zaman leylak ve kiraz çiçeklerinin kokusu dolardı eve. Poe bu evi 3 dolar aylık kirayla tutmasına rağmen bunu bile ödeyemiyordu.
Yeterli yiyecekleri olmadığından küçük karısı Virginia hastalandı. Lakin paraları yoktu. Yiyecek bir şey alamıyorlardı. Ama mutluydular. Poe sevgili karısına aşkla şarkı söylemesini, karısı da onu sevmesini biliyordu. Bazen günlerce bir şey yiyip içmeden aç karnına oturuyorlardı. Bahçede hindibalar yetiştiği zaman topluyorlar ve pişirerek karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Poe ile karısının açlıktan öleceklerini hisseden komşuları, acıdıklarından sepetlerle yiyecek getirdiler.
İşte bu evde öldü sevgili Virginia. Aylarca saman dolu yatakta yattı. Bedenini sıcak tutacak bir elbiseden mahrum olması ölümüne sebep olmuştu Virginia'nın. Çok soğuk günlerde annesi kollarını, Poe da ayaklarını ovalayarak ısıtmaya çalışıyorlardı onu. Poe West Point'te giydiği er kaputunu zavallı Virginia'nın titreyen vücuduna örtüyor, kedileri ayakları ucuna yatırarak ve annesiyle durmadan okşayarak ısıtmaya çalışıyorlardı.
Biricik karısı öldüğü zaman Poe'nun cebinde cenazeyi kaldıracak kadar para yoktu. Komşulardan biri yardım etmese sevgili Virginia'sı Pottersfield'deki kimsesizler mezarlığına gömülecekti. Virginia kış aylarında ölmüştü.
Aylar geçti, nice baharlar geldi kışlar geçti. Poe, evlendiği ve çok sevdiği tek kadın olan Virginia'yı hiç unutmadı. O evin bahçesinde oturup yıllarca hasretini çektiği biricik karısı için lirizmin doruğundaki şiirlerini yazdı.
İşte "Annabel Lee", bu masalsı aşkla ve o unutulmaz ıstırapla yazıldı.
Annabel, Virginia'nın ölüsüne verdiği isimdir Poe'nun.
Eserleri okurken, ardındaki dramı, gamı, kederi de görmek gerekir diye düşünüyorum...
Bırakın derim size kaosu, terörü, karamsarlığı, sisli, puslu, soğuk kışı. Uzanın bir yere, bir kış günü demli bir çayı yudumlar gibi yudum yudum şiirin tadına varın... İşte size Edgar Allen Poe'nun ''Annabel Lee'' isimli şiiri:
ANNABEL LEE
Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,
Evet! Bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.
Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.
Ay gelip ışır hayalin eşirir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.
Edgar Allan Poe, Çev. Melih Cevdet Anday
ŞİİRİN ORJİNALİ
Annabel Lee
It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of ANNABEL LEE;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.
I was a child and she was a child,
In this kingdom by the sea;
But we loved with a love that was more than love-
I and my Annabel Lee;
With a love that the winged seraphs of heaven
Coveted her and me.
And this was the reason that, long ago,
In this kingdom by the sea,
A wind blew out of a cloud, chilling
My beautiful Annabel Lee;
So that her highborn kinsman came
And bore her away from me,
To shut her up in a sepulchre
In this kingdom by the sea.
The angels, not half so happy in heaven,
Went envying her and me-
Yes!- that was the reason (as all men know,
In this kingdom by the sea)
That the wind came out of the cloud by night,
Chilling and killing my Annabel Lee.
But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we-
Of many far wiser than we-
And neither the angels in heaven above,
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee.
For the moon never beams without bringing me dreams
Of the beautiful Annabel Lee;
And the stars never rise but I feel the bright eyes
Of the beautiful Annabel Lee;
And so, all the night-tide, I lie down by the side
Of my darling- my darling- my life and my bride,
In the sepulchre there by the sea,
In her tomb by the sounding sea.
Edgar Allan Poe
Osman AYDOĞAN 30 Ocak 2016


İNSANA ve AŞKA DAİR

Özdemir Asaf (11 Haziran 1923 - 28 Ocak 1981); dün vefat yıl dönümü idi... Mekânı cennet olsun. Yalnızlığın hüznünü anlatan, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…
‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" ifadesi bulunur…
Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken hayatı kısa cümlelerle anlattığı sözlerini sunuyorum..Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum;
• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin. 
• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.
• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "bende sevdim" olsaydı. 
• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.
• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.
• Herkes fazlasıyla sevmiş, Ben eksikleriyle de sevdim oysa.
• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme ! 
• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı; Ben ölürdüm...
• Bakarken kıyamamak mı, Yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?
• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, O hüzün yüzündendir olsa olsa.
• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi..? 
• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.
• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun. 
• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı… 
• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala. 
• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker. 
• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir. 
• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte .! 
• İnsanin kendine mektup yazması Ve dönüp dönüp onu okuması Yalnızlığın da ötesidir. 
• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı ? Bu, insana bağlı.
• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, Heykelini yontuyor yalnızlığın ustası. 
• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza ; Taş kalpleri taç yaptık diye başımıza. 
• Keşke sen ben olsan; Seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; Bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.
• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum. 
• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.
• Önce büyük büyük düşündüm Sonra büyük büyük yaşadım Ne varsa onlar aldı Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.
• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım. 
• Mutluluğun gözü kördür, Yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, Öbürü uykusunda bile bağırır. 
• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur. 
• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı. 
• Beni benden çıkardınız Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye artık çok geç. 
• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir. 
• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. 
• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz. 
• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır. 
• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek… 
• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...
• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan! 
• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler çağırsa çağırsa hüzün.
• Kendine gel ! Seni orada bekliyorum . 
• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.
• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, Kimseye sezdirmeden...
• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, Ölümle, ölmekle değil...
• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum. 
• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse. 
• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun. 
• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.
• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.
• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!
• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin! 
• Seni, sensiz de sevebiliyorum. 
• Söylenemiyor çok şey, susmadan. 
• Makyajı akıyor farkının; Herkesleşiyorsun...
• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; Birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, Yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.
• Kime sorsam, "Ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti. 
• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.
• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.
• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...
• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.
• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.
• Bekle! deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...
• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, Sen de beni bulasın diyedir.
• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz ? 
• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.
• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol. 
• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen... 
• Boşuna yorulma gönül, Sadece sevmek yetmiyor...
• Adının üstüne anılar koyma Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin Sen duvar değilsin...
• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.
• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, Yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek? 
• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.
• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi ? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.
• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş, Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.
• İyi geceler canım derdin. Gecenin iyiliğinden çok, Canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.
• Sevmeyi bilmiyosan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.
• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım. 
• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.
• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.
• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.
• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.
• Dost gerçekleri.. Düşman işine geleni.. Deli ağzına geleni.. Aşık içinden geçeni söylermiş.
• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi ? 
• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; Susta bilmesin özlendiğini.
• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.
• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, Yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?
• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.
• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, Dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; Nerde imkânsız varsa gider onu sever.
• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil. 
• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek içinse ayıltmak.
• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?
• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan. 
• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan 'seni seviyorum' sözü, Önceden alnına yazılmıştır...
• Yanına kadar koştuktan sonra, Bir adım daha atamayacaksan eğer; Oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur. 
• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.
• Ne zaman nereye gitmedimse, Hiç kimseyi de incitmesem de, Konular birikti kendiliğinden; Ben ne kadar biriktirmesem de.. 
• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum. 
• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez... 
• Tek kişilik miydi ki bu şehir ? Sen gidince bomboş kaldı...
• Kendini bir şeye bölmesini bil, Bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, Onu da bilmezsen, anlatıyorum, Olan oluvermez, ölmesini bil. 
• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.
• Şu hayvan o kadar vahşî ki.. Onun üstesinden ancak insan gelebilir.
• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "Yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti.. 
• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, ben den ayrı yazılıyorsun. 
• İki tür nokta var ; biri önüne ve ardına bakar , biri ardına bakmaz ardını noktalar.
• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.
• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.
• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler .
• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.
• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım. 
• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; Kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, Anı kuyularının suskun çığlıkları var. 
• Biri gelir sorarsa...Sana beni sorarsa...Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin...Gidiyorum ben sana Benimle gider misin? 
• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, Sana hep hep yeniden başlamak isterim.
• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...
• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.
• Ağzında yalan varken konuşma! 
• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.
• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.
• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.
• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz. 
• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.
• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan..
• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.
• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.
• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.
• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.
• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.
• Bugüne en uzak gün, dün.
• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.
• Ölebilirim bu genç yaşımda, En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, Sevgilim, Seni bir akşamüstü düşündürebilirim. 
• Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.
• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır. 
• Ona aşığım, çünkü o bana değil.

Ve Özdemir Asaf'tan'den bir şiir:

SABAHA KADAR
Dünya o kadar büyük ki;
Bir noktayım ortasında, ne yapsam.
Bazan da o kadar küçülüyor ki dünya,
Devrilecek sanıyorum, kımıldarsam.

Hayat o kadar uzun ki,
Öyle bitmez geliyor ki bir an..
Bir de bakıyorum, o kadar kısalıyor ki;
Ne çıkar, diyorum, bir hayattan

Saadet o kadar lâzım ki yaşayana;
Billâhi can verir uğrunda insan.
Hem o kadar boş ki mesud olmak,
Gün yüzü görmeden ölenlerin arkasından.

Ben o kadar önemli kişiyim ki,
O kadar iyiyim ki aklım ve düşüncelerimle.
O kadar fenayım ki ben
Delice niyetlerimle.

Gece; ne kadar karanlık ve sessizsin..
Öyle kaplıyorsun ki evleri, yolları, denizleri.
Hem o kadar aydınlık ve seslisin ki;
Çılgınca coşturuyorsun bizleri.

Sabah; bir yeni dünya gibi geliyorsun;
Öylesine süslü, öylesine saadesin ki..
Sen o kadar güzelsin ki sabah,
O kadar güzelsin ki.

Osman AYDOĞAN  29 Ocak 2016





AĞAÇ

Çağlar, güz çağlarıdır.
Biz sükûtuna yetiştik.
Kulaklarımızı sükûtuna alıştırdın, seni dilsiz bildik.
Çağlar, güz çağlarıdır, güneş akşam güneşidir.
Ufukta gün batmadan dile gel, duyalım; gölgeni yanına çağır, bizi gölgene
çağır.

Arif Nihat Asya

(Arif Nihat Asya, Bütün Eserleri, Çekirdek: 2, Aramak ve Söyleyememek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976, s. 324)

Osman AYDOĞAN  28 Ocak 2106





ARİF NİHAT ASYA’DAN

Güneyde akşam oldu… Kararan suların adı -yine- "Akdeniz" kaldı.
Bu adı koyanları yalancı çıkarmamak için, sulara ay doğdu. (s. 282)

Ben, üç günlük hayatımda felaketi de, sevinci de korkarak, sevinerek, fakat şaşmayarak karşıladım. Oysaki ben, hayreti de terennüm etmek isterdim. Hayret, bir kuş olup dalıma konsa, bir arkadaş olup elimi sıksa, bir düşman olup yolumu kesse diye günlerce bekledim... Gelmedi. Kitabımda hayret için ayırdığım sayfalar boş kaldı. (s. 277)

Gazetelerin kılıbığı olan İdareler, gazeteleri yabana atanlardan daha çok zarara uğrarlar. (s. 17)

Işığı önüne al, yürü! Gölgen arkadan ister gelsin, ister gelmesin. (s. 27)

Maziye ihanet edenler, atiye de ihanet etmiş olurlar. (s. 27)

Balığı deniz tutmaz (s.9)

Pirincinde siyah taştan korkma, beyaz taştan kork! (s. 17)

Silik parayla yazı-tura atılmaz. (s. 18)

Bu filmi, artistin gözlerinin rengi için renkli yaptık ... Değerdi. (s. 23)

Benim öksüzlüğüm Hazret-i Adem'in ölümüyle başlar. (s. 29)

(Tespih) Küçülmüş Yunus'un "dertli dolab"ı, "çıtır pıtır" olmuş "yalap yalab"ı. (s. 33)

Onlar asil doğmuşlar çocuğum. Bize de asil ölmek kalmış. (s. 34)

Tezhipçinin penceresinden bir kelebek girdi:
- Kanatlarımın yaldızını tazeler misin? dedi. (s. 12)

Çölde Diyojen'e rastladım.
-‘’Gölge eyle, başka ihsan istemem!’’ diye yalvardı bana. (s. 1 7)

Dünün Arşimed'i "Buldum!" diye haykırmıştı. Yarının Arşimed'i "Kaybettim!" diye haykıracaktır. (s. 27)

Bu dünya, düşmanlarını da gemiye alacak bir Nuh ister. (s. 14)

Cüceler memleketinde bütün aylar şubattı. (s. 14)

Düşünülüyorum, öyleyse varım. (s. 10)

(Süveyş) Balıkların yolunu kısaltmak için, develerin, atların, ceylanların ve çöl aslanlarının yolu feda edildi. (s. 11)

Bir uçurtma bilirim, şikâyeti ipindendi. (s. 29)

(Dolu) Tespihin mi koptu Yarabbi? (s. 20)

Çıra gibiydiler: İsleri ışıklarından çoktu. (s. 29)

Orada iyi bir adama rastlarsan, bil ki oralı değildir. (s. 36)

Ay yoktu, yıldız yoktu… Sansür edilmiş bir geceydi bu. (s. 36)

Hakim, bayrağa söven suçluyu bayrak direğiyle dövülmeye mahkum etti. (s.25)

"Büyük adamlarla konuşmasını bilmiyor." demişsin. Bilmiyor; bu onun suçu ... Kendini büyük adam bilmek; bu da senin suçun. (s. 39)

Sana da bir gün eller kahkaha olup gülecek. "Alkışlandım" diyeceksin. (s. 40)

Ey paçalarımın çamurundan bahseden adam, ağzında paçalarımın işi neydi? (s. 41)

(Termometre) Ana kucağının sıcağını kalorifer sıcağından ayırt edemeyen zavallı alet! (s. 49)

Ayağa kalkın! Geçmişi masalda, geleceği falda okuyanlar nesli geliyor! (s. 38)

Geçen celsenin zaptını okumakla ne diye yoruyorsun kendini katip? Gel, ben sana gelecek celsenin zaptını okuyayım. (s. 28)

(Âlim) "Fiile Körler" hikayesinde sen filin neresini tutmuştun? (s. 28)

***
Arif Nihat Asya, Bütün Eserleri, Nesirler:3, Kanatlarını Arayanlar, İstanbul 1976, Ötüken Yayınları (Deyişlerin yanına verilen sayfa numaraları bu eserden alınmıştır.)

Osman AYDOĞAN  27 Ocak 2016




NEFRÎN

Recaî-zâde Mahmut Ekrem’in ‘’Nefrîn’’ isminde bir şiiri vardır. Nefrîn; ‘’lânet’’, ‘’beddua’’ anlamındadır. Şiir dörder mısralık elli dokuz bent ve bir o kadar beyitten oluşur. Recaî-zâde Mahmut Ekrem tarafından şiirin başına “Devr-i menhus-ı istibdada ait olarak 1310 senesinde yazılmıştır” ibaresi konur. Şiir uzun, hepsini almaya imkân yok. Şiirdeki bu dizelerin bir kısmına yer vermek istiyorum.
Gerçi ben kısaca açıklayacağım ama tam bir metinle günümüz Türkçesine çevirmeyi de sizlere bırakıyorum. Şair Osmanlının İstibdat devri için bu şiiri yazmıştır. Sakın ola ki şiiri günümüzle karşılaştırmayın. Şiirin kesinlikle günümüzle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur !
***
Şair şiirde gözyaşı döken anneleri, vatanın perişanlığını; yanlış dış politik manevraları, savaş ve barış kararlarını; yönetimde emaneti ehline vermemeyi öte yanda hamiyet ehlinin düştüğü zor durumları, rüşvet, haksız maddi güç ve makam elde etmeleri; cellât, akrep, lâin ve yuva yıkan casusluk sistemini; casusluk sisteminin neticesi olan zulüm düzenini; söz tutmama, haydutluk, kanunu ihmal etmek, iftiralar, kalleşlik ve sansürü; memlekette estirilen korku havasını, aydınların yurt dışına kaçma arzusunu, milletteki umutsuzluğu besleyen çaresizlik, kötü yönetimden kaynaklanan toplumsal ve siyasî ahlakî çöküntüyü; yönetenler tarafından dalkavukluğun teşvikini, dalkavukluğun oluşturduğu tahribatı, halkın yoksulluğunu, devleti kötü yönetenlerin israflarını, baskıcı yönetimden kaynaklanan esareti, toplumun içine sürüklendiği zillet halini, her türlü maddi ve manevi çöküntüleri; devleti idare edenlerin Avrupalıya karşı imtiyaz sağlayıcı davranışlarını, Avrupalının Osmanlıyı parçalama niyetlerini, yönetimin içinde çöreklenmiş; devlet imkânlarını gasp edenleri ve menfaat devşirenleri anlatır.
Bu manzara karşısında ümitsizliğe düşen şair şu şekilde seslenir:
“Bir ses gelir kulağıma bang-i ceres gibi, 
Bir söz mırıldanır durur: "Ümmîdi kes!" gibi...” 
***
Bu durumu defalarca tekrar eden şair nihayetinde “Hürriyet”e ermek umudu ile “Lanet”e seslenir:
“Seyl ol da yık kılâ'ını zalâm-ı nekbetin 
Berk ol da yağ rü'süne ehl-i şekâvetin” der.
Öfkesi biraz yatışınca da Allah’a yakaran şair:
“Kalsın bu gamlı hâtıralar cümleten hayâl! 
Pâmâl-i kahr olup hâs u hâşâk-ı bî-meâl, 
…Ey Kâ'be, ey Huda evi, ey ravza-i Nebi! …”
***
Recaî-zâde Mahmut Ekrem de “Nefrîn”de asker üzerine uygulanan baskıya değinir.
“Tevhidine kumandanların ettiler kıyam;”
mısrasıyla tarihe not düşer;
***
“Sürür ulüvv-câh ü celâletle pây-bûs 
Mukbil kemâl-i izz ü sa'âdetle câblûs”
mısralarıyla ayak öpen menfaat odaklarının sürdüğü hayatı, kazandıkları makamları ve izzetleri anlatır.
***
“Zulm ektiler güzel vatanın hâk-i pâkine, 
Zulmet çökerttiler ufk-ı tâb-nâkine, 
Kasdettiler harabına, hattâ helakine, 
Zahm açtılar acıklı dil-i çâk-çâkine,”
“Nefrîn”de söz dağarı daha çok “düşünceye ve tasvire dönük sıfat ve isim soylu kelimeler”den oluşmaktadır. “Devlet”e ayrılan birinci bölümde,
“Bir bî-vukuf kâ'id olur bir nezârete 
Bir mürtekib belâ edilir bir vilâyete 
Pespayelik delâlet eder bir vezârete 
Casusluk önce şart edilir bir sefarete”
mısralarındai yönetimde yapılan yanlışlar, haksızlıklar; yetkin olmayan kişiliklere menfaat sağlama; rüşvet, casusluk, kötü yönetimin yarattığı ahlakî çöküntü; esaret, zillet, hamallık, Avrupalılara karşı takınılan hatalı tavırlar; Avrupalının Osmanlıyı taksim niyeti, kötü gidişe seyirci kalınması anlatılır.
“Millet ki katlanıp durur envâ'-ı mihnete 
Bin türlü cevr ü şiddete, her yolda zillete,” 
***
Şiirin ikinci bölümünde “millet” tasviri yapılır. Millet karınca gibi çalışır, çabalar fakat yine de perişandır. Yönetim ise buna karşılık mevcut olanakları eşkıyaya yedirir. Sultan, boş harcamalar yapar. Devlet malını haksız yere yiyenler, ortalıkta hüküm sürmektedir. Casuslar kanunu çiğner, haydutluk eder, iftira eder, menfaat sağlar, rütbe elde ederler. Bu arada şair araya girip,
“Mümkün müdür bu hâl ile i'mâr-ı memleket? 
Mümkün müdür bu hâl ile icrâ-yı ma'delet? 
Mümkün müdür bu hâl ile ta'mîm-i ma'rifet? 
Mümkün müdür bu hâl ile imhâ-yı meskenet?”
dizeleriyle mevcut yönetim anlayışının sorunları çözemeyeceğini hükme bağlar. Şair yapılması istenenleri de sıralar. Memleketin imarını, adaletin icrasını, eğitim-öğretim imkânlarının sağlanmasını, fakirlik ve tembelliğin giderilmesini ister. Şaire göre yoksulluk çeken halk fırsatını bulsa zulümden kaçacaktır. İkinci bir hükümle şair Sultan’ın aldığı yeni mektepler açma tedbirinin fayda yerine riya ve fesat getirdiğini söyler:
“Mektebler açtı sanki hükümet ne fâ'ide; 
Tertîb edildi türlü desâ'isle mâ'ide, 
Etfâle dek hulûs u riya oldu kâ'ide, 
Yerleştirildi millete ahlâk-ı faside;”
Ekrem, bu kötü şartların sorumlusunun halk tarafından bilinememesini de “sansür”e bağlar:
“Eyler bu haneyi biri zulmüyle münhedim, 
Kimdir fakat bilinmez o mes'ûl ü müttehim, 
Halka bu dâhiye nasıl olsun ki münfehim 
Hürriyyet-i lisân ü kalem mahv u mün'adim?.”
Baskı o kadar artmıştır ki kimse kendisi ile bile dertleşememektedir. Müstebit, düşmanlarından intikam almakta, cinayetler işlemektedir. Kötü idare Osmanlının içine tefrika salmaktadır. “Atî zalâm içinde görünmez mi nazıra?. ” mısralarında dile getirildiği gibi gelecek bile karanlıklar içindedir. “Ümitsizlik, korku ve kaçma arzusu” aydınların millete de yüklediği genel ruh hâlidir.
“Yok, kimseden nazar özü insan olanlara, 
Sen bak Hüda terahhuma şayan olanlara,”
dizeleriyle başlayan üçüncü bölümde “ümit arayışları” başlar. Şair millete seslenir; vatanın perişan halini gez, gör der. Milleti, düşünmeye davet eder:
“Git gez şu sevgili vatanın her kenârını, 
Gör fakr u ıztırâb u sefalet diyârını, 
Bî-çâregânın anlayagör ıstıbârını, 
Fikr et o ser-girân cebelin ıztırârını,”
Şair, istibdadı yıkması için çaresizliğinden lanete seslenir kutsal değerlerden ve Allah’tan yardım ister:
“Hıfz eyle dîn ü devleti ey Rabb-ı Zü'l-celâl! 
Geçsin zevâl-i dehşeti mânende-i zılâl!”
mısraları ile başlayan dördüncü bölümde şairin temennileri dile getirilir. Vatanın kurtuluşu için âdeta “dua” edilir.
Osman AYDOĞAN  26 Ocak 2016


SİS

Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ isimli muhteşem bir şiiri var. Bu şiir eski Osmanlının sonunu yeni Osmanlının da başını anlatır. Şiirde bahşi geçen şehir ''Dersaadet''dir, Başkenttir, İstanbul'dur. Şiir Osmanlıca. Bu nedenle ‘’Sis’’i dize dize anlamını açıklayarak verdim. Üzerinde düşünerek üşenmeden okuyun, hatta arşivinize alın çünkü böyle birebir anlamını verecek şekilde başka yerde bulamazsınız.
Bu ''Sisli'' günlerde görün ki ‘’Sis’’ hangi başkenti, kimi ve kimleri anlatır…
***
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, 
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan 
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, 
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; 
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar 
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! 
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! 
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, 
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! 
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, 
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! 
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan. 
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde 
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. 
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, 
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız; 
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, 
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. 
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün 
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! 
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; 
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. 
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, 
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! 
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, 
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. 
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; 
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. 
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından 
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; 
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. 
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; 
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, 
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; 
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. 
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; 
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. 
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; 
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer 
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; 
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. 
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra 
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! 
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; 
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan 
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. 
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi 
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler; 
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan 
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, 
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş! 
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü 
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! 
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu 
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp 
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini 
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! 
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş 
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! 
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; 
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! 
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; 
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. 
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! 
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için 
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, 
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! 
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; 
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. 
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! 
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; 
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! 
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış 
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! 
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; 
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! 
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; 
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, 
Hele sizler… - hele sizler...
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET
Osman AYDOĞAN  25 Ocak 2016



TAHSİN YÜCEL
Son yıllarda güzel insanlardan oluşan kafileye Türkçe'nin en özenli seslerinden, yazar, eleştirmen, çevirmen Tahsin Yücel de 22 Ocak 2016 günü 83 yaşında katıldı.
Yaşamına öykü, roman, deneme, anlatı, derleme alanında pek çok eser sığdırdı. Tahsin Yücel dilbilimcidir aslında. Kendisine Türkçe'nin şövalyesiydi desek yeridir. Herkesin yere göğe sığdıramadığı zamanda Orhan Pamuk’a “Türkçe bilmiyor” diyen adamdır Tahsin Yücel.

Benim çok sevdiğim Fransız varoluşçu düşünür Marcel Proust'u ve Albert Camus’un "Sisifos Söyleni" isimli eserini Türkçe’ye kazandırmıştır.

Tahsin Yücel’in, 2012'de yayımlanan “İnsan Yazdığı Şeydir” kitabının (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) sonunda, “Tanrı’dan son dileği” yer alır: “Son dileğim şu senden: dilimde ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme” (Tam metin kitapta.. Uzun olduğu için burada veremiyorum.)

2002 yılında yayınlanan ‘’Yalan’’ adlı romanı (Can Yayınları) kanımca edebiyatımızın en iyileri arasında sayılır. Çünkü ‘’Yalan’’ son yılların; dil, içerik, kara mizah, kurgu olarak en iyi romanlarından birisidir. ‘’Yalan’’ romanının son sayfalarında kahramanlarını Dostoyevski üzerine uzun uzun konuşturur.

Bu sayfada sizlere sık sık yazar tanıtıyorum. Bir yazar anlatılan kişi değildir aslında, yazar; kitaptaki kişidir. Kitaplarını okumadan yazarı tanıyamazsınız. En azından Tahsin Yücel’i tanımak için ‘’Yalan’’ını kaçırmayın okuyun derim.

Allah rahmet eylesin…

Osman AYDOĞAN  24 Ocak 2016



MUSTAFA KOÇ

Merhum Mustafa Koç’a gelmeden önce bazı kavramlara açıklık getirmek istiyorum.
Önce ‘’Demokrasi’’ kavramı. ‘’Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz. Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir. Ayrıca batı tipi bir demokrasi için Batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.’’
Bu cümleyi anlamak ve yorumlamak için bazı alt yapı olacak kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. Bu nedenle de bu cümleyi parça parça irdelemek istiyorum:
''Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür.'' Bu cümlede geçen iki kavram var; ‘’burjuva demokratik devrimi’’ ve ‘’sanayi devrimi’’. Ne yazık ki bu iki kavram da bize ait değil. Öncelikle bu iki kavramın anlaşılması gerekiyor.
İkinci cümle birincinin devamı; ‘’üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır.’’ Buradaki kavramlar daha farklı; ’'üretim toplumu’’, ''bilgi toplumu'', ‘’bilgi ekonomisi ‘’, ''ekonomik ilişkiler’’ ve ‘’sosyal ilişkiler’’. Burada da epey bi fırın ekmek yememiz gerektiğini düşünüyorum.
''Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz.'' Burası işte sorunun başladığı nokta, zurnanın zırt dediği yer, bizde olmayan iki kavram; ‘’Batı tipi bir demokratik toplum’’ ve ‘’demokratik işleyiş’’.
''Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir.'' Bakın, burada nankörlük etmemek lazım, bu iki kavram da bize ait, patentini başkalarına verdirmeyiz; ‘’Doğu tipi politikacı’’ ve ‘’dini politikaya alet etmek’’.
''Ayrıca Batı tipi bir demokrasi için batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.'' Her halde sorun burada. Burada yine bizde olmayan bir kavram; ‘’aristokrasi’’.
Çoğunluk Almanya ve Avusturya’da ama Avrupa’nın hemen her ülkesinde bizzat yaşayarak gördüm, bazıları ile de tanıştım bu aristokratları. Kimisi konttu, kimisi düktü, kimisi prensti…
Hepsinin de sarayları, şatoları, kaleleri vardı ve bu saraylarda, şatolarda, kalelerde ne vardı biliyor musunuz? Kütüphaneler, sanat eseri koleksiyonları, kimisi edebiyata, felsefeye, müziğe hami olmuş, edebiyatçıları filozofları, müzisyenleri korumuşlar, sübvanse etmişler, kimisi bilim adamlarına hami olmuşlar, onları desteklemişler, toplumsal yaşayışı, sosyal ilişkileri onlar geliştirmişler. Saymakla bitmez.
Bizde karşılığı ne aristokrasinin? Ağa mı, bey mi, han, eşraf mı, şeyh mi, şıh mı? Yukarıda anlattığım gibi Batı tipi aristokrasi anlamında hangisinin kütüphanesi var, hangisinin edebiyatçısı, filozofu, sanatçısı, müzisyeni, ressamı, bilim adamı var???? Hangi toplumsal yaşayışı, hangi sosyal ilişkileri geliştirmişler???
Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü bizde sorun Koç gibi, Sabancı gibi ağaların sayısının birer birer olmasıdır. Keşke ülkede yüzlerce Koç ve Sabancı olsaydı???
Keşke ülkede yüzlerce Koç ve Sabancı olsaydı günümüzde yaşadığımız ve şikâyet ettiğimiz sorunların da hiçbiri olmazdı. İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes bu iddiamı desteklercesine şöyle derdi: ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.’’
Bu ülkede yüzlerce Sabancı ve Koç olsaydı bunların anti tezi olarak sağlıklı bir sosyal politika da gelişirdi. Bakın işte bizde olmayan bir kavram daha ortaya çıktı; ‘’sosyal politika’’. O da ne ola ki???
Genel evrensel diyalektik gerçektir; tez, antitez, sentez. Bizde tez olamayınca, antitez de olmuyor, sentez de…
Anti madde üzerinde çalışacaksanız önce maddenizin olması lazım!!!!
Her türlü değerini geometrik bir hızla kaybeden Türkiye bir değerini daha kaybetti. Allah rahmet eylesin.
Osman AYDOĞAN   23 Ocak 2016


KAR ve KIŞ

Tam da kışın ortasındayken dün gece başlayan kar gün boyu devam etti. ''Kar'' ve ''Kış'' gelince benim de aklıma ''Kar'' şiirleri gelir. Türk şiirinde üç şaheser ''Kar'' şiiri vardır: Cenap Şahabettin'in ''Elhan-ı Şita'' (Kış Ezgileri), Ahmet Muhip Dranas'ın ''Kar'' ve Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' isimli şiirleri. Bu kışta ve bu karlı günde bu üç şiirin keyfini çıkarın derim. Ancak hepsini birden vermiyorum, ayrı ayrı, ard arda veriyorum. Önce Ahmet Muhip Dranas'ın ''Kar'' şiiri:

KAR

Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte 
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

Ahmet Muhip DRANAS

***

KAR ve KIŞ (2)

Türk şiirinde bahsettiğim üç şaheser ''Kar'' şiirinden ikincisi: Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' isimli şiiri.

KAR MÛSIKÎLERİ

Varşova 1927

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Yahya Kemal BEYATLI

***

KAR ve KIŞ (3)

Türk şiirinde bahsettiğim üç şaheser ''Kar'' şiirinden üçüncüsü: Cenap Şahabettin'in ''Elhan-ı Şita'' (Kış Ezgileri), ' isimli şiiri. Ancak şiirde mebzul miktarda Osmanlıca sözcük geçtiği için genç arkadaşlarım için her dizenin altına günümüz Türkçe'sini de yazarak veriyorum.. Bu şiir biraz uzun ama bu şiir en sevdiğim kar şiiridir. Bırakın gündemi, haberleri, kasveti, şiirlerin keyfini çıkarın derim. İyi akşamlar.. İşte size ''Elhan-ı Şita'':

ELHAN-I ŞİTA (KIŞ EZGİLERİ)

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
(Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,)
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
(Eşini kaybeden bir kuş gibi kar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar...
(Geçen ilkbahar günlerini arar)
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
(Ey kalplerin divane şarkısı)
Ey kebûterlerin neşideleri,
(Ey güvercinlerin şiirleri)
O baharın bu işte ferdâsı
(O baharın bu işte yarını)
Kapladı bir derin sükûta yeri
(Kapladı bir derin sessizliğe yeri)
Karlar
(Karlar)
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
(Ki sessizce arasıra ağlar)

Ey uçarken düşüp ölen kelebek
(Ey uçarken düşüp ölen kelebek)
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
(Bir melek kanadının beyaz püskülü)
Gibi kar
(Gibi kar)
Seni solgun hadîkalarda arar.
(Seni solgun bahçelerde arar.)
Sen açarken çiçekler üstünde
(Sen açarken çiçekler üstünde)
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
(Ufacık bir çiçekli yelpâze,)
Nâ'şun üstünde şimdi ey mürde
(Cansız bedenin üstünde şimdi ey ölü)
Başladı parça parça pervâze
(Başladı parça parça altın kırıntıları)
Karlar
(Karlar)
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
(Ki gökyüzünden düşer düşer ağlar!)

Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
(Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
(Küçücük, beyaz başlı baykuşlar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Sizi dallarda, lânelerde arar.
(Sizi dallarda, yuvalarda arar.)
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
(Gittiniz, gittiniz siz ey kuşlar,)
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
(Şimdi boş kaldı baştan başa yuvalar
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân! -
(Yuvalarda -feryat etmeyen yetîm-)
Son kalan mâi tüyleri kovalar
(Son kalan mavi tüyleri kovalar)
Karlar
(Karlar)
Ki havada uçar uçar ağlar.
(Ki havada uçar uçar ağlar.)

Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
(Ey kış göğü, elinde yığın yığındır)
Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...
(Yasemin yaprağı, güvercin kanadı, ıslak bulut...)
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
(Dök ey gökyüzü -doğanın canlılığı uykudadır-)
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
(Siyah toprağın üstüne katışıksız çiçekler!)

Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -
(Her ağaçlık yer şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -)
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümid...
(Bir gölge yığını ve siyah renkli ve ümitsiz)
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
(Ey kış göğünün eli, durma, durma, çek.)
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
(Her ağaçlığın üstüne bir beyaz örtü!)

Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
(Göklerden emeller gibi dökülüyor kar)
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
(Her mutlu hayalim gibi koşarak düşüyor kar)

Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
(Sessiz bir rüzgar tüylü bir kanatta uyuklar)
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,
(Yolunda durur bir aralık sonra uçarlar,)

Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
(Soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçışarak)
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
(Bazen uçmada tüyler gibi, bazen dökülmede)

Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
(Karlar, sessizliğin dualarının bütün nağmeleri)
Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
(Karlar, ruhların bahçelerinin çiçekleri)

Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
(Dök siyah toprak üstüne, ey göğün eli dök.)
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
(Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli, dök)

Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
(Bahar çiçekleri yerine beyaz kar)
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.
(Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu.)

Cenab ŞAHABETTİN

Osman AYDOĞAN  22 Ocak 2016




DİKTA REJİMİNİN AÇMAZI

Fransız gazeteci, yazar ve tarihçi Henri Amouroux’un (1920 – 2007) güzel bir sözü vardı. Üzerinde düşünmeniz dileği ile;
“Dikta rejiminin açmazı; deliye deliliğin, megalomana megalomanlığın, kötüye kötülüğün ve yolsuza yolsuzluğun dibine vurmasına izin vermesidir.”
Osman AYDOĞAN  21 Ocak 2016



DİKTATÖRLÜK ve DEMOKRASİ

Belki tanıyorsunuzdur ama ben yine de kısaca tanıtayım Fransız sinema ve tiyatro oyuncusu, pandomim sanatçısı ve yönetmen Jean-Louis Barrault’ı (1910 - 1994).
Hepimizin bildiği yönetmen Roger Vadim'in eniştesiydi. Paris'te 1968 Mayıs Olayları sırasında öğrencilerin ve grevcilerin yanında yer aldığı için Charles de Gaulle iktidarı tarafından Theatre de France'da 'daki görevinden uzaklaştırılmıştı.

Jean-Louis Barrault, 1961 yılında Oxford Üniversitesi'nde verdiği bir konferansında şunları söyler:

‘’Şimdi sahnedeki oyuncuya gelelim. O, bir insan prototipinin seçilmiş ve billurlaştırılmış biçiminin rolünü yapabilmesi için, büyük bir sevgiden yararlanmak zorundadır. Bir kişi ancak büyük bir aşk aracılığıyla bir başkasının bedeni içine mükemmel olarak girebilir. Çok iyi bilirsiniz, âşıklar aynı göz rengine, aynı bakış biçimine, aynı ses tonuna, aynı el yazısına sahip olurlar sonunda.

Gerçek âşıklara taklit sirayet eder –mimetizim olgusu. ("mim" etmek yani "hareketle ifade etmek" kavramından gelir... Karşınızdaki insanın vücut hareketlerinden etkilenerek aynısını yapmaktır. Mesela karşınızdaki esniyorsa, mimetizmin etkisiyle sizin de esneyeceğiniz gelir veya bir süre sonra çok beraber olduğunuz insanın tikini kaparsınız...) Aynı jestlere sahip olurlar. Büyük bir yaşam sevgisi aracılığıyla ve özellikle, mesleğine aktör denilen kişi, yorumlamak istediği, olmak istediği kişiye benzemeye başlayacaktır. Burada güçsüzlükten çok uzaktayızdır, yaşamdan kaçıştan çok uzaktayızdır. Tiyatral uğraşı kişinin kendisini adama uğraşıdır.

Aşkın gücüyle, sadece insana değil yaşama duyulan aşkla, insan yaşama bir insan ruhu ödünç verir. Etrafımızı saran her şeye bir ruh ödünç verme olgusuna animizm (canlıcılık) adı verilir. Böylece meşe ormanın kralı olur, aslanın hayvanların kralı olması gibi. Rüzgâr haylaz bir delikanlı, ateş kötü bir kişidir. Özgürlük bir kadındır – kuşkusuz ki zayıflığından!

Büyük aşktan kaynaklanan bu iki olgu –mimetizm ve animizm- aracılığıyla başkalarının bedenlerinin içine mükemmel bir şekilde girebilir ve karakter değiştirebiliriz. Bana bu şekilde tiyatro fenomeni aktörün başarılı olduğu ölçüde mümkün görünüyor. Burada gösterişçilik ve narsizme karşı çıkarız. Ben bu tiyatro bozulmasında ilk iki itirazın – sosyal yanılsama ve bireysel kabiliyetsizlik – üstesinden geldim ve onların yerine toplum yararını ve büyük insan aşkını koydum.’’

Aslında bu yazıda maksadım ne Jean-Louis Barrault’ı tanıtmak ne de onun Oxford Üniversitesi'nde verdiği bir konferansında söylediklerini aktarmak… Bu yazıdan asıl amacım Jean-Louis Barrault’ın bir sözü. Umarım devleti yönetenler bu söz üzerinde düşünürler:

“Diktatörlük ‘Kapa çeneni!’, demokrasi ise ‘Külahıma anlat!’ rejimidir.”

Osman AYDOĞAN  20 Ocak 2016




BRASSERİE, PATİSSERİE ve BİSTRO
‘’Brasserie’’ Fransız kültüründe bir yeme içme mekânıdır. Sözlük anlamı birahanedir. Eskiden bira imalatı yapan küçük işletmelere denirmiş. Biranın yanında meze servisi de yapılırmış.
‘’Brasserie’’ Paris’te ilk olarak Alsace’tan (Alsace Lorraine) göç eden, Alman kültürüne aşina kişilerin 1870’lerde açtığı, genelde bira servisi yapılan, çay kahve içilen ve ayaküstü yemek yenilen ‘’kahve-lokanta’’larına verilen isimmiş. Biranın yansıra Riesling, Sylvaner, ve Gewürztraminer gibi Alsace yöresine ait şaraplar da servis ederlermiş. En yaygın yemekler Sauerkraut (Almanca "ekşi" anlamına gelen "saur" ve "sebze, lahana" anlamlarına gelen "kraut" kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur) ve deniz ürünleriymiş.
Günümüz ‘’brasserie’’lerinin formatı ise biraz daha değişik olmuş. Hem çok yemek yemek isteyenlere hem de sırf iki tek atmak isteyenlere hitap eden gönlü geniş mekânlar haline gelmiş. Bir Fransız’ın her gün yemeğini yiyebileceği, lokanta tarzındaki bu yerler pahalı restoranlara göre daha ucuz. Bira ve şarap servisi vazgeçilmez. Ayrıca birçok Fransız restoranında olduğu gibi genelde yemek servisi belli saatlerde yapılır. Yani öğle yemeği servisi yapıldıktan sonra bir sure yemek servisine ara veriliyor, sonra aksam yemeği servisi başlıyor.
Avrupa’da brasserie’lerde ayaküstü yemek yenilir ama isteyen de bir bardak bira, bir fincan kahve içerek saatlerce oturur. Brasserie’lerin iki tür müşterisi var: Acelesi olanlar ve olmayanlar. Acelesi olmayanlar saatlerce tek başına oturur, gazete, kitap okur veya dostu ile sohbet ederler.
Fransa, Belçika ve Hollanda’da eskiden çok sayıda brasserie vardı. Bunların göze batan müşterileri de yazar-çizer-düşünür takımı idi. Paris’ten bir Cafe hatırlıyorum. ‘’Burada Sartre oturmuştu’’, ‘’Burada Camus oturmuştu’’ diye üzerinde levhası vardı.
Patisserie ise pastanenin Fransızcadaki birebir karşılığı. Patisserie ne yazık ki pastane tabelalarının son yıllardaki moda sıfatı olmuştur.
Bir de ‘’Bistro’’ var. Bistro ismine; 1812 yılında Fransa’yı işgal eden Rus askerlerinin, hızlı yemek yeme alışkanlıklarının buna sebep olduğu düşünülür. Çünkü ‘‘bystro’’ Rusça’da ‘’hızlı’’ anlamına gelmektedir. “Çabuk yap savaşıyoruz burada işimiz gücümüz var, bystro bystro” diyen Rus askerleri de böylece yemek sektörünün geleceğini etkilediği düşünülmektedir.
Bistroya günümüzde; orta düzeyde fiyatlara sahip, en çok tüketilen, en bilinen yemeklerin yapıldığı, bu yemeklerin her gün değişebildiği, haliyle hızla tüketildiği, grand tuvalet giyinmek gibi bir zorunluluğu olmayan lokanta türü diyebiliriz.
Gelelim ülkemize… Mutlaka bu yerlere gitmişliğiniz vardır. Birebir Avrupa’daki, Fransa’daki gibi olsa gam yemeyeceğim. Brasserie diye gidiyorsunuz, bistro diye gidiyorsunuz; bildiğiniz lokanta. Bütün bu isimler (brasserie, patisserie, bistro) özenti esnafın müşteriye "ben entelim, ben elitim, ben kaliteliyim" vb. mesajları vermek için tabelalarına bilinçsizce eklediği bir yoldur aslında.
Edip Cansever ‘’Sonrası Kalır II’’ (YKY, 2015) kitabında yer alan ‘’Nerden nereye’’ başlıklı şiirinde şöyle derdi: (Buraya bir kısmını alıntılıyorum)
"Göksu deresinin orada
köhne ahşap bir bina
üstünde bir yazı: Brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma"
Şimdi kendine lüks hava katıp o oranda hesap çeken her özenti kahve, pastane, lokanta ‘’brasserie’’, ‘’patisserie’’ veya ‘’bistro’’ adını tabelasına koyuyorsa, soruyorum kendime: Bunlar işgal zamanlarından mı kalma yoksa Türkçe mi artık işgal altında?
Osman AYDOĞAN  19 Ocak 2016


GOYA ve ‘’3 MAYIS 1808 – KURŞUNA DİZLENLER’’ TABLOSU

Francisco Goya (1746 - 1828), Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan İspanyol ressam ve gravür sanatçısıdır. İspanyol saltanatının saray ressamı olarak çalışan Goya'nın eserlerinin yaşadığı döneme ait bilgi veren önemli belgeler olduğu düşünülür. Portreleriyle de ün kazanmış olan ressam, sanatındaki yaratıcı ve yıkıcı öğeler ve cesur resimleriyle kendisinden sonra gelen Manet, Picasso ve Francis Bacon gibi isimleri etkilediği düşünülür. Modern sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilen ressamın eserlerinin büyük bir bölümü Madrid'de Museo del Prado'da (Prado Müzesi) sergilenmektedir.

Goya’nın 1814 yılında tamamladığı ve halen Madrid'deki Prado Müzesi'nde sergilenen ünlü “3 Mayıs 1808- Kurşuna Dizilenler” diye ünlü bir tablosu var. Tablonun da öyküsü şöyle:

Napolyon, Fransa’ya cumhuriyeti getirme masalıyla başa geçtikten sonra çevresine baskı kurarak kendini imparator seçtirir. Kilisede kendisine taç giydirir. Ondan sonra da İspanya’ya saldırır. Goya bu çalışmayı, Fransızların 1808'de Madrid'i işgali sırasında, Napolyon'un ordularına direnen İspanyolların anısına çizer.

Bu direniş aynı zamanda Yarımada Savaşı'nın da tetikleyicisi olur. İspanyol ressamın, aynı boyutlardaki eş çalışması 2 Mayıs 1808 (Memlüklerin Saldırısı) de tıpkı bu tablo gibi İspanya'nın geçici hükümeti tarafından, Goya'nın önerisi ile ressama ısmarlanır. 2 Mayıs 1808, Fransız ordusunda yer alan seçilmiş Memlükler'in isyan eden halka saldırısının başlangıcını anlatır. Kalabalık, Memlükler'i Mağribiler olarak görür ve kızgın bir tepki verir. Dağılmak yerine, Memlükler'e saldırırlar ve vahşi bir arbade çıkar.

Goya, Aragonca yazdığı bir mektupta bu tabloları yapma amacını şöyle açıklar: ‘’….. Avrupa'nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek.’’

Bahsettiğim gibi Goya’nın 2 Mayıs 1808 tablosu Fransız ordusunda yer alan Memlükler'in isyan eden halka saldırısını, “3 Mayıs 1808- Kurşuna Dizilenler’’ isimli tablosu da bu direnişte yer alan sivil İspanyolların Fransız askerleri tarafından kurşuna dizilmesini işliyor.

Bu yazıdan amacım ne Goya’yı tanıtmak ne de İspanyolların direnişini anımsatmak. Amacım bu tabloda var olan küçük bir ayrıntıyı göz önüne getirmek: Fransız ordusunda yer alan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Fransa'ya (güçlünün yanında yer almak adına) gönderdiği Mısırlı Memlük Müslümanları. Yani Batı, Müslüman kullanmayı her zaman sevmiş, Müslümanlar da güçlünün yanında yer almayı... Bugün emperyalizmin jandarmalığından emperyalizmin taşeronluğuna terfi eden ve halen birbirini boğazlayan Müslümanlar bunu düşünmeli diye değerlendiriyorum. Tabii ki bir zerre tarih bilinci ve bir miktar akıl kırıntısı varsa..

Osman AYDOĞAN 18 Ocak 2016





FIKRA ZAMANI


Bugün Pazar, tatil, zaman da fıkra zamanı. Ancak fıkradan önce küçük bir izahat:
Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken (Arapça’da ‘’atıfa’’ deniyor: ‘’Vav-ı atıfa’’), Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.

Duhâ (genellikle ‘’Ved duhâ’’ diye anılır) sûresi, Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Duhâ, kuşluk vakti demektir.

Şimdi gelelim fıkraya:

Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. 
Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş ayırtman) sormuş: 
- Ved duhâ’nın vavı, vav-ı atıfa mı (bağlaç mı), vav-ı kasem (yemin vav’ı) mı?

Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı kasem” demiş. 
Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle, 
- Aferin evladım, demiş çıkabilirsin.

Ayırtmanlar şaşkın. Çünkü yanıt yanlış. Biri dayanamayıp “Yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: 
- Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O “ved duha’da vav yoktur” diyordu...

Benden bu kadar. Siz bu fıkrayı istediğinize yakıştırabilirsiniz…

Osman AYDOĞAN  17 Ocak 2016




MOĞOLLAR
Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile batı ile doğuyu birleştirmiş, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemini başlatmıştır.
Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşamışlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmışlar ve zamanla Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklük’le Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlar’dan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için Moğollaşmış bir Türk, Timur için ise Türkleşmiş bir Moğol demektedir.
Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar düşman sayılmazlar. Aynı nedenlerle de Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan adlarını verirler.
Türkçülüğün babası olan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler... Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.
Ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır. 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesi, Anadolu Selçukluları'nın Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istemiştir.
Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakmıştır. 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğollar’ın baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir ve o zamanlar Anadolu’da Moğollar’a dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar Anadolu’ya bu kadar zarar vermemişlerdir.
Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğollar’ı bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.
Ne ilginçtir Kösedağ Muharebesi'nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soyisim olarak alan sayısız vatandaşımız vardır.
Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır.
Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan Anakara Muharebesi Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Ankara Muharebesi yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.
Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Nedense? Nedense? Nedense?
Bir bilsek belki de günümüzdeki ‘’ötekileştirilenler’’e ve sosyal problemlere bir çözüm bulunur…

Osman AYDOĞAN  16 Ocak 2016



GÜNÜMÜZÜN DÜNYASI

Avusturyalı romancı, oyun yazarı ve gazeteci Stefan Zweig ''Dünün Dünyası'' isimli kitabının (Can Yayınları, 2015) önsözünde şöyle yazar: ’’Yazacaklarım, benim yaşadıklarım olmaktan çok, bütün bir kuşağın yaşadıklarıdır.’’
Bu kitap; dün ve bugün arasında bütün köprülerin yıkıldığı, bütün değerlerin altüst olduğu yıllarda, peş peşe iki dünya savaşına, Almanya'da Nasyonal Sosyalizmin doğup büyümesine, evinden ve ülkesinden kopmanın, ülkeden ülkeye göç etmenin, anayurdu saydığı Avrupa'nın mahvolmasını görmenin acılarına dayanamayarak 1942'de hayatına son veren bu duyarlı yazarın anılarını içerir.

Stefan Zweig bu kitabında şöyle yazmıştı; ''Çoktan unutulup gömüldü sanılanın, eski biçimi ve görüntüsüyle yine karşımıza çıkması kadar ürkütücü bir şey yoktur hayatta.''

Stefan Zweig’ın kitabında olduğu gibi günümüzde de, 19. yüzyılda kaldığını ve çoktan unutulup gömüldüğünü sandığımız terör, mezhepçilik, cehalet, taassup, modern feodalizm, rüşvet, yalan, riya, iftira, kumpas, yolsuzluk, yalakalık, niteliksizlik, Ortadoğu’ya bulaşmak, Suriye çıkmazı vb. problemlerin eski biçimi ve görüntüsüyle tekrar ülkenin karşısına çıkması aydınlık ruhlarda tarifi bir mümkünsüz sızı yaşatmakta, düşünen beyinlerde anlatımı bir imkânsız kâbus, bir büyük korku ve ürküntü hissi yaratmaktadır.

Ancak ne yazık ki yaşananlar Stefan Zweig’ın anlattığı ‘’Dünün Dünyası’’ değildir. Günümüzün dünyasıdır.

Osman AYDOĞAN  15 Ocak 2016

ÇAĞIRDIĞIM HAYALETLERDEN ŞİMDİ KURTULAMIYORUM

“Der Zauberlehrling”, Türkçe adıyla “Sihirbazın Çırağı”, Alman edebiyatının şüphesiz en büyük isimlerinden Goethe tarafından 1797’de yazılmış bir şiirdir.

Goethe ''Zauberlehrling'' isimli şiirinde sihirbaz çırağı ustasının yerine geçmeye kalkar, ustasının olmadığı bir zaman büyüyü basit birşey sanır, bütün hayaletleri çağırır, ancak bunlarla baş edemez. Sonra ustasından medet umar...

Sihirbazın çırağı sonunda şöyle haykırır:

‘’Die ich rief die Geister, werd’ ich nun nicht los’’
(Çağırdığım hayaletlerden şimdi kurtulamıyorum.)

Osman AYDOĞAN  15 Ocak 2016




AYDIN ÜZERİNE
Aydın kavramının eski dildeki karşılığı ‘’münevver’’dir. Karşılığı ise aydınlatandır. Aydının değişik yazarlara göre tanımları farklı farklıdır:
Tevfik Fikret’e göre: Aydın "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür insan’’dır. Fikret’e göre aydın olmanın, olmazsa olmaz koşullarında birisi de "özgür ve bağımsız düşünmektir."
İlbey Ortaylı'ya göre: Aydın dünyaya, atalarından devraldığı değerlerle veya tartışmasız bir tavırla değil; kendi kavram ve araçlarıyla bakan kişidir.
Macit Gökberk'e göre: Aydınlar, düşünceleri ve değer ölçüleriyle topluma öncülük etmek görevini yapan ya da bunu yapmaları gereken kişilerdir.
Emre Kongar'a göre: Aklı ve bilgisi ile toplumuna öncülük eden kişidir... Aydın, evrensel olarak her şeyi sorgular. (Türkiye'de ise her şeyi sorgulamak aydın olmak değil, ancak "hain" olmakla olanaklıdır..)
Melih Cevdet Anday'a göre: Aydın, akıllı zeki ve bilgili olmanın yanında, sadece aydınlanmış değil aydınlatıcı da olmalıdır.
Kısaca aydın, Toplumu aydınlatandır, evrensel değerleri kendi ülkesi için de isteyendir. Aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarından birisi de özgür düşüncedir.
Ve aydın denince de aklıma Yalçın Küçük’ün beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ isimli kitabı gelir. (Tekin Yayınevi, 1990) Ve Yalçın Küçük denince de aklıma onun 12 Eylül’den kalan şu öyküsünü hatırlarım: Yalçın Küçük 12 Eylül zindanlarında yatarken kendisine kullandığı ilaçları demir parmaklıklar arasından vermek isterler. Yalçın Küçük; ‘’Ben Türk aydınının gururunu ve onurunu taşıyorum. Bana bu şekilde davranamazsınız.’’ der ve ilaçlarının bu şekilde kendisine verilmesini kabul etmez.
“Aydın Üzerine Tezler”de Yalçın Küçük, aydın sorununu şöyle anlatıyor:
“Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”
Yalçın Küçük 1980’li yıllarda aydın sorununu böyle anlatıyordu. Ancak o günden bu güne ise ilaçlarının bile kendisine demir parmaklar ardından verilmesini kabul etmeyen aydından siyasi iktidara yamanan, el etek öpen ve emir kulu haline getirilen aydınlar zamanına geldik…
Aydınlar sorununa teşhisi teee on dokuzuncu yüzyıldan Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla koymuştu. Teşhisin aslı Osmanlıca;
''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''
Türkçesi ise şu şekilde;
''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, 
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''
Sığ politikacı, halkın gözünü boyar. Gerçek aydın, halkın gözünü açar. Başımıza ne gelmişse gerçek aydınların pasifize edilerek küçümsenmeleri ve sahta aydınların dalkavukluğundan gelmiştir. Aydını gerçek aydın olmayan toplumların sonu karanlıktır.
ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.
Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” anca politikacılarınınki kadardır. Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır.

Osman AYDOĞAN   14 Ocak 2016



İNTİHAR BOMBACISI
ABD’li ptotest yazar Jerome David Salinger’in Amerikan edebiyatının klasiklerinden olan güzel bir kitabı var: ‘’The Catcher in the Rye" (Ülkemizde ‘’Gönülçelen’’ -Can yayınları, 1990- ve ‘’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’’ -YKY, 2012- ismiyle yayınlandı)
Müzikle ilgilenenler Teoman’ın ‘’Gönülçelen’’ isimli albümünü anımsayacaklardır. Teoman bu albümüne bu ismi Salinger’in kitabından esinlenerek vermişti.
Kitap, (Gönülçelen –veya- Çavdar Tarlasındaki Çocuklar) okunmaya değer diye düşünüyorum. ‘’Doğu’’ ve ‘’Batı’’ arasındaki mantalite farkını ve günümüzdeki intihar eylemcilerini daha iyi anlamamız için Salinger’in kitabındaki şu ifadesi üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum; (Gönülçelen, Sayfa 204)
“Olgunluğa erişmemiş kafanın özelliği, bir dava uğruna seve seve can vermektir; olgun kafanın özelliği ise, bu dava uğruna seve seve yaşamaktır.”
Osman AYDOĞAN  13 Ocak 2015



ZİRVELERİNDE UZUN SÜRE KALDIĞIM DAĞLARIN BANA ÖĞRETTİKLERİ


Dağlar neler öğretmişti bana neler;
Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretti bana...
Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretti bana…
Bu düşünce bana büyük bir haz verir; bu muazzam evrenin bir parçası olduğum duygusu...
Bu duyguyu en iyi Jostein Gaarden'in ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabı çok güzel anlatırdı; ‘’Bizler yıldız tozuyuz’’ diye... 
Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretti bana...
Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretti bana…
Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretti bana. 
Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretti bana…
Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretti bana…
Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretti bana…
Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretti bana…
Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar veremediğini öğretti bana…
Bu dağlar hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretti bana...

Osman AYDOĞAN  12 Ocak 2016



BİR MEKTUP DAHA
Sevgili Mustafa,
Şiirleri beğendiğin için teşekkür ederim..
Mevlâna'nın bir sözü vardı:
''Bir kişi güzel bir söz söylüyorsa bu o kişinin güzel söz söylemesinden değil, dinleyenin onu güzel anlamasından kaynaklanır.''
Şiirleri beğenmen benim güzel şiirler sunmamdan değil senin onları güzel bulmandan kaynaklanmaktadır.
……………….
Ancak sorun; bana sorduğun, sunu haline getirip, resim ve müzikle birleştirdiğim ‘’Eskici’’ isimli şiiri ‘’nasıl aşacağız?’’ sorusundan kaynaklanmakta…
Ben şiir yazmıyorum ki aşayım Mustafa!
Ben bir ''eskici'' gibi, eski şiirleri alıp sizlere aktarıyorum.
Ne demişti Bedri Rahmi Eyüpoğlu ‘’Eskici’’ isimli şiirinde, tekrar anımsatmak istiyorum;
‘’Eskiden yeterdim kendime
Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile! ...
Ve
Kim demiş ´can eskimez´ diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de..’’
………………
Şiirlerin iyisi kötüsü olur mu ki Mustafa aşayım onları?
Şiirler ilerlemezler ve aşılmazlar…
Onlar yeniden doğarlar..
Eski şiirlerin yeniden doğmalarına aracılık ediyorum ben Mustafa..
………………….
Şiir doğruları sunmaz bize Mustafa.
Şiir ufuklar açar sadece, bilinmedik gerçeklerin alanını açar.
Anlam da, şiirin sunduğu imgeden, hayalden başka bir şey değildir.
Ve şiir yaşamın anlamını araştırır Mustafa.
Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi değil mi Mustafa?
Sanatın içinde olan birisi olarak bunu sen daha iyi bilirsin.
Aslında, söz konusu "anlam"; felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak değil midir Mustafa?
Şair, kendi ruhunu bulan insan değil midir Mustafa?
Şiir; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu değil midir Mustafa?
……………….
Yapıtlarımda Asaf Hâled'e neden daha fazla yer veririm?
Doğu-Batı kültürünü bağdaştırarak ilhamını Asya tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, Eski Doğu medeniyet ve masallarından alan, kendi deyişiyle ''hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem'' yaratan, sadece hayal ve duygu şairi değil bir sezgi şairi de Asaf Hâled, ondan.
Onun için ''İbrahim''ini aldım, sunusunu hazırladım, sizlere aktardım.
''ibrâhim
gönlümü put sanıp da kıran kim''
diye soruyordu şiirinde Asaf Hâled.
Hangimizin gönlünü put sanıp da kırmadılar İbrâhim, pardon Mustafa?
………..
Onun için ''He'' şiirini aldım sunusunu hazırladım, sizlere aktardım;
''dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var ferhâd''
diye soruyordu şiirinde Asaf Hâled.
Hangimiz Ferhâd değildik Mustafa?
Ve hangimizin içinde neler güm güm ötmedi Mustafa?
…………
''Mâra'' isimli şiirinde ne diyordu Asaf Hâled?
''bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım mâra ''
Bilmemenin bilmekten iyi olduğunu bizler yaşayarak öğrenmedik mi Mustafa?
…………………
Hafız, İran edebiyatında gazelin öncüsüydü. Divan edebiyatımızı da büyük ölçüde etkilemişti. Biz Hafız'ı Yahya Kemal'in "Hafız'ın kabri olan bahçede..." diye başlayan şiirinden tanırız. Asaf Hâled; bizde ''Hafız''ı bilen ve anlayan nadir şairlerimizden biriydi…
Şiir felsefeye, metafiziğe yakın durur Mustafa.
Şiirin felsefesi onun derin yapısındadır Mustafa.
……………
Özdemir Asaf'ı da seçtim daha çok…
''İkinci kişi''yi ancak Özdemir Asaf'da anlayabiliriz Mustafa.
''Öldürmekten daha ağır bir şey..
Niçin anlıyorsun.''
diye soruyordu Özdemir Asaf sizlere sunduğum ''Alfa ''isimli şiirinde..
Hangimiz anlamadık, anlamanın ölmekten daha ağır olduğunu Mustafa?
…………….
''Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim,
Kendimle vuruştum.''
diyordu şiirinde Özdemir Asaf.
Hangimiz hayatımızın hangi safhasında kendimizle vuruşmadık Mustafa?
Şiir, okuyanın yeniden ürettiği anda gerçekleşebilen bir sanat değil midir Mustafa?
…………….
Türkan İldeniz'in 'Bekleyiş''ini seçtim…
Boğaz’da okuyan bizlere Kandilli Kız Lisesi mezunu Türkan İldeniz'den başka kim daha iyi hitap edebilirdi Mustafa?
''İçimde sıkıntıların en dayanılmaz şekli
Kaçıncı kere saatleri susturuyorum
Bensiz çözülüp, sensiz bağlanması yok mu halatların
Tükeniyorum.''
''Bekleyiş''te böyle haykırıyordu Türkan İldeniz..
Saatleri hangimiz kaç kere susturmadık, bizsiz çözülüp onsuz bağlandığında halatlarımız, hangimiz tükenmedik Mustafa?
…………….
''Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’
Hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren Gülten Akın'ın yukarıdaki şiirinde oldu gibi hangimiz sevgiden ürkmüş yılgın savaşçılar değiliz Mustafa?
……………..
''Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan''
derken Cahit Sıtkı Tarancı ve ben bu şiiri sizlere aktarırken, hangimiz istemedik gençliğimizi ilk sevgiliyle yeni baştan yaşamayı Mustafa?
Ben bu örneklerden hangisini aşayım Mustafa?
Şiirin sesi, her zaman bilgeliğin sesidir Mustafa.
Şiir yaşamın karmaşıklığını bütünlüğü içinde anlar Mustafa.
…………………….
1700'lerin sonları ve 1800 başlarında yaşamış olan alman düşünür Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ‘’ Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil konusunda temel bir eserdir.
Humbolt özet olarak der ki;
İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı.
Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir.
Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir.
Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir.
Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dili insanın ruhu meydana getirmiştir.
Dile gelen insan ruhudur.
İnsanın konuşurken (ve de yazarken ) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar.
Dil konuşanın içini gösterir.
Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur.
Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.
Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dili en çok şiirde görmekte ve kullanmakta değil miyiz Mustafa?.
Seçtiğimiz şiir, okuduğumuz şiir, beğendiğimiz şiir işte bu noktada içimize ayna tutmakta değil midir Mustafa…
İnsan ruhunun kıvrımlarını, inceliklerini ve zenginlikleri şiir ifade etmiyor mu Mustafa?
Ben bu kıvrımlardan hangisini aşayım Mustafa?
''Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'' diyor Humbolt eserinde..
Mitolojik görüşe göre de her nesnenin özü adlarda saklıymış...
Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanırmış...
Mitolojide geçerdi sanırım; ‘’sözün gücü Tanrı'nın gücüne yakındır.’’
Ve sözcükler en güçlü olarak şiirde kullanılır Mustafa..
Ceyhun Atuf Kansu; ‘’Şiir yazılan toplumdan asla umut kesilmez’’ derdi...
Bu nedenlerle midir ki; şiiri çok severim Mustafa?
…………..
Şiir okuyan insan "Türkçenin soluğunu üflerken" nefes nefese kalırmış...
Şiir ve felsefe, dil ve düşüncenin ikiz olmayan çocuklarıymış Mustafa….
Her yeni şiir, her yeni yapıt engebeleri, virajları ve uçurumları belirsiz bir yolmuş…. Yürüdükçe bulunulurmuş her şey.
Ben bu engebelerden, bu virajlardan, bu dönemeçlerden hangisini aşayım, hangi uçurumları geçeyim Mustafa?
Arthur Rimbaud; ‘’Şiir eyleme uymaz, eylemin önünde yürür’’ derdi…
Hep önde yürüyen bu duyguyu ben nasıl aşayım Mustafa?
Şiirin kendilerindeki anlamlarından başka anlamları da varmış..
Şiirleri sindire sindire okumak gerekirmiş, her okuyuşta yeni tatlar almak, yeni serüvenlere çıkabilmek için Mustafa.
Ben bu serüvenlerden hangisine çıkayım Mustafa?
……………………
Picasso'nun bir sözü vardı Mustafa;
'Sanat acı ve hüznün çocuğudur''
Acı ve hüzün içinde yetişmedik mi Mustafa?
Şiirlerdeki bu hüznü duyumsamamak mümkün mü Mustafa?
……………………..
Ahmet Haşim'in bir dizesi vardı;
''Seyreyledim eşkâl-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında''
(Ben yaşam havuzunun sularında
yaşamın biçimlerini seyrettim)
Bu yaşam havuzunun sularında bizler, hepimiz yaşam biçimlerinin elvan türlüsünü seyretmedik mi Mustafa?????
Sana şiirlerle dolu günler diliyorum Mustafa…
En iyi dileklerimle…
Osman
Osman AYDOĞAN  11 Ocak 2016


BİR MEKTUP


Sevgili İlhan,
‘‘Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz. Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir. Ayrıca batı tipi bir demokrasi için Batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.’’
Bu cümleyi anlamak ve yorumlamak için –seninle daha önce de konuştuğumuz gibi- bazı alt yapı olacak kavramların bilinmesine ihtiyaç var.
Bu cümleyi isterse parçalayalım, parça parça gidelim;
1. Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür. Bu cümlede geçen iki kavram var; ‘’burjuva demokratik devrimi’’ ve ‘’sanayi devrimi’’.
Ne yazık ki bu iki kavram da bize ait değil. Öncelikle bu iki kavramın anlaşılması gerekiyor. 
2. İkinci cümle birincinin devamı; ‘’üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır.’’
Buradaki kavramlar daha farklı; ’'üretim toplumu’’, ''bilgi toplumu'', ‘’bilgi ekonomisi ‘’, ''ekonomik ilişkiler’’ ve ‘’sosyal ilişkiler’’. Burada da epey bi fırın ekmek yemek gerekiyor.
3. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz.
Burası işte sorunun başladığı nokta, zurnanın zırt dediği yer, bizde olmayan iki kavram; ‘’Batı tipi bir demokratik toplum’’ ve ‘’demokratik işleyiş’’.
4. Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir.
Bak, burada nankörlük etmemek lazım, bu iki kavramda bize ait, patentini başkalarına verdirmeyiz; ‘’Doğu tipi politikacı’’ ve ‘’dini politikaya alet etmek’’.
5. Ayrıca Batı tipi bir demokrasi için batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.
Sevgili İlhan, her halde sorun burada.
Burada yine bizde olmayan bir kavram; ‘’aristokrasi’’
Çoğunluk Almanya ve Avusturya’da ama Avrupa’nın hemen her ülkesinde bizzat yaşayarak gördüm, bazıları ile de tanıştım bu aristokratları. Kimisi konttu, kimisi düktü, kimisi prensti..
Hepsinin de sarayları, şatoları, kaleleri vardı ve bu saraylarda, şatolarda, kalelerde ne vardı İlhan biliyor musun? Kütüphaneler, sanat eseri koleksiyonları, kimisi edebiyata, felsefeye, müziğe hami olmuş, edebiyatçıları filozofları, müzisyenleri korumuşlar, sübvanse etmişler, kimisi bilim adamlarına hami olmuşlar, onları desteklemişler, toplumsal yaşayışı, sosyal ilişkileri onlar geliştirmişler. Saymakla bitmez.
Bizde karşılığı ne aristokrasinin? 
Ağa mı, bey mi, han, eşraf mı, şeyh mi, şıh mı?
Yukarıda anlattığım gibi Batı tipi aristokrasi anlamında hangisinin kütüphanesi var, hangisinin edebiyatçısı, filozofu, sanatçısı, müzisyeni, ressamı, bilim adamı var????
Hangi toplumsal yaşayışı, hangi sosyal ilişkileri geliştirmişler???
Bizde sorun Sabancı gibi, Koç gibi ağaların sayısının birer birer olmasıdır. 
Keşke ülkede yüzlerce Koç ve Sabancı olsaydı???
Bu bana ait eksterm bir görüş…
Bu ülkede yüzlerce Sabancı ve Koç olsaydı bunların anti tezi olarak sağlıklı bir sosyal politika da gelişirdi.
Bak işte bizde olmayan bir kavram daha ortaya çıktı; ‘’sosyal politika’’. O da ne ola ki???
Genel evrensel diyalektik gerçektir; tez, antitez, sentez.
Bizde tez olamayınca, antitez de olmuyor, sentez de…
Anti madde üzerinde çalışacaksanız önce maddenizin olması lazım!!!!
Sevgilerimle sevgili İlhan….

Osman AYDOĞAN  10 Ocak 2016



POLİTİKA SANATI
Fransız Yazar Dr. Gaston Bouthoul’un güzel bir kitabı var (hangi kitap güzel değil ki!): ’’Politika Sanatı’’ (Cem Yayınevi, 1997)
Yayınevi kitabın arka kapağında şunu yazar: ‘’Amacı Konfüçyüs’ten Lenin'e Platon'dan De Gaulle'a değin politika üstüne eğilmiş 78 ünlü filozof ve devlet adamının gerek değişik, gerek çelişik, gerekse birbirini destekleyen görüşlerini, en belirgin yanlarıyla politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile birarada sunuyoruz.’’

Kitabın 25. sayfasından itibaren Platon’un politika üzerine görüşlerine yer verilir. Bu sayfalarda verilen Platon’un politika üzerine düşüncelerinin bir kısmı şunlardır:

“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın!”

“Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söylenebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur. Yaşlıların buyurup gençlerin buyrukları dinlemesi ise söz götürmez bir zorunluluktur.”

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Yayınevi kitabın arka sayfasında bu eserin yayınlanma amacı için ne demişti: ‘’Politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile…’’

Osman AYDOĞAN  9 Ocak 2016




UMUT İLKESİ
Dünkü yazımda ''Umut''a Irvin D. Yalom'un bakış açısını vermek istedim. Kısaca Irvin Yalom derdi ki: ''Umut, kötülüklerin en kötüsüdür; çünkü, işkenceyi uzatır.” ''Umut''a bir başka bakış açısı getiren de 20. yüzyılın en önemli düşün insanlarından Ernst Bloch'tur. Ernst Bloch’un önemli bir eseri vardır. Adı; ‘’Umut İlkesi’’ (İletişim Yayınları, çeviri; Tanıl Bora –iki cilt halinde-)
‘’Umut İlkesi’’nin birinci cildinin (sadece birinci cild 840 sayfa) bir bölümününbaşlığının adı da ‘’Militan İyimserlik’’tir. Aslında bu bölüm eserin de ana fikrini oluşturur.

Bloch bu bölümde (Militan İyimserlik) iki tip insandan söz eder:
Bunlardan biri “banal-otomatik ilerleme” düşüncesine sahip kimselerdir… Bu tür kimselere göre, gelecek şimdiden bellidir ve iyi olacaktır....

Bloch’a göre “Banal-otomatik iyimserlik”, onun tam tersi olan “mutlaklaşmış karamsarlık”tan “daha az zehirleyici değildir”… Ve der ki Bloch; “Çünkü ikincisi açıkça, adıyla sanıyla ortaya çıkan utanmaz gericiliğe hizmet ediyorsa, ilki de mahcup gericiliğe, ona göz kırpan katlanma ve pasifliğin emeline hizmet eder”…

Ernst Bloch, bu her iki gerici düşüncenin karşısına “militan iyimserlik” kavramını koymaktadır. Bloch, ‘’Militan İyimserlik’’ kavramında şu açıklamayı yapar: “Gelecek kısmet olarak gelmez insana, insan geleceğe gelir, kendinde olanla girer onun içine…”

Bloch’a göre bu “kendinde olan” ise, “cesaret”, “kararlılık” ve onların olmazsa olmaz gereksinimi “salt gözlemci olmayan bilgi”dir…

Bloch’a göre baş düşman karamsarlıktır.
Bloch’a göre İnsan enerjisinin en büyük kaynağı ‘’Umut’’tur, ‘’İyimserlik’’tir.
Bloch’a göre iyimserlik, insan için bir seçenek değil, bir mecburiyettir. 
Bloch’a göre insanlık, iyimserliğe mecburdur. Her iş, her eylem, iyimserlikle başlar.

Bloch’un “Militan İyimser”liği bugünler içindir, düşünen herkes içindir…

Osman AYDOĞAN   8 Ocak 2016




UMUT KÖTÜLÜKLERİN EN KÖTÜSÜDÜR
‘’Pandora’’ Yunan mitolojisinde "tanrılar armağanı" anlamına gelir, ilk kadındır, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için hazırlandığına inanılırdı.
Efsaneye göre, Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora'yı eş olarak gönderir.

Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora'ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki "umut"tur; kötülüğün yayılmamış olması umudu.

‘’Umut’’u bizler böyle biliriz. Ancak ABD'li psikiyatrist, varoluşçu, psikoterapist, yazar ve eğitimci Irvin D. Yalom “Nietzsche Ağladığında” (Ayrıntı Yayınları, 1996) adlı kitabında “umut” konusuna tamamen farklı cepheden yaklaşır:

“Pandora’nın kutusu açılıp, Zeus’un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Umut! O zamandan beri yanlışlıkla kutuyu ve içindeki umudu iyi şans olarak yorumladık; fakat Zeus’un arzusunun, insanların kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Umut, kötülüklerin en kötüsüdür; çünkü, işkenceyi uzatır.”

Umut çoğu zaman bir körlük yaratıyor insanlarda.

Osman AYDOĞAN  7 Ocak 2016




ACI OLAN BUDUR
Kaliforniya Üniversitesi coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond'un 1997'de yazdığı bir kitabı var: ‘’Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsan Topluluklarının Yazgıları.’’ (TÜBİTAK Yayınları) . (Kitap aynı zamanda ‘’Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsanlığın son 13.000 yıllık kısa hikâyesi’’ adıyla da yayınlandı.)
Bu kitap 1998'de kurgusal olmayan genel eser dalında Pulitzer Ödülü ve En İyi Bilim Kitabı dalında Aventis ödülü kazandı.

Bu kitabın ana konusu şu: "Neden Avrupalılar Amerika'yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi?" Yazar kitabında toplumların kendilerini yoketme belitilerini inceler.

Bu kitabın verileri ışığında toplumların kendilerini yok etme belirtilerinin olduğunu görüyoruz. Bu belirtileri; geriye bakmak, önüne bakmamak, eski beynin kurbanı olmak, liberal kapitalizmin oyuncağı olmak, bilimi ve teknolojiyi dışlamak, insanlığa saygıyı yitirmek diye de adlandırabiliriz.

Yine bu kitabın verileri ışığında baktığımızda dünyanın 15. yüzyılda sanayide en ileri olan ülkesi olan Çin’in ve 12. yüzyılda bilimde en ileri düzeyde olan İslam’ın; aynı nedenlerle 19. yüzyılda sömürge olmaları ve 15. yüzyılda Rönesans’ı dışlayarak, 19. yüzyılda ekonomik olarak batan ve 20. yüzyıl başında yok edilen Osmanlı İmparatorluğunun akıbetlerini anımsatan bir süreç içinde yaşadığını görüyoruz..

Osmanlı 12. yüzyılda İslam’ın yarattığı uygarlık atılımını izlememiş, 15. yüzyılda Avrupa Rönesans akımına katılmamış ve Osmanlının ardılları da günümüzde çağdaş dünyanın önde gelen toplumlarının uygarlık standartlarını ve Cumhuriyetin mirasını da yadsıyarak, dışlamaktır. Bunun sonucu da çağdaş teknolojiyi yaratacak örgütlenmeyi ve eğitimi gerçekleştirememek ve teknolojide geri kalmış cahil bir toplum olarak kalmaktır.

Bu durumu çevrenizde, her gün işittiğiniz haberlerde, cinayetlerde, kazalarda, bombalarda, dengesini yitirmiş adamların sözlerinde, etrafınızdaki eblehlerde, paçozlarda, ülkelerinden kaçan milyonlarda, sokaklardaki dilencilerde, Türkiye’yi terketmek isteyen genç çiftlerde ve güncel istatistiklerde görüyorsunuz. Acı olan budur.

Osman AYDOĞAN  6 Ocak 2016



İSTANBUL BEYEFENDİSİ HUKUKÇU BİR YAZAR: YİĞİT OKUR
Bir röportajında “Herkes bir defa doğar, ben iki defa doğdum. Yaşam benim için, her tarafın buz tuttuğu bir aralık gecesi sabaha karşı bitmiş olmalıydı. Beş yaşındaydım. Yıllardan 1939, aylardan Aralık. 6,5 şiddetinde bir deprem, bütün Erzincan Ovası'nı yerle bir etmişti. Yıkılan evlerin altında ölüme terk edilmiş binlerce insandan biri bendim” diyen Yiğit Okur, her sene mezunu olduğu Galatasaray Lisesi’nin bir öğrencisine, o öğrencinin de ileride başka bir öğrenciye burs vermesi ricasıyla burslu eğitim sağlar. 1996’da okuluna yaklaşık 10 bin kitabın yer aldığı bir kütüphane yaptıran Okur’un ismi, 2003 yılında da Galatasaray Üniversitesi’nin bir binasına da verilir.
Şairdi. Gazetelerde, dergilerde yazıları çıkardı. Sahnede başarılı bir oyuncu, yakışıklı bir jöndü. Cep Tiyatrosu’nun kurucularındandı.
2003’te Haldun Taner Ödülü’ne layık görülen, “O Zaman Kim Söyleyecek O Şarkıları” isimli hikâye kitabında mizahi bir anlatımla başından geçenleri hikâye eder.
Bu kitabındaki “Beni uyandıran tank sesi değildi” başlıklı hikâyesinde, ihtilal sabahı sevdiği kadının telefonu ile uyanır. Sevgilisi, “İhtilal oldu. Ben Sarıyer’de yalnızım. Korkuyorum. Buraya gel” der. O ise sokağa çıkma yasağı nedeniyle bunun imkânsız olduğunu anlatmaya çalışır. Akşam üzeri Nişantaşı’ndaki evinde otururken, tank sesi ile irkilir. Pencereye koşar. Pencerenin önünde bir tank durmaktadır. Tankın üzerinde elinde bayrak, sarışın bir kadın vardır. Tanktan zıplayarak yere atlar. Yüzbaşıya eliyle bir öpücük yollar. Yüzbaşı çakı gibi bir selam çakar. O ise, gördüklerine inanamaz... “Olamaaaz...” der, ama olmuştur. Sevgilisi Sarıyer’den Nişantaşı’na ihtilal sabahı tank ile dolmuş yaparak gelmiştir. O sarışın sevgili, daha sonra çok ünlü bir yazar olur. O kitabında sevgilisinin ismini vermese de ihtilal sabahı tank ile dolmuş yaparak gelen, tanktan zıplayarak yere atlayan, yüzbaşıya eliyle bir öpücük yollayan ve yüzbaşının da kendisine çakı gibi bir selam verdiği bu sarışın kadın Ayşe Kulin’dir.
1934 yılında Erzincan’da doğan Yiğit Okur 1954 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun olur. 50'li yıllarda Varlık, Yenilik, Mavi dergilerinde şiirleri yayınlanır ve çeşitli roman, oyun çevirileri yapar. 1958 yılında hukuk öğrenimi için İsviçre'de Cenevre Üniversitesi'ne gider. 1965 yılında yurda döndükten sonra avukatlık yapmaya başlar. Uluslararası bir avukattı. Öyle ki 2000 yılında, vergi rekortmeni avukatlar listesine 7. sıradan dâhil olur. 40 yıllık bir aradan sonra ‘’Hulki Bey ve Arkadaşları’’ (Can Yayınları, 2000) romanıyla yazın dünyasına geri döner. ‘’O Zaman Kim Söyleyecek Şarkıları’’ (Can Yayınları, 2002) adlı romanı 2003 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü'nü alır. ‘’Deniz Taşları’’ (Can Yayınları, 2005) romanı ise 2005 Yunus Nadi Roman Ödülü'ne layık görülür.
Bahsettiğim bu kitapları dışında, ‘’Büyücü’’ (Can Yayınları, 2007), ‘’Güvercinler’’ (Can Yayınları, 2000) ve ‘’Piyano’’ (Can Yayınları, 2003) romanları vardır. Bütün romanlarında İstanbul yaşamını ve İstanbul’un eski ailelerini hikâye eder.
Okuma imkânınız olmadı ise Yiğit Okur’un kitaplarını okumanızı isterim.
Zarif, birikimli, insan canlısı bir İstanbul beyefendisi idi. 2016 yılının ilk günü onu kaybettik. 03 Ocak 2016 günü Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazından sonra ebedi istirahatgâhına uğurlandı.
Allah rahmet eylesin.
Osman AYDOĞAN  5 Ocak 2016


GÖLGE, VARLIK ve SİMÜLASYON
Orhan Hançerlioğlu, “Düşünce Tarihi” isimli eserinde; Platon’un Politeia adlı yapıtının VII. kitabındaki ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:
“…Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?
Demek ki bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?
Dahası kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.
İşte sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren bilgedir.”
***
Hayal, tasavvufta Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah Teâlâ’nın varlığı karşısında mükevvenatın (kâinat) gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa Allah Teâlâ’nın aksi’nden nişane verirler. Esas olan Sevgili’nin zihindeki hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” denilir.
Âlem-i hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya zilli (gölge) ile varlık bulmuştur… Varlık, göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.
***
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.
İbn’ül Arabî Hakk ve kâinat ilişkisini şöyle açıklar: “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı meselâ, bir adamın güneşin ışığından gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir. Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.
Futuhat-ı Mekkiye’de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbni Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Adem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Adem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”
İbn’ül Arabî deyince onun sözleri ile devam edelim:
"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’
"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."
"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."
"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."
"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."
***
Hazreti Mevlânâ’nın ‘‘Sureti hemi zillest’’ (Görünen her şey gölgedir) diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar.
Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bir düsturdur bu. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.
***
Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kader kitabı da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.
Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.
Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.
Berât gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.
***
Bu uzun girişten sonra anlatmak istediğim aslında şu:
2003 yılında Philosophical Quarterly adlı akademik bir dergide Nick Bostrom imzalı yayınlanan makalenin ilginç bir başlığı vardı. “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?”
Bu makaledeki varsayıma göre dünya, güneş sistemi, evren dediğimiz şeyin tamamı, bir başka gerçekliğin simülasyonudur. Eğer bizim yaşadığımız dünya bir simülasyon ise bu demektir ki bir başka uygarlık bizden daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. Öyle ki acaba bu gelişmiş halimizden (mesela binlerce, milyonlarca yıl) önce atalarımız nasıl bir hayat yaşıyordu diye bir simülasyon ortamı yaratmışlardır. O ortam, bizim evren dediğimiz şey. O halde bu dünya, galaksi, evren; aslında o gelişmiş uygarlığın bir bilgisayar ortamı; başka bir şey değil. O halde bu simülasyonu yaratanlar gözlemekte oldukları simülasyon ortamını (bizim dünyamız) bir gün kapatmayı tercih edebilirler – yani kıyamet!
Birkaç paragraf önce anlattığım Levh-i Mahfuz bu anlamda neydi acaba?
Ve gelin Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’de bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Adem sorusuna verdiği cevabını düşünelim: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”
***
Şehriyar’ın bana söyledikleri takılmış bir plak gibi zihnimde dönüp duruyordu zaten:
‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıydı…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’
Ve anlatırdı Şehriyar;
‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Hatta bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız. Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz.
Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’
***
Keşke filozof olsaydım, keşke düşünür olsaydım, keşke teolog olsaydım ve keşke elim de kalem tutsaydı da düşündüklerimi yazabilseydim, bu kadar dağıtıp, karmaşık hale getirmeseydim…
Osman AYDOĞAN   4 Ocak 2016


SEVGİLİDEN YADİGAR BİR DERDİM VAR


Dün bu sayfamda naçizane ''HALİMİZ’’ başlıklı yazımın en sonunda Yavuz Sultan Selim'in bir şiirine yer vermiştim. Önce Yavuz Sultan Selim'in şiirini tekrar veriyorum:

''Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol bu alemde dildar olur
Yar olur ağyar olur dildar olur serdar olur''

Rivayet olunur ki;

Yavuz Sultan Selim daha ‘’Yavuz’’ olmadan Şehzade Selim iken satranç oyununa merak salar ve bir hayli gelişme sağlar. Aynı dönemlerde de İran’da bu oyun bir salgın gibi yayılmaktadır. Şehzade Selim işi gücü bırakıp çapulcu giyimiyle bir derviş şekline bürünerek tebdil-i kıyafet İran’a varır. 

Bir handa oynamaya başlar oyunu önüne geleni devirir, bayağı da ün salar. Ünü bir süre sonra saraya Şah İsmail’e kadar gider. Şah bu ünlü satranç ustası Derviş-i Rum’u duyunca çağırın bir de benle oynasın bakalım der. Derviş Selim gelir ilk oyunda kısa bir sürede yenilir. Şah şaşırır bunca ünü yayılan derviş bu kadar acemice hatalar yapmaz vardır bunda bir iş düşüncesi ile bir oyun daha ister. 

Şah İsmail’in oyun tarzını görmek için ilk oyunda bilerek yenilen Selim; ikinci oyunda çok kısa bir sürede şah İsmail’i mat eder. Şah İsmail sinirlenir:
- Bre derviş! Hiç şahlar mat edilir mi?
Yavuz da hemen cevabı yapıştırır:
-Şahların mat edilmeyeceği danışıklı dövüşünü bilseydim, elbette benim de tavrım ona göre olurdu.
Şah İsmail iyice sinirlenir bir tokat yapıştırır. 
Fakat derviştir karşısındaki sonuçta yarım akıl bir gezgin... 
Bir kese altın verip yollanmasını emreder.
Şehzade Selim tam huzurdan çıkacakken işte bu beyiti söyler:

Sanma Şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol âlemde serdar olur
Yar olur ağyar olur serdar olur didar olur

O tokatın acısını unutmamak için de kulağına o ünlü küpesini takar ki ‘’kulağına küpe olsun’’ hikâyesinin buradan geldiği rivayet edilir. Çaldıran savaşı da bu öfkenin tezahürüdür der kimi kaynaklar. Hatta bu hikâyeyi doğrulayacak şu ayrıntı da anlatılır:

Çaldıran savaşından sonra Silahdarı "padişahım böyle bir rivayet var siz gerekten şehzadelik döneminizde İran’a kadar geldiniz mi?" diye sorar. Selim uzaklardaki bir çınarı göstererek Silahdar Ağa git şu ağacın altını kaz ne bulursan senindir der. Gösterilen ağacın altında çürümüş bir kadife kese ve iki avucu dolduracak derecede İran altını bulur. Bu da böyle bir hikâyedir.

Sözlük:
Sadıkâne: sadık olana yaraşır biçimde, sadıkça.
Ağyâr: yabancılar, rakipler manasına gelse de yar dışında kalan her şey manasına da geldiği olur. Yâr ile ilgisi olmayan her şey ağyardır.
Serdâr: kumandan.
Didâr: yüz, çehre.

***
Bu şiirin bir edebi yönü de var:

Vezn-i Âhar halk şiiri nazım şeklidir. Aruzun müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün kalıbıyla murabba şeklinde yazılır. Her mısra bir müstef’ilâtün cüzüne sığacak şekilde dört kelime veya kelime grubuna bölünür. 

Birinci mısranın 2. Cüzü ikinci mısranın başına, 
ikinci mısranın 2. Cüzü üçüncü mısranın başına, 
üçüncü mısranın 2. Cüzü dördüncü mısranın başına getirilir 
ve bu cüzlerden sonra gelen cüzler birbirlerini izler.

Yavuz Sultan Selim'in Muhteşem Şiiri 

''Sanma şahım /herkesi sen / sadıkane / yar olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyar olur
Sadıkane / belki ol / alemde bir / dildar olur
Yar olur / ağyar olur / dildar olur / serdar olur "

Şahım herkesi kendinize sadık dost, yoldaş sanmayın.
Herkesi dost mu sanarsınız, belki de o (dost yoldaş sandığını) yabancıdır (düşmandır).
Belki de bu alemde tek sadık olan sevgilidir.
Dost olur (vardır), düşman olur (vardır), sevgili olur (vardır), kumandan olur (vardır).

Divan edebiyatımızda Vezn-i Âhar denilen üslup ile yazılan bu şiirin, kesinliği tam olarak netlik kazanmasa da kuvvetle muhtemel Yavuz Sultan Selim'e ait olduğu iddia edilmektedir. Yavuz Sultan Selim Han bu beyiti anlatıldığı gibi Şah İsmail'e yazmıştır.
 
***

Şah İsmail de şairdir. Şah Hatayi mahlasını kullanır. Aşağıdaki Şah İsmail'in dizelerini günümüzde en güzel Sabahat Akkiraz söyler..

Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül bitmez imiş
Kırmızı gül bitmeyince
Dertli bülbül ötmez imiş

Bülbül havastır ötmeye
Güle sarılıp yatmaya
Bahçıvan gülü satmaya
Gül kadrini bilmez imiş

Bahçıvan satma bu gülü
Haramdır parası pulu
Ağlatma dertli bülbülü
Gözyaşını silmez imiş

Bülbül güle hayran olur
Hayran olur seyran olur
Bazı insan gafil olur
Gafil arif olmaz imiş

Şah Hatayım ölmeyince
Tenim turap olmayınca
Dost dosttan ayrılmayınca
Dost kadrini bilmez imiş

***

Şah İsmail'in Farsça şiirlerinden birisiydi:

Ez dust beyadigar derdi darem
kan derd besed hezar derman nedehem

Türkçesi şu ki:

Sevgiliden yadigar bir derdim var
ki o derdi yüzbin dermana değişmem..

Osman AYDOĞAN  3 Ocak 2016



HALİMİZ 


***

Öyle bir açmaza düştü ki Vatan, 
Uyku belli değil, düş belli değil, 
Çöktü üstümüze bir kara duman, 
Işık belli değil, loş belli değil…

Ümit Yaşar Oğuzcan

***

Bilmem kime yahut neye uyduk gittik
Gahi meye gahi neye uyduk gittik
Erbab-ı zeka riyayı mezhep bildi
Bizler dil-i divaneye uyduk gittik

Yahya Kemal Beyatlı

***

Derdime vâkıf değil cânân beni handân bilir. 
Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir. 
Söylesem te'siri yok, sussam gönül râzı değil,
Çektiğim âlâmı bir ben, bir de Allah'ım bilir. 
...
Handân: mutlu
Şâd: neşeli
Âlâm: elemler

Fuzuli

***

Öyle sermestim ki idrak etmezem dünya nedir
Ben kimim, saki olan kimdir, mey ü sahba nedir
 
(Aşk ile öyle sarhoş olmuşum ki artık bilmiyorum dünya nedir?
Ve bilmiyorum, ben kimim; bana bu içkiyi sunan da kim, içki ve kadeh nedir?...)

Fuzuli
 
***

Niceleri geldi, neler istediler,
sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler. .

Ömer Hayyam

***

Bağteten olmuş iken tuti guraba hem-nişin
Yine şekvayı gurab eyler garabet bundadır 

(Kader savurup da ansızın bir papağan bir karga ile aynı kafese girince,
bundan ilk şikayet edenin karga olması garip değil midir?...)

Nev'i
***

Beni artık kimseler arayıp da bulmasın.
Beyaz harmanilerin göklere açık sofrasında,
Yıktığım saltanatın dizinde inlediğim;
Aşkın en tabanında yattığım anlaşılmasın.

İsmet Özel

***

Sana senden gelir bir işte ancak dad lazımsa
Ümidin kes zaferden gayriden imdad lazımsa

Namık Kemal

***

Kaçıyorsan kaçtığın bir şey vardır
Saklanıyorsan saklayacak bir yanın
Başıboş asi suskunluklarda koca bir payın
Eskinin günahlarını yeniye bahşedip
Kendini masum ilan eden, yanılmış bir sanın...

Karacaoğlan

***

Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol bu alemde dildar olur
Yar olur ağyar olur dildar olur serdar olur

Yavuz Sultan Selim

Osman AYDOĞAN   2 Ocak 2016


BURJUVA GÖRGÜSÜZLÜĞÜ ve PAÇOZLUK
Sizleri önce, biraz eski gazete haberlerine götüreceğim. 
Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız yazar Alev Alatlı ile bir söyleşi yapar. (Akşam Gazetesi, 12 Eylül 2011) Şöyle başlıyor yazısına Şenay Yıldız;
‘’Aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak için kapısını çaldığım Alatlı, yakında piyasaya çıkacak olan 'Beyaz Türkler Küstüler' isimli kitabı için son rötuşları atıyor. (Kitap çoktaaan çıktı da unutuldu bile: Everest Yayınları / Roman Dizisi ) Yeni kitabında, Türkiye'de paçozluğun her alanda hâkim olmasından duyduğu endişeyi dile getiren olan Alatlı, Cüppeli Ahmet Hoca'dan İvana Sert'e, Ertuğrul Özkök'ten Serdar Turgut'a, Ayşe Arman'dan Rahşan Gülşen'e pek çok ismin 'paçozlaşma' olarak kavramlaştırdığı tavır ve yazılarını eleştiriyor, paçozlaşma sürecinin Beyaz Türkler'i küstürdüğünü ve eblehleşmeyi tetiklediğini anlatıyor.’’
Alatlı şöyle devam ediyor söyleşisinde; ‘’Çünkü matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevre, notasız müzik... olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketicisiniz. Böyle giderse, Türkiye sadece tüketici kulvarında kalmaya mahkûmdur. Bu eblehleşme sadece tüketiciliğe iter. Yazık, Halide Edip'e boşu boşuna mandacı, vatan haini denmiş. Bugün manda zaten gerçekleşti. ABD'ye eğitim için giden paraları görün, sizin Sulukule'den çıkan Sibel Can'ınızın evi Miami'de! Bu nasıl bir gidişattır, kaçıştır? Askerî otoritenin baskısı falan derler ya, eblehliğin, paçozluğun baskısı kadar büyük bir baskı yoktur. Çünkü paçoz, paçoz olmayanı göremez.’’
İktidarın has adamı Âkif Beki de 14 Aralık 2013 günü Hürriyet’teki köşesinde ‘’Zübükler, paçozlar ve Necip Fazıl’’ başlığı ile kısaca şöyle yazıyordu:
“Dostoyevski’nin Puşlost’u gibi, paçozluk iblisi tüm kurumları sardığı zaman sıkıntı başlıyor. Herkesin herkesle yer değiştirebildiği, birisi gittiğinde hiçbir şeyin değişmediği, (liyakatin ölçü olmadığı, sıradanlığın ve kalitesizliğin hüküm sürdüğü) bir durumdur paçozluk...
Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş... Dostoyevski ‘Puşlost’ (Poshlost) der... Topluma musallat olan iblistir paçozluk...
Puşlost tüm bu kavramları içinde toplayan tanımlama. Bizde de Ömer Seyfettin’in Efruz Bey tiplemesi, Aziz Nesin’in Zübük’ü kısmen buna yakındır. Ama benim ele aldığım paçozluk süreci Puşlost’a daha yakın ve korkarım ki bu iblis Türkiye’ye yerleşiyor...”
Yerleşti bile, artık çok geç. Alev Alatlı’nın korktuğu başımıza geldi. Yerleşmek ne kelime, en ziyade iltifata mazhar tip haline geldi. Bilakis aranan özellik oldu... Paçozluktan çok rağbet gören ne! İnanmayan açsın, Alatlı’nın kitabında teşhir ettiği vasatlaşma vasatımıza baksın.
Son kitabı ‘‘Beyaz Türkler Küstüler’’i, Akşam gazetesine ‘‘paçozlaşmanın hikâyesi’’ diye anlatmıştı Alev Alatlı. Kitap çıkalı çoook oldu, yaşadığımız ‘’paçozlaşma ve eblehleşme’’yi ayan beyan tasvir ediyor ama aldıran kim?
Bütün mahallelerimiz paçozların istilası altında, bütün meydanları eblehler bastı.
Sanayi devrimini gerçekleştirmeyen toplumda burjuva görgüsüzlüğü ve paçozluk doğaldır. Avrupa burjuvazisi sanatını ve kültürünü üretip, sanayi devriminin koşullarını yaratmış; siyasal demokrasi ve özgürlüklerin temeline laikliğin harcını koymuştur...
Bu nedenle bugün Avrupa Batı’dır. Bu nedenle sanat ve kültür, siyasal demokrasi ve özgürlükler ve laik bir sistem en azından paçoz olmamak için gereklidir.

PKK tehlikesini bertaraf edebiliriz, İŞİD tehlikesini bertaraf edebiliriz, ancak bu görgüsüzlük ve paçozluk bir yerleşti mi bir daha kolay kolay bunlardan kurtulamayız.

Osman AYDOĞAN  1 Ocak 2016


DÜNYAMIZIN GÜNEŞİN ETRAFINDAKİ BU YENİ TURUNDA...
Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz, ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’
Yılın bu son uzun gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım neler, neler buldum neler… Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum… Karacaoğlan’ı aradım sonra;
‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’
Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum… Veysel’i aradım daha sonra;
‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’
Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum… Yunus’u aradım daha daha sonra;
‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’
Bu dünyadan gidenlerin sadece insanlar değil, esas gidenin zaman olduğunu buldum. Geçip giden zamana selam olsun demeyi buldum.
Melih Cevdet Anday’ aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…
Felsefeci Bedia Akarsu’yu aradım sonra, O’nun bir yazısını buldum, şöyle yazardı Akarsu: ‘‘Geçmiş zaman sürekli olarak bugüne akar. Böyle bir akıntıda ‘zaman’ ortadan kalkar ‘süre’ başlar. Süreyi yaşayabilmemizin koşulu, bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır.’’ Akarsu’nun söylediği gibi, geçmiş zamanın sürekli bugüne aktığını, bugünün geçmişi şimdi olarak yaşadığımız bir an olduğunu buldum…
İS 161- 180 yıllarında yaşamış olan Roma imparatoru Marcus Aurelius’u aradım sonra… Filozoftur kendisi, sürekli yazmıştır… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Marcus Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…
Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyalog buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün Salı olmadığını buldum…
Daha başka şeyler de buldum… Aslında bugünün dünyamızın güneşin etrafında dönerken yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum… Zamanın akışının anaforlu olduğunu buldum. Bu anaforun hayat süresini kısalttığını, sürenin kısa olduğunu, hiçbir şeyin bâkî olmadığını buldum. Ölümün, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulduğunu buldum... İnsanın, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı öldüğünü buldum... Sonra sonra, evreni ayakta tutan tek şeyin hep iyi dilekler olduğunu buldum…
Zamanın geçtiği, bizim göçtüğümüz, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimiz, iki kapılı bir handa gittiğimiz bir andayız bugün... Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafındaki bu yeni turunda, ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;
Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim…
İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim…
Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…
Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim…
Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim…
Süreyi iyi yaşamalarını diledim…
Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim…
Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…
Yunus’u aradım tekrar…
Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;
‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’
Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…

Osman AYDOĞAN  31 Aralık 2015



ŞEHRİYAR NELER ÖĞRETMİŞTİ BANA NELER
Celâlâbâd’da yaz gelip geçerken, Hindukuş dağlarına kadar uzanan o ışıltılı yeşillik birden bire sararıp solup kaybolurken, seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalanıp, bir bayrak gibi sallanırken Şehriyar’ın bana öğrettikleri gelmişti aklıma…
Şehriyar neler öğretmişti bana neler;
Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretmişti bana…
Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretmişti bana…
Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretmişti bana...
Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretmişti bana…
Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretmişti bana.
Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretmişti bana…
Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretmişti bana…
Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretmişti bana…
Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretmişti bana…
Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar veremediğini öğretmişti bana…
Hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretmişti bana...
Aslında yaşadığım her zorluğun ve kendime düşman bildiğin her şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğretmişti bana…
Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini öğretmişti bana…
Kazanmayı değil, yetinmeyi öğretmişti bana…
Dünyada hiçbir şeyin başkalarının hakkından daha kutsal olmadığını öğretmişti bana…
Haksızlık yapmanın haksızlığa uğramaktan daha acı olduğunu öğretmişti bana…
Şehriyar neler öğretmişti bana neler…

Osman AYDOĞAN  30 Aralık 2015



CELÂLÂBÂD'DA GEÇEN YAZ
Celâlâbâd’da yaz gelip geçmişti artık…
Alışık olmama rağmen, kışın o soğuklardan sonra yazın bu kadar sıcaklığına aklım almıyordu…
O ışıltılı yeşillik birden bire kayboldu…
Önce yeşilin rengi soldu…
Hindukuş dağlarına doğru olan o yeşil görüntü kayboldu…
O muazzam yeşil örtü önce soldu, sonra sarı, sapsarı bir görünüm aldı…
Otların boynu büküldü, sonra sarardı soldu…
Oluşan seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalandılar, bir bayrak gibi sallandılar, tohumları saçıldı etrafa…
Sürüngenler, gelincikler ve o sararan otlar öğleden sonraları oluşan toz fırtınaları ile birbirlerine karıştılar…
Toprak özlemle gökyüzüne baktı, nadir zamanlarda gelen bulutlar ise yeryüzüne hasretti hep…
Güneş olanca parlaklığı ile ısıttı her yeri…
Nadiren zaman zaman esen rüzgâr sanki bir fırından çıkmışçasına alev alev yaladı yüzümü…
Bu yaz bana diğer yazlara göre daha bir solgun, daha bir yorgun gözüktü…
Bu yaz bana diğer yazlardan daha bir üzgün, daha bir arzusuz, daha bir hevessiz göründü…
…………………….
Bu yaz uzun geçmişti..
Bu yaz hayal gibi geçmişti…
Bütün bir yaz sanki gözüm açık rüya görmüş gibiydim…
Bütün bir yaz ben hayal görmüş, düş görmüş gibiydim.
Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi ‘’ne uykuda’’ geçmişti, ne de ‘’uyanık’’;
''Ne uykudayız ne uyanık''
…………………
Şehriyar hatırlatmıştı bana Thomas Hobbes'un ‘’Leviathan’’ isimli eserini…
‘’Leviathan’’da ne yazmıştı Thomas Hobbes:
‘’Bir kimsenin bir rüyet gördüğünü veya bir ses duyduğunu söylemek ise, uyku ile uyanıklık arasında düş gördüğünü söylemektir: Çünkü böyle durumlarda insan, uyukladığının farkında olmadığı için, gördüğü düşü genellikle bir vizyon sanır. Bir kimsenin doğaüstü ilhamla konuştuğunu söylemek, o kimsenin, güçlü bir konuşma isteğini duyduğunu veya kendisi hakkında, doğal ve yeterli bir neden gösteremediği, iddialı bir görüşe sahip olduğunu söylemektir.’’
Kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyordu Thomas Hobbes:
‘’…………. ve uykuda ve bazen hastalık veya şiddet nedeniyle organların büyük bir rahatsızlığında, bir düş deriz; ………’’
Hobbes’in bu ifadeleri aylardır yaşadığım ve benim anlamakta zorlandığım olayları bana daha iyi açıklıyordu…
Benedictus Spinoza’nın ‘’Ethica’’ isimli eserini de Şehriyar hatırlatmıştı bana…
Şöyle yazmıştı Spinoza ‘’Ethica’’sında:
‘’Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildir.’’
‘’Bununla birlikte rüyada konuştuğumuzu gördüğümüz zaman yalnız ruhun emriyle konuştuğumuzu zannederiz, hâlbuki konuşmuyoruz ve eğer konuşuyorsak, bu yalnızca bedenin kendiliğinden bir hareketiyledir; nitekim insanlardan bazı şeyleri sakladığımızı da rüyada görürüz, bu da uyanıkken bildiğimizi söylememizi sağlayan aynı ruh emriyledir. En son uyanıkken yapmaya cesaret edemediğimiz bir şeyi ruhun emriyle yaptığımızı rüyada görürüz. Ruhun hür emriyle söylediklerini veya sustuklarını ya da herhangi bir hareketi yaptıklarını zanneden kimseler gözleri açık rüya görmektedirler.’’
Spinoza haklıydı…
Hobbes de haklıydı…
Ben kaç gündür, kaç aydır gözleri açık rüya görmekteydim…
Ben kaç gündür, kaç aydır hâyâl görmekteydim, düş görmekteydim…
Anladım; 
Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildi…
Sanki Spinoza benim bu durumumu açıklamak için yazmıştı ‘’Ethica’’sını…
Spinoza’nın şu sözleri aylardır gördüğüm rüyanın, hâyâlin ve düşün bir özetiydi sanki:
‘’İnsan bir objenin hâyâliyle duygulanmış oldukça onu var olmasa bile, hazır gibi görür ve onun hâyâli ya geçmiş ya gelecek bir zamanın hâyâline bağlı olduğu zaman da onu geçmiş veya gelecek gibi tasarlar. Bunun için kendi başına göz önüne alınan objenin hâyâli ister gelecek, ister geçmiş zamana, ister hâle atfedilsin, her zaman aynıdır, yani ister hâyâl geçmiş bir objeden gelsin, isterse geleceğe veya hâle ait objeden gelsin, beden yapısı veya duygulanış aynıdır. Bundan dolayı, ya geçmiş ya gelecek, ya da hazır bir şeyin hali ruhumuzda aynı sevinç veya keder duygulanışını doğurur.’’
Yine Asaf Hâled Çelebi’yi hatırladım…
Garip akımının çıkardığı gürültü ve toz duman arasında pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled’in çok sevdiğim ‘’Ayna’’ isimli şiiri aklıma geldi:
‘’bana aynadan bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleket-i çînden midir
ya mâçînden mi?’’

Şehriyar…
Şehriyar’ı anımsadım..
Şiirde olduğu gibi ‘’memleket-i çînden’’ ve ‘’mâçînden’’ değilse de hemen yakınından Kâbil’den aylardır bana aynada benden başka bir suret görünmüştü…
Asaf Hâled ‘’Cep’’ şiirinde şöyle diyordu:
‘’en güzel oyuncağım sen
bahçelerimin beni eğlendirmediği zamanlarda 
gel
ve beni avut’’
Anlamıştım ki; bütün bir yazda, bütün bir kışta, ilkbaharda, sonbaharda en zor günlerimde Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu… Sanrılar içindeyken, âteşler içindeyken, hâyâl görürken, düş görürken, rüyadayken Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu…
….
Ve ben sonbaharı yazarken, zemheri aylarını, ilkbaharı yazarken, şimdi yazı yazarken ve Şehriyar’ı yazarken aynada gördüğüm bir suretti Şehriyar…
Osman AYDOĞAN  29 Aralık 2015



KİTAP ile ÇALAR SAAT
‘’Fahrenheit 451’’ isimli kitabın yazarı Amaerikalı yazar Ray Bradbury’in güzel bir sözü vardı: "Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır." Yazar Orhan Tüleylioğlu’nun bu sözü doğrularcasına konu aldığı güzel bir kitabı var: “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı)
“Yalnız Kitap” bir yandan dünden bugüne kitap düşmanlığına ışık tutarken; diğer yandan kitabın yaşamımızdaki yerine de dikkat çekiyor. Kitaptan bir bölüm:
“Okuyan insan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Analiz-sentez (ayrışma birleştirme), yorumlama, akıl yürütme (usa vurma) gerçekleşir. İşte buna düşünme diyoruz.”
Kitapta bir başka bölüm (Kanuni döneminde, 5. Karl’ın elçisi Busbecq’in 1560’ta hazırladığı Osmanlı’ya ilişkin raporundan bir bölüm):
“Yeryüzünde Türkler kadar, başka ülkelerin yararlı icraatlarını kolaylıkla alıp benimseyen bir millete daha rastlamak zordur... Buna rağmen nedense kitap basmaya ve çalar saat kullanmaya bir türlü ikna edilememişlerdir.”
Tüleylioğlu, kitabında kitap ile çalar saatin ortak özelliğini de vurgulamış: 
“Her ikisi de insanları uyarmaya ve uyandırmaya yarar...”
16. yüzyıldan 21. yüzyıla aradan geçen tam beş yüzyıl. 
Değişen bir şey yok. 
Horlamaya ve horlanmaya devam…...

Osman AYDOĞAN   28 Aralık 2015



OLGUNLUK!
Yıllaaar yıllar öncesiydi. 30 yıl kadar önce. Çok çok uzak diyarlardaydım. Şehriyar’la yeni tanışmıştım. Henüz aramızdaki o muazzam yakınlık doğmamıştı. Şehriyar’ın yanından ayrıldığımda öğrendiklerimi unutuyor, gerçek doğasını hatırlamayan, üzüntü, keder ve tasa içerisinde birisi olarak buluyordum kendimi. Nedenini sormuştum Şehriyar’a . Bana demişti ki;
‘’Çocukluğuna dönüşündendir. Henüz tam büyümüş değilsin. Özen gösterilmediği için gelişmeden kalmış olan düzeyler var. Sadece içinde kaba, ilkel, şefkatsiz, acımasız ve tümüyle çocuksu kalmış yönlere tam dikkatini ver, olgunlaşacaksın. Esas olan akıl ve gönül olgunluğudur. Başlıca engel –dikkatsizlik, farkında olmayış - giderildiğinde bu kolayca gerçekleşir. Farkındalık içinde büyürsün. Her şeyi bana bırak ve günü gününe mümkün olduğunca dürüst yaşa ve iyi ol. Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığın dünyanın senin tarafından yansıtıldığını idrak ettiğinde korkuların sona erecektir. ‘’

Osman AYDOĞAN  27 Aralık 2015

İNSAN HAYATI
“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante Alighieri’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdi.
Müzik ise, Yunanlıların muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattı.
‘’Müzikteki 24 aralık, altının ‘en saf’ olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardır.
İşte "Dante'nin Yolculuğu" da, bu "en saf" halin arayışıdır bir nevî...
‘’Dante'nin Yolculuğu" hayatımızın merkezidir, kendisidir aslında…
Ve hayat her şeyin, ama her şeyin ‘’en saf’’ halini aramakla geçer, çorak vahalardaki kurumuş kör kuyularda su arar gibi debelenir durur insan ve hiçbir şeyin ‘’en saf’’ hali bulunmaz bir türlü…
Ve hayat dediğimiz şey aslında çocukluktan sonra kalan bu debelenmelerdir…
Ve derdi zaten edebiyatçılar; ‘’insan hayatı, çocukluktan verilmiş kocaman bir tavizdir.’’

Osman AYDOĞAN  26 Aralık 2015




İSLAM DÜNYASI NEDEN BU HALDEDİR? (2)
Anadolu'da yetişmiş iki tane şair Nesimî vardır. Bunlar; XIV. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş tasavvuf şairi Seyyid Nesimî ile XVII. yüzyılda yaşadığı sanılan Kul Nesimî'dir. Bu iki şair adlarının benzerliğinden ötürü genellikle birbirleri ile karıştırılır. Asıl adı Ali olan Kul Nesimî'nin yaşamı pek bilinmemektedir.
Kul Nesimî’nin güzel bir şiiri vardır. Adı: ‘’Minnet Eylemem’’dir.

Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahîm’i
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.

Bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem.

Oy Nesimi, can Nesimi ol Ganî mihmân iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Ganî settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.

Sizler biliyorsunuzdur muhakkak ama ben yine de genç arkadaşlarımın bilemeyeceğini tahmin ettiğim bazı kelimeleri açıklamak istiyorum.

Sırat-i müstakim: Doğru yol, dosdoğru yol.
Hâr: Diken.
Rahîm: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir. Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere âhirette merhamet eden, onları koruyan, onlara acıyan demektir.
Ganî: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir, çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir.
Mihmân: Gönül misafiri.
Ahmed-i Muhtar: Hz. Muhammed’in güzel isimlerinden birisidir.
Settar: Allah'ın isimlerinden olup "ayıpları örten" anlamındadır.

İslam dünyası bu hâldedir çünkü bu dünyanın halkı Kul Nesimî’nin aksine dile ve dine minneti olanların arasında kahrolmuşlardır, iblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar olmuşlardır, kula minnetli harislerden har olmuşlardır, yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar olmuşlardır, rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar olmuşlardır.

İslam dünyası bu hâldedir çünkü kendisine doğru yolu gösteren kendi insanlarını anlayamamışlardır. Eğer anlasaydı bu dünyanın insanı gerçek dinlerini ve anlasaydı Kul Nesimi’yi, Seyyid Nesimî’yi, Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Şems-i Tebrizi’yi, Hayyam’ı, Şirazlı Şadi’yi, Hafız’ı, İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü, İbni Haldun’u, Hallac-ı Mansur’u, Cüneyd-i Bağdadî’yi, Beyazıt-i Bistami’yi, Firdevsî’yi, Ali Şir Nevai’yi, Babürşah’ı, Şehriyar’ı, Bahtiyar Vahapzade’yi, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi, Muhyiddin İbn-i Arabî’yi, İmam-ı Rabbanî’yi, İmam Azam Ebu Hanife’yi ve hatta yüzeysel değil de tam derinliği ile İmam-ı Gazalî’yi anlasalardı ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü bilselerdi ve anlasalardı bu hâle düşmezlerdi, iblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar olmazlardı, kula minnetli harislerden har olmazlardı, yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar olmazlardı, rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar olmazlardı…

İki gündür yazıyorum. İşte bunun için İslam dünyası bu haldedir.

Osman AYDOĞAN  25 Aralık 2015



İSLAM DÜNYASI NEDEN BU HALDEDİR?
İslam dünyası neden bu haldedir? Bunu anlamak için bin yıl geriye gitmek gerekir diye düşünüyorum…
İslam dünyasının bu hâle gelmesinin esaslı nedeni İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutan aydınların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Horasan’ın Tus kentinde doğan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır.
Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (El-Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı, Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’I yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”
Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Gazalî (1058-1111), “İhya-i Ulum ud-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Huzur Yayınevi, 2008) isimli kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (İbn Sînâ, Şifa Kitabı, Tıp Kanunu, Felsefe Meseleleri, Müzik / Fikir Mimarları Dizisi, Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. (Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.)
İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Kurtubalı İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Bordo Siyah Yayınları, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle de (kutsal söz, vahiy) uygundur.’’
Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”, “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.”, “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”, “Bir saatlik tefekkür (düşünüş) 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.
Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)
Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.
Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir.
Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683’de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir.
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir.
Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD (İD), Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.
2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)
O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.
Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam dünyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam dünyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam dünyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir.
1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.
Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar tüm bölgede siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD (İD) gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam dünyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler.
İslam dünyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle İslam dünyasının insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir.
Çatışma potansiyelinin çok yüksek olduğu bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğu görülmektedir.
Bölgede barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve bölge ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir. Bu olduğu takdirde bu coğrafya cennetin katlarına dönüşecektir.
İbn-i Rüşd'ün ve Atatürk'ün düşüncesinden sapılan her yol İslam dünyasını karanlığa sürüklemektedir. Ortası yoktur. Tarih bize bunu böyle göstermiştir. Bu böyle biline.
Osman AYDOĞAN  23 Aralık 2015


MEVLİT KANDİLİ
Bu gece peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa SAV'in dünyayı şereflendirdiği gecedir.
Hicri takvimde Rebiülevvel ayının on birinci gününü on ikinci güne bağlayan gece (2015 yılı için 22 Aralık Salı gününü 23 Aralık Çarşamba'ya bağlayan gece) doğum manasına gelen "Mevlit Kandili’’dir. Veladet Kandili diye de isimlendirilir. Şiiler Rebiülevvel ayının 17. gününü Mevlid günü ve 17'ye dönen geceyi de Mevlit Gecesi olarak adlandırırlar. Bu iki tarih arasındaki haftayı da Vahdet Haftası olarak isimlendirirler. Bu güne Mevlid en-Nebi (Peygamberin doğumu ) ve Mevlid-i Şerif (Mübarek doğuş) ismi de verilir.

Araplar, Hazreti Peygamberin ölümünden sonra, doğumunu kutlamak için herhangi bir tören düzenlememişlerdir. Mevlidi günümüzdeki manasıyla bir bayrama dönüştüren ilk hükümdarın Selçuk Atabeklerinden Muzafferüddin Gökböri olduğu bilinmektedir.

Bu dönemden sonra mevlit bütün İslam âleminde kutlamaların yapıldığı bir tören haline getirilmiştir. Padişahı II. Selim'den itibaren bu kutlama gün ve gecelerinde, minarelerde kandil yakılmasıyla birlikte kandil adını almıştır. Mevlit Kandili, Osmanlı İmparatorluğu'nda en canlı kutlanan mübarek gecelerden birisiydi.

Mevlidin resmi törenle kutlanışı 1910'dan itibaren kanunla kabul edilmiştir. Bu kutlamaların önemli özelliği halkın padişaha maruzatını sunmalarına da vesile olmasıdır.

Diğer dört mübarek geceden farkı peygamberin ölümünden sonra bu gecenin mübarek ilan edilmesidir.

Bu geceyi en iyi anlatan eser Süleyman Çelebi’nin Mevlit mesnevisidir. Bu mesnevi Süleyman Çelebi’nin tek eseridir. Bu esere "Vesîletü'n necât" (Kurtuluş Vesîlesi) adı da verilir. Mevlit, ‘’bahir’’ adı verilen bölümlerden oluşmaktadır. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir.

Çelebi eserini yazarken Âşık Paşa’ nın ‘’Garibnâmes’’sini, Erzurumlu Darîr’in “Siyerü’ n- Nebî”'sini, Eb’ul Hasan Bekrî’nin “Siyer”'ini ve Muhiddîn-i Arabî’nin “Füsûs”'unu kaynak olarak kullanmış ve eserini 60 yaşında tamamlamıştır. 1422'de vefat eden Süleyman Çelebi'nin mezarı Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir. Mezarının bulunduğu yere 1952'de bir türbe yapılmıştır.

Bu geceyi anlatan diğer bir eser de büyük İslâm şâiri İmâm-ı Busayrî’nin kaleme aldığı kasidesi ‘’Kasîde-i Bürde’’dir. (Kasîde-i Bürde on kısımdır, sadece Dördüncü Kısım Resûlullah’ın dünyâya teşrifini anlatmaktadır.)

Sadece Mevlit Kandilinde yapılması gereken özel ibadetler yoktur her kandil gecesinde yapılması gereken ibadetler bu gece de yapılır.

Bu gecede Allah'ın rahmeti, bereketi sizinle olsun, gönül güneşiniz hiç solmasın, yüzünüz aydın olsun, dualarınız kabul olsun. Kandiliniz kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN  22 Aralık 2015



İNSAN RUHU, SEFALETİMİZ ve MUTLULUĞUMUZ
Jean-Jacques Rousseau’nun güzel bir kitabı var, ancak adı da uzun mu uzun; ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001)
Rousseau bu kitabının bir bölümünde şöyle diyordu:

‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir. O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanatları altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli, hem de en çirkinidir.’’

Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:

''insanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.''

Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Roussaeu kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Roussaeu’ya göre dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur ve insan vazgeçebildiği oranda zengindir.

Bu düşünce bana Şehriyar’ı ve onun tane tane, usul usul, ağır ağır üzerine basa basa söylediği şu sözünü anımsatır:

‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Dünyadan hiçbir şey talep etmediğiniz, hiçbir şey aramadığınız, hiçbir şey beklemediğiniz zaman en yüce hal size gelecektir, davet edilmeden, beklenmeden. Arzusuz olmak en yüce mutluluktur. İnsan beklentisi kadar mutludur. Sıfır beklenti, sonsuz mutluluk getirir.’’

Osman AYDOĞAN   22 Aralık 2015




AŞK MEKTUPLARI
Franz Kafka’nın, sevgilisi Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘‘Sevgili Milena’’ (Milena'ya Mektuplar) isimli güzel bir kitabı var. (Say Yayınları, 2000) Kafka, yapıtlarını Çekçeye çevirirken tanıştığı Milena’ya, istirahate çekildiği Meran’dan mektuplar yazar. Dostça başlayan mektuplaşmalar bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşür.
Yalnızca mektuplarda kalan gizli bir aşktır bu… Ancak Milena evli, kendisi de nişanlıdır. Bu sebepledir ki Milena’ya yazdığı mektuplar, aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Kafka’nın Milena’ya olan aşkı, aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğunun kanıtıdır. Lois Aragon'un, "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşu, Kafka'nın Milena'ya mektuplarında apaçık ortadadır. Bu nedenle Kafka bir mektubunda Milena’ya şunları yazar: ‘’Ah Milena! Denize düşmüşüz sanki elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz. Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir.’’ Bu aşk, Attila İlhan’ın ‘’Ben sana mecburum’’ isimli şiirindeki şu dizeyi anımsatır; ‘‘Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’
Bu mektuplar büyük bir yazarın iç hesaplaşmalarını ve duyarlılığını sergiler… Bu mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak.’’ ‘‘Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’
Bir mektubunda evlilik ile ilgili olarak şunları yazar Kafka Milena’ya; ‘‘Bütün evliliklerin ’yalnızlıktan’ kurtulmak için yapıldığına inanmıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam o ’melek’ de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekle bir yuva kurulmaz. Birinin yalnızlığı ötekine yansır, karanlık gecelerde bile.’’
Burada Kafka, insanların genellikle düştükleri yanılgıyı vurgular; ‘‘Mutlu olmak için evlenilmez; ancak ve ancak mutluluğu paylaşmak için evlenilir.’’ Siz mutlu değilseniz neyi paylaşacaksınız ki? Özdemir Asaf’ın da söylediği gibi ‘’yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsaydı zaten yalnızlık olmazdı…’’ Çünkü yalnızlık ruhsal, sosyolojik ve toplumsal bir durumdur. Çünkü insanın bireysel özü, kendi içinde değil, dışıyla kurduğu nesnel ilişkilerde gizlidir.
Kafka, Milena’ya yazdığı mektupları hep ‘’Senin Franz’’ diye bitirir. Milena ile birkaç kez buluşurlar. Bir buluşma öncesi Milena’ya şöyle yazar Kafka: "Aylar sonra ilk defa gözlerim bir işe yarayacak, seni görerek."
Farklı farklı mektuplarında Milena’ya şunları yazar Kafka:
‘’Yorgunum, hiçbir şey bilmiyorum; tek istediğim, yüzümü kucağına koymak, başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak."
‘’Bugün bir Viyana haritası gördüm. Senin sadece bir odaya ihtiyacın olduğu halde böylesine büyük bir şehrin inşa edilmiş olmasını bir anlığına aklım almadı.’’
‘’Hiçbir masalda herhangi bir kadın için, benim kendi içimde senin için verdiğim mücadeleden daha büyük bir mücadele verilmiş olduğuna inanmıyorum.’’
''Bak Milena, ‘en çok seni seviyorum’ diyorum; ama gerçek sevgi bu değil, ‘sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla’ dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.”
"Yanımda yürümüştün Milena, düşünsene yanımda yürüyordun..."
"Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı Milena?"
"Hayatın iki saati, iki sayfa yazıdan iyidir demeyin; yazı daha yoksul ama daha açıktır."
'Kalbim bir olta iğnesinin ucunda asılıymış gibi oluyor, küçük, incecik bir iğnenin ucunda. Ve bu yüzden çok ince korkunç keskin bir acıyla yırtılıyor sürekli.'’
"Ve senin yanında öylesine huzurlu, öylesine huzursuz, öylesine baskı altında ve öylesine özgürüm ki böyle olması çok doğal. Bu yüzden bunu fark ettikten sonra hayatın geri kalanından vazgeçtim."
Kafka ciğerlerinden rahatsızdı. Bir mektubunda da bu rahatsızlıkla ilgili olarak Milena’ya şunları yazar; ‘’Ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ Zayıf bir bünyesi vardı Kafka’nın. Kafka’nın mektubundaki bu ifadesi yine bünyesi zayıf olan Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın yine âşık olduğu Mey Ziyâde isimli bir kadına yazdığı mektubundaki şu ifadesini anımsatır; ‘‘Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’
Her ne kadar Kafka lise yıllarından itibaren yoğun bir şekilde Friedrich Nietzsche ile ilgilenmiş, özellikle de Nietzsche’nin “Also sprach Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eseri Kafka’yı büyülemiş ve Kafka kendine yaşam paraleli olarak filozof Kierkegaard’ı görmüş ve onun için; “O beni bir arkadaş gibi doğruluyor“ demişse de aslında Lübnanlı yazar ve şair Halil Cibran’la hayatı büyük bir benzerlik içindedir.
Halil Cibran’ın Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarında Kafka’nı Milena’ya yazdığı mektuplardaki ifadeler ile benzerlikler vardır; ‘’Bazen uzakta olan bir dost, yakında elinizin altında olan bir arkadaştan daha iyidir.’’ ‘’Yetenekli bir kadın her zaman bin erkekten daha iyidir.’’ ‘’Bu dünyada ruhunuzun dilinden anlayabilen çok insan var mı?’’ "Bizi anlayanlar, bizim içimizdeki bir şeylere de hükmederler."
Mektup kültürümüzü hatırlamak için Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘’Sevgili Milena’’ (Say Yayınları, İstanbul, 2000) ve Halil Cibran’ın 20. yüzyılın Arap edebiyat dünyasının önde gelen kadın yazarlarından Lübnan’lı Mey Ziyâde’ye yazdığı mektupları içeren ‘’Aşk Mektupları’’ (Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2009) okunmalı diye düşünüyorum…
Osman AYDOĞAN  21 Aralık 2015




BİR HAZİN AŞK HİKÂYESİ
‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır. (Genç Werther’in Acıları, Goethe, Can Yayınları, 2007)
‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.
Werther bu halet-i ruhuye ile Lotte’ye bir mektup yazar; “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!
Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş aramış hatta bir-iki kez evlenmiş fakat aradığını bulamamış, bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapmış. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşır.
Goethe'nin hakkında "eğer Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda diyalektik de var.
Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’
Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır…
Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir avcı ile aynanın karşılaşmasından başka bir şey değildir. Ayna kırılır, çünkü avcı yalnızca kendi yansımasına ateş etmiştir. Sevdiğimiz şey aslında kendi yansımamızdan başka bir şey değildir. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Ve birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?
Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer...
Kitaptan üzerinde düşünmeye değer bazı bölümler:
"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."
‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'
"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."
"Ey ulu tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"
"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."
‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"
‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’
"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’
‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’
‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'
‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’
"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’
"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."
''Her gün kendime söz veriyorum, yarın ona gitmeyeceğim. Fakat ertesi gün yine esaslı bir sebeple ve nasıl olduğunu anlayamadan kendimi onun yanında buluyorum.''
“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”
"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz."
“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’
“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”
‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’
‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’
‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’
“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’
"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’
‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’
‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."
‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''
Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya şu notu: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’
Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındadır. Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler.
Okurken yavaş yavaş üstünüze bir fil oturduğunu, kalbinizin, beyninizin, midenizin sıkıştığını hissedip yine de bırakamayacağınız, tansiyonunuzu çıkarma gücü yüksek, yudum yudum içilmesi gereken ve tekrar tekrar okunabilecek bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.
Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasılda birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.
Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir.
Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim.
Osman AYDOĞAN  20 Aralık 2015




KADIN PSİKOLOJİSİ
Psikolog Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın "Kadın Psikolojisi" adlı çok güzel bir kitabı var. (Nesil Yayınları, 2005) Nevzat Tarhan kitabında eşlere birbirini anlamanın altın kurallarını anlatır. Eşlere, birbirlerini anlamaları için; "sinirli, kızgın, öfkeli veya ilgisiz tavırlarında" iyi zanlı yaklaşma önerisinde bulunan Tarhan, kitabında aile içi iletişimin sağlanabilmesi için altın kuralları aşağıdaki şekilde sıralıyor. Kitabı; henüz evlenmemiş, yeni evlenmiş veya çoktaaan evlenmiş arkadaşlarıma öneririm.
Eşinizi yanlış anlayabileceğinizi, sizi incitmek amacı ile yapmadığını düşünmeli ve olumsuz senaryolara inanmamalısınız. Aksi takdirde analitik düşünce yeteneği bozulur ve kişi yanlış yargılara varır.
Bir insan, diğer insanın kendisi hakkında kötü düşündüğüne inanırsa farkında olmadan beden dili ile bunu yansıtır. Karşı taraf, olumsuzluğu hisseder ve savunmaya geçer. Karşılıklı negatif etkileşim ve yersiz düşmanlık duyguları oluşur. Bunun çaresi ise diyaloğu sabırla devam ettirmektir.
Eşinizin sinirli olmasının nedeni, sizinle hiç ilgili olmayabilir. Ona saldırı hakkı tanımak gibi güzel bir armağan verirseniz fırtınaya fırsat vermezsiniz.
Kendinizi kanıtlamanız gerekmiyor. Her anlaşmazlık genelde tarafların güç mücadelesine dönüşüyor. Kendi kimliğini, özgürlüğünü ispat etmek için fırsat olarak görülüyor. Bu düşünce tarzı, karşılıklı duygusal enerjileri savunmaya harcamaya iter. Sürekli gerilim hali devam eder. Böyle durumlar, ilişkileri sağlamlaştırmaz. Kendine güvenen insan kendisini ispata ihtiyaç hissetmez.
Duygular, genelde ak ve kara şeklinde değildir, gri tonları daha fazladır. İnsan duygu yapısı çeşitli duyguların karışımından oluşur. Şu an sevgi hissetmediğiniz kişi ve olay tekrar sevmeyeceğiniz anlamına gelmez. Sevgi değişkendir, bırakın karşınızdaki farklı duygular gösterebilsin.
Avukat gibi değil hakim gibi olmalı; bir şeyler ters gittiğinde hata nerede objektifliği ile hareket etmeli, benim ’eşim haksız da olsam beni desteklemeli’ düşüncesini sorgulamak gerekli. Bazen kol kırılır yen içinde kalır ama bu hatayı onaylamak şeklinde olmamalıdır.
Evlilik anlaşmaya varma sanatıdır. Bunun için gündemli oturumların ihtiyaç sıklığına göre yapılması, çok işe yarar.
Evlilik sorunlarının önemli bir kısmı, kişinin kendisi hakkında değil eşi hakkında düşünmesinden kaynaklanır. Onun ruhunu bile kontrol etmek ister. Başkalarının olmalarını istediği gibi olmadıklarına sinirlenmek yanlıştır.
Şok konuşmalar yapmak, evliliği test etmek, tehlikeli yöntemlerdir. Güven ve sevgiyi arttırmaz. Egonuzu tatmin çabasından başka bir şey değildir. Kazananı olmayan bir uygulamadır.
Sorun olduğunda verdiğiniz tepki karşınızdakini düşündürtüyorsa başardınız demektir. Sorunlu evliliklerde çocuğu kullanmak, eğer düşünce kalıplarını değiştirirse faydalıdır.
Karşınızdaki kişide ’'kontrolü kaybediyor'’ hissini uyandırırsanız ilişki zarar görür. Kazan-kazan ilişkisi için iki taraf da ’kontrol bende’ diyebilmelidir.
Fırtınalara fırsat verin. '’Bu adam beni deli etti'’ diyorsanız, bırakın fırtına essin, arkasından sağanak yağış gelsin. Sonradan çiçekler açacaktır.
Sabırlı olmak, diğer bütün erdemlerin geliştiği temel erdemdir. Sabır ve zaman duygusu birbiri ile ilişkilidir. Meditatif bir eylem olan sabır, sadece katlanmak anlamına gelmez. İnsan kendisini bir zevkten mahrum bırakıyorsa mantıklı bir nedeni olmalıdır.
Aktif sabır dendiğinde kişi hareket halinde bekler. Ümidini kaybetmez, sürekli fikir üretir. Kesinlikle sabır, haklı ve mantıklı olmalıdır. Kişiliği ezdirmek, hakkını aramamak sabır değil pasifliktir. Girişimciliği yok eder. Aktif sabır ise sessiz ama soylu bir davranıştır. ’Senin yaptığını onaylamıyorum ama evliliğimiz için bu yaptıklarına katlanıyorum’ diyebilen insan, karşı tarafın kendisini suçlu hissetmesine neden olur ve sonuca yaklaşır.
Sahip olduğu şeyin değerini bilen ama çoğu hedefleyen insan tehlikeden kurtulur. Yetinme duygusu, tembelliğe itmemeli. Nankörlük, evliliğe çok zarar verir. Doyumsuz eşler, ciddi evlilik sorunlarına neden olurlar.
Osman AYDOĞAN   19 Aralık 2015




DOĞRU İNSAN OLMAK, DOĞRU İNSANLA EVLENMEKTEN DAHA ÖNEMLİDİR
Zig Ziglar kişisel gelişim uzmanı Amerikalı bir yazardır. Asıl adı Hilary Hinton Ziglar’dır. Ziglar, 06 Kasım 1926 yılında Amerika’da doğdu, halen yaşıyor, 89 yaşında. Kitaplarında Zig Ziglar adını kullanır.
Yazarın Sistem Yayıncılık’tan yayınlanan ‘’Hayat Boyu Flört’’ isimli güzel bir kitabı var. ‘'Hayat Boyu Flört'’ün ilk sayfası şöyle başlar:
''Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım. 'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim ' Adam bunun üzerine bana dönerek; 'Yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.’’
Sonra şu tespiti yapar Ziglar; ‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’
Yazar kitabında eş seçimi konusunda şu tespiti yapıyor; ‘'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz. Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğru mu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.''
Zig Ziglar kitabın ilerleyen sayfalarında (Sayfa 47) ‘'on ineklik bir kadın aranıyor’' başlıklı bir öyküyle destekler tezini;
''Çok yıllar önce Hawai adalarından Ohao da insanlar alışık olmadıkları bir olaya tanıklık ederler. Ohao da müstakbel bir koca bir aileye kızlarıyla evlenebilmek için belli sayıda inek vermek zorundadır. Ama kız bir eşte bulunabilecek bütün özellikleri ve güzelliğiyle alışılmadık bir örnekse dört inek verildiği de olmuştur. Yıllar önce adanın en ücra köşelerinde n birinde doğruluğu kanıtlanmamış da olsa çok çekici ve iyi huylu bir kadının astronomik fiyat sayılan beş inek karşılığında gelin gittiği doğrultusunda belli belirsiz bir rivayet de dolaşmaktadır.
Ada da iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Büyük olanı bizim toplumumuzdaki deyişle 'kabul görmeyen' tipte baştan şansı olmayan bir tiptir. Neredeyse bir cüce kadar kısadır. Babası ona üç inek fiyat biçmiştir. İki inekli bir teklife de severek kabul edecektir. Hatta iyi pazarlık yapan biri çıkarsa tek ineğe 'fit' olmaya razıdır. Aslında pazarlık çok ağırlaşırsa yaşlı baba ömür boyu kızını besleme yükünden kurtulacağını düşünerek hiç inek almadan bile verecektir. Küçük kız kardeşte ise durum farklıdır. Baba muhteşem bir güzellik ve cazibenin iyi huyla birleşmesinin örneği olan küçük kızdan çok kolay kurtulacağını bilmekte ve geleceğinden hiçbir endişe duymamaktadır.
Adanın en zengini olan Johny Lingo bu evin kapısına geldiğinde herkes onu küçük kızı isteyeceğini düşünür. Oysa o herkesin tahmininin dışında bir şey yapar. Yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. İhtiyar sevincinden neredeyse havaya uçmaktadır. Hem çok zengin hem de eli açık insan olarak tanındığı için en azından standart fiyatın karşılığı olarak üç ineği ödeyeceğini düşünür. Sonra biraz hayal kurarak cömertliği ve zenginliğiyle belki dört inek vereceği de aklına gelir. Derken adam hayal sınırlarını zorlar. Ve belki de beş inek bile verebileceğini düşünür.
Johny kızı istemeye gelince yanında on tane inekle gelince babanın nasıl duygular beslediğini anlayamazsınız. Yaşlı baba neredeyse kalpten gitmek üzeredir. Johny fikrini değiştirmeden ölmeden veya kendini toparlamadan kabile reisine hazırlıklar yapması için haber vermeye koşar. O günlerde normal balayı bir yıl sürerdi ama on ineklik gelin aldıysanız herhalde üç ineklik balayı ile yetinmezsiniz. Böylece gelin ve damat iki yıllık balayı niyetiyle bilinmeyen yerlere gitmek üzere yola çıkarlar.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün onları görür görmez haber vermek üzere köyün dışına bir gözcü gönderilir. Gün doğduktan az sonra gözcünün sesi duyulur. Doğal olarak gelenler gelinle damat mı diye merak ederler. Gözcü öyle tahmin ettiğini ama emin olamadığını söyler. Adam Johny'i hemen tanımış fakat kızdan emin olamamıştır. Kız aşina gelmiştir. Ama yaklaşan kadın çok güzel zarif ve kendinden emin birisidir. Çift iyice yaklaştığında hiç kimsenin tereddütü kalmaz. Kızın güzelliği cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözlerde bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar. Johnny'nin on inek karşılığında iyi alışveriş yaptığını düşünürler.''
İşin püf noktasını şöyle özetler Zig Zaglar : ‘'Johnny on inek ödedi, kız on ineklik bir kadın haline geldi.’'
Ziglar bu hikâyesini şu şekilde bitiriyor; ‘’Evet beyler, on ineklik bir eş istiyorsanız, ona on ineklik bir eş gibi davranmaya başlamalısınız. Buda yeterli olmaz, beyler, ona saygılı olursanız o da hiç başınızı ağrıtmaz. Bayanlar, aynı kurallar kocalarınız için de(aslında daha çok) geçerlidir. Erkek yavan ekmekle yaşamaz, zaman zaman ‘yağlanmaya’ ihtiyacı vardır. Erkeklerinize ‘şampiyon’ muamelesi yapın, bir daha ‘dik kafalılık’ etmediklerini göreceksiniz.’’
Goethe’nin bir sözü vardır; ‘’Bir insana olduğu gibi davranırsanız, olduğu gibi kalır, olabileceği gibi davranırsanız, olabileceği gibi olur.’’ Bu söz insan üzerinde yetki ve etki sahibi olan herkes için kulaklarında küpe olacak bir sözdür. Eşinize, çocuklarınıza, sevdiğinize, astınıza, çalışanınıza, insanınıza verdiğiniz değer, aslında ona kazandırdığınız değerdir.
‘'Doğru adam’' doğru kadını inşa eder, ‘’doğru kadın’’ da doğru adamı diyor Zigler hikâyesinde ve şu mesajı veriyor;
‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’
Osman AYDOĞAN  18 Aralık 2015




AHMAKLARIN SEFERİ
ABD’li yazar Diana Johnstone'in özgün ismi "Fool's Crusade; Yugoslavia, NATO and Western Delusions" olan ve 2002 yılında yayınlanan kitabı ülkemizde ''“Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batı’nın Aldatmacaları” ismiyle 2004 yılında Bağlam Yayınları’ndan yayınlanmıştı.
Kitapta AB ve ABD’nin ‘’Demokratikleşme’’ baskısıyla Yugoslavya meclisinden çıkarılan yasalara dayanarak Slovenya ve Hırvatistan’ın nasıl bağımsızlığına kavuştuğu anlatılır.

Yazar, kitabında emperyalizmin Balkanlar’daki iç yüzünü gösterirken azgın bir milliyetçilikle Yugoslavya’nın çözülüşünde önemli bir rol oynayan Miloseviç yönetiminin günahlarını görmezden gelir.

Yazar, esas olarak eserinde Sıpları savunsa da kitapta adı geçen ‘’Yugoslavya’’ yerine ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ konarak okunursa ortaya Yugoslavya ile bire bir örtüşen dehşet verici bir tablo çıkmaktadır.

Kitap eski Yugoslavya’da olanları anlatırken sanki Türkiye’de de olacakları anlatmaktadır.

Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher’in ‘’Yugoslavya’da uygulanan modelin Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi için de uygulanabileceği’’ küstah söylemi umarım unutulmamıştır.

Günümüzde yaşananlar bana ''Ahmakların Seferi''ni hatırlattı...

Osman AYDOĞAN   17 Aralık 2015




DERSU UZALA
‘’Dersu Uzala’’ filmi, sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Japon sanatçı Akira Kurosawa'nın yönettiği Rus- Japon ortak yapımı olan ve 1975 yılında çekilen bir filmdir.
Akira Kurosawa işsiz kaldığı 1960 ve 1970 yılları arası sonrası intihara teşebbüs eder, ölümden dönen Kurusawa Rusların teklifi ile Dursu Uzala flmini Ruslarla ortaklaşa çekerler. Film, Rus gezgini Vlademir Arseniev’in 1923 yılında yayınladığı anılarından yola çıkarak çekilmiştir.
20’inci yüzyılın başlarında, bir Rus askerî haritacı ekibinden bir Rus Yüzbaşı (Vlademir Arseniev), Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya Ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir Moğol avcıyla (Dersu Uzala) tanışır. Yüzbaşı Arseniev Dersu Uzala adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir.
Yaşlı bir avcıyla bir yüzbaşının yaşadıklarıdır Dersu Uzala... Soğuk kış şartlarında yaşanan ölüm kalım mücadelesi içindeki onurlu bir hikâyedir Dersu Uzala.... Doğru olanın doğa ile savaşmak doğayı kendimize uyarmak değil, doğa ile birlikte yaşamak olduğu mesajını verir Dersu Uzala… Bizim bu Dünyaya ait olduğumuzu ama bu dünyanın bize ait olmadığını anlatır Dersu Uzala… Şehir denilen dev hapishanelerde ve ev denilen ‘’kutularda’’ tüm özgürlüklerden ve insanın tabiatından tamamen uzak bir nasıl yaşadığımızı bize anlatır Dersu Uzala… Vahşi kapitalizmin canavar kollarında tüketim girdabına kapılarak ‘’tüketici’’ adıyla nesne olarak yok olan insanın yok olmadan önceki doğallığını anlatır Dersu Uzala… Modernitenin antitezidir Dersu Uzala…
Bir gün bir barakaya rastlar Dersu Uzala. Bir süre barakanın içinde ve dışında dolaştıktan sonra eskiyen yerleri onarır ve Yüzbaşı'dan da bir miktar yiyecek ister. Yiyeceği ne yapacağını soran Yüzbaşı'ya Dersu, onlar ayrıldıktan sonra barakaya gelecek olanları düşünerek yiyecek bırakmak istediğini söyler. Gelecek olan insanları görmeden, tanımadan böylesi bir şeyi düşünen sanki eski bir Anadolu bilgesidir Dersu Uzala....
Bir gün Yüzbaşı'yla beraber tabiatın vahşi pençeleri arasında kalakalınca bir an bile bocalamaz ve hayata sımsıkı sarılır Dersu. Kendisi ayakta kaldığı gibi Yüzbaşı'sını da ölümden kurtarır. Dersu'ya bir hayat borçlu olan Yüzbaşı, minnetle teşekküre hazırlanırken Dersu son derece aldırışsız, şöyle diyecektir: "Beraber geldik, beraber çalıştık, teşekkür gereksiz."
Dersu fakirdir. Geçimini avcılıkla sağlamaktadır. Askerlerle yolları ayrılırken Yüzbaşı, onu da şehre götürmek istediğini söyler. Yüzbaşı gerçekten bu yaşlı adamı sevmiştir. Yarım ağızla yapılan tekliflerden değildir yaptığı... Şehri düşünürken Dersu'nun yüzünün aldığı imrenme hali görülmeye değerdir. Fakat o, dağlarda kalmayı seçecektir. Kendisine para vermeyi teklif eden Yüzbaşı'ya teşekkürlerini bildirirken "alınteri" ile kazanmanın her şeyden daha yüce olduğunu söylemez ama hal ve hareketleri bunu bağırmaktadır. Avlayacağı somonları satarak kazanacağı paraların kendisine yeteceğini düşünmektedir çünkü o.
Yüzbaşı, görev için kendini tekrar dağlarda bulduğunda içinde hep Dersu'yla karşılaşma ümidi vardır. Rütbesine ve karşısındakinin kim olduğuna bakmaksızın Dersu'yu arar. Yüzbaşı, Dersu'yu bulduğunda ona hasretle sarılır. Yüzbaşı Arseniev ile Dersu’nun ormanda karşılaştıklarında birbirilerine koşmaları ve sarılmaları esnasında sanki insan annesini, babasını, kardeşini, eşini, çocuğunu bundan daha fazla bir özlemle sarılamayacağı hissine kapılır.
Konuşurlarken Yüzbaşı Dersu'ya ‘’somon bulup bulamadığını’’ sorar. Ne de olsa aradan epey zaman geçmiştir. Dersu ise, ‘’çok somon bulduğunu ve iyi para kazandığını’’ söyler. ‘’Peki, paraları ne yaptığını’’ soran Yüzbaşı'ya Dersu, ‘’onları emanet için bir tüccara verdiğini, onun da paraları kaybettiğini’’ anlatır. Bunları anlatırken, hayata boşvermiş bir ruh haliyle, giden paraya yanmanın anlamsızlığını çağrıştıran bir gülümseme de fırlatır havaya. Kafaya takmadığı bellidir, sonra da bunun lafını hiç etmez. Üzüntüsüne dair hiçbir emare göstermez.
Ormanın kurduydu Dersu Uzala.. Sanki eski bir Anadolu bilgesiydi Dersu Uzala...
Dersu Uzala rolünü hakkını vererek başarıyla canlandıran sanatçıydı Maksim Munzuk… Maksim Munzuk'un Rus Yüzbaşı bağırarak arayışı vardı vadilerde ve dağlarda yankılanan: ''Kapitaaan, Kapitaaaaaaaan''. Ferhat Şirin’ine, Kerem Aslı’sına, Mecnun Leyla’sına böylesine bir özlemle çağırmamış, bağırmamış, haykırmamıştır.
Kar fırtınasındaki ot toplama sahnesi vardı Dersu Uzala'nın... Yüzbaşının Rus aksanıyla "Dersu" demesi da ayrı bir hoş duyguydu... Dersu ateş başında bir şarkı söyler… O şarkıda Dersu sanki tüm bir hayatı anlatır.
Filmdeki müthiş diyaloglardan bir tanesi :
- Bir şey mi arıyorsun
- Evet, bir mezarı
- Burada henüz kimsenin ölmeye vakti olmadı...
Bu söz bana hazin hazin Anadolu’yu hatırlatır…
Çünkü bu topraklarda kimsenin huzur bulmaya vakti olmadı…
Osman AYDOĞAN  16 Aralık 2015

İNSAN KAFASINDA YARATTIĞI HAYALE ÂŞIK OLUR
Karl Marx’ın karısı Jenny’ye yazdığı mektuptan bir alıntı:
“Dünyada pek çok kadın vardır; bunlardan bazıları da çok güzeldir. Ama her çizgisi, hatta her kırışıklığı yaşamımın en güzel, en tatlı anılarını taşıyan bir başka yüzü nasıl bulurum? Sonsuz acılarımı, yerine konma olasılığı bulunmayan kayıplarımı bile o güzel yüzünde okuyorum ben.”

Karl Marx'ın tercümanlığı yapmak istiyorum! Demek istiyor ki Marx:

''Erkek, âşık olduğu kadına baktığında, yüzündeki çizgileri, vücudundaki yaşlanma izlerini görmez. Gördüğü bir tanrıçadır, heyecan verici bir tanrıçadır. Önemli olan sizi seven insanın sizi nasıl bulduğudur. Göz kenarındaki bir kırışıklığın bile eğer o kadına aşk ile bağlıysanız ne kadar değerli olduğunu bilirsiniz. O küçük çizgicik, size ortak geçmiş bir hayatı hatırlatır çünkü. Sevgilinle birlikte yaşlanmak iyidir. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, vücudunda ne türden değişiklikler olursa olsun, onun seni, senin onu gördüğünüz 'şey' değişmez çünkü.''

Ve son olarak demek istiyor ki Marx:

''İnsan kafasında yarattığı hayale âşık olur ve hayaller hiç yaşlanmaz!''

Osman AYDOĞAN  14 Aralık 2015



RUHLARIMIZ GERİDE KALIYOR
"Par dela les Nuages" (Bulutların Ötesinde) filmi Michelangelo Antonioni’nin Wim Wenders'la senaryo ve yönetmenliği paylaştığı ama Antonioni'nin şairane dilinin daha çok hâkim olduğu dört kısa öyküden oluşmuş 1995 yapımı lirik bir filmdir. ... Filmdeki her bir öykü aslında müthiş görüntüler eşliğinde aşka ve hüzne dair yazılmış bir şiir gibidir. Derinliğine bakılmazsa film sıkıcı da gelebilir.
Bu filmde geçen diyaloglardan birkaç alıntı:

"Garip... İnsan hep birilerinin hayalinde yaşamak ister."

"Hiçbir şey tesadüf değildir."

"Şimdi gözler moda. Gerçek konuşmalar içimizde kalmış."

"Şimdi senin sessizliğinin esiriyim."

"Geride bırakılan şeyler daima vardır. Kahvenin telvesi gibi."

Ve filmin sonunda Antonioni der ki:
"We shroud reality in so many layers of interpretation that the truth will never be seen." (Gercegi o kadar çok yorum katmanında saklarız ki, gerçek hiç bir zaman görünmez.)

Filmde genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikâyeyi anlatıyor:

Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.

Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış.

Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış:
"Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor."

Modern şehir hayatının ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan birini anlatıyor bu hikâye; "hızla ve sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak...

Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek...

Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli, her günün bitiminde yatağa uzanıp "kendimize doğru’’ bakmalıyız.

Osman AYDOĞAN   13 Aralık 2015


YÜKSEK BİLİNÇ
Ken Keyes JR'ın bir kitabı var: ''Yüksek Bilinç Kılavuzu'' (Akaşa Yayınları, 2014) yazar; kitapta gerçek mutluluğa ve özgürlüğe erişebilmemizin tek yolunun kendimize, diğer insanlara ve tüm evrene yüksek bilinç düzeyinden bakabilmemiz olduğunu, sık sık mutsuzluk bataklığına saplanmamızın gerçek nedeninin, düşük bilinç merkezlerinde dolaşmamız, bizi köleleştiren duygu-destekli bağımlılıklardan bir türlü kurtulamayışımız, beynimizi ve zihnimizi gerektiği gibi kullanamayışımız olduğunu iddia eder.

Kitaptan kısa bir hikaye:

Bir Zen bilgesi uçurumun kenarına geldiğinde arkasına bakıyor ve kaplanların hemen gerisinde oldukların görüyor. Aşağı sarkan bir sarmaşığı fark ediyor ve sarmaşığa tutunarak kendisini aşağı bırakıyor. Aşağı baktığında kaplanların, kendisini bu kez aşağıda beklemekte olduklarını görüyor. Yukarı baktığında ise iki farenin sarmaşığı kemirdiğini fark ediyor. 
Tam o anda güzel bir çilek görüyor, uzanıp alıyor ve tüm yaşamı boyunca yediği en lezzetli çileğin tadını çıkarıyor! Bilge ölüme bir kaç dakika kala bile, burada ve şimdinin tadını çıkarabiliyor.

Yaşam, sürekli "kaplanlar" ve "çilekler" gönderir bize. Çileklerin tadını çıkarabiliyor muyuz? Yoksa değerli bilincimizi kaplanlar için üzülmekte mi kullanıyoruz?"

Osman AYDOĞAN  12 Aralık 2015





ŞEYTAN ve GENÇ KADIN
Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı daha var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015)
Gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyü ve bu köyün dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları. Köydeki tek genç kadın, küçük otelin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.
Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır.
Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Roman aslında ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’’nün romanıdır…
Kitaptan sizlere üç hikaye anlatacağım. Ancak önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:
''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’
''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."
"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."
"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."
"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."
"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."
Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikayeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım..
***
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.
-‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.
Oğlu şaşırmış.
- ‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’
- ‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’
Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine;
- ‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’
- ‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’
- ‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’
***
Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti.. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi..
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı.. Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı..
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı..
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce.. Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..
İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır.. Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
***
Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.
Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş. 
- "İyi günler." 
- "İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi. 
- "Burası harika bir yer, adı ne?" 
- "Burası cennet." 
- "Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık." 
- "İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş. 
- "Atımla köpeğim de susadılar." 
- "Kusura bakmayın", demiş bekçi. 
- "Buraya hayvanlar giremez."
Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
- "İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
- "Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
- "Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
- "İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
- Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
- “İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
- "Buranın adı ne?"
- "Cennet."
- "Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
- "Orası cennet değil cehennemdi."
- Yolcunun aklı karışmış,
- "Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
- "Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."
Osman AYDOĞAN  11 Aralık 2015




APTALLIK ÜZERİNE NOTLAR
Carlo Maria Cipolla, (1922 -2000) İtalyan akademisyen ve ekonomi tarihçisidir. Carlo M.Cipolla’nın güzel bir kitabı var: ‘‘Neşeli Öyküler‘‘ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007)
Yazar, kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Ona göre tarih; büyük çapta aptalların yönlendirdiği komik olaylar ile gelişiyor. Dünyada insan var olalı beri aptallık da var, hatta kitabın yazarı ünlü tarihçiye göre yasaları bile var! Carlo M. Cipolla kitabın sonunda yer alan makalesinde ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı irdeliyor. (Sayfa: 72-87)
Ona göre, tarih bazı insanların (A), belirli eylemleri sonucunda diğer insanları (B) etkilemesi ile şekilleniyor. İnsanlar (A) kendilerine ‘‘fayda‘‘ sağlamak amacı ile eyleme giriyorlar ve ister istemez başka insanlara (B) da eylemleri sonucunda zarar veriyor veya onlara da fayda sağlıyorlar.
Önce temel tanımlar:
İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar. Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, ayni zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler, yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyoruz. 
Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişidir. Cipolla'ya göre dünyaya zekilerden çok aptallar yön veriyor.
Aptallığın temel yasaları ise şöyle:
1. Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal vardır.
Bu yasa, nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmayı engelliyor. Çünkü yasanın da belirttiği gibi, her tahmin gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak bir çıkarsamayla, tarih boyunca ve çeşitli grup, sınıf ve katmanlar içinde nerdeyse sabit bir oranda aptal bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu oranı "S" (sigma) simgesiyle belirteceğiz.
2. Belirli bir insanin aptal olma olasılığı, ayni kişinin herhangi bir başka karakter özelliğinden bağımsızdır.
Aptallığın "ilahiliğine" ilişkin olağanüstü bir gerçek var: Tabiat, her zaman ve her yerde "S" oranına eşit aptal bulunmasını sağlar. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını (Bkz. Temel Tanımlar) yaşayıncaya kadar fark etmenizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye giderseniz gidin, sonuçta etrafınızda her zaman aynı oranda -ve birinci temel yasa gereği, en kötümser tahminlerinizin de üstünde- aptal olacağını varsaymanız yararınızadır.
3. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.
Geleneksel toplumların kati ve değişmez hiyerarşisi içinde aptal olduğu halde iktidar sahibi olanları bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilir. Peki neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? Bu noktada, genel seçimlerin, iktidar sahipleri arasında da "S" sabit oranında aptal olmasını güvence altına almanın en etkili aracı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Birinci temel yasaya göre, seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal vardır. Birinci ve ikinci temel yasanın bileşimi ise, adaylar arasında, yine, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal olduğunu, üstelik de bunları, kendilerini eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmenizin olanaksız olduğunu ortaya koyar. Seçmenler arasındaki "S" oranındaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, Temel Tanımlar'ın bir gereğidir.
4. Aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde, nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.
5. Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için su sonuçları doğurur: 
a. İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır, 
b. Şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, Çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.
6. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümserler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini kaçınılmaz olarak, pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.
7. Aptal insan, varolan en tehlikeli insan türüdür. Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, Çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkaların zarar verirler. (Bkz. Temel Tanımlar) Yani aptallar isin içine girince tüm toplum yoksullaşır.
8. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı ve/veya olanağı tanınmıştır.
Normalde, geri bir toplumda da, ileri bir toplumda da ayni "S" oranında aptal olması gerekir. (Bkz. Birinci Temel Yasa) İki toplum arasındaki temel fark, aptallara verilen bu etkin konumdan ileri gelir. Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, ''Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar'' ile ''Aptallığa Eğilimli Saflar''ın oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı "S"nin yıkıcı gücünü aşan güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenir.
Cipolla kendilerine fayda sağlamak için başkalarına zarar verenleri haydut olarak niteliyor, ancak onları da ikiye ayırıyor: Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenler aptal-haydutlar oluyorlar. Kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenler ise zeki-haydutlar oluyorlar. Yine yazara göre siyasiler her ülkede aptal-haydutların arasından çıkıyor.
Cipolla'ya göre demokrasi ise her ülkede eşit oranda bulunan ve ne zaman ne yapacakları belli olmayan aptalların inatla ve sürekli olarak aptal-haydutları iktidara getirmesi olarak tecelli ediyor.

Osman AYDOĞAN  10 Aralık 2015



BİR ŞEY HAKKINDA KONUŞULMUYORSA
Uykusuzluğa en iyi çare bol bol uyumaktır. 
Işık sesten hızlı gittiği için bazı insanlar ağızlarını açıncaya kadar zeki imiş gibi görünürler.
Sorun bilgisizlik değildir. Bildiğini sanmaktır.
Sadece kendi kazancı için yaşayanın ölümünden dünyanın kazancı olur.
Ümit, lambasını yakmış sabırdır.
Hiddet, dilin kafadan daha hızlı çalıştığı duruma verilen isimdir.
Tanrı'ya ait hiçbir şey para ile elde edilemez.
Ayın en zor günü en son 29 günüdür.
Hayatta en hakiki mürşit ilim değildir.
Hayat, var olmamanın sonsuzluğundan alınan bir izindir. Keyfini çıkarın.
Ortalama bir kız, güzel olmayı akıllı olmaya tercih eder. Çünkü ortalama bir erkeğin gözlerinin kafasından daha iyi çalıştığını bilir.
Hayatta hiçbir gayret sarf etmeden elde edilebilecek tek şey başarısızlıktır.
Piyango, matematik bilmeyenlerden alınan bir vergidir.
Bazen insan en büyük karşılığı, karşılıksız olanı elde etmeye öder.
Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır.
Kötümser, çok şey bilen iyimserdir.
Bilgelik öğrenilebilir. Ama öğretilemez.
Bazı insanların harikuladeliği güzel yazmalarından gelir. Bazılarının yazmamalarından.
Sarışın, bir saç rengi değildir. Bir varoluş biçimidir.
Ayın sonunu rahat getirecek paraya kavuştuğunuz anda hep birileri ayın sonunu daha uzağa taşır.
Ölmekten korkuyorsanız doğmamayı tercih edin.
Eskiden kararsız bir insan olduğumu düşünürdüm. Artık bundan o kadar emin değilim.
İstediklerin için dua et. İhtiyacın olanlar için çalış.
Mantık karşısında en iyi savunma cahilliktir.
Yapmak için yüz yaşına kadar yaşamak istiyorum dediğiniz her şeyden vazgeçerseniz yüz yaşına kadar yaşayabilirsiniz.
Eğer bir adam sürekli gülümsüyorsa, muhtemelen çalışmayan bir şeyi satmaya çalışıyordur.
Hav'ın kedicesi miyav'dır.
***
Ülkenin gündemini takip etmek istedim, ama söyleyecek söz bulamadım. Bir önceki yazımda Ludwig Wittgenstein'ı anlatmıştım. Wittgenstein’ın dediği gibi, eğer bir şey hakkında konuşulamıyorsa o şey konusunda susmak lazım.

(Yukarıdaki metnin büyükçe bir kısmını Metin Münir’in bir yazısından aldım.)

Osman AYDOĞAN  9 Aralık 2015





MERHAMET
Selim İleri’nin "Anılar; Issız ve Yağmurlu" adlı eseri, (Doğan Kitap, 2002) bir anı kitabı olduğu kadar, Türkiye’nin son elli yılına damgasını vurmuş siyasal olayları ve çalkantıları da çok renkli bir anlatımla dile getirir. Kitap sanki son elli yılımızın romanı gibi... İşte size Selim İleri’nin nefis üslubu ve merhamet duygusu:
"Üstelik merhamet yalnızca insanda yok. Çocuktum... Bir sabah Bahariye Caddesi’nde iki kedi görmüştüm. Yavru değillerdi ama birlikte yan yana yürüyorlardı. Oysa kediler yalnız yaşar. Sonra bir evin kapısı açıldı. Eski Kadıköyü evlerinden, kapısına yedi sekiz basamaklı merdivenle çıkılan. Bir kadın kedilere yemek verdi. Biri yiyor, öteki kedi yiyen kedinin önüne yiyeceği iletiyor. Anlaşılır şey değil. Ama sonra farkediyorsunuz: Yiyen kedi kör! Daha o zaman anlamıştım, hissetmiştim. Yaşamın nasıl şefkate ve merhamete muhtaç olduğunu!"

Osman AYDOĞAN  8 Aralık 2015



BURALARI KARANLIK
Geçen günlerde Türk medyası (Gazeteler, TV’ler) üç büyük meseleyi tartıştılar… Bunlar: Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizi, AB’nin göçmenleri durdurmamız karşılığında vizeyi kaldıracağı vaadiyle 3 milyar Euro vereceğini açıklaması ve Suriye’de hem ABD’nin de hem de Rusya’nın da IŞİD’e karşı kullansınlar diye PYD’ye silah yardımı yapması..
Bu gündem bana Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasını anımsattı…

Nasrettin Hoca evinin kapısının önüne çıkmış süpürülmüş, tertemiz yolun üstünde aranmaya başlamış. Onun bu hâli görenlerin dikkatini çekmiş.
- “Ne arıyorsun Hoca efendi, yerde hiçbir şey görünmüyor. Ne aradığını söyle de beraber arayalım” demişler. 
- “Anahtarlarımı düşürdüm de, şöyle el kadar dört tane birbirine zincirle bağlı anahtar” demiş Hoca.
Soranlar da aramaya katılmışlar. Hiçbir şey bulamayınca iyice şaşırmışlar;
- “Buralarda bir şey yok. Sen nerede yitirdin anahtarlarını Hocam?” demişler.
- “İçeride bodrumda” demiş Hoca.
- “Öyleyse ne diye burada arıyorsun ?” demişler.
- “İçerisi karanlık, görünmüyor. Onun için burada arıyorum.’’

Asıl konuşulması, tartışılması gereken Güneydoğu!. Güpegündüz büyük bir şehrin göbeğinde çatışmalar.. Hendekler.. Sokağa çıkma yasakları.. Hemen hemen her gün şehit edilen polis ve asker haberleri. Eskiden köyler boşaltılıyor diye şikâyet edilirdi.. Şimdi ilçeler boşalıyor… Hoca misali, buraları karanlık, bu nedenle gündem başka konularla dolduruluyor…

Osman AYDOĞAN  7 Aralık 2015




GECE BÜYÜYEN BAŞAKLAR
Sen doğduğun gece tosunum 
Ne melekler indi gökten 
Ne toplarla selamlandı gelişin 
Ortasında zifiri karanlığın 
Bir garipçeydi beklenişin

Anan sancılar içindeydi tosunum 
Ufacık yüreğine düğümlenmiş yüreği 
Kanlı bir dünyayı kucaklıyordu 
Babanın geceler yığılmış gözlerine 
Geceler korkulu sevinçlerle parıldıyordu

Sen doğduğun gece tosunum 
İnsanlar uyuyordu bir yanda 
İnsanlar öbür yanda koşuşuyordu 
Aydın ümitler kiminin içinde 
Kara duygularla boğuşuyordu

Sen doğduğun gece tosunum 
Başka çocuklar da doğuyordu 
Dünyanın bilmem kaç yerinde 
İnsanlar insanları boğazlıyordu

Sen doğduğun gece tosunum 
Başaklar boy atıyordu

Celalettin Algan

Osman AYDOĞAN  6 Aralık 2015




PASTORAL SENFONİ
Ne zaman bir çiçeğe dikkatle baktınız, ne zaman bir kuş gördüğünüzde gökyüzüne nasıl yakıştığını ya da kelebeklerin doğaya kattığı renkleri düşündünüz? Bazen görmemiz gerekenleri görmez, duymamız gerekenleri duymayız, anlamamız gerekenleri anlamayız.
Fransız, hümanist yazar Andre Gide duru ve içten anlatımıyla “Pastoral Senfoni ” adlı eserinde (L&M Yayıncılık, 2006) bir rahip ile eğittiği doğuştan gözleri görmeyen bir kız (Gertrude) arasındaki ilişkiyi irdeler.
Andre Gide, Beethoven'ın en etkileyici eserlerinden biri olan "Pastoral Senfoni"nin eşliğinde bir canlının yeniden doğuşunu, gelişimini izler. Gide, Pastoral Senfoni'de kendi yaşamından da nüanslar almıştır ve bu da kitabı daha etkileyici hale getiriyor.
Rahip kör kıza hayatı, sevgiyi, mutluluğu dostluğu, aşkı ... yani güzel ve doğru olan her şeyi öğretir. Gertrude tedavi olur ve gözlerinin körlüğü ortadan kalkar. Fakat genç kızın yalnız göz körlüğü değil, sevgiyi ve kötülüğü fark etmeyen ruh körlüğü de vardır. Çünkü, rahip günah, ölüm ve kötülükten hiç bahsetmemiş, dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi ona anlatmıştır. Tıpkı çoğumuzun inandığı gibi!
Gertrude hayal kırıklığı ile trajik bir biçimde hayatına son verir. Genç kız ölmeden önce şu itiraflarda bulunur: “Bana görme olanağını sağladığınız vakit gözlerim, olabileceğini düşlediğimden çok daha güzel bir dünyaya açıldı; evet, gerçekten, ben gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunu düşünemiyordum. Şu sözleri hatırlayın: “Kör olsaydınız günahınız olmazdı.” Bütün bir gün kendi kendime tekrarladığım şu sözü hatırlıyorum: “Eskiden yasalar olmadığından yaşıyordum; Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm.”
Kör kızın tüm varlığını kaplayan mutluluk ve yaşama sevinci, günahı hiç tanımamış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içinde sevgi ve ışıktan başka hiçbir şey yoktu.
Gözleri görmüyordu ama gözleri görenlerin bakmasını bilmediği için fark edemediği mutlulukları tadıyordu.
Bu kitaptan bazı bölümler aşağıda sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım.
***
‘’ ...Hemen cevap veremedim, çünkü tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu, dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude'e o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim. Bir süre sonra: "Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler, dedim."...
***
‘’Bu öğretimin ilk başlarının tümünü burada yazmayı yararsız buluyorum, çünkü bütün körlerin eğitiminde vardır bunlar. Böylece de, her kör için, onu yetiştiren öğretmenin renk konusunda aynı güçlükle karşılaştığını sanıyorum. Başkaları bu işi nasıl becermişlerdir bilmiyorum; ben kendi payıma, ilkin gökkuşağının bize gösterdiği sıraya göre prizmadan çıkan renkleri adlandırmakla başladım. Ama çok geçmeden kafasında ışıkla renk kavramları birbirine karıştı; ve anladım ki muhayyilesi, ressamların sanırsam ‘değer’ dedikleri, renklerdeki açıklık koyuluk derecelerinde hiçbir ayrım yapamıyordu. Her rengin açığı ve koyusu olabileceğini ve renkler kendi aralarında karışarak sonsuz sayıda renkler meydana getirebileceklerini anlamakta en büyük güçlüğü çekiyordu. Hiçbir şey onu bu kadar çok düşündürmüyor, durmadan hep bu konuya dönüyordu.’’
***
Bu sıralarda onu Neuchatel’e götürüp bir konser dinletme olanağını buldum. Senfoninin çalınışında her bir müzik aletinin aldığı rol, bu renk konusuna dönebilmemi sağladı. Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla, mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır. Kuşkularımın yerini içinden gelen bir çeşit hayranlık alıverdi:
‘’Kimbilir ne güzel şeylerdir bunlar!’’ diye tekrarlıyordu.
Sonra birden ‘’Ya beyaz?’’ diye sordu, ‘’beyazın neye benzediğini düşünemiyorum..’’
O anda, kıyaslamalarım pek eğreti göründü bana, gene de bir şeyler söylemeye çalıştım. ‘’Beyaz mı?’’ dedim, ‘’beyaz, bütün tonların birbirine karıştığı en keskin uçtur; tıpkı karanın en karanlık uçta olması gibi.’’
Ne var ki bu açıklama beni ondan daha fazla doyurmadı. Çok geçmeden, en tiz seslerle olduğu gibi en pes seslerde de nefesli bakır çalgıların, flütlerin ve kemanların birbirinden ayırt edilebildiklerini söyleyerek bu kıyaslamaya pek inanmadığını belli etti. Çoğu kez olduğu gibi, o anda da şaşırıp kaldım, söyleyecek söz bulamadım, hangi kıyaslamaya başvurabileceğimi aradım durdum.
‘’Pekala’’ dedim, ‘’beyazı şöyle getir gözünün önüne: Hiçbir rengin bulunmadığı, sadece aydınlıktan ibaret tamamıyla arı bir şey olarak düşün; kara’ya gelince, tam tersi, o kadar çok renk yığılmış ki, kapkaranlık olmuş...’’
Bu konuşma kırıntılarını burada hatırlatmamım nedeni, çoğu zaman karşılaştığım güçlüklere bir örnek vermek içindir. Gertrude’ün iyi bir yanı da hiçbir zaman anlamayınca anlamış gibi görünmüyordu. Oysa kimi insanlar kafalarını belirsiz ya da yanlış birtakım verilerle doldururlar çoğu kez, sonra bunlara dayanarak işlettikleri düşünme düzenleri de bozuk sonuçlara. varır. Gertrude ise bir kavramı açık-seçik öğrenmedikçe bu onun için bir tedirginlik ve sıkıntı kaynağı oluyordu.
Yukarda sözünü ettiğim güçlüklerden bir başkası da, kafasında ışık ve sıcaklık kavramlarını birbirinden ayıramamasından ileri geliyordu. Sonradan onları ayırt ettirinceye kadar akla karayı seçtim. Böylece, onun kafa gelişmesi için aralıksız uğraşırken, gözle gördüğümüz evrenle sesler evreni arasında ne derin farklar bulunduğunu ve ikisi arasında yapılan kıyaslamaların ne denli kusurlu olduğunu kendi deneylerimle anladım.’’
Osman AYDOĞAN  5 Aralık 2015


YABANCI
‘’Yabancı’’, Albert Camus'nün 1942 yılında yayınlanan edebiyat alanında en önemli yapıtıdır. (Can Yayınları, 1996)
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler.
Camus; kitabında bir yandan Fransız adaletini inceden inceye tiye alıp eleştirirken diğer yandan da bir insanın kendisine ve topluma, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata, kısacası tüm varoluşa yabancılaşmasını yalın bir dille anlatır.
Camus’un yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’’
Camus kitabında kahramanına şöyle söyletir; ‘‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.’’ Bu sözler aslında, çağdaş nihilizmin "saçma" kavramı altında irdelenmesidir.
Özetle söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan, ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez.
Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir.
Albert Camus'nün bahsettiğim bu '’Yabancı'’ isimli eserinden seçtiğim kısa birkaç bölümü aşağıda sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım.
******
''Az bir zaman sonra Maria bana mektup yazdı. İşte, o andan sonra hiçbir zaman sözünü etmek istemediğim şeyler başladı. Herhalde hiç bir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan. Ama bu şeyler, başkalarına oranla benim için çok daha zararsız oldu.
Tutukluluğumun başlarında, bana en ağır gelen şey, Özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliveriyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum.
Ama bu, ancak bir kaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi, ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım.
Vaktimin geri kalan kısmını gayet iyi idare ediyordum. 0 zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracıkta, nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Maria’nin gelmesini cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da, kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim. Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık insan eninde sonunda her şeye alışır der dururdu.''
******
''Bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. Yine bütün sorun vakit öldürmekti. Anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum. İlk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. Ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. Çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı. onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum.
Aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. Öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum.
0 zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.''
******
''Bir gün gardiyan bana “Beş aydır buradasın”, deyince sözüne inandım ama, bunu aklım almadı. Benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. 0 gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. Bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. Kabı oynattım. Yeniden gülümsedim ama, görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı.
Gün sona eriyordu. Vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. Tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir daha görüntüme baktım. Yine ciddiydi. Bun şaşılacak ne vardı! O anda ben de öyleydim. Ama, aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. Bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. O vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendim konuşmuşum.
O vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. Hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.''
***
Aslında ben bu yazıyı bu sayfada iki yıl önce yazmıştım. Yazının sonunda da şu yorumu yapmıştım: ''Bir gün gelecek bir vicdan da Türk adaletinin Balyoz, Ergenekon gibi davalarında uyguladığı yöntem ve verdiği karaları da ‘Yabancı’dan daha beter olarak tiye alacak ve tertipçilerinin ve kumpasçılarının evlatlarının bile yüzlerine bakamayacağı kadar yüzlerine vuracak…''
Osman AYDOĞAN  4 Aralık 2015


SONRA, SONRASI KARANLIK
11 Eylül 1916. Günlerden pazartesi... Hücremde ordan oraya yürüyorum. Benim içeri atılıp yargılanmam İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde tartışmalara, endişelere neden olmuştu.
Talat Bey'in beni idama mahkûm ettirdiğini biliyordum. Ne yapalım, "takdiri ilahî!" Ancak kişi ümitlenmeden de yapamıyor. Sonucu bilmemenin verdiği sinirlilik çöktü üstüme. Hücremde dolanıp duruyorum...
Tan yeni yeni ağarıyor. Süleymaniye Camii'nin heybetli kubbelerini seyrediyorum. Sabah ezanı henüz bitmişti ki, hücremin kapısının hafifçe vurulduğunu duydum. Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey, yumuşak bir sesle, yukarıdan beklediklerini söyledi. İdam edileceğim artık kesindi. İsmail Hakkı'ya sağ elimle kendi boğazımı sıkar gibi yaparak, "Hakkıcığım böyle mi?", silahın tetiğine dokunur gibi şahadet parmağımı oynatarak, "Yoksa böyle mi?" diye sordum. İsmail Hakkı mütevazı bir ifadeyle, hiçbir malumatı olmadığını söyledi, sadece yukarıdan istenildiğimi tekrarladı.
Artık son dakikalarımı yaşadığımı anladım. İsmail Hakkı'dan aptes almak için müsaade istedim. Koridordaki musluğa gidip, kollarımı sıvadım. Ellerimi, kollarımı, ağzımı yıkadım, aptes aldım. Son dualarımı yaptım. Temiz iç çamaşırlarımı giydim. Ve hücreden çıktım. Ellerime kelepçe takmadılar. Tökezlemeden, başım yukarıda, dimdik yürüyorum. Her yer nöbetçilerle dolu, kasvetli, sessiz bir hava bölüğün üzerine çökmüş. Kimse yüzüme bakamıyor. Yüzlerce nöbetçinin dolaştığını görünce dayanamadım. "Silahsız bir adam için bu kadar kalabalığa ne lüzum gördünüz?" Cevap veren olmadı.
Sessizlik insanın içini ürpertiyor. Dış kapıya yaklaştığımızda arabanın hazır olduğunu gördüm. İtfaiye Bölüğü kasaturalarını silaha takmış, süvari kıtası da kılıçlarını kınından çıkarmıştı. Kılıçların ışıltıları altında arabanın kapısını kendim açtım ve hızla içeri girdim. Bu "tören" bir an önce bitsin istiyorum. Herkesin işi vardır, meşgul etmeyeyim. Savcı Yardımcısı Reşid ve Hapishane Müdürü İsmail Hakkı beyler bir başka arabaya bindiler. Benim arabamın yanında, at üstünde, soruşturma üyelerinden Veli, İnzibat Bölük Komutanı İhsan beyler geliyorlardı. Arabayı bir süvari bölüğü önden, bir diğer süvari bölüğü de arkadan koruyordu.
Haliç kıyısını izleyerek Eyüp'e doğru ilerliyoruz. Deniz kızıl kızıl tüm güzelliğiyle parlıyordu. Eyüp'e geldiğimizde yol üzerinde bir karpuz sergisi gördüm. Karpuz alınmasını İhsan Bey'den rica ettim. Beni kırmadı. Son lokmamı arabanın içinde iştahla yuttum.
Enver Paşa, cezanın infazı için Talat Bey'e kendisinin beklenmesini sıkı sıkı tembih etmişti. Talat Bey'i yakından tanıdığı için, bir oldubittiyle karşılaşmak istemiyordu anlaşılan. Tabiî Talat Bey beni şaşırtmamıştı. Enver Paşa'yı beklemeden, mazbatanın hazırlanmasını emretmişti. Gelen evrakı da vakit kaybetmeden Merkez Komutanlığı aracılığıyla Harbiye Nezareti'ne göndermişti.
Enver Paşa yurtdışında olduğu için Harbiye Nezareti'ne de, Dahiliye nazırı olarak kendisi vekâleten bakıyordu. Karar hemen onaylamıştı. Gereğinin yapılması için evrakı hemen Merkez Komutanlığı'na da göndermişti. Merkez Komutanı Cevad Bey cezamın kürek cezasına çevrilmiş şekliyle onaylanacağını beklerken, aynen onaylandığını görünce yanlışlık olduğunu düşünüp Harbiye Nezareti'ne istirhamname yazarak bu durumun düzeltilmesini istiyor.
Söylediklerine göre Merkez Komutanı Cevad Bey diyor ki: "Yakub Cemil Bey'in Meşrutiyet'in ilanı günlerinde fedakârca hizmetleri görülmüş ve Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkıp Meşrutiyet'i yok etme amacı güden hareketleri etkisiz kılmakta da büyük yararlılığı görülmüş olmasından dolayı bu cihet kendisi hakkında takdiri hafifletme sebebi teşkil ettiği gibi bu zatla birlikte aynı suçtan dolayı sanık olan öteki kimselerin kısmen beraat etmesi, kısmen de cezadan affedilmiş olması suretiyle ceza dışı kalmalarından anlaşıldığına göre adı geçen Yakub Cemil Bey'in sözü edilen eylemlerinin tek başına yapılması da ayrıca kanunî hafifletici sebeplerden bulunduğundan, yüksek Nezaret makamları uygun gördükleri takdirde idam cezasının ömür boyu küreğe çevrilmesi suretiyle hükümlünün affa mazhar kılınmasına atıfet buyurulması arz olunur."
Zabit çocuklar söylemiyordu ama ben anlıyordum, Talat Bey yazıyı görünce hiddetlenmiştir. İdamımın acele yapılmasını emretmiştir. Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Haliç kıyılarını seyretmek hep hoşuma gitmiştir. Silahtarağa Köprüsü'nü geçip, Kâğıthane Köprüsü'nün gerisinde bir sırtın önünde durduk.
O güne kadar ağzıma sigara koymamıştım. Ama arabada bizim zabitlerden bir tane istedim. Onca kez ölümle burun buruna yaşamış, silah, kan hayatımdan eksik olmamıştı. Ama hiçbir zaman tütüne ihtiyaç duymamıştım. Şimdi ise bayağı iyi gelmişti. Araba durdu. Ağzımda sigara olmasına rağmen ellerim cebimde indim arabadan. Bir sigara daha isteyip yaktım.
Bir manga silah çatmış asker gördüm. Demek beni bekliyorlardı. Karşılarında bir kazık var. Bir de kenarda bir piyade bölüğü. Şimdiye kadar görmediğim tedbir alınmıştı benim için. Ne gereği varsa... Bir sigara daha istedim. Sigaramı içerken Savcı Yardımcısı Reşid Bey idam fermanını okumak isteyince sözünü kestim: "İstemez... İstemez... Okumayınız! Ben idamımın sebebini biliyorum, hacet yok. Fakat şunu söyleyeyim ki, memleketimi felaketten kurtarmaya çalıştım. Memleketi mahvedenlerin yakın zamanda benim akıbetime uğrayacaklarını görürsünüz!.." Bir vasiyetimin, aileme tebliğ edilecek bir sözüm olup olmadığım sordular. "Param malım yok ki sana söyleyecek lafım olsun. Çoluk çocuğuma Cemiyet ve arkadaşlarım bakar. Benim bir tek ailem vardı: İttihat ve Terakki! İttihat ve Terakki benim ailemi ne aç bırakır, ne çıplak!"
Müftü de dinî telkine başlamıştı ki ona da izin vermedim: "Zahmet etme Hocam, ben Allah'a karşı görevimi yaptım, sana lüzum yok!" Cebimdeki altın saatle parmağımdaki yüzüğü çıkardım ve eşime vermelerini istedim. İttihat ve Terrakki'ye dua ettim.
"Askerleri benim yüzümden bekletmek, işgal etme doğru değildir" diyerek kazığa doğru ilerledim. Arkamı dayadım. Yüzümü müfrezeye çevirdim. Ellerimi ve gözlerimi bağlatmak istemiyordum. "Söz veriyorum, bulunduğum noktadan kımıldamam, ölüme gözlerim açık olarak gitmek isterim!" dedim. Kabul etmediler.
Ellerimi ve gözlerimi bağlamak üzereyken, kurşuna dizecek müfrezenin subayına, "Subay Efendi, görevini iyi yap ve yaptır! Hükümetin emrini unutma! Kalbime nişan alın. Yoksa bu kalp kolay kolay durmaz. Başka söyleyecek bir şey kalmadı" dedim.
"Yaşasın İttihat ve Terakki" diye bağırdım. Sonra keskin bir düdük sesi ve hemen ardından patlayan on dört tüfek... Zor nefes alıyordum... Yanı başımda bir sürü fısıldaşma... Sonra, sonrası karanlık...
Soner Yalçın, ‘’Teşkilatın İki Silahşoru’’, Doğan Kitap, 2007
Osman AYDOĞAN  3 Aralık 2015



TÜRKMEN
Biz Musul ve Kerkük’ü, o zaman Antep kadar Türk olan Halep'i Lozan’da Irak’a ve Suriye'ye terk etmek zorunda kalıyorken, bir coğrafyayı, bir toprak parçasını değil, işte suları çekilmiş balıklar gibi çırpınan Türkleri de öylece bırakıp gidiyorduk oradan...
Pınarbaşılı öğretmen Şair Fazıl Ahmet Bahadır'ın bir şiiri vardı:
''Gözden gönülden ırak,
Derdimin adı firak,
Canımdan kopan candı,
Irak’ta kalan toprak.''
Yine kimindi hatırlayamadığım bir şiir daha:
“Irak mıdır?
Yakın mı, ırak mıdır?
Yıllardır hissettiğim
Firâk-ı Îrak mıdır?”
Türk ulusunun ortak bilinçaltına işlemiş satırlardı bu mısralar...
BOP, GBOP diyerek bir çürük ipliğe hülyâ dizdik. Ne Kerkük'te ne de Irak'ta Türkmen bıraktık..
Şimdide Suriye'de Türkmen bırakmıyoruz.. Suriye'deki sahipsiz Türkmenler alev alev yanan yurtlarında aks-i sadasız feryât figân halindedirler:
''Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.''
Feylezof Rıza'dan değil de sanki başında siyah tül ile bir yangın yerine dönen Türkmendağı'ndan sesler geliyor şimdi tarihin derinliklerinden:
''O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.''
Ve bu hasreti, bu özlemi, bu ayrılığı, bu gurbeti de en iyi Arif Nihat Asya anlatırdı: ''Adı Kerkük'' şiirinde. Şiir uzun, tamamını yazımın sonunda veriyorum. Şimdilik iki kıtası:
''Daha gelmedi mi sırası
Uçup ey kuşlar büyük küçük
Akıp ey bulutlar köpük köpük
Siz söyleyin kaç günlük
Yoldu orası
Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük''
Ve beynimde takılmış bir plak gibi döner Nida Tüfekçi tarafından derlenen Kerkük türküsü:
''Altın hızma mülayim/ Seni Hakk'tan dileyim''
***
ADI KERKÜK
Yılların ötesinden gelen
Kanatları yorgun kuşum
Büyük Kar'da ablam doğmuş
Küçük Kar'da ben doğmuşum
Masallara karışmış
Eski eski eski günlerde
Parmakla gösterilmişiz
Nişanlarda düğünlerde
O ipek çilesiymiş yumuşak
Ben bembeyaz kartopuymuşum
Bir gün, hastalanmış ablam
Muska da kâr etmemiş ekşi toprak da
Şimdi yatıyor annemle babamın
Yattığı yatakta
Ben -gördüğünüz gibi- uzakta uzakta
İkinci çocukluğumu emeklemekteyim
Onların çağıracağı saati
Hızır beklercesine beklemekteyim
Daha gelmedi mi sırası
Uçup ey kuşlar büyük küçük
Akıp ey bulutlar köpük köpük
Siz söyleyin kaç günlük
Yoldu orası
Yıllar birer ikişer derken
Beşer onar mı yürüdü
Yollar silindi çoktan
Tarihi duman bürüdü
Ne kapı ne eşik ne ocak
Ağlar çardağına bağ
Bağına çardak
Horyatlar söylenir ağıttan acıklı
Ağıtlar söylenir horyattan yanık
Bulamazsınız ey turnalar artık
Çocukluğumuzu gölgeleyen söğüdü
Arasanızda bucak bucak
Dağılsanız da bölük bölük
Ki yıllar analarla babaları gömdü
Biz Kerkük'ü gömdük
Yine de içim diyor
Şuracıkta yakındadır
Ya Büyük ya Küçük 
Kar'ın altındadır
Geçerken kapılardan kemerlerinden
Zaman denilen sarayın
Arayın kuşlar arayın
Arayın bulutlar arayın
Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük
Arif Nihat ASYA
Osman AYDOĞAN  2 Aralık 2015



NEREYE DOĞRU GİTTİĞİMİZ
Cemal Kutay’ın ‘’47 Gün (Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü)’’ isimli çok güzel bir anı kitabı var. (Abm Yayınevi / Tarih Dizisi, İstanbul, 2012)
Osmanlı Padişahı Sultan Abülaziz Han 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanıdır. Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Kitabın adı da buradan gelir. Gezi boyunca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…

Çok önemli bir hareketi başlatan Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla ilişkileri ve perde arkasındaki olaylar günlüklerde bütün çıplaklığıyla anlatılır.

Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın “medeniyet” kavrayışına işaret eden şu satırlara yer verir:

“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan Bir Tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”

Bence kitabın en can alıcı bölümü 113. sayfada veriliyor:

Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda Avrupa seferi ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’

Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Faiz Efendi şöyle devam eder:

‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim irfan medeniyet çalışkanlık, adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ediriz.”

Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamanız ve nereye doğru gittiğimiz daha da kolaylaşıyor...

Osman AYDOĞAN  1 Aralık 2015



ZÜLEYHA
Evet, kasvetli günler yaşıyoruz. Yaşananları düşündükçe İnsanın ruhu kararıyor. Aydınlık ruhlarda bir sızı, hisseden kalplerde bir acı, düşünen beyinlerde bir keder, bir yük vardır . Nedenini biliyorsunuz.. Gelin bu kasvetten uzaklaşmak için Züleyha'nın hikâyesini, onun büyük aşkını okuyun...
***
Züleyha'nın aslı Zelicka'dır, Potifar'ın eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyha'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğlu... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümünde yer alır. Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de Yusuf Suresinde anlatılır.
Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Kenan ülkesinde yaşayan Yusuf - ki adı İbranice Yosaf'dır- babası Yakup peygamber tarafından çok sevilince onu kıskanan kardeşleri tarafından kör kuyuya atılır. Ve kervancılar tarafından kurtularak köle olarak Mısır'da satılır. Mısır Azizi Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Kıtfir'in karısı Züleyha çılgınca aşık olur Yusuf'a. Züleyha'nın Hz. Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır.
Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığını vardır hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış..
Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyha'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece.. Oysa Züleyha kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş.
Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyha, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş.. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş.. Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyha.
Fakat Züleyha'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyha'yla evlenmiş.
***
Züleyha’nın Yusuf’a yazdığı bir mektup vardır:
"Yusuf" yazdı Züleyha, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyha devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyha Yusuf'a yazdığı mektubu "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın namesinde ser-nameden öte kelam yok. Ve Züleyha'nın lügatinde "Yusuf"tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."
***
Puta tapıyordu Züleyha; ancak Yusuf ateşiyle yanarken taptığı puttan da utanıyordu. Bir yolunu buldu; putun başını yüzünü örttü; sonra Yusuf’a heveslendi… Yusuf Kaçtı; Züleyha Yusuf'u yakaladığı yerde kucakladı:
- ''Ne acımasızsın, dedi, halimi görmüyor musun ?.. Sana nasıl sevdalandığımı bilmiyor musun?. Ne olur beni dışlama..'' 
İki eliyle yüzünü kapadı, ağlamaya başladı Yusuf; çünkü Züleyha yasaklıydı. Yusuf dedi ki:
- ''Sen, tahtadan yapılmış bir puttan utandın; ben Allah’tan utanmaz mıyım?..
(Ne diyeyim ben günümüzün bu hırsızlarına, rüşvetçilerine, sahtekarlara...
Hem Allah’tan utanmazlar hem de putlarına tesettür uygulayıp Müslümanlığı siyaset piyasasında pazarlarlar... Bunlarda utanmazlığın dibi yok ki!..)
***
Bir de ‘’Züleyha'nın gülümsemesi’’ var:
Bir gün Züleyha, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla
geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyha'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyha gibi takamazdı.
Birden bir meczub, ehil arslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyha'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyha tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyha'nın yüzüne bakmaya başladı meczub, "Züleyha..." dedi, "sevindir beni!" Züleyha kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczub oralı bile olmadı. "Züleyha..." dedi, "Sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem."
Züleyha bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczub sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi.
O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyha'nın gülümsemesi."
Züleyha'yı Züleyha yapan da işte bu gülümsemesiydi...
Osman AYDOĞAN  30 Kasım 2105


DEVİR ARTIK BU DEVİR, ÜZÜLME, DERT ETME CAN (2)
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş.... Demirel de soruyu yönelten kişiye:
- "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. 
Demirel'in anlattığı rivayet edilen fıkra şu:
Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. (Karakuşi pep abuk sabuk kakarlar verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşi’nin verdiği kararlara da ‘’Hükm-ü Karakuşi’’ denirmiş. Günümüzde de – gerçi genç hukukçular bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşi’’ derler.)
Bir gün Karakuşi kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşi kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşi kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?
Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek, 
- ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"
***
Devir artık bu devir, bugün ülkedeki durum bu. Mevlana derdi zaten ‘’Üzülme! Dert etme Can! Aydınlık, geceye hiçbir zaman yenik düşmedi CAN!’’
Osman AYDOĞAN  28 Kasım 2015


DEVİR ARTIK BU DEVİR, ÜZÜLME CAN
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...
Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşi) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşi Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuş Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"
***
Devir artık bu devir. Mevlâna derdi zaten: ‘’Üzülme! Dert etme Can! Aydınlık geceye hiçbir zaman yenik düşmedi Can!’’

Osman AYDOĞAN  27 Kasım 2015



KADINA YÖNELİK ŞİDDET
25 Kasım. ''Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' Tüm dünyada kutlanıyor. 1999’da, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla ilan edilmiş bir gün.
Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960’ta Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe, “Kadına Yönelik Şiddete KarşıUluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.

Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...

Kadına yönelik şiddete tabii ki karşıyız... Ancak burada gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...

Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir..

Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir...

Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir.

Osman AYDOĞAN   26 Kasım 2015



HER ŞEY AMA HER ŞEY YÜZYIL ÖNCESİNE NE KADAR DA BENZİYOR
Birinci Dünya Savaşına girişimiz kısaca anlatmıştım… Almanya’dan gelen ve ‘Goeben’ (Yavuz) ile ‘Breslau’ (Midilli) isimleri verilen iki Alman savaş gemisinin Rus limanlarını bombardıman etmesinin ardından Rusya 11 Ekim’de Osmanlıya savaş ilân etmişti…
Her iki devlet, özellikle almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Almanların bu ittifakta bambaşka amaçları vardı.
İnönü anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler ibaresini kullanır.
Doğan Avcıoğlu, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.
Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazın Cavit Bey ilk kez olarak, Istanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i Istanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda,
- ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'', der.
Savaş esnasında bile Osmanlı ve Almanya müttefik olmalarına rağmen birbirleriyle çatışmaktan dahi çekinmediler…
Yahudi asıllı Alman tarihçi Jehuda L. Wallach, ‘’’Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’’ isimli eserinde (Droste Verlag Düsseldorf, 1976) 241’inci sayfasında bu çatışmadan bahseder.
Jehuda L. Wallach’a göre Rusların devrimden sonra savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başlar. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırır.. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan eder. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilir. (Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan bahsedilmemektedir. Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan bahsetmektedir.)
Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Prof. Dr. Lothar Rathmann ‘‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’ eserinde (Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982) 13. sayfada Alman General Ludendorf'un şöyle dediğini yazar: ‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’
Yine bütün bunlar bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.
Her şey ama her şey yüzyıl öncesine ne kadar da benziyor… Sadece aktörlerin adı değişik...
Osman AYDOĞAN  25 Kasım 2015



GÖRÜNEN KÖY
Biliyorsunuz bugün (24 Kasım 2015) Suriye sınırında bir Rus savaş uçağı Türk savaş uçakları tarafından düşürüldü. Olayın ardından Rusya Devlet Başkanı Putin'den açıklamalar geldi. Putin, "Rus uçağının vurulmasını sırtımızdan bıçaklanmak olarak yorumluyoruz. Uçak düşürme olayının Rusya-Türkiye ilişkileri açısından ciddi sonuçları olacaktır" diye konuştu.
Putin'in konuşmasından öne çıkan bölümler şöyle:
"Uçak Suriye topraklarında, Türkiye sınırından 4 kilometre ileride bir bölgeye düştü. Saldırı esnasında, 6000 metre yükseklikte ve Türkiye topraklarından 1 kilometre uzaklıkta bulunuyordu. Rus uçağı ve pilotları, Türkiye için hiçbir şekilde tehdit teşkil etmedi. Bu çok açık. Suriye’de düşürülen Rus uçağı, IŞİD’le savaş görevini yerine getiriyordu. Türkiye, Rus uçağının düşürülmesinden sonra acilen Rusya ile iletişim kurmak yerine, sanki uçağı Rusya düşürmüş gibi NATO’ya başvurdu"
Bunlar bugün (24 Kasım 2015) yaşananlar.. Gelin iki gün geriye gidelim ve bu sayfada yazdığım ''Köşe Yazıları'' bölümündeki  yazımı üşenmeden bir daha okuyalım.. (Aşağıda kopyaladım)
Ne yapalım, sakalımız yok ki!
***
MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun sadrazamı olan Said Halim Paşa’nın Fransızca olarak kaleme aldığı “L’Empire Ottoman et la Guerre Mondiale”, yani “Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı” isimli hatıralarından savaşa nasıl girdiğimizi anlattığı bölümün kısaca özeti şu şekilde:
''Savaşa henüz resmen dâhil olmamış ama tarafımızı belli etmiştik, Almanya’nın yanında duracağımız anlaşılmıştı. Almanya’dan gelen ve ‘Goeben’ (Yavuz) ile ‘Breslau’ (Midilli) isimleri verilen iki Alman savaş gemisinin Rus limanlarını bombardıman etmesinin ardından Rusya 11 Ekim’de bize savaş ilân etti, İngiltere ile Fransa’nın da savaş ilânı üzerine kendimizi dünya harbinin içerisinde bulduk.’’
(Nereden nereye. Ben Almanya’da iken ‘’Goeben’’ ve ‘’Breslau’’ gemilerinin komutanı Koramiral Wilhelm Souchon’un kardeşinin torunu denizci bir asker ve akademisyen olan Lennart Souchon ile bu konuyu uzun uzun tartışmıştık…)
Gelelim günümüze… 07 Kasım 2015 tarihli gazete haberleri:
‘’ABD Avrupa Komutanlığı 6 adet F-15C hava muharebe uçağının İngiltere’deki üslerden İncirlik Üssü’ne gönderildiğini bildirdi. Hava savaşında etkili olan bu uçakların Türk hava sahasının korunmasına destek için görevlendirildiği açıklandı. Washington Times gazetesi 'F-15’ler Suriye’ye Rus uçaklarını düşürmek üzere gönderiliyor' diye yazdı. ABD Avrupa Komutanlığı uçakların 'Türkiye’nin talebi üzerine gönderildiğini' belirtti.’’
‘’Goeben’’ (Yavuz) ve ‘’Breslau’’ (Midilli) isimli Alman savaş gemilerinin yerine koyun ABD F-15 uçaklarını… Tek fark birisinin ‘’Kuzey’’de başımıza bela sarmış olması, diğerinin ise ‘’Güney’’de başımıza bela saracak olması…
Mehmet Akif Ersoy tarihin tekerrürden ibaret olduğunu şöyle söylerdi:
''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''
‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi.
Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’
Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Paylaşım Savaş'ının bütün koşulları yinelenmekte. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiş. İngiltere'nin ve Almanya'nın yerini ABD almış, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini T.C., almış.
Bütün bunlar bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN  24 Kasım 2015


ATATÜRK'ÜN KÜTAHYA LİSESİNDE ÖĞRETMENLERE YAPTIĞI KONUŞMA
''Muallime hanımlar ve muallime efendiler, 
bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kudreti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kudreti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.
Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.''
Kütahya Lisesi, 24 Mart 1923
Tüm öğretmenlerimizin ''Öğretmenler Günü''nü kutlar, ellerinden öperim..

Osman AYDOĞAN 23 Kasım 2015




İSTESEK DE İSTEMESEK DE, BİLSEK DE BİLMESEK DE HEPİMİZ TÜRK'ÜZ!
Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’ (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların çoğunda Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil Türk akınları, Türk seferleridir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.
Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… 
Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?
Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.
***
Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur.
Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır. Sosyal bilimci Ernest Renan da ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.
Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyal güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle kendileri hep ulus devlet olan emperyal güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyal güçler pek hazzetmezler.
***
Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardır: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti.''…. Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti.''… Yani, tarih bilincinden yoksun, kendini bilmez bir siyasetçi veya bir başkası istedikleri kadar Türk olmadıkları söyleseler, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de, istedikleri kadar ''Türkiye milleti''nden bahsetseler de (sanki Almanya milleti, sanki Fransa milleti, sanki İtalya milleti varmış gibi) Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’
***
Şu sözler Lübnanlı şair, ressam, yazar ve filozof Halil Cibran’a aittir:
"Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz.
Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar.
Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.
Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır.
Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.
Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar.
Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz.
Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. "
Yukarıda izah edildiği gibi ‘’istesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’ Aksi halde Halil Cibran’ın bu kadar ileri görüşlü olduğunu düşünmek demektir ki bu da bu aziz ulusa yazık olur, hakaret olur ve Etrüsklere ne olduysa Türklere de olur!… 
***
Herkesin ulus devlet inşa etmeye çalıştığı bir zamanda var olan çağdaş bir ulus devleti yıkmaya çalışanı ve yandaşlarını ‘’ulus yıkıcısı’’ ve ‘’emperyal güçlerin işbirlikçisi, maşası’’ olarak tarih baba affetmeyecektir…

Osman AYDOĞAN  22 Kasım 2015



BİZİ BİLMEYEN NE BİLSİN, BİLENLERE SELAM OLSUN
Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz, ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’
Yılın artık bu uzayan gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım, neler buldum neler… Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum…
Karacaoğlan’ı aradım sonra;
‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’
Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum…
Veysel’i aradım daha sonra;
‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’
Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum…
Yunus’u aradım daha daha sonra;
‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’
Bu dünyadan gidenlerin sadece insanlar değil, esas gidenin zaman olduğunu buldum. Geçip giden zamana selam olsun demeyi buldum.
Melih Cevdet Anday’ aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…
Felsefeci Bedia Akarsu’yu aradım sonra, O’nun bir yazısını buldum, şöyle yazardı Akarsu: ‘‘Geçmiş zaman sürekli olarak bugüne akar. Böyle bir akıntıda ‘zaman’ ortadan kalkar ‘süre’ başlar. Süreyi yaşayabilmemizin koşulu, bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır.’’ Akarsu’nun söylediği gibi, geçmiş zamanın sürekli bugüne aktığını, bugünün geçmişi şimdi olarak yaşadığımız bir an olduğunu buldum…
İS 161- 180 yıllarında yaşamış olan Roma imparatoru Marcus Aurelius’u aradım sonra… Filozoftur kendisi, sürekli yazmıştır… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Marcus Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…
Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyalog buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün Salı olmadığını buldum…
Daha başka şeyler de buldum… Aslında bugünün dünyamızın güneşin etrafında dönerken yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum… Zamanın akışının anaforlu olduğunu buldum. Bu anaforun hayat süresini kısalttığını, sürenin kısa olduğunu, hiçbir şeyin bâkî olmadığını buldum. Ölümün, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulduğunu buldum... İnsanın, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı öldüğünü buldum... Sonra sonra, evreni ayakta tutan tek şeyin hep iyi dilekler olduğunu buldum…
Zamanın hep geçtiğini, bizim de göçtüğümüzü, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimizi, iki kapılı bir handa gittiğimizi buldum...
Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafında her an yeni bir tura başlarken, ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;
Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim…
İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim…
Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…
Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim…
Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim…
Süreyi iyi yaşamalarını diledim…
Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim…
Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…
Yunus’u aradım tekrar…
Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;
‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’
Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…
Osman AYDOĞAN  21 Kasım 2015




ASIL EN BÜYÜK TRAJEDİ
Yahya Kemal Beyatlı, ölümü ‘’meçhule giden bir gemi’’ olarak tanımladığı şiirine şöyle başlamıştı;
‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’
Yahya Kemal’e göre ölüm ‘’zaman’’dan demir almak, ayrılmakmış…
Şiirini şöyle bitirirdi Yahya Kemal;
‘’Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden 
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden’’
Birçok gidenin her biri memnunmuş ki yerinden, bu seferlerinden hiç ama hiç dönen olmamışmış…
Halil Cibran derdi ki; ‘’hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibidir. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar.’’
Cibran’a göre ise hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibilermiş. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar gidermiş…
Ölüm deyince aklıma Hegel gelir; Georg Wilhelm Friedrich Hegel…
Hegel’e göre dünya demek mantık demekti… Hegel’e göre; insanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin de sınırlarını çözmüş olacaklardı… Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş.
Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. 
Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.
Hallac-ı Mansur da ölüm için şöyle söylemişti;
'‘Hayatım ölümdedir benim
Ölümüm de hayatımda’'
Mansur’a göre hayatımız ölümümüzmüş…
Mevlânâ’ya göre ise; ‘’doğum, hayatın bitmeye başladığı an, aradaki bölüm ise ölümden çalınan zamandır.’’ Mevlânâ’ya göre doğum, hayatın bitmeye başladığı anmış…
Mevlânâ gibi bir benzer sözü de Alman filozof Arthur Schopenhauer söylemişti; ‘’Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.’’ Schopenhauer’e göre de kaçış yok, zafer ölümünmüş, kedinin fare ile oynadığı gibi ölüm de hayatla oynarmış…
Fransız şair Alphonse de Lamartine bir şiirindeki dizelerinde şöyle yazmıştı;
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin yazdığı gibi; zaman adlı denizde liman yokmuş biz insanlar için, sahil de yokmuş zaman için, zaman geçer, bizler de göçermişiz, tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın ölümü ‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan’’ diye tanımladığı gibi…
Veysel derdi ya hani;
'‘İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’'
Bu sonbahar günlerimizde Veysel’in söylediği gibi ‘’zaman’’dan göçerken gidiyormuşuz gündüz gece… Zamanın akışı anaforluymuş... Bu anafor hayat süresini kısaltırmış. Süre de kısaymış... Hiçbir şey bâki değilmiş.... Ölüm, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulurmuş....
Bernard Shaw’ın söylediği gibi asıl İnsan, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı ölürmüş... Derdi zaten Halil Cibran; ‘’arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.’’
Kimindi bu söz anımsamıyorum; hayat herkes için başlar ve bitermiş. Aradaki boşluğu her insan kendi çapına, tıynetine göre doldururmuş.
Yüce Tanrı, hadîs-i kudsî’de de; “gizli hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım” diye buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşırmış; insanların Hakk’tan gelip yine Hakk’a dönüşleri anlamındaymış… İbn Arabî, Seyyid Nesîmî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî kendilerinin çoğunu ölüme götüren "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözünü bu anlamda söylemişlermiş; insanlar Tanrı'dan gelip yine Tanrı’ya dönerlermiş… 
Schopenhauer de söylemişti zaten; ‘’ölümden sonra, doğduğundan önce neysen, o olacaksın.’’ Jostein Gaarden de ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabında uzun uzun anlatmıştı bu görüşü desteklercesine; ‘’bizler yıldız tozuyuz.’’
Fransız filozof Michel Foucault ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında ‘’bakanın bakılan olduğu’’ yazardı. Günümüzde de Kuantum teorisi ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahsetmektedir. Bütün bu bilgeler şunu iddia ederlermiş; ‘’evrendeki her şey organik bir bütündür…’’ Zaten bir Çin atasözü de şunu söylerdi; ‘’bir ot yolarsanız tüm evreni sarsarsınız.’’
Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş…
Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…
Görüldüğü gibi bu evrende yerimiz sıradan ve çok çok küçük, zamanımız ise çok çok kısaymış… Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğünü anlamak da zormuş aslında…
Immanuel Kant da bunu söylerdi zaten; ‘’bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktayız, bildiğimiz hiçbir şey yoktur, bildiğimizi sandığımız sadece olaylardır, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuştur.’’
Kant’a göre evren asla çözemeyeceğimiz bir sırdı, ancak Halil Cibran da şöyle söylerdi; ‘’Evrenin bütün sırlarını çözen kişi ölümü de arzular, çünkü ölüm de bir sırdır.’’
Dünyadaki canlılardan sadece insan öleceğini bilerek yaşarmış. Varoluşçu akımda bu ölümlü olma bilgisiyle yaşam haline ‘’insanın trajedisi’’ olarak adlandırılırmış.. Bir kutsal kitap da bir başka trajediden bahsederdi; ‘’insanoğlu için en büyük trajedi, insan olduğunu anlayamadan ölecek olmasıdır….’’ Uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde insan olduğumuzu nasıl anlayacaktık ki??? Kant’ın söylediği gibi ‘’bildiğimiz hiçbir şey yokken’’ insan olduğumuzu nasıl anlardık ki???
Daha büyük trajedi; uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek ve Tanrı’dan gelip yine Tanrı’ya dönecek olan varlıkları görmemek değil midir???
Garip akımının içinde pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi de ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled Çelebi’nin ‘’Mârâ’’ isimli bir şiir vardı. Şiirine şöyle başlardı Asaf Hâled; ‘’Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mârâ’’
Gerçekte günümüzün asıl en büyük trajedisi ‘’bilmek’’ ve ‘’düşünerek yaşamak’’ değil midir??
Osman AYDOĞAN  20 Kasım 2015



AŞK VURGUNU BİR YAZAR
Mehmet Rauf... Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar. Servet-i Fünûn yazarı... ‘’Eylül’’ ve ‘’Siyah İnciler’’in yazarı... Artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarıdır Mehmet Rauf...
Mehmet Rauf 1875’de İstanbul’da doğar… Bahriye Mektebini (Deniz Harp Okulu) bitirir... Deniz zabiti olur… 1931 yılında vefat eder... Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip Maçka Kabristanına defnedilir…
Nûr içinde yatsın...
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cenaze törenine katılan bir yakınından şu ifadeyi dinler: ‘’Mehmet Rauf’un genç karısı (Muazzez) gözleri tabuta dikili olarak tâ önde yürüyordu ve tabutu sanki bu gözlerden çıkıp uzanan bir sevgi bulutu taşıyor gibiydi.’’
Mehmet Rauf, sağ koluna felç gelip yazamaz olduktan sonra bütün yazılarını Muazzez Hanıma yazdırır. Bu nedenle yakın çevresine Muazzez Hanım için; ‘’Bu benim sadece eşim değil, aynı zamanda sağ kolum’’ der.
Mehmet Rauf’un ilk eşi Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’dır... Bu evlilikten olan kızı Fatma Nihâl yazar Selami İzzet Sedes ile evlenir.
İkinci eşi; yazılarından etkilenip mektupla kendisine evlenme teklifi yapan ve daha sonra ayrılmayı kendisi isteyip ayrılan Besime Hanım’dır...
Muazzez Hanım Mehmet Rauf’un üçüncü eşidir ve ona ‘’Zezi’’ diye hitap eder. Zezi’sine Mehmet Rauf; ‘’Sen benim ilk veya son değil, bütün hayatımın bir tek yıldızısın’’ diye yazar bir kitabını Zezi’sine atfederken...
‘’Ferdâ-yı Garam’’ şimdilerde hiçbir yerde bulunmaz.. ‘’Siyah İnciler’’i şimdilerde pek bir kimse okumaz... ‘’Eylül’’ ise, çok şükür hâlâ kitapçı vitrinlerini süsler... ‘’Eylül’’ okunmalı diye düşünürüm... ‘’Eylül’’deki Necip’le Suad tanınmalı diye düşünürüm...
Bir vakitler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından Rahim Tarım’ın Mehmet Rauf’u tanıtan bir kitabı yayınlanmıştı... (‘’Mehmet Rauf; Hayatı, Sanatı, Eserleri’’, Rahim Tarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1998) Depolarda, vitrinlerde kaldı mı bilmiyorum... Zaten buradaki bilgilerin çoğu da bu kitaptan alınmıştır.
Mehmet Rauf’un hemen hemen hiç bilinmeyen diğer romanları: Genç Kız Kalbi, Bir Aşkın Tarihi - Mültehip- , Menekşe, Böğürtlen, Define, Kan Damlası, Karanfil ve Yasemin, Son Yıldız ve Halâs. Romanlarının isimleri bile Mehmet Rauf’u anlatır.
Mehmet Rauf sadece edebî eser vermekle kalmaz, okur, sever, hisseder, yaşar ve bütün yaşadıklarını edebiyata aktarır ve çoğu zaman da kahramanlarını kendi duygu ve düşüncelerini aktarmak için araç olarak kullanır.
Bu nedenle ‘’Eylül’’deki roman kahramanı Necip’in kendisi olduğu iddia edilir. 
‘’Bir Genç Kız Kalbi’’ isimli romanının yazarın ikinci evliliği ile sonuçlanan aşkını anlattığı ileri sürülür. ‘’Ferdâ-yı Garam’’ kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikayesidir. Kendi aşkını anlattığı söylenir...
Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.
Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır:
‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’
‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçmiştir Mehmet Rauf.
Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıpratdıra yıpratdıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’
Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.
Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikayetler başlar.
Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır.
Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’
Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır.
Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybetmiştir. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar. Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:
‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’
Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;
‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’
ifadeleriye bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.
Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüzotuziki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.
Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur: ‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’’
Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın Eylül, Kimsesizliklerim ve Siyah İnciler isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ adında güzel bir yazısı var. Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar;
‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.
Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz!
Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir. 
- Madem ki ayrılıyoruz...
Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının - çünkü Eylül de geç gelmiştir - ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır.
Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘mağmum’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.’'
‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum... Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı... En azından ‘’Eylül’’, Eylül geçmişse de okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...
Osman AYDOĞAN   19 Kasım 2015



MİHRİBAN
Mihriban; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır....
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki mihribandır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiştir hayat manasızlaşmıştır, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce kız küçük derler, bahane bulurlar bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da “bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır.
Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut cizilmiyor mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım karabahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor mihriban
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz tabi.. Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:
''Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.
“Mistik bir olgunlukla, son bir kez'' diyor, ''son bir kez daha görmek istemezdim.'' ''O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” “Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun. 'Unutmak kolay mı deme / Unutursun Mihriban’ım' diyorum.''
''Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de unutursun Mihriban’ım”
Siyasi görüşünü beğenmeyebilirsiniz, Akit yıllarına lanet de okuyabilirsiniz. Ama o bir şairdi... Protest şiirlerini, duygusal şiirlerini, Türk şiirine katkılarını nasıl unutabiliriz...
Şair Abdürrahim KARAKOÇ 07 Haziran 2012'de vefat etmişti. Allah rahmet eylesin.... Unutuldu gitti.. Şairi kendi fikirdaşları dahi kimse anmıyor..
Nietzsche söylerdi zaten;
‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’
Osman AYDOĞAN  18 Kasım 2015




DÜZENBAZ
“Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. 
Canbaz: Canı ile oynayan.. 
Sihirbaz: Sihir ile oynayan.. 
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan vb. 
***
Ancak bu kural “Düzenbaz”da işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynaya anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça…
***
Farsçada ise “düzenbaz” diye bir sözcük var. “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın”. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! 
***
Ancak Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden anlamında kullanılır. İşte bu tipler her devirde vardırlar ve Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz bir adamdırlar. Hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar.. Onlar ''Düzenbaz''dırlar...

Osman AYDOĞAN  17 Kasım 2015


TERÖR ÜZERİNE

‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ 
Peter Ustinov
Osman AYDOĞAN  15 Kasım 2015


YALNIZ, GÖNLÜMDE BİR ACI VAR, ADINI BULAMADIM
(Hafta sonu, vaktiniz var diye düşünüyorum. Yazılarımı beğeniyorsanız uzunluğuna aldanmayın bu yazımı kaçırmayın derim. En güzel yazım ! )
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır. 1896 doğumludur…
Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder.
Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar.
Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’
Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:
‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’
Kadınlı erkekli toplantılarda;‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı…
İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi. Aralarında büyük yaş farkı vardı. Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti. Bu evliliğinden oğlu Necati (Sander) dünyaya gelmişti. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.
Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam; Osman Fahri. Osman Fahri Şükûfe Nihal’e çılgınca âşıktı. Bu ayrılık onu cesaretlendirmiş, hislerini sevdiği kadına açıklamıştı. Ama aldığı cevap olumsuzdu.
Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak Elazığ’a gitmiş, oradan da yalvarmıştı;
‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’
Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.
Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı…
Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. ‘‘Yakut Kayalar’’ adlı romanının kahramanıydı Osman Fahri. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...
Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar.
Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.
‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’
Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”
Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:
‘’Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp 
parmaklarımı kanatarak 
kırasıya, 
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz, 
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz 
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’
Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.
İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti. Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay...
Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ (Kubbealtı Yay. 2010) isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;
Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.
Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal… Aynı kitapta bulunan ‘’Gurbet’’ şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmişti. ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:
‘’Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar’’
Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:
‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’
Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:
‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl 
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’
Aşkları üzerine roman yazdılar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler.
Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti. Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal.
Şükûfe Nihal ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:
‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’
Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini ve ümitsizliğini anlatır:
‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’
Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti… Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.
Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazrar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:
‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’
Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verir.
Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.
Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…
Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ adlı romanında (Everest Yay. 2010) Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahseder;
“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’
Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’
Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.
1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir; kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Kızı Günay’ın bebeğini doğururken hayata gözlerini yumması yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.
Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.
Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…
Şükûfe Nihal yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı aramıştır. O’nun aradığı aşk tensel değil, tinsel bir aşktır.
Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:
‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .
Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’
Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır.. Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.
‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi... Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti.
Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır. Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:
“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )
Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.
Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:
‘Son Hatıra
Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’
Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.” (Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)
Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri, ne de Fâruk Nâfiz… Hepsini unuttuk…
Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den bahseder. Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’
Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.
Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı...
Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)
Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum. 
Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ve Şükûfe Nihal’den son bir şiir:
SU
Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlayan o su... 
Sesini en tatlı yerinde kesti 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.
O su, bir sır gibi mırıldanırdı; 
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı; 
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı 
Gamlı yolumuzda ağlayan o su...
Sessiz ruhumuzu o bestelerdi, 
Bize "Unutalım dünyayı" derdi... 
Bir aldı sonunda verdi bin derdi, 
Bizi bizden fazla anlayan o su.
Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere; 
Yolumuz ayrıldı başka ellere; 
Benzetti bizi bir kırık mermere 
Ruha zehir gibi damlayan o su.
***
Şükûfe Nihal hakkında:
Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.
Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.
1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını almıştır…
Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…
Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan, üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular. Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…
1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir", "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir.
Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.
Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu; “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”
Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.
Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…
Osman AYDOĞAN   14 Kasım 2015



AKLIMDAN GEÇENLER
Nitelikli sanatçı Murat Göğebakan’ı geçen sene (31 Temmuz 2014) genç yaşta kaybetmiştik. ‘’Ay Yüzlüm’’ isimli şarkısını severdim. Bu şarkının girişini hatırladım. Melodisi hep aklımdadır. Bulutlu bir gecede dinlemiştim ilk. Ay ışığı bulutlar arasında saklambaç oynarcasına bir görünüp bir gidiyordu.
Zaman hancı bulut yolcu
Şimdi gitti en son yolcu
Bitmedi mi hasretin borcu
Neredesin ay yüzlüm
***
Hiç kendi kendine kavga etmeyen insan var mıdır ki bu dünyada? İnsanın kendisiyle kavgasında başına adamlar toplanmazmış, araya girenler olmazmış, bu yüzden çok çok uzun sürermiş bu kavgalar.
***
Geçen yaz… Gecenin bir vakti idi… Uzaklardan sahile vuran denizin dalgalarının sesleri geliyordu… Dalida’nın söylediği hepimizin çok sevdiği o meşhur ‘’I found my love in Portofino’’ şarkısındaki dalga sesleri gibiydi… Gün döneli çok olmuştu, henüz bitmese de yaz, güz rüzgârlarının o ürpertici sesi ve ağaçlarda yaprakların haşırtısı geliyordu…
Çok uzaklardan bir müzik sesi geliyordu, o çok sevdiğim nağmeler: Melihat Gülses’in sesiydi, Arda Şendoğan’ın güftesi, İsmet Nedim Saatçi’nin bestesi o çok sevdiğim ve bana hep hüzün şırınga eden Muhayyerkürdî şarkıyı söylüyordu Melihat Gülses: ‘’Boş çerçeve’’ Ne de olsa hüzün hepimize olduğu gibi bana da mutluluk verirdi. (!)
Artık bülbül ötmüyor
Gül dolu pencerede
Yalnız hâtıran kaldı
Ah boş kalan çerçevede
Birkaç sene önceydi, bir Eylül sonunda Bodrum’da ben ve eşim, Melihat Gülses ve eşi, Grup Eşref Vakti üyeleri ve Bekir Ünlüataer bir konser sonrası bir sahil lokantasında gece 03’e kadar sohbet etmiştik…
***
Haberleri pek izlemem. TV’den kulağıma Kerkük haberleri çalınıyor. Bir hüzün doluyor içime… Arif Nihat Asya’nın şiirini hatırlıyorum. (şiir uzun buraya iki kıt'asını aldım)
Daha gelmedi mi sırası
Uçup ey kuşlar büyük küçük
Akıp ey bulutlar köpük köpük
Siz söyleyin kaç günlük
Yoldu orası
Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük
***
Yaşım ilerledikçe daha iyi düşünüyor ve inanıyorum ki düşünce ufku geniş olup felsefe, sosyoloji, hukuk, tarih eğitimi alanlar İslamı daha iyi özümsüyorlar, yüceltiyorlar… İslama en büyük zararı da bu nitelikleri olmayanlar veriyor.
Yunus Emre Müslümanda bulunması gereken bazı nitelikleri, erdemleri şöyle ifade etmişti:
Bir kez gönül yıktın ise 
Bu kıldığın namaz değil! 
Yetmişiki millet dahi, 
Elin, yüzün yumaz değil!
Yol odur ki doğru vara, 
Göz odur ki Hakk’ı göre 
Er odur ki alçakta dura 
Yüksekten bakan göz değil!
İnsan başkalarını hor görmeyecek, gönül kırmayacak, insan sevecek, alçakgönüllü, hoşgörülü davranacak, kibirli, yüksekten bakan olmayacak. İnsan, bilgisini çıkar amaçlı kullanmayacak, olduğundan fazla görünerek insanları kandırmayacak, gösterişçi değil, gerçekten bilgili olacak. Bu niteliklere sahip olanların ancak ibadet hakkı olurdu. Yunus Emre bir dizesi ile bu niteliği veciz şekilde ifade etmişti:
Sen elifi bilmezsin 
bu nice okumaktır.
***
Hermann Hesse’nin ‘’Bozkırkurdu’’ isimli romanından bir cümle anımsıyorum: ‘’Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm.’’
***
Güz aylarının son günleri. Yaprakların artık ağaçlardaki son demi. O güzel yaz günleri geçmiş, sonbahar da bitmiştir. Güneş artık dallar arasından solgun solgun bakmaktadır. Gri gri bulutlar kümelenmiştir gökyüzüne. Yerlerde solgun yapraklar kurumak üzredir. Kış kapıyı çalmak üzredir.
Osman AYDOĞAN  13 Kasım 2015


BİR HAZİN AŞK HİKÂYESİ
Aleksandr Sergeeviç Puşkin, bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma, bu aşk ve bu yanlış tercih; yeryüzünde çoğu insanın yaptığı gibi…
Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur.
Puşkin Natalya’ya evlenme teklif eder; Natalya ise, şairin evlenme teklifini belirsiz bir tarihte cevaplanmak üzere erteler. Puşkin, bu durum karşısında umutsuzluğa kapılır ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyarak Moskova’dan uzaklaşmak ister. Bu nedenle de, 1829’da, Natalya’yı unutabilmek amacıyla bir gözlemci olarak Rus ordusuna katılır ve Osmanlı topraklarına Erzurum’a kadar gelir. Sonradan yazdığı “Erzurum Yolculuğu” adlı eserinde yol izlenimlerini anlatır.
İşte bu yolculuğunda Sibirya’dan Polonya’ya kadar bilinen bir aşk şiirini Erzurum’da yazar; Türkçe okunuşu ile "Ya vas lyubil"; ‘’Seviyorum Sizi’’ Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle Türkçesi; (Seviyorum Sizi, Aleksandr Puşkin, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviren: Ataol Behramoğlu, 2006)
‘’Seviyordum sizi ve bu aşk belki
İçimde sönmedi bütünüyle.
Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi
İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle.
Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.’’
Moskova’ya dönen Puşkin, Natalya’ya evlenme teklifini yineler. Uzun çekişmelerden sonra Natalya’nın ailesini de ikna etmeyi başarır ve sonunda nişanlanırlar. Natalya ise, bu duruma karşı kayıtsız kalır ve sadece izlemekle yetinir. Natalya’nın bu tutumu da sonuna kadar böyle devam eder. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in.
Evde mutluluğu bulamayan Puşkin’in kadınlara aşırı bir düşkünlüğü oluşur. Şu sözü bu özelliğini anlatır: ‘’Mutluluğun iki biçimi vardır. Biri bir kadına sabırsız bir halde umutla giderken ve diğeri bir kadından ve tutkudan kurtulmuş olarak geri dönerken.’’
"Evime çekinmeden, serbestçe
evimin kadını olarak gir..."
diye söyler Puşkin şiirinde bütün güzel kadınlara…
Son yazdığı şiirlerinden birisidir;
‘’Tüm arzularımı yaşadım ben 
Hayallerime de soğudum artık 
Sadece acılarım kaldı içimde 
Meyveleri kalbimdeki boşluğun...’’
38 yaşına rağmen tüm arzularını yaşamıştır artık, hayallerine de soğumuştur, sadece acıları kalmıştır içinde. Bu yaşta sanki intiharına karar verir; çünkü ömrünün bu anında kader George Charles d'Anthès adında Fransız Ordusunda görev yapan birisi ile karşılaştırır O’nu.
Puşkin, o sıralarda kendisine yazılan birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d'Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının eşi Natalya Puşkin’e kur yaptığını, Natalya’nın da buna kayıtsız kalmadığını öğrenir. 1837’de d'Anthès’i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin’in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü d'Anthès’in ordunun en iyi nişancılarından olduğu bilinmektedir.
27 Ocak 1837'de St.Petersburg yakınında düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin'in şahidi arkadaşı Danzas'tır. Düello'da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d'Anthès, Puşkin’i karnından yaralamayı başarır.
"Yüzbaşının Kızı" romanındaki yazdığı şekilde gerçekleşen düello sonucu iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak 1837 yılının soğuk bir öğleden sonrası yine bir hikâyesinin kahramanı gibi hayata gözlerini yumar.
Puşkin ölürken St. Petersburg'da kar yağmaktadır. Her yeri bembeyaz bir örtü kaplar. Bu sonsuz beyazlığı yeryüzünün Puşkin'e olan matemine yorarlar.
Osman AYDOĞAN  12 Kasım 2015


İSTANBUL


Lise hayatım yatılı olarak İstanbul’da geçmişti… Yüksek lisansım da İstanbul’da idi.. Zaman zaman kısa sürelerle gelir giderim… Her defasında gördüğüm İstanbul lise hayatımın İstanbul’undan hep gerisin geri gitti… 
***
Yatılı lisede koğuşlarda, yat saatinde, boğaz vapurlarının projektörlerinin ışıkları koğuş duvarlarında bir kedi gibi usul usul gezinirken, peşine takıp takıp, deriiin deriin uykulara götürürdü beni...
Rüyalarda, okulun hemen arkasındaki tepeleri aşıp, koşa koşa, uça uça, dağları, bayırları, yolları aşa aşa Jorge Amado’nun ‘’insanın anayurdu çocukluğudur’’ dediği gibi anayurdum olan çocukluğumun geçtiği memleketime, evimize, anneme, babama, ağabeylerime, ablalarıma giderdim...
Boğaz'da yankılanan buuup buuuppp vapur sesleri, sabahları kalk borusundan çoook çoook önceleri uyandırırdı beni...
Pencerelerden bakarken Boğaz'a, beyaz beyaz bir kuğu gibi geçerken vapurlar, o koca koca, o uzun uzun gemiler, alıp alıp götürürdü beni hiiiç bilmediğim yerlere, diyarlara, memleketlere...
Memlekette kalan platonik aşkımın, bir çift kapkara hançerin simsiyah uçları gibi gözleri, andıkça, hatırladıkça, bir bıçak gibi saplanırdı kalbime, bir mıh gibi çakılırdı beynime, bir sonbahar hüznü gibi dolardı gönlüme...
Hafta sonunda akşam vakti, okula dönüş zamanı, Üsküdar Camii yanındaki durakta Leyland marka İETT otobüsünü beklerken; kış günü lapa lapa yağan karlar, araba farları, sokak lambaları altında, karşıda Barbaros Bulvarı’nda yukarı çıkan araçların tarçınlı akide şekeri misali stop lambaları puslu puslu yanarken, patlayan kestaneler, mısırlar, satıcı sesleri, vapur sesleri, ezan sesleri, martı sesleri, insan sesleri arasında sıram geldiği halde sıradan çıkarak tekrar tekrar sıraya girerdim o muhteşem tabloyu seyre devam etmek, o büyük pastoral senfoniyi bitirmemek için....
***
Hafta sonu gezdiğim İstanbul cadde ve sokakları tertemizdi…
Nezih insanlar vardı… Kılığı ile kıyafeti ile, tavrı ile davranışı ile…
***
Bir pastahaneye, bir kahveye gittiğimde kadife bir sesle ve mahcup bir şekilde garsona söylenen şu hitabı artık duymuyorum İstanbul’da; ‘’Beyefendi, bir kahve alabilir miyim?’’ 
Bu ifade yerine artık duyduğum kaba ve borazan bir ses; ‘’Hey garson, bir kahve getir!’’ 
Bu her yerde böyle hale gelmiştir; çarşıda, pazarda, toplu taşımada, trafikte..
***
Birkaç yıl önce bir gittiğimde arabamla bir park yerine girdim. 
Bir görevli geldi çıkarken otoriter bir sesle ‘’anahtarı bırakacaksınız!’’
Arabada eşyalarım vardı, anahtarı da bırakmak istemedim, geri döndüm, arabamı aldım, çıkarken aynı görevli ‘’on lira vereceksin!’’ dedi. ‘’Neden, park etmedim ki, çıkıyorum’’ dedim. ‘’Gir çık on lira’’ dedi…
***
Bir gittiğimde eşimle taksiye bindim...
50 TL uzattım taksi şoförüne… Para üstünü vermesini bekliyorum..
Şoför sert bir tonla ‘’kardeşim bu yetmez’’ diye bana 5 TL uzattı. 
Boşunaydı benim kendisine 50 TL verdiğimi izah etmem.
‘’Karakola çek size orada ödeyeceğim’’ demem de kar etmedi, başka para da vermedim ama 50 TL’nin üzerini alamadan da çekip gitti…
***
Sonra bir gazete haberi okudum.. Midemi bulandırıyor…
Türkiye’deki domuz çiftliklerinde yıllık 3 milyon kg civarında et üretildiğini, bu rakamın neredeyse kırmızı et üretiminin yarısı olduğunu yazıyor. Ve devam ediyor gazete ‘’Bu etlerin hangi kanalla, nerelere satıldığı meçhul. Diğer çiftlikler de göz önüne alındığında Türkiye’de yaklaşık 3 milyon kg domuz etinin piyasaya değişik yollarla sürüldüğü ortaya çıkıyor.’’
Gazete İstanbul’daki domuz eti imalathanelerini sıralıyor: Şişli’de Foti-Onur-Fomar, Ayazağa’da Çerkezo-Sifko imalathaneleri, Ayazağa’da Adela, Gourmet, Arnavutköy yakınlarında Karlıbayır mevkiinde Marmara salam imalathanesi, Pepço, Şütte, Artem, İdeal, Özarzum imalathaneleri...
Ve yazıyor ki gazete ‘’Bu imalathaneler gibi ülkemizde 100′ün üzerinde imalathane var. Bu imalathanelerde markalı, markasız, etiketli, etiketsiz, domuz eti ve yağı katılmış çeşitli salam, sosis, sucuk ve jambon üretilmekte ve maalesef bunlar Müslüman halka yedirilmektedir. Sadece İstanbul’a günlük giren domuz eti miktar 30-40 ton civarındadır. Bu etlerden yapılan ürünleri gayri Müslümler değil, bilerek veya bilmeyerek Müslüman inancına sahip vatandaşlar tüketmektedir.’’
Ha bu arada beyaz et niyetine yedirilen martılar da hariç... 
***
Lisede kros takımındaydım.. Anadolu yakasının her tarafını koşarak katettim. Özellikle Çamlıca’dan başlayarak, tepelerden, sırtlardan Beykoz’a kadar koşu parkurumuz vardı.
1983 yılındaki Birinci Asya Avrupa Maratonu’na da katıldım. (Uluslararası idi, mütevazı bir maraton dünya altmışıncılık derecem de var hani..) O zamanki İstanbul şimdilerde sanki işgale uğramış, şimdiye kadar hep yağmalanmış, hep talan edilmiş, hep betona dönüştürülmüş, katledilmiş. Her gittiğimde üzülüyorum… O koştuğum yerlerdeki o cennet manzara yok artık.. 
***
Siluetini bozdular İstanbul’un. TEM’den İstanbul girişinde Ataşehir nam bölgede yeni bir camii yapmışlar. Beton bloklar arasına gömmüşler, kaybetmişler o güzelim camii. Her görüşte içim sızlar. 
***
Ali Sami Yen Stadı’nda Kayserispor’un maçlarına giderdim. Şimdi yıktılar o stadı, yerine beton yükseliyor.
Birinci köprü Avrupa ayağında tam tepede Karayolları tesisleri, tek katlı binaları ve genişçe bahçesi vardı. Son gittiğimde gördüm ki devasa beton bloklar yükseliyor (Zorlu Grubuna satmışlar, günümüz Türkiye’nin yeni ibadethaneleri olan AVM yapmışlar ). İçim sızladı.
***
Oto yol kenarlarını yeşil yapmışlar, çim ekip ağaç dikmişler. Başvekilin ‘’İstanbul’a milyarlarca ağaç diktik’’ dediği bu olsa gerek… Park, bahçe nedir görmesem gam yemeyeceğim…
***
Hatıralarımdaki İstanbul cennet gibiydi…

Osman AYDOĞAN  11 Kasım 2015


ATATÜRK'Ü DÜŞÜNÜRKEN
Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar
Bahçeleri talan eden bir deli rüzgardı
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar
Eskiden sonbaharın bir güzelliği vardı
Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana
Sonbahar dahi bir tuhaf bir başka geliyor
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor
Cahit Sıtkı Tarancı

Osman AYDOĞAN  10 Kasım 2015


HERMANN HESSE'DEN
"Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocamana stadlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü.''
''İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları.''
''Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, O zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan. "
***
''Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek iş, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.''
***
''Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm.''
Hermann Hesse, Bozkırkurdu -Orjinal isim: Der Steppenwolf- Yapı Kredi Yayınları / EDEBİYAT / Roman, 2003
HERMANN HESSE'DEN (2)
“İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. Ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. Böyle biri bir gün gelip suda boğulur.'' 
***
“İnsanlık ile siyaset birbirini dışlar. İkisine birden hizmet etmek hiç kolay değildir”
***
“Erkekleri görüyordum; bugün arzuyla, yarın bıkkınlıkla kahroluyor, yana yakıla seviyor, sevgilere hoyratça son veriyor, hiçbir sevgiye güven beslemiyor, hiçbir sevgide mutluluğu bulamıyorlardı.“
“Kadınları görüyordum sevgiden yanıp tutuşan; aşağılanmaları ve dayakları sineye çekiyor, sonunda kapı dışarı ediliyor, ama bağlandıkları erkekten yine de kopamıyor, kıskançlıkları ve horlanmış sevgileriyle onurları çiğnenmiş, köpeksi bir sadakat sergiliyorlardı.”
“…Ayrıca kendim için daha bir sessiz daha bir el altından gözyaşları döktüm; bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayıp hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan kendim için gözyaşları”
***
''Gözlerini gökyüzüne kaldır ve gördüğün tüm yıldızlara toprağın bugün ne kadar sarı olduğunu fısılda. Üç kere tekrar et akan suyun söylediği şeyleri. Bulutlarla örtülen yıldızlara ulaşmaya çalış. Onlar da seni duyana kadar çığlık at. Gözyaşlarındaki tuzun tadına varsın bütün yusufçuklar. Cama vurup duran ay ışığını odana davet et ve bu yüzyılın vakanüvisi edasıyla anlat yaşananları. Kaldırımlarda yatan bütün evsizlerin kanının kırmızılığı kadar ateşli bir gün batımını kahvaltına çağır ve imkansızı istemenin ruhta yarattığı erozyonu seyret.''
''Suyun durmadan akışındaki yer çekiminin inatçılığına gülümse ve onun da kulağına fısılda: 'Siyah bir gökyüzü beni çağırıyor. Güneş tekrar tırmanmaya başlayana kadar sapa bir patikadan doğuya doğru yürüyeceğim. Yolda karşıma çıkan masmavi bir ağacın dibine uzanıp Tanrı'yla konuşacağım. Zümrüt yeşili bir şemsiyeyle ressam dostumu bulup, ben yürürken beni seyretmesini isteyeceğim. Sarıyı bulana kadar.' ''
***
''Biz çocuksu düşüncelerimizden korktuğumuzda, hışırdar ağaç orada akşamları. Nasıl bizden uzun yaşıyorlarsa, öylesine uzun düşünceleri vardır ağaçların; uzun soluklu ve sakin. Onların dediğini gerçekten anlamadığımız sürece, bizden daha akıllı görünürler. Fakat eğer ağaçları duymayı öğrenirsek, işte o zaman özellikle düşüncelerimizin kısırlığı, aceleciliği ve çocukça telaşının, eşsiz bir neşe kaynağı olduğunu görürüz. Ağaçların dediğini gerçekten duyabilen kişi, artık ağaç gibi olmak istemez. O kişi artık olduğundan başka bir şey olmayı da istemez. İşte bu özüne, vatanına dönüştür. işte bu mutluluktur.''
***
''Her insanın kendi kendisinden çok şey beklemesini anlıyor ve onaylıyorum. Ama aynı şeyi başkalarından da beklemesini ve yaşamını iyi uğrunda sürdüren bir 'savaşa' dönüştürmesini anlayışla karşıladığımı ve onayladığımı söyleyemem; çünkü savaş, eylem ve muhalefet en küçük bir değer taşımıyor gözümde.''
''Dünyayı değiştirmeye yönelik her istemin savaşa ve şiddete yol açacağını bildiğimi sanıyorum. Dolayısıyla, şu ya da bu muhalefet cephesine katılmam olanaksızdır; çünkü bunun doğuracağı sonuçları uygun görmüyor, yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğü ortadan kaldırabileceğine inanmıyorum.''
''Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incilip kırılmalarımız sevgi ve hoşgörü noksanlığıdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş, en iyi niyetlerle de yola çıkıyor olsa yararsızdır bence.''
***
İsviçreli Alman yazar Hermann HESSE (1877 - 1962)

Osman AYDOĞAN  9 Kasım 2015


KİRAZ ZAMANI
Geçen hafta yazmış olduğum ''Kiraz Çiçekleri'' bana ''Kiraz Zamanı'' şiirini anımsattı. Önce şiirin hikâyesini anlatmak istiyorum:
Kiraz Zamanı şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement Paris Komünü partizanlarındandı. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adamıştı.
Şiirin hikâyesi şöyledir; 28 Mayıs Pazar günü Paris bütünüyle karşıdevrimcilerin eline geçmişti. Sadece Fontaine-au-Roi sokağında birkaç kişi çarpışıyordu. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçıydı. Aralarında Jean Baptiste Clement da vardı. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız geldi. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söyledi ve ödevine başladı. Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmaya yanaşmadı. Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları hiç kimse göremedi.” (Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri, C.1, Çev. A. Kadir-A. Timuçin)
“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söylenir. Birincisi şarkıda yere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağırıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi.
Önce şiiri aşağıya vereceğim (tabii ki Türkçesi) Sonra da bu şiirden yapılmış şarkıyı Yves Montand’ın sesinden. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan Fransız şansonlarının en güzellerinden “Kiraz Zamanı”nı Yves Montand’dan dinleyin!
Hatta canınız kiraz çekmişse şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.
Evet kiraz zamanı kısadır, ama güzeldir, aynı geçen hafta anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.
KİRAZ ZAMANI
Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır. 
Gelince bize kiraz zamanı, 
alaycı karatavuk ne güzel şakır.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa. 
Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.
Gelince size kiraz zamanı,
korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam, 
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını
Taşırım kiraz zamanından
yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.
Jean- Baptiste Clement
Osman AYDOĞAN  7 Kasım 2015 


GÜLTEN AKIN ANISINA
Sevgili Mustafa,
Şiirleri beğendiğin için teşekkür ederim..
Mevlâna'nın bir sözü vardı:
''Bir kişi güzel bir söz söylüyorsa bu o kişinin güzel söz söylemesinden değil, dinleyenin onu güzel anlamasından kaynaklanır.''
Şiirleri beğenmen benim güzel şiirler sunmamdan değil senin onları güzel bulmandan kaynaklanmaktadır.
……………….
Ancak sorun; bana sorduğun, sunu haline getirip, resim ve müzikle birleştirdiğim ‘’Eskici’’ isimli şiiri ‘’nasıl aşacağız?’’ sorusundan kaynaklanmakta…
Ben şiir yazmıyorum ki aşayım Mustafa!
Ben bir ''eskici'' gibi, eski şiirleri alıp sizlere aktarıyorum.
Ne demişti Bedri Rahmi Eyüpoğlu ‘’Eskici’’ isimli şiirinde, tekrar anımsatmak istiyorum;
‘’Eskiden yeterdim kendime
Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile! ...
Ve
Kim demiş ´can eskimez´ diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de..’’
………………
Şiirlerin iyisi kötüsü olur mu ki Mustafa aşayım onları?
Şiirler ilerlemezler ve aşılmazlar…
Onlar yeniden doğarlar..
Eski şiirlerin yeniden doğmalarına aracılık ediyorum ben Mustafa..
………………….
Şiir doğruları sunmaz bize Mustafa.
Şiir ufuklar açar sadece, bilinmedik gerçeklerin alanını açar.
Anlam da, şiirin sunduğu imgeden, hayalden başka bir şey değildir.
Ve şiir yaşamın anlamını araştırır Mustafa.
Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi değil mi Mustafa?
Sanatın içinde olan birisi olarak bunu sen daha iyi bilirsin.
Aslında, söz konusu "anlam"; felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak değil midir Mustafa?
Şair, kendi ruhunu bulan insan değil midir Mustafa?
Şiir; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu değil midir Mustafa?
……………….
Yapıtlarımda Asaf Hâled'e neden daha fazla yer veririm?
Doğu-Batı kültürünü bağdaştırarak ilhamını Asya tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, Eski Doğu medeniyet ve masallarından alan, kendi deyişiyle ''hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem'' yaratan, sadece hayal ve duygu şairi değil bir sezgi şairi de Asaf Hâled, ondan.
Onun için ''İbrahim''ini aldım, sunusunu hazırladım, sizlere aktardım.
''ibrâhim
gönlümü put sanıp da kıran kim''
diye soruyordu şiirinde Asaf Hâled.
Hangimizin gönlünü put sanıp da kırmadılar İbrâhim, pardon Mustafa?
………..
Onun için ''He'' şiirini aldım sunusunu hazırladım, sizlere aktardım;
''dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var ferhâd''
diye soruyordu şiirinde Asaf Hâled.
Hangimiz Ferhâd değildik Mustafa?
Ve hangimizin içinde neler güm güm ötmedi Mustafa?
…………
''Mâra'' isimli şiirinde ne diyordu Asaf Hâled?
''bilmemek bilmekten iyidir 
düşünmeden yaşayalım mâra ''
Bilmemenin bilmekten iyi olduğunu bizler yaşayarak öğrenmedik mi Mustafa?
…………………
Hafız, İran edebiyatında gazelin öncüsüydü. Divan edebiyatımızı da büyük ölçüde etkilemişti. Biz Hafız'ı Yahya Kemal'in "Hafız'ın kabri olan bahçede..." diye başlayan şiirinden tanırız. Asaf Hâled; bizde ''Hafız''ı bilen ve anlayan nadir şairlerimizden biriydi…
Şiir felsefeye, metafiziğe yakın durur Mustafa.
Şiirin felsefesi onun derin yapısındadır Mustafa.
……………
Özdemir Asaf'ı da seçtim daha çok…
''İkinci kişi''yi ancak Özdemir Asaf'da anlayabiliriz Mustafa.
''Öldürmekten daha ağır bir şey..
Niçin anlıyorsun.''
diye soruyordu Özdemir Asaf sizlere sunduğum ''Alfa ''isimli şiirinde..
Hangimiz anlamadık, anlamanın ölmekten daha ağır olduğunu Mustafa?
…………….
''Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim,
Kendimle vuruştum.''
diyordu şiirinde Özdemir Asaf.
Hangimiz hayatımızın hangi safhasında kendimizle vuruşmadık Mustafa?
Şiir, okuyanın yeniden ürettiği anda gerçekleşebilen bir sanat değil midir Mustafa?
…………….
Türkan İldeniz'in 'Bekleyiş''ini seçtim…
Boğaz’da okuyan bizlere Kandilli Kız Lisesi mezunu Türkan İldeniz'den başka kim daha iyi hitap edebilirdi Mustafa?
''İçimde sıkıntıların en dayanılmaz şekli
Kaçıncı kere saatleri susturuyorum
Bensiz çözülüp, sensiz bağlanması yok mu halatların
Tükeniyorum.''
''Bekleyiş''te böyle haykırıyordu Türkan İldeniz..
Saatleri hangimiz kaç kere susturmadık, bizsiz çözülüp onsuz bağlandığında halatlarımız, hangimiz tükenmedik Mustafa?
…………….
''Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi’’
Hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren Gülten Akın'ın yukarıdaki şiirinde oldu gibi hangimiz sevgiden ürkmüş yılgın savaşçılar değiliz Mustafa?
……………..
''Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan''
derken Cahit Sıtkı Tarancı ve ben bu şiiri sizlere aktarırken, hangimiz istemedik gençliğimizi ilk sevgiliyle yeni baştan yaşamayı Mustafa?
Ben bu örneklerden hangisini aşayım Mustafa?
Şiirin sesi, her zaman bilgeliğin sesidir Mustafa.
Şiir yaşamın karmaşıklığını bütünlüğü içinde anlar Mustafa.
…………………….
1700'lerin sonları ve 1800 başlarında yaşamış olan alman düşünür Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ‘’ Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil konusunda temel bir eserdir.
Humbolt özet olarak der ki;
İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı.
Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir.
Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir.
Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. 
Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dili insanın ruhu meydana getirmiştir.
Dile gelen insan ruhudur.
İnsanın konuşurken (ve de yazarken ) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar.
Dil konuşanın içini gösterir.
Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur.
Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.
Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dili en çok şiirde görmekte ve kullanmakta değil miyiz Mustafa?.
Seçtiğimiz şiir, okuduğumuz şiir, beğendiğimiz şiir işte bu noktada içimize ayna tutmakta değil midir Mustafa…
İnsan ruhunun kıvrımlarını, inceliklerini ve zenginlikleri şiir ifade etmiyor mu Mustafa?
Ben bu kıvrımlardan hangisini aşayım Mustafa?
''Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'' diyor Humbolt eserinde..
Mitolojik görüşe göre de her nesnenin özü adlarda saklıymış...
Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanırmış...
Mitolojide geçerdi sanırım; ‘’sözün gücü Tanrı'nın gücüne yakındır.’’
Ve sözcükler en güçlü olarak şiirde kullanılır Mustafa..
Ceyhun Atuf Kansu; ‘’Şiir yazılan toplumdan asla umut kesilmez’’ derdi...
Bu nedenlerle midir ki; şiiri çok severim Mustafa?
………….. 
Şiir okuyan insan "Türkçenin soluğunu üflerken" nefes nefese kalırmış...
Şiir ve felsefe, dil ve düşüncenin ikiz olmayan çocuklarıymış Mustafa….
Her yeni şiir, her yeni yapıt engebeleri, virajları ve uçurumları belirsiz bir yolmuş…. Yürüdükçe bulunulurmuş her şey.
Ben bu engebelerden, bu virajlardan, bu dönemeçlerden hangisini aşayım, hangi uçurumları geçeyim Mustafa?
Arthur Rimbaud; ‘’Şiir eyleme uymaz, eylemin önünde yürür’’ derdi…
Hep önde yürüyen bu duyguyu ben nasıl aşayım Mustafa?
Şiirin kendilerindeki anlamlarından başka anlamları da varmış..
Şiirleri sindire sindire okumak gerekirmiş, her okuyuşta yeni tatlar almak, yeni serüvenlere çıkabilmek için Mustafa.
Ben bu serüvenlerden hangisine çıkayım Mustafa?
……………………
Picasso'nun bir sözü vardı Mustafa;
'Sanat acı ve hüznün çocuğudur''
Acı ve hüzün içinde yetişmedik mi Mustafa?
Şiirlerdeki bu hüznü duyumsamamak mümkün mü Mustafa?
……………………..
Ahmet Haşim'in bir dizesi vardı;
''Seyreyledim eşkâl-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında''
(Ben yaşam havuzunun sularında
yaşamın biçimlerini seyrettim)
Bu yaşam havuzunun sularında bizler, hepimiz yaşam biçimlerinin elvan türlüsünü seyretmedik mi Mustafa?????
Sana şiirlerle dolu günler diliyorum Mustafa…
En iyi dileklerimle…
Osman AYDOĞAN  6 Kasım 2015


SEVGİDEN ÜRKEN BİR YORGUN SAVAŞÇI
''Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi.''

Şiirlerinde hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlılığını dile getiren ve bir şiirinde ''Bu güz öleceğim'' diyen şair Gülten Akın'ı bu güz, dün (04 Kasım 2015) kaybettik...

Allah rahmet eylesin...

Güz'den bir bölüm:

''Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim 
Derede yıkandım, cevize tırmandım. kuş ürküttüm 
Kaçırdılar on iki çocuk doğurdum. beledim gözlerim 
Oğlan everdim. kız yetirdim. otuzuma vardım.''

''Ağlama kız, deme incirim yâr yâr 
ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın 
Körüm, çelimsizim, göğnüğüm, hastayım. 
sebebolanları nerde bulayım 
adamdan içerli kuşlar ağlasın.''

Şimdi dünya daha bir boşlukta, şimdi dünya daha fazla bir hoyratlıkta, kabalıkta...

Çünkü artık kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya...

Osman AYDOĞAN  5 Kasım 2015


BU BİR ŞAKA DEĞİLDİR
İbn-i Haldun (1332 – 1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle derdi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi"
Mukaddime ise İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergah Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. ‘’Kitâbu’l-İber’’ yedi ciltlik bir kitap olur. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel" İbn-i Haldun, henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve Haldun'un kendisi de bunu benimser.

İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, 1950, 1960, 1971, 1980, 2002 ve 2015 yıllarını tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 2023 ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılıdır. Bahsettiğim bu tezler ışığında 2023’de Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’ten bambaşka bir Cumhuriyet ile karşılaşmamız olasıdır. Ve bu bir şaka değildir.

Dalgalanan bir denizde dalganın üstünde veya altında olmanın, savrulan bu sarkacın sağında veya solunda olmanın, daha açık ifade ile bedevi veya medeni olmanın hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Osman AYDOĞAN  4 Kasım 2015



DAHA İYİ YENİLMEK
‘’Godot'yu Beklerken’’ Samuel Beckett'ın ünlü eseridir. Oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.
Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyenbir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir.

Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işlemiştir. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır.

Vladimir ve Estragon, insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunmuştur.

Samuel Beckett’in bazı sözlerini buraya almak istiyorum:

* Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.

* Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.

* Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.

* Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.

Ve Samuel Backett’in en önemli sözü;

* Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.

Hiç gelmeyecek Godot’yu beklerken gene aynı şeyi deneyelim, gene yenilelim ve daha iyi yenilelim mi?

Osman AYDOĞAN   3 Kasım 2015



DOĞU CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
Geçen yüzyılın ünlü Alman yazarlarından Erich Maria Remarque’ın Birinci Dünya Savaşı’nda geçen ve dilimize de çevrilen “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (“Im Westen Nichts Neues”) adlı romanı, şu satırlarla biter:
“...ve o günün savaş raporlarında batı cephesinde kayda değer bir şey olmadığı yazılıydı...”

Savaşın bitmesine çok az vardır. Romanın kahramanı tam da o gün cephede vurulup ölmüştür. Ama '‘bir’' kişinin ölümü yüzünden dünyalar yıkılmamıştır. Ve bu sıradan gerçek, o günün raporlarında bu sıradanlığa yakışır bir korkunçlukla dile getirilir:

“Batı cephesinde kayda değer bir şey yok...”

Doğu cephesinde de...

Osman AYDOĞAN  2 Kasım 2015



OLMAK YA DA OLMAMAK, BUDUR İŞTE BÜTÜN MESELE
William Shakespeare'nin ''Hamlet'' isimli eserinde şöyle bir dize geçerdi:
''Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? 
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine 
Sevgisinin kepaze edilmesine 
Kanunların bu kadar yavaş 
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine 
Kötülere kul olmasına iyi insanın''

“Olmak ya da olmamak, budur işte bütün mesele” diye başlıyordu o ünlü tiradı Shakespeare’in:

"Olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu!''

***
(İlgilenen arkadaşlarıma şiirin tamamı)

"Olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu! 
Düşüncemizin katlanması mı güzel 
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına 
Yoksa diretip bela denizlerine karşı 
Dur, yeter demesi mi?

Ölmek, uyumak sadece! 
Düşünün ki uyumakla yalnız 
Bitebilir bütün acıları yüreğin, 
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. 
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü. 
Çünkü, o ölüm uykularında 
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından 
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. 
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.

Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? 
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine 
Sevgisinin kepaze edilmesine 
Kanunların bu kadar yavaş 
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine 
Kötülere kul olmasına iyi insanın

Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? 
Kim ister bütün bunlara katlanmak 
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek 
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa 
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya 
Ürkütmese yüreğini?

Bilmediğimiz belalara atılmaktansa 
Çektiklerine razı etmese insanları? 
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: 
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor 
Yürekten gelenin doğal rengini. 
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar 
Yollarını değiştirip bu yüzden 
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar."

William Shakespeare

Osman AYDOĞAN   1 Kasım 2015



KİRAZ ÇİÇEKLERİ
Japonca bir kelime olan Sakura’nın Türkçesi meyve vermeyen çok güzel bir “kiraz ağacı” anlamındadır. Çiçekleri makbuldür. Çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Ancak güzelliklerinden daha fazla bir şey vardır onlarda. Sakura’nın dalda kaldığı zamanın çok kısa olması, Japon kültüründe hayatın gelip geçici olduğunu ifade eder. Zıtlıklar yaşamın her anında birliktedir; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi...
Sakura; hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu simgeler. Japonya'da baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder. Sakura’nın hüzünlü bir yanı olduğu için çok da sevilen bir kadın adıdır da Japonya’da Sakura.
Sakura’nın açması çok yavaş bir süreç, solgunlaşıp yere düşmesi ise bir anlıktır. Japonlar için, Sakura’nın kısa ama parlak yaşamı, samurayların genç, zamansız, kahramanca ölümünü simgeler.
Kiraz çiçekleri samuraylar için hem yaşamı, hem de ani bir ölümü hatırlatmaktadır. Bir şeyin hem üstün güzellik hem de hızlı şekilde ölmeyi nasıl aynı anda sembolize ettiği sorusunun cevabı ise Japon kültürünün ölüme bakış açısında saklıdır.
Sakura, hem genç bir samurayın ruhunu hem de güzel bir kadının ihtişamını taşır. Samuraylar daha gençken ölümü tatmış, kiraz çiçekleri de en güzel oldukları vakitte dökülmüşlerdir. İşte böyle geçici işte böyle de güzeldirler, güzel olan her şeyin geçici olduğu gibi…
Çiçeklenen ağaçlar güzelliklerini kısa bir süre sunarlar ve çiçeklerini tüm şehir üstüne dökerler. Kiraz çiçeklerinin açışı o kadar güzeldir ki Japonya’da meteoroloji tarafından her şehir için tahminleri önceden yapılır ve insanlar ona göre programlarını ayarlarlar.
Güzelliğin ve estetiğin simgesi olan kiraz çiçekleri açtığında Japonlar parklara, bahçelere, tapınaklara akın ederler. Yalnızca çiçekleri seyretmek için… Bu çiçek izleme partilerine “hanami” adı verilir.. Hanami festivallerinin en can alıcı etkinliği, zen sükûnetine yaraşır şekilde, yalnızca yürümektir. Sükût içinde, sessiz ve sakin…
Japon filmlerinde yaprak döken ağaç sahnesi olmazsa olmaz bir sahnedir. Japon filmlerinde anlatılan hikâyeye görsel zenginlik katmasının yanı sıra izleyiciye hikâyenin içindeki duygusal bir sahneye hazırlama amacıyla da kullanılır.
Sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisi) içerken ve son nefeslerini verirken bile bu ağacın görüntüsünü hayal eden bu ağacın yakınında bir yerde yapılan savaş sonucu ölüme yaklaşmışken bile bu ağacı düşünen kahramanlarla sık sık karşılaşırız Japon filmlerinde… Romantik sahnelerde de Sakura ağacı bulunur.
Bu ağacın yapraklarının dökülme sahneleri genellikle her güzel şeyin bir gün mutlaka sona erebileceği mesajını ve yaşanılan kayıpların yaşattığı acıyı bazen de anılarımızdaki kaybettiklerimizi simgeleyen bilinçaltı bir mesaj vermeyi hedefler.
Sakura ağacının yaprak dökmesi her ne kadar bir şeylerin sonunu simgelese de yeniden açılacağı anı görme umudu da her sonun bir başlangıcı olduğunu müjdeleyen bir konumdadır. Yani hüzün hissinin yanında umut hissini de bizlere verir.
Bunu en iyi Japonya'nın modernizasyonuna dair olan hikâyede yönetmenliğini Edward Zwick’in yaptığı ve başrolde Tom Cruise’in yer aldığı ‘’Son Samuray’’ filmi gösterir. ‘’Son Samuray’’ ölürken etrafında uçuşan Sakura’nın yaprakları işte o ölüme değerdir.
Bu güz mevsiminde ağaçların sararan yaprakları dökülürken Sakura’nın yaprak dökümü gibi hüzün vermektedir.
O güzel çağ bitmiş memlekete hüzün gelmiştir.
Osman AYDOĞAN  31 Ekim 2015


GAZİKOVAN
Cumhuriyet nasıl kuruldu ve Cumhuriyetin kuruluş heyecanı ve ruhu neden yitirildi ve neden bu haldeyiz? Aşağıdaki alıntı yazıyı biraz uzun ama vaktiniz varsa okumanızı isterim.
***
Mart 1921 - İnönü Ovası İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı.
Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı. Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir harmoniği, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti.
Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339* İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının 'kalem' dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339 İnönü"
* * *
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!" Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı. Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu.
Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi. 
* * *
Eylül 1922 - Ankara Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. 
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz" yazılıydı. tölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
"Bismillahirrahmanirrahim. 
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu:
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın gümüş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.
Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti. 
* * *
Ocak 1923 - Ankara Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı. 
* * *
29 Ekim 1923 - Ankara Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. "Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. "Evet teğmenim? Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. "Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" deyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.
Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. "Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim."
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.
1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da "Gazikovan" soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. "Kovan" sözcüğü insanlarda "Kovalayan" anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı. 
* * *
Temmuz-2005 İstanbul Gazikovan ailesinin evi:
"Alooo! İyidir kanki yaa nolsun! Siz ne ayardasınız? Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma... Taşınıyoruz ya; bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım. Bir sürü ıvır zıvır var. Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim.... Ya! Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor... Tamam baba. Araşırız. Baaay!"
Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı; "Ne var yaa? Ne kaynaşıp duruyon?" "Doğru konuş yırtarım ağzını. Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin" ''Tamam yaa! Toplayacağız işte" "Hadi sallanma"
Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu. Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti. Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı. Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı. Bir süre üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı. Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu. Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;
"Evlatlarım, torunlarım! Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür. Üzerinde yazanları yeni alfabemizle bir arka sayfaya not ettim. Bu defterdeki hikâye ve kovan, sizlere intikal ettirdiğim en kıymetli mirâsımdır. Sakın ola ki yitirmeyin ve satmayın. Kıymet bilmezlerin himâyesine vermeyin. Gerekli hürmeti ondan esirgemeyin. Evinizde, vatan kadar kutsal yegâne varlık varsa o da bu emanetimdir. Hakkın rahmeti ve inâyeti üzerlerinize olsun. Babanız, dedeniz, Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953"
Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında ölmelerinin üzerine eşyaları, acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet'in evlerine götürülmüştü. İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken, kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış, bodrum katlarda neredeyse çürümeye terk edilmişti. Babasının kovan hakkındaki hikâyesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey, bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş, her aklına geldiğinde bir sonraki sefere ertelemişti. Lâkin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif bey de Hakkın rahmetine kavuştu. Ardında, hikâyeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak. Hamdi Vâsıf'ın bu en değerli mirasına elli yıl sonra ilk dokunan, torununun çocuğu Sertan oldu.
Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu. Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti. O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı; "Alooo! ..... Hadi yaa! Mega fikir! .. Tamam moruk. Geliyorum. Bekleyin. Kızlardan kimler var?... .Uff! Kadroya bak! Pelin'e dokunanı yakarım bilmiş olun"
Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu "Ulan başlarım kovanına daaaa, defterine deee!" . Söve saya merdivenleri çıktı. Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı. Alemlere akmaya gidiyordu.
Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer'deki yeni evlerine indirirken, Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı.
Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar, bir milletin kadir bilmezliğine yakılmış ağıt gibiydi. Çatırdayan, kovanın sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki. Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu. Mustafa Kemal'in tüm kötülükleri, cehaleti, geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu. Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin, yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı. Ve hatta, Sertan'ın yaşındayken şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuş'un kemikleriydi.
Osman AYDOĞAN   30 Ekim 2015


''EN BÜYÜK BAYRAMIMIZ'' KUTLU OLSUN
Cumhuriyet Bayramı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kutlanan bir millî bayramımızdır.
2 Şubat 1925'te, Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilmiş ve bu teklif 19 Nisan'da TBMM tarafından kabul edilmiştir. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925'ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü ‘’en büyük bayram’’ olarak nitelendirmiştir.

Cumhuriyet bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik gibi kavramları içinde barındırır. Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik Türk ulusunun önem verdiği unsurlar olduğu için, Türk ulusu ancak bir Cumhuriyet yönetim şekliyle yönetilebilirdi.

Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ‘’Cumhuriyetin 50. Yıl Marşı’’nda söylediği gibi:
‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, 
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.’’

''En Büyük Bayramınız'' kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN   29 Ekim 2015


ISTAKOZ

(Çetin Altan’ın anısına)
Hikâyeler anlatırdım gençliğimde etrafımdaki dostlara. Bakın, dinleyin, derdim. Mesela ıstakozlar üzerinde hiç denemeler yaptınız mı? Ne kadar garip, ne kadar ürkütücüdürler ilk bakışta... Antenleri, kıskaçları ve topluiğne başı gibi kirpiksiz gözleriyle, usul usul yürürler denizin dibinde... Küçücük bir ıstakozu ustaca alıp elinize, galsamalarından birinin içine, ufacık bir çelik bilya koyunuz. Sonra bir akvaryumda büyütün ıstakozu. Büyüsün, büyüsün iyice ıstakoz... İrileşti, anaçlaştı mı ıstakoz, bir mıknatısla gelin yanına... Tutun mıknatısı camdan ıstakozun üstüne... Istakoz bir tarafa yan dönecektir. Vaktiyle galsamasına koyduğunuz bilyayı, mıknatıs çekince, ıstakoz dengesinin bozulduğunu sanacak ve dengesini düzelttiği kanısıyla çarpılacaktır.

Ta küçük yaşlardan bir şeyler sokuşturmuşlardır kulaklarımıza. Sonra mıknatıslar tutmuşlardır uzaktan. Ve bizler aman çarpılmayalım derken, çarpılmışızdır. Ve çarpıldıkça düzeldiğimizi, çarpıldıkça düzeldiğimizi sanmışızdır...

Gerçekten düzelmek ise, ancak kulağımıza sokuşturulan doğal dışı maddeleri, oradan temizlemekle mümkün.

***
Gençliğimde hikâyeler anlatırdım etrafımdaki dostlara. Bakın, dinleyin, derdim... Dinlerler ve anlamazlardı. Ve ben anladıkları zaman artık beni dinlemeye ihtiyaçları kalmayacağı için, beni yalnız bırakacaklarını bilirdim... Ve bilirdim ki, her yazar sonuncu hikâyesini sadece kendisine söyler. Ve o hikâye görünmez bir aynaya karşı, daima şu sözlerle başlar: Ben de vaktiyle…

Çetin ALTAN

***
Çetin Altan ile ilgili son yazım. Daha doğrusu son Çetin Altan yazısı…

Beğenirsiniz beğenmezsiniz. İyi bir dil ustasıydı. İyi bir yazardı. Zamanında da iyi bir siyasetçi idi şimdikilere hiç benzemeyen. Başlangıçta düzenin öğütmeye çalışıp da öğütemediklerine kurduğu son tuzak, “hizaya gelenlere” sunulan konfora teslim olmamıştı. Taa ki egosu, Turgut Özal’ın davetiyle okşanıp yelkenleri suya indirmesine, iktidara yamanıp ilke ve ülkülerini inkâra varana kadar…

İlginçtir, bu yazısının başlığındaki ‘’İstakoz’’ da zamanındaki asistanı Mine G. Kırıkkanat’a verdiği isimdi. Ancak bu yazı ''İstakoz'' ismini vermesi nedeniyle Mine G. Kırıkkanat'a atfen yazdığı bir yazı değil. Aşağıdaki metin bizzat Mine G. Kırıkkanat'ın bana yazdığı bir ifade idi: ''Ama sözünü ettiğim yazı bu değil. Çok teşekkür eder, saygılar sunarım.''

Osman AYDOĞAN  28 Ekim 2015



KÖRLERİN HİKÂYESİ
 
(Çetin Altan'ın anısına)
Büyük dostum Prof. Sadun Aren, HG. Wells'in bir hikâyesini anlattı. 
***
Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş.
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...
Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş.
Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım.
***
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
***
Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:
- Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
- Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
- Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
- Anlıyorum tabii...
- inanmayız, imtihan edeceğiz seni...
***
Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış: 
- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- Anlatsana...
- İçeri girdiniz göremiyorum ki...
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler.
- Arada duvar var görmüyorum.
Körler :
- Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti.
Bak, şimdi bilemiyorsun.
- Çıkın dışarı, söyleyeyim.
- Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...
- Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam.
- Öyle şey olmaz, demişler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...
***
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- Buldum, demiş. Bozukluk burada...
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
- Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...
Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
***
Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

Çetin ALTAN

Osman AYDOĞAN   24 Ekim 2015



KADIN

(Çetin Altan'ın anısına)
Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Kadın için yazılmış milyonlarca şiir, öykü, roman, tiyatro... Kadın için yapılmış milyonlarca beste, şarkı, türkü, heykel, tablo, film...
***
Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir "eğitim" sorunu değil, bir "anneler" sorunudur.
Çocukların 3 - 7 yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...
Evde ut, keman, piyano çalan, gazete okuyan bir annenin çocuğuyla; salt inek sağan, tarlada çalışan, pamuk toplayan bir annenin çocuğu; aynı "öğrenim"den geçseler bile, - genellikle - eşdeğer bir algılamanın ortaklığında buluşamazlar.
Çünkü "eğitim" okullarda değil, evde anadilini öğrenirken 3 - 7 yaş arasında mayalanır. Okullar, evdeki mayalanmanın değişik fırınları gibidirler. O mayadan ekmek, francala, kurabiye, çörek, pasta vs. çıkarırlar...
Salt okul yetmez, - genellikle - çocuklarda maya oluşturmaya...
***
Pek benimsediğimiz, "biz erkek milletiz" böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki...
Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı "adam sende"ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...
Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...
***
Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen "sıra dışı biri olarak görünme" tutkusuna dönüşür...
Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında "bilek bükme" oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...
***
Türkiye'de kadınlar, genç kızlar, kız çocukları... Daha minicikken yürekleri dağlanmaya başlamış olan evrensel insanlığın oksijenleri...
Toplumdaki yamukluk, onları da etkiler. Kendilerini savunma güdüsünün, rolleri, pozları, yalanları, planları pıtıraklaşır iç benliklerinde... Çeşitli nedenlerden, özellikle de tüketimi kamçılama reklamlarıyla modalarının kendilerinde yarattığı hipnoz ve hayallere erişme olanağından yoksun kalma sonucu, ekşi bir bencilliğin kahkahasız bunalımlarına sürüklenirler.
***
Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi...
"Erkek millet" olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.
Ne bizim kuşağın anneleri, kocalarıyla tanışarak evlendi; ne onların anneleriyle babaları...
Bugün 16 milyon aileden oluşan Türkiye'de; hangi karı - koca, birbirini ne kadar sevdi, ne kadar bir mutluluk havuzu yarattı evlerinin içinde?
Ve kuşaklar boyunca kaç milyon kadın ve genç kız, ne kadar dayak yedi?
***
Kadının bu kadar namevcut olduğu bir alemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?
Besbelli ki, 20 - 25 yıl içinde biz de AB üyesi olacağız. Çaresiz 21. yüzyılın "yaşam kalitesi"yle bütünleşecek Türkiye de...
Ama insanlığın ortak bahçelerine unutulmaz katkılar yapmış olmaktan yoksun kalmış bir Türkiye olarak...
"Erkek millet" olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Erkekler zart zurtçu, kadınlar "bana ne başkalarından be"ci oldu...
***
Ve Celal Sahir'den, azıcık değiştirilmiş bir mısra:
"Kadınlar olmasaydı, öksüz kalırdı şiirlerim."
Çetin Altan
***
Osman AYDOĞAN   21 Ekim 2015


İYİ ve GÜZEL YAŞAMANIN SIRLARI
"İnsanların beni sevmesi için nasıl davranmalıyım?" sorusuna verilecek tek cevap vardır:
"Yüzünden gülümsemeyi eksik etme ve her şeyin olumlu yönünü gör."

En karanlık zindandaki en kalın zincir korku ve endişedir.

***
"Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası."

(Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir.)

Immanuel Kant, Almanya'da Königsberg'de sarayda anıt taşında yazılı kitabesi

***

‘’Hayal kurmadan bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız.’’

Maharaj

***

‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir.’’

Maharaj


TATMİNKÂR BİR YAŞAM
Jean Jacques Rousseau ''İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine'' isimli kitabında (Morpa Kültür Yayınları, 2004) şöyle yazar:
''insanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkar bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu''

Rousseau'ya göre tatminkar bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Osman AYDOĞAN   21 Ekim 2015


GÜNEŞ DOĞDU
Bir gece sevdiğim içeri girdi. Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: "Ben gelince neden ışığı söndürdün?'' Dedim ki: ''Güneş doğdu zannettim.''   Şeyh Sâdi Şîrâzî

Osman AYDOĞAN   20 Ekim 2015


İŞTE O ADAM BİZİZ
Yolcu gemisi okyanusta ıssız bir adanın yanından geçerken yolcular uzun sakallı üstü başı yırtık sıska bir adamı farketmisler.. Adamcağız sahilde oradan oraya koşuyor, çılgın gibi ellerini sallıyor, zıplıyor, bağırıp çağırıyormuş.. Yolculardan biri "Kim bu kaptan?" diye sormuş....
"Bilmem.." demis Kaptan. "Her sene buradan geçeriz, her seferinde de bu manyak böyle kafayı üşütür.."

Gerçek hayatta bu geminin o kadar çok kaptanı var ki! Ve hangimiz o gemiye umutsuzca, deli divane el sallamadık ki?

Osman AYDOĞAN  19 Ekim 2015



MİLİTAN İYİMSERLİK
20. yüzyılın en önemli düşün insanlarından Ernst Bloch’un önemli bir eseri vardır. Adı; ‘’Umut İlkesi’’ (İletişim Yayınları, çeviri; Tanıl Bora –iki cilt halinde)
‘’Umut İlkesi’’nin birinci cildinin (sadece birinci cild 840 sayfa) bir bölümünün başlığının adı da ‘’Militan İyimserlik’’tir.

Aslında bu bölüm eserin de ana fikrini oluşturur. Bloch bu bölümde (Militan İyimserlik) iki tip insandan söz eder:

Bunlardan biri “banal-otomatik ilerleme” düşüncesine sahip kimselerdir… Bu tür kimselere göre, gelecek şimdiden bellidir ve iyi olacaktır.... Bloch’a göre “Banal - otomatik iyimserlik”, onun tam tersi olan “mutlaklaşmış karamsarlık”tan “daha az zehirleyici değildir”… Ve der ki Bloch; “Çünkü ikincisi açıkça, adıyla sanıyla ortaya çıkan utanmaz gericiliğe hizmet ediyorsa, ilki de mahcup gericiliğe, ona göz kırpan katlanma ve pasifliğin emeline hizmet eder”…

Ernst Bloch, bu her iki gerici düşüncenin karşısına “militan iyimserlik” kavramını koymaktadır. Bloch, ‘’Militan İyimserlik’’ kavramında şu açıklamayı yapar: “Gelecek kısmet olarak gelmez insana, insan geleceğe gelir, kendinde olanla girer onun içine…”

Bloch’a göre bu “kendinde olan” ise, “cesaret”, “kararlılık” ve onların olmazsa olmaz gereksinimi “salt gözlemci olmayan bilgi”dir…
Bloch’a göre baş düşman karamsarlıktır.
Bloch’a göre İnsan enerjisinin en büyük kaynağı ‘’Umut’’tur, ‘’İyimserlik’’tir.
Bloch’a göre iyimserlik, insan için bir seçenek değil, bir mecburiyettir. 
Bloch’a göre insanlık, iyimserliğe mecburdur. Her iş, her eylem, iyimserlikle başlar.

Bloch’un “Militan İyimser”liği bugünler içindir, düşünen herkes içindir…

Osman AYDOĞAN  18 Ekim 2015


EVLİLİĞE DAİR (!)
Zig Ziglar kişisel gelişim uzmanı Amerikalı bir yazardır. Asıl adı Hilary Hinton Ziglar’dır. Yazarın Sistem Yayıncılık’tan çıkan ‘’Hayat Boyu Flört’’ isimli bir kitabı var.
‘'Hayat Boyu Flört'’ün ilk sayfası şöyle başlar:

''Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım.
'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim '
Adam bunun üzerine bana dönerek;
'Yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.’’

Sonra şu tespiti yapar Ziglar;

‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’

Yazar kitabında eş seçimi konusunda şu tespiti yapıyor; ‘'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz. Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğru mu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.''

Osman AYDOĞAN  17 Ekim 2015



NEREYE DOĞRU GİTTİĞİMİZ
Kazak yazar ve şair, ABD Kaliforniya Uluslararası Endüsrti, Eğitim ve Sanat Bilimleri Akademisi üyesi ve fahri profesörü Muhtar Şahanov'un Türk Dünyası Araştırma Vakfı tarafından yayınlanan güzel bir kitabı var: ''Uygarlığın Yanılgısı''.
Muhtar Şahanov, “Uygarlığın Yanılgısı” eserinde bir nevropsikolog ile görüştüğünü ve şu bilgileri aldığını bildiriyor:

“İnsanın bilinçaltı; gürültü, ritim ve saldırgan sesleri, renk bakımından zenginleştirilmiş hipno-renk etkilerini, herhangi bir sanatla karşılaştırma yapılamayacak kadar büyük ve inanılmaz bir hızla benimsermiş. Bu tahriklerle manevî zekâ körelir, bilinçaltı ve tanımayı sağlayan genetik program bozulurmuş.”

Yazarın ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi? Yazarın ne demek istediğini anlıyorsanız nereye doğru gittiğimizi de anlıyorsunuzdur! Neden böyle hırpanileştiğimizi, neden böyle asabileştiğimizi ve neden böyle pespayeleştiğimizi de anlıyorsunuzdur!

Osman AYDOĞAN  16 Ekim 2015


GÜNÜN SÖZLERİ
''Hayat size acıyı zaten getirir. Sizin sorumluluğunuz neşeyi yaratmaktır.''
Milton Ericson

"Görünen her şeyin gerisinde daha engin bir şey vardır; Her şey, kendinden başka bir şeye açılan bir yol, bir kapı, bir pencereden başka bir şey değildir."
Antoine de Saint – Exupery

"Dünyadaki şeytanlar, bizim yüreğimizde koşturanlardır. Savaş orada verilmelidir."
Mahatma Gandhi

''Felsefe yüksek bir dağ yoludur... Issız bir yoldur ve yukarı çıktıkça daha da ıssızlaşır. Bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı, her şeyi geride bırakmalı ve kış karında güvenle ilerlemelidir... Kısa süre içinde altındaki dünyayı görür; kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur, düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz. Ve yuvarlaklığını da görür. Kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür, oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.''
Arthur Schopenhauer

Osman AYDOĞAN  15 Ekim 2015


AYDINLANMA
Bir Zen Ustası Rinzai’ye sorulmuş, “Aydınlanmadan önce ne yapardınız?”
O, “Odun kesip kuyudan su çekerdim.” demiş.
Ve adam sormuş, “Şimdi artık aydınlandığınıza göre, ne yapıyorsunuz?”
“Aynı şeyi odun kesiyor, kuyudan su çekiyorum.” demiş.

Adamın kafası karışmış. Şöyle demiş, “Anlamıyorum. O zaman ne fark var? O zaman aydınlanmanın ne anlamı var? Önceden odun kesip su çekiyordunuz, şimdi aynı şeye devam ediyorsunuz. O zaman farkı ne?”

Rinzai kahkaha atmış. “Fark şu: önce onu yapıyordum, çünkü yapmak zorundaydım, bir görevdi. Şimdi bir eğlence. Nitelik değişti iş aynı.” demiş.

Yaşamın küçük işleri iç dönüşümüz tarafından dönüştürülmeli. Bu şekilde her şey bir anlam kazanır. Çalışmak, yemek yemek, uyumak her şey bir anlam kazanır.

Sağduyu çok nadirdir, çünkü sıradan olmaktan ego seni alıkoyar. Olağanüstü olmanı, özel olmanı ister. Sıradan, basit hiç kimse, bir hiçlik ki bu gerçek doğandır olan olmana izin vermez. Bu sıradanlıkta, bu hiç kimselikte, gerçek evin vardır. Dışında sadece mutsuzluk, acı çekme, ölüm, ıstırap, endişe vardır. Basit masumiyetine yerleşip, hiçbir şey bilmeden… Sadece var olarak ve imparatorluğu olmayan bir imparator olursun. İmparatorluk endişesi olmadan, sadece saf bir imparator.

Varlığının bu saf özüne Buda, uyanmış, aydınlanmış kişi denir. Bundan başka bir neşe yoktur. Başka bir şiir yoktur, uyanmış bir varlığın neşesinden daha yükseğe çıkabilecek, sınırsız olabilecek başka müzik yoktur. Bu doğuştan hakkındır. Uyan!

Osman AYDOĞAN  14 Ekim 2015


TOPRAK ACIKINCA
Erol Toy'un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ''Toprak Acıkınca'' (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı…Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen...
- Nine ölüm nedir?
- Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?
- Neye nine
- Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan'ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır. 
Susar nine.. 
Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder..
- İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.

Bir tohum gibi toprağa düşen Dağlıca'daki, Gabar'daki, Soma'daki, Ermenek'teki, Reyhanlı'daki, Suruç'taki, Ankara'daki ve sayamadığım nice yerlerdeki askerleri, polisleri, gençleri, insanları düşündüm, sorguladım; 
Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez, ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu?

Osman AYDOĞAN  13 Ekim 2015


DEVLET ADAMI ÜZERİNE
(Şehriyar’ın bana anlattıklarından…)
Bir şeyi küçültmek istiyorsanız önce büyütün. Bir şeyi zayıflatmak istiyorsanız önce onu güçlendirin. Bir şeyi yıkmak için önce onu yapmak gerek. Bir şeyi almak için önce bir şey vermek gerek. Bu görünmez bir aydınlanmadır. Kısaltmak için önce uzat. Devirmek için önce yücelt. Almak için önce ver. Gerilmiş bir çelik yay gibi düz durmak için önce eğil. Dolmak için önce boş ol. Yeni kalmak için yaşlan.
Güçsüz insan güçlü görünmek ister. Güçlü insan öyle davranmaz, kimse de onu bilmez. Güçlü ve büyük aşağıdadır, nazik ve güçsüz yukarıda. İnsancıl olan insanca davranır, kimse farkına varmaz. Dünyanın en güçsüz varlığı en güçlü varlığına üstündür. Dünyada su kadar yumuşak ve güçsüz olanı yoktur. Ama sert kayaya karşı ondan iyisi yoktur. Zayıf güçlüyü yener, yumuşak sertten üstündür. Yumuşak ve ısrarlı olan sert olanı alt eder. Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür.
İyilikle devleti yönetmek istiyorsan çatışmacı olmayacaksın. Bilge devlet adamı bir şey yapmadığı için toplum düzeni kendiliğinden daha iyi çalışır. Dünya işlerinde gereksiz müdahalenin yararı olmadığı tarihte çok görülmüş bir olgudur. Bilge devlet adamı aklının baskısından kurtulmuştur. Ama halkın aklını kendi aklı olarak benimser. İyiyle iyidir. Kötüyle onu iyi yapana kadar iyidir. Doğru olanla doğudur. Yalancı olanla da onu doğru yapana kadar doğrudur. İyi insan kötü insana örnek olur, fakat kötü insan iyiye bir şey öğretir. Bilge devlet adamı kimseyi dışlamadan insanları nasıl kurtaracağını bilir. Bilge devlet adamı dünya işlerinde ilke sahibidir. Fakat kırıcı, yaralayıcı değildir. Saftır, fakat zarar vermez. Doğrudur, ama şiddetli değildir. Aydınlıktır, ama parlamaz.
İyiliği öğretmekten vazgeçersek insanlar birbirlerini daha çok severler. Şiddet kullanan aynı şekilde ölür. En iyi yontucu en az yontandır. Sakin olan dünyaya egemen olur. Sükûnet etkinliğin yol göstericisidir. Bilge devlet adamı gördükleri ne kadar ilginç olsa da sakin ve soğukkanlıdır, duruma egemendir. Aşırı etkinlik yaparsa makamını kaybedebilir.
Yasak ne kadar çoksa halk o kadar fakir olur. Yasaları dayatmaya kalkarsan haydut ve hırsız fazla olur. Eğer devlet adamı sade ve hoşgörülü ise halk da içten ve namusludur. Eğer devlet adamı sert ve etkili ise halk sahtekâr ve hoşnutsuz olur.
Söylemi sınırlar, duygulara yenik düşmezsen tükenmezsin. En küçüğü görmek iyi görmektir. Nazik kalmak güç gösterisidir.
Devlet daireleri çok gösterişli, memurların, işçilerin ve çiftçilerin evleri harap ve ambarlarında bir damla tahıl yok. Bilge devlet adamları pahalı elbiseler giyer, güzel ve pahalı araçlara binerler, yemek içmekten bıkmaz, hazinelerine değerli şeyler yığarlar: Bu en büyük hırsızlıktır.
Halkın lideri olmak isteyen önce onun önünde eğilir. Halkının önünde olmak isteyen geride durur. Halkın önünde olduğu zaman onu engellemez. Halk onu destekler, herkes onu sever. Kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. İyi devlet adamı halk önünde alçakgönüllüdür. Alçakgönüllü devlet adamı bütün suların toplandığı okyanus gibidir. Devlet adamı alçakgönüllü olduğu için onların lideridir. Böylece bilge devlet adamı yüksekte de olsa halk onun ağırlığını hissetmez.
En büyük cinayet tutkuya yenik düşmektir. Elde etme arzusu kadar büyük hata yoktur. Onun için yetinmek yeteri kadar sahip olmak demektir. Halkını sevdiğin ülkeyi yönetirken tanınmadan kalmak, her köşesini tanıdığın ülkeyi karışmadan idare etmek, besleyip, büyütüp ama sahip çıkmamak bilge bir devlet adamının özellikleridir.
Eğer devlet adamı içten değilse o halkın güvenine sahip olmaz. Bilge devlet adamı az konuşur. Bilge devlet adamı ne kadar az bilinirse o kadar iyidir. Beklenen bir şey gerçekleşince halk ‘’her şey kendi kendine olur’’ der.
Şu üç şey yapılırsa halkın yaşamı çok basit ve sade olur; sade olmak, insanın doğasına sadık kalmak, kimlik kavgasından uzaklaşmak ve daha az arzulamak.
Halka inanmazsan onlar da yalancı olur. Bilge devlet adamı karnı doyanlara gereksiz yemek vermez. Güçlü olduğun zaman aynı zamanda bozulma zamanıdır. Her varlığı yaşatır ama onlar üzerinde egemenlik kurmaz.
Bilge devlet adamı gerçeği seçer, yüzeysel, bulanık olana iltifat etmez. Meyveyi seçer, çiçeği bırakır. Devletin temel ilkelerini gözleyenin ömrü uzun olur. Bilge devlet adamı şöyle der: ben bir şey yapmıyorum. Halk kendiliğinden iyileşiyor. Ben sakinim, halk da sükûnet içinde. Ben karışmıyorum, halk kendiliğinden zengin oluyor. Benim arzuladığım bir şey olmadığı için halk kendiliğinden doğal bir sadeliğe dönüyor.
Bilge devlet adamı iyi ve kötüden birini tutmaz. Varlığına engel olamadığımız kötüyü iyiyle dengede tutmak gerekir. Bilge devlet adamı kendi için mal biriktirmez. Başkaları için her şeyini harcadığı zaman yaşamı daha zengin olur. Herhangi bir düşünceye saplanmadan ve yaptıklarını iyilik ya da doğruluk gösterisine dönüştürmeden yüceltmeyi ister.
Bilge devlet adamı sakindir, tutkusuzdur. Az konuşur, hiçbir şey için fazla gayret etmez, duyarlığı boşalmış gibidir. Bilge endişelenmez. Hiçbir şeyden rahatsız olmaz. 
Bilge devlet adamı zorlamadan, konuşmadan öğretir. Canlı varlıkları benimser, yetiştirir ama sahiplenmez. Başarılı olur, fakat yaptığını vurgulamaz. Başarır ama önem vermez. Ne kadar becerikli olduğunu göstermeye kalkışmaz. Onun için kimse ona dikkate etmez. Fakat yaptıkları yaşar. Kendini öne atmaz, ama ünlüdür. Kendini sergilemez, fakat bilinir. Daima göründüğünden daha iyi olur. İstemez, onun için saygındır. Bilge devlet adamı çalışır, ama yaptığından bir şey beklemez. Söylediğinde ısrar etmek ayrıcalıklı olmaya yetmez. Yaptığını çok beğenenin yapıtı uzun ömürlü olmaz. Övünenin başarısı yankılanmaz. Övünmez, bu nedenle en iyisidir. Bilge devlet adamı kimseye karşı çıkmadığı için kimse de ona karşı çıkmaz. Bilge devlet adamı böyle başarılı olur. Büyük olmayı istemediği için başarılı olur. Eskilerin ‘’eğilen bütünlüğünü korur’’ sözü doğrudur. Bütünlük parçaların bütünlüğüdür ve parçadan bütüne dönmek gerekir.
Bilge devlet adamı geride kaldığı zaman ilerler, kendini unutunca özüne ulaşır. İnsan benliğine kendini unutarak ulaşır. Bilge devlet adamı kendini bilir. Gösteriş yapmaz. Kendini yetiştirir ama övünmez. Korkuyu bırakır sevgiyi seçer.
Benlik kaygısı olmasa dertlenmeyiz. Başkalarını bilen bilgilidir. Kendini bilen aydınlanmıştır. Kendini yenen kuvvetlidir. Sahip olunanla yetinmek zenginliktir. İyi insan anlaşmak ister, kötü insan fazlasını ister.
Bir şey almak için önce vermek gerek. Sarf etmekten korkan sonunda daha çok kaybeder. Ne kadar çok biriktirirsen o kadar kaybedersin. Aza razı olan insan utanacak şey yapmaz. Zamanında durmasını bilene zarar gelmez. Daha çok yaşar. Sevecen olan cesur olur. Azla yetinen cömert olur. Başkasıyla yarışmayan ve başa güreşmeyen yeteneğinin zirvesine ulaşır.
Bilen konuşmaz, konuşan bilmez. Aydınlığın göz kamaştırmasını engelle. Bilmediğini bilen yetkindir. Bilmediğini biliyorum sanan akıl hastasıdır. Bunu hastalık olarak bilmek hasta olmamaktır.
Ve son sözüydü Şehriyar'ın: Eğer böyle devlet adamları yoksa o iktidar çöker…

Osman AYDOĞAN   12 Ekim 2015

HALİMİZ 

İçinde bulunduğumuz cinnet halini ve açmaz halimizi bize en iyi Ümit Yaşar Oğuzcan anlatırdı:

''Öyle bir açmaza düştü ki Vatan, 
Uyku belli değil, düş belli değil, 
Çöktü üstümüze bir kara duman, 
Işık belli değil, loş belli değil…''
Bu açmazımızın sebebini de bize en iyi Yahya Kemal Beyatlı söylerdi:

''Bilmem kime yahut neye uyduk gittik
Gahi meye gahi neye uyduk gittik
Erbab-ı zeka riyayı mezhep bildi
Bizler dil-i divaneye uyduk gittik.''

Şairlerimizin bu dizelerini çok önceden yazdıklarına kanmayın. Günümüze ve bizlere yazmışlardır.

Osman AYDOĞAN  11 Ekim 2015

İYİ ve KÖTÜ, DOĞRU ve YANLIŞ, ÇİRKİN ve GÜZEL
Çinli düşünür Lao Tzu’ya göre toplum; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, çirkin ve güzelin bir birleşimidir. Bu karışımın performansı şu hikâyede özetlenmiştir;
İyi iş yapan bir aşçı dükkânı açan birisine arkadaşı sorar:
''Nasıl başardın?''
''Yeni bir köfte formülü buldum. Güvercin köftesi yapıyorum.''
''O kadar güvercin köftesini nereden buluyorsun?''
''Biraz at eti karıştırıyorum.''
''Ne kadar?''
''Yarım güvercine yarım at katıyorum.''

Türkiye’nin sorunu, kötünün, yanlışın ve çirkinin; iyinin, doğrunun ve güzelin karşısındaki oranıdır. Ve bu oran gitgide güvercin aleyhine radikal bir şekilde değişmektedir.

Ve vakit geç olmaktadır, alarm seviyesi kırmızıya kadar gelmiştir...

Osman AYDOĞAN  10 Ekim 2015


AYDIN KARANLIĞINDA ALEV ALEV YANMAK
Aydın kavramının eski dildeki karşılığı ‘’münevver’’dir. Karşılığı ise aydınlatandır. Aydının değişik yazarlara göre tanımları farklı farklıdır:
Tevfik Fikret’e göre: Aydın "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür insan’’dır. Fikret’e göre aydın olmanın, olmazsa olmaz koşullarında birisi de "özgür ve bağımsız düşünmektir."
İlbey Ortaylı'ya göre: Aydın dünyaya, atalarından devraldığı değerlerle veya tartışmasız bir tavırla değil; kendi kavram ve araçlarıyla bakan kişidir.
Macit Gökberk'e göre: Aydınlar, düşünceleri ve değer ölçüleriyle topluma öncülük etmek görevini yapan ya da bunu yapmaları gereken kişilerdir.
Emre Kongar'a göre: Aklı ve bilgisi ile toplumuna öncülük eden kişidir... Aydın, evrensel olarak her şeyi sorgular. (Türkiye'de ise her şeyi sorgulamak aydın olmak değil, ancak "hain" olmakla olanaklıdır..)
Melih Cevdet Anday'a göre: Aydın, akıllı zeki ve bilgili olmanın yanında, sadece aydınlanmış değil aydınlatıcı da olmalıdır.
Kısaca aydın, Toplumu aydınlatandır, evrensel değerleri kendi ülkesi için de isteyendir. Aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarından birisi de özgür düşüncedir.
Ve aydın denince de aklıma Yalçın Küçük’ün beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ isimli kitabı gelir. (Tekin Yayınevi, 1990) Ve Yalçın Küçük denince de aklıma onun 12 Eylül’den kalan şu öyküsünü hatırlarım: Yalçın Küçük 12 Eylül zindanlarında yatarken kendisine kullandığı ilaçları demir parmaklıklar arasından vermek isterler. Yalçın Küçük; ‘’Ben Türk aydınının gururunu ve onurunu taşıyorum. Bana bu şekilde davranamazsınız.’’ der ve ilaçlarının bu şekilde kendisine verilmesini kabul etmez.
“Aydın Üzerine Tezler”de Yalçın Küçük, aydın sorununu şöyle anlatıyor:
“Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”
Yalçın Küçük 1980’li yıllarda aydın sorununu böyle anlatıyordu. Ancak o günden bu güne ise ilaçlarının bile kendisine demir parmaklar ardından verilmesini kabul etmeyen aydından siyasi iktidara yamanan, el etek öpen ve emir kulu haline getirilen aydınlar zamanına geldik…
Aydınlar sorununa teşhisi teee on dokuzuncu yüzyıldan Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla koymuştu. Teşhisin aslı Osmanlıca;
''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''
Türkçesi ise şu şekilde;
''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, 
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''
Sığ politikacı, halkın gözünü boyar. Gerçek aydın, halkın gözünü açar. Başımıza ne gelmişse gerçek aydınların pasifize edilerek küçümsenmeleri ve sahta aydınların dalkavukluğundan gelmiştir.
Aydını gerçek aydın olmayan toplumların sonu karanlıktır.
ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.
Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” anca politikacılarınınki kadardır.
Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır.
Osman AYDOĞAN   9 Ekim 2015

BURJUVA GÖRGÜSÜZLÜĞÜ ve PAÇOZLUK
Sizleri önce, biraz eski gazete haberlerine götüreceğim. 
Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız yazar Alev Alatlı ile bir söyleşi yapar. (Akşam Gazetesi, 12 Eylül 2011) Şöyle başlıyor yazısına Şenay Yıldız;
‘’Aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak için kapısını çaldığım Alatlı, yakında piyasaya çıkacak olan 'Beyaz Türkler Küstüler' isimli kitabı için son rötuşları atıyor. (Kitap çoktaaan çıktı da unutuldu bile: Everest Yayınları / Roman Dizisi ) Yeni kitabında, Türkiye'de paçozluğun her alanda hâkim olmasından duyduğu endişeyi dile getiren olan Alatlı, Cüppeli Ahmet Hoca'dan İvana Sert'e, Ertuğrul Özkök'ten Serdar Turgut'a, Ayşe Arman'dan Rahşan Gülşen'e pek çok ismin 'paçozlaşma' olarak kavramlaştırdığı tavır ve yazılarını eleştiriyor, paçozlaşma sürecinin Beyaz Türkler'i küstürdüğünü ve eblehleşmeyi tetiklediğini anlatıyor.’’
Alatlı şöyle devam ediyor söyleşisinde; ‘’Çünkü matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevre, notasız müzik... olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketicisiniz. Böyle giderse, Türkiye sadece tüketici kulvarında kalmaya mahkûmdur. Bu eblehleşme sadece tüketiciliğe iter. Yazık, Halide Edip'e boşu boşuna mandacı, vatan haini denmiş. Bugün manda zaten gerçekleşti. ABD'ye eğitim için giden paraları görün, sizin Sulukule'den çıkan Sibel Can'ınızın evi Miami'de! Bu nasıl bir gidişattır, kaçıştır? Askerî otoritenin baskısı falan derler ya, eblehliğin, paçozluğun baskısı kadar büyük bir baskı yoktur. Çünkü paçoz, paçoz olmayanı göremez.’’
İktidarın has adamı Âkif Beki de 14 Aralık 2013 günü Hürriyet’teki köşesinde ‘’Zübükler, paçozlar ve Necip Fazıl’’ başlığı ile kısaca şöyle yazıyordu:
“Dostoyevski’nin Puşlost’u gibi, paçozluk iblisi tüm kurumları sardığı zaman sıkıntı başlıyor. Herkesin herkesle yer değiştirebildiği, birisi gittiğinde hiçbir şeyin değişmediği, (liyakatin ölçü olmadığı, sıradanlığın ve kalitesizliğin hüküm sürdüğü) bir durumdur paçozluk...
Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş... Dostoyevski ‘Puşlost’ (Poshlost) der... Topluma musallat olan iblistir paçozluk...
Puşlost tüm bu kavramları içinde toplayan tanımlama. Bizde de Ömer Seyfettin’in Efruz Bey tiplemesi, Aziz Nesin’in Zübük’ü kısmen buna yakındır. Ama benim ele aldığım paçozluk süreci Puşlost’a daha yakın ve korkarım ki bu iblis Türkiye’ye yerleşiyor...”
Yerleşti bile, artık çok geç. Alev Alatlı’nın korktuğu başımıza geldi. Yerleşmek ne kelime, en ziyade iltifata mazhar tip haline geldi. Bilakis aranan özellik oldu... Paçozluktan çok rağbet gören ne! İnanmayan açsın, Alatlı’nın kitabında teşhir ettiği vasatlaşma vasatımıza baksın.
Son kitabı ‘‘Beyaz Türkler Küstüler’’i, Akşam gazetesine ‘‘paçozlaşmanın hikâyesi’’ diye anlatmıştı Alev Alatlı. Kitap çıkalı çoook oldu, yaşadığımız ‘’paçozlaşma ve eblehleşme’’yi ayan beyan tasvir ediyor ama aldıran kim?
Bütün mahallelerimiz paçozların istilası altında, bütün meydanları eblehler bastı.
Sanayi devrimini gerçekleştirmeyen toplumda burjuva görgüsüzlüğü ve paçozluk doğaldır. Avrupa burjuvazisi sanatını ve kültürünü üretip, sanayi devriminin koşullarını yaratmış; siyasal demokrasi ve özgürlüklerin temeline laikliğin harcını koymuştur...
Bu nedenle bugün Avrupa Batı’dır. Bu nedenle sanat ve kültür, siyasal demokrasi ve özgürlükler ve laik bir sistem en azından paçoz olmamak için gereklidir.
PKK tehlikesini bertaraf edebiliriz, İŞİD tehlikesini bertaraf edebiliriz, ancak bu görgüsüzlük ve paçozluk bir yerleşti mi bir daha kolay kolay bunlardan kurtulamayız.
Osman AYDOĞAN  8 Ekim 2015

ARAPLARDA ve TÜRKLERDE KADIN ADLARI
Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına veya fizyolojik görünümlerine göre verilir.
Doğum sırasına göre örnekler:
Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur.
Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Ailede ilk doğan kıza da ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')
Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir üçüncü demektir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.
Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.
Sitte: Arapça altı demektir. Harran’da yaygın bir isimdir.
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur.
Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir.
Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.
Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.
Kezzibân: İslam aleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. 
Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.
Anadolu’da kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir. Hanım ağadır, hanım efendidir, Hatundur.
Hatun ismi Selçuklularda bir unvandı; belediye başkanının unvanı idi. Selçuklularda belediye başkanı kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi. Gevher Nesibe Hatun Kayseri Belediye Başkanı idi. Anadolu’da kadın Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildi.

Osman AYDOĞAN   7 Ekim 2015

ŞEHRİYAR NELER ÖĞRETMİŞTİ BANA NELER
Celâlâbâd’da yaz gelip geçerken, Hindukuş dağlarına kadar uzanan o ışıltılı yeşillik birden bire sararıp solup kaybolurken, seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalanıp, bir bayrak gibi sallanırken Şehriyar’ın bana öğrettikleri gelmişti aklıma…
Şehriyar neler öğretmişti bana neler;

Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretmişti bana…

Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretmişti bana…

Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretmişti bana...

Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretmişti bana…

Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretmişti bana.

Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretmişti bana…

Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretmişti bana…

Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretmişti bana…

Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretmişti bana…

Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar veremediğini öğretmişti bana…

Hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretmişti bana...

Aslında yaşadığım her zorluğun ve kendime düşman bildiğin her şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğretmişti bana…

Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini öğretmişti bana…

Kazanmayı değil, yetinmeyi öğretmişti bana…

Dünyada hiçbir şeyin başkalarının hakkından daha kutsal olmadığını öğretmişti bana…

Haksızlık yapmanın haksızlığa uğramaktan daha acı olduğunu öğretmişti bana…

Şehriyar neler öğretmişti bana neler…

Osman AYDOĞAN   6 Ekim 2015


CELÂLÂBÂD'DA GEÇEN YAZ
Celâlâbâd’da yaz gelip geçmişti artık…
Alışık olmama rağmen, kışın o soğuklardan sonra yazın bu kadar sıcaklığına aklım almıyordu…
O ışıltılı yeşillik birden bire kayboldu…
Önce yeşilin rengi soldu…
Hindukuş dağlarına doğru olan o yeşil görüntü kayboldu…
O muazzam yeşil örtü önce soldu, sonra sarı, sapsarı bir görünüm aldı…
Otların boynu büküldü, sonra sarardı soldu…
Oluşan seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalandılar, bir bayrak gibi sallandılar, tohumları saçıldı etrafa…
Sürüngenler, gelincikler ve o sararan otlar öğleden sonraları oluşan toz fırtınaları ile birbirlerine karıştılar…
Toprak özlemle gökyüzüne baktı, nadir zamanlarda gelen bulutlar ise yeryüzüne hasretti hep…
Güneş olanca parlaklığı ile ısıttı her yeri…
Nadiren zaman zaman esen rüzgâr sanki bir fırından çıkmışçasına alev alev yaladı yüzümü…
Bu yaz bana diğer yazlara göre daha bir solgun, daha bir yorgun gözüktü…
Bu yaz bana diğer yazlardan daha bir üzgün, daha bir arzusuz, daha bir hevessiz göründü…
…………………….
Bu yaz uzun geçmişti..
Bu yaz hayal gibi geçmişti…
Bütün bir yaz sanki gözüm açık rüya görmüş gibiydim…
Bütün bir yaz ben hayal görmüş, düş görmüş gibiydim.
Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi ‘’ne uykuda’’ geçmişti, ne de ‘’uyanık’’;
''Ne uykudayız ne uyanık''
…………………
Şehriyar hatırlatmıştı bana Thomas Hobbes'un ‘’Leviathan’’ isimli eserini…
‘’Leviathan’’da ne yazmıştı Thomas Hobbes:
‘’Bir kimsenin bir rüyet gördüğünü veya bir ses duyduğunu söylemek ise, uyku ile uyanıklık arasında düş gördüğünü söylemektir: Çünkü böyle durumlarda insan, uyukladığının farkında olmadığı için, gördüğü düşü genellikle bir vizyon sanır. Bir kimsenin doğaüstü ilhamla konuştuğunu söylemek, o kimsenin, güçlü bir konuşma isteğini duyduğunu veya kendisi hakkında, doğal ve yeterli bir neden gösteremediği, iddialı bir görüşe sahip olduğunu söylemektir.’’
Kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyordu Thomas Hobbes:
‘’ (…) ve uykuda ve bazen hastalık veya şiddet nedeniyle organların büyük bir rahatsızlığında, bir düş deriz; (…)’’
Hobbes’in bu ifadeleri aylardır yaşadığım ve benim anlamakta zorlandığım olayları bana daha iyi açıklıyordu…
Benedictus Spinoza’nın ‘’Ethica’’ isimli eserini de Şehriyar hatırlatmıştı bana… Şöyle yazmıştı Spinoza ‘’Ethica’’sında:
‘’Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildir.’’
‘’Bununla birlikte rüyada konuştuğumuzu gördüğümüz zaman yalnız ruhun emriyle konuştuğumuzu zannederiz, hâlbuki konuşmuyoruz ve eğer konuşuyorsak, bu yalnızca bedenin kendiliğinden bir hareketiyledir; nitekim insanlardan bazı şeyleri sakladığımızı da rüyada görürüz, bu da uyanıkken bildiğimizi söylememizi sağlayan aynı ruh emriyledir. En son uyanıkken yapmaya cesaret edemediğimiz bir şeyi ruhun emriyle yaptığımızı rüyada görürüz. Ruhun hür emriyle söylediklerini veya sustuklarını ya da herhangi bir hareketi yaptıklarını zanneden kimseler gözleri açık rüya görmektedirler.’’
Spinoza haklıydı…
Hobbes de haklıydı…
Ben kaç gündür, kaç aydır gözleri açık rüya görmekteydim…
Ben kaç gündür, kaç aydır hâyâl görmekteydim, düş görmekteydim…
Anladım; Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildi…
Sanki Spinoza benim bu durumumu açıklamak için yazmıştı ‘’Ethica’’sını…
Spinoza’nın şu sözleri aylardır gördüğüm rüyanın, hâyâlin ve düşün bir özetiydi sanki:
‘’İnsan bir objenin hâyâliyle duygulanmış oldukça onu var olmasa bile, hazır gibi görür ve onun hâyâli ya geçmiş ya gelecek bir zamanın hâyâline bağlı olduğu zaman da onu geçmiş veya gelecek gibi tasarlar. Bunun için kendi başına göz önüne alınan objenin hâyâli ister gelecek, ister geçmiş zamana, ister hâle atfedilsin, her zaman aynıdır, yani ister hâyâl geçmiş bir objeden gelsin, isterse geleceğe veya hâle ait objeden gelsin, beden yapısı veya duygulanış aynıdır. Bundan dolayı, ya geçmiş ya gelecek, ya da hazır bir şeyin hali ruhumuzda aynı sevinç veya keder duygulanışını doğurur.’’
Yine Asaf Hâled Çelebi’yi hatırladım…
Garip akımının çıkardığı gürültü ve toz duman arasında pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled’in çok sevdiğim ‘’Ayna’’ isimli şiiri aklıma geldi:
‘’bana aynadan bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleket-i çînden midir
ya mâçînden mi?’’

Şehriyar…
Şehriyar’ı anımsadım..
Şiirde olduğu gibi ‘’memleket-i çînden’’ ve ‘’mâçînden’’ değilse de hemen yakınından Kâbil’den aylardır bana aynada benden başka bir suret görünmüştü…
Asaf Hâled ‘’Cep’’ şiirinde şöyle diyordu:
‘’en güzel oyuncağım sen
bahçelerimin beni eğlendirmediği zamanlarda 
gel
ve beni avut’’
Anlamıştım ki; bütün bir yazda, bütün bir kışta, ilkbaharda, sonbaharda en zor günlerimde Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu… Sanrılar içindeyken, âteşler içindeyken, hâyâl görürken, düş görürken, rüyadayken Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu…
….
Ve ben sonbaharı yazarken, zemheri aylarını, ilkbaharı yazarken, şimdi yazı yazarken ve Şehriyar’ı yazarken aynada gördüğüm bir suretti Şehriyar…
Osman AYDOĞAN   5 Ekim 2015

KIVIR! KIVIR! KIVIR!
Adamın biri, gece yatakta uyurken, bir sağa dönüyormuş, bir sola… Vücudu, terden sırılsıklam olmuş… Yüzünden de boncuk boncuk ter damlıyor… Belli ki, “kâbus” görüyor…
Adam bir ara, bağırmaya başlamış:
“Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!”
O bağırmaya karısı uyanmış…
Dürtmüş kocasını, “Herif, herif uyan!”…
Uyanmış adam…
Sormuş kadın;
“Herif, niye öyle bağırıyorsun, ‘Kıvır, kıvır’ diye?”

Adam, gözlerini ovuştura ovuştura, şöyle bir doğrulmuş yataktan… Sonra da başlamış anlatmaya:

“Sorma hatun” demiş. ''Rüyamda işten çıkıp eve gelirken, ‘delinin biri’ takıldı peşime… Yol değiştirdim, sokak değiştirdim ama yine kurtulamadım. Nereye gittiysem, bir gölge gibi takip etti beni… Baktım kurtuluş yok, girdim bir camiye! Adam yine peşimde!.. Çıktım minareye!.. Deli de arkamda!.. Minarenin ‘şerefe’sinde yakaladı beni… Yatırdı yere, parmağını popoma takıp, başladı şerefeden aşağı sarkıtmaya!.. Ben de ‘aşağı düşmemek’ için, başladım bağırmaya; ‘Kıvııır, kıvır’ diye!.. Parmağını kıvrık tutmayıp, bir düzeltse var ya, aşağı düşeceğim!..” Adam derin bir nefes alarak devam etmiş: ''İşte bu nedenle bağırıyordum 'kıvır, kıvır, kıvır!' diye.''
***
Etrafta kıvır, kıvır, kıvıranları gördükçe aklıma hep bu fıkra gelir. İşte bundan dolayı yazdım bu fıkrayı...

Osman AYDOĞAN  2 Ekim 2015


OLGUNLUK!
Yıllaaar yıllar öncesiydi. 30 yıl kadar önce. Çok çok uzak diyarlardaydım. Şehriyar’la yeni tanışmıştım. Henüz aramızdaki o muazzam yakınlık doğmamıştı. Şehriyar’ın yanından ayrıldığımda öğrendiklerimi unutuyor, gerçek doğasını hatırlamayan, üzüntü, keder ve tasa içerisinde birisi olarak buluyordum kendimi. Nedenini sormuştum Şehriyar’a . Bana demişti ki;
‘’Çocukluğuna dönüşündendir. Henüz tam büyümüş değilsin. Özen gösterilmediği için gelişmeden kalmış olan düzeyler var. Sadece içinde kaba, ilkel, şefkatsiz, acımasız ve tümüyle çocuksu kalmış yönlere tam dikkatini ver, olgunlaşacaksın. Esas olan akıl ve gönül olgunluğudur. Başlıca engel –dikkatsizlik, farkında olmayış - giderildiğinde bu kolayca gerçekleşir. Farkındalık içinde büyürsün. Her şeyi bana bırak ve günü gününe mümkün olduğunca dürüst yaşa ve iyi ol. Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığın dünyanın senin tarafından yansıtıldığını idrak ettiğinde korkuların sona erecektir. ‘’
Osman AYDOĞAN    1 Ekim 2015

KİTAP ile ÇALAR SAAT
‘’Fahrenheit 451’’ isimli kitabın yazarı Amaerikalı yazar Ray Bradbury’in güzel bir sözü vardı: "Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır." Yazar Orhan Tüleylioğlu’nun bu sözü doğrularcasına konu aldığı güzel bir kitabı var: “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı)
“Yalnız Kitap” bir yandan dünden bugüne kitap düşmanlığına ışık tutarken; diğer yandan kitabın yaşamımızdaki yerine de dikkat çekiyor. Kitaptan bir bölüm:

“Okuyan insan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Analiz-sentez (ayrışma birleştirme), yorumlama, akıl yürütme (usa vurma) gerçekleşir. İşte buna düşünme diyoruz.”

Kitapta bir başka bölüm (Kanuni döneminde, 5. Karl’ın elçisi Busbecq’in 1560’ta hazırladığı Osmanlı’ya ilişkin raporundan bir bölüm):

“Yeryüzünde Türkler kadar, başka ülkelerin yararlı icraatlarını kolaylıkla alıp benimseyen bir millete daha rastlamak zordur... Buna rağmen nedense kitap basmaya ve çalar saat kullanmaya bir türlü ikna edilememişlerdir.”

Tüleylioğlu, kitabında kitap ile çalar saatin ortak özelliğini vurgulamış: 
“Her ikisi de insanları uyarmaya ve uyandırmaya yarar...”

16. yüzyıldan 21. yüzyıla aradan geçen tam beş yüzyıl. 
Değişen bir şey yok. 
Horlamaya ve horlanmaya devam…...

Osman AYDOĞAN  30 Eylül 2015



ŞEYH-ÜL EKBER MUHYİDDİN İBN-İ ARABÎ'DEN
"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekâmül) hiç bırakmamışlardır."

"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."

"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelâmı dudağının ucunu geçmez."

"Sabır, nefsi, Hakk’tan gayrısına şikâyetten hapistir."

"İyi dost, misk satan gibidir. Hiç olmazsa güzel kokusundan istifade edilir. Kötü arkadaş da körük çeken gibidir. Üzerine kıvılcımı sıçramasa bile dumanı gelir."

''Bütün denizlerin suyunu bir testiye dolduramazsın ama testiye doldurduğun da deniz suyudur.''

"Hep iyiliğinden bahsedeni, bir gün elinden çıkıveren bir kötülük utandırarak susturur."

"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te (insanın iç dünyası ve ruh âlemi), gerek âfâkta (dış dünya ve madde âlemi); tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Osman AYDOĞAN  29 Eylül 2015


FİRDEVSÎ ve ŞEHNAME

Gazneli Mahmut, İran’ın onuncu yüzyıl öncesi mitolojik tarihi olan ‘’Şehname’’’yi Firdevsî’ye yazdırır. Şehname Dünya edebiyatının başyapıtlarından sayılır. Gazneli Mahmut Firdevsî’ye Şehnameyi yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz ve şairi küstürür. 
Büyük Alman şairi Heinrich Heine’in çok güzel bir şiiri vardır bu konuda. 
Heine’nin şiirinde anlatılan hikâye şudur; 
''Şehname’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar nerede diye? Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler paha biçilmez nesneler yüklenmiştir. Sultanın kervanı Firdevsî’nin yaşadığı kente giriyordur ki, aynı kentin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır.''
Kıssadan hisse sizlere ait!

Osman AYDOĞAN  28 Eylül 2015

İNSAN HAYATI

“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante Alighieri’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdi.
Müzik ise, Yunanlıların muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattı.

‘’Müzikteki 24 aralık, altının ‘en saf’ olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardır.

İşte "Dante'nin Yolculuğu" da, bu "en saf"ın arayışıdır bir nevî...

‘’Dante'nin Yolculuğu" hayatımızın merkezidir, kendisidir aslında…

Ve hayat her şeyin, ama her şeyin ‘’en saf’’ halini aramakla geçer, çorak vahalardaki kurumuş kör kuyularda su arar gibi debelenir durur insan ve hiçbir şeyin ‘’en saf’’ hali bulunmaz bir türlü…

Ve hayat dediğimiz şey aslında çocukluktan sonra kalan bu debelenmelerdir…

Ve derdi zaten edebiyatçılar; ‘’insan hayatı, çocukluktan verilmiş kocaman bir tavizdir.’’


Osman AYDOĞAN   26 Eylül 2015


GEL, GEL, NE OLURSAN OL YİNE GEL
Mevlâna’nın diye bildiğimiz rubai şu şekildedir:
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Bu şiir Mevlâna’ya atfedilir, Mevlâna’nın bilinir. Ancak şiir Mevlâna’nın değil Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a aittir ve "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. (Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2009)

İlber Ortaylı, Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlana'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna’nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır.

Söz konusu olan rubainin Farsça orijinali şu şekildedir:

“Bâz â! Bâz â! Her ân çi hestî bâz â 
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâz â
În dergâh-i mâ dergâh-i nevmî dî nîst 
Sad bâr eger tevbe-şikestî bâz â...”

Rubai’nin tercümesi de şu şekildedir:

“Vazgeç (tövbe et), vazgeç, her neysen vazgeç, 
Eğer Kâfir, mecusi, putperest isen vazgeç, 
Bizim dergâhımız umutsuzluğun dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozsan da vazgeç.”

Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan “Ne kadar günahkâr olursanız olun Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin” ayetinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.

Rubainin devamı da şöyledir:

''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...''

Bir türkü sözü idi:

"Beni ağlatma ki sen de gülesin,
Hem murada, hem maksuda eresin!.."

Hayatın özü bu sözlerde gizli idi... 
Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi sevgi...

Tarihçi Cemal Kutay'ın bir programında dinlemiştim. Sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.

Sadrazamın dediği gibi birilerinin kan döneminin bittiğini bu millete inandırması lazım...

Nasıl mı?

Cevabı Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da gizli, sevgi de gizli sevgi de, insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede gizli...

Osman AYDOĞAN  26 Eylül 2015


HAKK'I TANIYAN KİŞİ
Muhyiddin İbn el-Arabî bir kitabında şöyle yazardı (İslâm Tasavvuf Tarihi, Mehmed Ali Ayni, Akabe Yayınları, 1985, Sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”
Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’

Ve devam ederdi Arabî:

"...artık, arif anlar ki, gerek ''enfüs''te (insanın iç dünyası ve ruh âlemi), gerek ''âfâk''ta (dış dünya ve madde âlemi); tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Ve derdi ki Mevlâna:

''Ne Hristiyanım, ne Musevi, ne Müslüman
Ne doğudan, ne batıdan, ne karadan, ne denizdenim
Ne doğanın taş ocaklarından ne de göğün yuvarlaklarındanım
Ne topraktan, ne sudan, ne havadan ne de ateştenim
Ne Hindistan'dan, ne Çin'den, ne Bulgaristan'dan, ne de Saksin'denim
Ne iki Irak krallığından, ne de Horasan topraklarındanım
Yerim mekânsızlıktır, izim izsizliktir
Ne bedenden ne de ruh, ben ruhların ruhundanım...''

Ne yazık ki bunu bu çağda dahi bilmeyen, anlayamayan insanoğlu ise ilkel çağlardaki gibi cins cins, inanç inanç, şekil şekil sanal bir ayrılığa düşmüşler ve birbirlerini boğazlar hale gelmişlerdir.

Osman AYDOĞAN  25 Eylül 2015


KURBAN BAYRAMI

Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde farklı isimlerle anılır. Arapça İyd-el Adha şeklindedir. Türkçede ve Farsçada Kurban Bayramı olarak anılırken, Hindistan ve Pakistan'da bayrama genelikle Bakra Eid denir ki bunun anlamı "Keçi Bayramı"dır. (Bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçi olduğundan.)
Kurban Bayramı Hicri Takvime göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün boyunca kutlanır ve aynı zamanda da Mekke'de hac farizası ifa edilir. .
Kurban kesmenin sorumluluğu konusuna girmeden önce şu üç dini sorumlulukları açıklamak gerekir diye düşünüyorum:
Farz: Kesinlikle yapılması gereken ibadetlerdir.
Vacip: Mutlaka yapılması gereken ibadetler olmakla birlikte farz kadar kuvvetli olmayan ibadetlerdir. 
Sünnet: Farz ve vacip ibadetlerin dışında Peygamberimizin genelde sürekli olarak yaptığı ve bize de yapmayı önerdiği ibadetlere sünnet denir.
Kurban’ın iki anlamı vardır. Birincisi; (Zahiri anlamı) kurban bayramı günlerinde ibadet niyetiyle belli hayvanlardan birini keserek yapılan bir ibadettir. Buna Arapça´da "Udhiyye" denir. İkinci anlamı ise (Batıni anlamı) ilahi sevgiyle yapılan her iyi davranış ve özellikle ihtiyaç sahiplerine verilen geçimlikler, “Allah’a yaklaşma vesilesi” olan araçlar veya “Allah’a yaklaşma niyeti” olan amellerdir.
Kur'an'da Hac Suresinde geçen şu ayet, kurbanın yerini özetler:
"Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." (Hacc 22/36;37)
Kurban kesmek farz olmadığı gibi (çünkü Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ ayeti yoktur.) İslâm âlim ve müçtehitleri kurban hakkında farklı içtihatlarda bulunmuşlardır:
İmam Azam Ebû Hanife'ye göre kurban sünnet değil vaciptir. 
Şâfiî, Mâliki ve Hanbelîler ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban vacip değil, sünnet-i müekkededir. (Sünnet-i müekkede: Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.)
Bir hadis-i şerif ise meâlen şöyledir: 
"Üç şey vardır, bunlar bana farz, size nafiledir. Onlar da vitir, kurban ve kuşluk namazıdır." ( Ahmed b. Hanbel, c. I, 231.)
Günümüzde ise İslam Hukukçusu Prof. Dr. Hüseyin Hatemi kurbanı şu şekilde yorumlamaktadır: ‘’Hacc merasimi sırasında, o devrin imkânsızlıklarıyla, yoksul hacıların çölde aç ve perişan kalmamaları için, üreme ve üretme kabiliyetinden kesilmiş, fakat Mina’ya, Arafat’a kadar yürüme gücü olan yaşlı hayvanların Hacc sadakası olarak birlikte götürülmeleri ve Mina’da kesilmelerine – biribirlerinin kanı kokusunu almaksızın, gözleri bağlanarak, eziyet edilmeyerek- cevaz verilmişti. (Hacc Suresi). Hacc’a katılamayacak olanlar da bütün ailenin bir aylık yiyecek masrafının üçte birini, diğer bir deyişle on günlük mutfak masraflarını “hedy” (sadaka, hediye, bağış, kurban) olarak yoksullara verebilirdi. Ramazan Bayramı’ndaki bir günlük mutfak masrafı (Filtre), Kurban Bayramı’nda on güne çıkıyordu.. (….) Allah, kan değil, sevgi istediğini, Hacc Suresi’nde açıkça beyan etmektedir. Her aile için aylık mutfak masrafının üçte birinin yoksullara aktarılması, kurban demektir.’’
Ramazan bayramı namazı gibi kurban bayramı namazı da vaciptir ve cuma namazının şartlarına tabidir. Yani cuma namazını kılmakla yükümlü olanlar, bayram namazını kılmakla da yükümlüdürler. Ancak cuma namazı farz, bayram namazı ise vaciptir.
Kurban Bayramınızı kutluyor, bizi bugünlere sağlıkla eriştiren Cenâb-ı Hakk´a hamdediyor, O´nun sevgili Peygamberi Muhammet Mustafa (s.a.v.)´ya salât ve selâm ediyor ve yanlış anlamalara vesile olmaması için sözü Yunus Emre ile bitiriyorum: ‘’Bizi bilmeyen ne bilsin, bilenlere selam olsun!’’

Osman AYDOĞAN 24 Eylül 2015


UZAYIN DERİNLİKLERİNE DALARKEN

Kabaca 6 milyon yıldır yaşayan insansı canlılar var bu dünyada.
İnsanoğlu bugünkü haline yaklaştığında yüz binlerce yıl avcılık ve toplayıcılıkla uğraştı, kabaca 15 bin yıldan beri tarım ve hayvancılık yapıyor.

‘'Modern çağ’' adı verilen bu dönem, insanlığın bütün tarihine baktığınızda minicik bir zaman: Taş çatlasa 200 yıl. Bundan sadece 112 yıl önce Wright kardeşler yerden havalanmayı başardı; ilk uçaktı bu ve sadece birkaç yüz metre uçabilmişti.

Plüton diye bir gezegen (veya cüce gezegen) olduğunu sadece 1930'da keşfedildi, o sırada jet motoru bile bulunmamıştı. İlk roketleri 40'lı yıllarda askerî amaçla Almanya üretti; bunların çoğu havalanamıyordu bile.

Ama bugün insanoğlu, Güneş Sistemimizin sınırındaki, bizden milyarlarca kilometre uzaktaki bir gezegene yıllar önceden randevu veriyor, sonra da tam zamanında onun yanına ulaşabiliyor. Ulaşmakla kalmıyor; fotoğraf çekiyor, yüzeyin bileşimini anlamak için araştırma yapıyor.

İnsanlık tarihi biraz da keşiflerin, '’yeni ufuklar'’ arayışının tarihi. Plüton'u yakından gördük, bir sayfa kapandı ama önümüzde koca evren var, açılacak daha çok sayfa var...

15 bin yıldan beri tarım ve hayvancılık yaparken son iki yüz yılda bilimi ve tekniği keşfetti insanoğlu ve bu sayede son 40 yılda uzayın derinliklerine daldı..

İnsanoğlu uzayın derinliklerine daldı da kendi derinliklerine, insanın derinliklerine, bir başkasının derinliklerine dalamadı, din kıskacından, mezhep kıskacından, ırk kıskacından kurtulamadı… Allah’ın yarattığı farklılığı bir zenginlik olarak görüp bir ve barış içinde yaşayamadı.

İnsanoğlu keşke biraz hırsına gem vursa da Allah'ın yarattığı farklılıkların mükemmel bir zenginlik olduğu arayışına, keşfine çıksa... Farklılığın zenginliğinin, barışın ve huzurun tadına varsa... Tüm kutsal kitaplar, bütün peygamberler bunu emreder, tüm filozoflar, düşünürler, şairler, sanatçılar bunu söyler aslında.

Osman AYDOĞAN   23 Eylül 2015


SÛRET ve SÎRET

Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik, zahirî olan, okyanusun maviliği…
Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan, okyanusun derinliği…
Aşk, sûreti değil, sîreti okumakla oluşan bir duygudur. 
Bu konuda Ganiyyi Muhtefî mahlaslı muhafazakâr bir yazarın bir dizesi var:

‘’Sûretimi görüp de şu fakîre levm eden 
Sîretime erseydi sûretimi görmeden''

(levm etmek: ayıplamak, kötülemek, kınamak)

İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati bir yazısında şöyle yazıyordu:

‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

***
Bir açıklama:
Sûret biçim, görünüş, kılık anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. 
Başka bir Arapça sözcük olan suretâ ise zahiren, görünüşte anlamına gelir.
"Sûret-i haktan görünerek" dediğimiz zaman, "Hak suretinde" yani "Hak görünümünde" anlamı çıkar.
Oysa "suretâ haktan görünerek" dendiğinde, doğrudan "görünüşte haktan yana imiş gibi yaparak" anlamına geliyor deyim.
Çünkü suretâ sözcüğü ''görünüşte'' anlamına geliyor.
Görüldüğü gibi deyimin her iki söyleniş biçimi de birbirine çok yakın anlamlar taşıyor.
Deyimin anlamı "görünüşte haktan yana imiş gibi davranarak başka bir amaç gütmek" olduğu için, doğrusu "sûret-i haktan görünmek" değil, "suretâ haktan görünmek"tir.
Sanıyorum, ''suretâ haktan'' görünmek deyimi zamanla ''sûret-i haktan'' görünmek olarak "galat-ı meşhur" yani yaygın kullanılan ve bu nedenle de kabul gören bir yanlış olmuş.

Osman AYDOĞAN   22 Eylül 2015


SİYASET ÜZERİNE

Delikanlının biri Amerika’ya gitmek için bir şilebe binmiş gizlice. Yolda kaptan, genci yakalayıp geminin kıç tarafına hapsetmiş. Şilep New York’a yanaşmış, yükünü boşaltmış, yeni yük almış. Delikanlı hapsolduğu yerde, New York’a bile geldiklerini anlamadan, sadece vinç seslerini dinleyip durmuş.
Dönüşte tanıdıkları, Amerika’da neler gördüğünü sordukça, delikanlı içini çekmiş; ''Vallahi ne anlatayım, demiş; bir gürültü, bir gürültü işte... ''

Hani sanki Amerika’ya değil de, 25. Dönem milletvekili seçilip Meclis'e girmiş, seçim yenilenince de seçim bölgesine geri dönüp Meclisi ve ülkedeki siyaseti anlatan milletvekili adayı gibi...

***

Adam arabasını tamirciye götürmüş:
- ''Bir yeri hariç, ses çıkarmayan yeri yok'', demiş. Tamirci sormuş:
- ''Neresi ses çıkarmıyor?''
- ''Kornası...''

Mübarek araba sanki bizim siyaset sistemimiz.

***

Aşırı derecede dekolte giyinmiş, çok sıska ve çelimsiz bir kadına Bernard Shaw’ın söylediği bir söz vardır.

Ülkedeki siyaset ve siyasetçinin hali içinizi burkmaya başladı mı, insana Shaw’un o sözünü anımsatıyor:

''Açıldıkça daha az görünüyorsunuz.''

***

Köyde sekiz yaşındaki Ali, sabahleyin erkenden ineğini alıp çıkmış evden. Yolda sabah namazından dönen imamla karşılaşmış.
İmam: 
- ''Erken erken böyle nereye Ali'', demiş.
Ali gayet ciddi bir yüzle:
- ''İneği boğaya çektirmeye götürüyorum'', demiş.
İmamın kaşları çatılmış:
- ''Sen götürüyorsun ha, baban yok muydu evde bu işi görmek için?''
Ali:
- ''Babam olmuyor, mutlaka boğa gerek'', demiş.

Görünen o ki ülkede bazı insanların siyaset yapabilmeleri için babaları dahi yetmiyor...
Osman AYDOĞAN 21 Eylül 2015


KAPAK FOTOĞRAFIMA DAİR
Yine yaşadığım mekânlar, yine kendi çektiğim bir fotoğraf…
Nasıl anlatılırdı bilmem ki o andaki yaşadığım duyguyu…

O beyaz bulutlar çekip çekip gitmişti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti...
Yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler…
Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…
Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa... 

Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların...
Daha erken olmuştu akşamlar...
Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra batmıştı güneş dağların ardından...
Alev alev yanmıştı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız...
Perde perde inmişti karanlıklar. 
Usul usul basmıştı geceler...
Her akşam gün yavaş yavaş bitip, Güneş dağların ardından alev alev çekilip, usul usul battığında, Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiiri gelirdi aklıma;
‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.
Akşamı duya duya,
Sular yattı uykuya;
Kızıllık çöktü suya,
Sandım bir cenk akşamı...’’
Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, garip bir renk akşamıydı…
Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, bütün günlerimin içime denk akşamıydı….

Osman AYDOĞAN  20 Eylül 2015


İYİ ve KÖTÜ, DOĞRU ve YANLIŞ, İMAN ve KÜFÜR
Büyük bir Arap tasavvuf adamı ve varlık birliği (Vahdet-i Vücud) öğretisinin baş sözcüsü ve tasavvufun felsefesini oluşturan en önemli isimlerinden biri olan Muhyiddin İbn el-Arabî'nin günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır.
Sadece şu iki dize onu anlatmaya yeter: ''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’, "Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

Muhyiddin İbn el-Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı, Sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”

Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’

Üzerinde düşünmeniz dileği ile!

Osman AYDOĞAN 19 Eylül 2015

 
ÜÇÜNCÜ PAYLAŞIM SAVAŞI
Mehmet Akif Ersoy tarihin tekerrürden ibaret olduğunu şöyle söylerdi:
''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''
‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi.
Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’
Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Paylaşım Savaş'ının bütün koşulları yinelenmekte. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiş. İngiltere'nin yerini ABD, Almanya'nın yerini AB, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini T.C., almış. Tek fark paylaşım savaşının topla tüfekle yapılmayacak olmasıdır.
Osman AYDOĞAN   18 Eylül 2015
 
DÜN ve BUGÜN
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Çünkü bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.
İngiliz tarihçi ve yazar Eric John Ernest Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (S. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.
Ben yine sözü Halil Cibran’a bırakacağım. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’
Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar.
Osman AYDOĞAN   17 Eylül 2015
 
BRUTUS
‘’Julius Caesar’’ (Jül Sezar) William Shakespeare tarafından 1599'da yazılmış beş perdelik bir trajedidir. Tarihin en ünlü suikastlarından birisini, Roma İmparatoru Julius Caesar’ın katlini ele alan oyun, Shakespeare‘in antik Roma tarihini konu alan ve "Roma oyunları" diye anılan üç oyunundan ilkidir (diğerleri Coriolanus ile Antonius ve Kleopatra).
Oyun, ünlü Roma devlet adamı Julius Caesar’ın adını taşısa da oyun kişileri arasında en önemli karakter o değildir. Julius Ceasar, oyunun sadece ilk üç perdesinde görülür ve üçüncü perdenin ilk sahnesinde ölür. Oyunun asıl kahramanı Marcus Junius Brutus'tur. Oyun, Brutus'un çok değer verdiği şeref, namus, vatanseverlik ve dostluk prensiplerinin birbiri ile çelişmesi ve kişinin bu tür çelişkileri nasıl uzlaştırıp karar verebileceği üzerinedir.
Roma İmparatoru Julius Caesar senatoya gelirken, yolunu kesen bir kâhin “Mart’ın15’inden sakın!” diye bağırır. Eşi de o gün Sezar’a senatoya gitmemesi için yalvarır. Sezar iki uyarıyı da dinlemez…
Sezar 15 Mart’ta senatoya gelirken, bazı senatörler bıçaklarla saldırır. Aralarında kimilerine göre “evlatlığı” kimilerine göre “öz oğlu” ve Mersin’de Roma Valiliği yapmış olan Marcus Junius Brutus de vardır. Brutus, Sezar’ı arkadan bıçaklar. Sezar “ihaneti” yansıtan ünlü “Sen de mi Brütüs?” diyerek can verir ve “ihanet” Roma sikkelerinde simgeleşir.
Marcus Antonius saldırganlara karşı harekete geçmeden önce, Sezar’ın cenaze törenindeki “Ben buraya Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!’’ sözleri Villiam Shakespeare’in oyununda devleşir.
Antonius ve Brütüs’ün orduları kapışır. Yenilen Brütüs kaçar, Bodrum’da,günümüzde adı Gümüşlük olan Myndos antik kentine sığınır…
Marcus Antonius ise Jül Sezar'ın öldürülmesinin ardından doğu bölgesinin yönetimini üstlenir.
Antonius Tarsus'a gelerek Mısır Kraliçesi Kleopatra VII ile ittifak yapar. Kleopatra'nın maksadı kaybettiği toprakları geri almak, Antonius'unki ise hem doğudaki iktidarını sürdürebilmek hem de Partlara karşı yapacağı askerî harcamalar için Mısır'ın zengin kaynaklarından yararlanmaktır.
Bu maksatla Antonius, Kleopatra'yı Tarsus'a davet eder. Muhteşem gemisiyle Tarsus limanına gelen Kleopatra Antonius ile yedi yıl sürecek renkli, romantik ve ihtiraslı bir beraberlik yaşar. Kleopatra'nın Tarsus'a giriş yaptığı kapının adı bugünkü ismiyle "Kleopatra Kapısı" olarak değiştirilmiştir.
Bugün bu bölgede çok sayıda Kleopatra ismini taşıyan mekân vardır. Alanya’daki ‘’Kleopatra Plajı’’ gibi..
Günümüzün Brutus'lerinin çok değer verdikleri şeref, namus, vatanseverlik ve dostluk prensiplerinin nasıl kendileri ile çeliştiklerini ve bu çelişkileri nasıl uzlaştırabileceklerini hep beraber yaşayarak göreceğiz.
Osman AYDOĞAN   16 Eylül 2015
 
SEVME SANATI ve ÖZGÜRLÜK
Erich Fromm'un ''Sevme Sanatı'' isimli kitabının giriş bölümünde bir alıntı var (Paracelsus). Alıntıda der ki;
''Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan kişi değersizdir. Ama anlayan kişi hem sever, hem fark eder, hem de görür... Bir şeyin özünde ne kadar bilgi varsa o kadar büyük sevgi vardır... Bütün meyvelerin çileklerle aynı anda olgunlaştığını düşleyen, üzümler hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir.''
Sonra giriş şöyle devem eder;
''İnsanın ulaştığı olgunluk düzeyi ne olursa olsun sevgi, kişinin kolayca ulaşabileceği bir duygu değildir. İnsan, üretken bir yönelime ulaşma yönünde kişiliğinin tamamını aktif olarak geliştirmeye çalışmadığı sürece tüm sevgi arayışları boşuna olacaktır. Komşusunu sevme yetisi, gerçek alçakgönüllülük, cesaret, inanç ve disiplin olmaksızın bireysel sevgide doyum elde edinilemez.''
Konu Erich Fromm olunca onun özgürlük hakkında bir sözünü aktarmadan da edemeyeceğim;
''Özgürlük; akıl dışı tutkulara karşı, aklın, sağlığın, huzurun sesini dinleme ve izleme yeteneğidir.''
Osman AYDOĞAN   15 Eylül 2015
 
TARİHİN SARKACI
Mukaddime, İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergah Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar:
''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''
Benzer şekilde Thomas Hobbes de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, 1950, 1960, 1971, 1980, 2002 ve 2015 yıllarını tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. Dalgalanan bir denizde dalganın üstünde veya altında olmanın, savrulan bu sarkacın sağında veya solunda olmanın hiçbir değeri yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…
Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Osman AYDOĞAN   14 Eylül 2015
 
İHTİYARLIK
Romalı devlet adamı Marcus Tullius Cİcero’nun (yeni basımı var mı bilmiyorum) 1951 yılı Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasından yayınlanan bir kitabı var: “İhtiyarlık”
Kitapta ihtiyarlığı korkulu yapan dört sebepten bahsedilir: Birincisi insanı işlerden uzaklaştırması, ikincisi güçten düşürmesi, üçüncüsü pekçok zevkten mahrum etmesi, dördüncüsü ölüme yakın oluşu...
Çiçero bu kitabında der ki:
“İhtiyarlar gençlerin yaptığı işleri yapamazlar ama çok daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuvvet veya çeviklikle değil, düşünce, söz geçirme, ortaya doğru fikirler koyma ile başarılır. İhtiyarlar bu meziyetlerden mahrum olmak şöyle dursun, onları arttırmışlardır.”
Yaşlandıkça hafıza zayıflar derler. Çiçero’nun savunması ise şöyle: “İhtiyarların alacaklarını vereceklerini unuttuklarını hiç duymadım. Bir ihtiyarın hazinesini gömdüğü yeri unuttuğunu da”
Ölüm korkulacak bir şey değildir Çiçero’ya göre. Doğal bir sondur. Umutsuzluğa gelince: ‘’Ne kadar yaşlı olursa olsun bir yıl daha yaşayabileceğini düşünmeyen var mıdır?’’
İhtiyarların zamanla zevk aldıkları konuların azalmasına gelince. ''Olup biteni arka sıradan seyretmenin de zevki vardır'' diyor Çiçero... Üstelik: “Maddi zevk tabiatın insanlara verdiği en meşum beladır. Bu zevki elde etmek için doymak bilmez arzular itidalden uzak olarak alevlenir. Vatana ihanet etmeler, devleti yıkmalar, düşmanlara gizli görüşmeler hep ondan çıkar, şehvetin göze aldırmadığı hiçbir cürüm, hiçbir kötü hareket yoktur”
Özetle der ki Çiçero; ‘’Yaşlanmaktan korkmayın’’... ‘’Keyfini sürmeye hazır olun...’’
Osman AYDOĞAN   13 Eylül 2015
 
SEBEPSİZ HÜZÜN HOCAMDI
Şehriyar’ı hatırladım dün gece. O’nun bana nadiren kızdığı o anı anımsadım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi keskin o gözleri çakmak çakmaktı bana hiddetle söylenirken. O an Celâlâbâd’da, o yüksek rakımda bu sefer erken gelen bir sonbahar daha çığlık çığlığa, bağıra bağıra geçiyordu. O beyaz bulutlar çekip çekip evlerine gidiyor, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geliyordu Şehriyar bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarlarken.
‘’Anlamadın hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana… ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana..
Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana:
‘’Kusursuz olmayabileceğini kabullen!’’ demişti. 
‘’Senden başka herkesin bilgili olduğunu düşün!’’ demişti.
‘’Bırak çoğu zaman başkaları haklı olsun!’’ demişti.
‘’Kendine sor: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?’’ demişti.
‘’Gerçeği kabul et: Hayat adil değildir!’’ demişti.
‘’Sahip olmak istediğin şeyleri değil elde etmiş olduklarını düşün!’’ demişti.
‘’Canın sıkılıyorsa bırak sıkılsın! Bir süre sonra huzura erersin.’’ demişti.
‘’Başkalarını suçlamayı bırak!’’ demişti..
Ve olabileceği en hiddetli şekliyle ‘’Biraz yüzün gülsün!’’ demişti.
Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dahi hiç içimin rahat olmadığını hiç… Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde tarifi bir mümkünsüz sessiz sedasız bir hüzün olduğunu… Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a..
Gözlerim yerde devam etmişti Şehriyar benim mahcubiyetimden sesini birazcık yumuşatarak:
‘’Eleştirme isteğini bastır!’’ demişti.. 
‘’Dünyanın en bedbaht insanı başkalarında kusur bulan insandır. Kimsede kusur arama!’’ demişti.
‘’Sana yöneltilen eleştirileri kabul et, onlarda doğruluk payı ara!’’ demişti..
‘’Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı ara!’’ demişti..
‘’Rasgele iyilikler yap ve karşılığını ne iste ne de bekle!’’ demişti..
Tane tane, üzerine basa basa ‘’ufak şeyleri dert etme!’’ demişti…
‘’Her gün birkaç dakikanı sevecek birini düşünmeye ayır!’’ demişti..
‘’Kendi görüşlerinden farklı makale ve kitap oku ve yeni bir şeyler öğrenmeye çalış!’’ demişti…
‘’Bugünü son gününmüş gibi yaşa!’’ demişti…
Şehriyar kızgın kızgın bana bunları anlatırken yavaş yavaş pastel bir renk alıyordu uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler. Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakıyordu ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına. Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa Şehriyar bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarlarken.
Osman AYDOĞAN   12 Eylül 2015
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam135
Toplam Ziyaret407621
Etkinlik Takvimi